4 Ocak 2024 Perşembe

TKP: Hilafet özlemcileri, Cumhuriyet düşmanları Filistin halkının arkasına saklanmayın! + TKP, Türkiye'den İsrail'le ticaret yapanların tek tek dökümünü açıkladı (soL)

TKP: Hilafet özlemcileri, Cumhuriyet düşmanları Filistin halkının arkasına saklanmayın! 

Hilafet çağrıları sonrası Galata'ya pankart asan TKP açıklamasında "Sermayenin İsrail’le tam gaz devam eden ilişkilerini sorgulamayanlar Filistin halkının arkasına sığınmaya cesaret ediyor" denildi.

İstanbul Galata Köprüsü'nde gericilerin "Filistin'e destek" bahanesiyle hilafet çağrısı yaptığı yürüyüşün ardından TKP'den şeriatçılara yanıt geldi.

TKP'liler bu sabah saatlerinde köprüye astıkları pankartı sosyal medya hesaplarından "Sermayenin İsrail’le tam gaz devam eden ilişkilerini sorgulamayanlar Filistin halkının arkasına sığınmaya cesaret ediyor. Uyarıyoruz!" diyerek paylaştı.

Pankartta "Hilafet özlemcileri, Cumhuriyet düşmanları Filistin halkının arkasına saklanmayın!" denildi.

TKP, daha önce de Türkiye'den İsrail'le ticaret yapanların tek tek dökümünü açıklamıştı.

                                                            /././

TKP, Türkiye'den İsrail'le ticaret yapanların tek tek dökümünü açıkladı 

İktidarın dilinde, yandaş medyanın manşetinde her gün Filistin var. TKP, bu ikiyüzlülüğü ayrıntılarıyla deşifre ediyor.

Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) hafta içi her sabah yayınlanan TKP'nin Sesi adlı podcast yayınında bugün, Parti Meclisi üyesi ve Türkiye Barış Komitesi Başkanı Murat Akad konuştu.

"Türkiye İsrail ilişkileri tam gaz" başlıklı bölümde Akad, iki ülke arasındaki ilişkilere dair hem değerlendirmelerde bulundu hem de İsrail'le ticaret yapan şirketleri isim isim saydı.

Akad'ın konuya dair verilerle dolu konuşmasını yaptığı programın dökümü şöyle:

TKP 7 Ekim’den itibaren yaptığı basın açıklamaları ve eylemlerle, düzenlediği Filistin açık oturumuyla hem Filistin’le dayanışmanın yükseltilmesi hem de konunun çeşitli boyutlarıyla derinlemesine tartışılması için bir dizi adım attı. Bunlardan en çok ses getirenlerinden biri de TKP’nin 7 Ekim’den kısa bir süre sonra iktidara ve çeşitli büyük şirketlere yönelttiği Türkiye-İsrail ilişkilerine dair sorular olmuştu. İsterseniz önce TKP’nin yönelttiği sorulardan başlayalım. Neydi TKP’nin bu sorularının amacı?

Hemen baştan şunu söyleyelim: TKP’nin bu soruları sorma amacı AKP hükümetinin çelişkili tutumunu ortaya koymaktı. AKP hükümeti 7 Ekim’i izleyen günlerde İsrail’i karşısına alan Filistin’i destekleyen bir tutum sergiledi ilk günlerdeki mutedil davranıştan sonra. Oysa “one minute” döneminde bazı açılardan bozulan ilişkiler son yıllarda yeniden toparlanmaya başlamıştı. Karşılıklı üst düzey temaslar yapılıyordu. Askeri işbirliği ile ilgili adımlar yeniden atılmıştı. Ve buna eş zamanlı olarak İsrail bir dizi Arap ülkesiyle “İbrahim anlaşmaları” denen anlaşmalara imza atmıştı. Bu anlaşmalar İsrail’in uluslararası manevra alanının genişlemesini sağlayan anlaşmalardı. Türkiye ile ilişkilerinin toparlanması da aynı döneme denk geldi. 
Aslında tabii Filistinlileri desteklemek, İsrail saldırganlığına karşı çıkmak doğru bir yaklaşım elbette, bu açıdan itiraz edilemez ama AKP’nin yaklaşımında ciddi bir sorun var. Bir tarafta tutturulan bir söylem var ama diğer tarafta İsrail ile sürdürülen ekonomik ilişkiler var bunlar hız kesmeden devam ediyor. İsrail ile Türkiye arasındaki ticarette herhangi bir aksama olmadığı görülüyor.

İsrail'e çimento ihracatı: Oyak, Limak, Aşkale, Sanko, Sabancı...

Aslında iki ülke arasındaki ilişkiler çok eskiye dayanıyor bildiğimiz gibi. Özellikle ekonomik düzeyde çok güçlü bir ilişki var. Birkaç rakam vermekte yarar var bu noktada. 2002’de iki ülke arasındaki ticaret hacmi 1,41 milyar dolar. 20 yıl sonra, yani 2022’de bu rakam 8,91 milyara kadar çıkmış. Yani yüzde 500’ün üzerinde artış yaşanmış 20 yılda. Yine 2022 verilerine göre İsrail Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı 10. ülke konumunda ve bu ihracat 7 milyar dolar düzeyinde. Türkiye sermayesinin İsrail ile doğrudan yaptığı ihracatın birkaç temel kalemi var bunlar demir çelik, çimento, otomotiv, plastik ürünler ve elektronik ekipman.

Ayrıca İsrail’e petrol ve doğalgaz ürünlerinin satışına Türkiye aracılık yapıyor. Bazı örnekler verelim; Türkiye’den yapılan gri çimento ihracatında İsrail ikinci sırada yer alıyor. Beyaz çimento ihracatında ise birinci sırada geliyor. Bu ihracattan pay alan önemli şirketler var, Türkiye’de öne çıkan çimento üreticileri Oyak, Limak, Aşkale, Sanko, Sabancı gibi şirketler ve bir de Brezilya sermayesine ait Votorantim adlı firma var. 

İsrail'e demir-çelik ihracatı: İçdaş, Kardemir, Kocaer, Özkan, Tosyalı, Çolakoğlu, Çelsantaş, Erdemir ve İsdemir

Son yıllarda İsrail’de inşaat sektörü daha hareketli bunun bir nedeni de işgal altındaki Filistin toprağı olan Batı Şeria’da yapılan yeni Yahudi yerleşimleri. Bu nedenle de sektör biraz daha hareketli. Yani aslında Türkiye’den giden çimentonun bir bölümü Filistin’in işgalinde ve ilhakında kullanılmış oluyor. Demir-çelik sektörüne bakarsak burada faaliyet gösteren bazı firmalar İçdaş, Kardemir, Kocaer, Özkan, Tosyalı, Çolakoğlu, Çelsantaş, Erdemir ve İsdemir gibi firmalar İsrail’e ihracat yapıyor. 

Zorlu'nun İsrail'deki yatırımları

Ayrıca Zorlu Enerji’nin İsrail’de doğrudan yatırımları var. Zorlu bu ülkede elektrik üretimi ve dağıtımı alanında santrallere sahip. Ayrıca Türkiye-İsrail iş konseyi yürütme kurulu başkanlığını da aynı zamanda Zorlu Enerji grubunda sektör başkanı olan kişi yapıyor. 

Bir de İsrail’e aktarılan petrolden söz etmek gerekir. Azerbaycan’dan Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı üzerinden gelen petrol var. Bir de Irak’tan Kerkük- Yumurtalık hattı üzerinden gelen petrol gemilerle dünyanın çeşitli ülkelerine sevkediliyor ve bunlar arasında İsrail de var. 

Aslına bakılırsa bu ilişkiler açıkça yürütülüyor, reddedilmiyor. Bütün bu bilgiler ve çok daha fazlası internette var, aranırsa bulunabilir. TKP’nin bu konularla ilgili sorduğu sorular CHP milletvekilleri tarafından da meclise taşındı ve çeşitli bakanlara soruldu. Böylece aslında TKP ikiyüzlüce bir yaklaşımı ortaya koymuş oldu. Verilen soru önergelerine yalnızca Dışişleri Bakanı Hakan Fidan yanıt verdi ve o da tam olarak şunu söyledi: “İsrail'le 74 yıllık bir geçmişi bulunan ilişkilerimiz hiçbir zaman Filistin'in haklı davası hilafına yürütülmemiştir". Böyle diyerek de aslında son derece çelişkili yaklaşımı kendisi ortaya koymuş oldu. 

Silah sanayisi açısından durum nasıl?

Aslında Türkiye’den İsrail’e silah satılmadığı iddia ediliyor. Ama bir ihracat faslı var tam başlığı “Silahlar ve mühimmat; bunların aksam, parça ve aksesuarı”. Bu ihracat faslı dahilinde yüksek miktarda olmamakla birlikte satış yapılıyor. Belki doğrudan silah satılmıyor, ama bazı aksam ve parçalar satılıyor. Ama bu kullanılan silahların Filistinlilere yönelik olarak kullanılmadığını kim iddia edebilir. Bunları İsrail ordusu kullanmasa bile yerleşimci adı verilen milislerin kullanmadığını kim iddia edebilir?

Başka örnekler, başka bağlantılar var. Örneğin Israel Aerospace Industries isimli silah şirketinin Türk Silahlı Kuvvetleri ve ülkemizdeki silah sanayisi ile ilişkileri biliniyor, geçmişten bu yana ilişkileri var. Daha önce bu firmadan insansız hava araçları alınmış, aynı firmaya savaş uçaklarının modernizasyonu yaptırılmıştı. 

Yine geçtiğimiz günlerde sosyal medyada çok yaygın görüntülerini izledik, İsrailli askerleri için iç giyim malzemelerinin Türkiye’den gitmiş bu görüntüleri gördük. Hangi firma olduğu da ortadaydı bu görüntülerde.  

Bu arada Ticaret Bakanı Ömer Bolat bir açıklama yaptı. Sözü edilen ticareti devletin değil özel sektörün yaptığını belirterek aradan sıyrılmaya çalıştı. Bu açıklamanın herhangi bir hükmü yok. Biliyoruz ki kapitalist bir düzende devlet sermayenin hizmetinde. Devlet sermayenin devleti ve gerekli her türlü düzenlemeyi devlet yapıyor. Bu ortadayken bu açıklamanın herhangi bir hükmü olmadığını kolayca söyleyebiliriz. Hele bir de İsrail’le yapılan ticarette AKP’li sermayenin önemli bir payı varken. 

Kısacası, Filistin halkına uyguladığı soykırım politikası nedeniyle İsrail’e yönelik tepki gösteren hükümet, sıra akçeli işlere geldiğinde susmayı tercih ediyor. 

Türkiye'deki İsrail sermayesi

Bu anlattıklarınız Türkiye sermayesinin İsrail’le ilişkilerinin nasıl kesintisiz devam ettiğine ve İsrail’e nasıl bir soluk sağladığına ilişkin net bir fotoğraf ortaya koyuyor. Ancak bir de ilişkinin diğer yönü var. İsrail sermayesinin Türkiye’deki varlığına ilişkin neler söylersiniz? 

Evet İsrail sermayesinin Türkiye’de belli bir varlığı var. Birkaç örnek verelim. Başta siber güvenlik olmak üzere silah sanayisi, imalat sanayisi, uydu teknolojisi, haberleşme ve internet teknolojisi gibi alanlarda İsrail sermayesine çeşitli düzeylerde bağımlılık var. Örneğin çeşitli firmalar tarafından kullanılan lisanslı güvenlik sistemleri var İsrail kökenli. Buralarda siber güvenlik İsrail’e emanet demektir, bunları kullanıyorsa bu firmalar. Geçmişte çeşitli askeri teknolojik modernizasyon işlemlerinde İsrailli kamu şirketleri ile Türkiye’deki ilgili silah şirketleri arasında doğrudan ortaklık kurulmuştu. Bunun çok önemli bir örneği var, F-4 ve F-16 savaş uçaklarının modernizasyonu bu bağlar üzerinden yapılmıştı İsrailli firmalar tarafından ve bu bağlar da devam ediyor. İki ülkenin silah sanayileri arasında bir işbirliği yapılıyor ve bu işbirliği temel araştırma-geliştirme faaliyetlerinin ötesinde yapılıyor ve 7 Ekim’den bu yana bu bağların koptuğuna dair herhangi bir işaret görmedik. 

Başka birkaç örnek verilebilir örneğin imalat sanayinde yaygın kullanılan ISCAR kesici takımları var, e-ticaret kurma sitesi olan wix.com var veya gelişmiş kilit sistemleri sunan mul-T-lock gibi bir örnek var. Bunların hepsi günlük hayatta karşımıza sıkça çıkan markalar ve bunlar İsrail sermayesine ait ve bunların Türkiye pazarındaki payı da küçük değil. Bunlar dışındaki sektörlerde de İsrail sermayesinin yatırımları var ama hepsini saymamız mümkün değil. 

TKP’nin soruları arasında vize ile ilgili bir soru da vardı. 

Evet, bu da ilginç bir konu. İsrail vatandaşları Türkiye’ye girerken vize almak zorunda değil. 7 Ekim’den önce, yani uçuşlar henüz durmamışken Tel Aviv’le Türkiye arasında her gün çok sayıda uçuş yapılıyordu, her gün binlerce İsrail vatandaşı Türkiye’ye vizesiz girebiliyordu. Öte yandan Filistin vatandaşları Türkiye’ye girerken vize almak zorunda. Filistin’i destekliyorsa Türkiye, bu nasıl bir destek? Üstelik başka bazı Arap ülkelerinin vatandaşları da vizesiz girebiliyorken Türkiye’ye...

'Filistin’e gerçek anlamda destek vermek için emperyalizmle ilişkilere son vermek gerekir'

Biraz da emperyalizmin süreçteki güncel tavrını konuşarak söyleşimizi sonlandıralım. Bu süreçte tüm dünyada Filistin halkıyla dayanışma gösterileri yükselirken ve en güçlü gösterilerden birine de ABD ev sahipliği yaparken diğer yandan ABD emperyalizminin İsrail’e desteği aralıksız sürdü. ABD’den İsrail’in saldırılarına verilen “insani ara”nın uzatılmasına dair ya da İsrail’de hükümet değişikliği gereğine ilişkin kimi açıklamalar gelse de ABD’nin kalıcı bir ateşkesi desteklemediği açıktı ve bu tavır son olarak BM’de ateşkes önerisini veto etmesiyle de tasdiklendi. ABD’nin rolünün geleceğine ilişkin ve bunun Türkiye’nin tutumu üzerindeki etkilerine ilişkin ne söylersiniz? 

Emperyalizm 7 Ekim’den bu yana buraya odaklanmış durumda. Bundan önceki odak noktası Ukrayna’ydı. Ama Ukrayna savaşında emperyalizm istediği başarıyı elde edemedi, edemeyecek gibi görünüyor. Dolayısıyla odak Ortadoğu’ya kaymış oldu emperyalizm açısından. Elbette tabii biliyoruz ki başta ABD olmak üzere Batı emperyalizmi İsrail’i hep destekledi. İsrail’in kurulmasına zemin hazırlayan Siyonizm projesini baştan beri destekledi ve bu desteğe de devam ediyor.

Bu noktada Siyonizm ile ilgili birkaç cümle söylemekte yarar var. Siyonizm, tam olarak bir sömürge projesi. 19. yüzyılın sonlarında gelişmeye başlamıştı bu proje ve bu projeye göre Avrupa’nın farklı ülkelerinde yaşayan Yahudiler, tarihsel hak iddia ettikleri Filistin topraklarında yeni bir ülke kuracaktı. Ama bu ülkeyi kurarken, Filistinlilerin topraklarından sürülmesi gerekiyordu. Bu topraklara el konulması ve sömürülmesi esas alınmıştı. Elbette bunun için de Yahudi sermayesinin bölgeye akması gerekiyordu ve yıllara yayılarak da bu proje gerçekleşti. Ama bu sömürge projesinin bizim alışageldiğimiz sömürge projelerinden önemli farkı var. Daha önceki sömürgecilik faaliyetlerinde belli bir ülkenin başka ülkelere yayılıyor şeklinde gerçekleşmişti bunlar. Ama burada, Siyonizmde, dağınık yaşayan bir topluluğun sömürülecek ülkede bir araya gelmesi ve yeni bir devlet kurması gerekiyordu. Bu da tek başına Yahudilerin gerçekleştirebileceği bir şey değildi ve emperyalizmin desteğine gereksinim vardı. Dönemin başat emperyalist ülkesi Britanya bu nedenle en başından itibaren sahip çıktı, destekledi ve Siyonizm projesinin hamisi oldu. Sonra bildiğimiz gibi 1940’lı yıllarda bayrağı ABD devraldı. Bu nedenle de İsrail emperyalizme göbekten bağlı, emperyalizmin desteğine sonuna kadar muhtaç. Öte yandan İsrail ayrıca emperyalizm için vazgeçilmez bir ortak, bölgede emperyalizmin güçlü bir ileri karakolu durumunda. 

Bu çizdiğimiz çerçevede başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkeler 7 Ekim’den itibaren İsrail’e her türlü desteği verdiler, vermeye devam ediyorlar. Bu destek sadece askeri destek değil çok ciddi bir ideolojik mücadele de yürütülüyor bu ülkelerde. Hatta ABD’de Siyonizm karşıtı olmak yasadışı olmaya eşitlendi. Ama bu ideolojik mücadele ne kadar başarılı oluyor büyük bir soru işareti var ortada. Çünkü bu ülkelerde yüzbinlerce insan İsrail’in saldırganlığına şiddetle karşı çıkıyor. Hepimizin bildiği gibi büyük, çok kitlesel sokak gösterileri gerçekleşiyor. 

Bu noktada bir de Türkiye’nin bu çerçevedeki pozisyonundan söz edelim. Türkiye de hâlâ ABD’nin bir müttefiki olarak bu oyunun parçası olmaktan kurtulamıyor. Türkiye’de hâlâ ABD ve NATO’nun kullanımına açılmış olan üsler var, radarlar var, başka tesisler var. ABD’nin bunlardan İsrail’e destek vermek amacıyla da yararlanmaması mümkün mü? Bu noktada da hükümetin çelişkili yaklaşımını görüyoruz. Emperyalizmin ülkemizdeki faaliyetlerine izin verilmeye devam ediliyor dolayısıyla aslında İsrail’e bir tür destek verilmiş oluyor. Filistin’e gerçek anlamda destek vermek için emperyalizmle ilişkilere son vermek gerekir. AKP hükümetinden de bunu beklememiz mümkün değil.  

Son olarak Türkiye’de ve ülkemizin de içinde yer aldığı bölgede emperyalizme karşı mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Zira emperyalizmin müdahaleleri nedeniyle bölgemiz, bütün dünyayı içine alabilecek derecede çatışmalara gebe. Ama Türkiye örneğinde de açıkça gördüğümüz gibi kapitalist ilişkiler içerisinde kalarak emperyalizme karşı olmak mümkün değil. Bu nedenle, emperyalizme karşı gerçek, tutarlı bir mücadele verilmesi için solun güçlenmesi gerekiyor. Bu Türkiye’de de böyle, Filistin’de de böyle, İsrail’de de böyle, diğer ülkelerde de böyle. (https://youtu.be/W6MAQuKU8fY)

Büyük Madenci Yürüyüşünün 33. yılında dönemin tanıkları anlattı: Tarihimiz gösteriyor ki hak verilmez alınır - Hilal TOK / EVRENSEL

 

                                                                                                                                                Fotoğraf: AA

Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) işçisinin 600 bin lira, TTK Genel Müdürünün ise 6 milyon lira aldığı 1990 yılında, ücretleri asgari ücretin altında kalan işçilerin canına tak etmişti. Bir yandan ’80 darbesi sonrası hayata geçirilen neoliberal politikaların diğer yandan umutsuzluğun büyüdüğü memlekette ’89 Bahar Eylemleri’nden sonra işçi sınıfının umudunu yükseltecek bir grevin ayak sesleri duyuluyordu. 30 Kasım 1990’da Zonguldak’ta greve başlayan maden işçileri, 4 Ocak’ta Ankara’ya doğru yöneldi. Bakanlar Kurulu ‘kanunsuz’ diyerek yürüyüşü engellemek istese de binlerce işçi 4 Ocak günü sabaha karşı ellerinde yiyecek torbalarıyla sendika önüne yığıldı.

33 yıl önce bugün; kilometrelerce uzunluktaki bu işçi yığını, Amasra, Ulus, Devrek ve Çaycuma’dan gelenlerle yüz bini aştı. Bütün bir kent ayakta, bütün ülkenin gözü buradaydı. Birçok ilden gelen ilaç, yiyecek, battaniye ile müthiş bir dayanışma da cabası. Kolluk kuvvetleri dördüncü gün Mengen’den işçilerin geçirilmeyeceğini söyledi. 186 işçi barikatı zorladıkları gerekçesiyle gözaltına alındı.

Kazanımları ve kaybettirdikleri ile Türkiye işçi hareketi açısından bir mihenk taşı olan yürüyüş, ’89 Bahar Eylemleri’nden sonra işçi sınıfına büyük bir cesaret ve umut vermişti. 33 yıl sonra asgari ücret genel ücret haline gelirken, toplu iş sözleşmesi imzalanan iş yerlerinde bile açlık oranlarına imza atılırken yürüyüşün Öncü İşçileri Ahmet Öztürk ve Sevda Akçura önemli bir uyarı yapıyor: “Her ekonomik talep anı zamanda politiktir. Mücadele etmeden alınan kazanımlar geçicidir.”

"GREV KOMİTELERİ OLUŞTURDUK"

Ahmet Öztürk, o dönem yer üstü işçisi. Öztürk, grevi oluşturan koşulları şöyle anlatıyor: “Büyük bir ekonomik yoksunluk süreci içindeydik. Türkiye’de neoliberal politikaların önü açıldı ve tüm kamusal alanlara azgınca saldırmaya başlandı. 12 Eylül darbesiyle birlikte sadece bizlerin değil, ülkedeki tüm çalışanların toplu iş sözleşmesi ve serbest pazarlık hakkı elinden alındı. Sendikalar kapatıldı. Tüm hak arama mücadeleleri yasaklandı. Yüksek Hakem Kurulunun belirlediği sefalet ücretiyle çalıştık. 24 Ocak kararlarıyla uygulanan politikaların havzada en çok mağdur ettiği kesim olarak bizler için bir mücadele alanı oluşuyordu. ’”86-88’lerde iş yerlerinde komiteler oluşturup özellikle toplu iş sözleşmesi süreçlerinde tabanın söz ve karar sahibi olabilmesi için yürüttüğümüz çalışmalar; politikleşmeye de evriliyordu. Bir şubede başlayan iş yeri komitelerini tüm havzaya yaymaya çalıştık. Grev sürecine girdiğimizde artık hemen hemen neredeyse havzadaki tüm iş yerleriyle organize olabilecek, haberleşebilecek bir aşamaya getirmiştik komiteleri.”

Kendisinin de o dönem grev komiteleri başkan yardımcısı olduğunu söyleyen Öztürk, “80-90 kişi daracık salonlarda toplantılar yapıp ertesi günkü eylemleri planlıyorduk. Grev komiteleri grevin bu derece görkemli olmasına katkı sağladı. Atılacak slogandan yürüyüş güzergahına kadar her konuda kararlar alan bir kurulduk ve ertesi gün bunları harfiyen yerine getiriyorduk. Bazen sendika yöneticilerimize de tartışmak zorunda kaldığımız zamanlar oluyordu” diyor.

TEZER İSTİFA ETTİ, DENİZER BAŞKAN OLDU

İşçilerde biriken öfkeyle birlikte sendikanın yönetiminin de değişmesiyle büyük grevin başladığını aktarıyor Öztürk: “Sarı sendikacılığın artık temsilcisi diye anılan Mehmet Tezer istifa etti, Şemsi Denizer başkanlığında bir yönetim oluştu. O dönem son derece büyük hak kayıpları vardı. Maden işçisi ürettiği kömürden belli bir oranda kömür bile alamıyordu artık. İşçilerin öfkesi birikerek artarken Dönemin Cumhurbaşkanı Özal, havzadaki ocakların tümüyle bir kamu zararı yarattığını ve kapatılması gerektiğini söylüyor, işçilere ise hiçbir gelecek programı sunmuyordu. Bu büyük öfke ve gelecek kaygısı, büyük bir mücadele motivasyonunu da oluşturdu ve maden işçisi büyük bir coşku ve kararlılıkla maden greve başladı.”

"4 OCAK’TA YÜRÜRÜZ, HAKLI KİMMİŞ GÖRÜRÜZ"

Zonguldak meydanlarında binlerce insanın yürüdüğünü, bu yürüyüşlere işçi ailelerinin de katıldığını hatırlatan Öztürk, Ankara’ya yürüme sürecinin gelişimine ilişkin ise şunları söylüyor: “Ulusal ve uluslararası düzeyde dayanışma örnekleri gördük. Bunlar bizim kararlılığımızı, inancımızı daha da artıran, motivasyonumuzu yükselten unsurlar haline geldi. Aralık ayının ortasından itibaren Başkan Şemsi Denizer’in de yönlendirmesiyle ‘Eğer biz toplu iş sözleşmesi masasında hakkımızı alamazsak Ankara’ya gider alırız’ şeklinde bir hedef ortaya çıktı. Grevin getirdiği yoksulluk da var, madenciler maaş alamıyor. 1 Ocak’ta asgari ücret yükselmişti, bizim maaşlarımız asgari ücretin altında kalmıştı. Tüm bu motivasyon ve içten içe gelişen Ankara söylemi yavaş yavaş bizi Ankara yürüyüşüne doğru zorladı. ‘4 Ocak’ta yürürüz, haklı kimmiş görürüz’ diye sloganlar atmaya başladık. Herkes eğer bu iş toplu iş sözleşmesi masasında çözülmezse Ankara’ya gidip orada hakkımızı alacağımız konusunda büyük bir kararlılık ve direnç ortaya koydu.”

VE YÜRÜYÜŞ BAŞLADI

4 Ocak sabahı herkesin sabahın erken saatlerinde sendikanın önünde toplandığını anlatan Öztürk şöyle devam ediyor: “İlk gün 45 kilometre ötedeki Devrek’e kadar yüründü. Devrek’te muhteşem bir dayanışma örneği sergilendi. O zaman sanırım SHP Belediye Başkanı Devrek’te anonslarla, ‘Bu gece bütün madencileri ilçemizde misafir edeceğiz. Herkes evini, gönlünü, iş yerini madencilere açsın’ çağrısı yaptı. İnsanlar kendi evlerine beşer onar işçi alıyordu misafir etmek için. Sadece akşam yemeklerini, sabah kahvaltısını vermekle kalmadılar, giderken işçilere azık da verdiler. Böyle göz yaşartıcı, sahnelerin olduğu bir gece geçirildi Devrek’te.”

KADINLAR: BİZİM DE MÜCADELEMİZDİR

Öztürk sonraki süreci şöyle anlatıyor: “Devrek’ten yola çıktık. Bir iki noktada asker aracılığıyla yolumuz kesilmek istendi. Bunlar boşa çıkarıldı, İkinci günün akşamı Mengen yakınlarına ulaştık. Orada biraz daha zor koşullarda konakladık. Ancak ülkenin dört bir tarafından kamyonlar dolusu yiyecek ve battaniye geliyordu. Kamyonlar dolusu çeşitli yardım malzemeleri geliyordu. Başta Aziz Nesin olmak üzere Türkiye’nin aydınları oradaydılar. Üçüncü sabahı Mengen’den yola çıktık, 10 kilometre ötedeki Dereler Köprüsü denen mevkide inanılmaz bir asker ve polis barikatı ile karşılaştık. Ucu bucağı görünmeyen asker polis ordusunun yanı sıra dağlara da konuşlanmışlar, neredeyse her ağacın arkasına mevzilenmişler. Kar yağıyordu, çok soğuktu ve geçişimiz engellendi. O zaman Şemsi Denizer müzakereler yürüttü. Bir sonuç alınamadı. Orada beklenirken ertesi sabah dördüncü güne girdiğimizde bazı arkadaşlarımız gözaltına alındı. Özal, işçilerin oradan geçişine izin verilemeyeceğini söyledi. Sendika yönetimi ilk kadınları göndermek istedi. Kadınlar bunu reddetti. ‘Biz eşlerimizin yanında olacağız. Bu mücadele bizim de mücadelemizdir’ diyerek karşı çıktılar. O dağ başında zor koşullar olmasına rağmen işçinin motivasyonunda en küçük bir düşme olmadı. Hiç kimse ‘Biz bu mücadeleden vazgeçmeliyiz’ duygusuna kapılmadı.

İLK KARAR TEPKİYLE KARŞILANDI

Öztürk, sendika yöneticilerinin devlet yetkilileriyle yaptığı görüşme sonrası geri dönme kararı alındığını söylüyor: “Orada sendika yönetimine ciddi tepkiler gösterildi. Arkadaşlarımızla beraber sendika yönetimini ikna etmeye çalıştık ama onlar da bir çatışma durumunda insanların zarar görmesi halinde kendilerinin böyle bir sorumluluk altına asla giremeyeceklerini ifade ettiler. Denizer ‘Bundan sonra bizi hiç kimse yok sayamaz’ diye bir konuşma yaparak kararı açıkladı. Denizer işçi üzerindeki karizmasını ve hitabetini koruyarak neden dönülmesi gerektiğini anlattı. ‘Bu yürüyüş kararını biz verdik, dönüş kararını da biz veriyoruz’ dedi ve alandan ‘Başkan sözünü dinleyeceğiz’ sözleri yükseldi. Ardından da getirtilmiş olan otobüslere binerek hepimiz Zonguldak’a döndük.”

Yürüyüş bitmişti, ama grev sürdü. 16 Ocak’ı 17 Ocak’a bağlayan gece, ABD’nin Irak’a saldırısını fırsat bilen Bakanlar Kurulu, 27 Ocak’ta Resmi Gazete’de yayımlanan kararıyla tüm grevleri yasakladı. Madencilerle birlikte 115 bin işçinin grevi sona erdi. Ankara’da yapılan görüşmeler sonucu işçilerin ücretleri 1.5 milyon lira civarına yükseldi.

GREVİN ÖĞRETTİĞİ VE GÖSTERDİĞİ...

Öztürk, Büyük Madenci Grevi’nin sadece dünya işçi sınıfının en görkemli hareketlerinden biri olduğunu söylüyor. Aradan 33 sene geçmiş olmasına karşın bugün hâlâ kapatılacak denilen maden ocaklarının çalıştığını belirten Öztürk, “Şayet bugün maden işçileri asgari ücretin üstünde ücret alıyorsa, bu o verilen büyük mücadelenin sayesindedir. Tarihimiz gösteriyor ki, ‘Hak verilmez alınır’. Dolayısıyla Türk-İş ve diğer sendikalar başta olmak üzere uzlaşmacı tavırlarla hükümetlere yaranarak elde ettikleri tüm kazanımlar geçicidir, bir gece yarısı cumhurbaşkanı tarafından ellerinden alınacak kazanımlardır. Dolayısıyla uzlaşmacı bir mücadele pratiğinin, sınıfsal bir kazanım haline dönüşümünün mümkün olmadığını o günkü mücadele anlayışımızla ortaya koyduk. Bizim Zonguldak sokaklarında attığımız sloganlar Zonguldak’ı aşmasa, ülkede, dünyada yankılanmasa, o göz yaşartıcı dayanışma örneğine dönüşmüş olmasaydı bizim o kazanımlarımız olmayacaktı. Verilen bir mücadeleyi sınıfın diğer unsurları da desteklemediği sürece o mücadele boğulmak zorunda.”

        Büyük Madenci Yürüyüşü’ne katılan madencilerin eşleri -1991 | Fotoğraf: Hikmet Saatçi/AA

EKONOMİK OLDUĞU KADAR SİYASİ TALEPLER

Yürüyüşte madenci eşlerinin yanı sıra TTK’de çalışan kadın işçiler de direnişin öncülerindendi. O dönem yerüstünde çalışan Sevda Akçura şunları anlatıyor: “Hak verilmez alınır demenin feryada geçtiği yerlerden biriydi bu yürüyüş. Çok büyük bir mücadele verdi işçiler. Orada dayanışmayı öğrendik, gerçekten hak arama mücadelesinin ne kadar önemli olduğunu gördük. Sadece Zonguldak değil Türkiye’deki bütün işçi sınıfına bir güç verdi, demek ki ‘Hak da aranabiliyormuş’ dedirtti. Zonguldak’taki greve akademisyenler, aydınlar, işçiler, herkes omuz verdi. Örgütlü güç olmanın ne demek olduğunu gördük. Önce siyasi bir şey yokmuş gibi görünse de ekonomik taleplerin aslında ne kadar siyasi olduğunu da öğrendik burada, hükümetin tutumuyla. ‘Demokrasi mücadelesi veriyoruz’ demiştik, oysa bugün bir korku politikası görüyorum. Bence işçilerden çok işçilere dayanışma vermesi gereken kesimler korkuyor. Herkesin sanki kaybedecek bir şeyi varmış gibi bir korku politikası yaratmış devlet. Herkes sus pus. Düşünebiliyor musunuz eskiden böyle şeyler olduğu zaman demokratik kitle örgütleri çok büyük yürüyüşler düzenlerlerdi. Ben işçilerde hâlâ bir potansiyel görüyorum hareket için, ama sendikaların durumuna bakın... Yine sadece işçilerin örgütlenmesi değiştirebilir bunu. Sarı sendikan varsa sendikaya karşı mücadele edeceksin. Bir kıvılcım bile bütün bir havayı tersine çevirebilir. Her şey örgütlenmekten ve kararlılıktan geçiyor.”

Hilal TOK / EVRENSEL



İSİG: Aralık ayında 154, 2023 yılında en az 1929 işçi hayatını kaybetti - EVRENSEL

 

İSİG Meclisi aralık ayı raporuna göre, 2023 yılında en az 1929 işçi çalışırken hayatını kaybetti.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi, 2023 yılı aralık ayına ilişkin iş cinayetleri raporunu açıkladı. Rapora göre, aralık ayında 154, 2023 yılında en az 1929 işçi çalışırken hayatını kaybetti.

2023 yılında (Ocak’ta 115, Şubat’ta 261, Mart’ta 130, Nisan’da 123, Mayıs’ta 147, Haziran’da 160, Temmuz’da 184, Ağustos’ta 206, Eylül’de 153, Ekim’de 151, Kasım’da 145 ve Aralık’ta 154 olmak üzere) en az 1929 işçi hayatını kaybetti...

ARALIK AYINDA İŞ CİNAYETLERİNİN İŞKOLLARINA GÖRE DAĞILIMI

İnşaat, Yol işkolunda 44 işçi; Taşımacılık işkolunda 18 işçi; Tarım, Orman işkolunda 17 emekçi (12 işçi ve 5 çiftçi); Ticaret, Büro, Eğitim, Sinema işkolunda 14 işçi; Metal işkolunda 13 işçi; Konaklama, Eğlence işkolunda 13 işçi; Belediye, Genel İşler işkolunda 8 işçi; Madencilik işkolunda 4 işçi; Gıda, Şeker işkolunda 3 işçi; Tekstil, Deri işkolunda 2 işçi; Banka, Finans, Sigorta işkolunda 2 işçi; Çimento, Toprak, Cam işkolunda 2 işçi; Gemi, Tersane, Deniz, Liman işkolunda 2 işçi; Petro-Kimya, Lastik işkolunda 1 işçi; Ağaç, Kağıt işkolunda 1 işçi; Basın, Gazetecilik İşkolunda 1 işçi; Enerji işkolunda 1 işçi; Sağlık, Sosyal Hizmetler işkolunda 1 işçi; elimizdeki veriler ışığında çalıştığı işkolunu belirleyemediğimiz 7 işçi hayatını kaybetti.


ARALIK AYINDA İŞ CİNAYETLERİNİN NEDENLERİNE GÖRE DAĞILIMI

Ezilme, Göçük nedeniyle 34 işçi; Trafik, Servis Kazası nedeniyle 33 işçi; Yüksekten Düşme nedeniyle 30 işçi; Kalp Krizi, Beyin Kanaması nedeniyle 17 işçi; Patlama, Yanma nedeniyle 7 işçi; İntihar nedeniyle 7 işçi; Elektrik Çarpması nedeniyle 6 işçi; Nesne Çarpması, Düşmesi nedeniyle 3 işçi; Zehirlenme, Boğulma nedeniyle 3 işçi; Şiddet nedeniyle 3 işçi; diğer nedenlerden dolayı 11 işçi hayatını kaybetti.

Aralık ayında iş cinayetlerinin yaş gruplarına göre dağılımı ise şöyle: 15-17 yaş arası 5 çocuk/genç işçi, 18-29 yaş arası 26 işçi, 30-49 yaş arası 71 işçi, 50-64 yaş arası 43 işçi, 65 yaş ve üstü 3 işçi, yaşını bilmediğimiz 6 işçi hayatını kaybetti.

(EVRENSEL)

Birgün KÖŞEBAŞI - 4 OCAK 2024 -

 


2023’ün siyasi bilançosu ortada (Güven Gürkan Öztan)

2023’te toplumda açığa çıkan değişim duygusu siyasetteki kırılmalarla sekteye uğradı. Siyasetin yeni kompozisyonunun halk yararına olması için toplumsal muhalefet süreci iyi yönetmeli.

Türkiye'nin politik gündemini, öncesiyle sonrasıyla 2023 seçimleri belirledi. Aslında iktidar 2019 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara’yı kaybederek gerilediğinde takvim hızlanmaya başlamış, Saray rejimi yenilebilir inancı kuvvetlenmiş ve değişim umudu canlanmıştı. 2022’de muhalefetin ortak strateji belirlemeye yönelik turları sıklaşınca artık sandık için gün sayılır olmuştu. Aynı günlerde moral üstünlüğe sahip tarafın muhalefet olduğu yönünde hem entelektüel çevrelerde hem de ilerici demokrat kamuoyunda genel bir kabul vardı. Zira iktidar bloku içerisindeki siyasal çalkantılar, peşi sıra patlak veren skandallar, yüksek enflasyon başta olmak üzere yaşanan derin ekonomik sorunlar mevcut iktidarın ne yaparsa yapsın üstesinden gelemediği meselelerdi. Ayrıca iktidar uluslararası koşullar, kadro ve kaynak kapasitesi açısından da kendi tarihinin dezavantajlı bir noktasındaydı. 

Meclis muhalefetinin ana gövdesini oluşturan “6’lı masa”, CB ve parlamento seçimini kazanarak Saray rejimine son verme hedefiyle yola çıkmıştı. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem”in inşası üzerine hemfikir olma hali, siyasi uzlaşmanın temelini oluşturmuştu. Fakat 6’lı masanın bileşenlerinin siyasal ve toplumsal sorunlara bakıştaki farklılığı ve sağ siyasetin ağırlığı, sözü edilen kırılgan uzlaşmanın liberal-muhafazakâr bir bileşkenin ötesinde kurulmasına izin vermedi. Ortaya deyim yerindeyse karnından konuşan, etliye sütlüye dokunmayan bir mutabakat metni çıktı. Aynı durum 6’lı masa liderlerinin buluşmaları sonrasında yayınlanan yazılı açıklamalarda da kendini hissettirdi. Bir süre sonra rutine bağlanan liderler zirvesi, toplumsal ve siyasal bir dinamizm yaratmaktan uzaklaştığı gibi muhalif kesimlerin var olan canlılığını ve devingenliğini de soğurmaya başladı. 

6’lı masanın siyasi mimarı olan CHP yönetimi, masadaki “birliktelik” görüntüsünü toplumsal talepleri dillendirme görevine ve bu taleplerin taşıyıcısı olma iddiasına yeğleyen bir politik çizgi izledi. Sağ siyasetin sınırlarını zorlamak ve kendi ideolojik pozisyonunu çağa uygun anti-emperyalist, kamucu bir yenilenmeye tabi tutmak yerine masadaki güç dengelerini göz etmeyi ve yurttaşa sağ siyasetçinin gözlüğünden bakmayı tercih etti. Bu tercihin hem parti içinde hem de parti dışında seçimi aşan bir maliyet yarattığını fark edemedi ya da etmek istemedi. Neticede CHP’nin başat iddiası kendi genel başkanının (Kılıçdaroğlu’nun) CB adayı olarak belirlenmesi gibi dar bir çerçeveye sıkışıverdi. Akşener’in masadan kalkmasına ve akabinde kamuoyu baskısıyla geri dönmesine yol açan süreç 14-28 Mayıs öncesinde muhalefetin ilk büyük kriziydi. Yumurta kapıya gelinceye kadar genel başkanların aday ismi konuşmamış olmaları halkta muhalefetin havanda su dövdüğü algısını kuvvetlendirdiği gibi İYİP cephesinde de şimdi devamını izlediğimiz yarığın oluşmasına neden oldu. 

14 Mayıs’ta CB seçimi I. tur sonuçları açıklandığında muhalefetin zahiri olan birliktelik manzarası da buharlaşıverdi. Bu kadar sürede bir II. tur stratejisi belirlenmemiş olması yalnızca politik basiretsizlik meselesi değildi aynı zamanda ideolojik netlik sorununun yansımasıydı. Nitekim Kılıçdaroğlu ile Özdağ arasındaki görüşme trafiği ve seçimlerden sonra detayları ortaya çıkan protokol bunun bir kanıtı olarak tarihe geçti. Yalpalayan muhalefet, inandırıcılığını yitirmeye başladı. 28 Mayıs sonrasında Meclis muhalefeti özelinde önceki haliyle ittifaklar siyaseti artık ömrünü tamamlamıştı. 

Seçimin akabinde siyasal değişim arzu eden yurttaşlar büyük bir hayal kırıklığına uğradı fakat bu toplumsal psikolojinin tek nedeni sandık sonucu değildi, Meclis siyasetinin o sonuçlar karşısındaki tavrı ve kitleleri yalnız bırakması asıl etkendi. Sorumluluğu üstüne almayan ve başarısızlık nedeniyle birbirini suçlayan siyasi kadrolar, toplumun siyasetle bağını büyük ölçüde zedeledi. Siyasi gündeme kayıtsızlık halinin göreli uzun sürmesinde Meclis muhalefetinin yeni koşullara uygun politik mücadele stratejisi önerememesinin azımsanmayacak bir payı var.  

2023 seçimlerinde oluşan parlamento Türkiye yakın tarihinin en sağcı parlamentosu oldu. Bunun kamusal hizmetlere ve toplumsal yaşama yansımalarını da 2023 yılı içerisinde görmeye başladık. İslamcı ve ülkücü grupların kendi ajandalarını toplumun ilerici kesimlerine dayatma çabası bir başka boyuta ulaştı bile. Tüm bunlar yaşanırken İYİP genel merkezinin muhalefetin unsurlarına karşı saldırgan tutumu ve iktidarın sınırlarını çizdiği bir muhalefet tarzına hapsolma eğilimi önümüzdeki dönemdeki demokratlar, sosyalistler ve Kürtler için siyasi mücadelenin çok daha çetin geçeceğini gösteriyor. 

CHP’de lider değişimi ve İYİ Parti’de çözülme yaşanırken Deva ve Gelecek Partilerinde siyasi hedefsizlik, Kürt siyasetinde ise arayışlar gündemde. Ancak 2024 yerel seçimleri, siyasi yapıların sahici ve eleştirel bir değerlendirme yapması aciliyetini ertelemiş gibi görünüyor. İstanbul ve Ankara’da alınacak sonuçların rejimin bundan sonraki adımlarını birinci dereceden etkileyeceği muhakkak. İktidarın bu büyükşehirleri ya da yalnızca İstanbul’u alması durumunda yeni anayasa dahil rejimin geleceğini güvence altına alacak adımlar atması muhtemelken kaybetmesi durumunda 14-28 Mayıs sonrasında oluşan karamsar tablonun muhalefet lehine dağılması olası. Bizler siyasi yapıların net bir röntgenini asıl yerel seçimler sonrasında görebileceğiz. Bir süredir Türkiye siyasetini bekleyen yeni kompozisyon 2024 sonbaharına kadar ete kemiğe bürünecek. Bu kompozisyonun halk yararına olabilmesi, demokratik – ilerici bir potansiyeli içermesi için toplumsal muhalefetin önümüzdeki süreci iyi değerlendirmesi gerekecek. 

                                                               /././

Ters para (Kaan Sezyum)

Eskort servislerinden bahsedeceğim sizlere biraz. Parası olan adamların bazılarının gerek eğlenmek, gerekse şekil yapmak için tercih ettiği bir hizmet. Parasını veriyorsunuz, istediğiniz özelliklerde kadın ayağınıza geliyor. Yemeğe, davete, açılışa ya da yatağa gidiyorsunuz. Özetle bu. Tabii eskort servislerinin de kızları yurtdışından getireni var, sadece belli otellerde hizmet vereni var falan filan…

Kendimizden çok sevdiğimiz dost, kardeş ve yas isyan edilecek ülke Suudi Arabistan da zengin bir adam gibi takılıyor. Bu sıralar kendilerine yeni bir imaj çizmeye çalışıyorlar. Kendilerini daha medeni, dünya vatandaşı ve “cazibe noktası” göstermek için ülkelerinde bir takım etkinlikler yapma peşindeler ve yapıyorlar da. Sonuçta dünyamız parayı verenin düdüğü evine götürdüğü bir yer. Müslüm Gürses’in de dediği ama benim hep yanlış duyduğum gibi “Her şeyin bir bedeli var”... Tabii bedel dediğimiz zaman, bu bedel işlerinde en iyi olan ülkelerden biriyizdir hiç şüphesiz. Gün gelir papazın bedelini ödetiriz, gün gelir çevremizdeki ülkelere bedel ödetiriz, gün gelir iç güçlere bedel ödetiriz, gün gelir dış güçlere bedel ödetiriz… Gün gelir askerliğin bedeli ödenir, gün gelir Somali cumhosunun evladının öldürdüğü moto kuryenin bedeli ödetilir… Bizde her şey olur, yanlış olmaz… O şekilde bir ülkeyiz. Yöneticilerimiz sağ olsunlar, tutarlılık kavramına bambaşka boyutlar kazandıran yüce yöneticilerimiz… Bir dediğinin bir dediğini tutmadığı, bir kulağının diğerini duymadığı, ağzının dediğini elinin yapmadığı yüce yöneticilerimiz. Onlar bir tanedir. Gerçekten de dünyanın başka hiçbir yerinde böylesi gönlü ve cüzdanı geniş yönetici bulamazsınız. Arasanız da bulamazsınız, sadece bizde yetişiyor böylesi. Endemik… Gün gelecek onların üzerine de beton dökülecek. Çünkü bizde biricik olan hiçbir şey sevilmez. Zeytin ağaçları gibi.

∗∗

Bizdeki yolsuzluk ve çürümüşlük de öyle böyle değildir. Dünyaya bakışımız bambaşkadır. Başka ülkede tüm hükümeti alaşağı edecek -diyelim ki- 20 milyon Avro’luk bir emlak yolsuzluğu düşünün… İnsanın hemen gülesi geliyor değil mi? Ya bizimkiler için 20 milyon Avro, evde kalan paranın bir miktarı sadece. Devede kulak yani, nedir?

Deve dedim de aklıma geldi. Futbolla hiç alakam olmayan olmamasına rağmen, benim bile yadırgadığım, ülkemizin futbol sezonunun final maçı neden Arabistan’da oynanmak isteniyordu? Parasıylaymış. Neyse ki sonra ev sahiplerimiz yağı çok bulup ne yapacaklarını şaşırdı. Ama şimdi bizde de hiç mi hata yok. Kendimizi nasıl da pazarlayıp bu olaya “He” dedik? Neyse, dediğim gibi futbolla alakam yok, o yüzden bu olaylar da beni çok ilgilendirmiyor. Sadece memleketin itibarı yerle bir oluyor, insan göz göre göre bu hallere gelmeyi kaldıramıyor.

Bu vesileyle yıl sonuna kabus gibi girmemize sebep olan şehit askerlerimiz de arada kaynadı. Hep beraber terörü kınadık, lanetledik, hakkında kötü konuştuk, bir kağıtlara imzalar atıp, fakir evlerin fakir evlatlarını unuttuk gitti. 11 kişinin bir top peşinden koşması, 12 kişiyi unutturdu.

∗∗

Buradan bakınca 2024’ün, 2023’ten daha kötü olabilmesi için bir tek Marmara depreminin olması gerekiyor. Çünkü bu depremin tarihimizdeki en korkunç olay olması için her şeyimizle hazırız. Acil durum toplanma alanlarına AVM’leri gömdük, İstanbul “kentsel dönüşüm” ayağına sadece zenginlerin oturabileceği, emlak piyasasının saçma sapan yükseldiği bir yer haline geldi. Geçtiğimiz 20 yılda topladığımız deprem vergileriyle de zaten güçlendirme değil, yol filan yaptık. Şehrin çalışan ve makul konumlu havalimanını siyasi inat uğruna yok ettik. (Ben bu havalimanı pistini imha etmeyi anlayamıyorum. Normalde savaş durumunda filan düşman ilk olarak karşı kuvvetlerin hava limanlarını etkisiz hale getirmeye çalışır. Çok şükür bizim düşmana ihtiyacımız yok, kendi imhamızı kendimiz yapıyoruz)

Yani diyeceğim o ki, ülke olarak en kötüsünü yaşamaya hazırız. Bu ya bu yıl olur, ya seneye olur. O zamana kadar da alanlarda “Boykot” deriz, gemileri denizden göndeririz.

Gereken herkesin hayatta kaldığı güzel bir sene olsun lütfen.

                                                                  /././

2023’ün sorusu: Nas’a ne oldu? (Ozan Gündoğdu)

“Nas var nas” ifadesiyle vücut bulan şey, İslamcı cehaleti değil, İslamcının rasyonel bakış açısıydı. 2023 yılında ne yaşadığımızı anlamak için Erdoğan’ın bu bakış açısını çözmek gerekiyor.

Mayıs Seçimleri’nin ardından Merkez Bankası her faiz artırdığında halk kesimleri “Nas’a ne oldu” diye sordu. Seçimlere yüzde 8,5 politika faiziyle giren Erdoğan, ne olmuştu da aralık ayına kadar politika faizinin yüzde 42,5’e çıkarılmasına göz yummuştu? Demek ki deniz bitmişti, demek ki Erdoğan da hatasını anlamıştı. Şimdi zor bir dönem bizi bekliyordu ama hiç değilse “rasyonel politikalara” geri dönülmüştü. Çok şükür... 

Rasyonel “akılcı, çıkarlarını gözeten” anlamına geliyor. Tersi, irrasyonel; “çıkarlarını gözetmekten mahrum, akılsız” demek için kullanılıyor. Erdoğan, seçimden önce de seçimden sonra da rasyoneldi. Her iki dönemde de kendi temsil ettiği kesimlerin ve elbette kendi iktidarının çıkarlarını gözetiyordu. “Nas var nas” ifadesiyle vücut bulan şey, İslamcı cehaleti değil, İslamcının rasyonel bakış açısıydı. 2023 yılında ne yaşadığımızı anlamak için Erdoğan’ın bu bakış açısını çözmek gerekiyor.

ENFLASYON MU İŞSİZLİK Mİ?  

Ekonomik kararların sonuçları üzerinden bu kararları eleştirmek son derece kolay. Nitekim, 2019 yılında başlayan “irrasyonel” faiz politikası Türkiye’yi “enflasyonla büyüme” patikasına sokmuş, dolar kuru son 4 yılda 6’ya katlanmış, enflasyon yüzde 85’e kadar tırmanmış ve kronikleşmiş. O halde, bu politika tümüyle yanlıştı ve Erdoğan hata yapmıştı. Halbuki bu “rasyonel politika” anlatısı, hakikati ıskalıyor. 

Değerlendirme, nedenleri gözetmeden salt sonuçlar üzerinden yapılınca, Erdoğan’ın hata yaptığı zannına kapılıyoruz. Halbuki, Erdoğan’ınki bir hata değil sonuçlarını üç aşağı beş yukarı öngördüğü bir tercih yaptığı ortadaydı. 7 Ekim 2022’de dönemin Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, bu hakikati Uludağ Ekonomi Zirvesi’nde şöyle dile getirecekti:  

"Türkiye Ekonomi Modelimizi tasarlarken durgunluk ve yüksek işsizlik sorunlarıyla tekrar karşılaşmamak için üretim ve istihdamı önceledik."  

Düşük faiz politikasının sonucu yüksek enflasyonla beraber yaşanan yüksek büyümeydi. Enflasyonu kabullenmek, halkın alım gücünü baltalamak, büyümenin refahını emek kesimlerinden sermaye kesimlerine transfer etmek Türkiye Ekonomi Modeli’nin birinci tercihiydi. Bu modelin dışındaki diğer seçenek ise ekonomik büyümeden feragat etmek ve işsizliği kabullenmekti. Çünkü pandemiyle birlikte Türkiye ekonomisi enflasyon yaratmadan büyüyemeyecek hale gelmişti. Erdoğan’ın karşısında enflasyon olsun mu olmasın mı gibi bir soru yoktu. Doğru soru “ya enflasyon ya işsizlik, hangisi” olmalıydı. Enflasyon mu işsizlik mi sorusuna Erdoğan iktidarı, enflasyon cevabını verdi. Çünkü Erdoğan, işsizliğin politik bedelini 2019 Yerel Seçimleri’nde İstanbul ve Ankara’yı kaybederek ödemişti. İşsizlikte Cumhuriyet rekoru Şubat 2019’da kırılmış, İstanbul Seçimi hukuksuzca Haziran 2019’da yenilenmiş, temmuzda ise yüksek faizi dayatan Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya “söz dinlemediği için” görevden alınmış, yerine getirilen Murat Uysal’ın ilk işi ise politika faizlerini indirmek olmuştu. Bak şu akılsıza… Halbuki kurgulanan tezgah bambaşkaydı.  

NAS DEĞİL BORÇ VAR(DI)  

Türkiye’de pandeminin ilk vakası Mart 2020’de görüldü. O tarih itibariyle Marmara’ya ve Anadolu’nun her yerine yayılan, istihdamın yüzde 80’ini oluşturan küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin (KOBİ) en büyük sorunu bankalara olan kredi yükümlülükleriydi. Pandemiyle birlikte büyük bir durgunluk beklentisi ortaya çıkmış, borçların ödenememesi olasılığı hem KOBİ’leri hem de bankaları tedirgin etmişti. 2020 Mart ayı itibariyle KOBİ’lerin bankalara olan toplam kredi borcu 101,3 milyar dolarla rekor seviyedeydi. Üstelik bu borçların 20 milyar doları yabancı para cinsindendi. Dolar kurunun 2018’deki gibi bir şok yaşaması halinde KOBİ’ler iflasın kıyısına gelecekti. Bu durum bankaların da hoşuna gitmezdi. Dolar kurunu baskılamak için faizler artırılsa bu sefer de TL cinsinden borçlar yapılandırılırken büyük bir finansman maliyetiyle karşılaşılacaktı. Çare belliydi; faizler düşürülecek, enflasyon yaratılacak ama döviz kurları Merkez’in rezervleri aracılığıyla sabit tutulacaktı. Böylece KOBİ’lerin borçları enflasyona eritilecek, aynı dönemde büyümeye de devam edilecekti. 

Böylece 2020 Mart’ta 101,3 milyar dolar olan KOBİ borçluluğu 2022 Mart’ta 86,8 milyar dolara kadar geriletildi. Borçlar azalmasına rağmen, aynı dönemde Türkiye ekonomisi yüzde 15’in üzerinde büyüdü. TL cinsinden uzun vadeli borçlar, enflasyon sayesinde eriyordu. Halk kesimleri enflasyonla boğuşurken, sermayenin borcu, enflasyon sayesinde kuşa dönüyordu. 

2020, 2021… Dünya pandemiyle boğuşurken, Türkiye’deki sermaye çevreleri için her şey gerçek olamayacak kadar güzeldi. Yalancı bir bahar yaratılmış, istihdam korunmuş, enflasyon sayesinde sermayenin borçları eritilmiş, halkın alım gücü sermayeye transfer edilmişti. Düşük faiz ortamında konut piyasası canlı tutulmuş, gayrimenkul fiyatlarındaki şişme sayesinde, konut baronları oluşmuştu. Yüzde 50’den fazlası ev sahibi olan Türkiye toplumu da bu vaziyetten memnundu. Ellerindeki mülkleri sürekli değer kazanıyordu, ah şu enflasyon da olmasaydı… 

Denizde kum gibi piyasada para vardı. Bu paraya ulaşamayanlar halkın yüzde 70’ini oluşturan sabit ücretlilerdi. Onlara da 6 ayda bir yapılan zamlarla “Elimizden geleni yapıyoruz, herkes zor durumda, görüyorsunuz” masalı anlatılmıştı. Halbuki zenginin milyonu, milyara dönüşürken, halkın maaşı, kuşa dönüyordu. KOBİ’ler ile emek cephesi arasındaki uyumu da İslamcılık belirleyecekti. Tüm bunlar yaşanırken, aynı secdeye baş koyan işçi ve patron uyum içinde çalışmaya devam etmiş, başını kaldıran işçiye polis jopu ve grev yasakları gösterilmişti. Emek cephesinde tezgâhı farkına varan kesimlerin itirazları “terörle mücadele konsepti” sayesinde susturulacaktı.  

2023’ÜN İLK VE İKİNCİ YARISINI ANLAMAK  

İşsizlik, aynı secdeye baş koyan işçi ile patronun arasındaki uyumu bozan en büyük krizdi. Enflasyon ise tam tersine, işçi ile patronun dayanışmasını sağlıyordu. Enflasyon sayesinde patron işçisine ağlayabiliyor, işçi de patronuna acıyordu. Erdoğan’ın arkasında hizalanan patron, işçisine öğütlüyordu; “İyi ki Erdoğan var, yoksa hepten batarız”. Fakat aynı şeyi işten çıkarmalar yaşandığında söyleyemezdiniz. 

İşte bu anlayışla 2023 Mayıs seçimlerine faizleri daha da düşürerek girdi Erdoğan. Kredi mekanizmasıyla piyasaya pompalanan paralar patronun cebine akıyor, Türkiye büyüyor, örgütsüz emek cephesi ise kırıntılarla avunuyordu. Cemaatler ve tarikatlar, bu dönemde herkesin fedakârlık yapması gerektiğini anlatıyor, Diyanet’in cuma vaazları, bu konsepte uygun hazırlanıyordu. 

Tüm senaryo 14 ve 28 Mayıs için hazırlanmıştı. Seçimler bitti, “Rasyonel Erdoğan” için dere geçilmişti. KOBİ’ler semirmiş, borçları geniş kesimlerin sırtına yıkılmış, işsiz olmadığı için “çok şükür” dedirtilen halkın oyu cebe indirilmişti. Ama yerli ve milli bu ziyafetin de sonuna gelinmişti. Bu ziyafetin hesabı ise yine halk kesimlerine ödetilecekti. 

Ekonomiyi politik zaviyeden okuma becerisi olmayan muhalefet cephesi olan biteni anlamakta zorlanıyor, Erdoğan’ın “Nas var nas” söylemini cahilliğine yoruyor. Halbuki asıl cehalet, Erdoğan’ın “rasyonel aklını” anlamayan muhalefetteydi. 2023’ün ilk yarısında sermayeye pompalanan paralar, ikinci yarısında halkın cebinden alınacaktı. Şimdi Erdoğan’ın karşısında yine aynı soru var; Enflasyon mu işsizlik mi? Rasyonel cevap belli, seçim yoksa, işsizliğin bir mahsuru da yok.

                                                                  /././

Baronlara önce ev, sonra vatandaşlık (Timur Soykan)

Barınma krizi yaşarken uyuşturucu baronları, gökdelenlerden katlar, daireler satın alarak vatandaş oluyor. Son yakalanan Alman baron Eric Schroeder, Türkiye’nin en yüksek binası Sapphire Rezidans’ta iki daire almış. Onun komşusu Avustralyalı Komançero Çetesi’nin lideri. Uyuşturucu baronların eşleri de vatandaşlık için Kağıthane’deki lüks rezidanstan iki daire satın almış. Maslak 1453’te ise İsveçli baronun daireleri var.
                               Baron Schroder ile Buddle’ın da Sapphire Rezidans’tan ev aldığı öğrenildi.

Dünyadaki uyuşturucu baronlarına Türk vatandaşlığı satılırken kimleri cebini dolduruyor. Elbette kalın perdeler ardında bu işten cebini dolduran siyasiler, bürokratlar hatta çeteler var. Bir de hepimizin gözünün önünde dev gibi bir gerçek duruyor.

Ülkenin lafa gelince ‘yatay mimari’den yana olan Cumhurbaşkanı’nın döneminde yapılan onlarca katlı, devasa gökdelenlerden katlar, daireler uyuşturucu baronlarına satıldı. Ülke insanın ‘Servet değerindeki bu evleri kim alıyor’ merakı da yanıt buluyor.

                         Eric Schroeder 26 Aralık 2023’te İstanbul’da Kafes 25 operasyonuyla yakalandı.

Son olarak; İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın İstanbul’da yakalandığını duyurduğu uyuşturucu kaçakçısı Eric Schroeder bunlardan biri.

BARON, SAPPHİRE’DEN İKİ DAİRE ALMIŞ

Almanya tarafından Kırmızı Bülten ile aranan uyuşturucu kaçakçısı Eric Schroeder, İstanbul’un göbeğindeki Türkiye’nin en yüksek binası olan Sapphire Rezidans’tan iki daire satın almış. 261 metre yüksekliğindeki gökdelenin 2’nci ve 10’uncu katındaki bu daireler 5 Nisan 2022’de satılmış. Tam satış değerini bilmiyoruz. Ancak Sapphire Rezidans’taki 1 artı 1 daireler bile 16,5 milyon TL değerinde. 90 milyon TL’ye satılan daireler var. Eric Schroeder, bu daireleri satın alarak hem kara parasını akladı hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak için başvurdu.

         Eric Schroeder, Sapphire Rezidans’tan iki daire satın almış.  

Eric Schroeder, Türkiye’deki Hollandalı uyuşturucu baronu Joseph Johannes Leijdekkers’e yönelik operasyonlar zincirinde yakalanan son isim oldu. Avrupa’nın en çok aranan suçlularından olan Leijdekkers’ın Avrupa’daki para işlerini yürütüyor ve kara parasını aklıyordu.

Interpol’ün arama kararına göre; Eric Schroeder, Almanya Hamburg’da uyuşturucu ticaretini yönetiyor. Ayrıca suç işlemek amacıyla örgüt kurma ve suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama suçlarından aranıyordu. Almanya’da 784 kilo marihuana ve 154 kilo kokain kaçakçılığı suçlarından yargılanıyor. Schroeder’ın Cehennem Melekleri isimli suç örgütüyle 1,1 ton kokain bulunan bir konteyner soygununa karıştığı biliniyor.

BÜYÜK BARONA OTURUM İZNİ VERMİŞLER

Jos Leijdekkers, Avrupa’nın en çok aranan suçluları arasında. 

Eric Schroeder vatandaşlık almayı başardı mı? Bilmiyoruz. Ancak Leijdekkers yönelik soruşturmada oturma izni aldığı anlaşılıyor. Sapphire’den daire aldığına dair belgelerde ‘9’ ile başlayan yabancı kimlik numarasına sahip.

Daha vahimi Avrupa’nın en çok aranan uyuşturucu baronu Joseph Johannes Leijdekkers’e de oturum izni verilmiş. Onun da ‘9’ ile başlayan yabancı kimlik numarası var.

KOMANÇEROLAR’IN LİDERİ DE DAİRE ALDI

          Mark Douglas Buddle, Komançero Çetesi’nin lideriydi.

Sapphire gökdelenindeki tek uyuşturucu kaçakçısı Eric Schroeder değil. 2 Kasım’da operasyon yapılan Avusturalya merkezli Komançero Çetesi’nin eski lideri Mark Douglas Buddle, Sapphire Rezidans’taki 28 numaralı daireyi 1,5 milyon dolara satın almıştı. KKTC’deki micro-makro.net sitesinin haberinden detayları öğrendik. Dünyadaki en büyük uyuşturucu ağlarından birini yöneten Komançero Çetesi’nin lideri Mark Dougles Buddle, Avustralya’dan kaçtıktan sonra Türkiye’ye gelmişti. Sapphire’deki dairesini 17 Kasım 2020’de Şişli Tapu Dairesi’ne tescil ettirdi ve 7 gün sonra istisnai Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı almak için başvuru yaptı. Mark Douglas Buddle, Bodrum’da da 4 konut alarak kara parasını aklamıştı. Ancak bizi şaşırtacak şekilde 2020 yılının sonlarında başvurusu reddedildi ve KKTC’ye gitti. Burada şirketler, evler satın aldı. Anlaşmalı bir evlilikle KKTC vatandaşı olmaya çalıştı. Temmuz 2022’de KKTC’den Türkiye’ye gönderildi ve Avusturalya’ya iade edildi.

AKP’Lİ MİLLETVEKİLİNİN GÖKDELENİ

Sapphire’de başka hangi suç örgütlerinin, baronların evleri var? Şimdilik bilmiyoruz. Ama bu gökdeleni inşa eden Kiler Holding. Şirketin sahibi Vahit Kiler, AKP kurucuları arasında ve eski AKP milletvekili. Şirket bir marketler zinciriyken AKP döneminde büyük bir holdinge dönüştü. 2015 yılında Kiler Holding borçlarını ödeyememiş ve Sapphire’deki alışveriş merkezini, kamu bankası Halkbank’a 100 milyon dolara satmıştı. 12 Ocak 2023’te ise aynı alışveriş merkezini Halkbank, Kiler Holding’e yarı fiyatına, 48 milyon dolara geri verdi. Büyük vurgun Sayıştay raporuna girmişti.

Hollandalı baron Leijdekkers’in Türkiye’deki suç örgütüne yönelik operasyonda başka isimlerin de gösterişli yapılardan daireler aldığı belirlendi.

EŞLERİNE VATANDAŞLIK İÇİN KONUT ALDILAR

Abdullah Alp Üstün’ün yabancı eşi ve Türk vatandaşı yapılan bir baronun eşi Genyap Link projesinden daire aldı. 

Leijdekkers’in ortağı olan Türk uyuşturucu baronu Abdullah Alp Üstün, 13 Haziran 2023 tarihinde operasyonun ilk dalgasında yakalanmış ve tutuklanmıştı. Bu operasyonda suç örgütünün 1,1 milyar liralık malvarlığına el konulmuştu. ‘Tombul Jos’ lakaplı Leijdekkers ile bacanak olan Abdullah Alp Üstün’ün yabancı uyruklu eşi Nadia Alla’nın Kağıthane’deki Genyap Link projesinden vatandaşlık için daire aldığı tespit edildi.

Vatandaşlık ve oturum izinlerinde danışmanlık hizmeti veren Lapet Gemicilik, Dış Ticaret A.Ş.’den Nadia Alla’nın hesabına Nisan 2022’de 312 bin 735 dolar gönderildi.

Nadia Alla, bu paranın 310 bin dolarıyla Genyap Link’ten bir daire satın aldı. Bu parayı gönderdiği banka işleminin açıklamasına ise “Türk vatandaşlığı için” yazdı.

Nadia Alla’nın eşi Abdullah Alp Üstün, 2018 yılında da büyük bir uyuşturucu operasyonunda yakalanmıştı. Türkiye’deki eroini, Hollanda’daki ortaklarıyla takas ettikleri tespit edilmiş ama daha sonra tahliye edilmişti.

Hollandalı uyuşturucu baronu Leijdekkers’e yönelik operasyonda şüphelilerden Christopher Mark Grogan’ın vatandaş olduğu ortaya çıktı. Christopher Mark Grogan 250 bin dolar değerinde gayrimenkul alarak Türk vatandaşı olmuş ve adını Can Yavuz olarak değiştirmiş. Onun vatandaş olması için danışmanlık hizmetini de Lapet Gemicilik Dış Ticaret A.Ş., vermişti. Eski adıyla Christopher Mark Grogan yeni ismiyle Can Yavuz’un eşi Esther Krupenia için aynı şirket devredeydi. Lapet Gemicilik Dış Ticaret A,Ş., Esther Krupenia’nın hesabına 314 bin 882 dolar gönderdi. Esther Krupenia bu paranın 310 bin dolarıyla Genyap Link’ten daire satın aldı. O da para havalesinin işlem açıklamasına “Türk vatandaşlığı için” yazmıştı.

UYUŞTURUCU BARONUN QUASAR’DAKİ EVLERİ

Aynı soruşturmada uyuşturucu kaçakçısı olmakla suçlanan Abdullah Alp Üstün’ün çok popüler bir gökdelenden 3 daire aldığı belirlendi. Eskiden Ali Sami Yen Stadı’nın bulunduğu yere Torun İnşaat dev gökdelenler yaparken yanındaki likör fabrikasının arsası da ranta açıldı. Mecidiyeköy’deki bu çok değerli araziye Quasar isimli gökdelen dikildi. Abdullah Alp Üstün, Quasar Rezidans’tan 3 daire satın aldı. Bunun için Anar Azimov isimli kişiye 1,1 milyon dolar ödedi.

Abdullah Alp Üstün, Quasar Rezidans’tan 3 daire satın aldı

İsveçli uyuşturucu baronu Rawa Majid ise Bodrum’da bir villa alarak Türk vatandaşı olmuştu. Rawa Majid’in İstanbul’da Ağaoğlu Maslak 1453 projesinde evleri olduğu ortaya çıkmıştı.

                        Rawa Majid

Rawa Majid’in Ağaoğlu Maslak 1453’te daireleri var. 

İranlı uyuşturucu baronu Naci Sharifi Zindaşti’nin İstanbul’un en pahalı projesi Zorlu Center Rezidans’ta iki dairesinin olduğu iddia edilmişti.

                                    Naci Sharifi Zindaşti
                                        Zindaşti’nin Zorlu Center’da daireleri olduğu soruşturmaya yansımıştı.


İstanbul Mecidiyeköy’de 8 Eylül 2022 tarihinde öldürülen Sırp uyuşturucu baronu Jovan Vukotiç’in İstanbul Şişli’deki Sinpaş Queen Bomonti Rezidans’ta 2 dairesi vardı. İstanbul Beşiktaş Ulus’ta da lüks konutları olduğu ifadelere yansıdı. Öldürüldüğü gün Bakırköy’deki Selenium Ataköy Rezidans’taki lüks dairesinden çıkmış Zorlu Center’a gidiyordu.

                                                               Jovan Vukotiç

                   Jovan Vukotiç’in Sinpaş Queen Bomonti’de iki dairesi vardı ve kiraya vermişti.

Rövşan Caniyev Çetesi’ne yakın olan Elnur Gasimov ise İstanbul Ataköy’deki Dumankaya İkon Rezidans’ta yaşıyordu. Bu lüks konut projesinin önünde 26 Ekim 2022 tarihinde öldürüldü.  

Rövşan Caniyev Çetesi’ne yakın olan Elnur Gasimov ise İstanbul Ataköy’deki Dumankaya İkon Rezidans’ta yaşıyordu. Bu lüks konut projesinin önünde 26 Ekim 2022 tarihinde öldürüldü.  

Elnur Gasimov, İstanbul Ataköy’daki Dumankaya İkon Rezidans’ta yaşıyordu.

Avustralya merkezli Komançero Çetesi’nin liderlerinden Hakan Ayık’ın İstanbul en lüks sitelerinden, Demirören Holding’e ait Kemer Country’de iki konutunun olduğunu biliyoruz. Hakan Ayık, Avrupa’nın önemli uyuşturucu kaçakçılarından Maximilian Rıvkın’a Şişli Esentepe’deki iki dairesini satmış ve onun vatandaş olmasını böyle sağlamışlardı. Uyuşturucu baronu Maximilian Rıvkın, Türk vatandaşı olunca Cem Cansu adını almıştı.

Komançero Çetesi’nin Yüksek Komutanı, Duax Ngkuru’nun da İstanbul ve Bodrum’da çok sayıda konutunun olduğu öne sürülüyor.

İstanbul’da büyük bir barınma krizi yaşanırken uyuşturucu baronları lüks daireler satın alıyor.

Yeni evlenen çiftler kiralık daire bile bulamazken suç örgütü liderleri gökdelendeki konutlarıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oluyor.

Kiracılar ve ev sahiplerinin kavgalarında cinayetler işlenirken baronlar kara paralarını hepimizin gözleri önünde böyle aklıyor.

(derleyen: mstfkrc)