27 Aralık 2023 Çarşamba

Ahmet Rasim’in Çorbanamesi ve Tarhana Çorbası - Serdar Şahinkaya / soL

 

"Ahmet Rasim üstadımıza göre çokça faydası vardır; zenginlerin ve yoksulların ve de bünyenin dostu, şifasıdır çorba."

Merhaba dostlarım. 

Hatırlayanlar olacaktır günlük soL Gazete’de Boğazlar Meselesi başlıklı köşemde yemek ve yemek kültürü yazıları yazdım yaklaşık 40 Pazar günü. Epeycedir farklı nedenlerle yemek yazılarına ara vermiştim. Bugün eski bir yazım1 aklıma gelince, yenilemenin ve okuyucu ile buluşturmanın zamanıdır diyerek klavyenin başına oturdum.

İç ve dış siyasetin gündemi iyice sıcak. Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin örgütlenme gayretleri umutlarımızı tazeliyor. Ancak, eskisi kadar sert olmasa da kış kendini yavaştan gösteriyor artık Başkentte. Sabah ve gece ayazları, kırçıl karlanmalar ve yollarda çakozlanmayan buzlanma emareleri başladı. Aman dikkat sevgili araç sürücüleri. Öyle “araba istiyordu, hakkını verdim” gibi ortaçağ martavalları olmasın. Zira bildiğiniz gibi otomobil XX. yüzyıl icadıdır. Anladınız siz onu!

Neyse, bugünkü mevzumuz tarhana çorbası. Ama müsaade ederseniz ben sohbete çorbaname ile başlamak isterim. Ahmet Rasim’i hatırlarsınız değil mi? Hani kendine özgü üslubu ile kaleme aldığı farklı türlerde çokça eseri geniş bir okur kitlesi tarafından okunan, mutlakıyet, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerine tanıklık etmiş ünlü yazarımız. Hadi gelin üstadın mısralarına birlikte bir göz atalım.

                                                                  Ahmet Rasim

Ahmet Rasim üstadımıza göre çokça faydası vardır; zenginlerin ve yoksulların ve de bünyenin dostu, şifasıdır çorba. 

Çorbaname

kana kuvvet, göze fer, batna ciladır çorba

illet-i cûa devâ mahz-ı gıdadır çorba

sağlara, hastalara ayni şifadır çorba

ağniya dostu, muhibb-i fukarâdır çorba

hâsılı hâhiş ile ekle sezâdır çorba”

Önce Tarhana 

Efendim bizim toprakların her yöresindeki mutfaklarda farklı malzemelerle değişik yapılış usullerine konu olmuştur tarhana. Kökeninin Orta Asya’dan gelen Türklere dayandığı söylense de kelime olarak Farsçadır. Müthiş meşakkatli, bir o kadar akıllı ve şifalı bir yiyecektir. Çorbasının yapımına kadar gelen süreç, gerçekten çokça zaman ve emek ister. 

                                                                       Tarhana Otu
Tarhana için, domates, biber, soğan, nane, yoğurt birlikte özlü un ile yoğrulur. Kimileri bu karışıma tarhana otu dedikleri bir nebatatı da koyarlar. Üç hafta boyunca her gün karıştırılarak havalandırılır. Mayalanma süresi sonunda yazın gölgede kurutulur. O mayalanma süresinde çocukluğumun İzmir’indeki baba ocağına mayhoşumsu bir koku egemen olurdu. Sonbahar nihayetlenirken başta rahmetli annem Perihan hanımında da aralarında bulunduğu komşuların bir birlerine “tarhana çıkardın mı?” ve “turşu kurdun mu?” diye seslendiklerini hatırlarım. Dikkatinizi çekti değil mi? Tarhana çıkardın mı? Evet “çıkarmak” kelimesi, emeği ve süreci gözeten bir ağırlıktadır aslında. 
                                            Ovalanarak, kurutulmakta olan tarhana

Optimum suhunette kuruyan tarhana hamurunun parçaları, önce el ile ovularak küçültülür. Öyle narin, karpal tünel sendromlu bileklerin pek kıvıracağı iş değildir. Sonra ufalanan parçalar, genellikle bakır kevgirlerden birkaç kere geçirilerek nerede ise irmik ölçülerine getirilir. Ve sonra temiz örtüler üzerine yayılıp bir kaç gün daha havalandırılıp iyice kurutulduktan sonra kavanozlanarak kaldırılır. 

Tarhananız varsa ne duruyoruz. Buyurun mutfağa geçelim.

Sonra Tarhana Çorbası 
                                                             
Tarhana

Şu sihirli mübareğe bir bakar mısınız? Bu haliyle dört kol çengiye müsait, daha şimdiden fıkırdak bir edada değil mi sizce de? Ama önce yumuşatmak gerekiyor. Efendim ben Perihan Annemden öğrendiğim usülle yaparım tarhana çorbasını. Tencereme göz kararı kuru tarhanamı koyup üzerine kıvamında soğuk suyu ilave ederim. Sonra ateşimi yakmamla birlikte inceden karıştırırım, bir derviş sabrı ile. Karıştırma işi, ihmale gelmez. Tarhana size küser sonra. Köpürür, topaklanır ve bir daha da iflah olmaz. O nedenle, şefkati elden bırakmadan, tadını çıkararak karıştırmayı sürdüreceksiniz. Ta ki “göbek atımı” diye tabir edilen kıvama kadar. Yani, tencere kenarlarında küçük karıncalanmalar ve ortada birkaç pufidik bombe görünene kadar insicamı bozmayacaksınız. 
                                                      
Tarhana pişmekte
Sonra, bir parça tereyağı ve salça (ben, biber ve domates salçasını birlikte kullanırım) ve bir tutam da tuz ekleyip karıştırmayı sürdüreceksiniz. Tencereden burnunuza muhteşem kokular gelmeye başlayacak. Aman efendim ateşi kısınız. Zira mübarek, tava gelmek üzeredir. 
                                                
Ve bir kase tarhana çorbanız

Önceden küp, küp fırınlayarak hazır ettiğiniz kıtır ekmeklerin sahne zamanıdır. Bir küçük tavada biraz sızma zeytinyağını kızdırıp içine bir diş dövülmüş sarımsak atıverin. Acı sevenler bu safhada pul biber de atabilir. Ve akabinde ekmekleri sallayın tavaya, çok değil bir iki dakika sonra, tenceredeki çorbadan bir miktarı kâsenize koyunuz. Üzerine de sarımsak rayihası ile çakır olmuş ekmekçikleri ilave ediniz.  Ve arzunuza göre de kuru nane… 

E daha ne olsun. Haydi, afiyetler olsun…
İnadına hayat…
Sağlıkla ve dostlukla.
İyi senelerimiz olsun…

Serdar Şahinkaya / soL

  • 1.Bu yazının ilk biçimi 20 Aralık 2012’de Cumhuriyet – Ankara ekinde yayınlanmıştır.




26 Aralık 2023 Salı

İrlanda: Acun takım aldı, şirketler vergi ödemiyor, yoksullar birbiriyle savaşıyor - Çağdaş Gökbel / soL

 

Anlaşılan o ki milliyetçiler, İrlandalı yoksulun milyonlarca Avro emeğini çalan Apple'ın camını çerçevesini indirecek cesareti kendilerinde bulamıyorlar.

Avrupa'nın en zengin ilk 10 ülkesinden biri İrlanda. Hatta popüler tabirle ifede edecek olursak, top 10 listesinde Lüksemburg'dan sonra ikinci sırada yer alıyor İrlanda. Peki, istatistiklere yansıyan bu baş döndürücü rakamlara ve aşağıdaki grafiğe rağmen ülkede neden büyük bir huzursuzluk var? Ülke kimilerinin dediği gibi Afrikalıların işgali altında mı, yoksa mülteci saldırısıyla karşı karşıya mı? Hükümet yükselen tepkileri ve sosyal medyada hızla motive olan nefreti görmesine rağmen kasabalarda yaşayan İrlandalıların görüşünü neden gözardı ediyor? Önce şu listeye bir gözatalım...

Dolar bazında Avrupa'nın en zengin 10 ülkesi. İrlanda ikinci sırada yer alıyor.1

Şimdi, yukarıda yönelttiğimiz sorulara yavaş yavaş yanıt vermeye çalışalım. İrlanda, kapitalist ölçeklendirmeye göre zengin bir ülke. Hatta çoğu insan için göç edilecek en ideal yerlerden birisi. Ancak burada görülmeyen, her kapitalist toplumda olduğu gibi bazı gerçekler var. Ülkedeki bu zenginliğin kaynağı büyük eşitsizliklere ve sınıfsal gerilimlere dayanıyor. Aslında İrlanda, Türkiye'deki meşhur iktisatçıların hayalini kurduğu bir ülke. Şirketler ülkeye akın ediyor ve yabancı para tabiri caizse yağıyor. Bu para yağıyor ama kime yağıyor? Bu zenginliğe rağmen İrlanda işçi sınıfı neden ücretsiz-nitelikli, eğitim ve sağlığa erişemiyor? Burjuva iktisatçılarının hayali olan bu ülkede koca koca şirketler çok komik oranlarla vergi ödüyor. Elbette bu vergi dengesizliği, yani çalışan bir İrlandalı'nın ödediği vergiyle, Google ve Apple gibi dev şirketlerin ödedikleri verginin oransal karşılığı milliyetçilerin radarına girmeyen konular. Milliyetçilerin radarına giren konu, mültecilerin aldığı sağlık kartı ve bu kart sayesinde sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanıyor olmaları. Sermayenin ve elbette saydığımız Amerikalı şirketlerin (emperyalizmin) korumalığını yapan bu vatan kuratan Şabanlar, görevlerini 24 saat esasıyla yapıyor ve kamuoyunu yönlendiriyorlar. Tabii tüm bu kavga gürültünün ortasında patronlar satın almaya ve kazanmaya (çalmaya) devam ediyor...

Bizim işbilir patronlardan ve eğlence sektörünün tanrısal güçlerinden biri olan Acun Ilıcalı, İrlanda Premier Lig takımlarından biri olan Shelbourne futbol kulübünü satın aldı. Elbette yoksul gelirken yaygara koparanlar, sermaye gelirken ten rengine ve milliyetine bakmadılar. Ayrıca tekrar hatırlatmakta yarar var, Ukrayna savaşını bir kenara bırakırsak, İrlanda'daki göçün ana damarını mülteciler oluşturmuyor ve hükümetin dediği ama bir türlü topluma anlatmak istemediği için anlatamadığı, mülteciler diğer göç gruplarına göre çok fazla denetimden ve sorgulama süreçlerinden geçerek kabul alıyor. Milliyetçiler cephesinde tam da bu zamanda projeksiyonun mültecilere çevrilmesinin çok önemli bir gerekçesi var, oraya geleceğim.

Neyse gelelim futbol takımına. Acun, takımı satın aldığında bu konu hakkında bir şeyler yazıp yazmamak gerektiğini gazetedeki arkadaşlarımla uzun uzun tartıştık. Futbolun bir mafya, bahis ve pislik deryasına dönüşmesinden ötürü bu konuya hiç girmek istemedim. Ancak geldiğimiz süreçte artık bazı soruları sormamız gerekiyor. Buraya bir dipnot daha ekleyeyim, zira sermayenin futbol üzerinden korkunç kazançlar kazanmasını dert edinmeyen milliyetçilere hatırlatacak çok konu var. İrlandalı yoksulların hayatlarını söndüren bir diğer konu bahis ve kumar şebekesi. Elbette bol kazanç kapısı olan bahis mevzusunu dert edinen yok. Afrikalı adamı, geçmişte de Amerika'da korkunç yoksulluğun pençesinde yaşam mücadelesi veren İrlandalı adamı hedef almak, bir sermayedarı hedef almaktan daha kolay ve rahat. Peki, Acun Ilıcalı neden İrlanda'dan futbol takımı satın aldı? Kulübün yaptığı açıklamaya göre, kulübe değer katmak ve başarıdan başarıya koşmak için. Zaten Acun, çok maharetli bir patron. Bizi zirveye taşıyacağından eminiz.2 Acun Ilıcalı ise kameralar karşısına geçti, İrlanda ve Türk halkı arasındaki yakınlığa vurgu yaparak, hedeflerini anlattı.

Bunların tamamı halkla ilişkiler ve reklam faaliyetinden başka bir şey değil. Ayrıca medyanın sermaye yalakalığı ise mide kaldırır cinsten değil. Bizim işbilir sermayedar, bir anda karşımıza altın çocuk olarak çıkıverdi. Acun'un İrlanda'dan takım aldığını duyduğumda büyük bir gerginlik yaşadığımı hissettim, neyse ki aldığı takım Bohemian değildi. Artık o da gerçekleşseydi, futbol düzleminde kalan son heyecanımı da Fenerbahçe'de olduğu gibi yitirmiş olacaktım. Sermaye hayatlarımızı ve heyecanlarımızı yok ederken, birbirimize düşman olmaya devam ediyoruz. Evet, Acun İrlanda'dan takım satın aldı, çünkü ülke vergi konusunda bir sermaye cenneti. Takımın en büyük hissedarı olarak Acun, İrlanda'ya güzel paralar kazanmaya geldi. Demek ki sermaye bir ülkeye o ülkedeki yoksulları kalkındırmak ve sadece işsiz insanlara iş vermek için gelmiyor.

IMF İrlanda heyetinin eski başkanı Ashoka Mody, İrlanda'nın çok uluslu şirketler için bir vergi cenneti olarak görüldüğünü söyledi.3 Business Post'ta çıkan haber çok önemli. Çünkü Mody'e göre, İrlanda'nın büyüme rakamları gerçeği yansıtmıyor. Bunun temel sebebi Apple, Microsoft ve Google gibi şirketlerin çarpık bir biçimde vergilendirilmesinde yatıyor. Koca koca şirketler ülkeye gelmiş, emekçinin sırtından para kazanıyor; Acun mu sorun oldu? Sorun Acun ya da Bill Gates değil, sorun hayalini bile kuramadığımız paralarla oynayan bu insanların İrlanda işçi sınıfının sırtına bir asalak gibi yapışmasında.

Hemen tekrar başa dönelim, milliyetçilerin bu tabloyla zerre ilgilendikleri yok. Birileri İrlanda halkının varlığını hamuduyla götürürken, mültecilerin sağlık kartını dile dolamanın, hedef şaşırttığını ve yoksulu yoksula kırdırdığını görememek büyük bir sorun. CNBC'nin 2016 yılındaki haberine göre, adeta bir offshore adasına dönüştürülmüş görünen güzel ülkemiz İrlanda'da Apple doğru düzgün vergi ödemiyor.4 Uzun lafın kısası Acun Ilıcalı'nın İrlanda'yı tercih etmesindeki nedene ilişkin bir fikir yürüteceksek, ülkenin bir vergi cenneti olması en temel varsayımdır. Bu yüzden Acun, Datça sporu satın almak yerine Shelbourne futbol kulübünü satın alıyor. Yukarıda işler tıkırında giderken, aşağıda biz zavallı yoksullar birbirimize barbarca saldırmak için sürekli olarak kışkırtılıyoruz. İrlanda'daki gerilimin insani bir faciaya dönüşmesi mümkün. Almanya'daki Nazi gruplarının geçmişteki eylemlerini bu noktada hatırlamakta yarar var. Galway'de bir otel mülteciler konaklatılacak gerekçesiyle yakıldı. 

Hükümet yerel halka ve yereldeki otoritelere danışmadan uzun süredir kafasına göre İrlanda'daki adıyla doğrudan hüküm (direct provision) merkezi açmaya başladı. Hükümetin buradaki ana hedefi, ülkedeki milliyetçi siyasi akımlara güç vermekse eğer, bunu muazzam bir şekilde başardılar. Ülkede aklı başında liberalizme bulaşmamış az sayıdaki devrimci grupların tamamı tarafından bu siyasi yapıların (milliyetçi-faşist hareketlerin) Londra ile bağı olduğuna dikkat çekiliyor.

Zaten ortada yine garip ve pis kokular dolaşıyor. Bu sadece İrlanda için geçerli bir durum değil. Avrupa liberalizmi hızla faşizmin önünü açmaya başladı. Elbette bunu ustalıkla yapıyorlar. Örneğin: İrlanda'da bir kasabanın ihtiyacı yaşlı bakım evi iken, söz verilmesine rağmen bunun için ayrılan otele bir mülteci merkezinin açılacağının ilan edilmesi açık bir biçimde kışkırtmadır. Halk buna karşı ayaklanıp ses yükselttiğinde, solun çıkıp burada insanlara ırkçılık yapıyorsunuz demesi saçmalıktan başka bir şey değil.

Liberal sol siyaset, yelpazenin bir köşesinden sermayeye kalkan olurken, diğer köşesinden de soğuk savaştan kalma anti-komünist ideolojilerle kendilerini var eden milliyetçiler kalkan oluyor. Vatan ve ülke kurtaran bu Şabanları örneğin: Türkiye'de nasıl bir gün olsun İncirlik üssünde gören olmuyorsa, bu ve türevlerini Filistin meselesinde sokakta gören olmadı.

Günler geçtikten sonra baklayı ağızlarından çıkardılar ve bu grupların önemli temsilcilerinden biri Twitter üzerinden Sinn Fein'i eleştirerek "Bize ne Filistin'den?" diyebildi. İsrail'in soykırıma varan Gazze saldırılarında, dünya üzerindeki en sert tepkiyi İrlanda muhalefeti gösterdi. Bu muhalefet şanlı İrlanda tarihine insanlık adına yeni ve özel bir not daha eklemiştir. Bu iş ciddi ciddi İrlanda'nın İsrail Büyükelçisi'nin sınırdışı edilmesine kadar gidiyordu ki bir anda sokaklar alev aldı ve Sinn Fein'in tabanı olan işçi sınıfı mensubu İrlandalılar yönlendirilmeye başlandı.

Sinn Fein'in eleştirilecek pek çok politikası olabilir, hatta Gazze meselesinde bile olabilir, ancak partinin böylesi kritik bir dönemde aldığı ilkesel tutumun takdir edilmesi gerekir. Bu tutumun nasıl bir risk barındırdığını bugün daha iyi görüyoruz.

Ülkelerimizde çok ciddi sorunlarla boğuşuyor olabiliriz, ancak bir ülkede çocukların başına napalm bombaları atılıyorsa tüm sorunlarımızı bir anlığına kenara bırakıp, insan olduğumuzu hatırlamak zorundayız. Görünüyor ki küresel milliyetçi (NATO destekçisi) yapılar, İsrail'in eylemlerini meşru kılmak için her türlü pisliği yapacaklar. Türkiye'de de dikkat edilirse Vatan kurtaran bu Şabanların, İsrail'e siper olduğu rahatlıkla görülür. Yine madem ülkeyle alakalı sorunlarımız var, yoksula ve bizim gibi olan insanlara saldırmak yerine esas düşmana (cambaza) bakalım diyen yok. Elbette bunu söyleyen sosyalistler var ve istatistiklerle birikte bunları yayınlıyorlar ama duyan yok.

Kapitalizm bir orman yarattı ve biz yoksulları onun içine atarak onun kanunları altında yaşamaya zorluyor. Anlaşılan o ki milliyetçiler, İrlandalı yoksulun milyonlarca Avro emeğini çalan Apple'ın camını çerçevesini indirecek cesareti kendilerinde bulamıyorlar.

Vergi hırsızlığına son bir örnek daha verelim. Yapılan bir araştırmaya göre, zenginlere yönelik olarak yapılan vergi teşvikleri yalnızca ve yalnızca zenginlere fayda sağlıyor. Yoksullara refah sağlamıyor ve kamusal hizmetlere herhangi bir katkı getirmiyor. Uluslararası Eşitsizlik Enstitüsü ve King's College London'dan David Hope ve Julian Limberg tarafından 2020'de yayınlanan makale çarpıcı bilgiler içeriyor. Zengin 18 ülkeye odaklanan bu çalışma, zengin ülkelerde elli yıl boyunca gerçekleştirilen vergi teşviklerinin zenginlere nasıl ekonomik fayda sağladığını gözler önüne seriyor.5

İnsanlar Margaret Thatcher ve Ronald Reagan döneminden beri korkunç bir biçimde soyulurken, ülkeleri ve vatanları için endişelenenlerin bu konularda hiçbir endişe taşımadıklarına tanıklık ediyoruz. Belki de onlar da vergi kaçırdıkları, uyuşturucu ticareti yaptıkları ya da bahis oynattıkları için zengindirler. Tarih bize lümpen faşist hareketlerin bu işlerde mahir olduklarını göstermiştir.

Gelelim mültecilerin konakladıkları yerlere, doğrudan hüküm merkezlerinden şirketlere çok temiz ve güzel paralar akıtılıyor. Peki, neden kimse gidip Amerikalı Aramark şirketinin önünde protestocu olarak görünmüyor? Avrupalı milliyetçilerin tamamı kardeştir. Şimdi, bu kardeşler birleşiyor ve beyaz adamın kutsallığını yeniden tescillemek için ortak bir çatıda çalışıyor.

İtalya'da Meloni, iktidara gelmeden önce Fransa'nın Afrika'daki sömürgeciliğine çatıyor ve yaptığı popülizmin karşılığını alıyordu. Bugün ne oldu? Aynı Meloni, sanki Afrika'daki koşullar tamamen değişmişçesine sesini çıkarmıyor. Milliyetçilik, burjuva diktatörlüğünün (zorbalığının) en sert biçimine gidişinin ideolojisidir. Tarih bize bunu faşizm denen bela ile açık açık gösterdi.

Gelin bu yazıyı Acun'un kazanmayı umduğu paralarla değil, umut dolu bir hayat hikâyesiyle bitirelim...

Alman gazeteci Günter Wallraff, 1983 yılında kimsenin aklından dahi geçirmediği bir iş yapmaya karar verir. Kılık değiştirir ve Türk işçilerin Almanya'da yaşadıklarını doğrudan deneyimlemeye karar verir. O, artık Türk işçisi Ali Levent Sinirlioğlu'dur. Ali, girdiği işlerde dizine kadar boka batar ve tuvalet temizler. Almanların alaylarına ve aşağılamalarına tanık olur. Çalıştığı bu iki koca sene boyunca işçi sınıfın en alt tabakasında göçmenler arasında büyük zorbalıklara tanıklık eder ve bu ağır koşullarda çalıştığı sırada kronik bir hastalığa bile yakalanır. Berlin'de oynanan Türkiye-Almanya maçında Nazilerin arasında kaldığı için ilk kez kimliğini açıklamak zorunda kalır.

Günter Wallraff, yaptıklarıyla bize hem gazetecilik hem de insanlık dersi vermiş olur. Kendimi Wallraff'ın açısından baktığımda daha şanslı hissediyorum, çünkü onun gibi peruk ve lens takıp gizlenmek zorunda değilim. Mültecilerin ve göçmenlerin nasıl bir refah şovenizmi altında ezildiğine kendi gözlerimle tanıklık ediyorum. İnsanlık büyük bir eşikten geçiyor, burada ya cennetin ya da cehennemin kapılarını aralayacağız. Suriye'de, Afganistan'da ve Irak'ta o cehennemin ne olduğunu insanlar kendi gözleriyle gördü ama ne Avrupalı adama ne de Türkiye gibi NATO ülkesi toplumlara yaşadıkları trajediyi anlatabildiler. Çünkü, sosyalizm alabildiğine zayıfladı ve liberalizm alabildiğine güçlendi. Nefrete kapılmak böyle zamanlarda çok kolay. Senelerce ultrason sırası beklediğiniz bir ülkede öfkeli olmamanız saçma olurdu. Ama unutmamalıyız ki nefretimizin esas kaynağı sınıfsal. Sınıf kinimizi geçmişte yaptıkları gibi bize (yoksullara) karşı yönlendiriyorlar. Biz, yoksullarla kavgaya tutuşurken Apple, Acun, Katarlı yatırımcı İrlanda ve Türkiye'den çalmaya devam ediyor. En alttakilerle değil, en üsttekilerle kavga etmeyi öğrenemediğimiz ve milliyetçilere sizler en büyük yalancılarsınız diyemediğimiz sürece aynı şeyleri bıkmadan ve usanmadan yaşamaya devam edeceğiz.

           Göçmen işçilerin yaşamlarını merak ediyorsanız, Günter Wallraff'ın kitabını mutlaka okumalısınız.

 Çağdaş Gökbel / soL

25 Aralık 2023 Pazartesi

Zor zamanlar, zor işler için Adam! - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

Ayrılalı 50 yıl geçti

Gülsün Bilgehan anlatıyor: Bir gün evin yan penceresinden sarı saçları kalpağının altından taşan mavi gözlü, genç bir adamın basamakları çıktığını gördü. Kıyafetindeki özen, yakışıklılığı dikkatini çekti. Akşam kocasına subayın kimliğini sordu. İsmet Bey kısaca “Mustafa Kemal, bir arkadaşım” dedi...

Bir cuma günüydü... Pencereden bakan Mevhibe, siyah paltolu bir yabancının basamakları çıktığını gördü. İsmet Bey derhal (onun) yanına geçti. Saffet (Arıkan) Bey kısaca “Seni Ankara’dan Mustafa Kemal çağırıyor. Hazır mıyız” diye sordu. İsmet Bey duraklamadan “Hazırım, hemen hareket edelim” dedi... Yatak odasına girdi, sadece “Gidiyorum” dedi... Elbisesini değiştirmedi, üzerine paltosunu geçirdi, kalpağını taktı. Yanına bir harita, bir de şemsiyesini aldı... Arkasına bakmadan yürüdü... İleriden sola döndü, gözden kayboldu...

ANKARA

Halide Edib (Adıvar) Milli Mücadele’yi yaşamıştır. En üst komuta katının ve askerlerin, köylülerin dünyası içinde yaşayıp anlatmıştır. “Türkün Ateşle İmtihanı” nadir belge ve bir edebiyat değeridir. Eşi Dr. Adnan’la birlikte İstanbul’dan Ankara’ya kaçışlarını, sonrasını ve hepsinin sonunda İzmir’e girişte denizi görünce ne düşündüğünü okuyucuyla paylaşır. 

“Nisanın ikinci günü (1920) akşamı, alacakaranlıkta Ankara’ya yaklaşıyorduk... Çok heyecanlıydım. Burası milli hareketin Kâbe’siydi... Trenin kapısı açılınca Mustafa Kemal Paşa yaklaştı. Bana inerken yardım etti... Bu kudretli el, ötekilerden bambaşkaydı. Mustafa Kemal’in gergin derili, uzun parmaklı beyaz eli Türkün bütün hususiyetleriyle birlikte aynı zamanda hâkim bir vasfa sahipti (...) Öğleden sonra beni karargâha götürmek için bir araba geldi. İşte bu yer yeni hükümeti ve yeni Cumhuriyeti yaratacak binaydı... Sırtlardan birinin tepesinde yapılmış bir taş bina... Ziraat Mektebi (...) Biz konuşurken siyahlar giyinmiş bir adamla arkasında genç bir zabit içeri girdi. Dr. Adnan hemen yerinden kalkıp onu Miralay İsmet diye takdim etti. Miralay İsmet’in ilk dikkatimi çeken noktası gözlerinin canlılığıydı. Bundan sonra da tavırlarının sadeliği ve Türkçesinin bütün sınıflara hitabede bilecek derecede geniş olmasıydı (...) O günler, ölüm kalım savaşı geçirdiğimiz için işler çok ciddiydi. Güçlük ve kargaşa durumu yıkacak haldeydi. Konya iyiden iyiye karışıktı, mücadelemizi tutmuyordu. Bolu, Adapazarı civarı ve İzmit savaş halindeydi. Ankara tarafsız görünüyorsa da onun da ne zaman harekete geçeceği belli değildi. Tek emniyet noktası Kâzım Karabekir’in Doğu’daki ordusundan ibaretti. O da bizden 800 km uzaktaydı! (...) Bu kanlı ve tehlikeli günlerde iki şey büyük umut veriyordu. Birincisi, Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Bey’in yakınlıkları. Çünkü, İsmet Bey’in yumuşatıcı bir tesiri vardı. İkincisi de hayatlarını savaş yolunda fedaya karar vermişlerin arasındaki hayli sıkı dostluk (...) Bizim kafile İzmir rıhtımına varıp da denizin mavi suları görününce Mustafa Kemal Paşa’nın ‘İlk hedefiniz Akdeniz’dir!’ diye yaptığı beyanatı düşündüm... Türk askerinin gayesi bir milletin yaşamak arzusuydu...”

                                                Milli Mücadele’de Ankara 

BÜYÜK İDDİA

İsmet Paşa, 23 Ağustos 1923’te TBMM’de Lozan Antlaşması’nı açıklıyor, sunuyor, şöyle bitiriyor: “Yılmaz ulusal çaba ile nereye varıldığını sizlere sunduğum anlaşmalar ve belgeler saptamaktadır. Bir özet yapayım: Tek vücut halinde bir vatan... Savunma hakkı mutlak, kaynakları bol ve serbest bir vatan. Bu vatanın adı Türkiye’dir.”

“Bir milletin yaşama arzusu”nu “Buyur, yaşa!” diye bırakırlar mı? Bunu 30 Ağustos 1930’da, Anadolu’nun doğu kapısı Sivas’a erişen demiryolunu açarken emperyalizmle hesaplaşmanın “bitmez bir oyun” olacağını vurgulayan uzun nutkunda açıklayacak: 

“1923-Sulh imzası. Cumhuriyet ilanı. Hanedan İstanbul’da duruyor. Cumhuriyet ve hanedan hangisi diğerini yiyecek belli değil... 

1924 sonbaharında antlaşma onaylanmış. Hanedan memleketten çıkarılmış. Din ve devlet işleri ayrılmış. Uygulamaya tepki ne olacak belli değil. Musul meselesi. İtalya ile aramızda hiç yoktan yanlış anlamalar. Dış borçlar hallolunmamış. Anadolu demiryolu hattına el koymuşuz...

1925-Şeyh Sait İsyanı. Seferberlik. Bütün dış meseleler duruyor. Cumhuriyeti savunmak için İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve bunların meydana çıkardığı meseleler akıllara durgunluk verecek kadar karışık.

1926-Bütün meseleler dorukta. Devletin yakın temasta olduğu bir kurumdan altı ay vadeli on milyon lira istedim. 10 milyonluk rehin ve Osmanlı borçlarının ödenmesini teklif ettiler...”

İLK HEDEFLER

“Milletin yaşama arzusu” zor zamanlarda ilerleyerek ortaya çıkar. Sivas’ta anlattı. İki yıl sonra 27 Temmuz 1932’de İzmir’de bunun kodlarını açıklayacak: “Akdeniz binlerce senedir medeniyet havzası ve dünya siyasetinin geçididir. Gazi meydan muharebesinin neticesindeki hedefi değil, Akdeniz siyasetinde ve medeniyetinde Türk milletinin layık olduğu yüksek mevki almak hedefini göstermiştir... Gazi’nin Akdeniz’i ancak ‘ilk hedef’ olarak göstermesine dikkat etmeliyiz... ‘Diğer hedefler’ daha kolay olmamıştır ve daha kolay olmayacaktır... Türk milleti bu evrende diğer milletlerin veya devletlerin lütfu ile doğmamıştır. Cihanda varlığını kendi iradesiyle ispat etmiştir...”

                                                 Köyden gelen ve enstütüye kayıt yaptıran kız çocukları. 

KIZ ÇOCUKLARI

Ancak müstesna kurmay aklıdır ki en zor zamanın en ileri hamleyi yapmak için en uygun zaman olduğunu bulur. 17 Nisan 1940’ta Köy Enstitülerini kurdu. Tasarımı, yapımı, geliştirilmesi anıt insan İsmail Hakkı Tonguç’undur. Dr. Engin Tonguç, eşsiz gözlemci ve belgeci babasının yaşamını büyük bir kitapta anlatır. Nadir bir Cumhuriyet belgeselidir. Orada İsmet Paşa ile Tonguç’un, adeta tek kişi gibi yaptıkları enstitü “seferleri”ni okuruz. Zor zamanların işleri.

1942 Ağustos. Beyaz tren Kayseri yönüne hareket ediyor. “Saat 22.00’de Sivas’a geldiler. Gece trende geçirildi... 22 Ağustos günü trendeki öğle yemeğinden sonra arabalarla Yıldızeli Köy Enstitüsü’ne gidildi... Öğrenciler halk oyunları oynadılar, türküler söylediler. İnönü öğrenciler ve öğretmenlerle konuştu. Kız öğrenciler kahve ve ayran ikram ettiler. Kalkınca İnönü, enstitü müdürünü biraz uzağa çekerek bir şeyler söyledi. Tonguç’un daha sonra müdürden öğrendiğine göre İnönü, “Kız öğrencileri beyaz önlük takarak sofra hizmetinde çalıştırmayın, bu işi kız-erkek nöbetçi öğrenciler birlikte yapsınlar, kızları çok onurlu olarak yetiştirmeye özellikle dikkat edin. İstiklal Marşı’nı öğretmenler de öğrencilerle birlikte söylesinler, demişti”.

Cumhuriyet onurlu, nitelikli insana erişebilme rejimi olacaksa, kök hücresi kız ve erkek çocuklardır. Bu berraktır.

KEMİYET VE KEYFİYET

Aramızdan ayrılmış olan Kurtul Altuğ bir TV programında anlatmıştı. 1940’ların ikinci yarısında günün muhalefet lideri Celâl Bayar bir gezisinde, trende eşlik eden gazetecilere şöyle diyor: “Demokrasi bir keyfiyet (nitelikler) değil, bir kemiyet (niçelik) meselesidir.” Anlamı açık: Siyasal aritmetikte kim çoğunluğu bulursa, o yönetir. Demokrasi budur!

Öyle oldu. DP çoğunluğu (kemiyeti) buldu ve 1950’leri yönetti. Siyasette yöntemi Cumhuriyet Devrimi’nin niteliklerini (keyfiyetini) alabildiğine eleştirmekti. Kaybetme korkusu başlayınca bu eleştiriler gitgide keskinleşti. CHP, 1946’dan başlayarak görüldü ki yalpaladı. Kaybetme zemininde başlayan ricat 1950’lerin ortalarına kadar sürdü. Sonra yolu buldu. Gelinen “zaman”da gündemde öncelik hukuk devletini tüm gerekleriyle yerleştirebilmekti. 

Dolabını açtı. Zor zamanda ilerlemenin ana kodu aydınlandı: “İlk Hedefler Beyannamesi”. Tarih 12 Ocak, 1959. Şöyle diyordu: “Anayasamız modern demokrasi ve cemiyet anlayışına uygun, halk egemenliği, hukuk devleti, sosyal adalet ve emniyet esaslarına dayanan bir devlet nizamına göre değiştirilecektir!” Toplum ve devlet birlikte diyordu. Halk egemenliğini başa yazıyordu. “İlk hedefler”le ilerlenecekti.

1961 Anayasası özünü o çağdaş manifestodan aldı. “Keyfiyet” tüm toplumun öncelikli hakkıydı. Salt “kemiyet”in yönetimi değil, çoğunluğa doğru büyüyecek “keyfiyet”le dünyada saygınlıkla var olma hakkı.

                                               Anıtkabir’de veda, 27 Mayıs 1969

‘SÖYLE, SÖYLE!’

1964 Johnson mektubu, sıradanlıkla uğraşmayıp merak edilecek şeyi bulan bir akademisyen araştırmacının, Haluk Şahin’in dikkatini çekiyor. Önceki kuşağın “efsane” ismi Cüneyt Arcayürek üzerinde odaklanıyor. “Mektubu” o yayımlamıştır. Ve “mektup”ta bir “sır” sezmiştir. Bu “sırrı” çözüyor. Şahin de o çözümün peşine düşüp ABD’ye gidiyor ve “mektubun kalemşorları” Hare, Ball, Sisco, Rusk’la teke tek görüşüyor. Vardığı, Arcayürek’in kaleminden çıkan sonuçtur: “Başbakan İsmet Paşa, Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’e diyor ki ‘Çağır Amerikan büyükelçisini, adaya çıkacağımızı söyle!’ Erkin hayretler içinde, ‘Aman paşam, nasıl haber veririz. Hemen yapmayın bu haltı derler, müdahale edip durdururlar’ diyor. Paşa ‘Sen söyle, söyle’ diye ısrar ediyor. Feridun Cemal elçiyi çağırıyor, o biraz zaman istiyor, alelacele o mektup Rum etkisindeki Amerikalı diplomatlarca yazılıyor... Önemli olan şu: İsmet Paşa ne yapmak istiyor?”

Şahin, “Arcayürek sonuçları doğruluyor” diyor ve bitiriyor: “Johnson mektubunu büyük devlet adamı İsmet İnönü adeta tahrik etmiş, neredeyse zorla yazdırmış, böylece Türk ordusunun kendini rizikoya atmasını önlemiştir. Kıbrıs önlerinde alınacak bir yenilgi sadece Kıbrıs’ın değil, Türkiye’nin kaderini değiştirirdi. Yunanlara ve Rumlara yenilerek itibarını kaybetmiş bir ordu Türkiye’nin atacağı her adımda bir faktör ve ayak bağı olurdu. Johnson mektubu kazandırdığı zaman ve öğrettiği derslerle 1974 müdahalesindeki başarının temellerini atmıştır. İkincisi, mektup kullandığı haşin dil ve savurduğu ağır tehditlerle Türkiye’nin dünyaya bakışını değiştirmiş, dış politika açısından bir dönüm noktası olmuştur.”

Şuradayız: Sarı saçları kalpağından taşan mavi gözlü genç arkadaşı önderdi. Birlikte Cumhuriyeti kurdular. Türkiye Cumhuriyeti’nin her koşulda “Akdeniz siyasetinde ve medeniyetinde layık olduğu yüksek mevkiyi” koruduğunu, “kimsenin lütfu ile” var olmadığını “cihan”a göstermek “ilk hedef”ti, mecburiyetti. Gelecek kuşaklar iyi bilmeliler.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet 

Feyza Hepçilingirler: Ayvalık’ı ‘rakı-balık’a indirgemek hakaret - Özgür Duygu Durgun / duvaR


                        Zesto Psomi - Sıcak Ekmek, Feyza Hepçilingirler, 400 syf., Kırmızı Kedi Yayınları, 2023.

Yazar Feyza Hepçilingirler ile 'Zesto Psomi' romanını konuştuk. Hepçilingirler, "İnsan, anlatabilmek için önce anlamak zorunda zaten" dedi.

                                                    Feyza Hepçilingirler (Fotoğraf: Kadir İncesu)
Yazar Feyza Hepçilingirler, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi’ne dair kaleme aldığı son romanı 'Zesto Psomi' (Sıcak Ekmek) ile Yunanistan’dan Türkiye’ye gelenlerin hikayesini kaleme aldı. Hepçilingirler’in kendi aile öyküsünden de izler taşıyan roman, kuşaklar boyu vatan diye bildikleri topraklardan bir gecede kovulan insanları anlatıyor.

Yazdığı öykü ve romanlarla aralarında Sedat Simavi Edebiyat Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı, Yunus Nadi Ödülü de olmak üzere birçok ödüle değer bulunan Feyza Hepçilingirler, bu romanı yıllardır mübadele üzerine topladığı bilgi ve belgeleri değerlendirmek amacı kadar bir aile borcunu ödemek isteğiyle de yazdığını söyledi. Hepçilingirler, roman için Girit’te yaptığı araştırmalarla mübadele öncesi Ege adalarında yaşayan Müslüman toplumunun canlı bir portresini sunuyor okura.

Hepçilingirler ile 'Zesto Psomi'yi konuştuk.

Yeni romanınızın yıllara yayılan bir yazım süreci var, hatta bu süreçte Ayvalıklı yazar ve çevirmen Ahmet Yorulmaz’ın da etkisi söz konusu. Romanın yazılış öyküsünü anlatır mısınız?

Ahmet Yorulmaz, çocukluğumun biricik kitapçısıydı. Ayvalık’taki tek kitabevinin ve tek gazetenin sahibiydi. İzmir Kız Lisesi'nde okurken gazetesinde bana bir köşe ayırmıştı. O köşede, arada boyumdan büyük laflar ettiğim kısa denemeler, eleştiriler yazıyordum. Kitaplarım yayımlanmaya başladığında ısrarla mübadeleyi yazmamı önerdi. Ama bu konuda henüz cesaretim yoktu; üstelik ben onun kadar donanımlı değildim. O hem Yunanca biliyor ve Yunancadan çeviriler yapıyordu hem de Girit’ten gelen mübadillerle kendi dillerinde konuşup söyleşme olanağına sahipti. Zaten sonunda ısrardan vazgeçti; kendisi ardı ardına yazdı mübadele romanlarını. Çok da iyi yaptı. Onun açtığı alanda daha sonra pek çok roman ve öykü kitabı yayımlandı. Ben de romana zaman ve olanak bulamadım ama 'İşte Gidiyorum' adındaki göç öyküleri kitabımda birkaç öyküyle de olsa mübadeleyi anlattım.

Girit’in Resmo kentinde başlayan bir aile hikayesini mübadele ile Ayvalık’a taşıyorsunuz romanda. Siz de Ayvalık doğumlusunuz, hatta ilk ve ortaokul yıllarınız Ayvalık’ta geçmiş. Kendi aile öykünüzle romanda anlatılanlar arasında bir bağ var mı?

Var tabii, olmaz mı? Romanım üç bölümden oluşuyor. İlk bölümü, yani ailenin Girit-Resmo’daki hayatını, çocukluğumdaki Ayvalık yaşantısından yola çıkarak ama tümüyle hayal ederek yazdım. Çünkü Girit’teki yaşamlarıyla ilgili hiç konuşmuyorlardı; sessizlik yemini etmişçesine suskundular. Orada nasıl yaşadıklarına ilişkin ağızlarından kaçırdıkları bilgi kırıntıları eşliğinde yaşadıklarını varsaydığım bir hayatı kurgulayarak anlattım. O bölümde gerçek olan, ailenin büyük oğlunun Eleni’ye olan aşkıdır.

Babamın büyük dayısı gerçekten de Eleni adlı bir Rum kızına aşık olmuş ve ayrılamamış Resmo’dan; aşkı seçerek Girit’te kalmış. İkinci bölümde gemiyle yapılan mübadele yolculuğu ana konuydu. Mübadillerin anlattıklarından, onların tanıklıklardan, bölük pörçük anılarından yararlandım. Önce Cunda’ya, sonra Ayvalık’a gelinen üçüncü bölüm ise artık bildiğim, yaşadığım bir hayattan yansıyanlar aracılığıyla yazıldı. Dolayısıyla o bölümde annemin ve babamın yakınlarının yaşadıkları, yani gerçek yaşam öyküleri, öteki iki bölümden çok daha fazladır.

İlk mübadiller için bahsettiğiniz suskunluk, sonraki kuşaklarda yoğun bir anlatma isteğine dönüşmüş. Siz de mübadil bir ailenin mensubu olarak bu sessizliğin ardından ortaya çıkan geçmişi deşme isteğini, merakını nasıl açıklıyorsunuz?

Onların susması bizi büsbütün meraklandırmış olmalı. Türkiye’den Yunanistan’a gönderilen Rumlar da çok çekmişler ama onların yaşadıkları Dido Sotiriyu’nun 'Benden Selam Söyle Anadolu’ya'sından başlayarak çok anlatıldı. Bende geçmişi deşme isteği, "Ya bizimkiler?" düşüncesinden doğdu. Bizimkiler de yerlerinden yurtlarından edildiler; bilmedikleri toprakları anayurt, konuşamadıkları dili anadili olarak benimsemek durumunda kaldılar. "Onların yaşadıkları yeterince anlatılmadı" diye düşündüm. Gerçi Ahmet Yorulmaz’ın romanları yayımlandığında "Artık anlatıldı" deyip sakinleşmiş, kendime görev saydığım işi yapmaktan kurtulduğumu düşünüp rahat bir soluk almıştım. Ama kısa süre sonra benim yazacaklarımın farklı olacağını düşünüp yine hareketlendim. Derken 'Kritimu - Girit’im Benim' yayımlandı. Çok güzeldi Sabâ Altınsay’ın romanı. "Benim yazmama gerek kalmadı" diye düşündüm o zaman da. Yine gevşedim. Ancak bir süre sonra yazma isteği yine depreşince "Kaçış yok" dedim kendi kendime. Yıllardır topladığım onca bilgiyi, belgeyi ölmeden önce değerlendirme isteği kadar, aileme karşı borcummuş gibi gördüğüm bir görevi yerine getirme isteği bir kez daha harekete geçti çünkü. Bütün projelerimi geriye itip son iki yılımı bu romana ayırdım ve sonunda borcumu ödemeyi başardım.

'ROMAN KİŞİLERİMİN İÇLERİNE SIZARAK ONLARI ÇÖZMEYE VE CANLANDIRMAYA UĞRAŞTIM'

Romanınızı bugüne dek yazılmış olan mübadele anlatılarından farklı kılan bir yönü var; bu da sanırım kadın, erkek, yaşlı ve çocuk olarak bu trajediyi yaşamış bireylerin gözünden mübadele olgusuna bakabilen bir dil ve hikaye örgüsü kurgulamış olmanızdan kaynaklanıyor. Bu bağlamda roman karakterlerinden en çok hangisiyle özdeşlik kurdunuz?

Aslında teker teker hepsiyle özdeşlik kurmaya çalıştım. İnsan, anlatabilmek için önce anlamak zorunda zaten. Hangi ortamda, neleri, nasıl yaşadıklarını, onları yaşarken neler hissettiklerini anlayabilmek için tiyatro oyuncularının canlandırdıkları karakterle özdeşlik kurmaları gibi, ben de kendimi onların yerine geçirerek, onlar gibi hissetmeye, onlar gibi düşünmeye gayret ettim. İnsanları anlamak sanıldığı kadar zor değildir zaten. Tek kişide insanlığın bütün halleri vardır. Yeter ki aramak, bulmak için çaba gösterilsin. İstenirse bir katille de özdeşlik kurulabilir, bir maktulle de. Çünkü içimizde o da vardır, öteki de. Ben de roman kişilerimi önce kafamda canlandırmaya, sonra da içlerine sızarak onları çözmeye ve canlandırmaya uğraştım.

"Onları çözmeye ve canlandırmaya çalıştım" derken aslında okura çok zengin bir kültürel geçmişi de canlandırma imkanı sunuyorsunuz romanda. Giritli Müslüman Türklerin yeme içme kültüründen, günlük yaşam alışkanlıklarına, Girit kültüründe önemli yeri olan manilerden, Giritçe adı verilen özel dile adada yaşayan toplumun sosyokültürel yapısına dair pek çok alt bilgi romanın satırlarına sızıyor. Girit ile ilişkinizi anlatır mısınız biraz?

Girit kültürüne ilişkin kendi yaşamımdan taşıdığım çok bilgi var. Yalnız babam ve babaannemden gelen bir yakınlık değil benimki. Şimdi düşünüyorum da bildiğim yemeklerin çoğunu kendisinden öğrendiğim üvey annem İsmet Hanım, Giritli bir ailenin kızıydı. İzmir’de Ege Koleji'nde okuduğum yıl, onun ağabeyleri ve hiç Türkçe bilmeyen annesinin yanında kaldım. Sonra eşim, on altı yıl birlikte yaşadığım kayınvalidem... Hepsi Giritliydi. Yemekler, "madinada" dedikleri maniler onlardan kaldı bana. Günlük yaşam içinde denk düştüğünde uygun bir mani ile durumu özetlemek yaşam alışkanlıklarındandı. Belleklerinde yüzlerce mani ile yaşayan o kişilerden hayatta olan yalnızca bir iki kişi kaldı ama çocukluğumdan beri duyduğum manilerin tek tek sözcükleri değilse de ezgileri hâlâ kulaklarımda.

Ayrıca romanı yayınevine teslim etmeden önce Girit’e gidip anlattıklarımın sağlamasını yapma olanağı da buldum. Örneğin hâlâ madinadalarla konuştuklarını, dillerine Yunanca değil Giritçe dediklerini kendilerinden öğrendim.

Girit kültürü demişken, 17. yüzyılın başlarında yazıldığı tahmin edilen 'Erotokritos' destanından sıklıkla söz ediliyor romanınızda. Nedir bu destanı bu kadar özel yapan ve genç kuşak mübadiller arasında hala popüler mi?

'Erotokritos', Kornaros adlı bir şairin manzum destanı. Giritlilerin pek çoğunun ezbere okuduğu on bini aşkın beyitten oluşuyor. Getirebilecekleri sayılı eşyanın arasına bu kitabı da sıkıştırıp Girit’ten Ayvalık’a kadar getirdiklerine göre çok önemliymiş yaşamlarında. Örneğin babaannemin yanında getirdiği kitap, onun ölümünden sonra bana geçti. Ben de özenle koruyorum hâlâ. Onlar için bu kadar önemli olması, Girit edebiyatının bu en ünlü yapıtını biliyor ve ezberleyecek kadar seviyor olmaları, Giritli Türklerin edebiyata ilgisini göstermesi bakımından olduğu kadar, aralarında ortak bir kültür tabanı oluşturduğunu kanıtlaması bakımında da ilginç. Hepsinin ortak belleğinde yer alıyordu 'Erotokritos' ve sırası geldiğinde oradan bir beyit söyleyiveriyor, demek istediklerini daha net anlatabiliyorlardı. Ayrıca tıpkı romanda Gülfidan’ın yaptığı gibi, kendileriyle destanın kahramanları arasında koşutluk ilişkisi kurduklarını da biliyorum. Ama ölen her mübadille birlikte destanı bilenler azaldı. Genç kuşak mübadiller arasında bilen kalmadı. Hatta şu anda Girit’te yaşayan gençler arasında da artık pek popüler değil. Onlar da anne babalarının değil, büyükanne ve büyükbabalarının ezbere bildiği bir destan olarak anımsıyorlar 'Erotokritos’u.

Mübadiller Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliğindeki hükümetin kararıyla asırlardır yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalmış olsalar da onun adını yeni doğan bebeklere vererek ana vatanlarına bağlılık ve sevgilerini göstermeyi sürdürmüş. Romanınızda bunun örnekleri var. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu bağlılığı?

Yunan harfli 'Erotokritos’u okuyabiliyor ama Hanya’da basılan İstikbal gazetesi ellerine ulaşsa bile Osmanlı’nın dilini bilmedikleri gibi alfabesini de bilmedikleri için okuyamıyorlardı. Dolayısıyla Anadolu’da süren Kurtuluş Savaşı’nı doğrudan takip etme şansları yoktu. Ama kendi uygarlıklarını Yunan’dan ayrı, hatta üstün gören Girit uygarlığının içine doğmuşlar, bu uygarlığın içinde büyümüşlerdi. Ülkenin yönünü doğudan batıya çevirme azmindeki Mustafa Kemal’in ne yapmaya çalıştığını anlıyor ve ona bütün varlıklarıyla destek oluyorlardı. Ben de adı Mustafa Kemal olan bir babanın çocuğuyum. Babam, adını taşıdığı Mustafa Kemal’in ilkelerine sonuna kadar bağlıydı. Bunun en büyük kanıtı yaşıtlarım arasında pek çok kız çocuğu ortaokuldan, hatta ilkokuldan sonra okulu terk ederken benim okuma isteğimi sonuna kadar desteklemiş olması, hep arkamda durmasıdır bence.

Bir söyleşinizde, önceki kitaplarınızda aşkı anlatmak konusunda daha çekingen davranırken 'Zesto Psomi’de bu çekingenliği attığınızı belirtmişsiniz. Aşkı bu romanda ön planda tutan ne oldu, tüm trajedilere rağmen insanın hayatta kalma içgüdüsü mü?

Ne güzel dediniz: İnsanın hayatta kalma içgüdüsü... Bir bilinmezliğe doğru önlenemez biçimde yuvarlandığınızı gördüğünüz anda sarılacak, tutunacak bir dal ararsınız ya, onun gibi bir şey. Önceki iki romanımdan 'Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar?', sürgün ve aile ağırlıklı bir 12 Eylül romanıydı. Aşk pek yapıştırma kalırdı o romanda. O yüzden yeterince yer almadı. 'Tanrıkadın' ise yaşamını insanlığın kurtuluşuna adamış, bireysel bir hafiflik olarak gördüğü aşktan kaçan Ayşe’nin romanıydı. Onun uzak durmaya çalıştığı adamla, o adamın yakınındaki öteki iki kadının yaşadıkları ise aşktan farklı duygularla daha çok bağlantılıydı. Aşk kaçınılan, hatta yargılanan bir kavramdı o romanda.

Bu romanda ise aşk çaresiz durumdaki insanların sarıldıkları, onları ayakta ve diri tutacak bir kavram oldu. İnsanların kelle hesabıyla bir ülkeden başka bir ülkeye savrulmaları sırasında her birinin birer birey olduklarını haykırışlarının yerine geçti; hayata tutunmak için çırpınışlarının işareti oldu. Acıları, yasları, sevinçleri, aşkları olan bireylerdi her biri; rakamdan ibaret değillerdi. Bunu ancak aşkları aracılığıyla duyurabilirdim, ben de öyle yaptım.

'AYVALIK'I 'RAKI BALIK'A İNDİRGEMEK HAKARET'

Uzun yıllardır Ayvalık’tasınız. Ayvalık hem Midilli hem Girit hem de Balkan coğrafyasından göçlerle harmanlanmış bir mübadil kenti. Bugünkü Ayvalık sizce kültürel mirasının korunması ve yaşatılması anlamında ne durumda?

Kültürel mirası yaşatmanın sorumluluğunu ne yerel yöneticiler üstlenmiş durumda ne de devlet bu zenginliğin farkında. Ayvalık’ın bir tatil beldesi, emeklilikte yerleşilecek bir tatil kasabası olarak görülmesi, daha doğrusu bunlardan ibaret sanılması dünyanın çok değerli bir bitkisinin sıradan bir ot sayılması gibi geliyor bana. Tarihini, kültürel geçmişini yaşama şansları olduğunun farkına bile varmadan Ayvalık’tan gelip geçenlere hem acıyor hem de kızıyorum. Ayvalık’ın daracık sokaklarına girmeden, harika kapılarına bakmadan, güzelim taş evlerini görmeden tatilini bitirip dönenlere tanık olmak içimi acıtıyor. İlk öykülerimden başlayarak buna itiraz ettim. Deniz, kum ve güneşten ibaret değildir Ayvalık; hele "rakı, balık, Ayvalık" hiç değildir. Böyle olduğunu düşünmek apaçık hakarettir Ayvalık’a. Geçmişe gidildikçe kültürel zenginliği göz kamaştıran, günümüze yaklaştıkça zavallı bir yoksulluğa düşmekte olan bir kent Ayvalık. Bugünkü durumu tam olarak bu!

2023’de mübadelenin 100'üncü yıldönümü geride kalırken bu konu Türkiye tarafında yeterince irdelenebildi mi?

Türk roman ve öyküsünde, özellikle 1990’lı yıllardan sonra çokça işlendiği halde Türk ve Rum, bir buçuk milyondan fazla kişinin hayatını doğrudan etkileyen bu olaya tarih kitaplarımızda yer verilmediğini düşünürsek yeterince irdelendiğini söylemek zor. Daha yapılacak çok araştırma, yazılacak çok kitap var.

Özgür Duygu Durgun / duvaR




23 Aralık 2023 Cumartesi

4’ünde rahle 14’ünde torna - (Vural NASUHBEYOĞLU-Nisa Sude DEMİREL / Evrensel)

 

                                                                                                                                             Fotoğraf: AA

4-6 yaş grubu yüz binlerce küçük çocuk Diyanet'e bağlı Kur’an kurslarına kaydedilirken okul çağındaki 1.5 milyon çocuk torna başına sürülüyor. Eğitim piyasanın ihtiyaçlarına göre dizayn ediliyor.

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), eğitim alanında dinci ve gerici uygulamalarına hız verirken Diyanet İşleri Başkanlığı da 4-6 yaş grubu çocuklara yönelik Kuran Kurslarının sayısını artırıyor. İstanbul’un Pendik ilçesindeki ‘Nafize Havva Yıldırım 4-6 Yaş Kur'an Kursu’nun açılışında konuşan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 4-6 yaş Kur'an kurslarını çok önemsediklerini belirterek “Bu kurslar devletimizin ve başkanlığımızın en önemli projelerinden birisidir. Şu an itibarıyla sadece bu yıl 210 bin kadar çocuğumuzu milletimiz bize emanet etti” dedi.

"DİN VE PİYASA İÇ İÇE"

Gazetemizin yazarı Çukurova Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Adnan Gümüş, her rejimin kendi erdem ve değer sistemi olduğuna vurgu yaparak “Bu dönemin rejiminin de eğitim alanında her yaptığının ekonomi-politik olarak bir karşılığı var. Bunu da bugün Diyanet, MEB, YÖK ve tarikatlarla eliyle yapıyorlar” dedi. Bugünkü rejimin eğitimdeki bütün süreci din ve piyasayla birlikte yürüttüğünün altını çizen Prof. Dr. Gümüş “Piyasa ekonomik alanı yönetirken bu kurumlar da onun ihtiyaçlarına uygun insan tipini hayata geçirmeye çalışıyor. Tarikatlar da bu piyasanın ekonomik kaynaklarından yararlanırken hem de buna uygun sosyal ağı yönetiyor. Bizim şu andaki rejim tarzımız bunu gerektiriyor” dedi. “Rejimin yaptıkları sorgulandığı zaman bu rejim olmaz” ifadelerini kullanan Prof. Dr. Gümüş “Bu yüzden itaat, kulluk ve sadakat ana unsur olmuş oluyor. Bu rejimin sürmesi için akıl ve sorgulama olmamalı. Eğitimde de tam bu adımlar atılıyor. MESEM’ler aracılığıyla çocukların işçileştirilmesi bu ekonomik sistemin temel değeri oluyor” diye konuştu

"PEDAGOJİK CİNAYET"

Diyanet’in 4-6 yaş grubu çocuklara yönelik açtığı Kuran Kurslarını ‘pedagojik cinayet’ olarak niteleyen Eğitim-İş Sendikası Genel Başkanı Kadem Özbay, “4 yaşındaki çocuğa 40 yaşındaki biri gibi yaklaşırsanız adeta cinayet işlersiniz. Bu yaş grubundaki çocuklara ‘cennet, cehennem ve ahiret’ gibi kavramların anlatılmasının çocukların bilişsel ve zihinsel gelişiminde tamir edilemeyecek hasarlara neden olacaktır” tepkisini gösterdi. Eğitimde laikliğin en temel unsurlarının eğitim birliği, personel, müfredat ve eğitim verilen mekanların niteliği olduğunu belirten Özbay, bu tür kurslarla eğitim öğretim birliği ve laikliğin de ihlal edildiğini söyledi. 

"DEVLET GÖREVİNİ YAPMAYARAK TEŞVİK EDİYOR"

Devletin ücretsiz okul öncesi eğitimi vermediğini, eğitimin dinci ve piyasacı bir kıskaca alındığına işaret eden Özbay “Biz bu yıl okul öncesinde istenen parayı veremeyen velilere ‘zorunlu değil kayıt yaptırmayın’ dendiğini biliyoruz. Bu parayı karşılamayanlar da Diyanet’in açtığı Kuran kurslarının ya da tarikatların sübyan mekteplerinin kucağına düşüyor. MEB ve devlet kendi asli görevini yapmayarak bilinçli olarak bunlara yol açıyor. Tarikatlara ve Diyanet’e ait bu kursların sayıları artık okul öncesinde MEB’in okul sayısını geçecek hale geldi” dedi. Özbay “Siyasi iktidar tarikatlarla ve diyanetle el ele çocukları potansiyel birer mürit olarak yetiştirmek istiyor. Sorgulamayan, itaat eden, yönetilebilir bir nesil yetiştirmek istiyorlar” tepkini gösterdi. Siyasi iktidarın eğitim alanındaki dinci adımlarını çok planlı olarak hayata geçirdiğini, eğitim öğretim birliğini de ortadan kaldırdığına işaret eden Özbay “Anayasa da laiklik ilkesi de yok sayılıyor bu adımlarla. Eğitim öğretmenlerin işidir. Ve eğitim bilimi pedagojik yöntemlere göre verilir” ifadelerini kullanarak kimsenin iktidar ya da bakan oldu diye çocuklara bunları yapma hakkının olmadığını söyledi.  

"ÇOCUKLAR SOYUT KAVRAMLARI ANLAYAMAZ"

Eleştirel Pedagoji Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ünal Özmen, pedagojinin bireyin ihtiyaç duyduğu bilgiyi kazanması istenen davranış ve becerileri belirlediğini belirterek “Pedagoji eğitimi planlarken yaş, cinsiyet, aidiyet, biyolojik, kültürel, psikolojik ve sosyal durum gibi bireyin eğitim sürecini etkileyen unsurları dikkate alır. Bu beceriye sahip olan meslek ise öğretmenliktir. Bilimin ve özel olarak pedagojinin belirlediği bilgi, beceri ve yöntemleri kullanmayan ve hatta bilim karşıtı din adamlarını öğretmen diye çocuklarla yüz yüze getirmek çocuk istismarı anlamına gelir” dedi. Pedagoji biliminin eğitim alanında hangi yaş grubuna nasıl bir eğitim verileceğinin planlanması olduğuna dikkati çeken Özmen “Bilim 6-7 yaşına kadar çocukların soyut kavramları anlamlandıramadığını söylüyor. ‘Şeytan, tanrı’ gibi soyut kavramları somutlaştırmayan çocuklar bu kavramları anlamlandırmak için hayal kurar” diye konuştu. Yetişkinlere vaaz vermek için yetiştirilmiş bir kişinin çocuğa eğitim vermesinin kabul edilemeyeceğinin altınız çizen Özmen “Hem içerik hem de bu içeriği kullanacak kişinin bu işin eğitimini alması gerekir. Yani işin uzmanının bu eğitimi vermeli. İktidar yanlış kişilere yanlış iş yaptırıyor. Aslında eğitimden pedagojiyi çıkararak eğitimden bilimi de çıkarmış oluyorlar” ifadelerini kullandı.   

"OSMANLI’DA BİLE BÖYLESİ YOKTU!"

4-6 YAŞ çocuklara yönelik dini eğitimin tarihini sorduğumuz Arkeolog-Kültür Tarihçisi Ulaş Töre Sivrioğlu, İslam Fıkhında Kur’an öğrenme yaşının 7 olduğuna dikkat çekti. Gelenekte (Osmanlı toplumunda dini yaşayış) 7 yaş öncesinde dini eğitimin tercih edilmediğini anlatan Sivrioğlu “Osmanlı’da merkezi bir eğitim yoktu. Kur’an eğitimi devletten bütçe yardımı almayan vakıflara devredilmişti ve Darülkurra’lar aracılığıyla Kur’an eğitimin veriliyordu” dedi. Nadiren de olsa 7 yaşından önce dini eğitime rastlanabilse bile genel tutumun 7 yaş sonrasında eğitim vermek olduğunun altını çizen Sivrioğlu “Örneğin gelenekte çocukların hacca da götürülmüyordu. Ama son zamanlarda başta dini eğitim olmak üzere çeşitli dini vecibeler artık çocuklara çok erken yaşta aktarılıyor” dedi.

DAYAK, İSTİSMAR, İNTİHAR VE ÖLÜMLER…

Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı kursan kursları ve yurtlar çocuklara yönelik şiddet, istismar ve ölümlerle gündemden düşmüyor. Diyanete ait bu kurslarda yaşananların bazı olaylar: “Diyarbakır'ın Kulp ilçesinde müftülüğe bağlı olan ve yatılı olmayan Kuran kursunda 2015’te meydana gelen yatılı kalan 6 çocuk çıkan yangında yaşamını kaybetti. 2021’de Muş Merkez Karşıyaka Kuran kursunda tuvalet kapısının koluna asılmış bir şekilde bulunan 12 yaşındaki Mehmet Halit Yavuz, hayatını kaybetti. Erzurum’un Palandöken ilçesinde Hacı Bahattin Evgi Erkek Yatılı Kur’an Kursu'nda, yaşları 10 ila 12 arasında değişen 14 çocuğa yönelik yöneticiler tarafından cinsel istismar, taciz ve şiddette bulunuldu. Niğde’de bir Kuran kursunda 5 yaşındaki çocuğa cinsel istismardan tutuklanan Ahmet Faruk Yörükoğlu’na indirim yapılmadan 18 yıl 9 ay hapis cezası verildi. Kayseri’nin Hacılar ilçesindeki Hacı Şükrü Baktır Kur'an Kursu'nda Yavuz Ç. isimli görevli iki çocuğu demir çubukla dövdü. Çocuklardan birinin kolu kırıldı. Amasya’da Büyükağa Kuran Kursunda bir görevli idareden izin almadan pide yedikleri için 20 öğrenciyi sopalarla dövdü.”

MESEM: RESMİ ÇOCUK SÖMÜRÜSÜ

EĞİTİMDE bir yandan gerici uygulamalarla hayata geçirilirken diğer yandan da Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) aracılığıyla ortaokul mezunu olan her öğrencinin haftada 1 gün okulda 4 gün de işletmelerde (fabrika, atölye) okuldan koparılarak patronlara çalışmasının yolu açıldı. Artan yoksullukla birlikte kısa sürede MESEM’ler kapsamında 1.5 milyona yakın öğrencinin resmi olarak çocuk işçi olarak çalışmasının yolu açıldı. Çocuklar çırak/kalfa olarak olarak ayrılırken çıraklara asgari ücretin 3’te 1’i, kalfalara ise asgari ücretin yarısı olarak verilen ücret te devlet tarafından karşılanıyor. 

(Vural NASUHBEYOĞLU-Nisa Sude DEMİREL / Evrensel)