1 Mart 2024 Cuma

Türkiye vatandaşlığına kabul edilmeyen fotoğrafçı Othmar Pferschy’nin dramı - Özcan Yaman / EVRENSEL

 

Fotoğraf dünyasını bilenler Otmar Pferschy’nin de hikayesini de bilirler. Otmar’ın fotoğraflarından yurt içinde ve dışında Türkiye’yi tanıtan fotoğraf sergileri açılarak ne büyük bir fotoğrafçı olduğu gösterilmiştir ve bu arada da Türkiye’nin reklamı yapılmıştır. Bilmeyenler ve meraklılar internette biraz gezinirlerse bolca bilgi edinebilirler. Erken cumhuriyet için ne büyük bir fotoğrafçı olduğunu falan öğrenebilirler.

 Othmar Pferschy, Salacak, İstanbul, 1937, La Turquie Kémaliste dergisinden (CC BY-NC-SA 2.0 DEED)

Geçen günlerde okuduğum İBB’nin çıkarttığı ‘Resmemaneti’ adlı hacimli kitapta Otmar’a rastlayıp hep merak ettiğim ‘yabancı fotoğrafçılara çalışma yasağının gerekçesi’ni buldum.

Şöyle diyor; “Jean Weinberg fotoğrafçılık yapmak için İstanbul’a yerleşen ve kısa filmler de çeken Romanya asıllı Musevi’dir. Pera’da Foto Français isimli fotoğraf stüdyosu açar. Özellikle de yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin parlemento fotoğraflarını ve Atatürk’ün fotoğraflarını çekme iznini alır. Weinberg Atatürk ve dönemini belgeleyen fotoğraflarıyla ünlüdür.

1926’da Avusturyalı Fotoğrafçı Otmar Pferschy, Weinberg’in yanında çalışmaya başlar. Pferschy de 1931 yılında kendi stüdyosunu açar. Fakat aynı yıl 29 Ekim kutlamaları sırasında Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye’nin ilk foto muhabiri ünvanı verilen Cemal Işıksel’in Pferschy tarafından tripodunun kıskançlıkla tekmelenmesi, protokolde hiç hoş karşılanmaz. 11 Haziran 1932 tarihinde çıkan “2007 sayılı Türkiye’de Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun adlı bir yasa kabul edilince Türk vatandaşı olmayanların fotoğrafçılık gibi bazı mesleklerde çalışma yapması yasaklanır.”

Pferschy ve Weinberg 1932 yılında birkaç aylığına İskenderiye’ye gider ve Mısır kraliyet ailesinin fotoğraflarını çekerek Mısır’da da ünlenir.*

Görüldüğü gibi bilinçli ya da bilinçsizce yapılan bir hareket (tripodun tekmelenmesi) kanun çıkmasının ve vatandaşlık hakkının tanınmamasının nedeni olmuş. Böylece fotoğraf meraklılarının neden böyle bir kanun çıkmış sorusu belki karşılık bulmuş sayılır. Ama bence konu tartışılmaya hâlâ açıktır.

Ama ben kısa bir bilgilendirme yapayım. Fotoğraf Tarihçisi Engin Özdenses’in İfsak’ta yaptığı sunum yazısı oldukça kapsayıcı oradan okuyalım:

“Avusturyalı fotoğrafçı, 1898 Graz doğumlu Othmar Pferschy ülkesinde ve Almanya’da önemli fotoğrafçıların yanında çalıştı. 9 Ekim 1926’da Viyana Garı’ndan bindiği Şark Ekspresi ile İstanbul’a gelirken konusunda bilgili bir fotoğrafçıydı. Othmar’ın ülkemize geldiği yıllarda henüz çok yeni olan Türkiye Cumhuriyeti’nde çalışan; Etem Tem, Jean Weinberg, Esat Nedim Tengizman, Hayri T. Tolgay, Cemal Işıksel gibi bu dönemin belgelenmesinde, adını fotoğraf tarihimize yazdıran ve çalışmalarını sürdüren fotoğrafçılar vardı.

Othmar İstanbul’da bir gazetede gördüğü ilan üzerine, Pera’nın tanınmış fotoğrafçılarından Foto Français’nin sahibi Jean Weinberg’in yanına girdi. 1931’de Weinberg’den ayrılıp, Beyoğlu Kuloğlu Sokak’ta ilk stüdyosunu açtı.

Türkiye’nin gelişen ve yenileşen yüzünü tüm dünyaya tanıtmak için Vedat Nedim Tör (1897-1985), 6 Ekim 1933’te matbuat umum müdürlüğü (basın yayın genel müdürlüğü) görevine atandı. Tör’ün bu görevdeki ilk yayını olarak 1934’te La Turquie Kemaliste dergisi Devlet Matbaasında basıldı.

Tör’ün görevlendirdiği Othmar’ın fotoğrafları genç cumhuriyeti dünyaya tanıtmak amacıyla hazırlanan ve baskısı Münih’te Türkçe, Fransızca, İngilizce ve Almanca yapılan Fotoğrafla Türkiye adlı albümde (1936), La Turquie Kémaliste dergisinin pek çok sayısında, pullarda, kartpostallarda, kağıt paralarda, kitaplarda, broşürlerde, takvimlerde ve pek çok tanıtıcı yayında kullanıldı…

Beyoğlu’da bir fotoğrafhane kiralayarak çalışmalarını sürdürmeye başladı. 1947’de Türk vatandaşlığına geçmek için başvurdu. Eşi Evangelia ve Türkiye’de doğup büyüyen üç çocuğu Türk vatandaşıydı. Oğulları Ralph 3 yıl denizci olarak Heybeliada’da, Walter ise 2 yıl Ankara’da bir generalin şoförü olarak askerlik görevini yapmıştı.

OTHMAR PFERSCHY, VATANDAŞLIĞA KABUL EDİLMEDİ

1969’da her zaman ‘ikinci vatanım’ dediği Türkiye’yi sessizce terk etti. 43 yılını Türkiye’de geçiren Othmar Pferschy 1984’te Münih’te öldü.

Othmar’ın fotoğraflarını ne yapması gerektiğini Alanya’da yaşayan kızı Astrid von Schell bana danıştığında o sıralar yeni kurulan İstanbul Modern’in arşivine bağışlamasını söyledim.

2005 yılında Astrid’den aldığım 1714 adet negatifi ve 1293 adet fotoğraf baskısını büyük bir kolinin, eski bir iş çantasının ve kilitleri kopmuş bavulun içinden tek tek çıkarıp, bir hafta boyunca tutanak hazırladım. Eski bavulun dibinde, en son olarak bir sarı ipek kravat kaldı. Onu Astrid’e bıraktım.

Bu fotoğraflardan ve benim arşivimde olanlardan düzenlediğim; 4’ü Avusturya’nın dört ayrı kentinin önemli müzelerinde, 3’ü İstanbul, Ankara, Bursa’da olmak üzere 7 adet sergisini açma onuruna sahip oldum. Othmar, kent ve mimari fotoğraflarında; devasa binaları, modern fabrikaları, okulları, üniversiteleri, sağlık kuruluşlarını, sokakları, caddeleri, stadyumları, parkları, meydanları görüntüledi. İnsan ve yaşama ilişkin fotoğraflarında ise 19 Mayıs törenlerini, köylüleri, işçileri, ata binenleri, tenis oynayanları, eskrim yapanları, laboratuvarda çalışanları, daktilo yazanları, piyano çalanları vb. büyük bir titizlikle saptanmış anlarda, kusursuz bir teknikle, mükemmel bir estetikle yansıttı. Othmar’ın fotoğrafçılık yılları Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarının önemli görsel belgeleridir...”

 Özcan Yaman / EVRENSEL

 *RESMEMANETİ, Hazırlayan Kıymet Giray, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ 2019

AKP rejimi Türkiye’nin ‘Kırmızı Kitap’ını güncelliyor: Hepimiz düşman ilan edilebiliriz - İbrahim Varlı / BİRGÜN

 

Seçime gidilirken rejimin ‘gizli anayasası’ olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’ni güncelleme kararının arkasında ne var? Belgede yeni iç ve dış düşmanlar tarif edilecek. Herkes pekala bu torbaya doldurulabilir.

Siyasal İslamcı tek adam yönetimi, rejimin tahkimatı için yığınak yapmayı sürdürüyor. Askeri ve güvenlik bürokrasisinin yeni siyasal sistem örgüsüne göre şekillendirilmesi, faaliyet raporunda proaktif olacağı deklare edilen MİT’in dış politikada aktif olarak konumlandırılması yeni bir güvenlik devleti inşasının çalışmalarının yansıması. Yeni güvenlik devletinin inşasına yeni başlanmadı. 2010’ların başında resmen start verilen, 2015’lerden sonra resmen deklare edilen bu yeni “inşa” tamamlanmış değil.

Son dönemlerde yapılan siyasi mühendisliklerle toplumsal ve siyasal yaşam bu yeni “güvenlik konsepti”ne göre ayarlanmak, şekillendirilmek isteniyor. Siyasal İslamcı rejimin tasavvuruna karşı çıkıldığında zora başvurularak bir “rıza üretimi” inşasına girişiliyor, korku yayılarak, şiddet uygulanarak, baskı yaparak engeller aşılmaya çalışılıyor.

DEVLETİN “GİZLİ” ANAYASASI

Siyasal İslamcı rejimin inşası ağır aksak ilerlerken çok fazla gündeme gelmese de bu zincirin en önemli halkasını oluşturan "Kırmızı Kitap"a da ayarlama geldi. Devletin "gizli anayasası" olarak nitelendirilen ve kamuoyunda "Kırmızı Kitap" olarak adlandırılan Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’nin güncellenmesine yönelik çalışma başlatıldı.

Anadolu Ajansı’nın servis ettiği habere göre AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatı üzerine, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’’nin güncellenmesi için Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği harekete geçti. Belgenin güncellenmesine yönelik bakanlıklardan ve ilgili kuruluşlardan görüşler istenmeye başlandı.

Gelen görüşlerin ardından yazılacak olan “kitap”a son şekli, seçim sonrasında, nisan ayının başında yapılacak olan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında son şekli verilecek.

Resmi haber ajansından aktaracak olursak, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi, içeriği itibarıyla devletin iç ve dış tehdit algılamalarını ortaya koyan bir belge niteliğini taşıyor. Belge, “tehdit” algılamalarına göre beş yılda bir Milli Güvenlik Kurulu’nda güncelleniyor.

Belge, bölgesel ve küresel güvenlik alanındaki “değişimleri”, karşılaşacağı varsayılan güvenlik tehditlerini değerlendirerek ülkenin stratejik hedeflerine yönelik politikalarını şekillendiriyor. Savunma ve güvenlik politikaları bu “kitap” çerçevesinde inşa ediliyor.

İÇ VE DIŞ TEHDİT ALGILARI

“Kırmızı Kitap”ın rejimin politikalarının oylanacağı bir referandum hüviyetine bürünen 31 Mart Yerel Seçimleri öncesinde yeni “güvenlik ihtiyaçları”na uygun olarak revize edilecek olması dikkat çekici.

Seçimi kazanmak için her yola başvuran AKP iktidarının toplumu ve siyaseti “biz ve onlar” ayrımına tabi tuttuğu, kendisinden yana olmayan herkesin birer “ulusal güvenlik” tehdidi olarak kodlanmaya çalışıldığı bir siyasal iklimde yeni “iç ve dış” düşmanların belirlenecek olması büyük tehlike.

Normal şartlarda her 5 yılda bir güncellenen Kırmızı Kitap, “acil durumlar”da ya da milli güvenlik tehditlerinde yaşanan değişiklikler nedeniyle istenilen zamanlarda değiştirilebiliyor.

HER ŞEY NATO İLE BAŞLADI

Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) esasında bir NATO/ABD mamülü. Soğuk Savaş ikliminde “küçük Amerika” olma rüyaları kuran dönemin muktedirlerinin girişimiyle “Kırmızı Kitap” ilk kez Türkiye'nin NATO'ya girişinden sonra oluşturuldu. İlk "güncelleştirme" de 1960 darbesinin ardından 1961’de yapıldı. O zamanki adı “Milli Güvenlik Politikasının Esasları”ydı. Tabii ki bu ilk belgelerde "Komünizm ve Sovyetler Birliği" birinci ve öncelikli “tehdit" olarak değerlendiriliyor. Amerikan emperyalizminin istemleri doğrultusunda devletin bütün kurumlarının bu duruma göre konumlanması öngörülüyor. Sol-komünizm düşmanlığının kökeni de bu belgelerle “milli politika” haline getiriliyor.

12 Eylül darbesinden sonra belgede ikinci güncelleştirme işlemi yapılır ve "bölücülük" komünizmle birlikte öncelikli tehdit kapsamına alınır. İran bir dış tehdit unsuru olarak belgeye geçirilir. (Merdan Yanardağ, “Kırmızı Kitap”, 14 Aralık 2002, Bianet)


KIRMIZI KİTAP’IN GÜNCELLENMESİ

Eylül 2019: Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi son olarak 30 Eylül 2019'da MGK’de ele alınarak güncellenmişti. Yenilenen “Kırmızı Kitap”ta Suriye baş tehdit olarak kodlanmıştı. “Suriye'nin kuzeyinden gelen tehdit”in ülke için beka sorunu olduğu kaydedilmişti. PKK bu kez "Suriye kaynaklı, sınır aşan tehdit olarak" belgeye girmişti. YPG/PYD/SDG dış destekli “garnizon yapılanmalar” olmakla suçlanmıştı.

Nisan 2015: Gezi Direnişi’nin hemen sonrasında 2015’te güncellenen güvenlik algılamasında ise ulusal güvenlik riskleri arasında, "sivil itaatsizlik ve halk ayaklanmaları çıkarmaya yönelik girişimler"in yanı sıra "ulusal güvenliği tehdit eden paralel yapılanmalar", “Kırmızı Kitap”a girmişti. “Legal görünümlü illegal yapılar” ile FETÖ de belgede yerini almıştı.

Ekim 2010: Tarikat, cemaatlerle iş tutan, FETÖ’nün ortaya çıkmasına zemin hazırlayan iktidar ilk kez “İrtica tehdidi”ne Kırmızı Kitap'ta yer vermedi. Bunun yerine iç güvenlik bölümünde "din istismarı ile aşırı dinci örgütler" ifadeleri kullanıldı.

Kasım 2005: Türkiye'nin etrafında bir güvenlik çemberi oluşturması gerektiği vurgulanırken, iç tehdit unsurları olarak irtica ve bölücülüğün aynı önemde sorun olduğuna dikkat çekildi. Yunanistan, Ermenistan, İran, Irak güvenlik tehdidi olarak belgede yer aldı. Hatay ve Karadeniz özel olarak işlendi ve buralardaki “dış kaynaklı” faaliyetler ulusal güvenlik tehdidi olarak belgeye not edildi.

2001: Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi 2001 yılında güncellenmiş ve “bölücü terör” ve “irtica” birlikte öncelikli tehdit olarak belirlenmişti.

Ekim 1997: Kırmızı Kitap’ın varlığını ülke tüm ağırlığıyla bu tarihte MGK’ye “çok gizli” ibaresiyle sunulan belgenin basına sızdırılmasıyla öğrenmiş oldu. “İrtica” ve “bölücülük”ün yanında ülkücüler de belgeye giriyordu. İlk kez, "ırkçılığa dönüştürülen Türk milliyetçiliği" ve "ülkücü mafya" açıkça "milli tehdit" unsuru olarak saptanıyordu.

Kasım 1992: İlk dikkat çeken güncelleme 1992’de Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrası yapılmıştı. "Kuzey ve Batı" tehdidinin yerine güneyden Ortadoğu’dan gelebilecek tehdit ön sıraya yerleştirilmişti. Yunanistan ve Suriye, İran’ın yanında dış tehdit unsurları arasında sayıldı.

DEMOKLES’İN KILICI TOPLUMUN ÜSTÜNE

Her devlet varlığına, bekasına ve güvenliğine yönelik tehditler sıralasa da Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, “Her devletin kendi güvenlik stratejisi var, doğaldır” denilerek geçiştirilebilecek bir naiflikle ele alınamaz. Türkiye gibi rejimin değiştirildiği, siyasal İslamcı bir rejimin tesis edildiği, tek adam yönetiminin hakim olduğu bir yapıda böylesi bir belgenin her hali tartışmalı. Mesele siyasi iktidar ile bürokrasinin “güvenlik” konularında koordinasyon içinde hareket etmesinden ibaret değil.

ANAYASA TARTIŞMALARI ÖNCESİ BİR HAMLE

Prof. Dr. Behlül Özkan ile birlikte "Devletin Güvenliği Adına; Türkiye’de Milli Güvenlik Siyaseti kitabı"na derleyen Doç. Dr. Özlem Kaygusuz şöyle diyor: “Milli Güvenlik siyaset belgesinin güncellenmesinin seçimden hemen sonra yapılacak olması çeşitli iç ve dış nedenlerle olabilir. Tarihsel olarak bu belgenin tam içeriği kamuoyuyla hiçbir zaman tam paylaşılmamasına rağmen iç ve dış tehditlerin neler olduğu belirlenerek kamuoyuna duyurulur. Bu açıdan MGSB, güvenlik politikalarının gerek iç gerekse dış kamuoyunda meşrulaştırılmasında önemli bir işlev görür. Ancak tehditler tanımlansa da, onlarla hangi mekanizmalarla mücadele edileceği ise gizli kalır ki bu bir dereceye kadar anlaşılabilir. Güncellemeler mevcut iktidarın siyaset önceliklerini ve bu önceliklerin nasıl toplum nezdinde meşrulaştırılacağını ortaya koyar ve her dönemde ortaya çıkan kimi dinamiklerin de etkisini yansıtır. Örneğin 2019’daki güncellemede ekonomik tehditlerden bahsedilmişti ki, bugünkü ekonomik kriz bu sayede hala dış güçlerin yarattığı bir durum olarak nitelendirilebiliyor. Diğer yandan tehdit kapsamının genişletilmesi, kamu politikası alanlarının güvenlik siyaseti içine alınmasını da beraberinde getiriyor ve aslında bu şekilde bu konular siyaset üstü bir konuma taşınıyor; yani güvenlikleştiriliyor. Olağan siyasetin konusu olması gereken meseleler olağanüstü hal mantığı içine alınabiliyor. Ekonomik kriz yine burada güzel bir örnek, ekonomide olanlar dışardan gelen tehditlere karşı bir savaş içinde olunduğu söylemine yerleştirilebiliyor. Bu şekilde de vatandaşın olağanüstü uygulamalara rıza göstermesi ya da itiraz etmemesi mümkün oluyor. Dolayısıyla milli güvenliğin demokratik siyaseti olumsuz etkileyen hatta felç eden yönüyle karşılaşabiliyoruz. Bu güncellemenin yerel seçimlerden sonra hükümetin siyasi önceliklerini göstereceğini de düşünebiliriz. Bu yeni iç ve dış tehdit kavramsallaştırmaları, yeni anayasanın sınırlarını da belirleyebilir. Bu açıdan da önemli bir siyasi hamledir. Yeni anayasayı demokratik standartlar mı, güvenlik öncelikleri mi belirleyecek, bu sorunun bir ön yanıtını görebiliriz.”

BİR SABAH DÜŞMAN OLARAK KALKABİLİRİZ

Türkiye gibi cumhuriyetin tüm kazanımlarının yok edilmeye çalışıldığı, devletin bir dinsel-ideolojik akla göre yeniden biçimlendirilmeye çalışıldığı bir ülkede iktidarın yönelimleri doğrultusunda hazırlanacak bir “düşman” tanımlaması her açıdan sorunlu. Saray rejimi muhalefetin kendi aralarındaki işbirliğinden yola çıkarak muhalefet partilerini ve seçilmiş isimleri bir güvenlik-tehdit unsuru olarak değerlendirebilir. Herkes pekala “düşman” torbasına doldurulabilir. Kırmızı Kitap, toplumun ve de ülkenin başında dolanan “Demokles’in kılıcı”dır.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 1 Mart 2024 -

 

Aslında biliyorlar (Ali Sirmen)

25 kişinin can verdiği Çorlu tren kazasında dün karar bir kere daha ertelendi. Mahkeme heyeti duruşmaya gelmesine rağmen, girmedi. Duruşma 25 Nisan gününe ertelendi. Oradaki yetkililer yargı heyetinin geldiğini ve avukatlara falan aksi yönde haber gönderilmediğini bildirdiler.

Onlar da herkes de biliyor ki Çorlu tren kazasında verilecek karardan utanan yargıçlar kimsenin yüzüne bakamıyordu. Onlar da biliyorlar ki yargıçların kimsenin vicdanını rahatlatacak bir karar vermesi imkânsızdı. Kamuoyunun vicdanını susturmak için verilecek karar da asıl sorumluları gizleyecek başka garibanları okkanın altına atacaktır. Düzen böyle sürdükçe kazalar da birbiri ardından gelecektir. Durum her alanda böyledir. Enflasyona karşı cart curt yapan ilgili makamlar bir şey yapabilecek durumda değiller. Muhalefetin de elinde bir sihirli değnek yok. Yalnızca topluma amin dedirtmek üzere olmayacak dualar üretmeye çalışıyorlardı.

                                                     ***

AKP önerdiği yolların, uyguladığı politikaların çıkar olmadığını biliyordu. Bunlar hep yazıldı söylendi. Kendilerine bir daha kimsenin yüzüne bakamayacakları anlatıldı. Dinlemediler. Ürettiğinden çok üreyerek, tükettiğini üretmekten aciz olanlar sonunda iflas bayrağını çekeceklerdir. AKP ürettiğinden çok tüketen toplumların çıkışı olmadığını bildiği halde yağma ve talanla işi götürdüğünü zannettiren bir tutumla yağma ve talancının talanına ortak olmuş, hırsızlığını, zalimliğini, baskıcılığını, adaletsizliğini, lüpcülüğünü yağma ve talan düzeni için seferber etmiştir. AKP devlet gücünü yağma ve talan politikasının cebir şiddet unsuru haline sokmuştur. Onun suçu umar olmadığını bildiği reçeteleri topluma cebir veya hile ile yutturmaktır.

İşlevi yukardakinden ibaret olan AKP seçmenin karşısına çıkamayacağını, çıkarsa da uzun süre karşısında duramayacağını ve söyleyecek başka bir şeyi olmadığını bilmektedir. AKP yarınlara yatırım için çakacak bir çivisi bile olmadığını bilmektedir. Bu durumda olan bir iktidarın enflasyon karşısında emekçiyi ezdirmeyecek bir ücret uygulamayacağını, sürülecek merhemlerin kimsenin derdine deva olamayacağını bilmemesi mümkün müdür?

Evet şunun şurasında seçime 30 gün kaldı. Kürsüye çıkanlar enflasyonu halkın cebinden söküp aldıklarıyla finanse edeceklerini bilmekte ama yine fütur etmeden “Evet bu durumlara sizi talan ve yağmacıların ellerini ayaklarını bağlayarak, kaynakları onların çıkarlarına harcayarak ben getirdim. Ama bilin sizi bu durumdan yine ben kurtarırım” demekte ve halkın da bunu yutmasını istemektedir.

Bugünkü durumda kimsenin sihirli bir enflasyon reçetesi olmadığını söylemek zorundayız.

orundayız. Kim olursa olsun bilmektedir ki enflasyonun yalnızca emekçilerin fedakârlıklarıyla ve uzun süre uygulanacak kemer sıkma politikalarıyla çözüleceğini görecektir.

Türkiye iflas etmiş, kimsenin yüzüne bakamayacağı bir ülke haline gelmiştir.

Hâkim karar verir, kimsenin yüzüne açıkça okuyamayacağı için kürsüye çıkamaz. Politikacı yalanını topluma yutturur, baskısını topluma azmettirir ama politikasıyla sefaleti, rezaleti çözemez.

Kimsenin kimseye bakacak hali yok. AKP de biliyor. Herkesin vaatlerinin gerçek yüzünü bildiğini AKP de sokakta haykıran vatandaş da feryatların mazlumun son tehdidi olduğunu biliyor.

Aslında oynayanların hepsinin niteliğini bildiği tarafların birbirlerinin yüzlerine bakarak oynadıkları bir oyundur bu.

AKP kürsüden milleti azarlıyor: “Genç adam önce dinlemeyi öğren.”

Genç adam dinlemeyi biliyor. Ama o da hasretle dinletmeyi öğreneceği günleri bekliyor.

Bu arada herkes herkesi biliyor.

                                                        /././

Kütahyalı, ÇYDD’ye para kazandıracak mı? (Barış Pehlivan)

Okumuşsunuzdur: RTÜK üyeleri Tuncay Keser ve İlhan Taşcı, TRT’nin seçim yayınlarına ilişkin üst kurula şikâyet dilekçesi sundu. Zira gözle görülen açık bir gerçek vardı: TRT, iktidar partisi ile muhalefet partilerinin adayları hakkında tek taraflı yayın yapıyordu. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, “TRT’yi cenazeme istemiyorum, dirimde olmayanın ölümde de gözü olmasın” dedi.

Bunun üzerine düşünürken RTÜK’ü de ilgilendiren bir başka dava aklıma geldi.

2023’ün ilk günleriydi.

“Derin Futbol” adlı programın yorumcularından Rasim Ozan Kütahyalı’nın yayında sarf ettiği küfürler nedeniyle, Beyaz TV’ye oybirliğiyle yüzde 3 oranında para cezası verilmişti. Bu idari para cezası üzerine Kütahyalı yine aynı ekranda RTÜK üyesi İlhan Taşcı’yı kastederek şöyle demişti:

“RTÜK’ün dilekçe veren adamı da ‘Bu ülkeye özgürlük getireceğiz, bu ülkede ifade özgürlüğü yok, diktatörlük var’ diyen adam. Bunlar manyak. Bunlar faşist.”

Daha da ilginci... Aynı yayının içerisinde, sunucu Ertem Şener idari para cezası verilmesinin nedenini tartışırken Kütahyalı’nın zamanında “askeri vesayet ile mücadele etmesine” bağlıyordu.

Bunun üzerine İlhan Taşcı, programın yorumcusu Rasim Ozan Kütahyalı’ya dava açtı. Taşcı, kişilik haklarına yönelik sarf edilen bu sözlerden dolayı 20 bin liralık manevi tazminat istiyordu.

Çarpıcı olan ise Taşcı’nın mahkemeye sunduğu dilekçesindeki bitiş paragrafıydı:

“Manevi zarar sonucu elde edilecek tazminat yine davalının kirli bir dil kullanımı ile zarar verdiği, toplumda itibarsızlaştırmaya çalıştığı, hukuksuzluğu ispatlanmış kumpas davası mağdurları ve yakınlarının oluşturduğu, KUMPASDER ile yine davalının daha önce seviyesizce hedef aldığı Türkan Saylan’ın kurucusu olduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne (ÇYDD) bağışlanacak.”

şte bu davanın duruşması geçen hafta gerçekleşti. Dava dosyasına Rasim Ozan Kütahyalı’nın beyanına göre hazırlanan ekonomik durum araştırması da girdi.

Buna göre...

Kütahyalı polise verdiği bilgide, kira geliriyle birlikte aylık 27 bin 500 lira kazandığını belirtiyordu. Lakin Volkswagen, Land Rover, Jaguar ve Mercedes markalarında dört ayrı arabası da yine tutanaklara geçmişti. Belgenin altında “Kesin olmayıp, teyide muhtaç bilgilerdir” notu da vardı.

Bu davanın sonucu ne olur, merak ediyorum.

Zira FETÖ’nün kapatılan gazetesi Taraf’ın eski yazarı Kütahyalı eğer cezalandırılırsa, yıllarca yalanlarıyla hedef aldığı insanların yaşattığı KUMPASDER’e ve ÇYDD’ye istemeden de olsa ilk kez bir yararı dokunacak.

                                                   /././

‘Eğitimde mantık yok’ (Özdemir İnce)

Bugün, 27 Şubat 2024 tarihli Cumhuriyet gazetemizde manşet olan “Eğitimde mantık yok” haberini yazan genç muhabirimiz Aytunç Ürkmez’i kutlayıp öveceğim.Genellikle güncelin peşinde koşmayan beni, güncele davet edip çağırdığı için öveceğim. “Mantık” bilginin yapısını inceleyen, doğru ile yanlış arasındaki akıl yürütmeyi sağlayan disiplindir, doğru düşüncenin aracıdır. Gerçeğin evrensel ölçülerinin bilimsel olarak, özellikle akla uygun açık ve kesin olarak incelenmesidir. “Eğitimde mantık yok”u bu ölçüye göre değerlendirebiliriz. Yani mantık yoksa eğitim öğretim de yoktur.

Türkiye’de evrensel bilişsel bilimlerin ve genel olarak bilimlerin içerdiği bilimsel gerçekler uzun süredir din naslarının terazisi ve mezurasıyla ölçülmektedir. Din nasına göre dünya (yeryüzü) Tanrı tarafından bir halı gibi döşenerek serilmiştir. Yani düzdür. N’olacak şimdi, gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiğine göre.

Aytunç Ürkmez kardeşimizin haberi şöyle: Biyoloji dersine “yaratılış teorisini” koymaya hazırlanan MEB, “integral”i kaldırdı, “kümeler” ve “mantık”ta ise sadeleştirme yapacağını bildirdi. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) eğitimde milli ve manevi değerlerin ön plana çıkarıldığı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” kapsamında öğretim programları çıkarmayı hedefliyor. Bu model kapsamında yapılan müfredat değişikliğinde son olarak 2024-2025 eğitim-öğretim yılından başlayarak uygulanacak ortaöğretim kademesindeki biyoloji dersinin merkezine “yaratılış teorisinin” koyulduğu ortaya çıkmıştı.

Laik ve bilimsel eğitime karşı atılımın ortaöğretim matematik dersinde de yaşandığı ortaya çıktı. Kaynaklardan edinilen bilgiye göre 2024-2025 eğitim öğretim yılından sonra geçerli olarak ortaöğretim matematik dersi konuları arasından “integral” çıkarıldı. Bunun yanı sıra “kümeler” ve “mantık” konularının içeriğinde de sadeleştirme yapılıp derslerin sınıfları değiştirildi.

Öte yandan bakanlık, yeni müfredata göre ders kitabı hazırlamaya başladı. Bakanlığın yayınevlerine derslerin içeriklerine ilişkin bilgilendirme yazısı gönderdiği ortaya çıktı. Söz konusu yazıda, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Ortak Metni” adıyla bir belgeden söz edildi...

Bilim çocuklarda MERAK ile başlar. Okullar çocukları merakını kamçılamalıdır. Ama merak sabit değildir. Değişir ve gelişir. Çocuk tek kitabın dogmalarıyla değil dünyanının bütün kitaplarıyla buluşmalıdır. Çocukları çiçek açmadan yobaz düşüncelerle soldurmayın.

Bre aymazlar; derslerin öğrenciler tarafından seçmeli alındığı ABD’yi saymıyorum, bütün Avrupa ülkelerinde, Japonya ve Çin’de ortaöğretimde anadilinin yanı sıra matematik (geometri dahil), fizik, kimya, astronomi, felsefe, mantık, psikoloji mutlaka öğretilir. Bu dersleri öğrenmeden meslek sahibi ve bilimci olmak mümkün değildir. Marangozluk sanatında bile matematik ve geometri vardır. Savaş uçaklarını, füzeleri, uyduları nasıl yapıp uzaya, Ay’a gideceksiniz? Bu kafayla ancak mehtaba çıkarsınız. Hangi sivri akıllı “Milli ve manevi değerlerin ön plana çıkarıldığı ‘Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’ kapsamında öğretim”i (!) keşfetti? Evrensel bilgi ve bilim öğretilen okullarda “milli ve manevi değer (bilgi)” diye bir safsata yoktur. Milli ve manevi değerlerle soslu uzay geometrisini nasıl öğreteceksiniz? Bilim sütü ossat kesilir. Cehaleti mezarından çıkardınız. Mezarından çıkan hortlak cehaletin ilk işi egemenliğini kurmak için sizi boğazlamak olacaktır. Şunu iyi biliniz ki hortlaklar bilime karşı hiçbir şey yapamaz. Bilim cehaleti def edecek aşıyı mutlaka bulur. Ama AKP kendini boğazlayacak Frankenstein’lar yaratmış olur.

Çoktanrılı dinlerde hiçbir din savaşı olmamıştır. Bir halk öteki halkın beğendiği tanrısını kendi tanrısı yapmıştır. Dinler dünya sorunlarını çözemedi çözemez. Türkiye’nin sorunlarını da İslam çözemez. Laik bir ülkede devlet ya da hükümet, Türkiye’de olduğu gibi din simsarlığı, din misyonerliği yapamaz. Yasaktır, çağ ve tarih dışıdır. Bu türden girişimler halkı böler, birliği yok eder, aymazlıktır, “beka sorunu”dur. Matematik ve bilim düşmanlığı köleliğin başlangıcıdır.

                                                  /././

100 yıllık ihanetin mirası (Zülal Kalkandelen)

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum, AKP’yi sol politikalara yakın parti olarak değerlendirmiş. Bu çarpıtma özgün bir değerlendirme olsaydı, yazıma “Bu da oldu!” diyerek başlayabilirdim. Ne var ki Prof. Dr. İdris Küçükömer’in 1960’larda ortaya attığı tezlerden bu yana İkinci Cumhuriyetçilerin, dönek solcuların savunduğu bir düşünce bu.

Dolayısıyla lise ve üniversite yıllarında sosyalist siyasetin içinde yer alan ama sonradan AKP milletvekili ve şimdi de Saray’ın kadrolu çalışanı olan Uçum’un da aynı yanlışı yayması hiç şaşırtıcı değil.

Öyle ki “İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” adlı kitabımda, Küçükömer’in solu sağ, sağı sol olarak gösteren tezleri günümüze yansıtıldığında bu sonucun ortaya çıkacağını yazmıştım.

Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadı, Hürriyet ve İtilaf, TBMM’deki saltanat ve hilafet yanlılarının da içinde yer aldığı İkinci Grup, şeriatçı Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra irticayı yüreklendirdiği gerekçesiyle kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kurulduktan sonra gericilerin odağı haline gelen Serbest Fırka, Cumhuriyet Devrimi’nin kazanımlarını baltalayan, emperyalizmin güdümünde tarikatlarla, şeyhler, şıhlar ve ağalarla el ele ilerleyen ve ilk çıkışını Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na muhalefet ederek yapan Demokrat Parti ve onun izinden giden Adalet Partisi’ni sol kanada koyan Küçükömer’in takipçilerinin de aynı çizgiyi izleyen AKP’yi sola koyacağını anlatmıştım.

Bu nedenle kitabımın alt başlığını “İkinci Gruptan Yetmez Ama Evetçi Liberallere 90 Yıllık İhanetin Mirası” olarak belirlemiştim.

BAYATLAYAN TEZLER

Uçum’un Oda TV’deki yazısında, laik Cumhuriyete dair şu satırları görüyoruz: “Bürokratik devlet, halkı, batıcı/ aydınlanmacı ideolojiye göre şekillendirme görevi üstlendiği için halk karşıtı uygulamaların merkezi olmuş bir tür bürokratik oligarşi doğmuştur.”  Artık bayatlayan bu düşünceler, Küçükömer’in tezleridir.

Oysa saltanat ve hilafeti kaldırıp Cumhuriyeti ilan eden, halkın temsilcilerinden oluşan TBMM’yi kurup egemenliği kayıtsız şartsız millete veren, şeriat hukukunu sona erdirerek laik hukuku uygulamaya koyan, medreseleri kapatıp çağdaş ve bilimsel eğitimi başlatan, kadının olması gerektiği gibi toplumsal hayatta öne çıkmasını sağlayan, her alanda bilimi referans alan Cumhuriyet Devrimi, tartışmasız hem siyasi hem de toplumsal açıdan ileri bir adımdır.

Henüz üretim ilişkilerindeki dönüşümün tam olarak sağlanmasına olanak bulunmayan bir toplumsal/ ekonomik yapıda ve dönemde gerçekleştiği için bu devrimi “halk karşıtı” olarak değerlendirmek ancak acınacak bir tarafgirliğin ürünüdür.

SOLA HAKARET BU

Bu tarafgirliğe bir diğer örnekse Uçum’un CHP’nin bugünkü durumundan hareketle yaptığı AKP övgüsüdür.

“Türkiye’de gerçek anlamda kendini yurtsever sol demokrat olarak kimliklendiren veya buna layık olan güçlü bir sol siyasal akım yoktur. Ancak günümüzde solun ayırt edici karakterlerine bakıldığında, antiemperyalizm, yurtseverlik, darbe karşıtlığı, mültecilerin korunması, kadın hakları savunuculuğu, gençliğe sahip çıkılması, güçlü sosyal politikalar gibi temel sol yaklaşımlar üzerinden değerlendirildiğinde siyasi niteleme açısından olmasa dahi siyasi pratik bakımından sol ilkelere daha uygun hareket eden liderin R.T. Erdoğan, sol politikalara yakın olan partinin AK Parti olduğu çok güçlü bir şekilde söylenebilir.”

CHP, ideolojik savrulma yaşayarak ortanın sağına geçmiş olabilir ancak bu ülkede gerçek anlamda yurtsever, sol siyasal akım vardır. Ama Uçum da epeyce sağa savrulduğundan göremez olmuş.

O kadar ki ülkenin tüm kamusal birikimini emperyalist şirketlere satan, anayasayı çiğneyerek sivil darbe yapan, kadınları şiddete karşı koruyan uluslararası sözleşmeden çekilen, sınırları kevgire çevirip IŞİD, Taliban teröristlerinin ülkeye doluşmasına yol açan, gençlerin en büyük hayallerinin yurtdışında yaşamak haline gelmesine neden olan, açlıkla sınanan vatandaşları sadakaya mahkûm eden AKP’yi sol ile ilişkilendirebiliyor. Bunu ancak ihanetin mirasına konanlar yapar!

(Cumhuriyet)


Lezita'da grev için geri sayım başladı: Sendikaya engel olamayan patron Hindistan'dan işçi getirdi + İşçiler 7 Mart’ta grevde: Lezita’da patron greve karşı fabrikaya barikat yığdı (soL)

Lezita'da grev için geri sayım başladı: Sendikaya engel olamayan patron Hindistan'dan işçi getirdi  (Emre Alım-soL/Özel)

Lezita'da greve günler kala işçiler üzerindeki baskıyı artıran patron bu defa yabancı işçi transferiyle grev kırıcılığa soyundu. Öz Gıda-İş hukuki yollara başvuracağını duyurdu.

İşçilerin 7 Mart'ta iş bırakmaya hazırlandığı Abalıoğlu Lezita'da greve engel olmak isteyen patron Hindistan'dan işçi getirdi.

İzmir Kemalpaşa’da bulunan Abalıoğlu Lezita'da işçiler arasında çoğunluğu elde eden Öz Gıda-İş Sendikası, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'ndan yetki belgesini almış ancak işveren tarafı itiraz etmişti. İtiraz davası lehine sonuçlanan sendika, toplu iş sözleşmesi imzalamak için işvereni masaya davet etti ancak yanıt alamadı.

Yasal hakkı olan greve başvuran sendika, işçilerin 7 Mart'ta işbaşı yapmayacağını ilan etti. Bunun üzerine çok sayıda işçiyi işten çıkaran Abalıoğlu Lezita, fabrika alanında işçilerin daha önce direnişe geçtiği alanı da dikenli tellerle çevirdi.

İşverenin greve yönelik son hazırlığıysa işçi transferi oldu. Öz Gıda-İş yetkilileri, grev kırmak için getirilen Hintli işçilerin fabrika yakınındaki Turgutlu'da bir aparta yerleştirildiğini tespit etti. Banka hesabı açılan ve servisle işe götürülen işçilere şirket yetkilileri eşlik ediyor. Hintli işçilerin Abalıoğlu Lezita'da çalıştırılmak üzere getirildikleri yetkililerce de doğrulandı.

Grev kararının hemen ardından gelen bu hamleyi ''grev kırıcılık" olarak nitelendiren Öz Gıda-İş yetkilileri ve işten çıkarılan işçiler, buna izin vermeyeceklerini, hukuki yollara başvuracaklarını belirtti.

'Hintli garibanlara kimse dokunmasın, grev kırıcılığın hesabı şirketten sorulacak'

Tepkilerinin Hintli işçilere değil, onları grev kırıcılığa zorlayan işverene olduğunun altını çizen sendika, Abalıoğlu Lezita yönetimine şu sözlerle seslendi:

"Gelen işçilerin çalışma belgesi olduğu iddiası var ancak grev kararı öncesinde bu hamlenin yapılıyor olması çok açık ki grev kırıcılıktır. Sendikalı öncü işçileri işten çıkartırken ve Turgutlu'da, civar ilçelerde onlarca işsiz varken bölgeye neden Hintli işçi getirildiği şirket yetkililerince açıklanmak zorundadır. Bu işçileri getiren, varsa bu izinleri veren yetkililer derhal açıklama yapmak zorundadır. Grev kırıcılığına asla izin vermeyecek, hukuki olarak bu meselenin sonuna kadar gideceğiz. Derdimiz Hintli işçiler değil, onları grev kırıcılığına zorlayan Abalıoğlu Lezita yöneticileridir. Buraya getirilen Hintli garibanlara kimse yaklaşmasın ancak bunun hesabı bölge halkı tarafından şirket yetkililerine sorulmalıdır. Konu çok ciddidir tüm sorumluların biran önce açıklama yapması gerekmektedir. Burada işçinin örgütlü mücadelesinin ne kadar haklı olduğu, işverenin işçilere yaptığı biz bir aileyiz edebiyatının ne kadar boş olduğu ortadadır."

Lezita'dan soL'a açıklama

Duruma ilişkin soL'a açıklamada bulunan Lezita, yabancı işçi çalıştırmanın "işin sürdürülebilirliği ve üretimin devamlılığı açısından başvurulan bir yöntem" olduğunu ifade etti.

Ramazan ayı öncesinde ürünlerine yönelik talebin yükselmesini beklediklerini belirten şirket, konuyla ilgili resmi makamlara yaptıkları başvurunun da Nisan 2023 tarihinde gerçekleştirildiğini aktardı.

Şirketin açıklamasında öne çıkanlar şöyle:

"Yerel kaynakların yetmediği noktada üretimin devamlılığını sağlamak amacıyla yabancı iş gücüne de kapı açmaktayız. Bu durum, her sektörde iş gücü temin edilmesinde zorluk çekildiği durumlarda işin sürdürülebilirliği ve üretimin devamlılığı açısından başvurulan bir yöntemdir.

Şirketimiz de üretimin devamlılığını güvence altına almak amacıyla yaklaşık iki yıldır yabancı uyruklu iş gücü konusunda çalışma yürütmektedir.

Tüm seçenekleri değerlendirmemizin ardından konuyla ilgili resmi makamlara başvurumuz ise Nisan 2023 tarihinde yapılmıştır. Ürünlerimize yönelik talebin yükselmesini beklediğimiz yaklaşan Ramazan ayı öncesinde fazla mesai yapılmamasını sağlamaya çalışmak, konunun bugünlerde gündeme gelmesine neden olmuştur."

                                                                   /././

 İşçiler 7 Mart’ta grevde: Lezita’da patron greve karşı fabrikaya barikat yığdı (İrem Yıldırım-soL/Özel)

Abalıoğlu Lezita'da işçiler 7 Mart'ta greve başlayacak, patron öncesinde fabrikaya barikat yığıyor.

İzmir Kemalpaşa’da bulunan Abalıoğlu Lezita patronunun Öz Gıda-İş’in Çalışma Bakanlığından aldığı yetki belgesine itiraz davası sonuçlandı. 

Abalıoğlu Lezita'da 2021 yılının Temmuz ayında Öz Gıda-İş Sendikası'nda örgütlenen işçiler kısa süre içerisinde yetki tespitini almış ve örgütlenme süreci tamamlanmıştı. Ardından patron tarafından yetkiye itiraz edilmiş ve mahkeme süreci başlamış, örgütlenmeye öncülük eden işçiler işten çıkartılmıştı. Sendika tarafından fabrika önünde başlatılan direniş, İstanbul'da yapılan eylemlerle devam ettirilmişti.

Patronun açtığı yetkiye itiraz davası sendika lehine sonuçlandı fakat toplu iş sözleşmesi görüşmeleri için yapılan çağrılar cevapsız bırakıldı. İşte bu sebeple de Öz Gıda-İş tarafından grev kararı alınarak grevin 7 Mart günü başlayacağı ilan edildi.

'Patron, işçilere diz çökecek'

Grev kararırının alındığı Lezita’da işçiler gelinen süreci ve grev kararını soL’a anlattı. Kararlı olduklarını dile getiren işçiler, bu işin masada çözülmesine Abalıoğlu patronunun engel olduğunu anlatıyor. “Patron, işçilere diz çökecek” ilk kurdukları cümle. İsmet, Kazım ve Cihan* çalışma koşullarını ve sendikal mücadelelerini anlattı.

Yaklaşık 4 yıldır Lezita’da çalışan İsmet, sendikal hakları için ne zaman harekete geçtilerse yönetimin engel olmaya çalıştığını anlatıyor:

“Geçici iyileştirmeler yaptılar. Biz sözleşme istiyoruz bugün verir yarın geri alırsınız dedik. Yetmeyince arkadaşlarımızı işten çıkardılar, ekmeğimizle tehdit edip göz dağı vermeye kalktılar. Yetmedi, isteyen tazminatını alıp gitsin dediler. Baktılar herkes çıkmak için müracaat ediyor, başa çıkamayacaklar ondan da vaz geçtiler. Sendikaya açtıkları davayı kaybedip yine masaya gelmediler. Ne yaptılarsa ellerine, yüzlerine bulaştırdılar. Bizi greve mecbur ettiler. Şimdi onu da yaptırmayız diyorlar.”

                              İşçilerin direnişe geçtiği fabrika alanı dikenli tellerle çevrildi

Fabrikaya barikat yığıldı

Son bir aydır çeşitli bahanelerle işçilerin işten çıkarılmaya başlandığını da soL’un edindiği bilgiler arasında.

Grev kararının ardından alınan önlemlerden biri fabrikaya yığılan barikatlar. İşçiler soL’a "Grev günü işçiyi koyun gibi içeri sürmek istiyorlar" diyor.

Turgutlu, Salihli, Kemalpaşa, Akhisar, Kula bölgesindeki emekçiler tarafından iyi bilinen bir fabrika Lezita. İzmirli emekçiler için Lezita “Bu bölgede yaşayan herkes tarafından bilinen, mutlaka herkesin ailesinden bir kişi çalıştığı yer” demek. Ama aynı zamanda Lezita, işçinin hakkını almaması için elinden gelenin yapıldığı yerlerden biri. Kazım bir diğer Lezita çalışanı, “Burada çalışan işçinin bu fabrikada kesilen tavuktan fazla bir değeri yoktur” diyor. Grev konusunda konuşan Kazım şunları söylüyor:

“Şimdi önümüzde grev kararı var. Bu saatten sonra patronun ve yalakalarının sözüyle hareket edecek değiliz. Biz bu kararı uygulamakta kararlıyız. Yıllarca bize hikaye anlattılar zaten, daha fazla konuşmaya gerek yok. Bundan sonra ya sendikayı tanırlar ya tanırlar. Şimdi grevi engellemek için fabrikanın çevresini kapatıyorlar. Bir sürü barikat doldurdular fabrikanın içine. Bu yasaktır, zorla bizi içeriye koyamazlar. Gerekeni yapacağız sendikayı bu fabrikaya koyacağız.”

'Burayı açık cezaevine çevirmeye çalışıyorlar ama sökmez'

Grev sürecinde işten çıkarılan işçiler arasında da öncülerden olan Cihan, “Biz içerdeki arkadaşımlarımızla çalışmaya devam ediyoruz” diyor. Sendikanın davayı kazanmasıyla birlikte yemek molalarında ses çıkarma eylemleri yaptıklarını anlatan Cihan bunun ardından işten çıkarılmış. “Bu sendika meselesi artık bizim onur mücadelemiz. Artık çıkarılmak da önemli değil. Bu bizi yıldırmak için verilen bir karar. Burayı açık cezaevine çevirmeye çalışıyorlar ama sökmez” diyerek tepkisini ortaya koyan Cihan 7 Mart günü fabrikanın önünü “düğün meydanına çevireceğiz” diyor.

*Konuşan işçilerin adı kendi istekleriyle değiştirilmiştir.

(soL-Özel)

Doyuramadıklarımız: Milyarderler ülkelerle yarışıyor, eşitsizlik derinleşiyor - Serdar Alım / soL-Özel

Dünyanın en zengin isminin serveti 50 ülkenin milli gelirine eş değer. Türkiye'de 1 yılda üretilen değerse 13 kişinin servetine bedel. Üretim Doğu'ya kayarken tekelci sermaye daha da asalaklaşıyor.

ABD'li Forbes dergisi, 37 yıldır hazırladığı dolar milyarderleri listesinin sonuncusunu açıkladı. 2023 verileriyle hesaplanan 2 bin 640 kişilik listeden bir yılda 48 kişi eksildi. En zenginlerin 2022'de 12,7 milyar doları bulan toplam servetleri de 12,2 milyar dolara geriledi.

İlk 5'te Bernard Arnault (230 milyar dolar), Elon Musk (210 milyar dolar), Jeff Bezos (196 milyar dolar), Mark Zuckerberg (172 milyar dolar) ve Larry Ellison (139 milyar dolar) yer aldı.

Listedeki tutarlar ve isimlerin kompozisyonuysa satır aralarına gizlenen eşitsizliği ortaya koyuyor. İktisatçı ve soL yazarı Prof. Dr. Serdal Bahçe, Forbes listesinden yararlanarak bireysel servetler ile ülkelerin milli gelirlerini kıyasladı. Buna göre, 221 milyar dolarla listenin ilk sırasında yer alan Bernard Arnault'un serveti, 134 ülkenin yıllık milli gelirinden daha fazla.

IMF'nin milli gelir tahminlerine göre yapılan hesaplamada Arnault'un servetinin en dipteki 50 ülkenin yıllık milli gelir toplamından büyük olduğu görüldü.

İlk 10'da yer alan patronların toplam servetleriyse en dipteki 92 ülkenin milli gelirleri toplamından fazla.

Dünyanın en zengin 10 isminin toplam serveti 1,44 trilyon dolar. Afrika ülkelerinin borç stoku 2022 sonunda 1,14 trilyon dolardı.

Türkiye'de 1 yılda üretilen değer 13 kişinin servetine bedel

Bugün açıklanan TÜİK verilere göre Türkiye'nin 2023'teki gayri safi yurt için hasılası 26 trilyon 276 milyar 307 milyon lira oldu. Bu tutar 2023'ün ortalama dolar kuruyla 1 trilyon 106 milyar liraya tekabül ediyor. Türkiye'nin bir yılda ürettiği bu değer, dünyanın en zengin 13 isminin toplam servetinden fazla değil.

Milyarderler listesinin dünyadaki servet dağılımının eşitsizliğini gözler önüne serdiğini belirten Serdal Bahçe, "Eskiden ülkeleri birbiriyle karşılaştırırdık. Ekonomik birim olarak bildiğimiz en büyük birim ülkeydi. Artık ülkelerin bireysel servetlerin daha altında gelire sahip olduğunu görüyoruz" dedi.

1 kişi 50 ülkenin milli servetinin toplamına sahip

Bireyler ve ülkelerin servetlerini kıyaslayan Bahçe, aradaki makasın önceki yıllara göre daha da açıldığına işaret ediyor:

"En yüksek servete sahip kişilerin en düşük milli gelire sahip ülkelerden yukarıda olması yeni bir olgu değil. Ama en yüksek bireysel servet 2-3 yıl önce dipteki 40 ülkenin milli gelir toplamından daha fazlaydı, şimdi bu sayı 50 ülkeye yükselmiş. Yani bu ülkeler zengin ülkeleri geçtim bireysel servetlere karşı bile çok fakirleşmişler. Bu 50 ülkenin emekçilerinin 1 yılda ürettiği değer, bir insanın sahip olduğu toplam servete anca eşit oluyor. Açıklanabilecek bir durum değil bu."

Kapitalizmin yeni fabrikaları: Çin ve Hindistan

Listeye Çin ve Hindistan gibi üretimin yeni rotalarındaki ülkelerden giren milyarderlerin sayısındaki artışa dikkat çeken Bahçe, "Listede giderek daha fazla sayıda Çinli ve Hintli milyarderler de var. 'Kapitalizmin yeni fabrikaları' da denen bu ülkelerde de ciddi bir bozulma yaşandığını anlıyoruz. Bu liste kapitalizm açısından kara bir vesika" değerlendirmesinde bulundu.

Bernard Arnault tüm servetini bir ülkenin ürettiği mal ve hizmetleri satın almak için kullansaydı hangi ülkenin halkını kaç yıl sadece kendisi için çalıştırabilir?

                                                 Slovakya              1,5 yıl

                                                 Bulgaristan            2 yıl

                                                 Belarus                  3 yıl

                                                 Uganda                 4 yıl

                                                 El Salvador           6 yıl

                                                 İzlanda                  7 yıl

                                                 Mali                     10 yıl

                                                 Nijer                    12 yıl

                                                 Kosova               20 yıl

                                                 Surinam              60 yıl

                                                 Gine-Bissau     106 yıl

Eşitsizlik Türkiye'de de derinleşti: Koç ailesi servetine 4,5 milyar dolar kattı

Listeye göre Türkiye’de en yüksek servete sahip isim 5 milyar dolar ile yine Murat Ülker oldu. Toplam 5 patronun girebildiği listedeki 3 isim Koç ailesinden. Ailenin sadece üç ferdi servetini 1 yılda 4,5 milyar dolar artırdı.

Verilerin Türkiye'de gelir eşitsizliğinin derinleştiğini gösterdiğini kaydeden Bahçe, "Boyalı basın bu durumu övüyor ama aslında iyi bir şey değil. Veriler ülkede hakkaniyetsizliğin arttığını gösteriyor" dedi.

'Toplumsal fayda üretimi sıfır'

Sermayesini tekelleştiren milyarderlerin önemli bir kısmının gelirini meta üretiminden değil, ticaret, finans, reklam gibi aracılık faaliyetlerinden kazandığı görülüyor. Serdal Bahçe'ye göre bu durum "sıfır toplumsal faydaya" tekabül ediyor:

"15-20 yıl önce reel sektörden gelen zenginlerin ilk sıralarda yer aldığını görürdük. Şimdi elektronik-dijital pazarlama, yazılım, gayrimenkul gibi alanlardan gelen gelirle dünyanın en zengin kişisi oluyorlar. Bu kapitalizmin çürüdüğünü gösteriyor. Artık zengileşme reel üretimden değil spekülasyondan, finansal şişkinlikten veya bu tip süreçlerden geliyor. Toplumsal faydası neredeyse sıfır olan parazitik gelen bir servet birikimi olduğu açık."

Serdar Alım / soL-Özel