11 Şubat 2024 Pazar

Bankalar tertemiz soydu: Deli Dumrul haracında rekor! - Bahadır Özgür / duvaR

 

Ücretlilerin hayatının daha da çöktüğü bir yılda bankalar, adi sokak yankesicilerini bile aratacak hırsızlığa imza attılar. Ücret ve komisyon adı altında aldıkları milyarlarca liralık Deli Dumrul haracındaki artışlar rekor kırdı: Garanti yüzde 140, Yapı Kredi yüzde 142, Akbank yüzde 188.

Bankalar geçen yıl mükemmel bir soyguna imza attılar. Milyonlarca insanın fark etmediği bu soygunla son 10 yılın en büyük vurgununu yaptılar. Üstelik zahmete bile girmediler. Sadece şubeye, ATM’ye gitmenizi, cep telefonunu elinize alıp kiranızı, borcunuzu ödemenizi, çocuğunuza para göndermenizi beklediler sinsice. Ve emeğiyle geçinenlerin yaşamının daha fazla çöktüğü bir yılda bu tefeci kartelleri, parmaklarını kıpırdatmadan milyarlarca liralık bir ‘Deli Dumrul haracını’ ceplerine indirdiler.

Bankaların yıllık bilançoları sırayla açıklanıyor. Geçmiş yıllara oranla hızı azalsa da kar bakımından keyifleri fena değil. Fakat onları asıl mutlu eden, bilançolarında ‘ücret ve komisyon geliri’ adı altında topladıkları haraçtan gelen büyük hasılat. Ücret ve komisyon gelirlerindeki artış 2023’te, son 10 yılın en yüksek düzeyine çıktı.

Malum; ATM’den para çekmekten, cep telefonunuzdan havale, EFT yapmaya; kredi kartı aidatından kredi almaya kadar sayısız işlem üzerinden para alınıyor. Ücret ödenmeyen bir hizmetleri yok gibi. Şubenin önünden geçseniz para ödeyeceksiniz neredeyse.

İşte 2023 yılında bu kalem rekor kırdı. Üç büyük bankanın ücret ve komisyon adı altında elde ettiği toplam net gelir yüzde 153 arttı.

Gelin şimdiye kadar bilanço açıklayan üç büyük bankanın Deli Dumrul hasılatını bir bakalım. Bu dümdüz hırsızlık karşısında tefecilik bile masum kalıyor.

DELİ DUMRUL HASILATININ BİLANÇOSU

Garanti Bankası geçen yılı 86.3 milyar lira net karla kapattı. Önceki yıla kıyasla artış yüzde 48. Ama haraç kaleminden elde ettiği net gelir 43.5 milyar lira. Artış oranı tamı tamına yüzde 140. Yani Deli Dumrul haracı, karının yarısına denk geliyor.

Garanti Bankası konut, ihtiyaç veya taşıt kredisi aldığınızda yüzde 0.5 komisyon ödüyorsunuz. ATM’den limit üstü çekim yaparsanız haracınız yüzde 2. Ya da 4 bin TL havale yapacaksınız, hemen ellerini cebinize atıp 10.4 TL’yi, ATM’de 7.3 TL’yi, evden çıkmayıp cepten yaparsanız da 2.1 TL’yi anında alıyor.

Garanti yapar da Yapı Kredi durur mu? 2023 bilançosuna yazdığı net kar 60 milyar lira. Artış hızı yüzde 29. Fakat onun vatandaştan kestiği haraç yüzde 142 artışla 38.1 milyar liraya fırlamış.

Yapı Kredi’de mesela bin kira havale için şubede 6.39 liranızı, ATM’de 4.45 liranızı alıyor. İsterseniz hiç işlem yapmayın. Eğer Yapı Kredi’nin kredi kartını cüzdanında taşıyorsanız yıllık kirası 558.57 lira. Onu yenilerseniz 9.52 lira ödüyorsunuz. Yani banka sizi nereye kaçarsanız kaçın, bir yolunu bulup haracını alıyor.

Bilançosunu açıklayan diğer büyük banka da Akbank. 2022 yılına göre net karını yüzde 11 artırıp, 66.4 milyar liraya yükseltti. Diğer ikisine kıyasla düşük bir kar artışı. Lakin Akbank da zahmetsiz soygundan güzel para kazandı.

Bilançosuna bakılırsa ücret ve komisyondan elde ettiği net gelir 11.8 milyar liradan 34.1 milyar liraya fırladı. Kar artışı düşük ama haraç artışı yüzde 188 ile rekor düzeyde. Akbank’ın da Deli Dumrul tarzına birkaç örnek verelim. Mesela konut kredisi borcunu erken kapattınız. Yok öyle yağma! Borcu ödemezsen olduğu gibi, ödersen de cezası var. Bu durumda yüzde 2 komisyonunu anında alıyor. Kiranız 200 bin liradan düşükse ve internetten ödüyorsanız Akbank da 8.44 liranızı kesiyor.

Bu üç bankanın dışında diğer bankaların bilançolarında da aynı manzarayla karşılaşacağız. Görünen o ki, vatandaşın kredi çekemediği, zaten kredi almanın iyice zorlaştırıldığı, enflasyon ve hayat pahalılığının ağırlığının arttığı bir dönemde bankalar karlarını korumak için milyonlarca insanın mecbur kaldığı bankacılık hizmetlerine fahiş zamlar yaparak gelir elde ettiler. 2023’te kar yarışı, kim daha fazla vatandaştan haraç kesecek rekabetine dönmüş. 

Anlaşılan.

Bahadır Özgür / duvaR

10 Şubat 2024 Cumartesi

Saray’ın deprem raporunda ifşaat ve itiraflar - Hakkı Özdal / EVRENSEL

 

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın (SBB), 6 Şubat Maraş depremleriyle ilgili ikinci raporu, depremin birinci yıldönümünde yayınlandı. İlk rapor, büyük yıkımdan 40 gün kadar sonra 17 Mart 2023’te yayınlanmıştı. Bu ilk rapor, ‘soğukkanlı’ denebilecek bir perspektifle, bir tür ‘hasar analizi’ yapıyordu. Temel bulgularda, sözgelimi depremin toplam maliyeti hesabında, Dünya Bankası verileriyle örtüşen gerçekçi sonuçlara varılmıştı. Yıkılmış işyerine giren bir patron, etrafa dikkatle göz atıp sayım yapmış ve bütün bunları not almış gibi bir metindi. Kapitalist devlet için bu yordam zaruridir.

6 Şubat 2024’te yayınlanan ikinci rapor ise geride kalan bir yılda uygulanan stratejiyi açığa çıkardı. Raporun tümüne şamil olan ve esasen bu stratejinin özünü oluşturan perspektif, 6 Şubat’ta 11 ile ağır yıkım yaşatan depremin, bölgedeki kapitalist yapılanma için bir fırsat olarak değerlendirildiğini gösteriyor. Rejimin, halkın ve ülkenin başına gelen felaketlerde kendi siyasal ikbali için bir fayda görmesi tutumu, 15 Temmuz itibariyle bir sloganda cisimleşmişti: Allah’ın lütfu… Bu rapor gösteriyor ki 6 Şubat depremlerinin yol açtığı yıkım da Allah’ın bir lütfu olarak görülmüş.

Raporda, gerek maddi kaynakların kullanımı gerekse yasa-mevzuat düzenlemelerinin açıkça sermaye lehine bir stratejiyle yapıldığı görülüyor. Buna ilişkin temel başlıkları, arkadaşımız Nisa Sude Demirel’in haberinde  okuyabilirsiniz. Burada Saray rejiminin, tüm kaynakları ve mevzuatı, temsil ettiği egemen sınıf blokunu önceleyecek şekilde sermaye sınıfına yönlendirmesine dair politik-ekonomisi için temsil gücü yüksek birkaç başlığa değinilecek.

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 15 Şubat 2023 günü, neredeyse tüm TV kanallarının katıldığı yardım toplama şovuna canlı yayında bağlanarak, bir yıl içinde, yıkılan her binanın yerine yenilerini yapacaklarını vaat etmiş ve “Ben halkımdan bir yıl müsaade istedim. Bir yıl içinde inşallah biz bu konutları tamamlayacak ve sahiplerine teslim edeceğiz” demişti. Depremden 9 gün sonra savrulan bu vaat kısa sürede revize edildi. 23 Mart’ta kalıcı konutların temel atma töreninde konuşan Erdoğan, “Mevcut planlamaya göre bir yıl içinde 319 bin, toplamda 650 bin konut yapacağız” dedi. Bir yılda teslim edilecek konut sayısı şubat sıcağındaki 650 bine oranla yarıdan fazla azalmış ve 319 bine düşmüştü. Ama TRT başta olmak üzere iktidar medyası bu ‘küçük farkı’ hokus pokusladı. Başlıklar “Bir yılda 650 bin konut teslimi” diye atıldı. Yaklaşan seçimlerin de etkisiyle vaat küçültmek uygun görülmemişti. İşte SSB raporu, bu vaadi satır aralarında iki yıla çıkarıyor. Kalıcı konutların iki yıl içinde teslim edileceğini söylüyor. Neden bir yılda bitirilemediği ve sürecin iki katına uzadığı konusunda ise hiçbir açıklama sorumluluğu duymuyor.

Üstelik bugün ortaya çıkan tablo, bu 319 bin vaadinin de fiyaskoya dönüştüğünü göstermektedir. Bir yılda inşaatı yüzde 70’in üzerinde tamamlanan sadece 25 bin konut üretilebildi. Evler teslim edilemeyince anahtar teslimi adı altında düzenlenen törenlerle kura çekimi yapıldı. SBB’nin 2024 raporu tam bu noktada da dikkat çekici bir veriyi adeta gözümüze sokuyor. Cumhurbaşkanlığı verilerine göre evleri yıkılan ya da ağır hasarlı olduğu için kalıcı konut hak sahibi sayısının en yüksek olduğu il, doğal olarak, yıkımın en ağır olduğu il Hatay. Bunu sırasıyla Maraş, Malatya ve Adıyaman izliyor. Ancak iş kura çekimine gelince hak sahipliği ile hak dağıtımı, adeta bir kum saati gibi tersine çevriliyor. Raporda, 16 Ocak 2024 itibarıyla hazırlanan tabloya göre, toplam 117 bin hak sahibi olan Hatay için 7.275 konutun kurası çekiliyor. Velev ki Hatay’daki yıkımın boyutları yeniden imarı da zorlaştırmış olsun. Peki Gaziantep’te 9 bin 587 hak sahibi için 10 bin 204 konutun kuraya konması nedir? Hatay’da hak sahiplerinin yüzde 5’ine (ev de değil) çekiliş verilirken, Antep’te neden bu oran, mantık dışı şekilde yüzde 105’e çıkar?

Bu çarpık tablo da elbette Anteplilerin kara kaşı kara gözü için değil. Depremin ilk günlerinden itibaren ayyuka çıkmaya başlayan “devletin bölgeye dönük çoklu stratejisinin” somut, ete kemiğe, sayıya yüzdeye bürünmüş halidir bu. Sermaye ve devlet, bölgede sanayi için önemli role sahip kentlerde, başta ihracat olmak üzere tüm kapitalist faaliyeti aksatmayacak şekilde göçü durdurmayı/engellemeyi, geri dönüşleri hızlandırmayı ve özellikle işçi sınıfının iskânını sağlamayı amaçlamıştır. Yıkımın en ağır olduğu Hatay’ın merkez ilçeleri ise doğrudan sanayi ve hizmetler için değil, daha uzun vadeli bir turizm faaliyeti için rezerv edilmiştir. Sözde kültürel bir kisve de giydirilen bu plan, Antakyalıların olmadığı bir yeni Antakya inşası için bölge halkının göçünü teşvik etmiş, buna zorlamıştır. Kalıcı konutların dağıtımında Antep ile Hatay arasında oluşan bu sansasyonel farka bu gözle de bakmak gerekir. Antep, Maraş ve Urfa’nın bölge sanayiinde ve Türkiye kapitalizminin toplamında oynadığı rol, konut kurasından işçi direnişlerine dönük şiddete dek bir dizi olguda tekraren görünmektedir.

Tüm planlamalar bölge sanayisini ayağa kaldırmak ve sermayeyi ihya etmek üzerine kurulurken, halka yönelik sınırlı harcamaların da, toplanan bağışlar ve işsizlik fonundan karşılandığı raporda açıkça görülüyor. Gazetemiz daha önce haber yaptı: Özellikle ilk günlerde yapılan tüm nakdi yardımların AFAD bünyesinde toplanan bağışlardan karşılandığı bu raporda itiraf ediliyor. SSB raporunda yer alan tablo deprem için kaynak tahsisinde merkezi bütçeden sonra ikinci kalemin bağışlar olduğunu gösteriyor. Yerel yönetim bütçelerinden sonra 4. sırada ise İşsizlik Fonu var. Depremin yaralarının sarılması için halkın bağışları ve emekçilerin işsizlik fonu kullanılırken bunun siyasal kaymağının yendiği itiraf edilmiş oluyor.

Son bir nokta ise hibe ya da kredi yoluyla gelen dış kaynaklar. Dünya Bankası Avrupa Yatırım Bankası, İslam Kalkınma Bankası, Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı gibi kuruluşlardan sağlanan dış finansmanın tutarı 2,8 milyar dolar. Yaklaşık 84 milyar liralık bu kaynağın aslan payı Şehircilik Bakanlığı, KOSGEB, İhracat Kredi Bankası gibi aracılara gidiyor. Bu kaynağın, inşaat sektörünü, siyasal iktidarın sosyal sınıfsal tabanını oluşturan orta ölçekli sermayeyi ve ihracatçılara aktığını tahmin etmek zor değil.

6 Şubat’tan bir yıl sonra, bizzat rejimin merkezinden yayınlanan rapor, halkın felaketinin sermaye kesimlerini ihya etmek için fırsata dönüştürüldüğünü gösteren başka pek çok itirafla dolu. 

Bunları takip etmeye ve yazmaya devam edeceğiz.

Hakkı Özdal / EVRENSEL

AKP'li Şamil Tayyar’a deprem konutu çıktı: "Hak sahibi olarak başvurduk" - İsmail Arı / BİRGÜN

 

Üç dönem AKP’den milletvekilliği yapan Şamil Tayyar’a deprem konutu çıktığı anlaşıldı. BirGün'ün ulaştığı Tayyar, "Hak sahibi olarak başvurduk, 85 metrekare 2+1 ev çıktı. Kardeşim oturacak" diye açıklama yaptı.

Yurttaşlar konteyner kentlerde ve çadırlarda yaşam mücadelesi verirken AKP Şanlıurfa Milletvekili Cevahir Asuman Yazmacı’nın ardından eski AKP Milletvekili Şamil Tayyar’a da deprem konutu çıktığı anlaşıldı. 

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, 4 Şubat’ta "Gaziantep Deprem Konutları Kura Çekimi" düzenledi. Kura çekiminin İslahiye ilçesi bölümüne gelindiğinde ise ekranda Şamil Tayyar’ın adı belirdi. Tayyar’a 5’inci katta 2+1 daire çıktığı açıklandı. 

"KURADAN ÇIKAN EVİ KARDEŞİM ALDI"

BirGün’ün ulaştığı Şamil Tayyar ise kendisine deprem konutu çıktığını doğrulayarak şu açıklamayı yaptı: "Kurada 2+1 85 metrekare ev çıktı. Babamın iki katlı bahçeli bir evi vardı. Ev benim üzerime kayıtlıydı ve ağır hasar raporu vermişlerdi. Bir süre sonra da yıkıldı. Hak sahibi olarak deprem konutuna başvurduk. Kurada çıkan evi de kardeşim aldı."

Öte yandan Tayyar, 24, 25, ve 26'ncı dönem Gaziantep Milletvekilliği yapmıştı.

AKP'Lİ VEKİLE DE ÇIKTI

AKP Şanlıurfa Milletvekili Cevahir Asuman Yazmacı’ya da Urfa’da deprem konutu çıkmıştı. Yazmacı, 2023 Ağustos ayında, Ensar Vakfı yurtlarındaki tecavüz skandalı nedeniyle soruşturma geçiren ve Şanlıurfa İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne atanan Asım Sultanoğlu’nu ziyaret eden ilk isimlerden biriydi.

İsmail Arı / BİRGÜN

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 10 ŞUBAT 2024 -

 

Vicdan Kararı mı, Cüzdan Kararı mı? (Işık Kansu)

Anayasa Mahkemesi, geçen ekim ayının ortalarında Yargıtay ve Danıştay üyelerinin aylıklarını yakından ilgilendiren bir karar verdi. 

Karara konu olan dosya, Hâkimler ve Savcılar Yasası’nda değişiklik yapılarak ek tazminatın hesaplanmasında Yargıtay ve Danıştay üyeleri için (40.000), diğer tüm yargıç ve savcılar için ise (15.000) gösterge rakamı öngörülerek, özellikle birinci sınıf yargıç ve savcılar aleyhine önemli ölçüde gelir farkı yaratılması üzerineydi.

Anayasa Mahkemesi kararında, bu durumun, adli ve idari yargı sisteminde yer alan mahkemeler arasında yargı hizmetinin yerine getirilmesinde huzursuzluk ve kırgınlığa neden olacak, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin birinci sınıf yargıç ve savcılardan tamamen farklı bir statüde olması sonucunu doğuracak nitelikte olduğu vurgulanmıştı. “Anayasada güvence altına alınan ‘hâkimlik teminatı’ bakımından farklılıkları bulunmayan birinci sınıf hâkim ve savcılar ile Yargıtay ve Danıştay üyeleri arasında çalışma barışını bozacak düzeyde olup söz konusu farklılığın makul ve orantılı olduğu söylenemez” görüşüne varılarak ve ilgili yasa değişikliği anayasaya aykırı bulunarak oyçokluğu ile iptal edilmişti.

Eski Yargıtay Başkanı Mehmet Uygun’un ifadesiyle, Yargıtay üyelerinin “cüzdanı”nı olumsuz etkileyen bu karar, Anayasa Mahkemesi’nce 11 Ekim’de verilmişti.

Aradan yaklaşık bir ay geçti. Yargıtay 3. Dairesi, geçen kasım ayının başında Can Atalay ile ilgili Anayasa Mahkemesi’nin hükmüne uymamayı karar altına aldı.

Ne büyük rastlantı değil mi?

Kamuoyunda yapılan bir bölüm yorumlara bakılırsa, Yargıtay 3. Dairesi’nin kararı, Gezi direnişinden hınç almayı öngören Saray’daki AKP’linin etkisi altında verilmişti.

Yani, kararı alan Yargıtay üyeleri açısından vicdan söz konusu değildi.

PAYANDALIK KİME?

DEM milletvekili Sırrı Sakık, “İki seçimdir CHP’nin adaylarına oy verdik ama bize yapılan antidemokratik saldırılara karşı güçlü bir destek göremedik” açıklamasını yaptı.

Selahattin Demirtaş da kendisini cezaevinde ziyaret eden Sırrı Sakık’a “DEM Parti kimsenin payandası değil” demiş. 

Geçen hafta bu köşeden, DEM’in temsil ettiği etnikçi siyasi hareketin yakındığı antidemokratik uygulamalardan sorumlu olan Saray yönetimiyle yürüttüğü gizli görüşmelerde ele alınmış kimi önerileri sıralamıştık:

“AKP’ye destek olacak adımlar atılması karşılığında Selahattin Demirtaş cezaevinden çıkarılacak. Kobani davası, yargılananlar açısından olumlu sonuçlandırılacak. Cezaevlerinde bulunan ve siyasi kadroların çoğunlukta olduğu 15 bini aşkın tutuklu serbest bırakılacak.”

DEM’in büyük kentlerde aday çıkarma kararının, şimdiye değin yalanlanmayan bu pazarlığın sonucu olduğunu bilmeyen kalmadı. 

Bu da demektir ki DEM’in temsil ettiği etnikçi siyasi hareket, bu kez AKP’ye payanda olma peşindedir.

TUTARLILIK GEREK

CHP, geçen yıl yaşanan depremle ilgili olarak iktidarı, yetkililerinin sorumluluklarını yerine getirmemekle suçluyor.

O halde çuvaldızı kendisine de batırmalı.

Hatay’da Lütfü Savaş’ın hiç mi suçu yok da yeniden aday gösteriliyor?

CHP, tutarlıysa, bu adaylığı yeniden gözden geçirir.

                                                    /././

CHP seçimin ertelenmesini istiyor! (Miyase İlknur)

Seçime sayılı günler kalmışken yarışı kazanmak için hamle üstüne hamle yapılıyor. Ortalık kulis haberlerinden geçilmiyor. Özellikle TV ekranlarında kulis aktaran gazeteciler şu aralar pek makbul. Kanal kanal dolaşıp, olmadı Skype bağlantısıyla aldıkları kulis bilgilerini ballandıra ballandıra anlatıyorlar.

İtiraf edeyim ki bu konuda meslektaşlarımın hayli gerisinde kaldım. Bu bende ciddi bir travma da yaratmadı değil. İşi gücü bırakıp kulis bilgisi almak ve meslektaşlarımı atlatmak, hatta hasetten çatlatmak amacıyla telefonumda ne kadar siyasi varsa aradım. Tabii en çok da hiçbir sırrın gizli kalmadığı CHP kanadını yokladım.

Öyle bir kulis bilgisi aldım ki adeta bomba. Aldığım duyumlara göre CHP yerel seçimlerin birkaç ay ertelenmesi için Meclis’te diğer partilerle görüşmelere başlamış. Temsilcisi aracılığıyla YSK’ye de bu konuda başvuru yapmak üzere nabız yoklaması yaptırmış.

CHP yönetimi seçimlerin ertelenmesine yönelik talebini “Kurultayımızı yeni yaptık ve partimizde bir değişim oldu. Daha hangi odada kimin oturacağı meselesini bile çözemedik. Adayların belirlenmesi konusunda takvim sıkıştı. O nedenle adaylarımızı belirleyemedik” gerekçesine dayandırdı.

KUPON BELEDİYELER SEÇİMDEN SONRA

TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerden ve YSK’den bu konuda anlayış bekleyen CHP’nin erteleme dışında ikinci bir talebinin olduğu da öğrenildi. CHP’nin kalesi olarak görülen kupon belediyelerde adayın seçimden sonra belirlenmesi yönünde ikinci bir talebi daha olmuş. CHP’liler, “Bu belediyeleri yine bizim kazanmamız kuvvetle muhtemel. Ceketimizi assak yine kazanıyoruz. Dolayısıyla adayımızın kim olacağı seçmeni çok da ilgilendirmiyor. Diğer partiler de zaten bu il ve ilçelerde bir iddiası olmadığına göre adayımızı geniş zaman dilimi içerisinde belirleme konusunda bize yardımcı olacağını umuyoruz” demişler.

CHP, seçiminin ertelenmesi konusunda AKP’yi ikna etmek için de şu argümanı kullanmış:

“Seçimin ertelenmesi size de fırsatlar sunuyor. Mesela; her ekrana çıktığında yaptığı gaflar yüzünden mide krampları geçirmenize neden olan Murat Kurum’u değiştirebilirsiniz bu sayede. Talepleriyle Reis’i sinir krizlerine sokan YRP lideri Erbakan’la müzakerede zaman kazanmak da cabası.”

ANKET FİRMALARI ERTELEMEYE KARŞI

Meclis’in ve YSK’nin CHP’nin, bu talebine ne cevap vereceği bilinmiyor ama bildiğimiz bir şey var ki o da CHP ile çalışan anket firmalarının seçimin ertelenmesine tepkili olduğu. CHP’ye aday adayları anketleri yapma konusunda anlaşan firmaların seçimin ertelenmesine yönelik tepkileri için “ne alaka” diyebilirsiniz.

Biz de sizin gibi düşünüp CHP’nin çalıştığı birkaç anket firmasının yöneticilerini aradık. Adlarının gizli kalması koşuluyla tepkilerinin nedenini şöyle anlattılar:

“Bir seçim bölgesinde ‘Şu isim önde çıksın’ dendiği için oranları ona göre dağıtıp götürdüğümüzde ‘O isimden vazgeçtik, şu ismi yukarı çek’ deniyor. Bu kez oranları yeniden hesaplayıp yüze tamamlıyoruz. O isim açıklanıyor. Kamuoyundan ve partiden tepki gelince sil baştan. Bu kez başka bir ismi listeye al ve onu çıkar, onu çıkar bunu al’ denmesinden bıktık. Bir de seçim ertelenirse yandık valla.”

Anket firmaları gerekirse iş bırakma dahil çeşitli protesto yöntemlerini kendi aralarında tartışıyorlar.

En ilginç protestoyu da İzmir bölgesinde anket yapan bir firmanın yöneticisi dile getirdi. İzmir bölgesi anketlerini aldığına bin pişman olan anket şirketi yöneticisi, “Kafamı kızdırmasınlar ‘Her ankette pavyon gülü Dilber çıktı’ diye bir sıralama yaparım ha” diyerek tepkisini dile getirdi.

Siz benim bu kulis bilgilerime inanmadınız galiba.

Evet, işkembe-i kübradan salladım. Sanki diğerlerinin kulis diye verdiği bilgiler çok mu doğru çıkıyor? Ama itiraf edin ki eğer seçim erteleme imkânı olsaydı hâlâ adaylarını belirleyemeyen CHP’nin bu adımı atacağına siz de kalıbınızı basardınız değil mi?

                                                  /././ 

‘Dost bariyerler’ yaygınlaşmalı (Murat Ağırel)

Bugün belediyeciliğin yaşamlarımıza nasıl doğrudan etki ettiğini anlatmak istiyorum.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, sosyal medya hesabından “Motorcu Dostu Bariyer uygulaması sonuç verdi. Bir bariyer binlerce hayat demek” diye yazdı ve yapılan bariyerlerin görselleri ile motorcuların yorumlarına yer verdi.

Bu konu motor kullananların hayatı için çok önemli... Biliyorum trafikte motor kullananlara kiminiz sinir oluyor, kurallara aykırı ve ani hareketleri nedeniyle trafiği tehlikeye attığını düşünüyor olabilirsiniz. Ancak bunu araçlarıyla yapanlar da var. Burada mesele kurallara uymak ve hız sınırlarını aşmamaktan ibaret. Benim anlatmak istediğim ise insan hayatının önemiyle ilgili.

Motosiklet, özellikle salgın döneminde artan kurye hizmetleri, insanı çileden çıkaracak duruma gelen trafik-zaman ve yürüyen vergi dairesi olmamıza sebep olan akaryakıt fiyatları İstanbul gibi kentlerdeki en büyük problemlerden biri olan park yeri sıkıntısı ve araç fiyatlarının zirvelere çıkması nedeniyle yurttaşların tercih ettiği ulaşım aracı haline geldi. Bir nevi Pakistan’daki gibi trafikte artık milyonlarca motor var. Motoru keyif için doğada, seyahatlerinde sürenler ayrı tabii.

TÜİK verilerine göre Türkiye’deki trafiğe kayıtlı motosiklet sayısı 2002 yılında 1 milyon, 2016 yılında 3 milyon, 2018 yılında 3.2 milyon, 2019 yılında 3.3 milyon, 2020 yılında 3.5 milyon, 2021’de 3.74 milyon 2022’de 4.14 milyon, 2023 yılında ise 5.1 milyona çıktı. 2024 verileri hariç 5.1 milyon motosiklet kullanıcısı var ülkemizde. Türkiye’deki trafiğe kayıtlı toplam araç sayısı 28 milyon. Kayıtlı araçların yüzde 17.7’si motosiklet. Trafikte her 5 motorlu araçtan 1’i artık motosiklet. Ancak gelin görün ki ülkemizde trafik kanununda motosikletin tarifi bulunmuyor. Motosikletler için yol ve park alanları yok. Yurtdışına çıkan yurttaşlarımız eminim ki motosikletler için yapılmış ayrı yolları ve park alanlarını görmüşlerdir. Motosiklet trafiğin bir unsuru olarak kabul edilmiş ve buna göre kanunlar hazırlanmış. Hatta o ülkelerde motosikletli taksi uygulaması dahi var.

Tek sorun bunlar değil tabii ki. Ülkemizde motosiklet eğitimleri de yetersiz ve motosikletli kullanıcıların farkındalığı yok. Kanunda da eksikler olduğu için motosiklet kullanıcıları yetersiz eğitimle trafiğe çıkıyor.

KDV DÜZENLEMESİ

Hepiniz sosyal medya uygulamalarında veya haberlerde görüyorsunuz. Zafer Akçay Hoca’nın YouTube videolarında motosiklet kullanıcılarının hatalarını, yaşanan kazaları izliyoruz. Yine bazı motosiklet kullanıcıları farkındalık yaratabilmek amacı ile kendi sayfalarını kurup yayınlar yapıyorlar.

Kazalarda can kaybının önüne geçecek olan önlem elbette ki kurallara uymak. En az kurallara uymak kadar önemli olan bir durum ise koruyucu motosiklet ekipmanları. Çünkü motosiklet kullanıcısının kaportası vücududur. Ancak bu ekipmanlar o kadar pahalı ki çoğu insan aslında kaza anında bir koruyuculuğu olmayan ancak trafik cezasından kurtulmak adına çok ucuz olan ekipmanları kullanıyor. Gerçekten koruyucu bir kaskın fiyatı neredeyse asgari ücret düzeyine gelmiş durumda.

Mont, eldiven, pantolon, ayakkabı gibi ekipmanlar dahil edildiğinde toplam fiyat 2-3 aylık asgari ücrete denk geliyor. Markalı ürünlerden bahsetmiyorum bile. Motosiklet ekipmanlarında yapılacak bir KDV düzenlemesi, kuralların motosiklet kullanıcılarını da içine alacak şekilde yenilenmesi olası kazaları, kazalardaki can kaybını ve ağır yaralanmaları en az seviyeye indirecektir.

İşte Ekrem İmamoğlu’nun biraz önce bahsettiğim paylaşımı önemli. Çünkü motorculara göre yapılan yol kenarlarındaki bariyerler kazaların büyük bir bölümünün önüne geçiyor. Ölümcül kazaların hafif yaralarla atlatılmasını sağlıyor. 

İmamoğlu’nun “Motorcu Dostu Bariyer” uygulaması yıllardır motorcuların arzuladığı bir istek. Bu tüm İstanbul’u hatta tüm Türkiye’yi de kapsamalı. Daha önce Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen, yaptığımız bir sohbette, motorculara duyarsız kalmayacaklarını ve ilçede proje hazırlayacaklarını belirtmişti. Lütfen trafikte motorlara dikkat edelim. Belediyesi, toplumu, motoru, arabasıyla kurallı bir trafik çağdaşlık göstergesidir.

                                                /././

Siyasetle seçmen başka başka tellerden çalıyorlar (Şükran Soner)

Sokaklardaki mırıldanmalar, itiraz sesleri giderek yükseliyor. En değerlisi de kulak tırmalamak yerine, toplumsal davranış kalıpları içinde daha gür seslerin yükseldiği eylemlerde artış yaşanıyor. Abarttığımı düşünebilirsiniz ancak kişisel gözlemim seçimlere yaklaştıkça siyasal erkten, tavandan gelen zorlamaların yerine, tabandan gelen seçmenin iç seslenişlerinin yükselişine tanıklık edeceğiz.

Uydurmuyorum, sokaktan gelen sesleri dinleme alışkanlığım, pratiğimle, her gün tanıklık ettiğim güncel ilişkiler, diyaloglar üzerinden çıkarım yapıyorum. Siyasetçiler bizden daha deneyimli olarak, bildim bileli seçim zamanları yaklaştı mı kadınlardan gelen seslere daha çok kulak verirler. En önemlisi de siyasette bir yerlere gelebilmelerine hep kapıları kapatıyor olarak seçim kampanyalarında kadın seferberliğini yeğlerler. İşin özeti kapı kapı dolaşarak sandık başlarında koşturan ağır işçiliklerin sorumluluğu kadınlarda, koltukların paylaşımında ise ağırlık hep erkeklerdedir.

Dikkatimi çeken ülkemizde toplumsal, sosyal değişimlerin yaşandığına tanıklık ettiğimiz geçmişteki anlamlı süreçlerin herbirinde olduğu üzere, kadınların bu seçimlere dönük sokak davranışlarındaki güçlü özgürleşme, özgünleşme. Uzun yılların sorunlarının birikimi ile en ağır bedelleri yüklenenler olarak, bu dönemdeki çıkışlarında öyle verilen talimatlara papuç bırakacak niyetten, tıynetten kopmuş, davranışları sergiliyorlar.

                                                 ***

Bana inanmıyorsanız ekranların sipariş canlı yayınlarına kulak asmadan, tümünün birden güncel haberleri, gelişmeleri verdikleri kısa görüntülü, kadın ağırlıklı eylemlerin görüntülerin, şöyle yakın plandan karelerine dikkat edin. Öncelikli birebir sorunlar üzerinden, hak aranan eylemlerden, saklanamayan görüntülerinden söz ediyorum. Her sınıf, her kültür, her kimlikten kadınlar, kol kola girmiş, birlikte kararlı, çok coşkulu haykırışlarını paylaşıyorlar.

Geçmişin belleğime kazınmış, sonuçlarını hep birlikte paylaştığımız örnekleri çağrıştırıyorlar. Örneğin Ecevit’in seçim sonuçlarında patlama yarattığı dönemden, İstanbul Kocamustafa Paşa Caddesi’nde gerçekleşmiş bir mitingin görüntüleri belleğimde capcanlı kalmış. Yaşamın yükünü, sorunlarını yüklenmiş kadın ağırlığının çok çarpıcı olduğu coşkulu kalabalıklar, sloganları. Zonguldak direnişinden, bir avuç merkezlerden, yan işlerde çalışan kadınlara, halktan, ailelerden katılan, en ön saflarda direnmede hiç yorulmayan kadınlar... Bir gün öncesinin uzun yürüyüşünde ayaklarında toplanmış kabarcıkları, iğne ile patlatıp yeniden çoraplarını, ayakkabılarını giymiş olarak en önde, “Ölmek var dönmek” yok sloganı ile erkekleri direnmeye zorlayan kadınlar.

İşçi sınıfının, solun genel yükselişi yıllarından, 15-16 Haziran türü eylemlerden örneklerle uzatacak değilim. Elde, çantada keklik kuşatılmış medya yayınlarının çatlak sesli havalar yayma çabalarına sakın ola ki aldanmayalım. Evlerde ocaklar çalışmıyor. Kadınlar öncelikle çocuklar, yaşlılarının karınlarını doyuracak çareleri üretemez noktada, isyan bayraklarını çıkarıvermişler. Ülkemiz, dünya örneklerinin her biri için, her zaman geçerli olduğu üzere birlikte toplumsal patlama üretmenin yol yordamları ile yola çıkmışlar. Ülkemiz için umut verici Aydınlanmanın yolunu açmışlar..

(Cumhuriyet)


Bay Kemal’in üstadı Bay Necip’in kısa tarihi - Orhan Gökdemir / soL

 

Ya Kılıçdaroğlu üstadından tek bir satır okumamıştır, haliyle cüreti cehaletindedir, ya da en az Necip Fazıl kadar laik cumhuriyet düşmanı bir CHP başkanı ile karşı karşıyayız.

1983 yılının mayıs ayı. Okuldan, “Pierre Loti” eteklerindeki Eyüp Mezarlığı ile bitişik gecekonduya dönüyorum. Hava sıcak. Otobüs biletinden yapılacak günlük tasarruf için yürünecek yol epey uzun. O gün rutini bozan tek şey yoldaki olağanüstü kalabalık. Dikkati çeken tek şey kalabalık olmaları değil, giyim kuşamları tuhaf bir kalabalık bu. Cübbeli, takkeli, uzun sakallı erkeklerden müteşekkil bir kitle, önlerindeki tabutun ardından Eyüp Mezarlığına doğru akıyor. Arada erkeklerden ayrı yürümeye özen gösteren, çoğu çarşaflı, kadınlar var. Henüz türban meselesi ile tanışmamış ülke için yürüyüşten yansıyan her kare olağanüstü.

Biraz sonra anlıyoruz kalabalığın sebebi hikmetini. Gerici şair Necip Fazıl ölmüş, Eyüp Mezarlığına son yolculuğuna uğurlanıyor. Adını duymuşluğumuz var uzaktan ama doğrusu bu kadar cemaati olması yine de şaşırtıcı geliyor bana. Asıl şaşırtıcı olanı ise yürüdükçe fark ediyoruz. Ortalıkta ne asker var ne de polis. Sanki askeri cunta bir günlüğüne sokaklardan çekilmeye karar vermiş, sokaklara “demokrasi” gelmiş. Oysa darbeyi yapanlar laik görünmeye pek özen gösteriyor o günlerde. Pek laik ve pek Atatürkçüler. O gün bir de Necip Fazıl hayranı olduklarını anlıyoruz!

***

Necip Fazıl’dan iki yıl sonra ölen büyük sanatçımız Ruhi Su’nun cenazesi aynı cunta tarafından küçük çaplı bir savaşa dönüştürülüyor. İç savaş kahramanı Mehmet Ağar’ın kışkırttığı emniyet güçlerini yararak kan revan içinde mezarlığa ulaşabiliyor kitle. Cenazede gözaltına alınan 163 kişi İstanbul Siyasi Şubede 15 gün boyunca gözaltında tutuluyor, işkenceye uğruyor. Gün gibi açık artık, Cuntanın düşmanı şeriatçı Necip Fazıl değil, Cumhuriyetin yetiştirdiği laik Ruhi Su. Cunta Necip Fazıl’ın arkasında yürüyenlere yol verirken Ruhi Su’nun arkasında yürüyenlere barikat kuruyor. Barikat cumhuriyete ve laikliğedir.

***

Kenan Evren’in “Kuran referanslı” konuşmalarını saymazsak 12 Eylül cuntası ile siyasal İslamcı hareket arasındaki görünür ilk ilişkidir Necip Fazıl’ın cenaze gösterisi. Komünizmle Mücadele Derneği içinden gelen ve büyük olasılıkla askerlere oralardan aşina imam Fethullah Gülen de cuntayla iyi ilişkiler geliştirecektir daha sonra. Cunta için bunlar Komünizme karşı kuvvetli panzehirlerdir. Üstelik İslamcıların “sevk ve idaresi” de kolaydır. Bütün bu nedenlerle Türkiye’nin İslamcı hareketi devletin kucağında, devletin şefkatli dokunuşlarıyla büyütülmüştür. 

Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey;
Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem
.”

Şiir dedikleri budur. Necip Fazıl 27 Mayıs müdahalesine en çok sevinenlerden biriydi. Demokrat Parti ve Menderes ile gelgitli ilişkiler kurmuştu. Hükumet ile akçalı ilişkilere de girmişti. Buna rağmen Mustafa Kemal düşmanlığı ve Cumhuriyete duyduğu nefreti saklayamaması başına zaman zaman işler açıyordu. 27 Mayıs’a çok sevinmişti, çünkü darbeyi Menderes yaptı sanmıştı. Öyle olmadığını anlayınca 27 Mayıs’a düşman kesildi. 12 Eylül’de daha tereddütsüz bir pozisyon aldı, darbeyi içtenlikle destekledi. Ona göre 12 Eylül “iç darbe değil, iç şahlanış”tı. Şöyle diyordu: "Hareketin mahiyeti... Malum klasik darbelerden biri değildir... Bu hareket olmasaydı, yıl değil, ay değil, belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye'nin çöküşü gerçekleşebilirdi... 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 Hareketi arasında şu fark vardır ki, ilki milli iradeye tam zıt ve fikirsiz bir gece baskını olmuşken, ikincisi milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı olmak istidadındadır... 27 Mayıs 1960 hareketi 'millete rağmen' diye belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak 'millet için' formülüyle ifade edilebilir… Hükümetten ziyade onu mefluç kılan partilere ve fesat ocağına döndürdükleri Meclis'e yönelik bir davranış... Hedefi de bölücülük, komünizm ve din nikabı altında dolayısıyla gayet tabii olarak 'devlet ve cumhuriyeti koruma ve kollama' atılışı... Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah..."

Şaire göre ordu mecburdu, darbenin Başbakanı Bülent Ulusu, “bahriyelilere mahsus bir nezaket, yumuşaklık ve uysallık içinde”ydi... Ayrıca Başbakanın ve darbenin başının Allaha ve şeriata yaptığı göndermelere dikkat çekiyor ve buradan şu sonuca varıyordu:  "Diyarbakır'da 'şeriatın kestiği parmak acımaz' diyen Devlet Başkanı şeriatı hak ve hakikat manası dışında kullanmış olmayacağına ve ayrıca 'anarşiyi kökünden temizlemedikçe gitmeyeceğiz' dediğine göre gerçek Müslüman'a düşen vazife ona şöyle cevap vermektir: Dediklerinizi yapın da, başımızdan hiçbir an eksik olmayın!.."

***

1983 yılı mayısının o sıcak ve karanlık gününde şairin tabutunun arkasından yürüyenler arasında bugünün muktedirlerinin de olduğunu düşünebiliriz. Fiilen yürüyenler arasında olup olmamalarının bir önemi yoktur, hepsi istisnasız Necip Fazıl’ın tilmizleridir. 12 Eylül cuntası hakkında da ondan ayrı düşündüklerini sanmam. Ama sonradan cuntaya karşı tuhaf bir muhalefet geliştirdiler. Cuntanın başı Kenan Evren’le yan yana görünmekten kaçınmadılar ama yeri geldikçe 12 Eylül uygulamalarını eleştirir göründüler. Ergenekon ve Balyoz davaları ile eski rejimin laik ve cumhuriyetçi unsurları ile derin bir hesaplaşmaya girişince büsbütün 12 Eylül karşıtı oldular.

27 Mayıs’a duydukları nefret ise, kısa şaşkınlıkları dışında, İslamcı hareketin ve cuntanın ortak yanıdır. Bununla birlikte 27 Mayıs’ı toplumun belleğinden silme girişimi sanıldığı gibi AKP iktidarının değil 12 Eylül cuntasının hanesine kayıtlı. 20 yıl boyunca bir bayram olarak kutlanan 27 Mayıs, 12 Eylül cuntası marifetiyle ortadan kaldırıldı. 12 Eylül Cuntasının anayasasıyla, şusuyla busuyla fiilen yaptığı şey de 27 Mayıs ile açılan pencerenin kapatılmasından ibaretti. 12 Eylül Kemalizm’in Cumhuriyetçi yorumunu gömmüştü ve yerine anti-Kemalist yeni bir “Atatürkçülük” geliştirmişti. Kemalizm’in bu yeni versiyonu dinin kamu yaşamındaki varlığını ve meşruiyetini kabul etmiş görünüyordu. Buna sistemin verdiği ad “Türk-İslam Sentezi”dir. Bu sentezde din, bir ahlak sistemi veya bir toplumsal kurum olmaktan çok, devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından biriydi. Bugünkü TRT ve Diyanet’in kökleri işte “Kemalist Devlet”in 12 Eylül Cuntası elindeki bu dönüşümünde yatmaktadır.

Unutulmasın, Türk İslam Sentezinde belirleyici olan “Türklük”tür ve bu dinci bir milliyetçiliği haber vermektedir. Bunlar 27 Mayıs’ın siyasi programının antitezleridir. 12 Eylül ile birlikte 27 Mayıs’ın Kemalizm’i ayağa kaldırma girişimi engellenmiştir.

Necip Fazıl’ı ve onunla birlikte siyasal İslamcıları motive eden şey işte devletin dinle girdiği bu yeni ilişkidir. Siyasal İslamcı hareket bu ilişkinin kendilerine devlette yeni kapılar açtığını ve yeni olanaklar yarattığını görmüştü. Necip Fazıl o kapıdan ilerleyerek düzenin resmi ideoloğu haline geldi. İslamcılığı devletsiz düşünemeyiz. 

***

Fakat arada her şeyle birlikte ideoloji de bir parça dönüştü; Türk İslam Sentezi ile geliştirilen dinci milliyetçiliğin yerini milliyetçi dincilik aldı. Düzenin ideolojik vurgusu milliyetçilikten dinciliğe geçti.

Yürürlükte olan düzene sadece Necip Fazıl ideolojisi değil, Necip Fazıl ahlakı da egemen olmuştur. İçinde debelendiğimiz kültürel şizofreninin büyüklükle malul (Büyük Doğu dolayısıyla Büyük Ortadoğu-Yeni Osmanlı) olması bundandır. Öte yandan din, düzenin marifetiyle bir ahlak sistemi olmaktan uzaklaşmıştır. Dindarlık kumara, faize, hırsızlığa, cinayete, haksızlığa, adaletsizliğe engel görülmemektedir artık. Egemen anlayış manidar bir şekilde bir Necip Fazıl dindarlığı ve Necip Fazıl ahlakı olarak şekillenmektedir. Gerçeklerden kopmuş ve hayal alemine kısılıp kalmış bir ülke yarattık az zamanda. Bu kültürel şizofreninin büyük yıkımlarla sonuçlandığını ise tarihten bilmekteyiz. Büyük Ortadoğu için küçük Türkiye şarttır. 

***

Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.

Bunlar karanlıktan gelen şairin devrim ve cumhuriyet algısıdır. Siyaseten rahmetli Kemal Kılıçdaroğlu, her satırına, her kelimesine cumhuriyet nefreti sinmiş bu şiirimsi şeyden alıntı yapınca gündeme geldi Fazıl oğlu Bay Necip gündemimize. Cumhuriyetin kurucu partisini bir ANAP’lı ve yamağına teslim edip çekildikten sonra gericiliğe kaş göz etmekten vaz geçeceğini sananları yanılttı. Laikliğin anayasaya girişinin 87.yılında bir gazeteye “yazdığı” makalesinde “üstat” diyerek Necip Fazıl'dan alıntı yaptı. Alıntının dışında kalanları aktardım ki bir tereddüde mahal vermesin. Görülüyor, “üstat” tescilli bir laik Cumhuriyet düşmanıdır ve ömrünü CHP'ye küfür ederek geçirmiştir. 

Bu durumda iki olasılık kalıyor geriye. Ya Kılıçdaroğlu üstadından tek bir satır okumamıştır, haliyle cüreti cehaletindedir, ya da en az Necip Fazıl kadar laik cumhuriyet düşmanı bir CHP başkanı ile karşı karşıyayız. Cehaletin ve gericiliğin bir araya gelip CHP’nin başına musallat olması da imkân dahilindedir, bakarız.

Açık olan ise şu; 31 Mart’ta bir gericilikten kaçarken öbür gericiliğe, bir cehaletten kaçarken öbür cehalete saplanıp kalmaktan kurtulma şansımız var. Bir anlık cesarete bakar her şey. Biraz cesaret öyleyse. Belki de bu son değil ilk seçimimizdir, kim bilebilir?

Orhan Gökdemir / soL

Fil mezarlığı - MEHMET ARGUVANLI / soL-Serbest Kürsü

 

Bugün CHP’de “yoldaşlar” söylemiyle ve yumruklarını havaya kaldırarak siyaset yapmaya çalışan “eskimiş tüfekler” bize, fil mezarlığına doğru yürüyen filleri hatırlatıyor.

Yaşayan en büyük kara memelisi olan filler, yaklaşık olarak 60-70 yıl ömre sahip, 22 aylık bir hamilelik süresi sonrası yavrularına ortalama olarak, insanlar ve diğer insansı maymunlar gibi en az iki yıl süreyle süt sağlayan, 5 kiloya ulaşan beyinleri ve serebral korteksleriyle, oldukça sosyal ve kompleks iletişim sistemine sahip bir canlı olarak tanımlanırlar (Evrim Ağacı).

Yaşlı veya yaralı fillerin, ölmek için sürüden ayrıldıkları ve böylelikle sürünün hareketine engel olmaksızın ölmeyi seçtiklerine dair görüşler de bulunmaktadır.

Türkiye, yaklaşık olarak iki aydan daha kısa bir süre sonra, bir yıl içerisindeki üçüncü seçimini yapacak. 2023 mayıs ayında yapılan cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinden sonra bu yıl da mart ayının son günü belediye başkanları, belediye meclis üyeleri ve muhtarların belirleneceği yerel seçimler yapılacak.

Konu yerel seçimler olunca, partilerin programları ve politikaları olduğu kadar, belediye başkan aday adaylarının veya adaylarının kişilikleri, kimlikleri ve tavırları da önem kazanıyor. Türkiye’de düzen partilerinde ideolojik olduğu kadar kadro anlamında da büyük bir geçişkenlik olduğu malum. Nitekim, gün geçmiyor ki daha bir yıl olmadan seçildiği partiden istifa edip, sert eleştirilerde bulunduğu iktidar partisine kapağı atan milletvekili haberlerine veya her yerel seçimde başka bir partiden aday olmuş belediye başkanı haberlerine şahit olmayalım.

Bugün CHP üyesi olup, geçmişte sosyalist hareketin herhangi bir müfrezesinde yer almış ve yaklaşan yerel seçimlerde belediye başkanı veya meclis üyesi olmak üzere aday olmuş bir grup var ki, yeni partileri CHP’nin toplantılarında katılımcılara “yoldaşlar” diyerek hitap eden,  fotoğraf çektirirken sol ya da sağ yumruklarını havaya kaldıran bu politikacı grubu,  üzerlerinde düşünülmeye, konuşulmaya değer. 

Sadece bugünkü değil dünkü CHP’nin de sosyalizmle uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi, sınıfsal bilincin gelişimini önleyip, sosyalist örgütlenmelerin geniş halk kitleleriyle kalıcı bağlar kurmasına engel olmak CHP’nin temel politikalarından olagelmiştir. Sosyalist ve devrimci mücadelenin kitlesellik kazandığı 1970’li yıllarda CHP tarafından ortaya atılan “toprak işleyenin su kullananındır” ve “ne ezilen ne ezen insanca hakça bir düzen” sloganları CHP’nin solda konumlanışının değil, sosyalizme kayan kitlelerin önündeki baraj olma çabalarının ifadesidir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’deki devrimci, sosyalist hareketlerin güçlenmesi ve sendikal hareketlerin yaygınlaşmasına “ortanın solu” açılımıyla set çekmeye çalışan CHP’nin 2. Genel Başkanı İsmet İnönü, 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’daki politik gelişmeleri değerlendirirken “...Almanya’yı, Fransa’yı, İtalya’yı o günler ayrıca komünizm tehlikesi tehdit ediyordu… Fakat halk bu memleketlerin her birinde oyunu ortanın soluna verdi ve ortanın solundaki yolundan bu memleketler kalkındı, bu memleketlerden komünizm tehlikesi kalktı” diyerek, Türkiye’de sosyalist bir iktidar tehlikesinin ortadan kaldırılmasının en etkili yolunun ortanın solundan ve partisinden geçtiğine egemen sınıfları ikna etmeye çalışıyordu.

İnönü’nün yolundan ilerleyen CHP’nin 3. Genel Başkanı Bülent Ecevit de 12 Mart Darbesi sonrasında daha da kitleselleşen sosyalist ve devrimci hareketleri sönümlendirmeyi birincil politik misyonu olarak gördü. “Ortanın solunun yegane başarısı, sonraki yıllarda Ecevit’in de itiraf edeceği gibi, ülke tarihinin en devrimci döneminde komünizmin önünün kapanması oldu.” (Gelenek, Kasım 2020, Türkiye Siyasi Tarihinde Antikomünizm)

CHP’nin 7. Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise 13,5 yıllık başkanlığı döneminde;

  • 2010 yılında “Ben bugün laikliğin tehlike altında olduğunu düşünmüyorum” diyerek,
  • 2014 yılında islamcı Ekmelettin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı olarak göstererek,
  • 2016 yılında “AKP’nin, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla ilgili yasa teklifi anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diyerek, ve
  • 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nde faşizan ve islamcı partilerle  işbirliği yaparak, bırakalım solun gelişimine set çekmeyi, bu gerici oluşumların meşrulaşması için kanallar açan bir politika yürütmüştür.

Bugün geniş halk kitlelerini düzen siyasetinin en gerici haline boyun eğer hale getirmek dışında bir misyonu ve hedefi kalmamış CHP’de “yoldaşlar” söylemiyle ve yumruklarını havaya kaldırarak siyaset yapmaya çalışan “eskimiş tüfekler” bize, fil mezarlığına doğru yürüyen filleri hatırlatıyor. Ancak, bu kez yaklaşan bir biyolojik ölümden değil, çoktan gerçekleşmiş bir ideolojik ölümden bahsetmek gerekir.

MEHMET ARGUVANLI / soL-Serbest Kürsü

Astroloji ve yeni kadercilik - FİLİZ AÇAR* / soL-Görüş

 Klasik dini inançlardaki kader anlayışına benzer şekilde astroloji de, farklı bir dil ve kaynakla, sorunlarımızın, kaygılarımızın, iç sıkıntılarımızın sebeplerinin değiştirilemez olduğunu söylüyor.

İnsanoğlunun belirsizlikleri azaltmak, tahminlerde bulunabilmek için gökyüzüne bakmasının tarihi oldukça eskilere dayanıyor. İlk insanların yaşamı, yağmur, sel, kuraklık, fırtına ve güneşin bilinmez koşullarına bağlıydı. İnsan hayatta kalabilmek için gökyüzüne bakmaya başladı. Tarımın keşfinden sonra mevsimlerin daha yakından gözlenmesi, yılın daha kesin bölümlere ayrılması gerekmişti. Yıldızların belli biçimler aldıklarında ekinin ekileceği, başka biçimler aldıklarında yağmurların başlayıp ekinlerin olgunlaşacağı deneysel olarak keşfedilmişti. Yıldızları izleyip işlerini yürüten insanlar, zamanla yıldızların dünyadaki olayları etkilediklerine inanmaya başladı.

Astroloji, zaman bağlantısı ile rastlantı bağlantısının birbirine karışmaya başlamasıyla doğdu. Örneğin, Nil taştığı zaman çevrede görülen yıldızın, Nil’in taşmasına sebep olduğuna inanılmaya başlandı.1 Bugün modern bilim astrolojiyi sahte bilim olarak adlandırırken, kendini seküler olarak tanımlayan çevrelerde ve özellikle kadınlar arasında, astroloji, gezegen hareketleri neden bu kadar yaygınlaştı, bu alanlar nasıl bir sektör haline geldi? 

Astroloji insanların hayatından tam olarak çıkmamış olsa da, yakın zamana kadar hayatın bu kadar içinde de değildi. Özellikle belirsizliğin en üst seviyeye vardığı pandemi döneminde yaygınlaşmaya başlayan astroloji ve fal, krizin derinleştiği, belirsizliğin boyutunun değişerek arttığı pandemi sonrasında da popülerliğini koruyor. Bugün gazeteler, tv programları, sosyal medya astrolojik içeriklerle dolu. Nereye baksak, bizi trajedilerin beklediği, depremlerin, savaşların olabileceği, maddi kayıplar yaşayabileceğimizi, dikkatli olmamız gerektiğini söyleyen açıklamalar, tartışmalar görüyoruz. Deprem kuşağındaki bir ülkede deprem olması; beklenen, doğal bir şey. Doğal olmayan ise paranın yaşamdan daha değerli olduğu, bir düzende yaşıyor olmamız, binlerce insanın sırf bu sebeple ölmesi, sırf bu sebeple yardım alamaması, sırf bu sebeple çürük binalarda korku içinde yaşamaya devam etmesi.

Maddi kaybımızı etkileyen yıldızların konumlanışı mı yoksa bizden çaldıklarıyla patronlar mı?

DİSK Araştırma Merkezi Raporu’na göre en yüksek yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay 2013'te yüzde 45,9 iken 2022'de yüzde 49,8'e yükselmiş, en düşük yüzde 20'nin payı ise aynı dönemde 6,2'den 5,9’a gerilemiş. Bu gerileme sadece en düşük gelir gruplarında da gerçekleşmemiş, geriye kalan yüzde 80’nin hepsinin gelirden aldığı pay azalmış.2 Bu veriye dayanarak, maddi kaybımızı etkileyen yıldızların konumlanışı mı yoksa bizden çaldıklarıyla patronlar mı? Hamile kaldığı için işten çıkarılan bir kadının maddi kaybının sebebi doğmuş olduğu gün ve saatle mi ilgili yoksa kadını her gün acizleştirmeye, eve kapatmaya uğraşan iktidarın patronlara açtığı alanla mı ilgili? Hamile olduğu için işten çıkarılan bir kadın emekçi ve onu işten çıkaran kadın patronun doğmuş oldukları gün, hayatlarında bu kadar büyük bir fark yaratabilir mi? 

Kaderciliğin farklı bir formda yaygınlaşmasını tesadüflerle açıklayamayız

Astrolojinin alanı sadece içeriklerle de sınırlı değil, sayısı her geçen gün artan astroloji merkezleri, online uygulamalar vs ile astroloji, bir sektör haline gelmiş durumda. Astrologlar, insanların belirsizliklere olan zaafından faydalanıyor, belirsizlikler, krizler arttıkça sektör gittikçe büyüyor. Danışma ücretleri fazla mı geldi, daha ucuz uygulamalarla siz de ödediğiniz miktar kadar gelecekten haberdar olabilir, sorularınızın cevabını alıp, belirsizliklerinizi ve endişelerinizi azaltabilir ya da davranışlarınızın nedenlerini öğrenebilirsiniz. Ne de olsa yıldızların konumu yaşamınızın, kararlarınızın ana belirleyeni ve sizin de kendi hayatınız üzerinde pek bir söz hakkınız yok. Dinin kadercilik anlayışıyla ne kadar da benziyor değil mi? Bir yandan klasik inanç sistemlerine ilgi azalırken kaderciliğin farklı bir formda ve özellikle kendini seküler olarak tanımlayan kadınlar arasında bu kadar yaygınlaşmasını tesadüflerle açıklayamayız. 

İnsanların belirsizliğe karşı toleransının düşük olduğunu, belirsizlik içinde olmaktansa rasyonel olmayan sonuçları tercih edip, belirsizliği ortadan kaldırma eğiliminde olduğunu biliyoruz. Neoliberalizm ile katı olan her şeyin buharlaşmaya başlaması, iş hayatından, ilişkilere hayatın her alanında kuralların esnemesi ve hatta birçok alanda ortadan kalkmasıyla birlikte belirsizliklerin ve güvencesizliğin arttığı ve bunca belirsizliği yönetmekte zorlandığımız bir gerçek. Sosyal medyada kadınlar arasında çokça “çıkma teklifi geri gelsin” içerikli paylaşımlar görüyoruz ya da kendi aramızda bir zamanlar bir ilişkinin başı sonu belliydi şimdi ne yaşadığımızı anlamıyorum diye konuşuyoruz.

İş yaşamında durum daha karışık ve belirsiz. İş yaşamını belirleyen kurallar emekçi aleyhine esnekleştikçe, belirsizlik ve güvencesizlik artıyor. Yarın haksız bir gerekçeyle, haklarınızı almadan işten çıkarılabilirsiniz. Haklarınızı aldığınız durumda dahi aldığınız para size ne kadar yetecek? Yeni bir iş bulana kadar? Peki yeni bir iş ne zaman bulunur? Şu an çalıştığınız yerde, emeğinizin karşılığını alıp rahatça geçinebiliyor musunuz, yoksa aklınızdan türlü hesaplamalar geçerken ne zaman iyi para kazanacağınızı merak edip duruyor musunuz? İşyerinde şiddete, baskıya, tacize maruz kalıp, yarın da aynı şeyleri yaşayıp yaşamayacağınızı tahmin etmeye mi çalışıyorsunuz? Emin olun yaşadığınız mobbingin dolunayla ilgisi yok. Yıllarca çalışıp emekli olduktan sonra alacağınız 10 bin TL ile nasıl hayatta kalacaksınız? Gittikçe yaygınlaşan freelance çalışma modellerinde belirsizlik ve güvencesizlik daha da belirleyici. Durum böyleyken umutlar tükeniyor, karamsarlık artıyor. İnsanlar artık gülemediğinden şikayetçi, gencecik insanlar, henüz yolun başındayken, umutları tükendiği için hayatlarına son veriyor. 

Kadınların hayatlarındaki belirsizlik daha fazla

Peki astroloji kadınlar arasında neden daha fazla alıcı buluyor? Öncelikle bu durum, kadınların kendiliğinden güçsüz, kolay kandırılmaya uygun olmasından çok, bilinçli olarak kadınlara pazarlanmasıyla ilgili. Erkekler de online bahis, iddia, borsa, bitcoin gibi araçlarla ekonomik belirsizliklerini en aza indirmeye uğraşıyorlar. Bu noktada, erkeklerin de geleceği kestirebilmek adına yıldız haritaları vs gibi uygulamalara başvurduklarını görüyoruz. Fakat kadınların hayatlarındaki belirsizliklerin kat be kat fazla oluşu, dinci gerici politikalarla bu belirsizliklerin arttırılıp, kadın emeğinin değersizleştirilmesi, kadının sistemli olarak acizleştirilmeye çalışılması sektörün kadınlara daha kolay pazarlanabilmesine sebep oluyor.

Her gün bir kadın, çoğunlukla sevgilisi ya da kocası tarafından, öldürülürken, yukarıda bahsetmiş olduğum ilişkinin adının konmuş olması da, kadını güvende hissettirmeye yetmiyor. Üstelik herhangi bir şiddet durumunda korunamayacak oluşunu bilen kadın daha da güvensiz ve çaresiz hissediyor. İktidar, kadın kocasının izni ile ev ekonomisine yardım etmek üzere çalışabilir, kadın önce annedir ve yeri evidir diyor. Kadınların yapıp yapamayacağı meslekler tartışılıyor, kadınlara evde çocuk bakarken yapabileceği işler öneriliyor. Kadın emeği değersizleştirilirken erkeğe bağımlı hale getirilmeye çalışılıyor.

Kadınlarda resmi istihdam oranı yüzde 31,3 iken kayıtlı tam zamanlı istihdam oranı yüzde 19,5, yani her 100 kadından sadece 19’u tam zamanlı ve kayıtlı çalışıyor.3 Kadınlar işsizlikle, yoksullukla boğuşuyor. Kadın işyerinde, sokakta tacize uğruyor, sokaklarda rahatça yürüyemiyor, kadın istediğinde boşanamıyor, kocasının, babasının, sevgilisinin sözlü şiddetine, aşağılamalarına maruz kalıyor. Yuvayı dişi kuş yapar deniyor, ev işleri, çocuk bakımı, hasta ve yaşlı bakımı kadının üstüne çöküyor. Erkek en iyi ihtimalle bu tabloda yardımcı olabiliyor. Erkektir sinirlenir, erkektir aldatır, erkektir kıskanır sen alttan al, affet deniliyor. Eşitlik temelinde bir ilişki kurulamadığı için kadının ilişkiden beklentisi de karşılanmamış oluyor. Aranan ideal ilişki bulunamadığında, hangi burç hangi burçla daha iyi anlaşır, doğum saati neymiş buna bakılmaya başlanıyor. 

Falcılara, yıldız haritalarına gerek yok

Klasik dini inançlardaki kader anlayışına benzer bir şekilde astroloji de, farklı bir dil ve kaynakla, bize tüm bu sorunlarımızın, kaygılarımızın, iç sıkıntılarımızın sebeplerinin değiştirilemez şeyler olduğunu söylüyor. Astroloji, tıpkı dinler gibi, tam da düzenin işine yarayan, kendi hayatı üzerinde etkisi olmayan, pasif, teslimiyetçi, akıl yoluyla düşünmeyen ve tartışmayan, karamsar, umutsuz, çaresiz insanlar yaratıyor. Sorunlarımızın, kaygılarımızın, belirsizliklerimizin gerçek nedenlerini gizlerken, mücadeleyi ve çabayı yok ediyor. 

Karamsarlığa, umutsuzluğa, senaryosu belli bir dizi gibi kendi yaşamlarımızı uzaktan izlemeye, çaresizce daha kötüsünü beklemeye, beklerken kendimiz ve sevdiklerimiz için endişelenmeye ihtiyacımız yok. Kendi hayatlarımızı ele almak için ayağa kalkmadıkça, yan yana gelip yaşamak istediğimiz hayat için mücadele etmedikçe içinde yaşadığımız bu aşağılık sömürü düzeninde daha kötüsünün geleceğini tahmin etmek için falcılara, yıldız haritalarına gerek yok, paranız cebinizde kalsın. 

*Filiz Açar, Kurtuluş Kadın Dayanışma Komitesi (KDK) üyesi