17 Mart 2024 Pazar

Birgün KÖŞEBAŞI - 17 MART 2024 -

 


Kıbrıs’taki külliye inşaatı durabilir (Gözde Bedeloğlu)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2021 yılında Kıbrıs’ın kuzeyine gerçekleştirdiği ziyaret öncesi bir ‘müjdesi’ olduğunu söylemişti. Kimine göre bu müjde, KKTC’nin resmen tanınmasıyla ilgiliydi. Belki de Türkiye, dünya üzerindeki bir ülkeyi, kardeşim dediği Azerbaycan’ı bu konuda ikna edebilmişti. Kimine göre Erdoğan’ın müjdeden kastı, Türkiye’deki ‘başkanlık’ sisteminin KKTC’ye transfer edilmesiydi. Kimine göre ise Erdoğan, Maraş bölgesinin tamamını yerleşime açma kararını duyuracaktı. 

                                                    *** 

Nefesler tutulmuş, merak arşa ulaşmıştı ki Erdoğan, Kıbrıslı muhalefet partilerinin protesto edip katılmadığı meclis konuşması için kürsüye çıktı ve “sizlere birkaç gündür gündemde olan müjdemi vermek istiyorum” dedi. “Biz bunu (konuşma yaptığı Meclis binası) KKTC’ye yakıştırmıyoruz, Cumhurbaşkanlığı binası ise İngiliz döneminden kalma bir gecekondu. Kermiya’da hem bir külliye yapacağız hem de muhteşem bir millet bahçesi yapacağız. Devlet olmanın ifadesi budur.”  

Erdoğan’ın ‘müjde’ paketinden külliye, meclis binası ve millet bahçesi çıkmıştı. Kurulduğu günden itibaren, bağımsız bir devlet olduğunu gezegendeki tek bir ülkeye inandıramamış, ambargo atındaki KKTC, Erdoğan’a göre ‘devlet olma ifadesini’ bu üç yapının inşasıyla bulacaktı. Haber, halkta hayal kırıklığına sebep olmasının yanında yeni de değildi. Çünkü KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Türkiye’nin katkılarıyla yeni bir Cumhurbaşkanlığı binasının yapılacağını daha önce verdiği bir röportajda duyurmuştu. 

                                                      *** 

Erdoğan’ın ‘müjde’ dediği inşaatlar ne sürprizdi ne de halkın talebiydi. Üstelik Erdoğan’ın konuşmasında kullandığı ‘gecekondu’ benzetmesi de çokça inciticiydi. Ama bu tavır, Erdoğan’ın ziyaretini protesto ederek meclisteki konuşmasını dinlemeyi reddeden muhalefeti haklı çıkarmıştı; çünkü partiler boykot gerekçelerini açıklarken, Türkiye ile Kuzey Kıbrıs ilişkilerinin doğru zeminden çıkarılarak buyuran-biat eden bir anlayışın hâkim kılınmak istendiği, Türkiye’nin tepeden, üstenci bakan bir yaklaşıma sahip olduğu ve bunun da sürdürülebilir olmadığını savunmuştu. Tatar, muhalefeti Rumlarla iş birliği yapmakla suçladı ki bu Kuzey Kıbrıs’ta sağın en sık kullandığı klişelerden biri. 

Külliyenin yapımına, halkın itirazlarına rağmen, bölgedeki ağaçların kesimiyle başlandı. İhalesi Türkiye’de gerçekleştirilen inşaatın KKTC mevzuatı çerçevesinde gerekli izin ve vizelerinin alınmadığını söyleyen Kıbrıs Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (KTMMOB) külliyenin ‘kaçak’ olduğunu belirtti. 2023 Ocak ayında KKTC hükümeti, yeni bir yasa önerisiyle, devlete ait projeler ve uluslararası anlaşmalar kapsamında yapılacak projeler için KTMMOB’den vize alınmamasını talep eden bir adım attı. Bu, KKTC’nin bağımsız bir devlet olduğu iddiasındaki iktidarın bizzat kendi ülkelerinin kurum ve yasalarını işlevsiz kılması anlamına geliyordu. Kıbrıs Barolar Birliği Başkanı Hasan Esendağlı’ya göre, yasaya eklenen bu izin muafiyeti ile iktidar, külliye dahil pek çok yurt dışı kaynaklı projenin de yasadışı olduğunu itiraf etmiş oldu. 

                                                    ***

Türkiye’deki 6 Şubat depreminden sonra, çocuklarını Adıyaman’daki İsias Otel’de kaybeden Kıbrıslılar, külliye için ayrılan milyarlarca liranın depremzedeler için harcanması çağrısı yaptıysa da halkın büyük çoğunluğunun gereksiz gördüğü ‘kaçak’ külliyenin yapımına devam edildi. İhaleler yapılmış, paralar muhatapları arasında çoktan bölüşülmüştü artık. Devlet itibarının saray ve külliyeler inşa ederek ayakta tutulduğu iddiası, rant düzeni üzerine giydirilen bir kılıftan başka bir şey değil. Bunun için de ister Kıbrıs’ın kuzeyinde ister Türkiye’nin dört bir yanında olsun, bilim ve yasal mevzuatlar yok da sayılabilir, bir iki maddenin eklenmesiyle kullanışlı hale de getirilebilir. İhtiyaç dışı, üstelik de izinsiz bir külliye inşaatının bütçesi yüzlerce okul ve/veya hastanenin yapımına karşılık geliyorken, tercihin ilkinden yana kullanılmasının Anayasa’da yazan sosyal devletle yakın uzak ilişkisi yok.  

                                                    ***

Kıbrıs’ın kuzeyinde külliyeyle ilgili tartışmalar sürüyor. Yaşanan son gelişmeye göre inşaat, 20 Mart’ta KKTC Yüksek İdare Mahkemesi’nde görüşülecek bir davayla durabilir. Nedeni, inşaatın bir bölümünün özel mülkiyet içinde kalması. Külliyenin yapıldığı arazinin 9 dönümlük kısmı Canev Denner isimli bir Kıbrıslıya ait. Değerinin milyonlarca sterlin olduğu söyleniyor. Avrupa Gazetesi’nde yer alan habere göre, mal sahibinin 1973 yılında satın aldığı arazi 1974 askerî harekâtından sonra tellerle çevrilerek askeri bölge ilan edildi. 2017 yılında asker araziyi mal sahibinin kullanımına verdi ancak birkaç yıl sonra bölgeye külliye yapılacağı duyuruldu. İnşaat sınırının özel mülkiyete doğru genişlemesiyle KKTC hükümeti geçen yıl araziyi istimlak ederek, mal sahibinin haberi olmadan kamulaştırdı. Mahkeme’nin, Anayasa’nın amir hükmü doğrultusunda karar verdiği anda inşaattın duracağı öngörülüyor. Sonucun Türkiye’de nasıl yankı bulacağını göreceğiz. 

                                                           /././

Siyasal İslamcı rejim Irak’ta ateşle oynuyor (İbrahim Varlı)

Siyasal İslamcı iktidar bu kez Irak seferi hazırlığında. Hedef Irak’ta da Suriye gibi bir koridor oluşturmak. Dört ülkeyi doğrudan etkileyecek sınır ötesi askeri harekat her bölgede derin siyasi sonuçlar üretecek.

Siyasal İslamcı rejim ülkeyi yeni bir maceraya sürükleme hazırlığında. Daha önce Suriye’de hayata geçirilen tampon/güvenli bölge stratejisi bu kez Irak için devrede. 2019’da Pençe-Kilit Operasyonu ile PKK’ye karşı Kuzey Irak’ta kurulan geçici üslerin “güvenli bölge” adı altında kalıcılaştırılmasına dair en somut adım Perşembe günü Irak’ta atıldı. 

İlki 19 Aralık’ta ikincisi 14 Mart’ta gerçekleştirilen Irak-Türkiye Güvenlik Zirvesi’nde Bağdat Ankara’ya operasyon için “yeşil ışık” yakarak PKK’yi "yasaklı örgüt" ilan etti. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Savunma Bakanı Yaşar Güler ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın’ın katıldığı zirvede Irak Ulusal Güvenlik Konseyi’nin aldığı PKK kararı sadece iki ülke değil, tüm bölge açısından yeni bir dönemin kapılarının açılması demek. 

İki ülkenin PKK’yi ortak “güvenlik tehdidi” olarak kodlamasıyla “Türkiye’nin artık Irak’ta başka bir safhaya geçmesi” gerektiğine dair tezleri savuran güvenlikçi bakışın istediğini elde ettiğini gösterdi. 

İRAN SINIRINDAN SURİYE’YE KORİDOR 

Türkiye’nin Irak içlerinde 30-40 kilometre derinliğe kadar uzanan “güvenlik koridoru” oluşturmak için girişeceği askeri harekât Irak’tan Suriye’ye, Türkiye’den İran’a tüm sınır ülkelerinde sonuçlar üretecek. 

Irak’ın kuzeyinde “güvenlik koridoru”nun oluşturma isteğini Savunma Bakanı Yaşar Güler, koltuğa oturur oturmaz, geçen yaz açıkça dillendirmişti. Ardından da AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan eylül ayında gittiği New York’taki BM Genel Kurulu’nda Irak’ta Suriye’ye benzer şekilde bir “güvenli bölge” oluşturma niyetini deklare etmişti. Ocak ayında peş peşe gerçekleştirilen PKK saldırıları sonrası bu niyet resmi olarak her platformda dillendirilmeye başlandı. Irak ve Kürt Yönetimi ile sürdürülen yoğun diplomatik trafik sonrası sınır ötesi harekât fikriyatı adım adım pişirilmeye başlandı. Bu kapsamda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Savunma Bakanı Yaşar Güler ve Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın, Bağdat ve Erbil’i mesken tuttu. Defalarca Irak’a seferler yaptılar. Amaç sınır ötesi harekât için Bağdat ve Erbil’in desteğini sağlamaktı. 

BAĞDAT SEFERİ SONRASI HAREKÂT 

Gözler şimdi Tayyip Erdoğan’ın Bağdat seferinde. Nisan ortasında Irak’a gitmesi beklenen Erdoğan’ın ziyareti sonrasında operasyonun gerçekleşmesi bekleniyor. 

Rejimin Bağdat ve Erbil’i ikna etmesi kolay olmadı. Gerek “Kalkınma Yolu” gibi ekonomik gerekçeler gerekse de askeri kartlar masaya sürülerek her iki başkentin de onayı sağlanmış oldu. Her aktörün türlü hesaplar içerisinde olduğu bölgede Türkiye-Irak zirvesinde Ankara’nın elini güçlendiren kararın çıkmasında etkili olan unsurlar da vardı. 

• PKK ile Erbil arasındaki kriz 

Kandil ile Barzani ailesinin liderliğindeki KDP yönetimi arasındaki giderilemeyen çatışma olası harekata yol veren etmenlerden. Erbil, uzun zamandır PKK’nin kendi kontrolündeki bölgede faaliyetlerinden oldukça rahatsız. Bu rahatsızlığı her fırsatta dile getiriyor. 

• Bağdat’ın PKK rahatsızlığı 

Bağdat’ın ülke genelindeki kontrolünü artırma isteği PKK’nin hedefe konmasının önünü açan bir diğer unsurlardan. Sudani yönetimi örgütün varlığından rahatsız. 

• ABD’nin muallak pozisyonu 

ABD emperyalizminin Suriye-Irak politikası da sınır ötesi harekata zemin hazırlıyor. ABD’deki seçim süreci, Trump’ın işbaşına gelecek olmasının yaratacağı belirsizlikler, Pentagon’un asker çekme ihtimalleri vs gibi unsurlar Ankara ve Bağdat’a ön açıyor. 

İRAN RAHATSIZ DEĞİL 

PKK’yi ve diğer silahlı Kürt grupları kendisi için güvenlik tehdidi sayan İran, Türkiye’nin olası bir harekâtından rahatsız değil. Ankara’nın Irak üzerinde artan etkisinden memnun kalmasa da temel öncelikleri silahlı Kürt oluşumların etkisinin azalması. İran için de tıpkı Türkiye, Irak, Suriye gibi Kürt sorunu her anlamda ciddi bir sorun. Dışarıdan müdahaleye açık, baş ağrıtan bir mesele. 

Kürt Bölgesi’nin statüsünü gittikçe daraltmak isten Irak da PKK’nin etkisinin azaltılmasından oldukça memnun kalacaktır. 

ORTADOĞU YENİ BİR DÖNEMİN ŞAFAĞINDA 

Dört ülkeyi doğrudan, tüm Ortadoğu’yu derin şekilde etkileyecek sınır ötesi harekât her bölgede farklı sonuçlar üretecektir. Irak, Suriye, İran ve Türkiye Kürt sorunu nedeniyle bu harekatın doğrudan muhatapları. Bu ülkelerin birindeki her hamle diğer ülkeleri eş zamanlı ve eş şiddette etkileyecek. 

PKK liderlerinden Murat Karayılan Newroz’da önemli bir "müjde" vereceklerini duyurması dikkat çekici. Karayılan'ın, "Bu müjde mücadelemizin yükseltilmesinde önemli rolü olan bir araç olacaktır. Bu müjdeyi de önümüzdeki günlerde ilan edeceğiz" ifadeleri yaşanacakların işareti. 

İÇ SİYASETE YANSIMALARI 

Sınır ötesi gelişmelerin Türkiye iç siyaseti üzerinde de ciddi etkileri olacaktır. Ekonomik ve toplumsal krizin üstünü perdelemek isteyen Saray rejimi, sınır ötesi askeri harekatla seçim sonrası kopması beklenen ekonomik fırtınanın da önünü kesmenin peşinde. Güvenlik siyaseti bir kez daha içerideki gerçek sorunların, ekonomik buhranın üstünü perdelenmek istenecek. En azından hesapladıkları plan bu. Muhalefetin önemli bir kesimim iktidarın arkasında hizalanacak. Yeni ittifaklar, işbirlikleri, denklem ortaya çıkacak. Savaş çığırtkanları ortalığı kaplayacak. 

                                                          /././

Fişleme onayına AKP damgası (Nurcan Gökdemir)
                            8. Yargı Paketi’nde Meclis’ten geçen değişiklikler dikkat çekti. (Fotoğraf: AA)

TBMM, vakıf ve derneklerin üyelerinin yanı sıra eski üyelerinin, üyeleriyle temasta bulunanların da din, kan grubu, cinsel yönelim gibi bilgilerinin kaydedilmesine yol verdi. Bu bilgiler yurtdışına da aktarılabilecek.

Yurttaşlar çok uzun yıllardır genel seçim, yerel seçim, başkanlık seçimi olmadı seçim yenileme ya da referandumlar dolayısıyla başını seçim pusulasından kaldıramıyor. Mayıs ayında yapılan seçimlerin üzerinden bir yıl bile geçmeden şimdi de yerel seçim gündemi ülkeyi domine ediyor. 

Bu toz duman arasında iktidar Başkanlık rejimi ile birlikte zaten işlevsizleştirdiği Meclis’in önüne duayen hukukçuları bile paralize edecek karışıklıkta hukuki metinler getiriyor, milletvekili çoğunluğuna dayanarak bunları Anayasa, yasa, yerleşik kuralları dikkate almadan, Meclis İçtüzüğü’nü ayaklar altına alarak yasalaştırıyor. 

BİR ATIŞTA 10 YASA 40 MADDE 

Bunların sonuncusu TBMM yerel seçimler dolayısıyla çalışmalarına ara vermeden hemen önce yasalaştı. 8. Yargı Paketi adı altında TBMM’ye sunulan Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 659 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’de Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi alelacele kabul edildi. Milletvekillerinin büyük bölümü zaten seçim bölgelerine hareket etmiş, kalanlar da bir an önce gidebilme acelesi içinde iken Türk Ceza Kanunu’ndan İcra ve İflas Kanunu’na kadar birbiriyle ilgisi tartışmalı 10 ayrı kanunun 40 maddesinde değişiklik yapan teklif yasalaştı. 

BİR DEMOKLES’İN KILICI DAHA 

Ülkedeki antidemokratik uygulamaları daha da ağırlaştıracak iktidar muhaliflerini daha da nefes alamaz hale getirecek, cezalandırmayı kolaylaştıracak bu yasa yeni bir Demokles’in Kılıcı misali kabul edildi. Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararları doğrultusunda yasalarda düzenleme iddiası taşımasına karşın yeni Anayasa ihlalleri içeren, AYM kararlarının arkasından dolaşan düzenleme sadece çok ilgili çevrelerin duyulmayan uyarıları ile yürürlüğe girdi. 

Bu pakette yer alan, AYM’nin “terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyenlerin örgüt üyeliğinden cezalandırılmasının keyfilik yarattığı” gerekçesiyle iptal ettiği maddenin keyfiliği ortadan kaldırmak bir yana bir de çifte cezalandırma yolu açılarak kabul edildiğine daha önceki yazılarda yer verdik. 

Metinde bir başka madde daha var ki Türkiye’de baskı rejimlerinin simgesi haline gelen “Fişleme” düzenlemesi. Askeri darbe dönemlerinden sonra gücü elinde tutan kesimlere muhalefet, inanç ve etkin köken mensubiyeti nedeniyle cezalandırmanın en önemli aracı olan “Fişleme”nin kapsamı genişletildi. 

6698 Sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nun 6’ncı maddesinde yapılan değişikliklerle fişleme uygulamasına AKP damgası vuruldu. Yeni madde ile “siyasi, felsefi, dini veya sendikal amaçlarla kurulan vakıf, dernek veya diğer kâr amacı gütmeyen kuruluş ya da oluşumlar tarafından” özel nitelikli kişisel verilerden bazılarının işlenebilmesine olanak sağlandı. Buna göre, bu kuruluş ve oluşumlar, mevcut ve eski üyeleri ile bunlarla düzenli olarak temas halinde olanların verilerini kaydedebilecek. 

Üyelerin yanı sıra eski üyelerin ve bunlarla ilişkisi olanların da verilerinin işlenmesinin Anayasa’ya aykırılığı yanında zaten bildirilmesi gereken veriler dışında telefon numarası, kan grubu, dini görüşü gibi bilgilerin kaydedilmesinin tartışmasız tek bir açıklaması olabilir o da: Fişleme gereksinimi… 

Elbette iktidardan Sağlık Bakanlığı’nın yurttaşların cinsel tercihini işleme, sosyal güvenlik kurumunun din aidiyetini kaydetme gereksinimi duymasının nedenine ilişkin tatmin edici bir açıklama gelmedi. 

Maddede bir başka önemli düzenleme daha yapıldı. “Vatan, millet” söylemlerini dillerinden düşürmeyenler kişisel verilerin yurtdışına aktarılmasına da olanak sağladı. 

ARKA BAHÇE FİŞLEME Mİ YAPACAK? 

AKP, siyasi muhaliflerini izleme, gerektiğinde kolaylıkla cezalandırma amacıyla kendinden önceki antidemokratik iktidarların da kullandığı bu yöntemin kapsamını daha da genişletti. Kamu kurumları dışındaki oluşumların da yurttaşları fişlemesinin kapısını açtı. İktidarın arka bahçesi olan dernek ve vakıflar da üyelerinin, eski üyelerinin, üyeleri ile düzenli olarak temasta bulunanların kişisel verilerini kaydedebilecek. 

Bunun bir başka sonucunun daha olabileceği kolaylıkla akıllara geliyor. Son yıllarda kurumsallaşma düzeyinde büyüyen dolandırıcı çetelerinin işi de kolaylaşacak. 

Bu düzenlemelere ilişkin akılcı bir gereklilik açıklaması yapmak mümkün değil. Nedeni, gerekçesi, kim ya da kimler için yapıldığının yanıtı iktidarda… 

                                                                 /././

Yerel seçimler öncesi ve sonrasında ekonomi (Oğuz Oyan)
İktidarın kredi artışını sınırladığı, ancak faiz artışlarını seçimler öncesinde tuttuğu biliniyor. İlk darbenin buradan geleceği beklenmeli. Mal ile hizmet fiyatlarının önünün açılması ve doğalgaz ile elektrikteki sübvansiyonların bitirilmesi ikinci darbe ve üçüncüsü ise vergi artışı olacak.

Sanayi ve tarım gibi üretken sektörlerdeki “büyüyememe” sorunlarına rağmen 2023 yılı genel büyüme performansı (yüzde 4,5) seçim öncesinde iktidarı kısmen kurtarmış sayılabilir. “Kısmen” çünkü toplumu rahatlatabilecek, büyük çoğunluğun gelir/refah düzeyini yükseltebilecek bir büyümeden söz edemiyoruz.

Tam tersine, 2016’dan itibaren bölüşüm ilişkileri emek aleyhine, sermaye lehine bozulmaya devam ediyor. GSYH içindeki ücret payı 2020 ve 2022’de dibi gördükten sonra seçim dönemi uygulamalarının da etkisiyle 2023’te biraz iyileşmiş gibi dursa da bunun sürdürülebilme olanağı bulunmuyor. Kaldı ki, “görünüşe aldanmamak” gerekiyor. 

Yerel Seçimler Öncesindeki Ekonomik Durum 

Kişi başına GSYH’nin 2023’te 13.110 dolara yükselmesi gibi somut bir olgu bile “görünüşe aldanma” özdeyişini hatırlamamıza neden olmalı. İki nedenle: Birincisi, 2023’te enflasyon artışı kur artışının oldukça üzerinde seyrettiğinden, TL dolara karşı görece değerli duruma gelmiş ve ekonomik büyüme performansı da dolar cinsi GSYH’ye geçilince şahlanmış gibi gözükmüştür. AKP’nin ilk 10 yılında da TL lehine bu parite bozulması, dolar cinsinden GSYH’yi şişirip durmuş, Erdoğan-Babacan-Şimşek ekibi de bundan siyasi rant devşirmekte duraksamamıştı.  

2024’te de benzer bir durum yaşanabilir. Nitekim, ilk iki aydaki enflasyon-kur ilişkisi bunu haber vermektedir. 29 Aralık 2023’te 1 dolar 29,509 TL’dir; 29 Şubat 2024’te ise 31,224 TL. TL’nin iki ayda değer kaybı yüzde 5,8’dir. Oysa aynı dönemde TÜFE’de toplam artış yüzde 11,54’tür. Yıllık enflasyonun yüzde 3,1 olduğu ABD’de iki aylık enflasyonu yüzde 0,5 kabul etsek, TL’nin iki aylık değer kaybının yüzde 11 civarında olması gerekirdi ki dolar-TL paritesi sabit kalabilsin. Her durumda kurdaki iki aylık artış, OVP’de 2024 yılı için öngörülen ortalama dolar kuru (36,8 TL) ile uyumlu gitmektedir. Ancak güncellenmiş enflasyon tahminlerinin iyimser olanları bile artık yıl sonu için yüzde 45’in altında bir TÜFE düzeyi öngörmediğine göre (ki yüzde 50-55’in altı da zordur), kur artışlarının enflasyon artışlarının gerisinde kalacağı tahmini yapılabilir (Bununla birlikte, kurun hızlı arttığı, bilhassa seçimlerden sonra patlayacağı beklentisi yüksektir ve şimdiden ithal ürünlere olan talebin öne alınmasına yol açmıştır). 

Buradan şu yanlış çıkarımı yaptığımız düşünülmemeli: İhracatçı sermayedarların peşine takılarak TL’yi enflasyonun üzerinde aşındırmayı savunmak! Hayır, bu çıkar bir yol değildir. (Kaldı ki, ihracatın teşviki için bile çıkmaz sokaktır). Tam tersine, Türkiye gibi dış ticaret ve cari açıkların GSYH’ye oranının çok yüksek olduğu, özellikle ara mallarında, enerjide, yoğun teknoloji içeren üretim mallarındaki dışa bağımlılığın iç üretim ve tüketim ile enflasyon üzerinde ciddi hasarlara yol açtığı, yüksek dış borç sorunlarının yaşandığı bir ülkede döviz kuru düzeyinin belirlenmesinin piyasaya bırakılması kabul edilemez. Döviz kuruna müdahale, gerekirse sabit kur politikasının benimsenmesi, sanayi öncelikli bir ekonomik kalkınmanın planlanabilmesi bakımından da şarttır. 

Görünüşün aldatıcı olduğu ikinci alan, doların değerinin sanki hiç aşınmadığını varsaymaktır. Oysa yüzde 2,5-3 civarında bir yıllık enflasyon hesabıyla değeri aşınan bir para biriminin gerçek değeri, 30 yıl sonra başlangıç değerinin yarısına geriler. Dolayısıyla, kişi başına GSYH olarak 2023’teki 13.110 doların 2013’teki 12.615 dolardan sonra yeni bir zirveyi temsil ettiği iddiası(!) ekonomi-dışıdır. 2023’teki 13.110 dolar, 2013 değerleriyle dikkate alındığında (enflasyondan arındırıldığında) 10 bin doların altına inmektedir! Demek ki, on yıl öncesinin ortalama reel ekonomik gelir düzeyinin yakalanabilmesi için bile herhalde 12. Plan döneminin sonunu (2028 yılını) beklemek gerebilecektir! 

Yerel seçimler öncesinde iktidarın genel seçimler öncesinde olduğundan daha düşük boyutlu bir seçim ekonomisi uyguladığı görülmektedir. İktidarın, dörtnala giden enflasyon etkisiyle satın alma güçleri iki ayda bile önemli ölçüde aşınan emekli kesimler için bir bayram ikramiyesini 5.000 TL’ye düzeyine bile çıkaramamasının (ki 16 milyon emekliye veriliyor olsaydı bile bütçeye ek maliyeti 64 milyar TL düzeyinde kalırdı) iki nedeni olduğu söylenebilir: Birincisi, yerel seçimlerin genel+CB seçimleri kadar bir seçim ekonomisini gerektirmeyeceğinin varsayılması ve seçmenlerinin sadakatinin tehdit-vaatler üzerinden sağlanabileceğine dair özgüven; ikincisi, kamu maliyesinin içine sokulduğu darboğazdan çıkışı da içeren istikrar programının iç ve dış sermayeden kaynaklanan kısıtlarının iktidara fazla bir hareket alanı bırakmamış olması. 

Seçimler Sonrasına Bakış 

Haziran 2023 öncesinden gelen birkaç saatli bomba seçimler sonrasını da belirleyici olacaktır: Kur korumalı mevduat ve dövize endeksli iç borçlanma üzerinden Hazine’ye gelen inanılmaz yükler; dış borçlardaki ve özellikle kamu dış borçlarındaki büyük artışlar yanında kısa vadelilerdeki büyük tırmanış ve büyüyen dış kaynak ihtiyacının karşılanma güçlükleri; Mayıs 2024’te yüzde 75-80 düzeyine vurması beklenen yüksek enflasyonun daha yönetilebilir olduğu varsayılabilecek yüzde 30-40 gibi oranlara geriletilmesinin yapısal zorlukları…  

Ekonomi yönetimi, gelirleri enflasyonun altında, faizleri ise enflasyonun üzerinde tutarak yaratacağı talep şokunun enflasyonu geriletmede yeterli olacağını düşünürse yanılır. İki durum bu hesabı saptırabilir: -Toplumun geniş kesimlerinin satın alma gücü zaten çok düşüktür; bu kesimlerin boğazını daha fazla sıkarak gidilecek yol artık çok sınırlıdır; -Toplumsal tepkileri hesaba katmamanın iktidar için maliyeti yüksek olabilir (hatta sendikacılar ve sözde muhalif siyasetçiler için bile). İTO başkanının “biz bütçemizi asgari ücrette yeni bir artış olmayacağına göre yaptık” baskılamasının da pratikte bir geçerliliği olmayabilir örneğin. 

İktidarın şimdiden kredi artışlarını miktar olarak sınırladığı, ancak faiz artışlarını (özellikle kredi kartlarında) seçimler öncesinde tuttuğu biliniyor. İlk darbenin buradan geleceği beklenmeli. Kamunun denetimindeki mal ve hizmet fiyatlarının önünün açılması ve doğalgaz ve elektrikteki sübvansiyonların bitirilmesi ikinci darbe olacaktır; üçüncüsü de vergilerdeki artışlar. ÖTV’de özellikle ithal ağırlıklı ürünlerde (otomobil); düşük KDV oranına tabi ürünlerde vergi artışları gündemdedir. Cari açığı azaltmanın bir yolu da burada görülmektedir. Sözde dengelemek adına sermaye yönlü bazı vergi istisnalarının gözden geçirilmesi de dillendirilmekle birlikte kol güreşini kimin kazanacağı bilinmez. 

Böylesine sıkılacak bir ekonomide, yatırımların ve istihdamın darbe yemesi, iflasların ve işsizliğin artması, büyüme hızının düşmesi, gelir/servet dağılımının daha da bozulması, toplumsal gerilimlerin yükselmesi beklenmelidir...

(BİRGÜN)  

                            



Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 17 MART 2024 -

1 Nisan şakasını beklerken (Işıl Özgentürk)

Sevgili okurlarım, açıkça söylemem gereken bir durum var. Pek çoğumuz “Artık şu 1 Nisan gelse de akla kara ortaya çıksa” diye düşünüyoruz. Ve mart da bir türlü geçmiyor. Ben bu durumdan iyice sıkıldım. Hele de nasıl, hangi kurallara göre yapıldığı belirsiz seçim anketlerinden, televizyonlarda binlerce kez söylenmiş sözleri ilk kez söylüyormuş gibi heyecandan kıpkırmızı yüzleriyle anlatan yorumculardan, tuhaf seçim sloganlarından, mahallelerde sonuna kadar açılmış sözleri anlaşılmayan parti şarkılarından sıtkım sıyrıldı.

Neyse arada ülkemizde yaşayan baronların nasıl vatandaşlık aldıkları, karaparanın nasıl aklandığını anlatanlar var. Bir de İliç’teki maden felaketi ülkemizde binlerce maden ruhsatı verildiğini, bütün topraklarımızın tıraşlanacağını bize apaçık gösterdi. Ortalık ayağa kalkmalıydı ama muhalefetten bu konularda çıt yok. Ayrıca ortalık Allah’ın emanetçilerinden geçilmiyor; millet de bu emanetlerden bana da bir arsa, bir ev düşer diye dua ediyor.

Daraldınız değil mi? Öyleyse ben de hepimizin ortak tek noktası aşk hakkında yazmaya karar verdim. Ayrıca hani “Dünyada aşk hakkında söylenecek yeni bir söz yoktur” deniyor ya, işte bendeniz bunu çürütmek için bugünkü muhteşem yazımı kaleme alıyorum. Aşk tanımları başkalarından, benimki en sonda.

Başlayalım bakalım. Bir can dostum, fevkalade ilginç düşünceler üretmekle nam salmıştır, adını vermiyorum, şımarır, şöyle diyor: “Aşk, tenyadan sonra gelen cümle canlılara verilen bir cezadır.” Hiçbir şey anlamadınız, değil mi? Önce ben de anlamadım ama o gayet sakin bir biçimde düşüncesini açınca vallahi hak verdim.

Malumunuz, laf kalabalığı bir yana aşkın en doruk noktası, iki karşı cinsin birleşme anıdır. Arkadaşım bu noktayı esas alıp şöyle bir açıklama yapıyor:

Kuşlar, böcekler, timsahlar, koyunlar, gergedanlar, insanlar işte bu birleşme anı için öyle yoğun bir çaba harcarlar ki yeryüzü kanunlarına göre bunun boşa gitmemesi gerekir. Yani bir birleşme için harcanan bu çabanın, pek de akıllıca bir şey olmadığı herkes ve her cins tarafından kabul edildiğinden, ortak bir enayilik paydasında anlaşılır ve bu çabanın adı kuş dilinde de timsah dilinde de insan dilinde de aşk olur.”

Herkes itirazını daha sonraya saklasın, açıklama devam ediyor. Arkadaşım, gayet hâkim bir ses tonuyla anlatıyor:

Yeryüzünün en mutlu yaratıkları, böyle bir çabaya ihtiyaç duymadan şıp diye işini bitiren çift eşeyli hayvanlardır. Yani terliksi hayvan, tenya gibi. Hem erkek hem dişi organ aynı bedende. Birleşme için yoğun bir çaba harcanmadığından aşkın sözü bile yok. Evrim tarihinde bir yerlerde bir hata olmuş ve cümle yaratıklar erkek ve dişi diye ayrılmışlar. İşte şimdi biz hepimiz bu evrim hatasının kurbanları olarak, aşk aşk diye inleyip mektuplar yazıyoruz, mesajlar atıyoruz, olmadık jestler planlıyoruz, yapıyoruz. Ancak bazılarımız bundan pekâlâ para kazanmasını da biliyor. Onlara da ben şapka çıkarıyorum. Evrim hatasını paraya döndürenler için üç defa: Sağ ol! Sağ ol! Sağ ol!

Vallahi ben sözümü tutuyorum, biraz tuhaf tanımlar yapılıyorsa, suçlu ben değilim, arkadaşım. Evet, nerede kalmıştık devam edelim. Bir başka arkadaşımın aşk üstüne oluşturduğu teori ise çok daha anlaşılır. O şöyle başlıyor:

“Aşk yeryüzünde geçirdiğimiz zamanı kısaltmak için bizlerin uydurduğu tamamen hayali bir kavramdır.”

Tamam bekleyin, şimdi sözlerini açacak:

“Söyleyin bakalım, aşk olmasaydı, biz nasıl vakit geçirecektik? Aşksız film tatsız tutsuz bir saman yığınına benzeyeceğinden kimse sinemaya gitmeyecekti. Aşksız kitap kimseyi açmayacağından kitaplar yazılmayacaktı. Hayatımızın vazgeçilmezleri olan magazin programları ve kahve dedikoduları olmayacaktı. Peki ne yapacaktık? Oflaya poflaya zamanın geçmesini bekleyecektik. Futbol bile bize yetmeyecekti. Daha da beteri var, kadınlar, kızlar aşksız bir dünyada saçlarını yaptırıp bin bir kılığa girmek için zaman ve çaba harcamayacaklardı. Ekonomi bile çökecekti. Vallahi can sıkıntısından herkes kendini birer ikişer pencerelerden atmaya başlayacaktı. Yazık. İyi ki, şu aşk denilen yanılsama var da vaktin çoğu kez nasıl geçtiğini anlamıyoruz.”

Bu da bir görüş. Benimkini en sona saklamıştım. Şöyle: “Aşk, doğduğu günden beri kuşların uçmasını ve yunusların derin sularda sevinç çığlıkları atarak dans etmelerini kıskanan insanoğlunun uydurduğu en güzel yalandır. Çünkü ancak aşk insanoğluna uçma ve derin sularda dans etme şansını tanır.”

İşte böyle, sonuncuyu tuttunuz değil mi?

                                                   /././

Türkiye’de vergi sistemi: Vur emekçiye (Orhan Bursalı)

Türkiye, büyük bir başarıyla gelir eşitsizliğinde Avrupa’nın bir numaralı ülkesi oldu! Ülke bugüne kadar hiç görmediği bir eşitsizliğin tepesine mi çıktı demeli yoksa çukurun dibine mi düşürüldü, bilemedim. Gini katsayısı bunu ölçüyor: 0.433. Durumu anlamak için mesela Almanya gelir eşitsizliğinde 0.25 ile, Türkiye’de tüm emekçi sınıfları sosyal adaletin sağlanmasında kıskandıracak bir durumda.

Şüphesiz bunun çok sayıda nedeni var. Ücretlere verilen zamların sürekli olarak enflasyonun altında kalması gibi önemli gerçeğin ötesinde, vergi adaletsizliğini saymalı. Ekonomist Bayram Ali Eşiyok bu haftaki Herkese Bilim Teknoloji  dergisindeki incelemesinde diyor ki, ücretli ve yoksullar dolaylı vergilerin saldırısı karşısında savunmasız bırakıldı...

Diyor ki: Türkiye’deki vergi sistemi ücret aşınmalarını dengelemek, telafi etmek bir yana, bu tablonun daha da bozulmasına neden oluyor, gelir dağılımındaki eşitsizliği besliyor. Ücretlilerin ve geniş halk kesimlerinin ödediği dolaylı vergilerin payında yaşanan hızlı artış, gelir dağılımının. Bozulmasında önemli rol oynuyor. Bu bozulmanın başlangıcı 24 Ocak 1980 kararları, gelir vergisi esas olarak ücretliler üzerinden toplanmaya başlandı. Sermaye gelirlerine çeşitli indirim ve istisnalar uygulanarak gelir vergisi yükü düşük tutuldu.

EŞİYOK’UN DRAMATİK SAPTAMASI

KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerin toplam vergiler içerisindeki payı ise hızla arttı. Buna göre, 1980’de yüzde 37 olan dolaylı vergilerin Merkezi Bütçe Vergi Gelirleri içindeki payı, izleyen yıllarda hızla artarak 2000’de yüzde 59’a, 2023’te ise yüzde 65’e kadar yükseldi.

Dolaysız vergilerin payı ise 1980- 2023 arasında yüzde 63’ten yüzde 35’e geriledi.

Eşiyok diyor ki: Sadece bu bulgu dahi, vergi politikalarının ücretlileri ve yoksulları son derece olumsuz etkilediğini, ayrıca dolaylı vergilerle de ücretli kesimlere giderek daha fazla vergi yükünün taşıtıldığını göstermekte.

‘EMEKLİLERİ KIŞKIRTMAYIN!’

Cumhurbaşkanı, muhalefet seyyanen 7 bin TL daha verilmesini isteyerek emeklileri kışkırtıyor, diyor. Bu vergi adaletsizliği konusunda susarken, emekli ve ücretlilerden zengin sınıflara servet aktarımını, millet nasılsa anlamaz diye es geçiyor. Nasılsa onlar göbeklerini kaşıyan insanlar. Milletçe alışacaklarmış, gelirler artacakmış, emekliler ve ücretlilerin de payı artacakmış.

Kapitalist sınıfa sürekli servet aktarımını en net başka ne gösteriyor? Eşiyok: Vergi gelirleri içinde kapitalistlerin payı azalırken ücretlilerinkinin sürekli artması. Gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içerisindeki payına bakın, nasıl hızla azalıyor: 1990’da yüzde 41 iken, 2023 te yüzde 15.4’e kadar düştü.

Ücretlilerin gelir vergisi yükü ise 1990-2002 yılları arasında yıllık ortalama yüzde 48.9 iken, 2003-2022 döneminde yıllık ortalama yüzde 53.9 oranına kadar çıktı.

SÜRPRİZ OLUR MU?

Eşiyok, ücretliler üzerindeki gelir vergisi baskısının nasıl arttığı konusunda da ciddi hesaplamalar yapıyor yazısında ve adaletsizliği besleyen en temel uygulamalardan birisinin de sıklıkla gündeme gelen vergi afları olduğunu söylüyor. Ve 2006 yılına kadar ücret gelirlerine uygulanan vergi tarife oranları diğer gelirlere göre yüzde beş daha düşüktü. Bu uygulamaya geri dönülsün diyor.  Yaparlar mı? Hayır tabii ki. Sürprizlere kapalıyım.

                                                                   /././ 

Şarap meclisi nasıl kurulur?(Özdemir İnce)
                                                                    Dinişleri yüksek kurulu

Millet “Din İşleri Yüksek Kurulu” diye bir altın madeni buldu, meslek erbabı yaptığı işten kazancının helal olup olmadığını soruyor. Bu kez, bir Diyanet TV seyircisi alkol işinde çalışanların vaziyetinin durumunu soruyor: Meğer Hz. Muhammed alkol cenabetine bulaşan herkesi lanetliyormuş.

Bu gibi durumlarda kullanılacak zulada hazır yazılar vardır. Yazı, şanlı padişah, sadrazam, vezir ve ekâbir tayfasının bu zıkkımdan uzak durmadığını, “işret sofrası”nın bir töresi olduğunu gösteriyor. Sofraya buyurun:

                                                  ***

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) liselerde yeni okutulacak “adabımuaşeret” dersi için kitap hazırlayan öğretmenlere uyarıda bulunmuş. Ders programının işlevsel uygulanması için öğretmenlerin dikkat etmesi gereken hususları sıralayan bakanlık, öğrencilerin milli ve manevi değerleri kavramaları için kitap yazım sürecinde Kuran ve hadislere yer verilmesini istemiş.

Sadece Kuran ve hadislerle olmaz, bence Osmanlı’nın İslam dünyası kültürü bu konuda çok zengindir. Örneğin ve mesela,  Nizamülmülk’ün Siyasetname’si,  İlyasoğlu Mercimek Ahmet’in  Kâbusname’si, Gelibolulu Mustafa Âli’nin Görgü ve Toplum Üzerine Ziyafet Sofraları (Mevâidü’nnefâis fi kavâidi’l mecalis) gibi nice ata yadigârı var!...

Bu konuda hem İstanbul hemi de köy kitaplığımda mebzul miktarda kitap bulunmaktadır. Eğer Maarif Vekâleti benden yardım isterse derhal yaparım.  Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinin otuzuncu faslını aktararak ilk katkıda bulunacağım: 

                                                  ***

Otuzuncu fasıl* Şarap meclisinin kurulması ve şartları

İşret meclisi kurulduğu hafta, bir veya iki gün, alışkanlık peyda etmiş kişilerin gelmesi için izin vermek gerekir. Gelmesi mahzurlu olmayan kişilere gelecekleri gün bildirilir. Özel işret olduğu günler, şahıslar bu toplulukta yerlerinin bulunmadığını bilmelidirler. İhtiyaç duyulmayan kişilerin bu toplantıya kabul edilmeleri hoş karşılanmaz. Biri kabul edilirse diğerleri geri çevrilir. Özel meclise layık olanlar buraya gelmeye izinlidirler. Buraya gelenlerin, yanlarında, bir köle hariç, saki veya sürahi getirmeleri asla âdet değildir. Padişah sarayından evlerine yiyecek, çerez ve şarap götürmeleri, evlerinden saraya getirmeleri hiçbir zaman hoş karşılanmamıştır. Çünkü sultan dünyanın kethüdası sayıldığından, insanlar onun aile efradı ve kullarıdır. Aile fertlerinden birinin efendiye ekmek parçası, şarap ve yiyecek getirmesi vacip değildir. Biri şarap getirirse, padişah şarabından ona şarap vermez. İyi veya kötü şarap getirdiği için onu döverse, bu özür ortadan kalkar.

Padişah, liyakatli vezirleri hariç, hizmet edecek kulları ile bir arada çok oturursa, şikâyetler ortaya atacaklarından, haşmetine zarar vererek, ona olan sevgiyi azaltacakları gibi ona karşı da gevşek olurlar. Büyükler, sipahsalar, amidlerle gerektiğinden fazla bir arada bulunursa, padişahlığın büyüklüğüne zarar getirir. Bu kişiler padişahın fermanlarını icrada gevşeklik gösterirler, cesaretlenerek yüzlerindeki tebessümü kaldırırlar.

Padişahın; vilayetlerin, ordunun, malların değeri, imaretleri ülkenin düşmanlarına karşı alınacak tedbirler ve buna benzer önemli işleri veziri ile görüşmesi farzdır. Bunlar kendini ilgilendirdiğinden üzüntü ve kederini artırarak, vicdan azabı haline gelir. Bir iki nefeslik andan fazla nedimleri hariç bu taife ile şaka ve laubalilik yapmasına memleket işleri ve padişahlık içgüdüsü müsaade etmez. Kayıtsız yaşamak, ağzına geleni söylemek, şakalaşmak, gülünç ve duyulmamış hikâyeler anlatmak ister, bunlar da huzurundaki yüce nedimlere münhasır kalırsa, padişahlığa hiç zarar vermez. Çünkü nedimlerin vazifesi budur.

                                                  ***

Okuduğunuz metni ben yazmadım, ünlü Nizamülmülk yazdı. Sicilli Türk düşmanı olduğu için kendisini hiç sevmem. Nizamülmülk ya da gerçek adıyla Ebu Ali Kıvamuddin Hasan bin Ali bin İshak et Tûsi (d. 10 Nisan 1018 - ö. 14 Ekim 1092), Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun başveziri ve Siyasetname adlı eserin yazarı olan devlet adamı ve siyaset bilimcidir. Devlet yönetiminde çok etkili olan  NizamülmülkAlp Arslan ve Melikşah dönemlerinde başvezirlik yapmıştır.  “Nizamülmülk” ismi, “devletin düzeni” anlamına gelir.

Diyeceksiniz ki kim haklı, DİB TV’nin fetva hocası mı yoksa yüce Nizamülmülk mü? Ben karışmam, karar sizin!

* Türkçesi: Nureddin Bayburtlugil, Dergâh Yayınları, s.135.

Dincilik, etnikçilik ve mezhepçilik solun zehridir (Zülal Kalkandelen)

DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, Bitlis’te halka seslenirken şunları söyledi: Said-i Nursi bu topraklarda yetişmiş değerli bir büyüğümüz. Diyor ki bin kere vaat edeceğine bir kere yap. Biz Said-i Nursi’nin yolundan gidiyoruz. Siz Şeyh Sait ve Said-i Nursi’nin torunları olarak yalan vaatlerde bulunanlara kırmızı kart gösterin.”

Geçenlerde Selahattin Demirtaş da “Şeyh Sait’in torunuyum” demişti. Said Nursi, bilindiği gibi, risalelerinde Mustafa Kemal Atatürk’e ve dava arkadaşlarına “deccal, süfyan, mülhit, mürtet, habis, firavun, zındık, mason, münafık” diyerek saldıran bir cemaat kurucusu. DEM Parti’nin Atatürk ve Cumhuriyet konusundaki tavrı sır değil. Bir cemaat kurucusu ile bir şeyhin yolundan gitmekte kendilerince bir sorun görmüyor olabilirler ancak konunun başka yönleri de var.

Nur Cemaati gibi laikliğe aykırı oluşumlara ilham olan birinin “değerli bir büyük” olarak tanımlanmasının sol siyaset ile ilgisi yok. Batı’nın ve ABD’nin kontrolündeki dinci bir yapının kurucusunun yolundan gitmek de sosyalizm ile taban tabana ters. 

GERİCİLİĞİN SİMGE İSİMLERİ

Laik devlet düzeninin şeriata aykırı olduğunu,

Devletin dininin İslam olduğunu,

Kuran dışında bir anayasaya gerek olmadığını,

Türkiye’nin kuruluşu itibarıyla dinden uzaklaştırılmış ve dine karşı olduğunu,

Şeri mahkemelerin kurularak evlenme, boşanma ve miras sorunlarının şeriat kurallarına bağlanması gerektiğini,

Çok kadınla evlenmenin caiz olduğunu savunan...

“Kadının erkekten boşanması İslama aykırıdır” diyen ve kadına erkek kadar hisse verilmesini “ahlaksızlık” olarak niteleyen, Hilafetin geri getirilmesini isteyen ve İslam milliyetçiliğini destekleyen bir cemaatin kurucusunu “saygın” bir isim olarak görenler, siyasal İslamcılardır.

Demokrat Parti’den bu yana siyasetin göbeğinde yer alıp Soğuk Savaş ve sonrasında ABD önderliğinde komünizmi şeytanlaştırmak için yürütülen Yeşil Kuşak projesinde “kanaat önderi” olarak öne çıkarılan, Kore Savaşı’na katılmayı destekleyen, Menderes, Demirel gibi sağcı politikacılar tarafından korunup kollanan Said Nursi, Türkiye’de dinci gericiliğin simge isimlerindendir. 

Şeyh Sait hakkında geçen yıl yeterince yazdığım için burada ayrıntısına girmiyorum ama onu tekrar siyasette gündeme sokmanın da bir karşıdevrim atağı olduğunu yineleyebilirim.

SOL SİYASET ÜZERİNDE BASKI KURMAYA SON VERİN

Şeriatçı 31 Mart Olayı üzerine sevk edildiği mahkemede verdiği ifadede “En mukaddes maksat, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir” diyen Said Nursi’nin yolundan gidenlerin siyasetteki yerinin netleştirilmesi gerekir.

Said Nursi’nin Şanlıurfa’da kaldığı odanın müzeye çevrilmesini isteyenler, onu “bir aydın, öncü” olarak tanımlayanlar, dini araç olarak kullanıp emperyalistlerle işbirliği yaparak gerçekte bağımsız bir Kürdistan kurma amacını güden şeriatçı bir şeyhin torunu olduklarını söyleyenler, tamamen biat kültürüne dayalı bir gericiliği savunanlar, demokrasi ile de çelişir.

Tarikatlarla ve cemaatlerle kucak kucağa politika yapanların, sırf etnik kökeni nedeniyle dincilere sahip çıkanların ne gerçek anlamda kadın hakları umurundadır ne de laiklik!

Türkiye’yi ortaçağ karanlığına gömmek isteyen laiklik ve anayasa karşıtı yapılardan oy devşirmek için şeyh, şıh, aşiret, tarikat, cemaat ilişkilerini reddetmeyenlerin bu konuda dinci sağdan farkı yoktur. 

Öyleyse siyasi duruşunuz buysa, konumunuzu netleştirin ve sol siyaset üzerinde baskı kurmaya son verin. Bugün makbul sayılan her tarikat ve cemaatin gelecekte FETÖ adayı olduğunu da artık öğrenin.

                                                    /././

Turgut Altınok malvarlığını açıklamıştı: Murat Ağırel eksikleri sıraladı! (Cumhuriyet)

Cumhur İttifakı'nın ABB Başkan Adayı Turgut Altınok dün mal varlığını açıkladı. Cumhuriyet yazarı Murat Ağırel, Altınok'un malvarlıklarına ilişkin paylaşım yaptı.

Cumhur İttifakı'nın Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Turgut Altınok günlerdir tartışma konusu olan mal varlığını dün akşam sosyal medya hesabı üzerinden açıkladı.

Açıklamada belirtilen listeye göre Altınok'un çok sayıda arsa, tarla ve evi olduğu görüldü. Gayrimenkullerin çoğunda "Anneden miras" ve "Babadan miras" yazdığı görüldü.

Cumhuriyet yazarı Murat Ağırel, Altınok’un açıkladığı arsaların toplamının 6 bin dönüm olduğunu ve toprakların yüzölçümünün Monako’dan büyük olduğunu aktardı.

"BANKA HESAPLARI DURUMUNU AÇIKLAMADI"

Murat Ağırel sosyal medya hesabından şu ifadeleri kullandı:

Turgut Altınok dün malvarlığını açıklamamıştı. Beyanına göre: 22 tane arsa, 13 tane ev, 25 tane tarla, 1 benzin istasyonu aile şirketinden kendi payına düşen 67 daire, 4 dükkan ! Açıklanan sadece taşınmazlar ve ederleri büyüklükleri açıklanmadı. Sayın Başkan kira gelirlerini, araç, altın, döviz, ziynet eşyaları, aktif banka hesapları durumunu da açıklamadı.

"MONAKO’NUN YÜZÖLÇÜMÜNDEN BÜYÜK"

Beyan ettiği arsaların büyüklüklerine baktım. Toplam 6 milyon metrekare! Yani 6000 Dönüm ! 6 Kilometrekare ! Monako’nun yüzölçümünden büyük… Acaba başka illerde Gayrimenkul şirketi adına devam eden inşaatlar var mı? Devam eden inşaatlarda kaç yüz daire yapılacak?"

Kentsel sönüşüm - Özlem Yalım / duvaR

 

Kentsel sönüşümün kökleri neredeyse her zaman derin sınıf eşitsizliklerinden kaynaklanıyor; ırksal bölünmeler, dini farklılıklar ve etnik çekişmeler tarafından şekilleniyor ve yozlaşmış yerel politikalar tarafından çarpıtılıyor.

Türkiye’nin son 20 yılda duyduğu en yaygın kavramlardan biri kentsel dönüşüm olsa gerek. Türkiye, bu kavram ile 1999 depremi sonrasında tanışmış gibi görünse de, aslında “dönüşüm” olarak adlandırılan kentsel yapılaşmanın önü 1980’li yılların başında açıldı. Dönemin başbakanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin sekizinci cumhurbaşkanı Turgut Özal, oy isterken açıkça tapu vaat ediyor, bunu da bir vicdan meselesi olarak ortaya koyuyordu. Gecekondu affı olarak bilinen, 2981 sayılı İmar ve Gecekondu mevzuatı, başta İstanbul olmak üzere kentlerin çehresini tümüyle değiştiren ve barınma hakkı, mimarlık, kentleşme gibi temel kavramların temelini sarsan bir uygulama olarak bugünkü durumun tohumlarını attı. Bir bakıma Türkiye’deki niteliksiz yapı stoğunun önü bilerek ve isteyerek siyasetçiler tarafından açıldı. Toplum da bireysel kazançları uğruna bu suça ortak oldu. Özal’ın partidaşı Bedrettin Dalan, yaptığı yıkımlarlarla tarihe Talan takma ismi ile iz bıraktı. Sadece Tarlabaşı Bulvarı açılsın diye yapılan yıkımlar bile İstanbul’a yapılmış en büyük ihanetlerin başında gelir.

Bu imar affı ile birlikte kontrolsüzce büyüyen kentlerde, artık işin uzmanları olan mimarların, mühendislerin değil; müteahhitin, arsa sahibinin, yatırımcının ve siyasilerin sözü geçmeye başladı. Bunun sonucu olarak 1999 depreminde ortaya çıkan acı tablo insanları öyle öfkelendirdi ki, oyların pek çoğu beklenmedik bir biçimde yön değiştirdi. Yazıma, aslında pek çoklarımızın iyi bildiği bu durumu anımsayarak başlamak istedim.

Uzmanlar kentlerde yapılan, plana ve tasarıma dayalı kapsamlı müdaheleleri kentsel dönüşüm olarak adlandırıyor. Yoğun göç ile gelişen metropollerde, savaşlar ve doğal afetler gibi olaylar sonrasında, yeniden yapım veya iyileştirme gereksinimi ortaya çıkıyor. Çoğunlukla devletin müdahil olduğu ve/veya çeşitli kurum ve kuruluşlara imtiyazlar tanıdığı bu dönüşümlerde, aslında hedeflenen kentliler için daha sağlıklı, daha güvenilir, daha destekleyici bir yaşam alanı sunmak.

Dönüşüm projeleri tarihten bu yana hemen her kültürde ve coğrafyada gerçekleştirilerek içinde yaşadığımız kent kurgusuna ulaşılmış. Günümüzde ise kentler türlü sorunların merkezi olarak anılıyorlar. İnsanlık kent kurma konusunda fazlasıyla sınıfta kalmış görünüyor.

Kentlerin problemleri artarken, insanların bireysel hak ve konfor arayışı da yükseliyor. Böylece kent yaşamının itibarı da gittikçe sarsılıyor; kentler sadece yapısal olarak değil toplumsal olarak da değişime uğruyor. Günümüzde kentsel dönüşüm kavramı belki de yerini kentsel sönüşüme bırakıyor.

Şehirlerin ve kentsel yaşamın, fırsatlar, bağlantılar ve canlı bir sosyal yaşam arayan bireyler için bir çekim merkezi olması genel beklentimiz ancak, kent nüfusları arttıkça, şehirlerin bu ihtiyaçları karşılamada zorluklarla karşı karşıya kaldığı açık.

Yeniliklerin ortaya çıktığı, kültürel ve ekonomik faaliyetlerin merkezi olan şehirlerde yaşayan insanlar aslında daha iyi bir yaşam aradıkları için bu merkezlerde kümelenirler. Kent yapısal özelliklerinin yanında sunduğu fırsatlar ve kurulan sosyal etkileşimler ile bir aidiyet duygusu vaat eder. Diğer yandan hızlı kentleşme kentteki yaşamın temposunu da arttırıyor; şehirin kaynakları ve altyapısı günden güne zorlanıyor böylece sakinlere sunulan temel hizmetler aksıyor veya yetersizleşiyor. İşin tuhafı, hepimiz bu tabloya rağmen, günlük yaşam koşuşturması içerisinde bu yetersizliğe gittikçe kayıtsızlaşıyoruz. Kayıtsızlık bir süre sonra kanıksama ve kabul getiriyor. Çağdaş yaşamın insanlığa getirdiği en büyük hayal kırıklığı muhtemelen daha iyi koşullarda yaşama umudu ile geldiği kentte aradığını bulamaması, hatta bundan daha vahim bir biçimde kendini kendi yapan değerleri kaybetmesi olabilir.

İstanbul 'dönüşebildi' mi?

Kentler aslında iyiye doğru dönüşmüyor, sönüşüyor derken, bu sönüşümü bir kaç temel ihtiyacın etrafında gözlemleyebiliriz.

Bunlardan ilki ve en önemlisi çağdaş metropolün altyapı eksiklikleri. Bir kentin en belirgin başarısızlığı bu alanda ölçümlenebilir. Ulaşım sistemlerinden farklı ekonomilere uygun konutlara kadar, kent artık büyüyen nüfusun talepleriyle başa çıkmakta zorlanıyor. Sonuç olarak, kentliler trafik sıkışıklığı, konut sıkıntıları ve kamu olanaklarına sınırlı erişim gibi sorunlarla karşı karşıya kalıyor.

Nüfusun yerel, yani benzer insanlarla mı, yoksa göçmenlerle ve turistlerle mi arttığı başka bir gösterge olarak karşımıza çıkıyor. Yeni vatandaşlık uygulamaları ile herhangi bir ülkenin mensubu, başka bir ülkenin vatandaşı konumuna kolayca gelebiliyor. Bugüne dek NYC, Londra veya Paris gibi kentlerde gözlemlediğimiz konut sorunu artık İstanbul’un da sorunu. Kent, yabancı sakinlerle genişledikçe, yerel sakinler için konut gittikçe ulaşılmaz, pahalı bir hale geliyor.

Yine bir kent merkezine belirli bir coğrafyadan gelen yoğun turist akımı bu kentin gündelik yaşam örüntülerini farklılaştırıyor. Kentin çehresi, sunulan çeşitli hizmetler ve bunların tümünün pahası, artık kent sakinlerine göre değil; gelen turist akınına göre şekilleniyor. Esnafın ürün tercihleri, satışı yapacağı kesime göre belirleniyor; tabelaların, kamusal hizmetlerin bile dili değişiyor. Akın eden turist, kenti kendi alışkanlıkları ile kullanmaya başladığında sakinler arasında çeşitli çatışmalar ortaya çıkabiliyor. Çatışma söz konusu olmasa bile yerel halk için daimi bir mutsuzluk ve gerilim kaynağı böylece kentin orta yerinde büyüyerek kendine yer açıyor. İstanbul’un son dönemde geçirdiği değişimin ve bunlardan şikayet edenlerin varlığından haberdar olmayan sanıyorum yoktur. İstanbul’un bugün yaşadığı bu çıkmaz Venedik, Milano, Paris veya Londra için on yıllardır varolan bir gerçek. Kent büyük bir dönüşüm geçiriyor; bu dönüşüm kentin asıl sahipleri için onları kentten uzaklaştıran, soğutan, hatta başka yerlere süren bir sönüşüm olarak nitelenebilir.

Yapısal, demografik ve içerik bakımındön dönüşen çağdaş şehirlerde başka bir önemli zorluk, özellikle uç noktalardaki topluluklar olmak üzere sakinlere sunulan sosyal hizmetlerdeki boşluk. Uç noktalardaki ifadem ile, yaşlıları, çocukları, bebekli ebeveynleri, engellileri ve göçmenleri kast ediyorum. Sağlık hizmetlerine, eğitime ve sosyal destek programlarına erişim gittikçe sınırlı hle geliyor, bu da yaşam kalitesinde farklılıklara yol açıyor. Bu eşitsizlik, sosyal bölünmeleri derinleştiren ve vatandaşların genel refahını engelleyen başka bir sönüm noktası.

Şehirler büyüdükçe otoyollar, duraklar, otoparklar, alışveriş noktaları gibi ihtiyaçlar da aynı oranda büyüme gösteriyor. Bunun etkisi, kentteki en ufak kara parçasını bile kıymetli hale getiriyor. Biliyoruz ki bu küçük kara parçasının yeşil alan olarak kalması kentin kimi paydaşları arasında en istenmeyen şeydir; zira gayrimenkul yatırımcısı oraya son projesini konumlandıracak, çevresindeki sakinler de bu projenin sunduğu refah içerisinde kendilerini kalkınmış hissedeceklerdir. Böylece kentler gittikçe yapılaşan, doğadan uzak alanlar haline dönüşürler. Kuşkusuz bir kentin, kırsal kadar yeşil ve doğa ile iç içe olmasını beklemek de pek de doğru değil; diğer yandan tümü ile nefes alacağı alanlardan yoksun bir kent kimsenin yaşamak istemeyeceği, yaşasa bile yaşamına sağlıklı biçimde devam edemeyeceği bir merkez haline gelir.

Artık şehirler çevresel sürdürülebilirliği teşvik etme ve kentleşmenin doğal kaynaklar üzerindeki etkisini azaltma konusunda zorluklarla karşı karşıya. Kirlilik, atık yönetimi ve iklim değişikliği gibi konular, sakinlerin sağlığı ve güvenliği için önemli tehditler oluşturuyor. Bu sorun yıldan yıla tüm metropollerde gittikçe büyüyen bir biçimde kent yaşamını tehdit ediyor. Doğa ile dengesini kaybeden kent kavramı burada da sönümleniyor.

Geçtiğimiz yüzyıla, bildiğimiz anlamdaki kentin ortaya çıkışına  göz atarsak, insanlık endüstriyelleşme ile birlikte bir dizi yenilik ve teknolojik gelişmeyle bugün anladığımız anlamdaki kentlere ulaştı. 20. yüzyılın başlarından itibaren yaygınlaşan aydınlatma, yaşamı gecelere uzatması ile kenti canlı bir organizma haline dönüştürdü; üretim, ticaret, eğlence ve kültürel yaşam böylece kentte palazlandı.

Aydınlatma kadar önemli diğer bir gelişme de iletişim oldu. Elektrik ışıklarının daha fazla fabrika üretimi ve ekonomik büyümeyi teşvik etmesi gibi, telefon da talebin daha hızlı artmasıyla işleri artırdı. Artık siparişler posta yerine sürekli telefonla gelebiliyordu. Daha fazla sipariş daha fazla üretime yol açtı ve bu da daha fazla işçi gerektirdi. Genişleyen şirketler, ürünlerine yönelik artan tüketici talebini karşılamak için işçi aradığından, bu ek iş gücü talebi kentsel büyümede önemli bir rol oynadı.

Şehirler büyüyüp dışarıya doğru yayıldıkça, şehir içinde evden fabrikalara veya mağazalara ve oradan da eve verimli bir şekilde seyahat etmek büyük bir zorluk haline geldi. Ulaşım altyapısı şehir içi transferleri sağladığı gibi, kentler de birbirlerine bağlandı ve bu gelişme de kent kavramını sürekli dönüştüren faktörler arasında yerini aldı. Son olarak kenti kent yapan en önemli faktör, çok katlı yapılar olarak ortaya çıktı. Dar alanda çok insanı barındırmak isteği yapıları çok katlı hale dönüştürdü. Bu kente taşınan insanlar için her bakımdan farklı bir yaşam döngüsü anlamını taşıyordu.

Tüm bu dönüşüm geçmiş yüzyılda gelişim olarak algılandı. Ancak günümüzde tümü aslında karmaşanın ve kaosun eş anlamlısı durumunda. Aynı hızda gelişen tüm bu faktörler artık kilitlendi, doğal olarak gelişim olarak nitelendirilme ayrıcalığını da yitirdiler. Artık kentsel aydınlatma ışık kirliliği yaratıyor ve doğal dengeyi tehdit ediyor. Trafik kımıldamıyor ve bu hali ile atmosfere zararlı gazlar yayarak kentlileri hem zehirliyor hem de ekonomik olarak çökertiyor. İletişim alanında yaşanan dönüşümler devrim niteliğinde ve bunların tümü iş yaşamını, sosyal hayatı, eğitimi, kısacası bugüne dek bildiğimiz ne varsa hepsini değişime zorluyor. Gökdelenlerin her biri artık karma yapı olarak nitelendiriliyor çünkü, kaotik kent yaşamı içerisinde artık her türlü ihtiyaç mümkün ise tek bir yapı içinde çözülmek isteniyor. Evim, spor salonum, yeşil alanım, hatta tarım yapabileceğim bir bölge, kültürel aktivitelerim, alışverişim mümkün ise tek bir çatı altında toplansın isteyenlerin rağbet ettiği bu karma yapılar belki de geçmişin mahalleleri olarak düşünülebilir. Öyle ya, bir binadan dışarı çıkmadan her türlü ihtiyacınızı karşılayabilecekseniz, fazlasına kimin ihtiyacı var. Kent kavramı aslında çok uzun süredir bu kompartmanlara ayrılmış durumda. Herkes kendi semtinde, hatta kendi karma yapısında yaşamını sürdürüp kent içinde en fazla ikinci veya üçüncü bir adrese, sadece kısıtlı olarak zaman ve imkan bulurken kimse bildiğimiz anlamda kent algısının nasıl da yok olduğuna dikkat etmiyor. İstanbul’da yaşayan pek çok insan bırakın boğazı, denizi dahi görmeden yaşarken, tersi kent merkezinde yaşayanlar için de geçerli; onlar da periferide olup bitenden tümüyle ilgisiz yaşamlar sürüyorlar. Hal böyleyken yek bir İstanbul idealinden ne denli söz edilebilir?

Tarih dengelerini iyi kuramayan ve özelliklerini koruyamayan kentlerin çöküş hikayeleri ile doludur. Şehirler, büyümelerini teşvik eden ana endüstriye veya sahip oldukları doğal özelliklere dayalı olarak kendi benzersiz karakterlerini geliştiriyorlar. İstanbul’un sahip olduğu coğrafi özelliği olan boğaz geçişi onu benzersiz bir ticari ve savunma üssü konumunda tutarken, doğal anlamda da diğer kentlere göre eşsiz kılıyor. Amerikan şehirlerinden örneğin Pittsburgh çelik üretimi, Chicago et paketlemesi ve ticareti ile New York hazır giyim ve finans endüstrileri ile ve Detroit, yirminci yüzyılın ortalarında ürettiği otomobillerle tanımlanıyordu. Bunların tümü zaman içerisinde dönüştü. New York gibi bir metropol farklı dengelerle ayakta kalmayı ve cazibe merkezi olmayı başarırken kimi kentler dengelerini kaybettiğinde yeni bir dönüşüm içine giremiyor ve tamamen yok oluyorlar. Çok kısa bir süre önce tüm Amerika, terk edilen ve ıssız bir kent olma tehlikesi ile yüz yüze kalan Detroit’i yaşatmak için seferber olmuştu; yeni yeni ayağa kaldırılan şehir, gözden düştüğü dönemde artan suç oranları ve vandalizm dertlerini yenmeye çalışıyor. Bu tür kentler için gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da başvurulan yaşatma yöntemlerinden biri o kenti bir kültür ve turizm üssü haline getirmek olarak görülüyor. Geçmiş yüzyılların tekstil üretimini göğüsleyen St. Etienne kentinin bugün ev sahipliği yaptığı bienaller veya mimar Gehry marifetiyle yaşam kazanan, hatta bir rol model haline dönüşen Bilbao’daki strateji budur: Sönen bir kenti yeniden parlar hale getirmek.

Gözden düşen Detroit hâlâ yaralarını sarmaya çalışıyor. 

Bu tür bir sönüm yaşayan kentlerin yanında bir de proje kentler var. Çeşitli sebeplerle sıfırdan yaratılan, tasarımına, inşasına ve reklamına büyük bütçeler ayrılan bu ideal kentlere dair birkaç bilgiyi geçmişte kaleme almıştım. Bu kentlerin sonu çoğunlukla hüsran olarak ortaya çıkıyor ancak yine de bir dönem yok ki bunlardan bir yenisi ortaya çıkmasın. Gelecek haftalarda sizlere bunlardan bazıları hakkında daha kapsamlı hikayeler anlatabilmek istiyorum.

Kentsel sönüşümün kökleri neredeyse her zaman derin sınıf eşitsizliklerinden kaynaklanıyor; ırksal bölünmeler, dini farklılıklar ve etnik çekişmeler tarafından şekilleniyor ve yozlaşmış yerel politikalar tarafından çarpıtılıyor.

Yine bir seçim öncesi sokaklarda vaatler uçuşuyor. Yeni adaylar bu vaatlerin çeşidini ve kapsamını her gün biraz daha arttırıp sunarken, mevcut yerel yönetim başladığı çalışmaları bitirmenin endişesini yaşıyor. Kentlerimiz dönüşüyor dönüşmesine ama burada kısa kısa değinmeye çalıştığım üzere bu dönüşümden yerel sakinler ne yazık ki çok da nasiplenemiyor. Sönen, ışığı cılızlaşan, can çekişen kent kavramını muhtemelen yeniden, en baştan düşünmek gerek.

Özlem Yalım / duvaR