14 Şubat 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI - 14 ŞUBAT 2024 -

Gelecek gelemeyecek (Kaan Sezyum)

Cem Karaca’nın Bindik Bir Alamete parçasının sözlerinin halen geçerli oluşu, Türkiye gündeminin yıllar boyunca bir dirhem yol alamadığını, yıllardır aynı basit problemlerle boğuşup boğuşup bir çözüme ulaşamadığımızın net bir doğrulaması gibi. Hatta yıllar içinde bazı sorunlar daha da bataklık haline gelmiş durumda. Ülkedeki tabanın ve tebanın her noktasına yayılmış adaletsizlik başlı başına en büyük dertlerimizden biri. Ülkeyi tam anlamıyla kafasına göre yönetmeye çalışan ekibin ise kanun, kural, hukuk tanıdığı yok. Açıkça da bunu ifade edebilecek cesarete ulaştılar birkaç yıldır. Anayasa yoksa ülkede ne var? Kanun kural olmayınca haliyle yolsuzluk, yolsuzluk olunca yoksulluk, yoksulluk olunca suç, suç olunca da olanlar oluyor ister istemez.

Başımızdakilerin ruh halleri de gerçekten kitaplara konu olacak ilginçlikte. Narsistik soslu, öğrenmeme ve muhakeme yapmama isteği, uyumsuzluk, başıbozukluk, herkese efelenmenin geçer akçe olduğunun düşünülmesi, diplomasi bilmemek, dünyayı takip etmemek ve her şeyi en iyi bilenin kendileri olduğunu “bilerek” ülkenin, ekonominin hepimizi getirdiği hal ortada.

∗∗

Bakın güzel bir haber. Benim alanım su böreği: 13 Şubat’tan itibaren yeşil mercimekte gümrük vergisi sıfırlandı. Yani gümrük vergisi alınmayacak. Daha da güzeli var. Yeşil mercimek ihracatına da kısıtlama getirildi. Yani ne demekmiş bu? Yeşil mercimeği bile artık yurt dışından dilenir hale geldik demek. Yurt içindeki tarımı, hayvancılığı güzelce bitirdiğimiz ve zamanının ders kitaplarında yazan “Kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olan Türkiye”yi, mercimeğe muhtaç ülkelerden biri haline getirmek, gerçekten de zoru başarmak.

Ama mantıksızlıkların ve anlamsızlıkların global olarak cazibe merkezi gelmiş ülkesi olarak, bizim için zor her zaman çok kolaydır, imkansız biraz zaman alır. Geçtiğimiz haftalarda Ankara’ya gösteri için gitmiştim Atatürk İmam Hatip Lisesi gördüm. Başka bir şey demek istemiyorum. Eğitimde uzay çağı bu olmalı.

İktidarı eleştiriyoruz eleştiriyoruz da aslında hepimizin de kumaşı aynı bir yandan. Temel basit kurallarda, insanca anlaşamadığımızdan muhalefet de ayrı bir deli ediyor ülkede insanı. Deprem bölgesinde vatandaş tarafından ısrarla istenilmeyen bir adayı ısrarla aday olarak çıkartmaya çalışmak bu durumun en güzel örneği. İktidar akılcı değil zaten biliyoruz da siz hayırdır sevgili muhalefet? Böyle giderse 20 yıla ülkede neredeyse toplama yapmayı bile bilemeyen nesiller sağda solda dolaşacak.

∗∗

Genç nüfusumuzu avantaja çevirememek de üzücü. Türkiye, Avrupa içinde hız olarak yerlerde sürünen, fiyat olarak zirvelerde dolanan internet altyapısıyla yıllardır gözlerimi kamaştırmakta. Bunun üzerine eklenen dünyanın en sağlam internet sansürlerinden biri ile birlikte neredeyse tüm dünyanın “normal” olarak baktığı şeyler bizler adeta mağara insanıymışız da hak etmiyormuşuz gibi bize yasak… Toplumun giderek daha da gerilemesini de geçelim aralık sonunda Türkiye’de bilinen birçok VPN servisi de yasaklandı. İşin üzücüsü bizi yöneten tayfa sansürün bizi gerçeklerden koruyacağını düşünüyor. Hem de yıllardır. Yasaklar ve sansür, Türkiye’nin fonunda sürekli çalan, kötü hoparlörlerden birkaçı aynı anda yayın yapan bir kakofoni gibi. Kulak kulağı duymuyor, duymayınca da cahillik yetişiyor yardıma. Cahil kalıp cahil gideceğiz, ne güzel.

Bir de bunların yanında Türkiye’nin Instagram’da en çok vakit geçiren ülke olduğu ortaya çıktı. Dünya ortalaması 12 saat iken Türkiye’de bu süre 21.4 saat oldu. Yapacak iş yok, güç yok. Bir yere gitmek istesen pahalı, konserler iptal edilmiş, memleketin tersaneleri filan satılmış, ne yapalım evde, işte, metrobüste, elde telefon kendi boşluklarımızı başkalarının boşluklarıyla doldurmaya çalışıyoruz. Dünyanın iki katı Instagram kullanıp da en fazla işte ponzici fenomenler, kara para aklama sistemleri geliştirebiliyoruz.

Hâlâ Üsküdar Belediyesi’nin toplanan yardımları neden deprem bölgesine göndermeyip de deposunda beklettiğini merak ediyorum. Neden acaba?

Yol dediğin yol gibi

Ulaşmalı bir yere

Biz dön baba dönelim

Geliyoz aynı yere

Bu döngü kısır döngü

Başı var da sonu yok

Dönüyom dönemiyom

Sonunda bir cıgış yok

Amanieyynn

                                                             /././

Kurultay hesaplı adaylık süreci (Nurcan Gökdemir)

CHP’de adaylık tartışmaları kaosa dönüştü. Yerel seçimden başarısızlıkla çıkılması durumunda olağanüstü kurultay için düğmeye basılacağı korkusu CHP Genel Merkez yönetiminin tercihlerinde belirleyici oluyor.

AKP’deki gerilemenin görünür olduğu 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra muhalefet, seçimden başarısızlıkla çıkmasına karşın yerel seçim sürecine avantajlı başladı. Muhalif seçmen, AKP’nin halk desteğinin azaldığı ve son genel seçimde iktidarını kıl payı koruduğu gerçeğini gözardı etmedi. Bunun üzerine CHP'de “Değişim, sol” diyerek göreve yeni bir yönetimin gelmesinin, DEM Parti’deki görev değişikliğinin, CHP’nin hızını kesen İYİ Parti ile köprülerin atılmasının yarattığı umut da eklendi. 

SÖZLER TUTULMADI

Kurultayda dillendirilen adayların ön seçimle belirleneceği, parti örgütünün benimsemediği adayların tercih edilmeyeceği, listelerde kadın ve gençlere pozitif ayrımcılık uygulanacağı vaatleri de parti örgütünde heyecan yarattı. AKP’de adaylık sürecinde yaşanan gecikme ve isimlendirmedeki zorluklar da buna eklenince Özgür Özel yönetimindeki CHP,  yerel seçim yarışına en büyük rakibinin önünde başladı. Ta ki adaylık sürecine kadar…

Önce yerel seçim takviminin sıkışıklığı gerekçe gösterilerek hakim denetiminde önseçim yapılmasının koşullarının bulunmadığı iddia edildi. Örgütlerle istişare içinde aday belirleneceği vaadi de resmi adaylık başvurusu bile bulunmayanların, bir bölümü o bölgede bir gün bile siyaset yapmamış isimlerin tercih edilmesi ile kağıt üzerinde kaldı. Karşılıklı suçlamalar, eleştiriler ve hatta istifalarla süren aday belirleme süreci sonunda görüldü ki listelerde gençlere ve kadınlara da pozitif ayrımcılık yapılmadı. CHP Genel Merkezi’nin açıkladığı verilere göre, 2 Şubat itibarıyla belirlenen 965 adayın 881’i erkek, 84’ü kadınlardan oluştu. Yaş ortalaması ise 52 olan adayların 35 yaşından küçük olanlarının sayısı da sadece 68.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, daha koltuğunu ısıtmadan yerel seçim sınavına çıkmasının kendisi için dezavantaj olduğu gerçeğini reddetmek mümkün değil. CHP’de hiçbir sürecin tartışmalı bitmediği de doğru ancak, bu kadarına çok da tanık olunmadı. Kurultay kürsüsünden başlayarak dillendirilen vaatler hayata geçirilseydi bugün partinin içine sürüklendiği tartışma ortamı bu kadar yakıcı olmazdı. İki rakip siyasi partinin birbirine karşı kullanırken bile tereddüt edebileceği düzeydeki kirli siyaset aynı parti içinde yıllardır birlikte mücadele edenler tarafından sahnelendi. Rant, yolsuzluk iddiaları belli adreslerden servis edildi. AKP ile sıradanlaşan siyaset tarzı CHP’ye de bir ölçüde hakim oldu.

KURULTAY HESABI

Bu mücadeleyi bu kadar sertleştiren, bu kadar ilkesizleştiren yereldeki iktidarın sağladığı siyasi ve ekonomik avantajlardan mahrum kalma korkusu değil sadece. Bir diğer etken de CHP’de 1 Nisan sabahı ortaya çıkan tablonun parti içi iktidarın el değiştirmesine yol açıp açmayacağı kaygısı…

Bu süreçte yaşananlara bakıldığında bu kaygının izlerini görmek mümkün. Sürece bakıldığında da ne kadar zorlu ve tereddüt dolu geçtiği ortada. CHP’nin aday belirleme mesaisi 14 Aralık’ta başladı. O günden bu güne iki kez zorunlu nedenlerle iptal edilen toplantıların dışında 9 MYK ve 9 PM toplantısı yapıldı. 5 Şubat haftasında tamamlanması planlanan aday belirleme çalışmaları, parti içi tartışmalar nedeniyle 12 Şubat haftasına kadar sarktı. CHP’nin seçim takvimine göre son gün olan 20 Şubat’a kadar çalışmalarını tamamlayabilmesi de beklenmiyor.

Bu süreç bu kadar tartışmalı geçmeseydi başarısızlık durumunda Özgür Özel’in “Benim genel başkan olarak politikalarımı uygulama şansım olmadı, sonuç benim nasıl bir genel başkan olduğumu göstermek için yeterli değil” söylemi ikna edici olabilirdi. Ancak yaşananlar bu söylemin inandırıcılığını büyük ölçüde ortadan kaldırıyor.

MEVCUT BAŞKANLAR

Tartışma bazı mevcut başkanlarla devam edilip edilmeyeceğinde düğümlendi. CHP’nin kazanmakta zorluk çekeceği ya da kaybetmesi büyük olasılık olan yerlerde Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını desteklemelerine karşın mevcut başkanların büyük bölümü yeniden aday gösterildi. Ya da yine Kılıçdaroğlu destekçisi olarak bilinen yeni isimler partinin adayı olarak buralarda sahaya sürüldü.    

Partinin oy deposu olarak görülen İzmir, Çankaya ve Kadıköy’ün aralarında bulunduğu yerlerde ise “mevcut yönetime yakınlık” iddialarında bulunanlara haklılık kazandıracak isimlendirmeler yapıldı.   CHP’nin en yüksek oy oranına sahip olduğu ilçelerden Çankaya’ya Özgür Özel’in avukatı da olan Hüseyin Can Güner, Kadıköy’e İBB’nin CHP Grup Sözcüsü Mesut Kösedağ aday olarak gösterildi.  Başka gerekçeler de dillendirilmekle birlikte uzun yıllardır Ataşehir Belediye Başkanlığı yapan Battal İlgezdi de yolların ayrıldığı isimlerden oldu.

Bu tercihlerle de Özgür Özel, olası bir başarısızlık durumunda “Kurultayda yaşananlar isimlendirmeyi etkilemedi. Objektif davrandım” diyecektir, bunu da Adana, Mersin gibi illerdeki aday tercihleri ile gerekçelendirecektir.  Ancak örgütün farklı tercihlerine karşın partideki bazı etkili isimlere yakın olanların tercih edilmesi, resmi başvuru olmayanların bile aday olarak atanması gerçeği CHP’yi kampanya sürecinde zayıflatan bir unsur olarak ortaya çıkacak. Kurultayda açılan yaranın, seçim sürecinde objektif kriterlerle ve örgütle istişare içinde aday belirlenerek sarılması bir yana daha da büyümesine neden olan süreç CHP’yi yarışa şimdiden geride başlattı.

Umut, seçmenin 14-28 Mayıs’ta olduğu gibi “AKP iktidarına karşı olduğunu gösterme” ortak paydası ile bir araya gelmesinde…

                                                               /././

Sürdürülebilirlikte vasatlar ligindeyiz (Özgür Gürbüz)

Doğa severlerin isyanları Türkiye’deki çevre sorunlarının ne kadar büyüdüğünün bir göstergesi. Arıların sayılarının azalması, aşırı hava olaylarının sayısı ve sıklığının artması, hava kirliliğinin daha fazla sağlık sorununa yol açması iş dünyası ve siyasetçilerin durumu kavrayabilmesi için yeterli olamayabiliyor. Ekonomik ve sosyal veriler de içeren başka göstergelere ihtiyaç duyuyorlar. Olabilir.

O zaman o dilden de Türkiye’nin vasatlar liginde olduğunu anlatalım. BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın hedeflerine ulaşma konusunda Türkiye’nin geldiği nokta bize tercüman olsun. Radikal bir çevre koruma fikrine hizmet etmeseler de Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na ulaşılması durumunda birkaç adım öteye gidebileceğimizi söyleyebiliriz. Devletlerin birçoğu BM’nin 17 amacına ulaşmayı kısa ve orta vadeli planlarına eklemiş durumda. Türkiye’de merkezi hükümetten yerel yönetimlere kadar birçok kurum stratejisini bu amaçları temel alarak yazıyor.

∗∗

17 amacın ortak noktası aşırı yoksulluğu sonlandırmak, iklim kriziyle birlikte adaletsizlik ve eşitsizlikle mücadele etmek. 2030 yılına kadar belirlenen hedeflere ulaşmak zor görünse de ülkelerin performanslarını değerlendiren raporlar bize hangi ülkenin hem doğayı hem de ekonomiyi koruma yolunda bir şeyler yaptığını gösteriyor.

TÜRKİYE 72. SIRADA

BM için raporlama yapan Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı’nın hazırladığı son değerlendirme Türkiye’nin 166 ülke arasında 72. sırada yer aldığını ortaya koyuyor. Orta sıralara da hasret kaldık, her raporda diplerdeyiz deyip pek sevinmemek gerek çünkü ülkeyi yönetenlerin çok övündüğü ekonomik büyüklüğe göre baktığımızda oldukça gerilerdeyiz. 17 amacın ikisinde daha kötüye gidiyoruz. Bunlar seragazı emisyonlarını artıran fosil yakıt kullanımı ve çimento üretimi ile sağlık ve eğitime harcanan bütçenin kısılması. İyileşmenin görüldüğü alanlar ise, “elektriğe erişim” gibi bizim gibi ülkeler için çoktan halledilmesi gereken konular. Türkiye’de hükümetin amaçlara ilişkin yaptığı son gönüllü değerlendirme 2019’da yapılmış. Üzerinden uzun zaman geçmiş. Belki de her yerde dillendirilen bu 17 amaç çoktan rafa kaldırıldı; bilemiyoruz.

∗∗

Detaylarda kaybolmadan dünyadaki yerimizden de bahsedelim. Bizden daha büyük ekonomik sorunlarla uğraşan Arjantin 51. sırada. Ambargolarla boğuşan Küba 46, Arnavutluk 54, Vietnam 55. sırada. Komşularımızla da kıyaslayalım. Yunanistan 28, Gürcistan 42, Bulgaristan 44, Azerbaycan 53, Ermenistan 56, İran 86, Irak 105 ve Suriye 130. ülke olmuş. Kosta Rika’dan Tayland’a birçok ülkenin gerisindeyiz. Hatırlatayım. Bu sadece çevresel bir gösterge değil, yoksulluktan eşitsizliğe, temiz sudan adalete kadar birçok konuda dünyanın ilerlemesine ne kadar uzak veya yakın olduğunuzu gösteren bir değerlendirme.

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın 2019 yılında hazırladığı değerlendirme raporu, gelinen durumu şöyle özetliyordu: “Gösterge bazında ilerlemeye bakıldığında, Türkiye’nin birçok hedefte ilerleme kaydettiği, bazı hedeflerin tamamen aşıldığı, bazı hedeflere ise kısmen ulaşıldığı görülmektedir.” Cumhurbaşkanlığı orta sıralarda kalmayı kabulleniyorsa sorun yok, beşten büyük olacaksak elbette ortada büyük bir sorun var. İlk 20, hatta ilk 50’de bile değiliz. Ben sonuçtan memnun değilim, çünkü Türkiye daha iyisini yapabilir. Kendisine ilerlemeyi amaç edinen demokratik bir cumhuriyet yerine “vasatlar imparatorluğu”nu seçenler ise herhalde bu dereceden memnundur.

                                                                 /././

“Helalleşmeyi” hatırlamak (Şükrü Aslan)

‘Helalleşme’, daha çok inançsal referanslarla kullanılan ve gündelik konuşmalarda sıklıkla duyduğumuz bir sözcüktür. Bu sözcüğün politik literatürün konusu olması ise Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun o ünlü daveti ve/veya vaadiyle mümkün oldu. Bugün yeteri kadar karşılık bulmamış gibi görünse de Kılıçdaroğlu’nun Türkiye siyasetine yeni ve önemli hususiyetler kazandırdığını düşünüyorum. ‘Helalleşme’ çağrısı onlardan birisidir. Bireyler arası uzlaşıcı ilişkilere gönderme yapan bu gündelik ritüel, yeni anlamıyla toplumsal-siyasal meseleler ve gruplar arası ilişkilerde daha çok ‘yüzleşme’ dileğine denk gelmektedir.

∗∗

Gündelik dileklerin birer politik vaade dönüşmesi, son derece yaratıcı bir siyasal düşüncedir. Zira hem bu dileklerin anlaşılmasını hem de toplumsal kabulünü kolaylaştıran bir işlev görür. Demektir ki aynı zamanda ciddi bir gerilim çözme imkânıdır. Bu anlamda ‘helalleşme’ modern aklın inşa ettiği toplumsal-siyasal gerilimlerin çözümünü değil belki ama çözümü için ihtiyaç duyulan kapıların açılmasını mümkün kılabilir. Dolayısıyla politik bir söylem olarak ‘helalleşme’ daveti aynı zamanda gerçekçidir.

Sosyolojinin ilgi alanından bakıldığında da, siyasette olduğu gibi ‘helalleşme’ genellikle bir tür ‘yüzleşme’ ile ilişkilidir. Bilhassa modernleşme süreci ile kurulan bireysel ilişkilerden toplumsal ve siyasal alana evrilen yıkıcı deneyimler dikkate alındığında ‘yüzleşme’ bir büyük toplumsal ihtiyaç ve dolayısıyla bir toplumsal taleptir.

Yüzleşmenin öteki yüzü aslında yok saymadır. Olmamış gibi davranmak, herkesin bildiğini, kimse bilmiyormuş gibi yapmaktır. Bu ise sözcüğün gerçek anlamında politik ikiyüzlülüktür. Gelgelelim ‘ikiyüzlülük’ de yüzleşmenin olmadığı bir iklimde bir tür toplumsal alışkanlığa dönüşebilir ve dönüşmüştür. Herkesin bir ölçüde şikayetçi olduğu halde, kamusal ortamlarda memnuniyetini dile getirdiği örneklerde olduğu gibi. İşte helalleşme ya da yüzleşme bu toplumsal-siyasal ikiyüzlülüğün üstesinden gelmek için de belki en uygun araç olabilir.

Annem, gündelik konuşmalarımızda sıklıkla “bu memleketin iki yakası bir araya gelmez” derdi. Çünkü hakim politik sistemin ağır toplumsal yaralara yol açan çok fazla günahı vardı ve bunlar kuşaklar arasında söylenegelmişti. Reşat Hallı’nın Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar adlı hacimli kitabını elime her aldığımda bu büyük günahların öyküsünü düşünürüm. Kitap, bir çeşit kitlesel öldürmelerin raporu gibidir. Ülkede hangi kasabada, hangi bölgede ne kadar kişinin ‘imha edildiğini’ uzun uzun resmi raporların verilerinden aktarır. Hepsinin teşhisini de koymuştur; ‘ayaklanma’, ‘isyan’, ‘kalkışma’ vb. Ayrıca bütün bu ‘günahların’ adeta içinde eridiği ve hatta tahrik ve teşvik edildiği söylemini de üretmiştir: ‘medeniyet’, ‘cumhuriyet’ ‘aydınlanma’. Tuhaf bir şekilde bütün bu sözcüklerde anlam bulan idealler söz konusu olunca kan ve gözyaşının tüm biçimleri adeta normalleştirilmiştir.

∗∗

Hemen hemen aynı büyük ideallerle gerçekleştirilmiş toplumsal/siyasal devrimlerin öyküsü de bundan farklı değildir. Oysa on binlerce-yüzbinlerce insanın hayatına kıyılarak kurulabilen bütün o ‘ideal rejimler’, nüfusu milyonları bulan hayatlarına kıyılmış insanların ailelerinin ahı ile yaşamıştır ve elbette sadece bu nedenle bile ‘iki yakası bir türlü bir araya gelmemiştir’. Sosyalist devrimlerin çoğu kez hayal kırıklığı yaratan öyküsünü, derin siyasi analizlerin bir adım ötesine ötesine geçerek bir de bu zaviyeden düşünmek gerekir.

Helalleşme daveti böyle siyasal-toplumsal iklim(ler)i teneffüs etmiş bir memlekette belki de köklü bir tedavi biçimi değildir evet ama toplumsal ağrıların hiç değilse hafifletilmesi için bir önemli teşebbüs olabilir. Zira toplumsal yaralarını konuşmamak, onları ortadan kaldıran bir durum değildir. Bu ülke bir gün yaralarını sarma iradesini gösterebilirse herhalde bunun ilk adımı ‘helalleşme’ olur. Aslında bunun dışında bir yolu da yoktur. Sürekli ötekini ‘düşman’ ilan eden bir zihniyetin devam etmesi herhalde bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu tür bir siyaset ve dil aslında bu ülke için bir büyük yüktür. Türkiye bu yükü daha nereye kadar taşıyacak acaba?

                                                              /././

İşkence yapıp saatlerce gezdirmişler (Timur Soykan)

 30 Ocak 2024 günü sabah 08.00 sıralarında İstanbul Topkapı’daki Koç Üniversitesi Hastanesi önüne park edilmiş bir otomobilin içinde ceset bulundu. Başında ve bedeninde çok sayıda darp izi bulunan bu kişi yeraltı dünyasında çok bilinen Çakıroğlu Ailesi’nden 44 yaşındaki İlker Çakıroğlu’ydu.

Polis hastanenin güvenlik kamera kayıtlarını incelediğinde bu aracın hastanenin acil servisine gelip durmadan geri döndüğünü belirledi. Girişteki kamera aracı kullanan kişiyi kaydetmişti. Daha sonra arka koltuğunda İlker Çakıroğlu bulunan otomobili bir TIR’ın önüne park eden sürücü koşarak uzaklaşmıştı.

15 BİN KİŞİLİK AİLE

Karadenizli Çakıroğlu Ailesi, yeraltı dünyasının en kalabalık gruplarından. 15 bin kişilik bu ailenin bazı üyeleri kumar, tahsilat, mekanlara çökme gibi gayrimeşru işleri yürütüyor. Ancak İlker Çakıroğlu’nun aile içinde uzun süredir devam eden bir gerilim nedeniyle öldürüldüğü iddia ediliyor. İlker Çakıroğlu’nun yakınları, Fuat Çakır ve Ayhan Çakır isimli aile fertlerini suçluyor.

Fuat Çakır, 46 yaşında ve çeşitli cinayet suçlamaları nedeniyle 24 yıl hapis yattı. Fuat Çakır ve Ayhan Çakır, iki yıl önce 20 Aralık 2021’de Susurluk Çetesi hükümlüsü eski polis Ziya Bandırmalıoğlu ve eski polis Şahin Arslan ile Kalamış Marina’daki bir lokantada aynı masada oturuyordu. 25 milyon dolarlık bir yat ve çeşitli inşaat işlerindeki husumetlerde iki mafya grubu da devreye girmişti. İddiaya göre; Ziya Bandırmalıoğlu, farklı mafya gruplarıyla yakınlığını anlatmaya başlayınca Fuat Çakır tepki gösterdi. Tartışma büyüdü. Lokantadaki güvenlik kameraları olay anını görüntüledi.

KALAMIŞ’TAKİ LOKANTADA ÇATIŞTILAR

Ziya Bandırmalıoğlu ve Şahin Arslan silah çekerek ayağa kalkıp ateş etti. Karnından vurulan Fuat Çakır, Ziya Bandırmalıoğlu’ndan silahı alarak karşı ateş açtı. Bu arada Ayhan Çakır ve adamları iki eski polise onlarca kez ateş ederek öldürdü.

Olayla ilgili iddianamede müebbet hapisleri istenen Çakır kardeşler, meşru müdafaa kararıyla 2 yıl 8’er yıl hapis cezasıyla kurtuldu ve kısa sürede tahliye oldular.

İddiaya göre; bu olaydan sonra yeraltı dünyasında ünü artan Fuat Çakır, ailenin başına geçmeye çalıştı. Çeşitli mafya babaları ile görüşerek destek aradı. Ancak bu desteği bulamadı ve aile içinde gerilim başladı.

BOMONTİ’DEKİ OTEL VE 30 MİLYON TL

Bu sırada ortaklarının husumetli olduğu İstanbul Şişli Bomonti’deki bir otel için Çakıroğlu ailesinden isimler devreye girmişti. Kurulan masalar sonucunda otelin hisselerinin bir kısmı kağıt üzerinde İlker Çakıroğlu’na devredildi.

Bu olayda kendi adının kullanıldığını iddia eden Fuat Çakır, bu otelin hisselerini istiyordu. Ayrıca otel ile ilgili husumetin çözülmesi için mafya grubunun aldığı 30 milyon TL’nin kendisine getirilmesini istedi. Ancak karşı taraf bunu kabul etmedi.

Polisin tespitlerine göre; Fuat Çakır, 29 Ocak 2024 akşamı, yine aile üyesi eski bir polisin işlettiği Karaköy’deki meyhanedeydi. İlker Çakıroğlu’nu konuşmak için meyhane çağırdılar ve üst katı boşalttılar. İlker Çakıroğlu tedirgindi ancak ailesine bilgi vererek buraya gitti. Saat 01.00 sıralarında eşini arayarak iyi olduğunu söyledi.

KUMARHANELERİ GEZDİRDİLER

İddiaya göre; bu telefon aramasından sonra işkence başladı. Otelin hisselerini devretmesi ve parayı getirmesi için 4.5 saat sopalarla dövüldü ve çeşitli işkenceler yapıldı. Kalp hastası olan İlker Çakıroğlu fenalaştı. Polisin incelemesinde Karaköy’deki meyhanenin kameralarının söküldüğü belirlendi. Ancak MOBESE ve trafik kamerası incelemelerine göre; yaralı, baygın haldeki İlker Çakıroğlu saatlerce İstanbul’da gezdirildi.

Karaköy’deki meyhaneden çıkarılıp bir otomobile indirilen İlker Çakıroğlu, önce Suadiye’de Fuat Çakır’ın kumarhanesine götürüldü. Buradan Kızıltoprak’taki başka bir kumarhaneye taşındı. Bu sırada tamamen bilinci kapandı.

Bir çete üyesine onu hastaneye götürmesi talimatı verildi. Bu kişi, Koç Üniversitesi Hastanesi önünde İlker Çakıroğlu’nu bırakarak uzaklaştı. Arabanın kapılarının kilitli olduğu öne sürüldü.

12 KİŞİ ARANIYOR

Polis cinayet ile ilgili Fuat Çakır, Ayhan Çakır’ın da arasında olduğu 12 kişiyi arıyor. İlker Çakıroğlu’nun yakınları, soruşturmayı cinayet şubenin yürüttüğünü ama organize şubenin yürütmesi gerektiğini ifade ediyor.

Öte yandan öldürülen İlker Çakıroğlu, ailenin önde gelen isimlerinden Nazım Çakıroğlu’nun halasının oğlu. Ailenin, suç örgütü liderlerini arayarak Fuat ve Ayhan Çakır’ı saklamamaları ya da sahip çıkmamaları için uyardığı öne sürülüyor. Çakıroğlu Ailesi’nin intikam için Fuat ve Ayhan Çakır’ı aradığı öne sürülüyor. Hatta bu kişileri devletin içinden isimlerin koruduğuna yönelik şüphelerini dile getiriyorlar.

ZİYA BANDIRMALIOĞLU İTİRAFÇI MI OLACAKTI?

İlker Çakıroğlu cinayetinden sonra Ziya Bandırmalıoğlu ve Şahin Arslan’ın iki yıl önce öldürülmesi yeniden gündeme geldi. Yeraltı dünyasındaki bazı rivayetlere göre; cinayetin nedenleri, ultra lüks yat ve inşaat işlerindeki husumet ile sınırlı değildi. Ziya Bandırmalıoğlu bu husumetler kullanılarak tuzağa çekilmişti. İddiaya göre; Ziya Bandırmalıoğlu, kendisinin ve eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın da yargılandığı Ankara’daki Faili Meçhul Cinayetler Davası’nda itiraflarda bulunacaktı. Onun ifadeleri, 1990’larda işlenen ve zamanaşımından düşürülen bu davanın seyrini değiştirebilirdi. Bu nedenle tuzağa çekildi, Kalamış’taki balık lokantasına geldiklerinde içkilerine uyuşturucu ilaç konuldu. Bunu fark ederek ateş açmak için masadan kalktılar. Bunların tamamı delile dayanmayan iddialar. Ancak Ziya Bandırmalıoğlu ve Şahin Arslan, vurulup yere düştükten sonra kafalarına ateş edilmişti. Buna karşın meşru müdafaa kararı ile 2 yıl 8 ay hapis cezası almaları şüpheleri artırıyor.

                                                               /././

İmam Sarmalı Diyanet'i sarstı: Ayasofya imamını bile dolandırmışlar (Timur Soykan)

İki imamın sazan sarmalı dolandırıcılığında, onlarca mağdur imam ve müezzin var. Müftü Yardımcısı ve Ayasofya imamı da dolandırılanlar arasında. Bazı müftülük çalışanları ise otomobil satışlarına aracılık etmekle suçlanıyor. Diyanet’teki sendikalar arasında da dolandırıcı imam gerilimi var.
                                                               
Cengizler

Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul Müftülüğü’ne bağlı imamlar Halil Cengiz ve kuzeni Ahmet Cengiz sazan sarmalı yöntemiyle yüzlerce kişiyi dolandırdı. İki imam, farklı filo şirketlerinden aldıkları sıfır kilometre araçları 2021’de İstanbul’da kurdukları CNGZ Filo Otomotiv Şirketi üzerinden satışa çıkardı. İstanbul’da çok sayıda imama bu araçları verip paralarını aldılar. Satış işlemini daha sonra yapacaklarını söylediler.

Bu sırada memleketleri Sinop Durağan’da AKP Sultangazi İlçe Yönetim Kurulu üyesi de olan Halil İbrahim Aktan ile ortak otomobil galerisi açtılar. Ülkede sıfır kilometre otomobil sıkıntısı yaşanırken Durağan’ı otomobil satışının merkezi haline getireceklerini söylüyorlardı. Durağan’a TIR’larla çok sayıda otomobil götürdüler.

DURAĞAN’DA ‘RTE’ PLAKALI TEZGÂH

AKP ve Erdoğan’a rekor oranda oy çıkan Durağan’da Kuran kurslarına, camilere yardım yapıp ‘RTE’ plakalı lüks otomobillerle gezerek tezgâhlarını kurdular. Dini ve AKP’nin siyasi referanslarıyla güven sağlayan dolandırıcılar, ilk satışlarda otomobillerin devrini yaptı. Kısa sürede Durağan’ın yanı sıra Kastamonu, Sinop, Tokat, Samsun ve çevre ilçelerden insanlar galerinin önünde sıraya girdi.

Bu dönemde hükümet, sıfır araçların tekrar satışının yapılabilmesi için ‘6 ay 6 bin kilometre’ kuralı getirdi. İmam dolandırıcılar, bu kuraldan faydalandı ve paraları toplayıp otomobillerin satışını 6 ay sonra vereceklerini söyledi. Sazan sarmalında 2023 yılının Ağustos ayında yüz milyonlarca lira toplanmıştı. Çok sayıda mağdura otomobil verilmedi. Otomobil verilenler ise kiralamış görünüyordu ve araçlar ellerinden alındı.

                             RTE plakalı araç.

İL MÜFTÜ YARDIMCISI DA DOLANDIRILDI

Halil Cengiz, Ahmet Cengiz, otomobil temin ettikleri Elibol Filo Şirketi’nin sahibi Engin Elibol ve CNGZ Filo’nun çalışanı olan iki şüpheli Kasım 2023’te tutuklandı. Soruşturma devam ediyor. Toplamda 500 mağdur ve 400 milyon TL’lik vurgun olduğu öne sürülüyor. Şüphelilerin, mağdurları “Şikâyetçi olursanız otomobillerinizi de paranızı da alamazsınız” diye tehdit ettiği iddia ediliyor. Ayrıca bazı imamlar, isimlerinin bu olayda geçmesinden çekindikleri için şikâyetçi olmadı.

Halil Cengiz, İstanbul İl Müftülüğü’nde çalışıyordu. Sadece İstanbul İl Müftülüğü’nde çalışan 15 mağdur imam var. İl müftü yardımcılarından birinin de dolandırıldığı öne sürülüyor.

Kastamonu ve Sinop’ta da çok sayıda mağdur imam var. Hafızlık eğitimini Kastamonu’da alan Halil Cengiz ve Ahmet Cengiz burada tanıdıkları imamları da otomobil satışı vaadiyle tezgâhına düşürmüş. Kastamonu’da bir imam, iş arkadaşı imamın aracılığıyla iki imama güvenip otomobil aldığını ve dolandırıldığını anlattı.

AYASOFYA İMAMI ŞİKÂYETÇİ OLDU

İki imamın sazan sarmalıyla Ayasofya İmamı Bünyamin Topçuoğlu da dolandırıldı. Peugeot 3008 marka otomobil için ödeme yapan Bünyamin Topçuoğlu’na da aracın satışı verilmedi. Ayasofya imamı, ekim ayında iki dolandırıcı imamdan şikâyetçi oldu.

İddiaya göre; Halil Cengiz ve Ahmet Cengiz dini ve siyasi referanslı dolandırıcılık faaliyetlerinde Ayasofya’yı da kullandı. Çok sayıda mağdura “Ayasofya imamı ve Ayasofya müezzini de bizden otomobil aldı” diyerek güven verdi. Hatta bazı imamlar, Ayasofya imamı ve müezzinini arayarak bu kişilerin güvenilir olup olmadığını sordu.

Bünyamin Topçuoğlu

BELEDİYE BAŞKANI BİLE MAĞDUR

Ahmet Cengiz ve Halil Cengiz’in memleketi Sinop Durağan’da yüzlerce mağdur var. Eski bir imam olan Durağan Belediye Başkanı Ahmet Kılıçaslan da dolandırdıklarını iddia ediliyor. Eski model Passat otomobilini vererek sıfır kilometre Passat almak isteyen Belediye Başkanı’na Audi A4 vermeyi teklif etmişler. Ancak hem Passat’ı hem de parası gitmiş.

Soruşturmada halen müşteri bulup komisyon alan aracılara dokunulmaması dikkat çekiyor. Şikâyetlerde; İstanbul İl Müftülüğü’ndeki bazı çalışanlar, bu araçların satışı için aracılık yapmakla suçlandı. İstanbul Müftülüğü’nde veri hazırlama memuru olan Yılmaz Kütükçüoğlu’nun da imamları, CNGZ Filo Şirketi’nden araç satın almaya ikna ettiği ve karşılığında komisyon aldığı öne sürülüyor.

Durağan Belediye Başkanı, belediyenin resmi hesaplarından Ahmet Cengiz ve Halil Cengiz ile fotoğraflarını paylaşmıştı.

DİYANET SENDİKALARI OLAYLA KARIŞTI

Yılmaz Kütükçüoğlu, Diyanet-Sen’den ayrılan imamların kurduğu Mil Diyanet Sen’in İstanbul İl Başkanı’ydı. Diyanet-Sen, Mil Diyanet Sen’i bu dolandırıcılık olayı nedeniyle suçluyor. Ancak Mil Diyanet Sen Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Tahiroğlu da dolandırılanlar arasında. Parasını vererek aldığı otomobilin satışı yapılmamış ve Elibol Filo Şirketi’ne ait görünen otomobil elinden alınmış. Otomobili Yılmaz Kütükçüoğlu’nun aracılığıyla aldığını söyleyen Ahmet Tahiroğlu, “Dolandırıcılık ortaya çıkar çıkmaz bu kişiyi sendikadan ihraç ettik” diyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı ise imamların sazan sarmalı olayıyla ilgili idari soruşturma yürütüyor.

‘ARKADA BÜYÜK ŞİRKETLER VAR’

Mağdurlar, Elibol ve Grantur şirketlerinin sazan sarmalının arkasında olduğunu iddia ediyor. Nitekim satılan araçlar bu şirketlerin kiralık araçları olarak görünüyor. Bazı araçların satışları da bu şirketler üzerinden yapılmış. MTV, kasko, kredi ödemeleri de bu şirketler üzerinden yapılmış görünüyor. Resmi olarak CNGZ Filo Şirketi ile bir ortaklıkları yok ama aralarında on milyonlarca liralık para trafiği, kesilmiş çekler var. Grandtur Şirketi’nin sahibi Ali Rıza Çelebi, geçen hafta gözaltına alındı ve adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Ali Rıza Çelebi, CNGZ Filo firmasına 41 otomobil kiraladıklarını ve bunun 27 tanesini geri alamadıklarını savunuyor. Dolandırıldığını ve ilk suç duyurusunu kendisinin yaptığını anlatan Ali Rıza Çelebi, “Biz onlara sadece 6 otomobil sattık. Geri getirilmeyen kiralık otomobillerin kredisini ödemek için turizm firmamdaki 13 otobüsü sattım” diye konuştu. Sazan sarmalının bütününü soruşturma tamamlanınca göreceğiz.

∗∗∗

AKBAŞ: BEN DE MAĞDURUM

İmamların sazan sarmalındaki şüpheliler ve bazı mağdurlar, Ayasofya Müezzini Rıdvan Akbaş’ı aracılık yapmakla suçladı. Hatta CNGZ Filo ile Durağan’da ortak galeri açan Halil İbrahim Aktan arasındaki bağlantıyı onun kurduğunu iddia etmişlerdi. Rıdvan Akbaş’ın Sulh Ceza Hâkimliği’ne başvurusu üzerine “Sazan Sarmalı’ndan Ayasofya Müezzini çıktı” başlıklı haberimize erişim engeli ve içerikten çıkarma kararı verildi.

Rıdvan Akbaş, kendisinin kesinlikle aracılık yapmadığını, hatta Halil Cengiz ve Ahmet Cengiz tarafından mağdur edildiğini söyledi. Bu kişilerin Durağanlı ve hemşerisi olduğunu söyleyen Rıdvan Akbaş, “Bu kişilerle yayınlanan fotoğrafım bunların otomobil işine girmesinden 7 ay önce çekildi” dedi.

Rıdvan Akbaş (sağda) Ahmet Cengiz, Halil Cengiz ve Halil İbrahim Aktan ile bu fotoğrafı çektirmişti.

Ancak Rıdvan Akbaş’ın CNGZ Filo Otomotiv’in açılışında çekilmiş fotoğrafları var. Ayrıca CNGZ’den otomobil anahtarını alırken çekilen fotoğraflarını sosyal medya hesabından paylaşmıştı. Bu konuda şunları söyledi: “Bu kişiler, köylüm, çocukluk, hafızlık arkadaşım. Yenibosna’daki şirketlerinin açılışına gittik. Sonra Durağan’a gidip Halil İbrahim Aktan ile ortak galerinin açılışına da katıldık. Benim otomobil alacak durumum yoktu. Ancak kolaylık sağlayacaklarını söyleyerek beni ikna ettiler. 2021’de eski arabamı da satarak sıfır kilometre otomobil için 330 bin TL ödeme yaptım. ‘Temin edemiyoruz’ diye 6 ay beklettiler. Sonra Halil Cengiz’in eşinin kullandığı 16 kilometredeki otomobili verdiler. Beni 1,5 yıl oyaladılar. Sonra araba için yakalama kararı çıktı, teslim ettik. Bütün param ve araba gitti.”

Rıdvan Akbaş, CNGZ’nin açılışına katılmış. Bu kişilerin çocukluk arkadaşı olduğunu söyledi.

AYASOFYA’NIN ADINI KULLANDILAR

Ayasofya’nın adının bir dolandırıcılık olayında anılmasının kendisini çok rahatsız ettiğini anlatan Rıdvan Akbaş, “Bana otomobil satmak için neden ısrar ettiklerini şimdi anlıyorum. Ayasofya’nın adını kullanmak istediler. İnsanlara ‘Ayasofya müezzini de bizden otomobil aldı’ demişler. Beni çok kişi arayıp bu insanlara güvenip güvenemeyeceklerini sordular. Ben hepsine beni oyaladıklarını söyledim. Ama bazıları benim aracılık yaptığımı, komisyon aldığımı söylüyormuş. Kimseye aracı olmadım, bir kuruş almadım. Bu insanlar itibarımızı mahvetti” diye konuştu.

Arabayı alacağını zannettiği dönemlerde kimseye CNGZ’yi tavsiye edip etmediğini de sordum. Kesinlikle kimseyi yönlendirmediğini söyledi.

“Ne zaman şikâyetçi oldunuz” diye sorduğumda Rıdvan Akbaş şöyle konuştu: “Paranın kalan kısmını elden verdiğim ve belge almadığım için şikâyetçi olmadım. Dosyaya adım girsin istemedim. Ama haber çıkınca tarafım, mağduriyetim belli olsun diye suç duyurusunda bulundum.”

Rıdvan Akbaş, otomobili alırken çekilen fotoğrafını paylaşmıştı.
                                                                     /././

Halksız siyaset (Yaşar Aydın)

                  Erdoğan halksız siyaseti yönetme biçimine çevirirken muhalefet kötü bir taktik izliyor.

Rejim kendini kalıcı hale getirecek adımlar atmayı sürdürürken muhalefet gözünü kapatmış; ittifak, tanınmış aday, pazarlık demekte ısrar ediyor. Örgütlü bir halk olmadan rejimi durdurabileceği gibi bir yanılgı içinde.

Yerel iktidarı belirleyecek sandığın kurulmasına 45 gün kaldı. Seçim rüzgârı yurttaşa ulaşmış durumda değil. Bu haliyle giderse ulaşacağı da yok. Ülkedeki hâkim havaya rağmen partiler kendinden menkul şekilde “al takke ver külah” diyerek zaman öldürüyorlar.

14-28 Mayıs seçimlerinden sonra ittifakların partileri siyasetsiz bıraktığı, ne dediği belli olmayan kurumlara dönüştürdüğü çokça konuşuldu. Hatta ittifak siyaseti en çok bunun için eleştirildi. Ama hemen ardından gelen yerel seçim gösterdi ki esas sorun çok daha derinde.

Partiler çok uzun süredir Meclis’e ve lider kavgalarına indirgenmiş bir siyaset tercih etti. Bilerek ve isteyerek halkı sadece seçmen olarak görüp sandık zamanı siyaset yapmaya çağırdı. İktidar için bu siyaset bir çeşit yönetme biçimi ve belli düzeyde de anlaşılır bir tutum. Ne de olsa tek adam ve ekibi var. Siyasi mekanizmalar ne kadar daralırsa işleri o kadar kolaylaşır. Ama muhalefetin de bu trende tutunması gerçekten çok ilginç bir durum.

Sadece aday belirleme yöntemine bakarak bile muhalefetin geldiği noktayı görmek mümkün. Ne arasanız var. En kolay kazanma yöntemlerini icat etme uğraşı, anketlere bakma, ünlüler geçidi, belediye başkanlığı meclis üyeliği pazarlığı ve bilumum benzer yöntemler. Halk olmasın da ne olursa olsun. İster açık ifade edilsin ister kapalı, bu yöntemlerin hepsi halkın olmadığı siyasete su taşımaktan başka bir işe yaramaz.

YETER Kİ HALK OLMASIN

Cumhurbaşkanı Erdoğan ülkeyi kendi yaptığı siyasete alıştırdı. Kürsüden bağırarak konuşan ve herkese ne yapması gerektiğini tarif eden bir siyasetçi prototipi. Yıllarca bunu yaptı. Elindeki devasa medya gücü vs. başarılı da oldu. Tek başarısı bununla da sınırlı kalmadı. Siyaseti, iktidarıyla muhalefetiyle üç beş kişinin konuştuğu bir meseleye indirmeyi başardı. O saatten itibaren de kendi minderinde güreş tutan Erdoğan için karşısına çıkanın sırtını yere sermesi zor olmadı. Böyle devam ederse bundan sonra da olmayacak. 

Ortada çıkarı savunulan bir toplumsal kesim yok. Belirginleşen bir politik çizgi yok. Hadi adını koyalım, dava kalmamış ama partiler var. Herhangi bir kahvede birlikte çay içmekten imtina edecek insanlar, aynı partide siyaset yapmaya başladı. Bin yılın sağcıları hiç istiflerini bozmadan muhalif medya kuruluşlarının gedikli yorumcuları oldu. Bu yetmedi, gittiler solcu partilerden milletvekili, belediye başkanı adayı oldu. Nedeni sorulduğunda yanıt her zaman “karşı mahalleye seslenmek” oldu. Üstelik bu büyük bir yenilik ve başarı olarak sunuldu.

NE ZAMAN BİTECEK?

Muhalefet partilerinin içine düştüğü halktan uzak siyaset yapma kuşkusuz sadece aday belirleme yöntemi ve adaylarım kimliği ile açıklanamaz. Bununla birlikte pazartesi günü yayımlanan BirGün gazetesinde yerel seçimlerde muhalefetin tutumuna yönelik Prof. Dr. Ayşen Uysal’ın değerlendirmesine dönüp bir daha bakmakta fayda var. Uysal, “Marka adaylar çıkarma eğilimi liyakatın bir yere bırakıldığı, toplumun sorunlarını göz ardı eden, ekonomik sermaye ve medyayla siyaset arasında bir ilişkiye götürüyor bizi. Öte yandan muhalefetin ideolojik bagajlarını boşaltmış olması da var olan siyaseti bizi umut vaat edemediği noktaya taşıyor” derken iki noktanın altını çizmiş oldu. Birincisi ünlüler geçidine dönüşen adaylık gösterileri, ikincisi ise -belki de birinci başlığın nedeni- ideolojisiz bir muhalefetin varlığı.

Değişim, dönüşüm, yenilik bunların tamamı kulağa hoş gelen kavramlar. Ama aynı zamanda tek başına da hiçbir şey ifade etmezler. Politikayla doldurulmaya ihtiyaç duyar.

NEDEN KONUŞULUR?

İktidar büyük bir kriz içinde debelenip çıkış bulamazken ülke kamuoyu muhalefete kilitlenmiş durumda. Hangi aday çıktı, futbolcu mu olsun, şarkıcı mı gibi tartışmalar hâlâ gündemi belirliyor. Yazık çok yazık.

Milyonlarca yurttaş start çizgisinde koşmaya hazır atlet gibi bekliyor. Bir şeyleri değiştirme iradesinden vazgeçmiş değil. Yeter ki muhalefet onları tribüne yollamaya kalkmasın. Bunca yenilgi ve başarısızlıktan artık ders alınması gerekiyor. Rejimi durduracak, ülkede demokratik gelişmelerin önünü açacak tek şey örgütlü bir halk muhalefetidir. Bunu reddeden hatta ıskalayan her tutum sadece Erdoğan’ın siyasi ömrünü uzatır, onun kurmak istediği rejime tuğla koyar.

(BİRGÜN)


Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 14 ŞUBAT 2024 -

 

Cem Küçük’ü koruyup polisi korumayanlar (Barış Pehlivan)

Biliyorsunuz: Terör örgütü DHKP-C, İstanbul Adalet Sarayı önündeki polis kontrol noktasına yönelik silahlı saldırı gerçekleştirdi. Saldırganlar öldürüldü, vatandaşlardan Dilfiraz Karataş hayatını kaybetti, üçü polis altı kişi yaralandı. Saldırının büyümesini engelleyen ve yaralanan polislerden biri eski özel harekâtçıydı. 

Terör saldırısı sonrası gözaltına alınan 48 şüpheli tutuklandı. 

Bunları okudunuz... 

Gözden kaçırılan ise önemli bir nokta vardı. 

Cem Küçük adlı kişi canlı yayında “Hain teröristleri etkisiz hale getiren kahraman eski özel harekâtçı” diyerek o polis memurunun ismini açık açık yayımladı.

Sahi, bu ne demekti? 

Bakınız, Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 6. maddesinde aynen şöyle yazıyor: “İsim ve kimlik belirterek veya belirtmeyerek kime yönelik olduğunun anlaşılmasını sağlayacak surette kişilere karşı terör örgütleri tarafından suç işleneceğini veya terörle mücadelede görev almış kamu görevlilerinin hüviyetlerini açıklayanlar veya yayımlayanlar veya bu yolla kişileri hedef gösterenler bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” 

Hal böyleyken... 

Bu satırların yazarına ve gazetemizin birçok değerli kalemine hiç ilgisi yokken bu maddeden dava açanlar, Cem Küçük’e karşı neden kılını kıpırdatmıyor? 

Bakınız, ben kimsenin tutuklanmasına çağrı yapacak değilim. Yargı bizzat AKP medyasının bu yöntemleriyle de çürüdü. 

Bununla birlikte... Eğer biraz yakın Türkiye tarihi biliyorsanız, Cem Küçük’ün isim vererek o polis memurunu DHKP-C’nin hedef listesine soktuğunu anlarsınız. 

Bundandır ki emekli ve gazi Emniyet müdürü Fatih Eryılmaz, sosyal medya hesabından günlerdir isyan ediyor, “Meslektaşlarımızın başına gelebilecek her türlü olaydan bu kişi mesuldür” diyor. İçişleri Bakanlığı’ndan Adalet Bakanlığı’na kadar devletin kurumlarını göreve çağırıyor. Sonuç? Yok. Derin bir sessizlik... 

Fatih Eryılmaz’ı aradım, bakın neler dedi: 

“DHKP-C, 20 sene sonra bile ‘intikam’ diye devlet görevlilerine saldıran bir örgüt. Açık bir kanun var. ‘Kanun önünde eşitlik’ denilen bir ilke de bulunuyor. Yani ‘Kanun Ahmet’e uygulanır ama Mehmet’e uygulanmaz’ diye bir şey mi var? Yok. O halde açık, aleni suç işliyor bu adam. Gelin görün ki Cem Küçük, o yayının akşamında nezarethanede olması gerekirken, yine televizyondaydı.” 

“Herkes eşittir, bazıları daha eşittir” sözü kitaptaki küçük bir cümleydi sadece. Şimdi sadece o cümlenin kitabını yazıyoruz...

                                                  /././

Emperyalizm (Öztin Akgüç)

Emperyalizm, yayılımcılık başka ülke ve ülkeler üzerinde, siyasal, ekonomik, askeri, kültürel egemenlik kurarak onları çıkar doğrultusuna yönlendirmektir. Kapitalizm varlığını sürdürebilmek için emperyal güç yayılımcı olmak zorundadır.

Kapitalizm, özel girişime, piyasa serbestliğine büyük mali sermayenin ekonomik egemenliğine dayanan iktisadi sistemdir. Amaç, büyük sermayenin, emek sömürüsü ile yaratılan artı değere el koyması, piyasalarda başat, hâkim pozisyonun kötüye kullanılması, kartel anlaşmalarıyla kârın ençoklanması maksimizasyondur. Kâr maksimizasyonun sürdürülebilmesi için, kârın sermayeye dönüştürülerek üretimde kullanılması, pazarın genişlemesi gerekir. Kapalı bir ekonomide pazarın genişlemesinin sınırı vardır. Giderek azalan kâr, kapalı bir ekonomide ekonomik olarak sıfırlanır. Kâr elde edilmesini güvence altına almak için, siyasal güç elde edilmesi, bu gücün başka ülkeler üzerinde hegemonya kurabilmesi için de pazarın genişletilmesi gerekir.

Kapitalizmle birlikte sömürge oluşturma hızlanmış, emperyal güçler arasında çıkar çatışması başlamıştır.

Sömürge, metropolün kendi sınırları dışında yönettiği, ekonomik, siyasal çıkar sağladığı topraklar, ülkelerdir.

Doğa yıkımı, çevre kirliliği de yaratan, madencilik gibi faaliyetler öncelikli olarak sömürgelerde yapılarak sömürgenin doğal kaynakları kullanılır, tüketilir. Sömürgenin dış ticareti ağırlıklı olarak metropolledir. Sömürge, hammadde, emek, yoğun ürünlerin ihracatını yaparken mamul dış alımı yapar. Üretimde işbölümü sömürgenin hammadde, metropolün katma değer katarak, mamul üreterek satmasıdır. Sömürgenin ürettiği hammaddeye değer katacak sanayileşmesine izin verilmez. Dış ticaret, dış ticaret haddi, ucuz ithalat pahalı ihracat yoluyla sürekli metropolün lehine geliştiğinden bir sömürü istismar aracıdır. Dış ticarette taşımacılık genelde metropolün tekelindedir. Finansmanı da metropol tarafından yapılır. Sömürgede bankacılık faaliyeti metropolün kontrolündedir. Altyapı yatırımlarında, yap-işlet-devret (build-operate-transfer-BOT) yöntemiyle metropol tarafından yapılması, ayrı bir sömürü kazanç sağlama yoludur. Metropol, zaman zaman sömürgeye mali-iktisadi yardım gibi gösteriler, çalımlar yapsa da sonuçta metropol zenginleşirken, sömürge doğal kaynaklarını da yitirmiş olarak yoksullaşır.

XIX. yüzyıl başlarında emperyal güçler arasında uzlaşının temelini “Monroe Doktrini” oluşturur. Dönemin ABD Başkanı J. Monroe’nin kongreye sunduğu bildiri, Avrupa devletlerinin; İspanya, Fransa, Rusya, İngiltere’nin Güney Amerika’da sömürge girişimlerinden el çekmeleri karşılığında ABD’nin de Avrupa devletlerinin diğer kıtalardaki girişimlerine karışmayacağı önerisiyle; sömürgecilik konusunda işbölümü yapılmasıdır. Monroe Doktrini çerçevesinde Florida İspanya’dan alınmış, ABD’nin Güney Amerika üzerinde hegemonyasının temeli oluşturulmuştur.

I. Dünya Savaşı sonrası itibarıyla Osmanlı’nın paylaşımı, Alman sömürgelerine el konulmasıdır. Mustafa Kemal Atatürk gibi bir lider, sözde değil özde vatansever, özverili, güvenilir silah arkadaşları olmasaydı, Trakya’nın tümü elden çıkacak, Anadolu paylaşılmış olacaktı. Emperyal, egemen güç olarak İngiltere, güneş batmayacak hegemonyasını kurmuş, Fransa’ya da Afrika ve Ortadoğu’da pay verilmişti. Bağımsızlık savaşımız görünürde Türk-Yunan, gerçekte ise İngiltere ile yapılan bir savaştır. Yunanistan, toprak vaadi karşılığı İngiltere’nin adına vekâleten savaşmıştır. Anadolu’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulup mücadele başladığında, Anadolu hareketini bastırmak için İngiltere’nin desteğiyle Yunan askeri İzmir’e çıkmıştır. Emperyal gücün bir aracı da vekâlet savaşlarıdır.

İngiltere Başbakanı Llyod George’nin 16 Ağustos 1921’de Avam Kamarası’nda yaptığı konuşma, vekâlet savaşını ve kapitalist “etik, insancıl” anlayışı yansıtması açısından bir itiraftır: “Kemalist ayaklanmayı bastırmak için Anadolu içlerine kadar İngiliz askeri gönderilmediğine göre tek bir şık vardır. O da iki tarafın sonuna kadar vuruşmasıdır.

II. Dünya Savaşı sonrasının emperyal gücü ABD, BOP’la (GOP) Afrika Batı Atlantik kıyılarından Hazar’a kadar bölgede hegemonya kurmayı amaçlamaktadır. Ülkemizde 24 Ocak ekonomik, 12 Eylül 1980 askeri hareketini, Cumhur İttifakı’nın, hilafet-şeriat gösterilerini bu proje kapsamında değerlendirmek gerekir.

Emperyal güçler, tehdit öğesi olarak ve ekonomiyi canlı tutabilmek için savaş ekonomisi stratejisini izlerken, işbirlikçiler kanalıyla da hedef ülkelere nüfuz ederler. Mücadele, geçen asırda ekonomistve siyaset Sultan Galiyev’in vurguladığı gibi emperyal güçlerle mazlum ülkeler arasındadır. Sömürüye karşı bağımsızlık savaşımı sürüyor.

                                                  /././

Laik Cumhuriyetin temel taşı: Medeni Kanun (Sinan Meydan)

Medeni hukukta, aile hukukunda takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır. (Atatürk, 1924)

Atatürk, Türkiye’de tam bağımsızlığın, ulusal egemenliğin, çağdaş uygarlığın güvencesi olan laik Cumhuriyetin temeline laik hukuku, yani insan aklının eseri kanunları yerleştirdi. Türkiye Cumhuriyeti, laik hukuku benimsediği içindir ki, Türkiye’de egemenlik kayıtsız şartsız milletin olabildi; akla ve bilime dayalı çağdaş bir sistem kurulabildi ve kadınlara en temel hakları verilebildi.  

24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunulan, 17 Şubat 1926’da TBMM’de kabul edilen ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu, hiç şüphesiz, Türkiye Cumhuriyeti’ni laikleştiren en önemli hukuk devrimlerinden biridir. 

OSMANLI’DAKİ DENEMELER

Batı karşısında geri kalan Osmanlı’nın değişen çağa uyma çabası ve Batılı devletlerin Osmanlı’daki azınlıkları koruma isteği, 19. yüzyılda Osmanlı’da Medeni Kanun tartışmasını da başlattı. Bazı devlet adamları, Osmanlı Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan, özellikle de Fransa’dan alınmasını savundular. Bu düşünceyi savunan Tanzimatçı Ali Paşa, bir “Code Civil Komisyonu” kurup Fransız Medeni Kanunu’nu tercüme etmeye başladı. Buna karşı, Osmanlı Medeni Kanunu’nun İslam hukukuna dayanması gerektiğini ileri süren Ahmet Cevdet Paşa da bir “Mecelle Komisyonu” kurup bu yönde çalışmaya başladı. Sonunda İslam hukukuna dayalı bir Medeni Kanun düşüncesi kabul gördü. Sekiz yıllık çalışma sonunda toplam 16 kitaptan oluşan 1851 maddelik Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye hazırlandı. Bu kanun, 1869-1876 arasında yayımlandı. 

Şeriata aykırı olma korkusuyla kişi, aile ve miras hukukunu içermeyen Mecelle’nin gerçek bir Medeni Kanun olmadığı açıktır. Mecelle’nin bu eksikliğini tamamlamak için 1916’da, İttihat ve Terakki döneminde iki yeni komisyon oluşturuldu. Bu komisyonlardan birinin hazırladığı kanun, 25 Ekim 1917’de “Aile Hukuku Kararnamesi” adıyla kabul edildi. Bu kararname, erkeğin mutlak boşanma hakkına ve çok evliliğe bazı sınırlamalar getirmişti. Ayrıca o zamana kadar serbest bırakılan gayrimüslimlerin evlenme hukukunu düzenlemişti. Müslüman-gayrimüslim bütün Osmanlı tebaasının tepkisini çeken bu kararname, işgal sırasında, 19 Haziran 1919’da İstanbul hükümetince yürürlükten kaldırıldı. 

 ATATÜRK’ÜN MEDENİ NİKÂHI

Büyük Taarruz sonrası İzmir’e giden Atatürk, orada Latife Hanımla tanışıp görüştü. Atatürk ve Latife Hanım, 23 Ocak 1923’te evlendiler. O dönemde nikâhlar dinsel hukuka göre yapılıyordu. Nikâh sözleşmesi genelde din adamlarınca yapıldığı için nikâhlara “imam nikâhı” deniliyordu. Evlenecek kadının nikâha katılıp evleneceği erkekle yan yana oturması yasak olduğundan, nikâh törenlerinde evlenecek kadını “vekili” olan başka bir erkek temsil ediyordu.

Fakat Atatürk ile Latife Hanım’ın nikâhları medeni kurullarla gerçekleşti. Öncelikle nikâhı bir din adamı (imam veya müftü) değil, bir kadı, yani bir yargıç (İzmir Merkez Kadısı Ömer Fevzi) kıydı. Törende her iki çift de hazır bulundu. Ayrıca tanıklar ve davetliler de oradaydı. Kadı Ömer Fevzi Efendi, önce Latife Uşaklıgil’e, sonra Mustafa Kemal’e evlenip evlenmek istemediklerini sordu.

Böylece Atatürk, evlenecek çiftlerin görücü usulüyle değil, bizzat tanışıp görüşerek, nikâhta birlikte yan yana bulunarak, tanıkların ve davetlilerin huzurunda, kendi özgür beyanlarıyla devleti temsil eden bir memur tarafından nikâhlanmaları yöntemini, yani medeni (çağdaş) nikâhı, bizzat kendi nikâhında uyguladı. 

Atatürk’ün 1923’teki medeni nikâhı, 1926’daki Medeni Kanun’un ilk işareti gibiydi.

HAZIRLANMA SÜRECİ

Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından, 1923’te, Adalet Bakanlığı iki komisyon kurdu. Bu komisyonlara, İslam fıkhına dayanarak bir Medeni Kanun hazırlama görevi verildi. Ancak bu komisyonların hazırladığı şeriata (dini hukuka) dayalı Medeni Kanun tasarısı beğenilmedi. 1923’te Cumhuriyetin ilanı, 1924’te halifeliğin, Şeriye (Din) ve Evkaf (Vakıflar) Bakanlığı’nın kaldırılması, şeri (dini) mahkemelerin kapatılması üzerine, 1924’te bu komisyonlar yenileriyle değiştirildi. Çünkü Atatürk, laik bir ulus devlet kuruyordu. Bu yeni devletin yepyeni çağdaş kanunlara ihtiyacı vardı. Atatürk, 1 Mart 1924’teki Meclis konuşmasında kanunların çağdaşlaştırılmasını istedi.

Atatürk, çağdaş kanunları uygulayacak çağdaş hukukçular yetiştirmek istiyordu. Bu amaçla 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’ni açtı. Atatürk, orada yaptığı konuşmada, eski dini hukuka son verip yeni/laik hukuku kabul edeceklerini söyledi: “Millet, dini ve mezhebi bağ yerine Türk milliyeti bağıyla fertlerini toplamıştır... Cumhuriyet Türkiye’sinde eski yaşam kuralları, eski hukuk yerine yeni yaşam kurallarının ve yeni hukukun geçmiş bulunması bugün hiç duraksamadan kabul edilecek bir oldubittidir... Büsbütün yeni kanunlar getirerek eski hukuki esasları temelinden kaldırmak teşebbüsündeyiz…”  

Atatürk’ün isteğiyle çağdaş bir Medeni Kanun için çalışmalara başlandı. Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) başkanlığında 26 uzmandan oluşan bir komisyon kuruldu. Bu komisyon, dünyadaki medeni kanunları inceledi. Fransız Kanunu’nu eski, Alman Kanunu’nu eksik ve karışık bulan komisyon, yeni, yalın, anlaşılır, modern ve demokratik özelliklere sahip ve hâkime geniş takdir yetkisi veren “İsviçre Medeni Kanunu”nda karar kıldı. 1874-1876 arasında Almanya’da hazırlanan medeni kanundan alınıp 1912’de İsviçre’de yürürlüğe giren bu kanun, o zamanın dünyasında en son hazırlanmış, en çağdaş medeni kanundu. Bu nedenle Türkiye’den önce Japonya’da, Türkiye’den sonra Çin’de medeni kanunun temelini oluşturmuştu. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 530; Gülnihal Bozkurt, “Atatürk’ün Hukuk Alanına Getirdikleri”, Atatürk Araştırma Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 2007).

İsviçre Medeni Kanunu’nun, bazı uyarlamalar yapılarak bir bütün olarak alınmasıyla oluşan “Türk Medeni Kanunu Tasarısı” 24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunuldu. 

Mahmut Esat Bozkurt, tasarı konusunda şunları söyledi: “Medeni Kanunumuzun en önemli bölümlerini, özellikle aile, hukuksal kuruluşlar, miras sorunları ve mallarla ilgili haklar meydana getirmektedir... Yeni tasarının aile kuruluşu ve miras hükümleri, şimdiye kadar kolundan tutularak bir tutsak gibi yerden yere vurulan, fakat dünya kurulduğundan beri hanım olan Türk annesini gereken saygın yerine getirecektir.” Bozkurt, Türk Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan alınmasını eleştirenlere de çağdaş uygarlık ailesine mensup ulusların ihtiyaçları arasında büyük farklar olmadığını, artan toplumsal ve ekonomik ilişkilerin insanları bir aile haline getirdiğini, çağdaş uygarlık ilkelerini kabul etmeye karar veren Türk ulusunun, o uygarlığın gereklerine uyacağını söyledi. Ünlü sosyolog Max Weber de “Ekonomi ve Toplum” adlı eserinde dünyadaki büyük hukuk sistemlerinin birbirlerinden farklı özellikler taşımadıklarını belirtmişti. 

Sosyal hayatta kadın erkek eşitliğini savunan İsviçre Medeni Kanunu, Türk aile yapısına uygundu. Komisyon sözcüsü Şükrü Kaya’nın ifadesiyle “İsviçre Medeni Kanunu,  kendi toplumumuza uygun olduğu için doğrudan doğruya alınmıştır.” Örneğin, İslam öncesi Türklerde kadın, boşanma ve miras gibi en temel haklara sahipti. Eski Türklerde genel olarak kadın erkek eşitti. Türk kültürüne uymayan şeri kanunlardı; çok eşlilikti, kadının miras, boşanma vb. haklarının olmamasıydı. Cumhuriyeti kuranlar, İsviçre Medeni Kanunu’nu kabul ederek, aslında Türk kadınının İslam öncesinde sahip olduğu, fakat İslami dönemde, yüzyıllar içinde elinden alınmış en temel haklarını Türk kadına geri verdiler.

TBMM’de madde madde değil, bir bütün olarak oylanan tasarı, 17 Şubat 1926’da 743 sayılı “Türk Medeni Kanunu” olarak kabul edildi. Kanun, 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi.

İki ay kadar sonra da -İsviçre Borçlar Kanunu’na dayanılarak- Medeni Kanun’un devamı niteliğinde bir “Borçlar Kanunu” çıkarıldı. (22 Nisan 1926).

MEDENİ KANUN’UN GETİRDİKLERİ

Atatürk, 1923’te cumhuriyeti ilan ederken Türkiye’de kadınların temel haklarını güvenceye alan gerçek bir medeni kanun yoktu. Mevcut düzende yalnız erkeğin boşanma hakkı vardı. Mirasta kız çocuklar erkek çocukların yarısı kadar pay alabiliyordu. Kızlar, çocuk yaşta evlendiriliyordu. Mahkemede ancak iki kadın bir erkek tanığa denk sayılıyordu. Kadın-erkek bir arada bulunamıyordu. İşte 1926 Türk Medeni Kanunu, kadına hayatı zindan eden bu çağdışı düzeni yıktı.  

1926 Türk Medeni Kanunu ile kadının toplumsal ilişkileri şeriatla (dini hukukla) değil, çağdaş hukukla belirlendi, böylece;

- Evlenmede, boşanmada, mülkiyette, mirasta, çocukların yönetiminde ve mahkemede tanıklıkta cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılarak kadın-erkek eşitliği sağlandı. 

- Evlilikte kadının kendi iradesi yeterli sayıldı.

- Evlilikte resmi nikâh zorunluluğu getirildi.  

- Evliliğin mahkeme kararı ile sona erdirilmesi ya da boşanma belirli nedenlere bağlandı.

- Çok eşlilik yerine tek eşle evlilik kabul edildi.

- Kadınlara istedikleri mesleği seçme hakkı verildi.  

- Çocuğun hakları güvenceye alındı. (Örneğin, çocuk yaşta evlilikler yasaklandı. Evlilik dışı doğan çocukların babalarına soybağı ile bağlanması için babalık davası açılabilmesi kabul edildi.)

- Patrikhane’nin din dışındaki yetkileri kaldırıldı. 

1926 Türk Medeni Kanunu ile kadın, insanlık onuruna yakışmayan kısıtlamalardan, bağlardan kurtarıldı; sosyal hayatta her bakımdan kadın erkek eşitliği sağlandı. Bu sayede kadınlar, eğitim öğrenim görüp çalışma hayatının her alanında kendilerine yer buldular, maddi manevi güvencelere sahip oldular. Türk Medeni Kanunu ile din ayrımı gözetilmeksizin tüm yurttaşlar eşit haklara sahip kılındıkları için azınlıklar, kendilerine Lozan Barış Antlaşması ile tanınan haklardan vazgeçtiler. Böylece ülkede hukuk birliği sağlandı. Yurttaşlık bilinci güçlendi. Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak borçlar ve ticaret kanunları, mali sorumluluklar, oturma yeri, soyadı gibi konularda da çağdaş düzenlemeler yapıldı. 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma, 1933’te muhtar ve aza seçme-seçilme ve 1934’te de milletvekili seçme-seçilme hakkı tanındı. 

Türk Medeni Kanunu ile kadının toplumsal hayatı, değişmeyen dinsel kurallar yerine insan aklının eseri değişebilir dünyevi kurallarla düzenlendi. Bu sayede Cumhuriyetin laik karakteri güçlendi.

Dönemin sosyolojisi içinde Medeni Kanun’un, kadın-erkek eşitliğine aykırı bazı yönleri ise Türkiye’de toplumsal aydınlanmanın artmasıyla değiştirilebilecekti ve zamanı gelince değiştirildi.

Gerçek şu ki sanayileşmemiş, aydınlanmamış, yüzyıllarca dinsel bir monarşiyle yönetilmiş, kadının her bakımdan baskılandığı, yüzde 10’u bile okuryazar olmayan erkek egemen bir din-tarım toplumunda cumhuriyetin ilanından sadece üç yıl kadar sonra çağdaş bir medeni kanunun kabul edilmesi çok büyük bir devrimdir. Türk Medeni Kanunu sayesinde Türk kadını evde, işte, mahkemede, okulda, sokakta, ilerleyen zamanda Meclis’te, kısacası toplumsal hayatta erkekle eşit haklara sahip olabildi. Bugün Türkiye’de kadın, İslam ülkelerinin aksine, aileden iş hayatına, kültür ve sanattan spora her alanda eşit, özgür biçimde kendini gösterebiliyorsa bu, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin Türk Medeni Kanunu ile başlattığı çağdaş dönüşümün eseridir. Dün olduğu gibi bugün de laik Cumhuriyet düşmanı çevrelerin hedefinde Türk Medeni Kanunu vardır. Çünkü laik Cumhuriyetin temel taşı Türk Medeni Kanunu’dur.  

                                                      /././

Rüzgârgülü siyasetine direnin! (Zülal Kalkandelen)

Dünün İYİP adayı bugünün TİP adayı olabiliyorsa, 

Birinin eşi, kızı ya da yakını olmak belediye başkanlığına aday gösterilmek için yetiyorsa, 

Deprem bölgesinde yıkılan binaların ruhsatlarında imzası olan ve depremzedelerin istifasını istediği isimler tekrar aday gösterilebiliyorsa, 

Gerici vakıflara kamu binalarını peşkeş çeken belediye başkanları, ortaya saçılan skandallara karşın partileri tarafından ikinci kez aday yapılıyorsa, 

Açılımcılar tekrar hortlamışsa, 

Tarikat şeyhleri siyasi parti genel başkanlarını ziyaret edip poz veriyorsa, 

Bir bölgeyi hiç tanımayan biri, gökten zembille inercesine aday yapılıyorsa, 

AKP’li cumhurbaşkanı deprem bölgesinde “Oy yoksa hizmet de yok” anlamında konuşup şantaj siyasetine başvuruyorsa, 

İlkeler ya da programlar değil, hamasi söylemler ve din tüccarlığı tercih ediliyorsa, 

Türkiye’de siyaset, leş kokulu bir popülizm batağına bütünüyle saplanmış demektir! 

Siyaset her zamankinden daha fazla bir zenginleşme ve rant aracı olarak görülmekte bu yüzden de seçim tam bir koltuk kapma yarışına çevrilmiş demektir. 

BU KİRİ TEMİZLEMEK GEREK

Koltuğuna yapışanların, müteahhitlerin, İslamcıların, tarikatçıların, popüler kültür ünlülerinin mide bulandırıcı bir oyunudur artık siyaset. Bu haliyle halktan uzaktır, emekçiden yana değildir, KİRLİDİR! 

Siyasetteki kiri temizleyecek, ülkenin üzerine çökenleri tepesinden indirecek, sömürücülere hak ettikleri şamarı atacak güç, egemenliğin tek sahibi olan halktır. 

En yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun toplam gelirin yarısını aldığı bir ülkede, bu düzeni yıkacak olan işçi sınıfının yılmaz direnişidir. 

Bu ülkede ayda 10 bin TL ile yaşam savaşı veren emekliler varken en düşük maaşı 110 bin TL olan milletvekilleri için “Öyle vekil arkadaşlarımız var ki bir tek maaşları var” diyebilen TBMM başkanına gereken yanıtı verecek olan da emekçilerdir. 

Kurulacak sandıklar, bu düzenin kirini tek seferde temizlemeye yetmez. Tek bir seçimde adalet de gelmez, yolsuzluklar da bitmez. Ancak bir yerden başlamak gerek. Bu utanmazlık karşısında ses yükseltmek gerek! 

ACİL GÖREV ÇAĞRISI

31 Mart seçimi, bugünkü koşullarda yalnızca bir yerel seçim değildir artık. Bu seçim, sınırları kevgire çevrilerek can güvenliği riske atılanların; kentleri yağmalanarak ölüme terk edilenlerin; tenceresinde çorba kaynatamayan, evine, toprağına, aşına ve işine el konulanların; çadırlarda yaşamaya mahkûm edilenlerin; adaletten yoksun bırakılanların; yaşam tarzları dinci gericilikle zorla değiştirilenlerin bu ahlaksız sömürü düzenine vereceği karşılıktır. 

100 yıl önce kurulan laik Cumhuriyetin geleceği de halkın seçimde vereceği bu karşılıkla doğrudan ilintilidir. Mücadele elbette tek bir seçimle sınırlı değildir ama 31 Mart seçimleri önemli bir yanıt olacaktır. 

Liberalizm, etnikçilik, dincilik, mezhepçilik, yağmacılık, sağcılık ve kaypaklık karışımı bu pespaye popülizm ortamında, rüzgâr nereden eserse oraya dönenlere karşı ilkeli davranmak; sandıkta akl-ı selimi devreye sokarak gericiye, sağcıya, hırsıza geçit vermemek, yurtsever solcuların, laik Cumhuriyetçilerin en acil görevidir artık!

(CUMHURİYET)

Kanlı Pazar’dan bugünlere - Fatih Yaşlı / soL

 

"Türkiye’yi 22 yıldır yöneten zihniyet devletle Türk sağı arasında kurulan antikomünist mutabakatın içerisinden süzülerek geldi."

Bundan tam 55 yıl önce bugün, 14 Şubat 1969’da, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği’nin (TKMD) öncülüğünde bir “komünizmi tel’in ve bayrağa saygı” mitingi düzenlenmişti, mitingin gerekçesi ise 11 Şubat 1969’da Beyazıt Kulesi’ne Mihri Belli ve arkadaşları tarafından bir “kızıl bayrak” çekilmesiydi. 

Sağ basın hadiseyi günlerce köpürtmüş, Türk bayrağının indirilip yerine kızıl bayrak asıldığı, bayrağın bizzat Sovyetler Birliği’nden gönderildiği, Karadeniz’de teslim alındığı ve İstanbul’a öyle getirildiği yönünde sayısız yalan dolaşıma sokulmuştu; oysa ortada kızıl bir bayrak bile yoktu, olay bambaşkaydı.

Bir grup devrimci genç, Mihri Belli'nin 1944 yılında yaptığı bir eylemden esinlenmişlerdi. Belli 1944 yılında bir arkadaşıyla birlikte Süleymaniye Camii’nin minareleri arasına dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nu protesto etmek için “Saraçoğlu faşisttir” yazılı bir mahya asmıştı; şimdi ise devrimci gençler Beyazıt Kulesi’ne bir pankart asacaklardı. Bu pankartta bir önceki sene 6. Filo’yu protesto eylemlerinde polis tarafından öldürülen Vedat Demircioğlu’nun resmi yer alacaktı.

Harun Karadeniz, Demircioğlu’nun nasıl öldürüldüğünü şöyle anlatmıştı: 

Elliye yakın arkadaşımız bayıltıncaya kadar dövülmüştü. Vedat Demircioğlu dövülüp pencereden atılmış ve sonra da üç yüz metre kadar ayaklarından tutularak yerde tekmelenerek sürüklenmiş ve PTT önünde öldü diye terk edilmişti. 


İşte 6. Filo’yu protesto ederken öldürülen Demircioğlu Beyazıt Kulesi’nden bir kez daha Amerikan askerlerinin karşısına çıkacaktı. Resmin renginin kırmızı olmasının ise “kızıllık”la doğrudan bir ilgisi yoktu. Devrimci gençler resmi üzerine basacakları bir kumaş ararken önce mavi renkte karar kılmışlar, ancak içlerinden biri “buna Yunan bayrağı” derler demişti; bir diğeri ise “o zaman Türk bayrağı desinler” diyerek al bir kumaş seçmişti.

İşte 14 Şubat günü güya “bayrağa saygı” mitinginde buluşanların protesto ettikleri “kızıl bayrak” hadisesi buydu ama mesele zaten bayrak değildi; mesele devrimci gençlere karşı ABD 6. Filo’suna göğsünü siper etmekti. Bu amaçla iki gün sonraki 6. Filo’yu protesto eylemine karşı sokak çağrısı yapılmış ve o çağrıya eşlik edecek şekilde, tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçecek provokasyonun taşları döşenmeye başlanmıştı.

Aynı gün MTTB ve TKMD yöneticileri bir araya gelerek iki gün sonrasını planlamışlardı. Bu toplantıda konuşulanlardan devletin haberi vardı; çünkü her iki örgüt de istihbarat birimleri tarafından yakından takip ediliyordu. Yıllar sonra Nokta dergisine konuşan Yarbay Celal Küçük o gün yaşananları şöyle anlatmıştı:


 Kürsüye İlhan Darendelioğlu çıktı. 'Pazar günü komünistler miting yapacak. Biz bu mitingte savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin' şeklinde bir konuşma yaptı. Ortalık bir anda elektriklendi. 'Bu uğurda ilk şehit ben olacağım', 'Hayır ben olacağım' diye bağırışmalar oldu. Resmen ölüm kokusu vardı havada. Ayrıldık. Hemen Kara Harp Akademisi Komutanı 2 Tümgeneral Süleyman Aşiroğlu'na durumu arz ettim. 'Paşam' dedim, 'Korkunç bir durum var. Kan dökülecek. Vali'nin haberi var dediler. Silahlı gelecekler.' Aşiroğlu Paşa 'Bu korkunç. Merkez Komutanlığı Kurmay Başkanı Edip Bayoğlu'nu ara, haber ver' dedi. Hemen Süleyman Aşiroğlu'nun yanından Bayoğlu'na telefon ettik. Ben konuştum. Çok teşekkür etti. 

Provokasyonda en büyük rolü oynayan gazetelerden biri Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesiydi. Gazete her gün manşetten kışkırtıcı haberler yapıyor, katliam çağrısında bulunuyordu. Zaten Eygi uzunca bir süredir Türkiye’ye Endonezya’yı örnek gösteriyor, komünizmle ancak Endonezya gibi, yani büyük bir komünist katliamıyla mücadele edilebileceğini söylüyordu. 15 Şubat tarihli yazısına “Cihada hazır olun” adını koyan Eygi şöyle diyordu: 

Büyük fırtına patlamak üzeredir, Müslümanlar ile kızıl kâfirler arasında topyekûn savaş kaçınılmaz hale gelmiştir... Müslüman kardeşim, sen bu savaşta bitaraf kalamazsın. Ben namazımı kılar, tesbihimi çekerim... Etliye, sütlüye karışmam deyip de kendine zulüm edenlerden olma, gözünü aç, bak!.. Onlarda taş, sopa, demir, molotof kokteyli mi var? Biz de ayni silahları kullanmaktan aciz değiliz... Cihat eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi olur, canını verirse şehitlik şerefini kazanır.

Anlaşılacağı üzere Kanlı Pazar, Türkiye tarihinin sayısız benzer hadisesi gibi kendisini hiç saklamadan, adeta “geliyorum” diye bağırarak gelmişti ve elbette ki gelişi bilindiği halde önlenmemişti. O gün sağ gruplar devrimcilerin üzerine silahlarla, sopalarla, bıçaklarla saldırdılar ve 2 kişi hayatını kaybetti, çok sayıda kişi de yaralandı. 

Saldırının tertipleyicilerinden MTTB, düzenlenen saldırı ve yaşanan olaylar hakkında gayet açık sözlüydü. Saldırıya ilişkin yapılan değerlendirmede “müttefik Amerikan 6. Filo’sunun memleketimize nezaket ziyaretinde” bulunmasının, “anarşist, kuzey rüzgârı fırıldakları” tarafından bir fırsat olarak görüldüğü ve komünistlerin bu ziyaret bahanesiyle “Amerika, NATO ve Türkiye aleyhinde veryansın ederek milli bütünlüğümüzü zedeleyip Russeverliklerinin, kızıllıklarının icabını” yerine getirdikleri söyleniyordu. “Go Home Amerika” diyen bu Amerikan düşmanları, “daha düne kadar Kars’ı Anadolu’yu isteyen Rus emperyalizmine karşı hür devletlerin birleştiği NATO’ya” da düşmanlık besliyorlardı ve bunun nedeni de Rus hayranı ve komünist olmalarıydı.  

Komünizmle mücadele adına bu olayları tertipleyen ve farklı örgütlerden oluşan antikomünist şebekenin mensupları, bir yandan bunları yaparken bir yandan da fetih mitingleri düzenliyor, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasını istiyorlardı. Türkiye’de siyasetin “Osmanlılaşma”sı bu dönemde başladı. Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’le doğrudan hesaplaşmak yerine, Osmanlı Cumhuriyet’in karşısına yerleştirildi ve onun anti-tezi olarak kutsandı. 

Buna göre Osmanlı İslam’la yöneten bir devletti ve bu yüzden Osmanlı’da mutlak adalet hüküm sürüyordu. Osmanlı gittiği her yere adaleti götürüyordu ve aldığı topraklarda yüzlerce yıl hüküm sürmüştü. Osmanlı İslam’ın bayrağını “gavur”a karşı dalgalandırmış, Müslüman bir cihan imparatorluğu kurmuştu vs.

Cumhuriyet ise batı taklitçiliğiyle, dinsizlikle, maneviyattan uzaklıkla suçlanıyor ve tüm bunların neticesinde bir toplumsal buhranın ortaya çıktığı söyleniyordu. Cumhuriyet’in kurucu felsefesi, özellikle de yanlış eğitim politikaları, beraberinde gençlerin yanlış fikirlere, yani komünizme yönelmelerini getirmişti. 

İşte Türk sağı buradan yola çıkarak Cumhuriyet düşmanlığıyla komünizm düşmanlığını aynı potada eritiyor, yükselen sola karşı, aynı anda hem Osmanlı’yı yücelterek Cumhuriyet düşmanlığını yükseltiyor hem de devletle arasında antikomünist bir mutabakat tesis etmeye çalışıyor, “komünizme karşı din ve milliyetçilik panzehri” üzerinden devleti “sağa çekme”yi, “özüne döndürmeyi” hedefliyordu.

Bunda başarılı oldu mu peki? Bu sorunun yanıtının “evet” olduğunu en iyi biz biliyoruz. Türkiye’yi 22 yıldır yöneten zihniyet devletle Türk sağı arasında kurulan antikomünist mutabakatın içerisinden süzülerek geldi. Bugünkü iktidar kadrolarının 60 yaş civarında olanlarının hemen hepsinin yolu 12 Eylül öncesinde Nakşilikten, İskender Paşa Dergâhı’ndan, MTTB’den, komünizmle mücadele derneklerinden, İlim Yayma Cemiyeti’nden, Mücadele Birliği’nden, Ülkü Ocakları’ndan geçti. Atsız’lar, Topçu’lar, Kısakürek’ler, Mısıroğlu’lar bugünkü kadroların düşünce dünyasını oluşturdu. Hepsinin düşünsel üretimlerinin merkezinde cumhuriyet düşmanlığıyla birlikte sol düşmanlığı, antikomünizm vardı.

Bugün Türkiye’nin geldiği yerin, içine düştüğü karanlığın, gördüğü kâbusun bir geçmişi var, tarihsel temelleri var. O tarihsel temellere baktığımızda ise gericiliğin cumhuriyet düşmanlığıyla antikomünizmi sentezlemesini görüyoruz. Eğer bu karanlıktan ve kâbustan çıkmak istiyorsak cumhuriyetçilikle sosyalizmi sentezleyerek bu sentezi toplumsallaştırmamız, bir kurucu fikir haline getirmemiz, yeni bir cumhuriyet inşasını siyasetin ve toplumsal mücadelelerin kurucu talebi haline getirmemiz gerekiyor. Bunu başaramadığımız takdirde neler olacağını ise bir kez daha yazmama gerek bulunmuyor.

Fatih Yaşlı / soL

KÜBA GERÇEĞİ (VI) - Neden bilim ve inovasyona dayalı bir hükümet yönetimi? (ORFİLİO PELÁEZ-soL)

''Üst düzey makamlar, mevcut bilgi, bilim, teknoloji ve inovasyon kapasitesinden yeterince faydalanılmadığı ve yenileri yaratılmadığı takdirde gerçek egemenlik ve refahın sağlanamayacağında ısrarcı.''


Bu yazı 28 Aralık 2022'de Granma'da yayımlanmıştır.

COVID-19 ile mücadelede biriken deneyimler, Bilim ile Devlet arasındaki bağın, nüfusun yaşlanması, teknolojinin eskimesi, gıda üretimi, toplumun hassas kesimlerine bakım hizmetinin sağlanması gibi Küba toplumunun diğer temel sorunlarını kapsayacak şekilde genişletilmesi gereğini tüm boyutlarıyla kavramamızı sağladı.

Parti Birinci Sekreteri ve Cumhurbaşkanı Miguel Díaz-Canel Bermúdez’in devlet işletmelerinin temsilcileriyle yaptığı düzenli toplantılardan birinde dile getirdiği üzere, Küba'nın kalkınmasına, arzu edilen refah düzeyine daha çabuk erişilmesine ışık tutacak bir şey varsa, bu kesinlikle inovasyondur.

Mart 2020'de COVID-19 salgınının gelişi, ülkenin böylesine büyük bir güçlükle başa çıkmasını sağlayan güçlü yönünün bilim ve inovasyon olduğunu ortaya çıkardı.

Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti tarafından Ada'ya uygulanan ekonomik, ticari ve mali ablukanın sıkılaştırılmasıyla daha da şiddetlenen son derece sıkıntılı iktisadi ve sosyal koşulların ortasında morbiditesi ve öldürücülüğü yüksek yeni bir hastalıkla başa çıkılması gerekiyordu.

Sağlık alanında ortaya çıkan bu acil tabloya ülke yönetiminin verdiği yanıt, bizzat Küba cumhurbaşkanının öncülüğünde inovasyona dayalı bir çalışma tarzını uygulamak oldu; söz konusu çalışma tarzı, Devrimin yarattığı insan kaynaklarına olan eksiksiz güveni temel alıyordu.

Derhal atılan adımlar arasında COVID-19'un Önlenmesi ve Kontrolü Planı’nın onaylanarak uygulamaya sokulması ve bilim insanları ile ülkenin en üst düzey makamları arasında doğrudan, karşılıklı etkileşime dayalı, sistematik bir diyaloğun başlatılması yer aldı.

Gerçekleştirilen görüş alışverişleri neticesinde araştırma merkezleri ve üniversiteler ile Ulusal Sağlık Sistemi ve biyoteknoloji sanayi arasındaki bağlar güçlendirilerek mevcut protokollerin hızla ve sistematik bir şekilde güncellenmesi sağlandı. Böylece bilim ve inovasyon, kendi aşılarımızın, tanı araçlarımızın ve gerekli tıbbi ekipman ve cihazlarımızı hızla geliştirilmesini sağlayarak halk sağlığının korunmasında öncü rolü üstlendi.

Gösterilen o olağanüstü çaba sayesinde bu yıl binlerce insanın hayatının kurtarılması, salgının durdurulması ve ülkede hastalığın sürekli kontrol altına alınması mümkün oldu.

Elde edilen bu övgüye değer sonucun kilit unsurunu üç adet ulusal aşının (Abdala, Soberana 02 ve Soberana Plus) rekor sürede üretilmesi oluşturuyordu; bu üç aşının Devlet İlaç Ekipman ve Tıbbi Cihaz Kontrol Merkezi’nden (Cecmed) Acil Kullanım İzni almasının ardından Küba halkının kitlesel ölçekte bağışıklanması sürecinin Temmuz-Ağustos 2021’de başlatılabilmesi mümkün oldu.

Halk Sağlığı Bakanlığı'nın resmî web sitesinden alınan verilere göre Küba’da bu yılın 21 Aralık tarihine kadar aşıları tamamlanmış kişi sayısı 10.003.242 kişiye ulaşmış durumda.

BioCubaFarma Şirketler Grubu Bilim ve İnovasyon Müdürü Dr. Rolando Pérez Rodríguez'in Granma gazetesine verdiği demeçte belirttiği üzere, bu yılın sonunda Abdala ve Soberana adlı Küba aşılarının SARS-COV-2 virüsünün Omicron varyantına karşı nötralize edici antikor oluşumu sağladığına dair deneysel kanıtlar elde edildi.

Söz konusu dönemde Ada'daki en yaygın varyant bu olmasına karşın bahsi geçen aşılar son 12 ayda hastalığın kontrol altına alınmasını, ölüm oranları ile ciddi ve kritik vaka sayısının önemli ölçüde azaltılmasını sağladı.

Gözardı edilmemesi gereken bir diğer katkıyı ise Gençlik Adası özel belediyesi dahil olmak üzere tüm illere yayılan Moleküler Biyoloji Laboratuvarları Ağı sağladı; bu ağ sayesinde PCR testleri işlenerek viral yük hakkında önemli çalışmalar yürütüldü. Bu çalışmaların sonuçları SARS-COV-2 hakkında yeni bilgilere ulaşılmasını ve farklı klinik araştırma ve deneylerin tasarlanmasını sağladı.

Benzer şekilde başka hastalıklar için ruhsatlanmış veya klinik geliştirme aşamasında olan ürünlerin bu hastalık kapsamında kullanılmasına yönelik uygulamalar da öne çıktı. Böylece COVID-19 için Tek Eylem Protokolü’ne yenilikçi ilaçlar dahil edildi; örneğin, ciddi ve kritik hastaların tedavisinde kullanılan ve yüzde 80'in üzerinde iyileşme sağlayan Jusvinza adlı ilaç ve Nimotuzumab ve Itolizumab adlı monoklonal antikorlar.

Salgınla mücadelede elde edilen inovasyona dayalı ürünler arasında ilk yüzde yüz Küba yapımı biyomedikal uygulama amaçlı nanoteknoloji ürünü de yer alıyor; ürün Pedro Kourí Tropik Tıp Enstitüsü (IPK) ve diğer kurumlarla işbirliği içinde faaliyet gösteren Küba İleri Araştırmalar Merkezi (CEA) tarafından geliştirildi.

Bahsi geçen ürün, SARS-COV-2 virüsünden ribonükleik asidin (RNA) ekstraksiyonu ve konsantrasyonu için manyetik nanopartiküller kullanan üst düzey güvenilirliğe sahip bir tanı aracıydı; 2021 yılında ulusal Teknolojik İnovasyon ödüllerinden birine layık görülen bu ürünün geliştirilmesi sayesinde günde 20 binden fazla tanı konulması ve sağladığı ithal ikamesi sayesinde ülkeye 20 milyon dolardan fazla tasarruf sağlanması mümkün oldu.  

Ayrıca, virüsler için Küba’da geliştirilen ilk taşıma aracından bahsetmek de yerinde olur; Ulusal Biyopreparat Merkezi’ndeki araştırmacılar tarafından geliştirilen araç, 
COVID-19 tanısı için hastalardan toplanan klinik nazofaringeal ve orofaringeal örneklerin güvenli transferini amaçlıyor.

Sürdürülebilirliğin tohumlarını ekmek

Eğitimin güçlendirilmesi ve hiçbir şekilde göz ardı edilemeyecek bir bilimsel ve teknolojik kapasitenin yaratılması için gösterilen muazzam çabaya rağmen, ülkede elde edilen bilgi birikimi, 2030 yılı Ulusal Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Planı hedeflerine ulaşılmasını sağlayacak motor güç haline gelmiş olmaktan uzaktır. 

Ülkemizin devlet başkanı Miguel Díaz-Canel Bermúdez, “Küba'da Sürdürülebilir Kalkınma İçin Bilim ve İnovasyona Dayalı Devlet Yönetim Sistemi” başlığını taşıyan araştırmasında (ki bu araştırmayla Bilim Doktoru unvanını elde etmiştir, ekonomiye ve topluma beklenen katkıyı sağlamaktan henüz uzak olan ülkenin diğer bilim alanlarının aksine, biyoteknoloji sanayiinde elde edilen olumlu sonuçların altını çizmiştir. 

Üretken çabalarıyla Küba halkının sağlık alanındaki önceliklerine yanıt veren bu başarılı dal dışında üniversiteler, bilim merkezleri, mal ve hizmet kuruluşları ile bölgeler arasındaki bağlantılar arzu edilen kenetlenme düzeyine genel olarak erişememiştir. 

Ülkenin üst düzey devlet ve hükümet makamları, mevcut bilgi, bilim, teknoloji ve inovasyon kapasitesinden yeterince faydalanılmadığı ve yeni kapasiteler yaratılmadığı takdirde gerçek egemenlik, sürdürülebilirlik ve refahın sağlanamayacağı konusunda ısrarcı olmuştur.

İki yıl önce, büyük ölçüde bu olumsuz tablodan hareketle ve hemen hemen pandemiyle mücadeleye paralel olarak Bilim ve İnovasyona Dayalı Devlet Yönetim Sistemi (SGGCI) oluşturuldu. Díaz-Canel tarafından devletin işleyiş yöntemi olarak tanımlanan bu sistem ister mal ve hizmet üretiminde ister kamu yönetiminde ister eğitimde ve kültürde olsun, ülkenin iktisadi ve sosyal kalkınma süreçlerinde ortaya çıkan sorunlara yaratıcı çözümler bulma arayışında bilim ve inovasyonun rolünü güçlendirmeyi amaçlamaktadır.

COVID-19 ile mücadelede biriken deneyimler, Bilim ile Devlet arasındaki bağın, nüfusun yaşlanması, teknolojinin eskimesi, gıda üretimi, toplumun hassas kesimlerine bakım hizmetinin sağlanması gibi Küba toplumunun diğer temel sorunlarını kapsayacak şekilde genişletilmesi gereğini tüm boyutlarıyla kavramamızı sağladı.

Dolayısıyla, SGGCI'nin işlevlerinin şunlara odaklanması tesadüf değildir: Öncelikleri belirleyerek kaynakları dağıtmak, karar verme süreçlerinde uzman kadroların ağırlığını artırmak, kamu politikalarının oluşturulmasına, izlenmesine ve değerlendirilmesine destek sağlamak ve tüm bunların yanında karşılıklı etkileşimi güçlendirerek aradaki engelleri ortadan kaldırmak.

Sistemin uygulamaya konulmasının bugüne kadar olumlu sonuçlar doğurduğu söylenebilir; kurum ve şirketlere teknik danışmanlık konseyleri aracılığıyla daha fazla bilimsel danışmanlık hizmetleri sunulmuş, bu süreçte sosyal inovasyon stratejileri güçlendirilmiştir. Söz konusu sosyal inovasyon stratejilerinin odaklandığı esas mesele, kamu işlerinin yürütülmesi süreçlerinde halkın katılımının güçlendirilmesi ve toplumun tüm kesimleriyle gerçekleştirilecek mümkün olan en kapsamlı görüş alışverişleri sayesinde hükümet politikalarının zenginleştirilmesidir. 

Sistemin öne çıkan bir diğer unsuru ise bölgesel kalkınmayı destekleyici adımlardır. Üç yıl önce sadece 30 belediyenin kendine ait bir yerel kalkınma stratejisi varken, bugün bu stratejiye sahip olan belediyelerin sayısı 130'dan fazladır.

Sistemin yarattığı bir diğer somut etki ise, şirketler veya yerel hükümetler ile üniversiteler arasında koordinasyonu yürüyen yüzden fazla bilim ve inovasyon programında kendini göstermektedir.

Küba'da bilim, teknoloji ve inovasyon yönetimini dönüştürmeyi hedefleyen mevcut sürecin özgün sonuçlarından biri de Mayıs 2021'de Ulusal İnovasyon Konseyi'nin (CNI) kurulması olmuştur; konseye devlet başkanı Miguel Díaz-Canel Bermúdez başkanlık etmektedir.

Devletin bu danışma organının çalışmaları sayesinde çözüm arayışları hız kazanmış, işlem süreleri kısalmış, hastalara maksimum güvenlik ve fayda sağlayan kurallar çerçevesinde sağlam kanıtlara dayalı tıbbi bakım verilmesi güvence altına alınmıştır. 

Başkomutan Fidel Castro Ruz'un da savunduğu üzere, kalkınma, bağımsızlık ve egemenlik mücadelesi bilim, teknoloji ve inovasyon kapasitelerinin yaratılmasını ve seferber edilmesini gerektirmektedir.

ORFİLİO PELÁEZ-soL

"Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak.

Adanmış bir komünist, yılmaz bir devrimci: Yalçın Cerit'i kaybettik - soL

Türkiye İşçi Partisi'nin kurucu üyelerinden, Türkiye Komünist Partisi üyesi Yalçın Cerit yaşamını yitirdi.

Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) kurucu üyelerinden olan, Türkiye Komünist Partisi (TKP) saflarında uzun yıllardır mücadele eden Yalçın Cerit bugün yaşamını yitirdi.

TKP tarafından yapılan açıklamada, "Adanmış bir komünist, yılmaz bir devrimciyi, halkımızın yiğit ve çalışkan evlatlarından Yalçın Cerit’i kaybettik" denildi. 

TKP'nin sosyal medyadan yaptığı açıklamada şunlar kaydedildi:

"Yoldaşları onu örnek direnci, bitmeyen enerjisi ve halkına bağlılığıyla hatırlayacak. Hiç kimsenin payına sonsuz yaşam düşmüyor ama Cerit gibi komünistler için hayat sona erdiğinde, insanlar yaşadıkça hatırlanacak bir sonsuz varlık başlıyor.

Onun davasına bağlı olanlara şan olsun, kavgasıyla, yaptıklarıyla, bize bıraktıklarıyla var olsun."