15 Mart 2024 Cuma

Birgün KÖŞEBAŞI - 15 MART 2024 -

 

Kartı sınırlamak kime zarar verir? (Ozan Gündoğdu)
İktidar kredi kartlarına sınırlamalar getirerek ya da nakit avansı yasaklayarak sözüm ona enflasyonu düşürme hayalleri kuruyor. Halbuki, bu hayatta kalma mücadelesi veren kesimlere büyük darbe vuruyor.

14 Mayıs Seçimleri’nin ardından politika faizinin yüzde 8,5’ten yüzde 45 düzeyine çekilmesi enflasyonu dizginleyemedi. 2024’ün ilk çeyreğine seçim ekonomisinin damga vurması, enflasyonu düşürme programını da akamete uğrattı. Gelişmeler seçimden sonra kemer sıkma politikasının sertleşeceğini gösteriyor. Ekonomi yönetiminin hedefinde ise bireysel kredi kartları var. Henüz resmi düzenleme yapılmadı ancak bankalar şimdiden kredi kartlarından nakit avansa sınırlama getirmeye başladı. Kimi bankalar ise tümüyle nakit avans vermeme yolunu seçti. Seçimden sonra kredi kartlarında taksit seçeneğinin tümüyle ortadan kaldırılacağı konuşuluyor.

Peki tüm bu önlemler kimin kemerini sıkıyor? Bankalararası Kart Merkezi’nin ve Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi’nin verilerinden hareketle, Türkiye’de kredi kartlarının fonksiyonuna daha yakından bakalım.

KREDİ KARTLARINA İLGİ YOKSULLUKLA İLİNTİLİ

5 yıl geriye gidelim… 2019 yılının ocak ayındayız. O tarih itibariyle Türkiye’de 66 milyon 137 bin adet kredi kartı bulunuyor. Bu kadar kredi kartıyla 2019’un ocak ayında 326 milyon 886 bin kez alış veriş yapılmış. Kimi marketten ihtiyacını gidermiş, kimi mobilyasını yenilemiş, kimi çocuğuna bilgisayar almış. İrili ufaklı alışverişlerde 327 milyon kez kredi kartı kullanmışız.

Fakat, son 5 yıl, toplumun kredi kartıyla olan ilişkisini de etkilemiş. Araya pandeminin girmesiyle birlikte e-ticaret artmış. Enflasyonla birlikte nakit sistemi bozulmuş, nakit taşımak yerine kredi kartları daha kullanışlı hale gelmiş. Bu kullanışlı halde temassız ödeme gibi seçeneklerin etkisini de atlamamak gerekir. Fakat tüm bunlar, verileri açıklamaya yetmiyor. Türkiye’nin kredi kartlarıyla kurduğu ilişkiyi belirleyen temel dinamik ne pandemi ne nakit sistemindeki bozulma ne de temassız ödeme kolaylığı. Bunlar etkileyici olmakla beraber temel dinamik yoksullaşma…

Verileri takip etmeye devam edelim. 5 yıl önce, 2019’un ocak ayında yaklaşık olarak 66 milyon kredi kartıyla 327 milyon kez alışveriş yapmışız. Peki, 2024’ün ocak ayında durum ne? Kredi kartı adedimiz 119 milyona yükselmiş. Son 5 yılda 67 milyon kredi kartına 52 milyon daha eklenmiş. Daha çarpıcı olan ise alışveriş adetleri… 5 yıl önce bir ayda 327 milyon kez kullandığımız kredi kartlarını, bu yılın ocak ayında 768 milyon 313 bin kez kullanmışız.

“Tüm bu verilerin yoksullaşmayla ilgisi yok” denebilir. Gerçekten de pandeminin e-ticareti etkilemesi, enflasyon nedeniyle nakit taşımanın zorlukları, bunun yanında temassız ödeme kolaylıkları kredi kartı kullanımını artırması muhtemel gelişmeler. O halde bir de kredi kartından yapılan nakit çekimlere bakalım.

KREDİ KARTINDAN NAKİT PARAYI KİM ÇEKER?

Kredi kartından ne zaman nakit para çekilir? Aylık faizi yüzde 4’ün üzerinde olan, en çok 3 ay içinde ödenmesi gereken bir paradan bahsediyoruz. “Kişinin banka hesabında para olsa, böyle bir maliyete katlanarak kredi kartından nakit çekmeye çalışmaz” desek yanlış bir yorum yapmamış oluruz. Peki kredi kartından ne kadar nakit para çekiyoruz?

5 yıl önce, 2019’un ocak ayında, 8 milyon 660 bin kez kredi kartlarından nakit avans çekmişiz. Bu yılın ocak ayında bu sayı tüm zamanların rekorunu kırarak 23 milyon 661 bine yükselmiş. 5 yıl önceye göre nakit çekim adedi yüzde 173 artmış. Banka hesabında parası olan bir kişi, aylık yüzde 4’e varan faiz oranıyla nakit çekmeyeceğine göre, nakit avanstaki bu artışın “ihtiyaçtan” kaynaklandığını söylemek gerekir.

Peki, banka hesaplarında gerçekten para yok mu? Bu veriyi de teyit etmek gerekir. Milyonlarca banka hesabının içinde hiç para yok ama bu veri bize hakikati göstermeyecektir. Çünkü Türkiye’de banka hesabı açtırmak çok kolay.

BANKA HESABI EKSİYE DÜŞENLER YALNIZ DEĞİL

O halde, içinde hiç para olmayan pasif hesaplarla kafamızı karıştırmak yerine, eksiye düşmüş aktif hesaplara odaklanmakta fayda var. Eksiye düşmek, kredili mevduat hesabı kullanmak anlamına geliyor. Kişinin banka hesabında hiç para yoksa bu kişi bankasından kredili mevduat hesabı talep edip hesabını eksiye düşürebiliyor. Tıpkı kredi kartından nakit avans çekmek gibi, kredili mevduat hesabı da bu haliyle ihtiyaç halinde kullanılıyor.

2024’ün ocak ayı itibariyle kredili mevduat hesabı bakiyemiz 181 milyar TL’ye ulaşmış durumda. Bir başka ifadeyle, hepimizin eksi bakiyeleri toplansa, 181 milyar TL eksideyiz demek gerekir. Geçen yıl ocak ayında 81 milyar TL eksideydik. 2022’nin ocak ayında 39,8 milyar TL’ydi… Enflasyon nedeniyle tutarın artması normal ama eksi bakiyelerdeki büyüme enflasyondan çok daha hızlı seyrediyor. TÜİK’e göre 2022’nin ocak ayından 2024’ün ocak ayına dek yaşanan enflasyon yüzde 156. Buna karşın eksi bakiyelerdeki büyüme oranı yüzde 354.

Enflasyon kafamızı karıştırmasın. Kim kredili mevduat hesabı kullanmak ister? Çok açık ki, banka hesabında sıfırı tüketen kişiler… O halde kaç kişi bu hesaptan faydalanmış ona bakalım. 2022 Ocak ayında hesabı eksiye düşen kişi sayısı tam 26 milyonmuş. 2023 Ocak ayına dek bu sayı 27,6 milyona yükselmiş. Bu yılın Ocak ayında ise 28,9 milyonla yine tarihinin rekorunu kırmış.

İktidar kredi kartlarına sınırlamalar getirerek, taksit imkanını kaldırarak ya da nakit avansı yasaklayarak sözüm ona enflasyonu düşürme hayalleri kuruyor. Halbuki, tüm bu önlemler, hayatta kalma mücadelesi veren kesimlere büyük darbe vuruyor. Enflasyonun nedenini, geçinebilmek için nakit avans çekenlerde, banka hesabını eksiye düşürenlerde aramak hiç değilse vicdansızlıktır. İktidar seçimden sonra kendi sorumluluğunu geniş yoksul kesimlere yıkma telaşındadır.

                                                             /././

Ya dışardan para gelmezse? (Yalçın Karatepe)

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek bu hafta İngilizce paylaştığı bir Twitter mesajında, yerel seçimlerden sonra çok uzun bir süre yeniden seçim olmayacağını bu nedenle orta vadeli programı uygulamalarının önünde bir engel kalmayacağını söyleyerek başımıza ne geleceğini yabancı fon yöneticilerine çok net bir biçimde ifade etti. Mesajın İngilizce olması hedef kitlenin kim olduğunu gösteriyor: yabancı fon yöneticileri. Peki, Bakan Şimşek, yabancılara “uzun bir süre seçim olmayacak” mesajını niye veriyor? Bununla ne kast ediyor?

İşte bu soruya verilecek yanıt, başınıza neler geleceğini net bir biçimde gösterecek. Seçimden sonra paranızı getirmekten korkmayın. Getirdiğiniz para üzerinden iyi bir getiri elde edeceksiniz. Bunu sağlamamızın önünde de bir engel yok çok seçim olmayacağı için rahatlıkla vatandaşa bedel ödettirebiliriz. Yeni ekonominin yönetiminin göreve gelmesinin üzerinden on ay gibi bir süre geçmiş olmasına rağmen bekledikleri hiçbir sonuç ortaya çıkmadı. Faizlerin ve kurların artmış olmasına rağmen, yurtdışından gelmesini umdukları döviz girişi olmuyor. Geçen yıl bir miktar giriş olsa bile artık o da durdu. Ocak ayı verilerine göre doğrudan yabancı girişi sadece 661 milyon dolar olmuş. Ama bunun büyük çoğunluğu yabancıların gayrimenkul alımından oluşuyor ve devamı da gelmeyecek gibi. Mesela, şubat ayında yabancılara konut satışı geçen yıla göre yüzde 45 oranında düşmüş. Artık oradan da para gelmiyor. Tek umutları portföy (sıcak para) girişi.

İktidarın bel bağladığı ve başta enflasyon olmak üzere bütün dertlerimize çare olarak gördükleri döviz girişinin olmadığını vatandaş da görüyor. Kurların seçimler öncesinde baskılandığını bilen vatandaşlar, elinde avucunda ne varsa döviz ve altın alıyor.

Hem kurlar hareketli hem de altın fiyatları. Bu artan talebi karşılamak üzere Merkez Bankası’nın döviz sattığı da anlaşılıyor. Yılbaşında bugüne 22 milyar dolar sattıkları ama özellikle son haftada bu satışların daha da hızlandığı görülüyor. Hem Kapalıçarşı hem de bankacılık sistemi üzerinden döviz talebi yüksek. BDDK’nin verilerine göre bankalardaki döviz tevdiat hesaplarında mart ayının ilk on gününe yaklaşık 8,5 milyar dolarlık bir artış olduğu görülüyor.

Anlaşılan o ki MB, seçimlere kadar döviz satmaya devam edecek. Ama bunu sürdüremeyeceklerini bildikleri için seçimlerden sonra ne yapacaklar ve bunun kurlar üzerindeki etkisi ne olacak hep birlikte göreceğiz.

FAİZ ARTIŞI

Faiz artışının olacağını herkes tahmin ediyor. Ne kadar olacağı ise artık tartışma konusu bile değil. 500 baz puan ana beklenti oldu. Hatta bazıları “önden yüklemeli” diye söze başlayarak bundan daha fazla bir artış yapılması gerektiğini söylüyorlar.

Biliyorsunuz aralık ayından beri faiz artışlarının kredi kartı faizlerine yansımasını engelliyorlar. Seçimden sonra bu işi de sonlandıracakları için kredi kartı ve kredili mevduat hesaplarının faiz oranlarında önemli bir artış olacağını da söyleyebiliriz.

Peki, bunun sonucu ne olacak? Siz borçlanmak zorunda olduğunuz için bütçenizin daha büyük bir kısmını faiz ödemesine ayırmak zorunda kalacaksınız. Artık geri kalanı ile ne yaparsınız ona da siz karar veririsiniz.

İktidarın seçimlerin geride kalmasını neden heyecanla beklediğini anladınız mı?

                                                          /././

İşçiler varsa umut da var (Yaşar Aydın)
BirGün’ün sorularını yanıtlayan DİSK Başkanı Çerkezoğlu “Türkiye işçi sınıfı varsa umut var, yan yanaysak bütün demokrasi güçleri olarak umut her zaman var” dedi.

AKP iktidarı uyguladığı ekonomi politikalarıyla en büyük zararı işçi sınıfına verdi. Ücretli çalışan işçilerin alım gücü düştü, birçoğu işsiz kaldı. Bu tablo işyerlerinde mücadelenin de yükselmesini sağladı. Ancak yerel seçimler sonrasında işçi sınıfını çok daha kötü günler bekliyor.

BirGün TV’ye konuk olan DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu ile yerel seçimleri ve işçi sınıfının mücadelesini konuştuk. Çerkezoğlu şunları anlattı:

SİYASET DÖRT DUVAR ARASINDA YAPILIYOR

Seçim atmosferi yok bunu alanda görüyoruz. İki nedeni var. Birincisi Türkiye'de ekonomik tablo çok ağır. İktidarın ekonomik tercihlerinin sonucu olarak yaşadığımız özellikle de 2018 sonrası çok ciddi bir yıkıma yol açan, bütün çalışanları işçileri emekçileri halkı açıkça açlıkla yoksullukla yüz yüze bırakan tablo var. İkincisi de aslında daha yapısal. Türkiye'de esas olarak en geniş toplum kesimleri başta işçi sınıfı olmak üzere halk tümüyle siyasetin dışında bırakıldı. Siyaset 5 yılda bir sandıkta oy kullanmak oldu. TBMM ve siyasi partilerin dört duvarı arasında yaşanan bir şeye dönüştü. Orada yaşanan başarısızlık toplumun doğrudan gündemi haline gelmesini engelledi. Oysa olması gereken siyasetin dört duvar arasına hapsedilmesine izin vermemek, hayatın kendisi olduğu bilinciyle bütün toplumun katılımına açık hale getirilmelidir.

SEÇİM SONRASI VİTES BÜYÜTÜLECEK

14-28 Mayıs seçimlerinden sonra AKP'nin kendi sınıfsal ve siyasal tercihlerinin sonucu olarak geniş halk kesimleri açısından ağırlaşan bir tabloyu yaşıyoruz. İktidar sözcülerinin de ifade ettiği gibi 31 Mart seçimi öncesi kısmen fren yapılan uygulamalara hız verilecek ve tablo daha da ağırlaşacak. OVP arkasından 12. Kalkınma Planı hazırlandı. Buradaki tercihler gelir dağılımında ve vergide adaletsizliği körükledi. Şimdi seçimden sonra vites büyütmeye hazırlanıyorlar. Türkiye'de sistemin bütün çarkları düzenin bütün çarkları zengin daha zengin yoksulu daha yoksul yapmak üzere dönüyor. Türk lirasının değersizleşmesi ve emeğin ucuzlatılması üzerine kurulu şimdi bu politikalardaki ısrarın da artarak devam edeceğini söylememiz gerekiyor.

Şimşek sosyal medya hesabından ifade ettikleri, İTO başkanının söyledikleri emek karşıtı politikaların devam edeceğini net bir şekilde gösteriyor. Özellikle İTO başkanının kıdem tazminatı, iş güvenliği konusunda söyledikleri bir anlamda iktidarın politikalarının hangi yöne ilerleyeceğini de gösteriyor. Yani sadece iktidar politikaları sadece yoksullaştırmayacak aynı zamanda kazanılmış haklarımıza da saldırıya geçecekler.

SORUMLULUĞUMUZUN FARKINDAYIZ

DİSK olarak birlikte mücadele ettiğimiz sınıf kardeşlerimizle birlikte bütün bu saldırılara karşı mücadeleyi büyütmeye ve haklarımıza sahip çıkmaya hazırlanıyoruz.

İktidar sözcüleri 31 Mart'tan sonra 4 yıl seçimsiz bir süreç olduğunun özellikle altını çiziyorlar. Yani “4 yıl seçim yok biz bu politikaları kararlı biçimde uygulayacağız” diyorlar. 4 yıl seçimsiz olur olmaz bilmiyorum. Bu konular tabii biraz tartışmalı. Bütün bu kazanılmış haklarımıza başta kıdem tazminatı olmak üzere yönelen tüm saldırılara karşı en geniş işçi sınıfı bileşenleriyle birlikte bir mücadeleyi örgütleyeceğiz. Gelirde adalet vergide adalet diye 2 yıldır yürüttüğümüz eylemler etkinlikler yürüyüşler iş yerlerinden başlayan mücadele sürecini önümüzdeki dönemde devam ettireceğiz.

Bunun yetmeyeceğinin bilincindeyiz. Cumhuriyetin 2. yüzyılına girdik diyoruz. Cumhuriyetin bütün taşıyıcı kolonlarını ortadan kaldırılan bir dönemden geçiyoruz. Cumhuriyet cumhurun egemenliğidir, toplumun egemenliğidir.  Emekçilerin olmadığı bütünüyle siyasetten karar mekanizmalarından dışlandığı düzene Cumhuriyet denmez. Dolayısıyla işçi sınıfının olmadığı yerde işçi sınıfının örgüttü olmadığı yerde Cumhuriyet olmaz demokratik bir Cumhuriyet hiç olmaz. O nedenle demokrasi için demokratik bir Cumhuriyet için en temel kazanılmış haklarımıza sahip çıkmak için ve hepsinden önemlisi kendi hayatımız hakkında emeğimiz ekmeğimiz ve memleketimiz hakkında söz ve karar sahibi olabilmek için, başta sendikalaşma olmak üzere örgütlenmenin önündeki bütün engellerin kaldırıldığı bir demokrasi için herkesle birlikte omuz omuza mücadele vereceğiz.

Neo liberal politikaların bütün hedefi işçi sınıfının bütün örgütlerini dağıtmaktır. Bu nedenle demokrasi için savaşması gereken en önemli güçlerden biri sendikal harekettir, sınıf hareketidir. Demokrasi talebi ve emeğin hakları için verdiğimiz mücadele tüm dünyada da artık yeni bir toplumsal düzen talebiyle sürüyor.

Neo liberal politikaların bütün hedefi işçi sınıfının bütün örgütlerini dağıtmaktır. Bu nedenle demokrasi için savaşması gereken en önemli güçlerden biri sendikal harekettir, sınıf hareketidir. Demokrasi talebi ve emeğin hakları için verdiğimiz mücadele tüm dünyada da artık yeni bir toplumsal düzen talebiyle sürüyor.

Tüm bu koşullara rağmen umutlu olmak için çok fazla nedenimiz var. Biz varsak umut var diyoruz. Türkiye işçi sınıfı varsa umut var, yan yanaysak bütün demokrasi güçleri olarak umut her zaman var umut hiç bitmez.

Umudu büyütmek örgütlemek ve birbirimizden güç kuvvet almak son derece önemli hani bu aşının örneğin önümüzde 1 Mayıs var. Türkiye'de demokrasi mücadelesinin en önemli gündemlerinden bir tanesi de örneğin 1 Mayıs'ın ve Taksim'in özgürleştirilmesidir.

Seçim sonucu ne olursa olsun biz tüm kararlılığımızla hayatın her alanında mücadele içinde olmaya devam edeceğiz.

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 15 MART 2024 -

 

Soylu’nun sır buluşması (Barış Pehlivan)

Tarihi netleştiremedim ancak kısa bir süre önce olduğunu biliyorum.

Beşiktaş kulübünün eski yöneticilerinden Mete Düren’in evi...

İşte orada, Tansu Çiller ve Süleyman Soylu bir araya geldi. Bilen bilir, Çiller’in genel başkanlığı döneminde Soylu DYP’nin İstanbul teşkilatının başındaydı.

Görüşmenin içeriği şimdilik sır ancak buluşmanın karelerinin olduğunu biliyorum.

Bununla birlikte, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Son seçimim” dediği günümüzde eski iki yol arkadaşının buluşması dikkate değer.

İBB'NİN AKP'Lİ ZABITALARI

“İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) yönetimi kendisine bağlı zabıta ekiplerinden çok dertli” desem, abartı olmaz sanırım. Herkesin bildiği sırdır; İBB’de çalışan memurlar arasında ciddi bir AKP’li kitle var ve zabıta birimi de bundan nasibini alıyor. Kimin hangi partiye gönül verdiğinin bir önemi yok, lakin mesele asıl görevini yapmamaya gelince iş değişiyor. Zira, bu partizanlık seçim sürecinde öne çıkıyor.

Misal, daha iki gün önce Galata Köprüsü üzerindeki tramvay hattı çalışmadı. Çünkü Murat Kurum’un seçim afişi enerji teline dolanmıştı. Sahi, zabıta ekipleri bu riski görmedi mi? Ya da gördü de bilerek mi müdahale etmedi?

Özetle... İBB zabıtalarının güvenlik riski oluştursa da şehirdeki kimi AKP seçim afişlerine müdahale etmek istemediği, belediye içinde konuşulan konular arasında.

AKM'DEKİ SANATÇILAR RAHATSIZ

İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) çalışan sanatçılar uzun süredir oldukça rahatsız. Zira açıldığı 29 Ekim 2021’den bu yana AKM’nin otoparkına para ödemek zorunda kalıyorlar. Yüzde 50 indirim hakkına sahip olsalar da haftanın her günü AKM’de çalışan sanatçıların aylık otopark masrafları 2 bin lirayı geçiyor. Duydum ki sanatçı sendikalarının Kültür ve Turizm Bakanlığı ile yaptığı görüşmeler de bir sonuca varamamış. Haliyle AKM, devlet personelinin çalışıp otoparkına ücret ödediği tek kurum olmaya devam ediyor.

                                                   /././

Bu nasıl veda? (Özdemir İnce)

AKP Genel Başkanı R.T. Erdoğan TÜGVA (Türkiye Gençlik Vakfı) kongresinde yaptığı konuşmada seçimlere 22 gün kaldığını anımsatmış, 22 günü en güzel şekilde değerlendirerek, gerek ana kademe gerek kadın kolları gerek gençler, beraberce bir çalışmayla inşallah gerekli cevabı sandıkta vereceklerini dile getirmiş ve konuşmasını şöyle sürdürmüş: “Ardı arkası kesilmeyecek şekilde çalışmalarımı sürdürüyorum. Adeta nefes almaksızın koşturuyoruz. Çünkü benim için bu bir final. Yasanın verdiği yetkiyle bu seçim son seçimim ama buradan çıkacak netice benden sonra gelecek kardeşlerim için bir emanetin devri olacak. Onun için de hazırlıklarımızı buna göre yapıp, adımı da buna göre atmamız lazım ki çok farklı bakanlara karşı gereken cevabı istiyoruz ki 31 Mart akşamı verelim. 1 Nisan’dan itibaren de yeni bir dönemi inşallah başlatalım.”

Meğer Erdoğan’ın “Son Seçimim” açıklaması İsa’nın “Son Akşam Yemeği” benzeri bir veda simgesi değil sık sık zuladan çıkardığı “As” imiş! Böyle yazıyorlar. Ancak bu açıklama Erdoğan’ın ilk “son seçim” açıklaması değilmiş, daha önce de adaylıkları ile ilgili “son seçim” açıklaması yapmış amma velakin yasa değişiklikleri yaparak, yaptırarak siyasete tam gaz devam etmiş.

8 Mart’ta düzenlenen Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) Gençlik Buluşması’nda 31 Mart’ta yapılacak genel seçimlerin “bir dönüm noktası” olduğunu söylüyor. Bu önemli: “Benim için bu bir final. Yasanın verdiği yetkiyle bu seçim son seçimim. Çıkacak netice benden sonra gelecek kardeşlerim için bir emanetin devri olacak.”

Konuşmada ne söylediği kadar, nerede söylediği de çok önemli. TÜGVA Gençlik Buluşması’nda söylüyor. Konuşmanın yapıldığı Sinan Erdem Spor Salonu’nda “Bizim tek derdimiz var İslam İslam İslam”, “Bir gece ansızın gelebiliriz” pankartlarının asılı olduğu görülmüş. Demek ki TÜGVA İslamdan başka derdi olmayan (bir yere?) bir gece ansızın gelmeyi planlayan bir örgütmüş meğer! Bunu bir kenara yazalım. Ve R.T. Erdoğan’ın konuşmasından iki alıntı yapalım:

“Sevgili gençler, değerli kardeşlerim sizleri en kalbi duygularımla selamlıyorum. Bugün burada karşımda ülkemizin en büyük gençlik hareketini görüyorum. Ülkemizin son 10 yıldaki gençlik çalışmalarına mührünü vuran çalışkan kardeşlerimi görüyorum. Bir iyilik hareketi görüyorum. Milletimizin yanında olan kahramanlar görüyorum. TÜGVA çatısı altında 85 ilimizde ve 605 ilçemizde faaliyet gösteren bu yeni nesil gençlik hareketi Allah’ın izniyle maya tutmuştur. Yurtlarıyla, burslarıyla, icraathaneleriyle, destekleriyle, kamplarıyla, akademileriyle TÜGVA ailesi her alanda dal budak salıyor. Bu çelikten iradeyi daha da yükseltme vaktidir.”

Vikipedi’den aynen aktarıyorum (Devlette kadrolaşma iddiası): Gazeteci ve akademisyen Metin Cihan’a elektronik posta üzerinden gelen bazı belgelerle birlikte, devlet kadrolarına vakıf tarafından belirlenmiş isimlerin atandığı iddiası ortaya atılmış, vakıf için ikinci paralel devlet yapılanması ithamı yapılmıştır. TÜGVA’nın eski Van temsilcisi Metin Özsoy ise “Adalet Bakanlığı’nda 100’ün üzerinde, sadece benim tanıdığım TÜGVA’lı var. Bu isimler vakıf üzerinden buralara getirildiler. Emniyet’te ne kadar var bilmiyorum ama bekçi alımlarında da TÜGVA’nın çok ciddi bir rolü olduğunu biliyorum” sözleriyle iddiaları kabul etmiştir. Bunun yanında TÜGVA Genel Başkanı Enes Eminoğlu söz konusu iddialara yanıt vermek için gazeteci Cüneyt Özdemir’in programına konuk olmuş ancak programda bir gafa imza atarak “İçeriden belgeleri almış bu adam. Kendisine yedek yapmış, doğru belgeleri de manipüle ederek değiştirmiş, şimdi de ifşa ediyor” diyerek belgelerin doğruluğunu teyit etmiştir.

Oğul Bilal’in vakfın yüksek istişare kurulunda yer alması ve eylemleri oğulla vakfın özdeşleşmesine yol açmış durumda. Vakfın, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda dini programlar düzenlemesi çok kuşku uyandırıcı; sanki AKP belediyelerinin yan kuruluşu ve devletin yasal kuruluşu.

TÜGVA gençlik eğitimiyle ilgili bir sivil dernekten çok, bir amaca yönelik siyasal kadrolaşma örgütü gibi, şimdilik kara gömlekleri eksik. Günü geldiğinde, oğul Bilal’in cumhurbaşkanı yardımcısı olmasına engel var mı? Ancak bundan önce anayasanın 116. maddesi sayesinde bir kez daha aday olabilir. 

                                                    /././

Hayvan haklarında büyük utanç (Zülal Kalkandelen)

Köpeklere cinsel istismarda bulunan, birinde suçüstü yakalanan Yalçın Ünalleylioğlu, tutuksuz yargılanarak salı günü Ankara’da serbest bırakıldı, 24 Eylül’e duruşma tarihi verildi.

Çarşamba günü ise İstanbul Küçükçekmece adliyesinde tarihi bir gündü. 3. katta, altı dakika boyunca Eros adlı kediye işkence ederek katleden İbrahim Keloğlan’ın duruşması görülürken 7. katta, Badem adlı yavru köpeğe tecavüz eden Ahmet Aybar hâkim önündeydi. Tecavüz suçunu işleyene 2 yıl 2 ay hapis cezası ve 8 bin TL para cezası verilirken Eros’un katili 2 yıl 6 ay hapis cezası ve yurtdışı yasağı cezası aldı.

Fakat tecavüz suçunda cezanın üst sınırı yasada üç yıl olarak belirlendiği için yatarı yok, öldürme suçunda ise ceza dört yıl olan üst sınırdan uygulanmadığı için her iki suçlu da serbest kaldı!

Üstelik Keloğlan, vahşetin anbean görüntüleri olduğu halde, mahkemede, olayın yanlış aktarılıp halkın kin ve düşmanlığa sevk edildiğini söyleyerek tepki gösterenleri suçladı! Savcı en üst sınırdan ceza istediği halde, mahkeme heyeti yine “iyi hal” indirimi yaptı.

HAYVAN HAKLARINI YOK SAYANLARA OY YOK!

16 Şubat’ta bu köşede yazdığım yazıda, “Bu neyin iyi hali?!” diyerek sormuştum:

O şiddet videosunu izleyen bir hukukçunun, böylesine korkunç bir cinayeti işleyen kişinin bu ceza ile ıslah olamayacağını, toplum içine karışmasının zararlı olduğunu bilmesi gerekmiyor mu?

TBMM’de yasa görüşülürken “Hayvana tecavüz cezasız kalamaz!” dediğimde, “Hiçbir yasa suçu önlemez!” diyerek beni susturmaya çalışan AKP grup başkanvekili avukat Özlem Zengin adliyelerde “Katil vuruyor, devlet koruyor!” diyen adalet haykırışlarını duyuyor mu bilmem ama hayvan hakları savunucularının kararı çok net!

Hukuk devletinde halkın temsilcilerinden oluşan meclisler, adaleti tesis etmek için yasa yapar. Bunca yıldır hayvanları korumayan yasalarla toplumu aldatanları biliyoruz. Bu vesileyle bir kez daha bildiriyorum: Hayvan haklarını yok sayanlara ve bu şiddete geçit veren siyasetçilere OY YOK!

Şovu bırakın, katilleri ve tecavüzcüleri cezalandıran yasalar yapın!

Şimdi anladınız mı...

Neden hayvan katledenlere ve tecavüz edenlere verilecek cezanın ertelemesiz hapis cezası olarak uygulanabilmesi ve para cezası ile kalınmaması için üst sınırın üç yıldan fazla olmasını istediğimizi?

“Her hayvana tecavüz edeni hapse atarsak adliyelerin yükü artar, hapishaneler dolar taşar” diyerek neden cezanın üst sınırını üç yılla sınırladıklarını...

Tecavüz ve şiddet olaylarında neden sürekli “iyi hal” indirimine başvurduklarını...

Neden TBMM’de 2021’de kabul edilen 7332 sayılı yasanın (Hayvanları Koruma Kanunu ile Türk Ceza Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun) hayvan hakları savunucularının taleplerini karşılamadığını?

Biz o dönemde bu düzenlemelerin yetersiz olduğunu anlatıp yazarken, yasayı öven bazı avukatları ve sözde hayvan hakları derneklerinin temsilcilerini neden eleştirdiğimizi...

Neden tecavüzcülerin ve katillerin korunduğunu söylediğimizi...

“Her hayvana tecavüz ve şiddet olayında hapis cezası veremeyiz, çünkü insana yönelik suçlarda da her zaman hapis cezası olmuyor” diye neden gerekçe ürettiklerini?

Şimdi anladınız mı bu ülkede yaşam hakkının nasıl değersizleştirildiğini, insanın ve hayvanın şiddete karşı nasıl savunmasız bırakıldığını?

“Mahkemedeki duruşmaya AKP milletvekilleri de geldi” diyerek teşekkür edenlere duyurulur: Katillerin ve tecavüzcülerin serbest kalmasına yol açanlar, o kararları alan mahkeme heyetleri olduğu kadar, yasaları belirleyen AKP’liler ve gereken karşı duruşu göstermeyen partilere mensup milletvekilleridir. Seçim öncesinde şov yapmanın gereği yok!

(Cumhuriyet)


3 Mart 1924 tarihli devrim yasalarının rövanşı (I+II+III)- Rıfat Okçabol / soL

 

(I)

“Diyanet İşleri Başkanlığı ile Genelkurmay, Osmanlının M. Kemal’e düşman şeyhülislamlık makamı ile erkan-ı harbiyesine mi dönüşüyor?” Ne dersiniz?

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) 23 Nisan 1920’de açıldıktan sonra oluşturulan icra heyetlerinde, Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı (Şeriye ve Evkaf Vekaleti) ile Genelkurmay (Erkan-ı Harbiye) Bakanlığı oluşturulmuştur. Bilindiği gibi, TBMM’nin kurduğu icra heyetlerinin, 1921 Anayasası’nın ve 29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir temel ilkesi ‘egemenlik kayıtsız şartsız ulusta olduğudur.’ Yine bilindiği gibi, egemenliğin ulusa ait olduğu toplumlarda,

  • Ülke yönetimi, babadan oğula geçmez, ulusun temsilcilerinden oluşan bir meclis tarafından belirlenir;
  • Ülke yönetimi, inançlardan bağımsızdır;
  • Yaşamı düzenleyen kurallar, inançlar üzerinden değil, insan aklının öncülüğünde ve bilimsel gerçeklerin ışığında yapılacak tartışmalar sonunda uzlaşılıp anlaşarak belirlenir;
  • Toplum, ümmet ya da tebaa değil kendi egemenliğinin ayrımında olan özgür yurttaşlardan oluşur;
  • Yurttaşlar, ırk, din, cinsiyet ve varsıllık düzeylerine bakılmaksızın eşit haklara sahiptir.

Dolayısıyla ulusal egemenlik, laikliği, bilimselliği, hukuksallığı ve insan haklarını benimsemiş özgür yurttaşlar sayesinde işlevsel olabilir.

Ulusal egemenliği geçerli kılmanın ilk adımı Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasıdır. İkinci adım saltanata ve şeyhülislamlığa son verilmesidir. Üçüncü adım da, yüz yıl önce ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 60 gün kadar sonra, 3 Mart 1924’te, laiklik ve bilimselliğe kapı açarak ulusun egemenliğine işlevsellik kazandıracak nitelikte olan şu devrim yasalarının kabul edilmesidir:

  • 429 sayılı Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile Genelkurmay Bakanlığının Kaldırılmasına Dair Kanun;
  • 430 sayılı Öğretim Birliği Kanunu;
  • 431 sayılı Hilafetin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Yurtdışına Çıkarılmasına Dair Kanun.

429 sayılı yasayla, kaldırılan din işleri ve vakıflar bakanlığı yerine, “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare edecek” (m. 1) Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), Genelkurmay Bakanlığı yerine de, Genelkurmay Başkanlığı (m. 9) kurulmuştur. 429 sayılı yasayla dini ve askeri işlerle ilgili görevliler bakanlık yerine bürokratlığa indirgenip din adamlarının ve askerlerin siyasal kararlara etkisi kısıtlanmıştır.

DİB, özerk bir birim olarak değil, başbakanlığa bağlı bürokratik bir birim olarak oluşturulmuştur. DİB’e, dini konuları yorumlama yetkisi de verilmemiştir. Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiş olan Ankara Müftüsü Mehmet Rifat Börekçi, diyanet başkanlığına getirilmiş ve 1941’de rahmetli olana kadar bu görevi sürdürmüştür. DİB, 1960’lara kadar kuruluş amacı doğrultusunda hizmet vermiştir. Suat Hayri Ürgüplü’nün başbakanlığında, 1965’te 633 sayılı yasayla DİB’e ‘din konusunda toplumu aydınlatma’ (m. 3) görevi verilmesi, DİB’in kuruluş amaçlarından sapmasına yol açmıştır. DİB, Cumhuriyet’in ellinci yılında yayımladığı ‘Hutbeler’ adlı kitapta, ulusal egemenliğin, kutsal kitabın ve Peygamberin gösterdiği yol olduğunu yazabilmiştir! Süleyman Demirel’in başbakanlığında 1976’da çıkarılan 1982 sayılı yasayla DİB’e verilen yurt dışı teşkilatı kurma yetkisi, Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından 1979’de iptal edilmiştir. 1982 Anayasa’sında da DİB için, “lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir” (m. 136) yükümlülüğü getirilmiştir. Ancak 12 Eylül darbe yönetiminin Türk-İslam sentezi anlayışı doğrultusundaki uygulamaları, DİB’in kuruluş amaçlarından sapmasını hızlandırmıştır. Örneğin DİB, 1984’te yayımladığı ‘Gurbetçinin el kitabı’nda, dinsizliğin “her türlü faziletsizliğin doğmasına ve yayılmasına ve bunun sonucu olarak da ahlaki düşüncelerin kaybolarak toplumun bozulmasına” (s. 37) neden olacağını belirtebilmiştir.

AKP’nin çıkardığı 1 Temmuz 2010 tarihli ve 6002 sayılı yasa, DİB’e “İslam dininin temel bilgi kaynaklarını ve metodolojisini, tarihî tecrübesini ve güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak dinî konularda karar vermek, görüş bildirmek ve dinî soruları cevaplandırmak” (m. 4a) gibi yeni görevler yüklemiş ve yeniden yurt dışında da faaliyet gösterme yetkisini vermiştir. Bu yasa tam anlamıyla 429 sayılı yasanın rövanşı niteliğinde olsa da, bu maddeler AYM tarafından iptal edilmemiştir. 2017’den beri görevde olan diyanet başkanı zamanında alınan karar ve uygulamalar ile yapılan dini yorumlar; tarikatlara verilen destekler; açılan Kuran kursları; Öğretim Birliği yasasına aykırı olarak 2022’de Diyanet Akademisi’nin kurulması DİB’i kuruluş amacına iyice yabancılaşmış bir kuruma dönüştürmüştür. DİB’in son yıllardaki Anayasa’yla/laik düzenle bağdaşmayan uygulamaları da Danıştay tarafından iptal edilmemiştir. Bu diyanet başkanına, 30 Ağustos 2018 Zafer Bayramı töreninde, Genelkurmay Başkanı’ndan önce 12. sırada yer verilmesi, DİB’e verilen ödül niteliğinde olmuştur.

Genelkurmay başkanlığı konusunda da, kuruluş amaçlarıyla örtüşmeyen gelişmeler, silahlı kuvvetlerin 1950’lerde NATO’nun emrine verilmesiyle başlamıştır. Sonraki yıllarda, genelde Amerika yanlısı kişiler genelkurmay başkanı olabilmiştir. 12 Eylül 1980 darbesini yapan genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları, ulusal egemenlik kavramıyla bağdaşmayan Türk-İslam sentezi anlayışını benimseyip uygulamıştır. Silahlı kuvvetlerde, Fetöcü yapılanmaya göz yumulmuştur. 15 Temmuz 2016 tarihli Fetöcü darbe girişimi sonrasında genelkurmaya da son darbe vurulmuştur. Atatürk düşmanlığıyla bilinen bir kişiyi evinde ziyaret eden bir genelkurmay başkanı, cumhurbaşkanlığı adaylığından caydırmak için Abdullah Gül’ün evine gönderilmiştir. Sonra da emekliliği gelen genelkurmay başkanları savunma bakanı yapılarak, 1924 öncesine dönülmüştür.

Son günlerde, Cumhuriyet Bayramı’nda bile Mustafa Kemal’in adını anmayan diyanet başkanı, “Milletine, devletine hainlik yapanlara karşı içinde ve yüreğinde bir nefret besleyen gençler olsun” çağrısında bulunmuştur. Mustafa Kemal’i savunmaya kalkan teğmenler ordudan ihraç edilirken, Jandarma Genel Komutan Yardımcısı bir cemaatin sorumlusuyla görüşmüştür.

“Diyanet İşleri Başkanlığı ile Genelkurmay, Osmanlının M. Kemal’e düşman şeyhülislamlık makamı ile erkan-ı harbiyesine mi dönüşüyor?” Ne dersiniz?

(II)

Sonuç olarak 3 Mart 1924’ün yüzüncü yılında, ‘öğretim birliğinin’ paramparça olduğunu söylemek mümkündür. Gericiler, şimdilik bu konuda da rövanşı almış gibidir.

3 Mart 1924 itibariyle Türkiye’de, Osmanlı'dan kalma, kendi vakıfları tarafından yönetilen azınlık ve yabancı okullar vardı. Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nın ilgilendiği ve dini öğretimin ağırlıklı olduğu sıbyan mektepleri ile medreseler bulunuyordu. Sıbyan mektebini bitiren erkekler medreseye devam edebiliyordu. Maarif Vekaleti'ne bağlı olan ve çağdaş derslerin de okutulduğu ilk ve ortaokullar, liseler ile meslek okulları vardı. Medreselerde çoğu devamsız olan ve ilkokul düzeyinde okuyan 16 bin dolayında öğrenci vardı ve bu öğrencilerin bir kısmı tek müderrisi olan medrese öğrencileriydi.

Medreseler Osmanlı'nın duraklama döneminde nitelik kaybına uğramaya başlamıştı. Örneğin 1600’lerde Kazak Abdal, “Ormanda büyüyen adam azgını/ Çarşıda pazarda insan beğenmez/ Medrese kaçkını softa bozgunu/ Selam vermeğe dervişan beğenmez/ Alemi tan eder yanına varsan/ Seni yanıltır bir mesele sorsan/ Bir çim bile çıkmaz karnını yarsan/ Camiye gelir de erkan beğenmez” diyordu (akt. Sakaoğlu, 2003: 29). Tarihçi Ergin’e göre de, medreseler memlekete, Türklüğe, ilim âlemine hizmet etmiş tek alim yetiştirmemişti (akt. Sakaoğlu, 2003: 8). Medreselerin yetersizliği üzerine Osmanlı, 1863’te darülfünun (üniversite) açmıştı. Medreseler Osmanlının her yenilik girişimine karşı çıkmış, 1876 ve 1909’da yaşanan isyanlara da katılmıştı.

Dolayısıyla 3 Mart 1924’te kabul edilmiş olan 430 sayılı Öğretim Birliği Yasası, bu koşullarda kabul edilmiş bir yasadır. Bu yasanın ilk maddesiyle, askeri okullar dışında kalan Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile yerli ya da yabancı özel vakıflarca yürütülen tüm okullar eğitim bakanlığına bağlanmıştır. Bu yasanın 4. maddesi de bakanlığa, “yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşat” etme görevi vermiştir. 13 Mart 1924’te de, sıbyan mektepleri ilkokullara dönüştürülmüştür. Medreseler kapatılırken öğrencileri uygun okullara nakledilmiş ve 29’u da 4 yıllık ortaokul niteliğinde salt imam hatip yetiştirecek ‘imam hatip okulu’ olarak yapılandırılmıştır. Darülfünunda da bir ilahiyat fakültesi açılmıştır. Bu yasa, tek tip insan yetiştirmek için değil, tek elden yönetilecek laik ve bilimsel eğitim sistemini kurup özgür yurttaş yetiştirmek için çıkarılmıştır.

Bu yasanın ardından, ders programları çağdaşlaştırılmış, öğretim dili Arapça/Farsça yerine Türkçe olmuş, karma eğitim ve devlet okullarında parasız eğitim başlatılmıştır. Tarikatlar kapatılmış, Harf Devrimi yapılarak okuma-yazma kolaylaştırılmış, öğretmen yetiştirmeye önem verilmiş ve zamanla okullarda din dersleri kaldırılmıştır. Bu yasa önemi gereği, hem 27 Mayıs (1961) Anayasası’nın 153. maddesi hem de 1982 Anayasası’nın 174. maddesi ile Anayasa’nın koruması altına alınmıştır.

2 bin 258 öğrenci ile öğretime başlayan imam hatip okulları, öğrenci sayısı 10’lara düşünce 1930’da kapatılmıştır. Öğrenci sayısı 20’ye düşen ilahiyat fakültesi de 1933’te kapatılıp İstanbul Üniversitesi’nde İslam Araştırmaları Enstitüsü’ne dönüştürülmüştür. İmam-hatip yetiştirmek için ilkokul mezunlarının alındığı Kuran kursları açılmıştır (Zengin, 2002: 94, 96, 102).

3 Mart 1924’te başlayan laik ve bilimsel dönüşümlerin son halkalarından biri 1940’ta köy enstitülerinin açılması ile 1946 seçimlerinden 22 gün önce 4936 sayılı çağdaş, demokratik ve özerk Üniversite Kanunu’nun çıkarılmasıdır. Ancak 1946 seçimlerinden sonra devran dönmüş, iktidarlar laik ve bilimsel eğitimle bağdaşmayan uygulamalarda bulunmaya başlamışlardır. Din dersi 1949’da ilkokul, 1950’lerde ortaokul ve 1960’larda da liselerde seçmeli ders olmuştur. Demokrat Parti 1951’de imam hatipleri ayrı okullar olarak değil, ortaokul/lise dengi okul olarak açmıştır. 1960’larda imam olamasalar da kızların imam hatiplere alınmasına başlanmıştır. 1972’de imam hatipler dahil meslek okullarının orta kısmı kapatılınca, imam hatip liselerine giden öğrenci sayısı 2 yılda yüzde 70 kadar azalmıştır (Öcal, 1996). 12 Eylül 1980 darbecilerinin hazırladığı 1983 Anayasası’nda, ağırlıklı olarak Sünni-Hanefi içerikli din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ilk ve ortaöğretimde zorunlu ders yapmıştır. 1983’te imam hatip mezunlarına üniversiteye girme hakkı vermiştir. 1997 yılında kesintisiz 8 yıllık zorunlu eğitime geçildiğinde de, imam hatip liselerine giden öğrenci sayısı hızla azalmıştır.

AKP’nin 30 Mart 2012’de çıkardığı 4+4+4 yasası ile imam hatip ortaokulları ve iki yeni seçmeli din dersi açılmıştır. Bu yasa, Anayasanın laiklikle ilgili 2., 10., 42. ve 58. maddelerine aykırı olsa da, 2010 Anayasa reformundan sonra yapısı değiştirilen Anayasa Mahkemesi tarafından hiçbir maddesi iptal edilmemiştir. Bu yasanın hemen ardından, bir seçmeli din dersi daha açılmış, genel liseler kapatılmış, binlerce okul imam hatiplere dönüştürülmüş, okullarda türban serbest bırakılıp mescit açılmıştır. Liselere giriş sınavı değiştirilerek sınav kazanamayan öğrencilerin büyük çoğunluğu imam hatip liselerine gitmek zorunda bırakılmıştır.

Son yıllarda, imam hatip çıkışlılar eğitim bakanlığına ve ilahiyatçılar rektörlüğe getirilmektedir. Üniversiteler giderek medreseye dönüşmektedir. Bakanlığın gerici kuruluşlarla yaptığı protokoller artmaktadır. Diyanetin ve yasak olan tarikatların da, bakanlığın resmen tanıdığı okulları vardır. Sıbyan mektebi ve medrese adları verilen kaçak oluşumlar da artmış ve icazet törenlerini caddelerde yapmaya başlamışlardır. Yeni seçmeli din dersleri açılmıştır. Bakanlık ‘manevi rehber’ ve ‘Depreme Manevi Hazırlık’ adını verdiği uygulamalarla imamları, müftüleri ve vaizleri okullarda kullanmaya başlamıştır. Anayasayı korumakla görevli olan Cumhuriyet Savcıları, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi, Anayasa karşıtı gelişmeleri bırakın görmemezlikten gelmeyi, çoğu kez Anayasaya uygun gelişmeler olarak değerlendirmektedir.

Sonuç olarak 3 Mart 1924’ün yüzüncü yılında, ‘öğretim birliğinin’ paramparça olduğunu söylemek mümkündür. Gericiler, şimdilik bu konuda da rövanşı almış gibidir.


Kaynakça

  • Öcal, M. (1996). 15. Milli eğitim şurası ve okullarımızda din eğitimi. İstanbul: Türkiye Gönüllü Teşekkülleri Vakfı yayını.
  • Sakaoğlu, N. (2003). Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
  • Zengin, Z. S. (2002). Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun hazırlanmasından sonraki ilk dönemde uygulanışı ve din eğitimi, Dini Araştırmalar, Mayıs-Ağustos, 5, s. 81-106.
(III)

AKP iktidar olduğu sürece hilafet/şeriat çığlıkları artarak devam edecektir.

Yüz yıl önce 3 Mart 1924 günü TBMM’de kabul edilen üçüncü devrim yasası, hilafeti kaldıran ve Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt dışına çıkarılması hükmünü getiren 431 sayılı yasadır.

Bilindiği gibi hilafet İslam dünyasında ilginç bir durumdur. H. Muhammed’in ölümünden sonra gelen 4 halife seçimle belirlenmişse de, daha sonra genellikle siyasal gücü eline geçiren halife olmuştur. Seçimle gelen dört halifeden üçü öldürüldüğü gibi, var olan halifeyi öldürüp halife olanlar da vardır. Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ı fethinden sonra Memlük halifesi ölünce, halifeliği üstlenmiştir. Halifelik Emevilerde ve Abbasilerde olduğu gibi Osmanlıda da babadan oğula geçmeye başlamıştır. İşin özünde padişahın aynı zamanda halife olması, hiçbir işe yaramamıştır. Osmanlı, 1517’den sonra da Bağdat’a ve Yemen’e seferler düzenlemiş, İran ile hatta Mısır’a vali tayin ettiği Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile defalarca savaşmıştır. I. Dünya Savaşı’nda da Araplar Osmanlıyı her yerde arkadan vurmuştur. Halife Padişah, Kurtuluş Savaşı’na bile karşı çıkmıştır.

TBMM, 1 Kasım 1922’de saltanata son verirken, ilginçtir halk egemenliği anlayışıyla bağdaşmasa da, herhalde günün koşulları gereği, son padişah Vahdettin’in halifeliğine dokunmamıştır. Vahdettin 17 Kasım 1922’de yurt dışına kaçınca, TBMM, Vahdettin’in halifeliğine son verip veliaht Abdülmecit efendiyi ‘halife’ yapmıştır.

24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin bağımsızlığı uluslararası alanda kabul edilmiştir. 29 Ekim 1923 günü, Kurtuluş Savaşı’nın ilk yılında TBMM’de kabul edilmiş olan 1921 Anayasası’nda yapılan değişiklikle halk egemenliğine dayalı olacak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve “Türkiye Devleti’nin dini, ‘dini İslamdır’” ifadesi Anayasa’ya eklenmiştir. Mecliste yapılan seçimle Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı olmuştur. Bu arada halife, siyasal güç edinme çabalarını hızlandırmış, halifenin aynı zamanda devlet reisi olmasını isteyenler de ortaya çıkınca hilafetin halk egemenliğiyle bağdaşmadığını düşünenler de artmıştır. Sonunda halk egemenliği anlayışıyla bağdaşmayan hilafete son veren 431 sayılı yasa kabul edilmiştir.

431 sayılı yasanın kabulünden bir ay kadar sonra 20 Nisan’da, 1924 Anayasası kabul edilirken de devletin dininin ‘dini İslam’ olduğu maddesine yer verilmiştir. 13 Şubat-31 Mart 1925 tarihleri arasında ise devletin dinin İslam dini olmasıyla yetinmeyip halk egemenliğine karşı olan hilafet/şeriat yanlısı Şeyh Said isyanı yaşanmıştır. Bu olayın ardından 2 Eylül 1925’te, insanların özgürleşmesini larını engelleyen tekkeler ve zaviyeler kapatılıp tarikatlar yasaklanmıştır. 1 Mart 1926’da kabul edilen Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesi ile “dini veya dini hissiyatı veya dinen mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suret ve sıfatla olursa olsun Devletin emniyetini ihlal edebilecek harekete halkı teşvik veya bu şekilde cemiyet kuranları cezalandırmakta, dini fikirlere ve hislere dayanan siyasi cemiyetlerin kurulması” yasaklanmıştır.

10 Nisan 1928’de, “Devletin dini ‘dini İslamdır’” ifadesi 1924 Anayasası’ndan çıkarılmıştır. 23 Aralık 1930’da, Menemen’de yedek subay Kubilay’ın öldürüldüğü şeriat yanlısı bir kalkışma yaşanmıştır. 5 Şubat 1937 günü yapılan bir değişiklikle Anayasa’da laiklik ilkesine yer verilmiştir.

İlk kez halk oylamasıyla kabul edilen 1961 (27 Mayıs) Anayasası’nın 2. maddesine göre “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Bu madde 1982 Anayasası’nda da yer almıştır. Ancak 1961 Anayasası ile gelen özgürlükler sonrasında, bu 2. maddeyle bağdaşmayan yönde gelişmeler olmuştur. Önce milliyetçi ya da komünizmle mücadele gibi adlar kullanan, Süleyman Demirel iktidarlarından da destek gören gerici birlikler, dernekler ve sendikalar kurulmuştur. Gericiler, 16 Şubat 1969’da Taksim’de Amerika karşıtı ve bağımsızlık yanlısı gösteri yapan gençlere saldırıp ‘Kanlı Pazar’ denen vahşete neden olmuşlardır. 7 Temmuz 1969 günü Kayseri’de yapılan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) genel kurulu, gericilerin saldırısına uğramış ve toplantı yeri ateşe verilmiştir. TÖS 1971’de yapacağı genel kurul toplantısını gericilerin saldırı tehlikesi nedeniyle iptal etmiştir. 1 Mayıs 1977 İşçi Bayramı’nda, Taksim’de 34 emekçinin ölmesine ve 130’nun yaralanmasına yol açanlar da; 1978’de Malatya'da, Sivas'ta, Maraş’ta ve Mayıs 1980’de Çorum’da katliam yapanlar da, gericiler olmuştur.

12 Eylül 1980 darbesini yapan generaller de, Türk-İslam sentezi anlayışını benimseyip uygulayarak gericilerin palazlanmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Darbeciler, din kültürü ve ahlak bilgisi dersini zorunlu ders yaparak; imam hatiplere üniversite kapısını açarak; tarikatçı yapılanmalara hoşgörülü, ilerici oluşumlara ise acımasızca yaklaşarak, şeriat anlayışının toplumda yaygınlaşmasının kapısını açmıştır. 12 Nisan 1991’de, Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı ve Yıldırım Akbulut’un başbakanlığında Türk Ceza Kanunu’ndan 163. maddenin çıkarılması, gericiler için doping niteliğinde olmuştur. Bu dopingle gericiler, 3 Temmuz 1993’te “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak” naralarıyla Sivas’ta 34 aydını yakarak öldürmüştür. Öldürenlerin avukatlığını yapanlar, sonradan AKP milletvekili olarak meclise girmiştir.

AKP lideri,

  • zaman zaman, “Devlet laik olur ama yurttaş laik olmaz”“Ben Müslümanım ama laik değilim”, “Ne halk egemenliği, egemenlik Allah’ındır Allah’ın” demektedir.
  • Danıştay’ın bir kararı üzerine 25 Mart 2014’te, “Efendi sen kim oluyorsun, buna Mecelle karar verir”;
  • 6 Kasım 2019’da, “Müslümanların en büyük özgürlüğü Allah'a boyun eğmesi, kulluk etmesidir”;
  • 28 Kasım 2019 günü, “İslam bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz”;
  • 21 Temmuz 2021’de, “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok” ve
  • 1 Şubat 2024’te de, “Farklı maskeler altında şeriat düşmanlığı var”

demiştir. Bu sözler halk egemenliği ile bağdaşmayan ve şeriata pirim veren sözler olmaktadır.

Bu tür söylemlerin yanında imam hatip okullarında ve din derslerinde şeriat konusuna yer verilmesi, ülkeyi bir din toplumuna dönüştürme amacında olan dernekler, vakıflar ve tarikatlar ile diyanetin etkinlikleri, şeriat/ hilafet isteyenlerin sayısını artırmaktadır. Hilafet/şeriat çığlıkları atanlara dokunulmaması ise hilafet/şeriat isteyenlerin cesaretini artırmaktadır. Bu tür çığlıklar atanlar, AKP’nin Anayasa değişikliğinde hilafete/şeriata yer verileceği beklentisi içine girmişlerdir. AKP iktidar olduğu sürece hilafet/şeriat çığlıkları artarak devam edecektir.

(Rıfat Okçabol / soL)




Karaburun'da tepki çeken GES projesinin sahibi Erkan Petekkaya çıktı: 'Yağma ve rantın karşısındayız' + Lodos Enerji Karaburun’da zeytin katliamı yaptı (soL-Özel)

Karaburun'da tepki çeken GES projesinin sahibi Erkan Petekkaya çıktı: 'Yağma ve rantın karşısındayız' (ASLI İNANMIŞIK)

Karaburun'da meralık alanda yapılması planlanan 270 milyon liralık GES projesine köylüler tepkili. 250 dönüm arazide yapılacak projenin sahibi, oyuncu Erkan Petekkaya çıktı.

İzmir'in Karaburun ilçesinin Küçükbahçe Köyü’nde, mera olarak kullanıldığı belirtilen 250 dönüm arazi, oyuncu Erkan Petekkaya'nın sahibi olduğu Nano Yenilenebilir Enerji Yatırımları Anonim Şirketi'ne tahsis edildi. Bölgeye 270 milyon liralık Güneş Enerjisi Santrali (GES) ve Elektrik Depolama Tesisi kurulacak. Şirketin başvurusu üzerine "Salman Rüzgar Enerji Santraline Yardımcı Kaynak Güneş Enerji Santrali" isimli projenin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreci başlatıldı.

Köylüler ÇED toplantısını protesto etmişti

Projeyle ilgili olarak hazırlanan ÇED Raporu, 07 Şubat 2022 tarihinde İzmir Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü internet sayfasında duyuruya çıkmış ve köylülerin tepkisi üzerine "ÇED halkın katılımı toplantısı" 09 Mayıs 2022 tarihinde yapılamamıştı. Çevre ve Şehircilik İklim Değişikliği İl Müdürlüğü yetkilileri tarafından toplantı alanında düzenlenen tutanakta "Bölgede yoğun RES projelerinin olduğu, GES projeleriyle kalan mera alanlarının da yok olacağı, faaliyetin bölge halkı tarafından istenmediği protestolarla yoğun bir şekilde dile getirilerek, halk bilgilenmek istememiştir" denilmişti. 

                                                                Küçükbahçe Köyü

Petekkaya: Orası devletin bize gösterdiği yer

Köylülerin tepki gösterdiği 270 milyon liralık proje hakkında Erkan Petekkaya Bir TV’ye konuştu. Petekkaya, "Yasadışı yapılmış bir işimiz yok. Orası devletin bize gösterdiği yer. Her Türk vatandaşı gibi hakkım olanı kullanıyorum. Zeytinliği kesmiyorum, doğaya, çevreye, insana zarar vermiyorum. Aksi olsa zaten ben karşı çıkarım. Hazırlanmış 187 sayfalık rapor var. Olumsuz hiçbir şey, hiçbir tespit yok. Yapmak isteğimiz sadece güneş enerjisi santrali" diye konuştu.

            Petekkaya, ülkücü mafya Sedat Peker'le olan fotoğrafını silmesiyle de gündeme gelmişti.

'Karaburun büyük bir rant ve talan projesi ile karşı karşıya'

TKP Karaburun Belediye Başkanı Adayı Şadan Tütüncü de projeye tepki gösterdi. Karaburun'un büyük bir rant ve talan projesiyle karşı karşıya olduğunu belirten Tütüncü, "Rüzgar ve güneş temiz enerji kaynaklarıdır ancak bu yatırımların planlı ve sorumlu bir şekilde yapılması gerekir" dedi. Tütüncü şöyle konuştu:

"Sorumsuzca köy yerleşim alanlarının dibine kadar gelen, meraları, koyları tahrip eden bu projelere Bakanlık izin veriyor, muhalefet de ses çıkarmıyor. Geçim kaynakları elinden alınan Karaburun halkı köylerini terk etmek zorunda kalıyor, kalanlar zorluklarla mücadele ediyor. TKP olarak her türden yağma ve rant projesinin karşısındayız, enerji sektörü devletleştirilmeli."

                                   TKP Karaburun Belediye Başkanı Adayı Şadan Tütüncü

Yarımada'ya rant saldırısı keçiciliği de bitirdi

Yarımadada son yıllarda GES ve rüzgar enerjisi santrali projeleri birbiri ardına onaylanmaya başladı. Özel Çevre Koruma Bölgesi olmasına karşın ilçe sınırlarının yüzde 80’i bakanlık eliyle enerji şirketlerinin yağmasına açıldı. Tarım alanları ve meralar yok edilmeye başlandı.

Köylerde yaşayanların bir bölümünün geçim kaynağı hayvancılık ve keçicilik. Dolayısıyla meralar hayvanların otlanma alanı olarak kullanıyor. Ancak yıllar önce 40 bin üzerinde keçinin otladığı Parlak Köyü ve civarındaki meralar zaman içinde RES projeleri için yatırımcılara tahsis edildiğinden keçi nüfusu bugün bin civarında kalmış durumda.

Ayrıca bölgede uluslararası ve ulusal ölçekte koruma altına alınan bitki, sürüngen, memeli ve kuş türleri de mevcut.

                                             Karaburun'da keçicilik, fotoğraf: AA

Halk elektrik kesintileri ve yangın riskinden şikayetçi

Bölgedeki bir başka sorun da sürekli yaşanan elektrik kesintileri. Bu kadar enerji santraline rağmen halk sürekli elektrik kesintileriyle mağdur olmaktan ve gerekli altyapı yatırımlarının yapılmamasından şikayetçi.

Sayıları her geçen gün artan santrallerin ortaya çıkarabileceği yangın tehlikesi de Yarımada sakinlerini endişelendiriyor. 2019'un Eylül ayında Öres Elektrik'in trafosundan çıkan yangın neredeyse tüm Badembükü'nün yanmasına neden oluyordu. ÇED raporlarında ise bu yangın riski gündeme bile getirilmiyor.

                                                    Fotoğraf: Karaburun Yerel Fok Komitesi

                                                                          /././

Lodos Enerji Karaburun’da zeytin katliamı yaptı (Serdar Kızık)

Tarım Orman ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve EPDK'nin çelişkili raporları üzerine LODOS Enerji şirketi dün yaşları onun üzerinde bin zeytin ağacını dozerlerle sökerek katletti.

Özel Çevre Koruma Bölgesi olmasına karşın ilçe sınırlarının yüzde 80’ini enerji şirketlerine açılmasıyla birlikte tarım alanları yok ediliyor. Tarım Orman ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu'nun (EPDK) çelişkili raporları üzerine LODOS Enerji şirketi dün yaşları onun üzerinde bin zeytin ağacını dozerlerle sökerek katletti.

Karaburun’da yağma sürüyor. Yaylaköy’de GES ve RES yatırımlarını sürdüren yerleşim bölgelerinin dibine santral kuran, doğal yaşam alanlarını bozan enerji şirketlerinden LODOS’tan dün yeni bir hamle daha geldi.

On yaşını geçkin 16 bin zeytin ağacının bölgesine dozerlerle giren şirket, yaklaşık 1000 ağacı kökleyip, toprağın altına gömdü.

Yaylaköy’den zeytin alanının ortaklarından Mustafa Şenbahar yılların emeğiyle yetiştirilen zeytin ağaçlarının köklenmesiyle ilgili olarak “Burada katliam yapıldı. Tarım Bakanlığı’nın arazinin tarım alanı olduğu görüşüyle ilgili son yazısına karşın şirket, bine yakın ağacımızı söktü. Hafta sonu yapılan bu operasyonla oldubittiye getirmek istiyorlar.  Bu katliamı durdurun” dedi.

Karaburun Belediye Başkanı İlkay Girgin Erdoğan da şu açıklamayı yaptı:  “Karaburun’daki bu kıyıma yeter artık diyoruz.  Rüzgâr ve Güneş Enerji Santralleri tarım- hayvancılık alanlarına yapılmasın çağrımıza rağmen, dün Yaylaköy’de zeytin talanı yaşandı. Lodos firması, ÇED toplantısında yapamadığı - halkımızın geçit vermediği genişleme çalışmasını; yaklaşık 16 bine yakın zeytin ağacının yer aldığı Devletimizin köylümüze kiraladığı zeytinlik sahasından 1000’e yakın zeytin ağacını sökerek zorla sağlamaya çalıştı. Kurumlarımızın resmi raporlarında zeytinlik olduğu tespitliyken, ağaçları sökerek ‘çorak’ alan yaratma hedefinin parçasıydı yaptıkları talan. Biz, zeytinime dokunma ve keçilerimiz yaşasın derken, firma, bu yaptıklarıyla Karaburun’da bıçağı kemiğe saplamıştır. Lodos, rüzgâr ektiyse, fırtına biçecektir! Yeni RES’lerinizi size yaptırmayacağız! Zeytine, keçiye yenileceksiniz.” (01/10/2023)

(soL-Özel)


TKP açıkladı: Belediyeler için komünist ilkeler - soL

 

Türkiye Komünist Partisi, komünist belediyeciliğe dair 14 ilkesini açıkladı.

31 Mart'ta gerçekleştirilecek olan yerel seçimlere kısa bir süre kalırken, Türkiye Komünist Partisi (TKP) de komünist belediyeciliğe dair ilkelerini açıkladı. "Belediyeler için komünist ilkeler" başlığıyla yayımlanan açıklamada,  komünist belediyeciliğin hayata geçirileceği yerlerde uygulanacak 14 farklı ilkeye yer verildi.

Açıklanan ilkeler şöyle:

1. Komünistler için belediyecilikte temel hedef her şeyden önce örgütlülüğünün giderek bilincine varan halkın yönetime katılması için kanalların açılmasıdır.
Komünistlerin yetki aldığı her yerde halk mahalle, semt, okul, işyeri temsilcilikleri gibi kanallarla belediyenin yönetiminde söz sahibi olacaktır. Daha fazla olanak ve platform bulan emekçi halk bu mevziyi düzene karşı korumak için daha bilinçli hale gelecektir.

2. Komünist belediyecilik emekçi halkın refah ve mutluluğunu amaçlar.
Düzen içinde belediyecilik rant paylaşımına odaklanır. Komünistler ise belediyelerin etrafında kümelenmiş rant çetelerini dağıtmakla işe başlayacaktır. Tek bir patron ve müteahhit belediyeleri kendi çıkarları için kullanamayacak, ondan yararlanamayacaktır. Tek hedef emekçilerin yaşam niteliğinin gelişmesi olacaktır. Belediyenin tüm faaliyeti halkın ihtiyaçlarına göre planlanacaktır.

3. Emekçi halkın sağlıklı ve nitelikli barınma, ulaşım, eğitim, kültür ve dinlenme olanaklarına kavuşması için bütün olanaklar seferber edilir.
Birer hak olarak emekçi halkın sağlıklı ve sağlam konutlarda oturması, eğitim olanaklarına ulaşması, güvenilir kitle ulaşımının garanti edilmesi, dinlenme ve tatil yapma olanaklarının sağlanması başlıca hedef olacaktır. Kent planlamasında toplum ve çevre sağlığının esas alınması, yeşil alanların rantçılara karşı korunması ve geliştirilmesi ancak yerel yönetimlerde komünistlerin mücadelesiyle sağlanabilir.

4. Komünist belediyeler deprem kuşağında yer alan ülkemizin her yerinde şehirlerimizin güçlendirilmesi önceliğiyle hareket edecektir.
Şehirlerimizi deprem ve diğer doğal afetler karşısında savunmasız hale getiren halkın güvenliğini değil sermayedarların ve müteahhitlerin kâr hırsını önceleyen yaklaşımdır. Şehirlerimizi bu afetler karşısında güçlendirmek için önce yağmanın önünü kesilecek, ardından kaynaklar bir planlama doğrultusunda mevcut yerleşimlerin güçlendirilmesi, yeni yerleşimlerin ise bilimsel veriler doğrultusunda elverişli alanlarda kurulması için ayrılacaktır.

5. Komünistlerin belediye yönetimlerindeki varlığı, ortaklaşmayı ve birlikteliği güçlendiren bir kültürün geliştirilmesi demektir.
Çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin birlikte kendilerini geliştirebilecekleri ortamları yaratmak komünistlerin yerel yönetimlerdeki birincil görevlerindendir. Kolay ulaşılabilir ve yaygın bir kütüphane ağı, çocuklar ve gençler için bilim merkezleri, birlikte yazıp oynayacağımız piyesler için tiyatrolar, şarkılarımızı, türkülerimizi öğrenip söyleyeceğimiz korolar ve orkestralar, biliminin emekçilerin yararına nasıl sunulacağını anlatan konferans dizileri ve birlikte yapılan spor bu ortak yaşam kültürünü yaratmanın araçları olacaktır.

6. Komünistlerin belediyelerdeki çalışmaları uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmasına karşı da bir bariyer olacaktır.
Düzenin emekçi halkı çürüten saldırılarına, uyuşturucu kullanımı ve her türlü yozlaşmaya karşı komünistler gençlerimizi koruyan önlemler alacaktır.

7. Kadınların eşitliği ve özgürlüğü için olanaklar yaratılacaktır.
Mahallelerde, kreş ve çocuk yuvalarının kurulması, kadınların ev dışında kamusal alanlarda yer almasının desteklenmesi, şiddete karşı korunması komünist yerel yönetimlerin sorumluluk alanındadır.
Kadınların eşit haklara sahip birer emekçi olarak istihdamına ek olanaklar yaratılması komünistler için belirleyici önemdedir.

8. Toplum sağlığının korunması ve geliştirilmesi için çalışmalar yürütülecektir.
Halkın temel sağlık sorunları; içme suyu ve gıda güvenliği, okul sağlığı, spor sağlığı, geri dönüşüm, atık sorunu gibi konular ancak yerel yönetimlerde komünistlerin etkili olmasıyla güven altına alınabilir. Belediyelerde sağlık birimleri oluşturulacak, bu birimlerde gönüllü hekim ve sağlıkçılar da görev alacaktır.

9. Tüketim ve üretim kooperatiflerinin kurulması emekçi halkın yaşamını kolaylaştıracaktır. 

Market zincirlerinin ve piyasa ilişkilerinin yarattığı pahalılığa karşı halkın temel gıda ve tüketim malzemelerine ucuza ulaşmasını sağlayacak tüketim ve yerel yerleşim yerinin özelliğine göre üreticilerin üretim maliyetleri karşısında destekleyecek ve emeklerinin karşılığını alabilmelerini sağlayacakları üretim kooperatiflerinin özendirilmesi yine ancak komünistlerin işi olabilir.

10. Komünist belediyeler işçilere karşı patron gibi davranan bir “şirket” olmayacaktır.
Komünist belediyelerde çalışan işçiler karar alma süreçlerine katılacaklar ve belediye işçilerinin, halkın refahı için ortak hedefler doğrultusunda verilen mücadelenin doğal bir parçası olmalarını sağlayacak koşullar teşvik edilecektir.

11. Komünistler belediyelerde hizmet yalanıyla kabul ettirilen ve fakat sadece patronların kârını amaçlayan taşeron düzenine son verecektir.
Komünistler son 30 yılda belediyelerde hakim kılınan taşeron düzenini reddedecek, belediye hizmetlerini irili ufaklı patronlar için kârlı bir sömürü alanı haline getiren bütün uygulamalara son verecektir.

12. Komünistler belediyelerde ırkçılığa, dinciliğe ve mezhepçiliğe geçit vermeyecektir.
Emekçi halkımızı dil, etnik köken ya da inancına göre ikinci sınıf ilan eden yaklaşımlara komünist belediyelerde yer olmayacaktır. Komünistler, yerel yönetimlerde din istismarına geçit vermeyecek, laik bir yönetim tarzını yerleştirecek, kardeşlik, barış ve birliği örgütleyecektir.

13. Komünist belediyeler uluslararası veya yerli sermayenin doğrudan ya da dolaylı maddi destek ve müdahalelerine tamamen kapalı olacaktır.
Yerli veya yabancı sermaye ile kimi emperyalist yapılanmaların proje, fon ve benzer adlar altında gerçekleştirdikleri her tür ekonomik, siyasi ve sosyal müdahale ve girişimlere komünist belediyelerde izin verilmeyecektir.

14. Komünist belediyeler ile toplumun eşitliğe ve özgürlüğe dayalı geleceği arasında bağ kurulur.
Komünistler hangi ilde, hangi ilçe ya da beldede yönetimde olurlarsa olsunlar tüm bir ülkeye ve tüm insanlığa karşı sorumlu olduklarını, yaptıkları her şeyin ülkemizin ve dünyanın geleceğini aydınlatma çabasının bir parçası olarak anlam taşıdığını hiçbir zaman akıllarından çıkarmayacaklardır.

(soL)