21 Şubat 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI - 21 ŞUBAT 2024 -

 


CHP, Lütfü Savaş’tan neden vazgeçemedi? (Berkant Gültekin)

CHP kurultayında “değişim” yanlılarının kazanmasının ardından akıllarda beliren soru şuydu: Partide sadece liderlik mekanizması mı değişti yoksa bu kurultay, daha köklü bir değişimin habercisi mi? Partinin yeni lideri Özgür Özel’in sokağa selam gönderen ve yurttaşı sahaya çağıran sol vurgulu mesajları, CHP’nin önceki dönemki siyaset yapma biçimini eleştirenler kesimleri heyecanlandırdı.

Yeni CHP’nin Özgür Özel’in sözlerini pekiştirecek tutumları da oldu. Bunlar belki yeterli değildi ama iktidarın çizdiği sınırların dışına çıkılması bakımından, CHP adına olumlu gelişmelerdi. En öne çıkanı, CHP’nin, Kuzey Irak’ta Pençe-Kilit operasyonu bölgesindeki asker ölümlerinin ardından Meclis’teki ortak bildiriye imza atmayarak “kutsal” kavramlar şemsiyesine sığınıp muhalefetten sükûnet bekleyen iktidarın karşısında sorgulayıcı bir pozisyon almasıydı.

Fakat yeni CHP, ayağına dolanan çok önemli bir problemi çözmekte aynı tavrı sergileyemedi: Hatay. Oysa Özgür Özel, genel başkan seçildikten kısa bir süre sonra Hatay’da verecekleri kararın tarihi bir karar olacağını söylemiş ve “Bir şehirde yıkım yaşanıyorsa o şehirde herkesin sorumluluğu vardır. Burada bir kusur biçilecekse, ‘Yerel yönetimlerin hiç kusuru yoktur’ demek mümkün değil. 10 belediyeden biri bizim, ben o kusuru alırım” demişti.

Özel’in bu sözleri CHP’nin Hatay’da farklı bir ismi aday göstereceğinin işareti olarak algılansa da siyasetin pusulası, tahminlerle eşleşmedi. CHP’nin Hatay adayı, 15 yıldır aynı koltukta oturan Lütfü Savaş oldu. Bununla birlikte Savaş’ın isminin kamuoyuyla paylaşılmasının ardından yapılan itiraz ve eleştiriler, CHP yönetimini tereddüte düşürdü. Özellikle deprem felaketinin yıldönümünde Hatay’daki anma sırasında Savaş’a gösterilen tepki, partiyi iyiden iyiye kararı yeniden değerlendirmeye yönlendirdi. Bazı isimlerle temaslar kuruldu, teklifler götürüldü. Ancak Savaş’a alternatif bulunamadı ve Hatay adayının değişmeyeceği önceki gün yapılan açıklamayla duyuruldu.

Hatay meselesi, CHP lideri Özel’in dünkü grup konuşmasının da gündemleri arasındaydı. Hatay ile ilgili kararı vermek için “ince eleyip sık dokuduklarını” belirten Özel, çok sayıda araştırma yaptıklarını ve anketlerde en üst sırada yer alan Lütfü Savaş’ı 10 Ocak’ta yeniden adaylaştırdıklarını söyledi. Özel, yükselen tepkilerden gereken mesajı aldıklarını, konuyu tekrar değerlendirdiklerini ancak kararı değiştirmediklerini kaydederek, “Hatay’ı Hatay olmaktan çıkaracaklara karşı yeniden Lütfü Savaş dedik” ifadesini kullandı.

***

Yaşanan tüm acılara ve yükselen itirazlara rağmen CHP’nin Hatay’da Lütfü Savaş’tan vazgeçememesinin temel nedeni, partinin önceki dönem alışkanlığı olan siyaset perhizine devam edip yerel seçimleri de adayların kişisel imajlarının yarıştığı bir takvim olarak ele almasıdır. Ortada siyasi bir iddia ve peşine düşülecek bir hikâye olmadığında, alınacak kararların ölçüsü, siyasi değerler etrafında partiyi hedefe ulaştıracak adaylarla yol yürümek değil, mevcut popüler aktörlerin dönemsel form grafikleri olur. Siyasetsiz parti de “kazanacak” adayı belirlemeyi, iyi siyaset yapmanın tek gerçek kriteri olarak görür. Ne var ki kazanan fikirler, değerler ve politik hedefler olmaz; kişisel ikbalini her şeyin üstünde tutan siyaset tüccarları olur.

Eğer Lütfü Savaş’ın dışında bir alternatif arandıysa, 6 Şubat depremlerinin ardından CHP’nin yapması gereken, ortaya yeni bir şehircilik vizyonu koymak ve deprem bölgesinde bu fikrin etrafında bir siyaset örmekti. Başta Hatay olmak üzere, AKP’nin şehirleri yıkan belediyecilik anlayışının karşısına insandan, yaşamdan ve kamusal çıkardan yana alternatif bir belediyeciliğin mümkün olabileceği fikrini örgütlemekti.

Yeni CHP yönetimini bu eksikliğin tamamından sorumlu tutamayız ancak kurultayın gerçekleştiği kasım ayından beri bu konuda gerekli çabayı göstermenin partinin gündeme dahi girmediğini söylemek yanlış olmaz. Kentin uzaktan izlendiği, anketlerin tek referans kaynağı olduğu ve en popüler ismi aday belirleme stratejisinin izlendiği yerde, Lütfü Savaş’tan başka bir seçeneğin güçlü hale gelememesi gayet doğal. 2009’dan beri Hatay’ı yöneten, ekonomik imkânları ve siyasi nüfuz alanı geniş bir ismin, anketlerde farklı bir figüre kendiliğinden kaybetmesini beklemek tamamen hayal.

Lütfü Savaş kararı, yeni CHP’nin ilk yenilgisi oldu. Bu yerel seçimin matematiksel sonuçlarından bağımsız bir siyasal çıktı. Erdoğan’ın bile deprem bölgesindeki AKP’li belediye başkanlarını değiştirip farklı adayları sahneye sürdüğü bir kırılma anında CHP, yeniden ayağa kalkmaya çalışan Hatay halkına farklı bir seçenek sunabilmeliydi. Siyasetin halkın örgütlü gücüne dayanmadığı, fikirler etrafında gelişip serpilmediği, şöhret saplantısının yeni bir Türkiye ütopyasına yeğlendiği bir düzlemde, “değişim” iddiası kâğıt üstünde kalmaya ve memleket AKP-MHP karanlığında hırpalanmaya devam edecek.

                                                          /././

İktidar maden patronuna kıyamadı (Nurcan Gökdemir)

İliç’te yaşanan cinayetten sonra ülkenin yeraltı, yerüstü zenginliklerinin yerli işbirlikçileri aracılığıyla uluslararası sermayeye nasıl peşkeş çekildiği bir kez daha gözler önüne serildi. Uluslararası sermaye, tüm az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde uyguladığı tarifeyi Türkiye’ye de uygulayarak, geliyor, yağmalıyor, “rehabilitasyon” adı altında canı isterse 3-5 çam ağacı, ceviz ağacı dikip, kirlettiği, yaşamı öldürdüğü toprakları bırakıp gidiyor. Maden işletmelerinin yarattığı tahribatı tamamen gidermek mümkün değil, bunu tüm uzmanlar kabul ediyor ama bir ölçüde rehabilite etmenin olanakları var, ancak iktidar bunu sağlayacak yaptırımları da bir türlü hayata geçirmiyor.

Sermayenin karını azaltacak tüm önlemleri almakta geciken, kamuoyundan gelen talepleri duymazlıktan gelen, yasal düzenlemelerin yürürlük tarihlerini -baca filtreleri gibi- sürekli erteleyen iktidar maden konusunda da aynı tavrını sürdürüyor.

BAKAN YARDIMCISI “HAZIR” DEMİŞTİ

2022 yılında Yeni maden yasası taslağının hazır olduğunu açıklayan dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakan Yardımcısı Şeref Kalaycı, bu taslakla maden sahalarının rehabilitasyonu için bir fon oluşturulacağını bildirdi.

Kalaycı açıklamasında şunları “müjdeliyordu” :

“Bu fonda toplanan paralarla maden sahalarının tekrar doğal haline geri döndürülmesi ve düzenlenmesi işi gerçekleşecek. Rehabilitasyon, şirket inisiyatifinden çıkıyor. Bütün şirketler, faaliyetlerini devam ettirirken bu fona para ödeyecek. Taslak çalışmaya göre şirketler; vergi, maaş, devlet hakkı ve ruhsat bedeli dışında bir de rehabilitasyon bedeli ödeyecek. Sonrasında Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, sahada işler bittikten sonra ihalesini yapıp ve ilgili fondan para aktarıp sahayı eski hâline getirecek.”

Rehabilitasyon işinin şirketlerin keyfine bırakıldığının itirafı niteliğindeki bu sözlerden sonra şu soruyu soralım: “Bu yasa teklifi Meclis’e geldi mi?” Yanıt elbette “Hayır”, yani rehabilitasyon işi hala şirketlerin inisiyatifinde.

BAE İLE İŞBİRLİĞİ ACELESİ

Bu arada bir torba yasa içinde maden yasası değişikliği önerisi geldi Meclis’e, uluslararası sermayenin maden talanını kolaylaştıracak düzenlemelerle birlikte. CHP “Kanun teklifi ile Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye arasında enerji alanında işbirliğini öngören anlaşmanın altyapısının hazırlandığı ve bu nedenle de yeni kapitülasyonlar ve tavizler içerdiği” eleştirisini dillendirdi. Rehabilitasyon yok, vahşi madenciliği önleyici hükümler yok, yabancı şirketlerin karına kar katmasını sağlayacak yeni düzenlemeler var.

İliç’te yaşanan facia ile son dakikada rafa kaldırılmak zorunda kalınan düzenlemenin akıbeti belirsiz. Yorum muhtelif, iktidarın çok acele ettiği bu düzenlemenin halkın tepkisinden korkulduğu için şimdilik rafa kaldırıldığı, BAE ile yapılan pazarlıkta bir sorun çıktığı için ertelendiği, yerel seçimlerden sonra gündeme geleceği değerlendirmeleri ifade ediliyor.

SAYIŞTAY YILLARDIR UYARIYOR

Bu tartışmaları şimdilik bir kenara bırakarak, iktidarın ve yandaşlarının çıkarlarını önceleyen politikaları nasıl tercih ettiğini, bir türlü gündeme gelmeyen rehabilitasyon bedeli düzenlemesi üzerinden anlatmaya devam edelim.

Sadece çevre ve meslek örgütleri ya da yurttaşlar değil Sayıştay da raporlarında bu konunun ısrarla üzerinde duruyor. Yıllardır tüm raporlarında maden çalışmaları bittikten sonra geride kalan alanın rehabilitasyonunu şirketlere yaptıracak önlemlerin alınması gerektiğini siyasi iradeye hatırlatıyor.

Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün denetimi sonrası yazılan son raporda da bu konunun üzerinde ısrarla duruldu.

Raporda, “Yıllar itibarıyla Genel Müdürlük tarafından tahsil edilen çevre ile uyum bedellerinin, maden sahalarında yapılacak rehabilitasyon çalışmalarının maliyetini karşılayacak tutarda olmadığı” tespitine yer verildi. İktidarın bu düzenlemeyi hayata geçirme konusundaki isteksizliğine eleştiri de şu satırlarda yer aldı:

“İşletme izni bulunan ruhsatlardan her yıl hesaplanan devlet hakkının, açık işletmelerde yüzde 8’i, yeraltı işletmelerinde ise yüzde 4’ü üzerinden ruhsat sahiplerine iade edilmemek üzere rehabilitasyon bedeli adı altında bir bedel alınması, ayrıca Genel Müdürlüğe yatırılan çevre ile uyum bedellerinin değişikliğin gerçekleştirildiği tarihte çevre ile ilgili hesaba aktarılacağı hususlarında düzenlemeler öngörüldüğü anlaşılmıştır. Yani yapılması öngörülen değişiklikle yürürlükteki mevzuatta işletme ruhsat bedeli üzerinden alınan çevre ile uyum bedeli yerine işletme izni bulunan ruhsatlar için tahakkuk edecek devlet haklar üzerinden rehabilitasyon bedeli alınması şeklinde dinamik bir sistem planlanmakta olup 2020, 2021 yılı Sayıştay Denetim raporlarında bulgu konusu edilen hususla ilgili 2022 yılı denetim döneminde de henüz bir mevzuat çalışması tamamlanmamıştır.”

ABD’DE YAPILAN TÜRKİYE’DE YAPILMIYOR

Termik santralların bacalarına filtre takma zorunluluğunu sürekli erteleyen iktidar, aynı tutumunu madencilik alanında da sürdürüyor. Sermayenin karına kar katması için ekosistemin tahrip olmasına göz yumduğu gibi sonrasına dönük sınırlı düzenlemeler nedeniyle de olsa şirketlerin ek maliyete katlanmasına razı olmuyor.

ABD’de 50 milyon dolar yatırım yaptığı bir projede ortaya çıkan kaza sonrası 1 milyar dolar harcamak zorunda kalan uluslararası sermaye de elbette taşını, toprağını talan ettikten sonra basıp gidebileceği bir ülke olan Türkiye’yi tercih ediyor.

                                                         /././

Madenin değil, bu düzenin felaketi (Özgür Gürbüz)

Siyanür içerikli yığının altında kalan işçilere 10 gündür ulaşılamıyor. Türkiye, 10 gündür Erzincan’daki altın madeninde yaşanan felaketi izliyor. “İzliyor” kelimesi durumu herhalde en iyi anlatan kelime.

Erzincan, İliç’teki madeni işleten Anagold Madencilik’in yüzde 80 hissesine sahip SSR Mining firmasına kazadan hemen sonra üç soru sordum. Israr edince şirketin yatırımcı ilişkilerinden sorumlu Başkan Yardımcısı Alex Hunchak’tan yanıt geldi. Şu anda sadece arama ve kurtarma çalışmalarına ve kayıp madencilerin yerini bulmaya odaklandıklarını söyledi ve diğer sorularıma yanıt vermedi.

Merak ettiğim konu, işçilerin altında kaldığı yığın liçindeki siyanür gibi toksik maddelerin içeriği ile miktarı konusunda bir fikirleri olup olmadığı ve bir buçuk yıl içinde meydana gelen iki büyük maden kazasından sonra madeni kapatmayı düşünüp düşünmedikleriydi. Madenin kapatılması için şirketin kararını beklememek gerek elbette ancak hükümetin tavrı bize bu konuda hiç umut vermiyor. Başımızda halkın çıkarlarını düşünen bir hükümet olsaydı, ilk kazadan sonra madenin kapısına kilit vurulur ve bugün tanık olduğumuz felaket önlenirdi. Hepimiz herhalde bu durumun farkındayız.

ALMAN 'AJANLARI' HAKLI ÇIKTI

Çevrecilerin, sivil toplum kuruluşları ve altın madenine karşı mücadele eden yöredeki insanların, Bergama’dan bu yana yaptığı uyarılara kulak asmayanlar yüzünden bugün bedel ödüyoruz. Madenlere, “siyanür doğaya bulaşabilir, atık havuzları sızdırabilir” diye karşı çıkanlara ‘Alman ajanı’ diye iftira atan “milliyetçi” ve “ulusalcı” iftiracılar acaba bugün neredeler? Umarım şirketlerin çıkarları için tasarlanan bu kirli oyunlara bir daha kimse alet olmaz. Altının bir ihtiyaç olmadığını fark ederek, mücadele sırasında alyanslarını bozdurup altını hayatlarından çıkaran dostlara, Bergamalılara da bu vesileyle bir kez daha selam olsun.

Gelelim günümüze. TMMOB Maden Mühendisleri Odası, kazanın nedenleri ve bizi bekleyen tehlikeye dair önemli saptamalarda bulundu. Özetle aktarayım. 2014 ve 2021 yıllarında hazırlanan ÇED kapasite artışı projeleri ile madendeki yığın liç tesisi için de kapasite artışı talebinde bulunulmuş. Her iki talep de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca uygun görülmüş. Projenin başlangıcında planlanan yığın liç alanı kapasitesi 34 milyonken, 2021 yılındaki son kapasite artışı ile 85,3 milyon tona yükseltilmiş. Böylece yığın liç alanının yüksekliği 250 metreyi aşmış. Maden Mühendisleri Odası, ikinci ve üçüncü liç alanı yapmak yerine, maliyetten kaçınmak için devasa tek bir alan oluşturulduğunu ve bu alanın kontrolden çıktığını belirtiyor.

Oda, 10 milyon metreküplük siyanür ve ağır metal içeren yığının, yeraltı sularına ve Fırat Nehri’ne karışma riskiyle ilgili de uyarılarda bulunuyor. Bölgenin yeraltı suyu haritasının çıkarılması, etki alanından, kontrol kuyularından, Sabırlı Deresi ve Fırat Nehri’nden düzenli örnek alınması ve sonuçların kamuoyu ile paylaşılması gerektiğinin altını çiziyor. Yığın liçi artık geçirgen toprağın üzerinde. Yağmurla, karla içindeki toksik maddelerin yeraltı sularına, oradan Fırat’a geçmesini önleyecek bir koruyucu yok. Ciddi bir riskle karşı karşıyayız.

Bu felaket bize siyanür kullanılan madenlerin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermekle kalmadı, sanayi tesisleri kurulmadan önce izlenen prosedürlerin de formaliteden ibaret olduğunu gösterdi. Kaçak bir madenden bahsetmiyoruz. ÇED raporu ve tüm izinleri alınmış bir tesisten, dava süreçlerinde ‘bilirkişi’ heyetlerinin onayından geçmiş bir işletmeden bahsediyoruz. Risklerin hepsinin ele alınmadığı ortada. Kâğıt üstünde verilen onayların denetlenmediği ortada. Halbuki ÇED süreci raporu alınca bitmez. Son aşaması proje sonrası izleme ve değerlendirmedir. Raporda yazılanların kontrol edilmesini de içeren, işletmenin beşikten mezara tüm faaliyet sürecini kapsayan bir süreçtir.

Bilirkişilerin ne kadar yeterli olduğu, siyasi iradeden bağımsız karar verip veremedikleri de artık tartışılmalı. Yanlış karar veren, uzman olmadığı anlaşılan bilirkişilerin bir daha bu süreçlerde yer almaması sağlanmalı. İliç’teki maden felaketini büyük bir kaza diye nitelemek yanlış olur. Sistemin başından sonuna kadar her aşamada işlemediğini gösteren, büyük bir çöküşün işaretidir İliç.

                                                               /././

Doğaya işkence! (Şükrü Aslan)

Tuhaf ve oldukça ağır bir duygu ama Erzincan’ın İliç ilçesindeki ‘maden arama sahası’nın fotoğraflarını her gördüğümde, işkence edilerek parçalanmış bir bedeni görmüş gibi olurum. Özellikle havadan çekilmiş fotoğraflar dehşet vericidir. Son derece tedirgin edici bu duyguyu besleyen başka örnekler de var ne yazık ki ve bütün diğer deneyimlerde olduğu gibi, işkence edilen beden ortada dururken, ona bu muameleyi yapanlar hiç bir şey olmamış gibi korunaklı alanlarında yaşamaya devam ediyorlar.

Kapitalizmin bilhassa modern zamanlardan başlayarak “doğa” ile kurduğu ilişki, faşist siyasal rejimlerin, muhalifleriyle kurduğu ilişki gibidir. Bu bir tür eziyetle doğanın dengesini bozma ve tahrip etme ilişkisidir. Kullandığı araçlara dair teknoloji geliştikçe, doğaya yapılan eziyetin biçimleri de çeşitlenmiş ve adeta ‘canına okunmuştur’. Bu deneyimin kitlesel kıyım, soykırım gibi milyonlarca insanın kırımı ile aynı süreçte ve doğrudan siyasal merkezlerin kararlarıyla gerçekleşmesi de ayrıca ilgi çekici bir husustur.

Bu yüzden modern dünyanın siyasal-akademik terminolojisine ‘doğal afetler’in yanına bir de ‘insan yapımı afetler’ diye yeni bir ifade girmiştir. ‘İnsan yapımı afetler’ ifadesi, deprem gibi doğa olaylarıyla ortaya çıkan kitlesel ölümlerin yanısıra, insanın kendi ürettiği rejimler ve teknikler ile yol açtığı kitlesel ölümleri anlatır. Oysa adına ‘doğal felaket’ denilen pek çok vak’ada canlıların kitlesel kırımının nedeni de, çoğu kez ‘insan yapımı’ tercih ve tutumlardır. Bu doğrudan ilişkiyi gösteren en çarpıcı örnek ise herhalde depremlerdir. Siz, fay hatları üzerine şehirler, köyler kurmazsanız deprem neden felakete dönüşsün? Yatay mimari yerine dikey ve ölçüsüz mimariyi tercih etmezseniz, kitlesel ölümler neden gerçekleşsin?

∗∗

Kapitalist politik sistemlerin doğa ile ilişkisi, onun adeta iliklerine kadar sömürülmesi üzerine kurulmuştur. İçindeki canlılarla birlikte korunması gereken bir yaşam alanı olarak değil de, daha fazla maddi kazanımların nasıl sağlanabileceğine dair arayışın belirlediği bir ilişkidir. Bu arayış ve arzu, doğaya yönelik her türlü müdahalenin yolunu açmış ve olağan hale getirmiştir. Türlü teknik müdahale araçları ile geniş ormanlık alanların, dağların, nehirlerin, vadilerin; özetle doğanın ‘canına okunmuştur’.

Doğaya yönelik bu büyük kıyımın izdüşümü sosyolojide de izlenebilir. Tıpkı sokakta kendini savunma imkanı olmayan hayvanların, vahşi saldırılarla öldürülmesi gibi. Hayvanları ortadan kaldırmayı kendine hak ve hatta bir tür politik görev gören anlayış da aynı şekilde keyfi ve vahşidir. Daha ilginç olanı bu keyfiliğin, ‘insanın, en şerefli varlık’ olduğunu söyleyen dini referanslara dayandırılmasıdır. ‘En şerefli’ varlığın, hiçbir savunma imkanı bulunmayan diğer varlıklara her türlü müdahaleyi kendine hak görmesi. Başka bir deyişle bir yanda her türlü hile potansiyeli olan ‘en şerefli varlık’, diğer yandan bütünüyle masum, savunmasız ve nedense ‘şerefli’ kabul edilmemiş varlıklar. Ne ilginç!

∗∗

İşte ötekinin canına okumayı kendine hak gören bu hiyerarşik zihniyet, doğaya da aynı yerden bakıyor. İçindeki bütün canlılarla birlikte doğayı, ‘şerefli bazı varlıkların’ çıkarlarına hizmet edecek bir sömürü nesnesi olarak görüyor ve istediği gibi onunla oynuyor. Erzincan İliç’te olan tam olarak budur. Tıpkı bir kısmı gözden ırak olan ama memleketin pek çok yerinde aynı vahşilikle devam eden ürpertici diğer deneyimler gibi.

İçinde İliç’in de yer aldığı ve bir zamanlar pek çok kültürün ve geleneğin mekanı olmuş, 20. yüzyılın başlarında bile muazzam kültür varlıklarına tanıklık etmiş bu müstesna coğrafya, şimdi insanın, yanaşmak için bile tereddüt ettiği, temas edemediği, nefes alamadığı bir hayalet alana dönmüş bulunuyor. Binyıllar boyu, sayısız canlının yuvası olmuş bu doğa alanı, şimdi taşları bile olmayan bir mezarlık gibidir. Koca bir devlet bile toprağın altında kalmış ölülerini alabilmek için çırpınıyor. Parçalanmış bir beden olarak doğa, tıpkı toplumsal vicdanda olduğu gibi kendisine yapılan zulmü taşıyamıyor.

                                                           /././

Bakan, Bodrum’u yiyip bitiriyor (Timur Soykan)

      Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy, Bodrum’daki Hebil Koyu’na 5 yıldızlı otel inşa ettiriyor. (Fotoğraf: BirGün)
Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy, kendi şirketi için Bodrum’daki Hebil Koyu’nu şantiyeye çevirdi. 5 yıldızlı tatil köyü için hafriyat kamyonları harıl harıl çalışıyor. Turizm şirketi sahibi bakan, Bodrum’u kendisi pişirip kendisi yiyor.

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Candaş Tolga Işık ile röportajında bakanlık maaşının miktarını bilmediğini çünkü hemen bağışladığını söylemişti.

Çok normal…

Çünkü bakanlık koltuğunda oturmakla sağladığı menfaatin yanında 160 bin TL’lik maaş devede kulağı geçelim, tüy bile olamaz.

BAKAN VAR, GÖREN YOK

Anormal olan artık Türkiye’de bakanlık koltuğunda oturanların hiç gizlemeden ticari faaliyetlerine devam edip kendilerine devasa rantlar yaratması.

Eski Türkiye’de bir bakanın ticari faaliyetinin ortaya çıkması büyük bir skandalken şimdi Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Türkiye’nin turizm cenneti Bodrum’a parsel parsel çöküyor. Ses bile çıkmıyor.

Bodrum Göltürkbükü’nde Caja Maxx Royal Oteli sorduğunuz herkes “Bakan’ın oteli” dedikten sonra tarif ediyor. Göltürkbükü’nden Gölköy’e doğru ilerlerken muhteşem koy birden şantiyeye dönüşüyor. Hafriyat kamyonları vızır vızır işliyor, manzara paravanlar ile kapanıyor, yüksek vinçler beton blokları, demirleri taşıyor. Hebil Koyu’nun sırtındaki tepeye Kültür ve Turizm Bakanı’nın şirketi MRA Turizm ve Otel İşletmeciliği A.Ş. villalardan oluşan beş yıldızlı oteli yapıyor.

AĞAÇ YERİNE VİLLALAR

Koyda hummalı inşaatın bitmeyen gürültüsü yankılanırken beton tozu rüzgârla savruluyor. Şantiyenin giriş kapısından Hebil Koyu’nu nihayet görebiliyoruz. Ama hemen önünde bir inşaat vinci ve beton villalar yükseliyor, içeride yüzlerce işçi ve iş makineleri çalışıyor. Kapıdaki tabelada Mehmet Nuri Ersoy’un şirketinin adının yanı sıra ruhsat tarihi de yazılmış: 7 Temmuz 2022.  Şantiyenin yanındaki tepede aynı projenin biten birinci etabındaki onlarca villa görünüyor. Uzaktaki ağaç dolu tepeler ise artık villalarla dolmuş bu yerlerin eski halini tahmin etmemizi sağlıyor. Anayasa’ya göre halka ait olan plaja ise halk inemiyor, Turizm Bakanı’nın otelinin özel plajına dönüşüyor.

TALANIN TANITIMI

Demokrasinin zerresi kalmış bir ülkede bu manzara unutulmaz bir skandal olurdu ama yeni Türkiye’de konuşulmuyor bile. Onun yerine Caja Maxx Royal’in internet sitesinde bu sözlerle tanıtım yapılıyor:

“Caja by Maxx Royal; Bodrum’un en güzel koylarından biri olan Hebil Koyu’nda, doğanın tüm renklerinin masmavi sulara uzandığı özel bir konumda yer alıyor. Zeytin ve çam ağaçları, tepelerden Hebil Koyu’na doğru uzanıyor.”

Doğa dernekleri ve vatandaşlar ise bu otel inşaatı için delice zeytin ağaçlarının kesildiğini anlatıyor. Bu koyda daha önce Bodrum Hilton Türkbükü Oteli vardı. Aralık 2020’de Bakan Ersoy, otelin sahibi Azerbaycan merkezli ISR Turizm Şirketi’ni satın aldı ve adını 15 Ocak 2021’de MRA Turizm ve Otel İşletmeciliği A.Ş. olarak değiştirdi. Bakan için “kendin pişir kendin ye” süreci başladı.

TEŞVİK DE ALDI

Şirket sahibi Mehmet Nuri Ersoy 115 bin metrekarelik alana bitişik 25 dönüm arazinin tahsisi için Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’a başvurdu. İlk defa BirGün’den Bilal Çelik’in haberinden öğrendik: Mehmet Nuri Ersoy’un yönettiği bakanlık, Mehmet Nuri Ersoy’un şirketine 24 Eylül 2021’de 25 dönüm hazine arazini verdi. 307 oda ve 870 yataklı beş yıldızlı tatil köyünün inşaatına başlandı.

Ama yetmedi.

Kabinedeki diğer bakanlardan teşvik de istedi. Turizm Bakanı’nın şirketi, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’ndan bu tatil köyü için 2 milyar 350 milyon lira yatırım teşvik desteği de aldı.

CENGİZ’E BETON SANTRALI

Bu koydaki Bodrum Hilton Türkbükü Oteli tamamen yıkıldı ve asbest içeren tonlarca hafriyat için de “kendin pişir kendin ye” süreci işledi. Gölköy’deki sulak alan Milli Emlak’tan bakanın şirketinin hafriyatlarının dökülmesi için tahsis edildi. Geçici izin belgesi bitince de buraya Cengiz Holding’in Cennet Koyu ve Göktepe’de doğayı talan edeceği inşaatlar için üretim yapan beton santralı kuruldu. Sit alanına da taşan bu alanda üretim sürüyor ve binlerce hafriyat kamyonu Torba ile Gündoğan arasında aralıksız sefer yapıyor.

‘HALK İÇİN Mİ OTEL İÇİN Mİ’

Villaların kaba inşaatı sürerken birden Turizm Bakanlığı, otelin hemen arkasında bir halk plajı çalışması başlattı. Ne hikmetse çok geniş bir alandaki bu çalışmada kıyıdaki kayalar kırıldı, ağaçlar kesilerek yollar açıldı. Çevre örgütleri büyük doğa tahribatı yaşandığını ve asıl amacın otele yeni bir plaj yapmak olduğunu iddia ediyor.

Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un Bodrum talanı durdurulamıyor. Bu ayın başında Bodrum’da Adalıyalı Kissebükü Koyu’na Maxx Royal Bodrum Oteli yapmak için harekete geçti. 5 yıldızlı otel projesinin ÇED raporu, Çevre ve Şehircilik İklim Değişikliği Bakanlığı’na sunuldu. 124 dönüm tapulu alanda 325 oda ve 750 yataklı otel yapacak. Çevreciler 2014 yılında bu otel projesi için verilen ‘ÇED gerekli değildir’ raporuna karşı hukuk mücadelesi vermişti. 2019 yılında mahkeme, otel projesi için ÇED raporunun gerekli olduğuna karar verdi. Bakanın şirketi bunun üzerine ÇED raporu için başvurdu.

‘BODRUM ÖLDÜRÜLÜYOR’

Bodrum Kent Konseyi Sözcüsü Mir Bahattin Demir, artık Kültür ve Turizm Bakanı’nın projelerini takip etmeye yetişemediklerini anlatıyor. Bodrum’da rant için doğanın katledildiğini, sit alanı olan koylara oteller, tatil köylerinin peşi sıra yapıldığını anlatan Mir Bahattin Demir, “Açtığımız davalar yıllar sürüyor ama bu sırada inşaatlarına devam ediyorlar. Mahkemede lehimize karar çıkıyor ama uygulanmıyor. Plajların büyük kısmı büyük şirketlerce işgal edildi, halk inemiyor. Bakanın, Hebil Koyu’daki oteline dava bile açamadık. Sayımız çok az. Bodrum öldürülüyor, yetişemiyoruz. Muğla Çevre Platformu Çevre ve Ekoloji Politikaları Derneği olarak farklı noktalarda açtığımız 25 dava var.  Hebil Koyu’na hem otel hem de yanında ‘halk plajı’ adı altında yaptıkları çalışmalarla büyük zarar verdiler. Burasının aslında otelin ikinci plajı olacağını herkes biliyor” diye konuştu.

Bodrum Belediyesi yetkilileri ise Turizm Bakanlığı’nın yetkisiyle projelerin yapıldığını ve kendilerinin müdahale edemediğini savunuyor.

 BİRGÜN

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 21 ŞUBAT 2024 -

 

Kim bu Şevki Yılmaz’ın savcıları (Barış Pehlivan)

Maalesef ezberlerimizle konuşuyoruz. Hakkınca fikri takip yapmıyoruz. Böyle olunca da asıl gerçeği ıskalıyoruz. Misal, Şevki Yılmaz için “28 Şubat’ın aktörü geri döndü” analizlerini görünce “zaten buradaydı ki” diyorum. Nasıl mı? Anlatayım...

Biliyorsunuz, 2. Abdülhamit’in 4. kuşak torununun kızı Berna Osmanoğlu ve Yiğit Onur Kaya’nın düğünü vardı. Çiftin nikâh şahitliğini yapanlardan biri İlber Ortaylı diğeri ise Şevki Yılmaz’dı. Nikâhta eline mikrofonu alan Yılmaz “Osmanlı’yı süren soysuzları lanetliyorum” dedi.

Yılmaz’la aynı karede yer aldığı için eleştirilen İlber Ortaylı ise şöyle dedi:

Atatürk’le, Cumhuriyetle, İstiklal Savaşı komutanlarıyla didişmeye kalkan sivri zekâlıların bu faaliyetlerinin arkasında tarihçilik merakının hatta ideolojinin ağırlık kazandığına inananlardan değilim, saikler başkadır.”

                                             https://mikav.org/

https://www.sevkiyilmaz.net/haberler/manevi-ve-iktisadi-kalkinma-vakfinda-goerev-degisikligi-yapildi

Sahi, İlber Hoca haklı mıydı? Öyleyse, ne olabilirdi o başka saikler? MİKAV’ı duydunuz mu? Manevi ve İktisadi Kalkınma Vakfı’nın kısaltması. Şevki Yılmaz Rize, Belediye Başkanlığı yaparken 1994’te kurdu bu vakfı. 28 Şubat sonrası terk ettiği Türkiye’ye AKP kurulunca geri dönen Şevki Yılmaz, MİKAV’ı da yeniden diriltti. Vakfın yeni merkezi Kocaeli oldu. Elbette ki AKP iktidarı, MİKAV’ı “kamu yararına çalışan vakıf” saydı ve haliyle vergiden de muaf yaptı.

YILMAZ'IN YARGIDAKİ ADAMLARI

Peki Şevki Yılmaz, kamu yararına çalıştığı iddia edilen o vakfının çatısı altında neler yaptı? Örneğin, “Nadide Eğitim Kurumları” adıyla okullar açtı. Anaokulundan üniversiteye kadar çocukları bünyesinde topladı. Misyonlarını şöyle anlattılar: “Toplumların değişmesi ancak bireylerin değişimine bağlıydı. Zulme karşı adaletten, nefrete karşı merhametten yana olmak ahlaklı ve bilinçli nesiller yetiştirmekle mümkündü.”

Soru şuydu: Şevki Yılmaz’ın yetiştirdiği “nesiller” ne yapacaktı? Yanıtı için Nadide Okulları’nın “Kalem & Kelâm” adlı lise dergisinin ilk sayısını inceliyorum. Dergi iki lise öğrencisinin Şevki Yılmaz’la söyleşisiyle başlıyor. Şevki Yılmaz kurucusu olduğu okulları bakın nasıl anlatıyor:

“Herkes Nadide okullarındaki talebeleri örnek alsın diye bu ismi verdik. Ve okullarla birlikte üniversite talebeleri için İzmit’te Nadide Öğrenci Yurdu’nu açtık. Bugün çok sayıda öğretmenimiz, savcımız, kaymakamımız, Yargıtay ve Danıştay uzmanlarımız var elhamdülillah. Bereketini gördük.” Ne çarpıcı değil mi?

Şevki Yılmaz lise öğrencilerine savcıları ve kaymakamları olduğunu, yüksek mahkemelerde de “bereketini gördüğü” adamlarının varlığını anlatıyordu. Biz de çıkıp “Şevki Yılmaz için savcılar göreve” diye çağrıda bulunuyoruz... Ört ki ölem!

Yine aynı söyleşide, Atatürk ilke ve inkilaplarına dair lise öğrencilerine bakın neler söylüyordu Şevki Yılmaz: “İhtilali yani darbeleri şeytan ve yandaşları yapar. İnkılabı ancak Allah yapar. İnkılap, kalbin dönmesi demektir. Kalplerimizi İslama, Rabbimizden başka kim ve hangi güç çevirebilir? Falanın ilkesi ve inkılabı tam manasıyla komik bir söz. İnsanlar ilke koyamaz, ilkeyi de Allah koyar.”

'YARININ SANCISINI SİZ ÇEKEBİLİRSİNİZ'

 Bir virgül koyayım. Bakın zamanında, Kocaeli Başiskele Belediyesi’nin Saadet Partili Meclis üyesi Kadir Öztonga, neler söylemiş Yılmaz ve vakfı hakkında:

“Vakıf adı altında bunları yapıyor, ‘kamu yararına’ diyor ama hayır, bu adam özel okul işletiyor. Ücret olarak da diğer özel okullardan daha pahalı. Ticaret yapıyor, kamu yararına bir şey yapmıyor bu adam. Ben FETÖ yapılanması gibi bir yapılanmaya benzetiyorum. Daha önce bu FETÖ’ye ne isterlerse verdiniz, şimdi bu adama ne isterse veriyorsunuz. Hem siz hem büyükşehir her türlü desteği veriyorsunuz, yarın sancısını siz çekebilirsiniz.”

Bitmedi...

Şevki Yılmaz, MİKAV çatısı altında sadece eğitim işine el atmamıştı. Bir de “Nadide Turizm” adlı bir şirketi de vardı... Bu şirket aracılığıyla Mekke turları düzenliyordu.

Oğlunun AKP milletvekili, damadının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Sakarya il müdürü olmasını, Kocaeli’de ona tahsis edilen mesire alanını, başkanlık referandumu için “16 Nisan’ın zaferle çıkacağına dair hadisi şerif var” demesini hatırlatmayacağım. Yaz yaz bitmez.

Başta da dediğim gibi: Şevki Yılmaz hiç gitmedi ki geri dönsün..

                                                          /././

Merkez Bankası rezervi (Öztin Akgüç)

Sorunlar, konular gündeme geldikçe, yinelemeler de zorunlu oluyor. Merkez Bankası rezervi, net, brüt tutarı, işlevi, gelişmeleri tartışmaya yol açtığından bu konuda bilinenler, temel bilgiler yinelenmektedir.

Ülkenin rezerv varlıkları, IMF tanımıyla, hükümet ve Merkez Bankası’nın altın ve döviz mevcudu ile IMF nezdindeki özel çekim hakkı ile kullanabileceği rezerv diliminden oluşur. Devletin mali ajanı ve muhafaza kurumu TCMB olduğundan ülkenin IMF üyeliğinden kaynaklanan varlık, hak ve yürümlülükleri TCMB bilançosunda yer alır. (Karşılıklı çalışan aktifte rezerv dilimi pozisyonu-A.4 YP-; pasifte rezerv dilimi imkânı-P.5 YP)

Üye ülkelerin IMF’de altın veya fonun kabul ettiği para cinsinden kotaları (sermaye payları) vardır. Her üye ülke, kotasının bir bölümünü IMF onayı olmadan serbestçe kullanabilir. Üye ülke, kotasının yüzde 25’ini, herhangi bir koşula bağlı olmaksızın fondan çekebilir. Rezerv dilimi, IMF kredisi kapsamında değildir; IMF, kota dışında, her üye ülkeye kotası ile orantılı özel çekim hakkı (SDR-Special Drawing Right) özgüler. Üye ülke, kendisine tahsis olunan SDR’yi diğer üye ülkelere devrederek gereksinim duyduğu para birimine çevirerek kullanabilir. IMF tarafından Türkiye’ye tahsis edilen tutardan Hazine tarafından kullanılan tutar, TCMB bilançosunda karşılıklı çalışan aktifte A-10.YP hesabı ile pasifte P.6 YP hesaplarında izlenir.

Rezerv, ülkenin para otoritelerinin kontrolü altında kullanılmaya hazır, uluslararası finansal piyasalarda ödeme aracı olarak kullanılan gerektiğinde para ve kambiyo piyasalarına müdahale aracı olarak da kullanılabilecek, değer saklama işlevi de olan varlıklardır. Bizim gibi ulusal parası konvertibl olmayan, uluslararası finansal pazarlarda serbestçe işlem görmeyen, dış borcu yüksek, sürekli cari işlemler açığı veren ülkelerde uluslararası rezervi ve yönelimi, dış yükümlülüklerin yerine getirilmesi, paranın dış değerinin korunması, ödeme emniyetinin sağlanması, kredi değerliliği açısından önemlidir.

TCMB analitik bilançosunda brüt döviz rezervi, yabancı para (YP) varlıklardan (altın, efektif deposu, konvertibl YP banknotlar, yurtdışı bankalardan alacaklar, YP menkul kıymetler, döviz repo alacakları, IMF rezerv dilimi, IMF SDR tahsisi, dış krediler) oluşur. Brüt döviz rezervinden TCMB’nin YP (döviz) yükümlülükleri indirilerek net rezerv hesaplanır. Yükümlülükler dış ve iç olarak bölümlendirildiğinde; dış döviz yükümlülükleri, uluslararası kuruluşların YP mevduatı, IMF borcu, yurtdışı bankaların alacakları, SDR tahsisatı, alınan döviz kredilerinden oluşur. İç döviz yükümlülükleri, bankaların YP zorunlu karşılıkları ile serbest tevdiatı (bankalar döviz mevduatı), kamu sektörü döviz mevduatlarından oluşur.

Para swapı, ulusal para cinsinden çıkarılmış varlıklar, belli bir süre ile sınırlı olarak karşı tarafından YP ödemeleriyle değiştirilmektedir. Swap sözleşmesi, uygulamasında, bir yandan YP varlıklar; eşanlı olarak YP yükümlülüğü de arttığından net rezerv pozisyonunu etkilemez. TCMB’nin döviz yükümlülüğü döviz varlığından fazla olduğundan net rezerv açığı oluşur. Hazine garantili dış yükümlülükler de varsa döviz pozisyonu hesaplanırken dikkate alınması gerekir.

Döviz rezervi yeterliliği değerlendirilirken, “net döviz rezervi/cari işlem açığı”, “net döviz rezervi/aylık ortalama ithalat”, “net döviz rezervi/yıllık cari döviz gideri”, “brüt döviz rezervi/kısa süreli dış borç” oranları dikkate alınır. Bu oranların tümü TCMB’de negatiftir. TCMB’nin döviz pozisyonu 2011 yılından sonra hızla bozulmuş; bu bozulma, TL değer kaybına devalüasyon-enflasyon geçişkenliğine, kredi değerliliğinin düşüşüne, risk priminin artışına yol açmıştır.

                                                   /././

Bir laik hukuk manifestosu (Sinan Meydan)

Kanunları dine dayalı olan devletler, kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar.” (Mahmut Esat Bozkurt, 1926)

Atatürk, cumhuriyeti laikleştirmek için değişmeyen dini hukuk (şeriat) yerine, insan aklının ve tecrübesinin eseri çağdaş hukuka yöneldi.  Bu çerçevede 1924’te şeriat (dini hukuk) kanunları kaldırıldı, şeriat mahkemeleri ve şeriat bakanlığı kapatıldı. 1925’te çağdaş hukukçular yetiştirmek için Ankara Hukuk Mektebi açıldı. 1926’da Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu hazırlandı. 

MAHMUT ESAT BOZKURT ETKİSİ

Laik Cumhuriyet’in temel taşı Türk Medeni Kanunu, Atatürk’ün çok değer verdiği Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un esiridir. Bozkurt, hukuk doktorasını İsviçre’de Fribourg Üniversitesi’nde tamamlamıştı. Bu nedenle Eugen Huber’in hazırladığı İsviçre Medeni Kanunu ile çok erken bir tarihte tanışmıştı. Çağdaş ve yeni bir sivil hukuk üzerine kafa yormuş; çok eşliliğe, erkeğin keyfî boşanma usulüne karşı çıkmış ve en önemlisi “hukukun dinden bağımsız kılınması” gerektiğini görmüştü.(1) 

17 Şubat 1926’da TBMM’de kabul edilen ve 4 Ekim 1926’da Borçlar Kanunu ile birlikte yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu’nun gerekçesini Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt yazmıştı. (2) “O günün diliyle ve mükemmel bir üslupla kaleme alınmış olan gerekçenin yeni kuşakların anlayabileceği şekilde sadeleştirilmiş hali özetle” 2001’de yürürlüğe giren yeni Medeni Yasaya da konuldu.  

DİN KURALLARI DEĞİŞMEZ, AMA YAŞAM DEĞİŞİR

Mahmut Esat (Bozkurt), “Esbabı Mucibe Layihası” başlıklı gerekçesine, 1869-1876 arasında hazırlanan 1851 maddelik Mecelle’nin ancak 300 maddesinin günümüzün ihtiyaçlarına uyduğunu, “geriye kalanın, ülkemizin ihtiyaçlarını ifade edemeyecek kadar ilkel bir takım kurallardan oluştuğundan” uygulanamadığını belirterek başlıyor.

Sonra şöyle devam ediyor:

“Mecelle’nin kuralı ve ana çizgileri dindir. Hâlbuki insanlık yaşamı her gün ve her an esaslı değişikliklerle karşı karşıyadır. Bunun değişikliklerini, yürüyüşünü hiçbir zaman bir nota çevresinde saptamak ve doldurmak mümkün değildir. Kanunları dine dayalı olan devletler, kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez hükümler belirtirler. Yaşam yürür, ihtiyaçlar hızla değişir, din kanunları kesinlikle ilerleyen yaşamın önünde biçimden ve ölü sözcüklerden fazla bir değer, bir anlam ifade edemezler. Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu bakımdan dinlerin, sadece bir vicdan işi olarak kalması, günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden biridir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar, uygulanmakta oldukları toplumları, indikleri ilkel dönemlere bağlarlar ve ilerlemeye engel belli başlı etken ve nedenler arasında bulunurlar. (…) ”(3)

TÜRK HUKUKUNU ÇAĞDAŞLAŞTIRMAK GEREKİR 

“Mecelle'nin anılan 300 maddesi bir yana bırakılmak koşulu ile Medenî Kanun içine giren sorunları çözmek için Türkiye Cumhuriyeti hâkimleri derme çatma eski hukuk kitaplarından ve din esaslarından çıkartılan bilgilerle yargı işini görmektedirler. (…) 

Sonuç olarak Türkiye halkı, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısındadır. Halkın kaderi belli ve yerleşmiş bir adalet esasına değil, rastlantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ fıkıh kurallarına bağlı bulunmaktadır. Cumhuriyet, Türk  adaletinin bu karışıklıktan,  yokluktan ve pek ilkel durumdan kurtarılmasını devrimin ve yüzyılımız uygarlığının gereklerine uyan yeni bir Türk Medenî Kanunu’nun hızla vücuda getirilmesini ve uygulamaya konulmasını zorunlu kılmıştır. 

Bu amaçla hazırlanan Türk Medenî Kanunu, medenî kanunlar içinde en yeni, en eksiksiz ve halkçı olan İsviçre Medenî Kanunu’ndan alınmıştır.(4) Bu görevi Adalet Bakanlığı tarafından verilen direktifler içinde ülkemizin seçkin uzman hukukçularından oluşan özel bir komisyon yerine getirmiştir.”

UYGAR ULUSLARIN İHTİYAÇLARI ORTAKTIR

“Yüzyılımızın uygarlık ailesine mensup olan ulusların ihtiyaçları arasında esaslı bir fark yoktur. Toplumsal ve ekonomik sürekli ilişkiler insanlığın büyük bir uygar bölümünü bir aile durumuna getirmiştir ve getirmektedir. İlkeleri yabancı bir ülkeden alınmış olan Türk Medenî Kanunu Tasarısı’nın yürürlüğe konulmasından sonra yurdumuzun ihtiyaçları ile bağdaşmayacağı savı geçerli görülmemiştir. Özellikle İsviçre Devleti'nin çeşitli tarih ve geleneklere mensup Alman, Fransız ve İtalyan ırklarını içerdiği bilinmektedir. Bu kadar, hatta kültür bakımından bile birbirinden farklı bir ortamda uygulanma esnekliğini gösteren bir kanunun, Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksanı bakımından aynı ırka sahip bir devlette uygulanma yeteneğini bulabilmesi kuşkusuz görülmüştür.

Bundan başka, uygar bir ulusun gelişmiş, ileri bir kanunun Türkiye Cumhuriyeti’nde uygulanma ortamı bulamayacağı düşüncesi yanlış görülmüştür. Bu tez, Türk ulusunun uygarlık yeteneğine sahip bulunmadığını belirten bir mantık dizisine varılmasıyla sonuçlanabilir. Hâlbuki olayların gerçeği, durum ve tarih bu savın tamamen tersidir. (…) 

Unutmamak gerektir ki Türk ulusunun kararı çağdaş uygarlığı kayıtsız ve koşulsuz bütün ilkeleri ile kabul etmektir. Bunun en açık ve canlı kanıtı devrimimizin kendisidir. Çağdaş uygarlığın Türk toplumu ile bağdaşmayan noktaları görülüyorsa bu, Türk ulusunun beceri ve yeteneğindeki eksiklikten değil, onu gereksiz bir biçimde sarıp sarmalamış ortaçağ örgütü ve dinsel bazı düzenlemeler ve kurumlardandır. (…)

Adalet Bakanlığı en yeni ve en gelişmiş olan İsviçre Medenî Kanunu’nu ulusumuzun şimdiye kadar bağlı kalan geniş zekâ ve yeteneğini doyuracak ve ona gerçek bir yarış yeri ve alan olabilecek bir uygarlık yapıtı olarak görmektedir. Bu kanunda ulusumuzun duygularına ters düşecek hiç bir nokta düşünmemektedir.

Şu yanı da belirtmek gerektir ki: çağdaş uygarlığı almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk ulusu, çağdaş uygarlığı kendisine değil, kendisi çağdaş uygarlığın gereklerine her neye mal olursa olsun ayak uydurmak zorundadır. Yaşamak kararında olan bir ulus için bu şarttır. Hazırlanan tasarı bu gereklerin önemli bölümlerini içermektedir. (…)

ALMAN, FRANSIZ VE İSVİÇRE MEDENİ KANUNLARI

Bozkurt, daha sonra Alman, Fransız ve İsviçre medeni kanunlarının, gelenek ve göreneklerle biçimlenmiş eski kanunlara ve hukuk karmaşasına son verdiğini anlatarak şöyle devam ediyor: 

“Bu örnekleri vermekten amaç, zamanın gereklerine ve uygarlığın zorunluluklarına göre ulusların gelenek ve göreneklerine bir adımda nasıl veda ettiklerini ve bu vedanın sanıldığı gibi zarar ve tehlikeyi değil, büyük çıkarları gerektirdiğini canlı bir biçimde göstermektir. Yaşamın gereklerine uymayan gelenek ve göreneklerde ısrardır ki, uluslar için felakete neden olur. Bu saydığımız kanunlarda esas, din ile devletin mutlak bir biçimde ayrılığıdır. İsviçre, Almanya, Fransa, siyasal ve ulusal birliklerini, ekonomik, toplumsal kuruluş ve gelişmelerini medeni kanunları yayınlamakla sağlamlaştırmış ve desteklemişlerdir. Bu yaşamsal zorunluluklar karşısında eski geleneklerin, yerel ve alışılagelmiş hükümlerin ve dinsel alışkanlıkların sürmesi, bu ülkelerin hiçbirinde, hatta İsviçre gibi kamuoyunun en geniş biçimde egemen olduğu bir ülkede bile istenmemiş, istenememiş, hatıra gelmemiştir. Kuşku yoktur ki, kanunların amacı, herhangi bir gelenek ve görenek veya yalnız vicdanla ilgisi olması gereken dinsel hükümler değil, siyasal, toplumsal, ulusal birliğin her neye mal olursa olsun güvencesi ve tatminidir.” 

LAİKLİK YÜZYILIN GEREĞİDİR

“Yüzyılımız uygarlığına mensup devletlerin ilk ayırıcı nitelikleri din ile dünyayı ayrı görmektir. Bunun tersi, devletin kabul ettiği din esaslarını kabul etmeyen kimselerin vicdanlarını baskı altına almak olur. Bunu, yüzyılımızın devlet anlayışı kabul edemez. Din, devlet gözünde, vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. Dinin, hüküm halinde kanunlara girmesi, tarihin akışında çoğu kez hükümdarların, zorbaların, güçlülerin keyif ve isteklerini tatmine aracı olması sonucunu getirmiştir. Dini dünyadan ayırmakla yüzyılımızın devleti, insanlığı tarihin bu kanlı sıkıntısından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır.”

LOZAN VE MEDENİ KANUN

“Özellikle çeşitli uyruklara mensup devletlerde tek bir kanunun bütün toplumda uygulanma yetkinliğini kazanabilmesi için bunun dinle ilişkisini kesmesi, ulus egemenliği için de bir zorunluluktur. Çünkü kanunlar dine dayanırsa, vicdan özgürlüğünü kabul zorunda olan devletin, çeşitli dinlere girmiş uyrukları için ayrı ayrı kanun yapması gerekir. Bu durum, yüzyılımız devletinde temel koşul olan siyasal, toplumsal, ulusal birliğe tamamen aykırıdır. Anımsatmak gerekir ki, devlet yalnız uyrukları ile değil yabancılarla da ilişki içindedir. Bu durumda olanlar için kapitülasyon adı altında ayrı hükümler kabul etmek zorunluluğu doğar. Lozan Antlaşması ile kaldırılan kapitülasyonların ülkemizde sürmesi için yabancılar tarafından dile getirilen gerekçenin en önemli yönü bu nokta olmuştur.

Bundan başka, Fatih Sultan Mehmet döneminden son zamanlara kadar Müslüman olmayan uyruklar hakkında uygulanan ayrı hükümlere de özellikle bu dinsel durum neden olmuştur. Hâlbuki yeni Türk Medeni Kanunu Tasarısı’nın hazırlanması nedeni ile yurdumuzda mevcut azınlıklar Lozan Antlaşması’nın kendilerine kabul ettiği haklardan vazgeçtiklerini Adalet Bakanlığı’na bildirmişlerdir. (…) 

Yüzyılımızın uygar uluslarının tanıdığı bütün hukuku uygarlık dünyasından kayıtsız, koşulsuz isterken bu hukukun yerine getirilmesi gereken uygarlık gereklerini de Türk ulusu kendi eliyle kendisine yüklemiş görülüyor. Bu kanun tasarısının anlamlarından birisi de budur. 

Bozkurt, gerekçesinin sonunda, Türk Medeni Kanunu uygulandığı gün, Türk ulusunun 1300 yıllık eski kanunlardan ve kargaşadan kurtulup, “eski uygarlığın kapılarını kapayarak yaşam ve verimlilik getiren çağdaş uygarlığın içine girmiş bulunacaktır” diyor.  

Bozkurt, gerekçesini şöyle bitiriyor: “Adalet Bakanlığı bu kanunu hazırlamakla devrim ve tarih önünde ulusal görevini yapmış ve Türk ulusunun gerçek çıkarlarını dile getirmiş olduğuna şüphe etmemektedir.”   

                                                    ***

Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un 98 yıl önce Türk Medeni Kanunu’na yazdığı bu gerçekçe, gerçek bir laik hukuk manifestosudur. “Şeriat” çığlıklarının atıldığı, laik Cumhuriyet’e yönelik saldırıların arttığı bu günlerde bu gerekçeyi yeniden okumak ve üzerinde durup düşünmek gerekir.


Dipnotlar:

  1. Çiğdem Dumanlı,“Mahrem Alanda Sivil Hukuk İnşası: Mahmut Esat Bozkurt’un Medeni Kanun Gerekçesi ve Eugen Huber Kaynakçası”, Belgi, S.26, (Yaz, 2023, II),s.10.
  2. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre II, Cilt 22, İçtima Senesi III, Elli Yedinci İçtima, 17.2.1926.
  3. Mahmut Esat (Bozkurt), gerekçesinin bu bölümünü Türk Medeni Kanunu’nun 15. yıldönümü için kaleme aldığı “Türk Medenî Kanunu Nasıl Hazırlandı?” adlı makalesinde tekrarlıyor. Osmanlı’da İslâm dininin o tarihte 1360, Hristiyanlığın 1942 ve Museviliğin ise 3500 yıllık olduğunu belirterek söz konusu dinlerin kurallarının yirminci asrın ihtiyaçlarını karşılamayacağını vurguluyor. (Mahmut Esat Bozkurt, “Türk Medenî Kanunu Nasıl Hazırlandı?”, Medenî Kanunun XV. Yıl Dönümü İçin, İstanbul, 1944, s.7.)
  4. Mahmut Esat Bozkurt, “Türk Medeni Kanunu Hakkında Kritikler” başlıklı makalesinde bu konuda şöyle diyor: “Niçin bazı değişikliklerle İsviçre Medeni Kanunu’nu aldık? İleri sürecek birçok sebepler arasında en önemlilerini söyleyeyim: Alman Medeni Kanunu pek yüksek bir eser olmakla beraber çek felsefi, çok kapalı, anlaşılması çok zor, hayat hadiseleriyle uzlaştırılması çok güç bir kanundur. Almanlar bile kanunlarından şikâyetçidirler. Fransız Medeni Kanunu’na gelince, şüphe yok ki, bu vaktiyle birçok ulusların medeni kanunlarına örnek olmuştur. Fakat çok ihtiyardır. Ömrünü bitirmiş ve gözlerini yummak üzere bulunuyor. (…) Fransız Medeni Kanunu artık bir iskelettir. (…) İsterseniz bu kanuna bir mumya da diyebiliriz. Medeni Türk ulusunun bahtı mumyalarla idare olunamazdı. (...) Lafın kısası şudur: İsviçre Medeni Kanunu ezelden demokrat olan cumhuriyetçi bir ulusun kanunudur. (…) Bütün bunlardan başka İsviçre Medeni Kanunu bu yoldaki kanunların en yenisi ve en gencidir. İsviçre’de tatbikine başlanalı henüz 24 yıl oluyor. Bunu, dünya hukukçuları ittifakla bütün medeni kanunların üstünde buluyorlar; gerek ilim, gerek tatbik kabiliyeti bakımından…” (Mahmut Esat Bozkurt, “Türk Medeni Kanunu Hakkında Kritikler”, Hukuk gazetesi, 6 Birinci Kanun (Aralık), 1937, s. 3-4)
                                                                      /././

Azdılar! (Zülal Kalkandelen)

Öylesine azdılar ki laik Cumhuriyetin kurucularına hakaretler yağdırıp gülerek beddua ediyorlar.

Sokaklarda, adliyelerde gösteri yapıp halifelik istiyor, şeriat çığlıkları atıyorlar. 

Anayasayı tanımıyorlar, Anayasa Mahkemesi üyelerini “teröristlikle” suçluyorlar.

Ne yasalara uyuyorlar ne de Türkiye’nin imzaladığı bağlayıcılığı olan uluslararası sözleşmelere!

Anayasanın ilk dört maddesini açıkça hedefliyorlar.

AKP’li cumhurbaşkanı, eğitimin Diyanet’in sorumluluğuna bırakıldığını itiraf edip “Diyanet Akademisi’nin de hizmete girmesiyle eğitim imkânları genişleyen din görevlilerimizin, önümüzdeki dönemde ilim, irşat, tebliğ ve temsil görevlerini en güzel şekilde yerine getireceklerine yürekten inanıyorum” diye konuşabiliyor. 

ŞEVKİ YILMAZ, HALİL KONAKCI VE İLBER ORTAYLI

Bunlar olurken TBMM’deki muhalefet ürkek bir şekilde olanları izliyor. Yasal olanı ve anayasayı savunanlar, tedirgin bir şekilde cılız sesler çıkarırken yasaları ve anayasayı çiğneyenler iktidarla birlikte haykırıyor. 

Bu ürkekliğin bedelini ise hem ülke hem de toplum ödüyor. Bunların seçim öncesinde sadece kutuplaşmayı artırmak için yapıldığını söyleyerek yaşananları önemsizleştirme hatasına düşülüyor. AKP, laik hukuk devletini yıkmak ve Cumhuriyet Devrimi’nin kazanımlarını yok etmek için adım adım ilerliyor. Bunu da saldırıları sistematik olarak zamana yayarak yapıyor. 

Durumu net olarak tek cümleyle özetlemek gerek: Bu artık anayasal düzene ve laik hukuk sistemine karşı gerici bir kalkışmadır! 

Sivil darbe öyle bir aşamaya geldi ki gerici Şevki Yılmaz, II. Abdülhamit’in torununun düğününde “Osmanlı’yı süren soysuzları lanetliyorum” derken nikâh şahidi olan İlber Ortaylı dinlemiş. Ortaylı, önce tepkiler karşısında “Vallahi beni ilgilendirmez” deyip, sonra çark ederek yaptığı açıklamayla bazılarını inandırmış olsa bile ben inanmadım. 

Her yerde hemen her konuda konuşan, düşüncelerini rahatlıkla açıklayan biri kendisi. Yanında o hakaretler yapılırken gereken tepkiyi o anda göstermemesi, Türkiye’deki “aydın” sorununa iyi bir örnektir. Bana göre aydın, gericilik karşısında susmaz, kitaplarını laik Cumhuriyet karşıtı bir iktidarın simgesi olan külliyeye bağışlayarak orayı meşrulaştırmaz, siyasal İslamcı bir hükümetin bakanına danışman olmaz, böyle yıkıcı bir siyasi hareketle işbirliği yapmaz.

‘İKİ AYYAŞ’TAN BU YANA...

Avukat Feyza Altun’un sosyal medyadaki şeriata karşı paylaşımları sonrasında gözaltına alınması ise laik bir ülkede kabul edilemez. Altun’un kullandığı ifadeler ya da üslubu eleştirebilir ancak laik hukuk sisteminde şeriata sövmek diye bir suç yoktur ve bunu yüksek sesle dile getirmek gerekir. Şeriat eşittir İslamiyet ya da din değildir; şeriat, dine dayalı bir hukuk düzenidir. Laik bir ülkede asıl suç, yönetimin şeri kurallara göre yapılması için şeriat talebinde bulunmaktır!

Altun’u hızla gözaltına alan yargı, Şevki Yılmaz’ın aynı düğünde, “Selanik’ten gelen dönmeleri, onlara destek verenleri kahru perişan eyle yarabbim” diyerek Atatürk’e beddua etmesi ve imam Halil Konakcı’nın buna gülerek “amin” demesiyle toplumda yaratılan infiali ise umursamadı. 

Erdoğan’ın 2013’te TBMM kürsüsünde dile getirdiği “iki ayyaş” hakaretinden sonra geldiğimiz noktanın bu olması, laik Cumhuriyete yönelik zamana yayılan sistematik saldırı planının bir kanıtı. Çekingen, suskun ve tedirgin muhalefete duyurulur!

(Cumhuriyet)


Altın-siyaset-ticaret: İliç’teki yerel oligarşi - Bahadır Özgür / duvaR

 

Sermayesi kıtalara yayılmış, güçlü yerli işbirlikçilere sahip Anagold’un çıkar piramidinin, geniş bir de ‘alt tabakası’ var. Maden geldikten sonra kurulan onlarca taşeron şirket, birkaç ailenin elinde. Onlarla kan bağı bulunan yüzlerce yoksul ise madenin işçi deposu. Üstelik yerel siyaset ve bürokrasi de altının etrafına örülü ilişkilerin hakimiyeti altında.

Altın tekellerinin örümcek ağı gibi sömürgeci yapısını, İliç’te apaçık görüyoruz. Ana sermaye ABD’den Avustralya’ya, Kanada’dan İsviçre’ye uzanıyor. Türkiye’deki işler, iktidarla siyasi bağ ve buna uygun bir yerli işbirlikçi (Çalık Holding) üzerinden yürütülüyor. Ama bu dev çıkar piramidinin geniş yüzeyini oluşturan bir de alt tabaka var. İlk anda açıkça görülemeyen, yerel siyaset ve bürokrasiyle iç içe, türlü gizemle örtülü bir tabaka: Yerel oligarşi!

Altın madenini güvenceye alan, meşrulaştıran, ona karşı mücadeleyi baskılayan esas güç buradan geliyor işte.

Peki kim bunlar? Yerel siyasetle, bürokrasiyle nasıl bir ilişki içindeler?

                                                       ***

Balzac, 1841’de yazdığı Ursula Mirouet adlı romanında değirmenci, derici, küçük tüccar ve çiftçi olan dört kalabalık aileyi anlatır. Zenginlik fırsatı doğar doğmaz her biri kökten değişir. Aynı arı kovanından çıkanların yazgısı aynı kalmaz. Zengin Massin’ler, yoksul Massin’leri işçi olarak kullanır. Milyoner bir Minoret’yi, asker Minoret’ler korur. Ve nihayetinde aile bağı yerini çırılçıplak bir sömürü ilişkisine bırakır: “Aynı kanla dolu ve aynı adı taşımaktan başka benzerliği olmayan bu dört mekik, bir insan kumaşı dokumuşlardı durmaksızın; ama kumaşın kimi parçası giysi, kimi parçası havlu, kimi parçası çok güzel bir patiska, kimi parçası kaba astar olmuştu. Başta, ayaklarda ya da yürekte, çalışan ellerde, sakat bir ciğerde ya da deha dolu bir alında hep aynı kan dolaşıyordu.”

                                                         ***

İliç’teki felaketten iki gün sonra AKP’li Belediye Başkanı Mustafa Gürbüz’ün söylediği bir söz, Balzac’ın romanını hatırlattı. Gazetecilere, “Yeğenim de göçük altında” diyordu. Kendisi madene taşeronluk yapan bazı büyük şirketlerin sahibiydi. Bu durum İliç için garip değildi aslında. Nesillerdir ortak kanı, ortak soyadını taşıyanlar, altın madeni geldiğinden beri aynı yazgıyı paylaşmıyorlardı.

Çöpler dahil üç köyün ağırlıklı bölümü Şavak aşireti mensuplarıydı. Türkiye-Irak-İran sınırlarının kesiştiği geniş bir bölgeye yayılmış kalabalık aşiret, yıllar boyu dört bir yana göç vermişti. Çöpler’dekiler, Keban Barajı’nın sular altında bıraktığı topraklardan akmıştı. Hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Erzincan peynirlerinin ‘mucidi’ sayılırlardı. Yakın zamana kadar 50 binden fazla koyun olduğu söyleniyor. Şimdi parmakla sayılıyor. Altın madeni zenginlik fırsatı yarattı çünkü.

Anagold Madencilik, diğer altın tekellerinin başka bölgelerde başaramadığı bir şeyi başardı. Karmaşık bir yerel çıkar ağı ördü. Öyle ki; işçi de taşeron da, yeni zenginler de madenin etrafındaki siyaset-bürokrasi çemberi de, birkaç ailenin eseri. Hatta patron yanlısı sendikanın şubesi bile…

İLİÇ’TE ONLARCA TAŞERON ŞİRKET KURULDU

Maden sahasında daimi olarak irili ufaklı yaklaşık 36 taşeron şirket çalışıyor. Bunun dışında sipariş usulü iş gören 100’e yakın şirket daha bulunuyor. 10 bin nüfuslu İliç’te 2010’lardan sonraki şirket patlaması muazzam. Lakin yerel sermaye birkaç çekirdek ailenin elinde toplanmış. Sülalelerin geri kalanları ise sahada işçilik yapıyorlar.

Madenin daimi taşeronlarının listesi şöyle:

Aralarında AKP Milletvekili Asuman Erdoğan’ın eşi Fatih Erdoğan’la beraber Next Level AVM’yi diken Çiftay Taahhüt, tehlikeli atık nakliyecisi Kar-Sa veya küresel çapta zehirli atık havuzu kurma üzerine uzman yabancı Golder gibi büyükler var. Bunların dışındakiler madenin nimetiyle büyüyen bazı ailelere ait. Bir kısmı önceden yaptıkları ufak tefek tüccarlığı, inşaat ve akaryakıt işini genişletmiş.

Yerel çıkar manzarasını bütünüyle buraya aktarmak olanaksız. Fakat ilginç bir örnek fikir verebilir.

Sabırlı Gold, 1 Ocak 2023 günü kuruldu. 13 şirket ortak. Hepsi de Sabırlı köyü ağırlıklı birkaç ailenin maden geldikten sonra kurduğu şirketler. Mesela Elçelik Hafriyat, Elçi ve Çelik ailelerinin; Sabırlı Hanlılar ve Sabırlı Yıldırımlar, Yıldırım ailesinin; Sabırlı24, Demir ailesinin; Sabırlı Keklikler, Keklik ailesinin; Sabırlı Yiğitler, Gün ailesinin.

Hemen hemen aynı aileler servis, yemek, temizlik, güvenlik vb. hizmetleri veren, bir kepçe, iki hafriyat kamyonu alıp madenden taşeron iş alan çok sayıda şirketin de sahibi veya ortağı. Anagold’un taşeron işçi deposu da bu ailelerle akrabalık bağı bulunan yoksullar zaten.

Balzac’ın dediği gibi; zenginleşmiş Yıldırımlar, işçi olarak diğer Yıldırımlar’ı çalıştırıyorlar.

SİYASET VE BÜROKRASİNİN ALTIN BAĞI

Dolayısıyla “köylüler parayla arazilerini sattı” bilgisi doğru, ama eksik. Maden tekeli hakimiyetini sadece ‘rüşvetle’ kurmadı. Yüzyıllardır gelen kan bağlarını, bir sömürü ilişkisi olarak yeniden örgütledi. Paraya tahvil edilen soy ilişkileri de bir baskı ideolojisine dönüştü artık. Burada siyasetin rolü devreye giriyor işte.

AKP’li Belediye Başkanı Gürbüz ve aile üyeleri iyi iş alan şirketlerin başındalar. Abdikoğulları Gıda İnşaat şirketinde Demir, Yıldırım, Keklik ve Buran aileleri ile ortaklar. Başkanoğulları Gıda bir diğeri. Ortaklıklar iktidar koalisyonuna da uygun. Madende mühendislik işleri alan AHG Mühendislik ise İstanbul firması. Sahibi İliçli Ahmet Hamdi Gürbüz. AKP’li Eyüpsultan Belediyesi Meclis Üyesi ve İmar Komisyonu Başkanı. Buz Pateni Federasyonu ile Erzincanspor Başkanlığı yaptı geçmişte. Anagold onun başkanlığında kulübe sponsor oldu.

(Ahmet Hamdi Gürbüz… Erdoğan (sol başta), Enerji Bakan Yardımcısı Alparslan Bayraktar ile beraber Anagold felaketinde (ortada), Murat Kurum’un seçim çalışmasında.)

Çetin Buran taşeronlardan Gold Safety’nin sahibi. Aynı zamanda İliç’te okul aile birliği başkanı. Başkanı olduğu okul, Anagold Madencilik Ortaokulu. Maden tekeli 2016’da dönemin Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın katılımıyla açtı. 2022’de İliç’teki TÜBİTAK Bilim Fuarı’na desteğinden dolayı Anagold Madencilik’e ve Buran’a, Kaymakamlık tarafından plaket verildi.

(Kaymakam, Anagold Madencilik Halkla İlişkiler Müdürü Oktay Özdemir ve Okul Aile Birliği Başkanı Çetin Buran plaket veriyor.) 

2016’daki okulun açılış törenine, Erzincan ve İliç’te uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra Erzincan İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne yükselen ve 9 yıl bu görevi yürütüp 2023 seçimlerinde MHP’den milletvekili aday adayı olan Aziz Gün’ün de katıldığını not edelim. Yukarıda Gün soyadına değinmiştik.

Yerel bürokratlara laf gelmişken, iki dikkat çeken soyadını daha analım. Birisi İliç Gençlik ve Spor Müdürü Sezai Öz, diğeri İliç Entegre Hastanesi Müdürü Zekeriya Elçi. Çok sayıda şirkette Elçi ve Öz’e rastlamak mümkün. Tesadüf mü? Son olarak madenle iş yapan İliç’in zenginlerinden Zekeriya Oğuz’un da 2021’de, Erzincanlı olan Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Doç. Burhan İşliyen’in katılımıyla yatılı kız Kuran kursu açtığını hatırlatalım, yeter.

                                                           ***

Anagold’un İliç’teki yerel ilişkileri saymakla bitmez. Elinin değmediği şirket, makam, mevki kalmamış. Yegane amacı Çöpler’deki altını sömürmek olan farklı kıtalara yayılmış küresel bir sermayenin sömürge ilişkileri, işte böylesine en küçük yerel hücrelere dek işlemiş durumda. Basitçe “para verip arazileri aldı” diyerek tarif edemeyeceğimiz; siyasetinden bürokrasisine, dinsel bağdan kan bağına, her şeyi bu uğurda seferber etmiş bir canavara bakıyoruz. Haliyle onunla mücadele de, her bir uzvuyla mücadele etmeyi gerektiriyor.

Bahadır Özgür / duvaR

20 Şubat 2024 Salı

‘Riskli alanın onda biri kaydı’ iddiası! - Nurcan Gökdemir / Birgün

 

Çöpler Altın Madeni’nde kayan ve 9 işçiyi yutan toprağın, kayması olası “yığın liçinin” sadece onda biri olduğu iddia ediliyor. Mühendisler büyük bir kütlenin maden tesislerinin olduğu bölgenin üstüne kaymasından endişeli.
                                 
Maden yerleşiminin üzerindeki yığın için kayma endişesi dillendiriliyor.

İsmi “Ankara Notları” olan köşe, zaman zaman Ankara’nın coğrafi sınırlarının dışında yaşananları da konu ediniyor. Ankara’da kotarılan yanlış siyasetin ülkede her geçen gün yenilerinin yaşandığı yıkımlara neden olması bunu zorunlu kılıyor. Son örnek Erzincan’ın İliç İlçesindeki Çöpler Altın Madeni’nde yaşananlar… Başta dönemin Bakanı Murat Kurum olmak üzere, hükümet kaynaklarından yapılan ve bilinçli bir tercih olduğu tartışmasız “heyelan ve doğal afet” nitelemelerine karşın, yaşananların tasarlanarak, planlanarak işlendiği ortada bir cinayet olduğu görülüyor. Uluslararası sermaye ile yerli işbirlikçilerinin elele vererek tasarladığı, planladığı hem insan yaşamına hem de doğaya kasteden bir cinayet…

Lidya Madencilik ve Çalık Holding ile ABD merkezli SSR Mining Company tarafından işletilen altın madeni, büyük bir facianın adresi oldu. Bölgede milyonlarca ton toprağın kaydığı günden bu yana ortaya dökülen deliller, bunun doğal etkenlerle ortaya çıkan bir heyelan, bir doğal afet olmadığını da gözler önüne serdi.

                                Bölgenin yönünün Fırat’a doğru olması tehlikeyi daha da büyütüyor.

DAHA BÜYÜK BİR ALAN

Kaybolan işçilere ulaşılması, siyanürlü toprağın Fırat Nehri’nin kolu olan Karasu’ya ve yeraltı sularına ulaşmasının engellenip engellenmediğinde odaklanan gelişmeler arasında konunun uzmanı mühendislerden daha ürkütücü uyarılar geldi: “Kayan toprak, kayması olası bölgenin sadece onda biri. Kayan bölgenin arkasındaki dere yatağında toplanacak yağmur sularının etkisiyle daha büyük bir bölgede kayma yaşanabilir.”

Bu görüşlerini kanıtlayan matematiksel hesaplar yapan mühendisler, kayan bölgede 70 metre yüksekliğinde, yatay eğimi sekiz, düşey eğimi beş derece olan bir tepe oluşturulduğunu söylüyor. Yaşanan ilk kayma ile bölgedeki toprağın daha da gevşediğini, arkadaki dere yatağında da yağmur sularının biriktiğine dikkati çekerek çok daha büyük bir kütlenin maden tesislerinin olduğu bölgenin üstüne kaymasından endişe ediliyor.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya da dün sabah yaptığı açıklamada, kayma riski olduğunu açıkladı. Bakan Yerlikaya, kayan toprağın üç bölgeye ayrıldığını belirterek, “Sabırlı Deresi’nin olduğu yerde 5 milyon metreküp, maden ocağının olduğu yere 1,2 milyon metreküp ve yukarıda asılı kalan ama yerinden oynamış 3,5 milyon metreküplük bir toprak kütlesi var" dedi. Ancak kaymanın sadece bu 3.5 milyon metreküplük yığın için değil maden yerleşiminin tam üzerindeki dev yığın için de söz konusu olabileceği endişesi dillendiriliyor.

Görüntülerde işaretlenen ve kayabileceği ifade edilen bölgenin yönünün Fırat’a doğru olması tehlikeyi daha da büyütüyor. Hükümetten gelen tüm açıklamalara karşın uzmanlar, mevcut kayma sonucu yeraltı suları ve hava yoluyla zehirli maddelerin yayılımının engellenemeyeceğini ifade ediyor. Gevşediği, arkasına biriken yağmur suları ile daha da gevşeyecek bölgede kaymanın yaşanması durumunda toprağın Karasu’ya oradan da Fırat Nehri’ne ulaşmasının engellenemeyeceğine de dikkat çekiliyor.

∗∗∗

MADEN KANUNU PUSUDA

Bu arada, AKP milletvekillerinin imzalarıyla Meclis’e sunulduktan sonra tartışma konusu olan Maden Yasası’nda değişiklik yapılan teklif facia sonrası geçici olarak askıya alındı. Kaymanın yaşandığı gün TBMM Genel Kurulu’na gelmesi beklenen teklif, oluşacak tepkilerden korkularak gündemden çıkartıldı. İktidarın “günün ve piyasanın şartlarına göre yapılması gereken değişiklikler” gerekçesiyle Meclis’e sunduğu, maden arama ruhsatı almayı kolaylaştıran, izinler için öngörülen bekleme sürelerini kısaltan teklifin “şimdilik” rafta olduğunu vurgulayalım. Ancak muhalefet, maden patronlarının acele ettiği bu düzenlemenin her an gündeme alınabileceğini ifade ediyor. İktidarın İliç’in gündemden düşmesini beklemeye bile tahammülü olmadığı, kamuoyu ilgisi zayıflar zayıflamaz teklifin görüşülmesine başlanacağı beklentisi yüksek… 

Nurcan Gökdemir / Birgün

Sıkılaştırma nereye kadar? - Hayri Kozanoğlu / Birgün

 

Son haftaların moda kelimesi “sıkılaştırma.” Özellikle kredi kartlarından harcama yapmanın dizginlenmesi isteniyor. Ek sıkılaştırmalar, ekonominin iyice boğulmasını, talebin durmasını, işsizliğin patlamasını getirebilir.

Piyasacı ekonomistler Merkez Bankası politikalarını övmeye doyamıyor. Faizlerin yüzde 45’e yükselmesini yeterli buluyorlar, lakin biraz daha “sıkılaşma” talep ediyorlar. Son haftaların moda kelimesi “sıkılaştırma”. Yani paraya erişimin giderek zorlaşması. Özellikle kredi kartlarından harcama yapmanın dizginlenmesi isteniyor.

Kredi kartı faizlerinin artırılması, limitlerin daraltılması, asgari ödeme tutarının yükseltilmesi, taksitlendirmenin zorlaştırılması gibi öneriler havalarda uçuşuyor. Gerçekten bireysel kredi kartı harcamaları keskin bir artışla 1.251 trilyon liraya ulaşmış durumda. Aslında aylık yüzde 3.69 faiz, vergi ve komisyonlarla bu harcamaların maliyeti hiç de düşük değil. Ne var ki, kredi kartının alternatifi ihtiyaç kredilerinin yıllık faizinin yüzde 61-62 civarında gezinmesi, kişileri karta davranmaya yöneltiyor.

MERKEZ BANKASI’NIN YANLIŞ OKUMASI

Enflasyon Raporu’nda bu konuya ilişkin şöyle bir okuma söz konusu: kredi kartı maliyetleri caydırıcı hale gelirse, insanlar mal ve hizmetlere talep yaratmak, yani harcama yapmak yerine tasarrufa yönelecekler. Ekonomide tasarruf oranı artacak, sermaye birikimi için, yani yeni yatırımlar için kaynak yaratılacak. Orta ve uzun vadede büyüme potansiyeli artacak, mal ve hizmet arzı bollaşacak. Böylelikle hem enflasyon alt edilecek, hem de tatminkâr büyüme temposu yakalanacak.

Ekonomi 101 kitaplarında okunduğu zaman kabul edilebilecek bu yaklaşım, Türkiye ekonomisinin bugünkü somut konjonktüründe gerçekçi değil. Şöyle ki, gerçekten de 28 Mayıs seçimi öncesi borçlanarak harcamanın cazibesiyle, insanlar otomotive, elektronik aletlere, mobilya ve beyaz eşyaya hücum ettiler. Kredi kartı aylık faizlerinin bu enflasyon ortamında yüzde 1.29 ile sınırlandırılması bireyleri limitlerini zorlamaya davet etti. Gelgelelim bugünkü faiz düzeyi finansal koşulların elverişliliği nedeniyle geliri yerinde kimselerin harcama yapmasını   teşvik etmiyor. Nitekim aynı Enflasyon Raporu otomotiv dışında sözünü ettiğimiz mobilya, beyaz eşya gibi taksitli alımların yaygın olduğu sektörlerde talebin zayıfladığına işaret ediyor.

Peki bu kadar kredi kartı harcamasını kim yapıyor? Bu hızlı artışın bir nedeni, kredi kartını benim gibi bir borçlanma aracı değil, ödeme aracı olarak kullananlar. Zaten bireysel kredi kartı borç bakiyelerine baktığımız zaman taksitli harcamaların yıl başında limit artışları nedeniyle sıçrama bir yana bırakılırsa hız kestiği, taksitsiz harcamaların ise dolu dizgin arttığı görülüyor. Tam 1 yıl önce taksitli harcamalar bakiyesi 258 milyar lira, taksitsiz harcamalar 245 milyar lira iken; bugünkü rakamlar 546 milyar liraya karşın 702 milyar lira.

Kredi kartları limitlerini zorlarcasına kullananlar, halk arasında yaygın ifadeyle kredi kartlarına takla attıranlar, dar gelirliler. TUİK’in pek inandırıcı bulunmayan verilerine göre dahi, bu kesimlerin muhatap kaldığı enflasyon oranı, sepet enflasyonun çok üzerinde. Dar gelirliler büyük ölçüde “gıda, kira, ulaştırma” harcamalarına sıkışmış haldeler. 2024 Ocak itibarıyla son bir yılda gıda fiyatları yüzde 70, kiralar yüzde 112, ulaştırma hizmetleri yüzde 95 artmış durumda. Buna karşın manşet enflasyon yüzde 65. Gıdaya 3, kira ve ulaştırmaya 2 ağırlık verdiğimiz basit bir sepet, dar gelirlinin enflasyonunu yüzde 89 veriyor.

OPERASYON SEÇİM SONRASI

31 Mart seçimlerinden önce, kredi kartlarında önemli bir sıkılaştırma beklenmiyor. Operasyon seçim sonrasına bırakılmış gibi görünüyor. Kredi kartı harcamalarının zorlaştırılması/maliyetinin yükseltilmesi iki yakasını ancak borçlanarak bir araya getirebilenlerin daha fazla tasarruf yapmasını değil, sadece daha az harcama gücüne sahip olup yoksullaşmasını getirir. Sofralarına koyabildikleri gıda azalır, yaşam standartları düşer. Takibe düşen alacaklar artar. Haliyle asıl istenen, insanların zorunlu ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayacak düzenli bir gelire sahip olmalarıdır. Yoksa borçlanma son çare… Tüm bunlar Merkez Bankası’nın harcamalar düşünce, tasarruf dolayısıyla yatırım artar okumasının yanlışlığını gösteriyor. Talebin keskin bir düşüşü de, ekonominin öngörülenden hızlı biçimde yavaşlamasını, durgunluğun egemen olmasına yol açar.

Bu durumun farkında olanların başında Mehmet Şimşek geliyor ve işverenlere durmadan ihracata ağırlık vermelerini öğütlüyor. Onlar da sürekli kurun yetersizliğinden dem vuruyor, liranın daha fazla değer kaybetmesini talep ediyor. Çünkü Türkiye döviz cinsinden düşük ücretlerle gıda, tekstil, mobilya gibi emek yoğun sektörlerde rekabet edebiliyor. Geçenlerde televizyonda denk geldiğim devalüasyon talep eden bir konfeksiyon ihracatçısı, “Türkiye çip, yapay zeka gibi alanlarda ihracat yapıyor da, biz mi engel oluyoruz” diye kendi açısından mantıklı şikayetini dile getiriyordu.

Enflasyon Raporu’nda Mayıs’a kadar tüketici enflasyonunun yatay seyredeceği; doğalgaz sübvansiyonunun kalkmasıyla birlikte Mayıs 2023’te 0.04 açıklanan tuhaf oranın da devre dışı kalmasıyla, rakam verilmemekle birlikte yıllık enflasyonun yüzde 80’e dayanacağı öngörülüyor. (Bkz. Enflasyon Raporu 2024-1 Grafik 3.2.1.) Bir de, döviz rezervi pozisyonu Mayıs 2023 kadar vahim olmasa da, halk arasında seçim sonrası döviz kurlarının sıçrayacağı rivayeti dolaşıyor. Herkesin böyle bir beklentiye girmesiyle, “kendini doğrulayan kehanet” gerçekleşir.. Her iki durum da, dövize akını engellemek, yıl sonu enflasyon hedefini inandırıcı kılmak için yeni bir faiz artışını davet eder.

Yeni faiz artışları ve ek sıkılaştırmalar ise, ekonominin iyice boğulmasını, talebin durmasını, işsizliğin patlamasını getirebilir. Peki ne yapsalardı, enflasyonun iyice başını alıp gitmesini mi bekleselerdi? Bu yerinde bir soru görünmekle birlikte, muhatabı bizler değiliz. Merkez Bankası’nın oldukça asabi bir başkan yardımcısı var. Hani, “Ağırlıklı fonlama maliyeti mevduat faizi linki kopmuş, politika faizi enflasyon linki kopmuş, faiz kur linki kopmuş” açıklamalarını yapan profesör. Doğrusu bu şikayetlerini bize değil, kendini o mevkiye atayan makama yöneltmesi. Tabi kendinin ve arkadaşlarının o koltuklarda oturmasını, seçimlerden önce bütün sorunların halı altına süpürülmesini sağlayarak, vatandaşın aklını çelmeyi başaran Nureddin Nebati ekibine borçlu olduğunu unutmadan.

Hayri Kozanoğlu / Birgün