10 Nisan 2024 Çarşamba

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 10 Nisan 2024 -


AKP medyasında neler olacak (Barış Pehlivan)

Sabah gazetesinden Yavuz Donat’ın CHP lideri Özgür Özel ile yaptığı söyleşiyi nasıl okumalı? Dahası, bu söyleşinin gazetenin manşetine taşınması ne anlama geliyor? Ve hatta aynı gün Sabah’ın birinci sayfasında bir tane bile AKP haberinin ve Erdoğan fotoğrafının olmaması tesadüf mü?

Sanmayın ki sadece “bizim” mahallede tartışıldı bu sorular. Bizzat hem iktidar çevrelerinde hem de AKP medyasında “Sabah’ın ne yapmaya çalıştığı” sorgulanıyor.

Sandığın mesajından kendilerini de sorumlu gördükleri bu süreçte, ben de iktidar medyasının koridorlarında gezdim. Ve şu soruya yanıt aradım: Seçim sonuçları iktidara destek veren medyayı nasıl etkiler?

Hepsi çok bilinen, iktidar medyasında çalışan dört ayrı televizyoncu ve gazeteci ile konuştum. Görüştüğüm medya mensuplarının ortak kanısı şuydu: “Değişmeliyiz!”

Ancak iktidar medyasında arzulanan değişimin olup olmayacağı konusunda farklı görüşler mevcuttu. Tartışma kapısını daha da aralasın diye içinde farklı görüşler de barındıran o sözleri aktaracağım. İşte AKP medyasını içinden bilen isimlerin “Bundan sonra ne olur” sorusuna verdikleri yanıtlar...

- Seçim medyayı da etkilemez olur mu, etkileyecek. Unutmayalım ki belediyelerin el değiştirmesiyle CHP muazzam bir maddi güç elde etti. Aynı şekilde iktidar da ciddi bir maddi güç kaybı yaşadı. Bunu sadece “toplu gazete alımı” ile düşünürsek yanılırız. Özellikle iktidar medyası her belediye ile yıllık sözleşmeler yapıyordu. Bu muhalif medyada da var. Ancak bu gelir ve güç artık iktidar medyasında yok. İktidarda kalan belediyelere de daha çok yük biner.

- Her şeye rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan medyadan zaten memnun değildi, etkili olduğunu düşünmüyordu. Şimdi kaliteyi artırmak zorundayız. Öyle ya seçim döneminde onca yayın organı o kadar haber yaptı; sonuç ne? Sıfır!

- İktidar medyasında ekonomik daralmalar olacaktır. Bazı gazeteler kapanma ya da sadece dijitalde yayın yapma gibi radikal kararlar alabilir.

SABAH, A HABER ve TRT

- Demek ki bir başkan adayını gereksiz şekilde çok parlatmakla seçmeni etkileyemeyebiliyormuşuz. Sabah gazetesinin Özgür Özel manşeti derinlikle izlenmeli. Çünkü madem olabiliyordu, seçim kampanyası döneminde neden yapmadılar? Kaldı ki o manşetin Ankara’dan talimatla yapılmadığına, aslında Erdoğan’a bir mesaj içerdiğine dair ciddi bir söylenti var.

- Hiçbir yerde değişim olmasa bile, Sabah ve A Haber’de dönüşüm yaşanabilir. Erdoğan’ın bile kabul ettiği ekonomik kriz yokmuş gibi davranmaları, muhalif olan herkese amansızca saldırmaları ve diğer muhafazakâr medyaya yaşam hakkı tanımamaları camiada rahatsızlık yaratıyor.

- TRT’de ise şu an sessizlik hâkim. Hemen hemen herkes rahatsız ancak köklü bir değişim olması beklenmiyor. Halbuki TRT’nin özellikle son üç senedir çok daha kötüye gittiğini bilen biliyor. Özel hayatına dair gelişmeler ortaya çıkana kadar, haber dairesi Hilal Kaplan’dan soruluyordu. Ancak Emine Erdoğan’ın devreye girmesiyle Kaplan’ın kanal içinde pasifize edildiği konuşuluyor. Dahası TRT’de “Cumhurbaşkanına rağmen ama onun sorumluluk yüklediği insanların yönetim hatalarından yaşanan bir geriye gidiş var” görüşü ağırlıkta.

                                                       /././

Faşizm tanımında Cumhur İttifakı (Öztin Akgüç)

Cumhur İttifakı’nın siyasal yelpazede yerini belirlemek için faşizmin ilke ve özelliklerini belirttikten sonra Cumhur İttifakı’nın ne ölçüde örtüştüğünü irdelemek gerekir.

Sosyoekonomik ideoloji olan faşizmin başlıca ilke ve özellikleri şöyledir:

  • Totaliter: Devletin benimsediği ideoloji adına tüm kişisel ve toplumsal etkinliklerin sıkı biçimde kontrol altına alınmasını, yönlendirilmesini hedefler. Devlet, totaliter anlayışla yönetilir.
  • Otoriter: Karar verme, emretme, istek ve önerilerini kabul ettirmede buyurgan, yürütme erkinin siyasal yetkileri sınırsız olarak kullandığı yönetim sistemidir. Anayasal rejimden otoriter devlet anlayışına geçiştir.
  • Tek parti hegemonyası: Parlamento işlevsizleştirilerek, siyasal partilerin etkinliği sınırlanarak, toplumsal hareketler engellenerek, sistem karşıtlığı hoş görülmeyerek cezalandırılarak tek partinin egemenliği sağlanır.
  • Lider yönetimi: Tek kişinin (duce, führer, başkan) herkesten, topluluktan daha doğru, isabetli karar vereceği kabul edilerek yetkiler tek kişide toplanır. Lider ilkesine göre örgütlenir.
  • Hiyerarşik örgütlenme: Yönetim kademeleri emir-komuta zinciriyle farklı yetkilerle karar alma süreci yukarıdan, tepe yönetimden aşağıya doğru, piramitleşerek yayılır. Örgütte astüst ilişkisi içinde üstün; asta talimat verme, denetleme, gerektiğinde disiplin cezası verme yetkisi vardır. Ast ise kendi anlayış ve takdirine göre değil verilen talimata göre hareket eder. Bu örgütlenme, otoriter ve disiplinlidir.
  • Hukuk işlevsizdir: Kurallar; devlet gücüyle egemen ideolojiye aykırı muhalif sesleri susturma davranışları, eylemleri önleme yönünde uygulanır. Rejim karşıtlarının cezalandırılması devlet politikasıdır.
  • İdeoloji, milli ve manevi değerler olarak kamuya sunulur: Milliyetçilik, vatanseverlik, muhafazakârlık slogan olarak her fırsatta sık tekrarlanır.
  • Komünizme, sosyalizme, liberalizme, demokrasiye karşıdır: Antikomünizm olarak da tanımlanan faşizmde bireylerin devlete bağlı ve kontrol altında olması gerekir. Ayrıca muhafazakârlık anlayışı da laikliğe karşıdır.
  • Medya yayın kuruluşları: İdeolojiye göre yayına zorlanır, aykırı yayınlar cezalandırılır, kapatılır. Toplumsal yaşam tüm alanlarıyla tek ideolojiye bağlanma yönünde düzenlenir.
  • Ataerkildir: Siyasal, toplumsal alanlarda erkeğin, kadına kıyasla iktidar ağırlıklı olarak elinde tuttuğu, erkeğin egemen olduğu sosyal düzendir.
  • İktisadi sistem: Devlet kontrolünde kapitalizmdir. Devlet, sermaye ile emek işveren-işçi arasında hakem görünümünde olmakla beraber, uygulama sermayeden yanadır. Uyuşmazlıklarda sermaye güçlü şekilde temsil edilirken işçi temsilcileri memur statüsündedir. Sermayenin çıkarları korunur. Öyle ki Troçki, faşizmi; tekelci sermayenin toplumu totaliter tarzda örgütlemesi olarak tanımlamıştır. Otoriter politik bir iktidar olmadan kârlarını koruyamayacağını öngören faşizm; kapitalizm, burjuvazi, tekelciler ve toprak ağaları tarafından desteklenir.

Ekonomik bunalım, uzun süreli enflasyon, işçi ve köylülerin yoksullaşması, terör, terör tehdidi, sığınmacı sorunu, toplumda orta sınıfın kaybolması, toplumun güven duygusunu yitirmesi dış güçler tarafından aşağılanma, dışlanma, biat etme, bireyleri emir alma alışkanlığı da faşizme gidişin ortamını hızlandırır.

Cumhur İttifakı, faşizmin çoğu özelliğiyle örtüşür. Lider altında hiyerarşik örgütlenme, yasama organının ve parlamentonun işlevsizleştirilmesi, yargının, yürütmenin güdümünde olması, medyanın baskı altında tekelleşmesi, karşıt görüşlerin cezalandırılması ve tasfiyesi, milli ve manevi değerler söylemi ile totaliterataerkil bir toplumsal düzene yönelme, sermaye ile karşılıklı destek devlet denetiminde kapitalist düzen oluşturma yönlerinden dolayı Cumhur İttifakı, faşizm ile örtüşür. Aynı şekilde faşizm, otokrasi ile benzer özellikler taşır.

Cumhur İttifakı iktidara geliş sürecinde 1980 öncesi terör olayları yaşanmış dış ekonomik ambargolarla başlanmış, halkın güven duygusu zedelenmiş, 1982 Anayasası büyük çoğunlukla onaylanmış, enflasyon sürmüş, ekonomi IMF programı çerçevesinde gerekçesiz şekilde krize çekilmiş, garip bir seçim sistemiyle iktidar olunmuştu. Ancak günümüz sonuçlarına bakarsak seçmen, faşizme gidiş sürecini sonlandırmıştır.

                                                     /././

1921 Anayasası tuzağı (Sinan Meydan)

Bugün, 2024 yılında, 103 yıl önce savaş koşullarında hazırlanmış, 23 (+1) maddelik, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu (1921 Anayasası’nı), “kapsayıcı ve demokratik anayasa” diye toplumun önüne koymak isteyenlerin, laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef aldıkları bilinmelidir. Türkiye, bu tuzağa düşmemelidir.

Türkiye’de ne zaman yeni anayasa yapmaktan söz edilse kimi çevrelerin, sözü döndürüp dolaştırıp 1921 Anayasası’na getirdikleri sizin de dikkatinizi çekmiştir. Son olarak geçtiğimiz hafta TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, yeni anayasadan söz ederken şunları söyledi: “1921 Anayasası’nda olduğu gibi katılımcı, güçlü bir anayasa yapma imkânı bu Meclis’te vardır. Türkiye’nin demokratik standartlarının yükseltilmesi için bu bir zorunluluktur.”

Peki ama gerçekten öyle mi? 1921 Anayasası katılımcı, güçlü ve demokratik bir anayasa mıdır? Dahası, laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’nden rahatsız olan çevrelerin 1921 Anayasası aşkının sırrı nedir?

OLAĞANÜSTÜ, SAVAŞ ANAYASASI

Yıl 1920, Anadolu ateşler içinde yanıyordu: Bir taraftan İngiliz destekli Yunan işgal kuvvetleri; Anadolu içlerine doğru ilerliyor, diğer taraftan Osmanlı Saray Hükümeti; Kurtuluş Savaşı karşıtı fetvalarla, bildirilerle, Hilafet Ordularıyla, Aznavur’larla kardeşi kardeşe düşürüyordu. 16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri İstanbul’u işgal etmişti. 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması imzalandıktan sonra 12 Ağustos 1920’de İzmir’de, 26 Eylül 1920’de de Trakya’da Yunan idaresi kuruldu. 4 Eylül 1920’de Gediz, Yunanlarca işgal edildi. 5 Eylül 1920’de İkinci Yozgat İsyanı patlak verdi. 2 Ekim 1920’de Konya’da Delibaş Mehmet ayaklandı. 3 Ocak 1921’de Çerkez Ethem Yunan tarafına geçti. 6-10 Ocak 1921’de Yunan ordusuna karşı I. İnönü Savaşı kazanıldı. İşte Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adlı 1921 Anayasası böyle bir savaş ortamında hazırlandı.

Böyle bir ortamda neden mi bir anayasaya ihtiyaç duyuldu? Çünkü Kurtuluş Savaşı, “haklı” ve “hukuklu” bir mücadeleydi. Bu nedenle milli direnişin adı “Müdafaai Hukuk”tu. Atatürk, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Başkanı’ydı. Atatürk, Milli Mücadele’nin hukuki meşruiyete sahip olmasını çok önemsiyordu. Dahası, 23 Nisan 1920’de açılan TBMM, Osmanlı saray hükümetinden ayrı, Ankara’da milleti temsil eden yeni bir siyasal otorite olarak ortaya çıkıyordu. Bu yeni siyasal otoritenin yeni bir anayasaya ihtiyacı vardı.

HAZIRLANMASI

TBMM açıldıktan birkaç ay sonra Meclis Başkanı Atatürk’ün isteği ile yeni anayasa çalışmalarına başlandı. Önce 13 Eylül 1920’de Atatürk’ün hazırladığı “Halkçılık Beyannamesi” milletvekillerine dağıtıldı. Sonra 18 Eylül 1920’de TBMM’de “Halkçılık Programı” okunup incelenmek üzere özel bir komisyona verildi. İşte 1921 Anayasası Atatürk’ün hazırladığı bu “Halkçılık Programına” dayanılarak hazırlandı. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 9, s. 324-327)

TBMM, dört ay süren çalışmalardan sonra 20 Ocak 1921’de 23 madde ve 1 ek maddeden oluşan “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” (1921 Anayasası’nı) kabul etti. (Kanun No: 58).

TEMEL ÖZELLİKLERİ

1921 Anayasası’nın önemli maddeleri şunlardır:

Madde 1: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir; idare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.” Bu madde ile Türkiye’de her ne kadar adı konulmamış olsa da “fiilen” ve de “hukuken” cumhuriyet kuruldu. 1921 Anayasası’nda, 29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle cumhuriyetin adı konuldu. (Taha Parla, Türkiye’de Anayasalar, s. 9)

Madde 2: “Yürütme gücü ve yasama yetkisi milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde belirir ve toplanır.” Bu madde ile yasamanın üstünlüğü ve Güçler Birliği ilkesi kabul edildi.

Madde 3: “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını taşır.” Bu maddeyle Meclis Hükümeti Sistemi kuruldu.

Madde 4: “Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca seçilen üyelerden oluşmuştur.”

Madde 5: “Büyük Millet Meclisi’nin seçimi iki yılda bir yapılır.”

Madde 7: “Dine ilişkin hükümlerin (ahkâm-ı şeriyenin) yerine getirilmesi, bütün yasaların yapılması, değiştirilmesi, kaldırılması, anlaşma ve barış yapılması, savaş kararı verilmesi gibi temel haklar Büyük Millet Meclisi’ne aittir.” Bu madde ile TBMM’nin üstünlüğü kabul edildi.

Madde 9: “… Büyük Millet Meclisi Reisi Vekiller Heyetinin de reisidir.” Bu madde ile TBMM Başkanı, aynı zamanda hükümetin başkanı oldu.

Madde 11: “İl, yerel işlerde manevi kişiliğe ve özerkliğe sahiptir. İç ve dış siyaset, dini, adli, askeri işler ve uluslararası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işler dışında hükümetin önerisi üzerine TBMM’de çıkarılacak yasalar gereğince vakıf, medrese, eğitim, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işlerini düzenlenmek il kurullarının yetkisi içindedir.” Bu madde ile yerel yönetimlere bazı konularda belli şartlarda “özerk” hareket etme yetkisi verildi.

1921 Anayasası ile egemenlik kayıtsız şartsız millete veriliyor, yasama ve yürütme, kanun yapma, kanunları değiştirme, savaş ilan etme, antlaşma ve barış yapma yetkileri TBMM’de toplanıyor ve anayasada sultan/halifeden tek kelimeyle bile söz edilmiyordu. 1921 Anayasası, Osmanlı saray hükümetine son verdi. 5 Kasım 1921’de “Osmanlı” deyimi anayasaya aykırı görülerek yerine “TBMM hükümetine bağlı kişi” ifadesinin kullanılmasına karar verildi. (Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru, s. 73). 30 Ekim 1922’de Osmanlı’nın ortadan kalktığını ilan eden 307 no’lu Meclis kararı, 1921 Anayasası’na dayanılarak alındı. 1 Kasım 1922’de de 308 no’lu Meclis kararında “(Türk milleti) Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu çıkararak onun 1. maddesi ile hâkimiyeti padişahtan alıp millete vermiştir” denilerek saltanat kaldırıldı. (Parla, s. 9) Ayrıca anayasada “Türkiye Devleti” ifadesi kullanıldı.

Açıkça görüldüğü gibi Teşkilatı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası), saray saltanatını yıktı, millet egemenliğini kurumsallaştırdı, cumhuriyeti hazırladı. Peki ama bugün laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olanların 1921 Anayasası aşkının nedeni nedir?

1921 ANAYASASI’NDA OLMAYANLAR

Her şeyden önce 23 (+1) maddelik Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası) gerçek bir anayasa değildir. 1921 Anayasası’nda önsöze, temel hak ve özgürlüklere, yargı organlarına, vatandaşlık tanımına, devlet örgütüne ve değiştirilme yöntemine yer verilmemiştir. Anayasalarda bulunması gereken geleneksel bölümlerden yalnızca birine, (devletin kuruluşuna) yer verilmiştir. (Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi. 2. Kitap, s. 254, 255; Parla, s. 9)

1921 Anayasası’nda;

  • Türk milleti tanımı yoktur. Dolayısıyla bir Türk vatandaşlığından da söz edilemez.
  • Laiklik yoktur. 7. maddede “Din işlerini yürütmenin TBMM’nin görevi olduğu” belirtilmiştir. (29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle 2. maddeye “Devletin resmi dini İslamdır” ifadesi eklenmiştir.
  • Devletin rejimi açıkça belirtilmemiştir. 1. maddede “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denilmekle yetinilmiştir. (29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle 1. maddeye “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir” ifadesi eklenmiştir.)
  • Devlet başkanı yoktur.
  • Atatürk ilkeleri yoktur. (Atatürk ilkeleri 1937’de anayasaya girecektir.)
  • Devletin başkenti Ankara değildir.
  • Devletin resmi dili yoktur. (29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle 2. maddeye “Türkiye Devleti’nin resmi dili Türkçedir” ifadesi eklenmiştir.)
  • Güçler ayrılığı yoktur.
  • Yargı organları yoktur.
  • Temel hak ve özgürlükler yoktur.
  • Kadınların siyasal hakları yoktur.
  • Üniter bütünlük, ulus devlet yoktur: Çünkü 11. maddede “yerel özerlik” vurgusu vardır

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun (1921 Anayasası’nın) eksikleri nedeniyledir ki, Atatürk, 1921 Anayasası kabul edildikten sonra “Elde mevcut olan Kanuni Esasi’mizi (Osmanlı Anayasası) tamamen ortadan kaldırmıyoruz” dedi. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılıncaya kadar Kanuni Esasi ve Teşkilatı Esasiye Kanunu birlikte kullanıldı.

1921 ANAYASASI AŞKININ SIRRI

Vatandaşlık tanımının olmadığı, meclis hükümeti sistemine dayanan, kadınların siyasal haklara sahip olmadığı, temel hak ve özgürlüklere, güçler ayrılığına, yargı organlarına yer verilmeyen 1921 Anayasası, çok partili sisteme uygun demokratik bir anayasa da değildir.

Peki ama ilanından 103 yıl sonra birileri niye bu anayasaya sarılıyor?

Çünkü “Yeni Türkiye” dedikleri yapıyı, 1921 Anayasası’nın yoksunlukları üzerinde kurmak istiyorlar. Bugün, 1921 Anayasası gibi bir anayasa hazırlamaktan söz edenlerin, aslında, “Türk milleti” tanımından, başkenti Ankara, resmi dili Türkçe olan laik Cumhuriyet’ten, Atatürk ilkelerinden, kadınların seçme ve seçilme hakkından, üniter bütünlük ve ulus devletten arındırılmış, bunun yerine “yerel özerkliğin” olduğu “dini temelli” bir anayasadan söz ettiklerini iyi bilmek gerekir.

Bugün, 2024 yılında, 103 yıl önce savaş koşullarında hazırlanmış, 23 (+1) maddelik Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu (1921 Anayasası’nı), “kapsayıcı ve demokratik anayasa” diye toplumun önüne koymak isteyenlerin laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef aldıkları bilinmelidir. Türkiye, bu tuzağa düşmemelidir.

1921 ANAYASASI’NI DOĞRU OKUMAK

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası) normal, tam ve ideal bir anayasa değildi. 29 Ekim 1923’te birkaç maddesi değiştirildi. Bu da yetmedi, 105 maddelik gerçek bir anayasa, 1924 Anayasası hazırlandı. Ve 1924 Anayasası da Atatürk’ün sağlığında değiştirilip geliştirilerek laik ve üniter Cumhuriyete uygun hale getirildi.

Her ne kadar 1921 Anayasası ilan edilirken anayasada “cumhuriyet” ifadesi geçmese de anayasanın “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen 1. maddesi ile bu anayasa “fiilen” ve “hukuken” cumhuriyeti hazırladı. Nitekim 1922’de bu anayasaya dayanarak saray saltanatına son verildi. Ayrıca 29 Ekim 1923’te yapılan bir değişiklikle bu anayasanın 1. maddesine “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir” 2. maddesine de “Resmi dili Türkçedir” ifadeleri eklendi. Dolayısıyla 1921 Anayasası, 1923 değişiklikleriyle cumhuriyeti ve resmi dili barındırır hale geldi.

1921 Anayasası laik değildi. Ancak anayasanın laik olmaması, istenen bir durum değil, tamamen dönemin koşullarıyla ilgili geçici bir durumdu. Atatürk Nutuk’ta, 1921 Anayasası’nı hazırlayanlara bizzat başkanlık ettiğini, yaptıkları kanuna “şeri hükümler” deyimini koymamak için çok çalıştıklarını, “Devletin dini İslam’dır” maddesinin ise “laik devlet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmak eğiliminde olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için” anayasaya sokulmasına göz yumulduğunu söylüyor. “Yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan” bu fazlalıkların ilk fırsatta anayasadan çıkarılması gerektiğini belirtiyor. (Mustafa Kemal (Atatürk), Nutuk, s. 564-566) Nitekim 1924 Anayasası’nda da yer alan “bu fazlalıklar” ilk fırsatta anayasadan kaldırıldı. 10 Nisan 1928’de yapılan anayasa değişikliği ile “dini hükümler” ve “Devletin dini İslamdır” maddeleri anayasadan çıkarıldı. “Vallahi” sözcüğü de “Namusum üzerine söz veriyorum” şeklinde değiştirildi. 1937’de de laiklik anayasa girdi. Böylece anayasa adım adım laikleştirildi.

1921 Anayasası’nın özellikle 11. maddesi başta olmak üzere 10-23. maddelerinde yer alan “yerel özerlik” konusuna gelince; öncelikle bu anayasada kastedilen “yerel özerklik”, belli alanlarla sınırlandırılmıştır ve tamamen TBMM’nin kontrolündedir. Ayrıca anayasanın 22. ve 23. maddeleriyle kurulması öngörülen “Genel Müfettişlik” ile iller, merkezi yönetimin denetimine alınmıştır. “Genel müfettişlerin, yerel yönetimlere ait görevleri ve kararları sürekli denetleyecekleri” belirtilmiştir. İkincisi, 1921 Anayasası’nın “İl, yerel işlerde manevi kişiliğe ve özerkliğe sahiptir” diyen 11. maddesi, 1924 Anayasası’nda değiştirildi. Böylece 1921 Anayasası ile illere tanınan “yerel özerklik” üç yıl içinde uygulanmadan kaldırıldı ve yerel yönetimlere yalnızca “tüzel kişilik” tanındı. (Turan, 3. Kitap, s. 111)

Görülen o ki birileri, anakronik bir yaklaşımla, 1921 Anayasası’nı, -ilan edildiği zamandan ve zeminden koparıp çarpıtarak- laik ve üniter Cumhuriyete karşı bir silah olarak kullanmak istiyorlar. Ancak “1921 ruhu” dedikleri o ruh, saray saltanatını yıkıp cumhuriyeti kuran ruhtur; Cumhuriyete karşı kullanılamaz.

                                                               /././

Medya laiklik mücadelesinin neresinde? (Zülal Kalkandelen)

31 Mart yerel seçim süreci, siyasette dinin yoğun olarak kullanıldığı bir dönem oldu. 22 yıldır AKP döneminde toplumun üzerine çöken siyasal İslam baskısı, en azından dinci bir politika izlemeyen muhalefetin dinin siyasette kullanılmasına tepki göstermesini gerektirirken bir de baktık ki muhalefet partileri sağdan oy kapmak için dincilik yarışına girmiş!

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, seçimden birkaç gün önce İzmir Bayraklı’da ayet okuyarak oy isterken AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsmailağa Cemaati’ni ziyaret etti, CHP’li Odunpazarı Belediye Başkanı Kazım Kurt, Eskişehir Emek Mahallesi’nde İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hicret Vakfı’nı ziyaret etti.

Ardından CHP Manisa Alaşehir Belediye Başkanı Ahmet Öküzcüoğlu, seçimden sonra ikinci dönemine Kuran’ı öperek başladı, Ekrem İmamoğlu mazbatasını alınca ilk döneminde olduğu gibi yine ailesiyle birlikte makamında imam eşliğinde dua etti ve bu görüntü medya ile paylaşıldı, Erdoğan da kabinenin bazı üyeleri, Diyanet İşleri Başkanı Erbaş ve medya ile birlikte Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet Dairesi’ni Arapça dualar okuyarak ziyaret etti, YRP’li belediyelerin kapısına üzerinde İslam peygamberi Muhammed’in bir hadisi yazan tabelalar asıldı.

ÇİFTE STANDARTLI GAZETECİLİK OLMAZ

Laikliği çiğneyen bu davranışlar dinci gericiliği savunan yandaş medyada zaten eleştirilmedi. Muhalif/ bağımsız medyanın büyük bir kısmı, sadece Erdoğan ve YRP ile ilgili olanları öne çıkarıp eleştirirken muhalefetle ilgili olanları gündemine almadı. Her ikisini de eleştirenler, anayasadaki laiklik ilkesini savunan bir elin beş parmağı kadar az sayıdaki gazeteciydi.

Oysa seçim sürecinde ve sonrasında tanık olduğumuz bu görüntülerin hepsi anayasadaki laiklik ilkesine açıkça aykırıdır. Seçimi kazandığı için dua etmek isteyen, bunu evinde ya da başka bir özel alanda yapabilir ama belediye başkanının makamı kamusal alandır. Kameralar önünde makamda yapılması, dinin devlet işlerine karıştırılmasıdır.

Aynı şekilde isteyen Hırka-i Saadet Dairesi’ni ziyaret edebilir ama laik bir devlette cumhurbaşkanı ve kabine üyelerinin bunu medyanın önünde yaparak şova dönüştürmesi laik devlet ilkesi ile uyuşmaz.

Tarikatlar ve cemaatler, 1925 tarihli 677 sayılı devrim kanunu ile kapatılmıştır, bu yasaya aykırı oluşumların oy için ziyaret edilmesi, meşrulaştırılmaları sonucunu yaratır ki Türkiye’nin bugün en büyük sorunu budur!

96 YIL ÖNCE BUGÜN LAİKLİK İÇİN DEV BİR ADIM ATILDI

Bir siyasetçinin ayetle oy istemesi, Kuran’ı öperek göreve başlaması, kapıya hadis asması gibi olaylar ise tam olarak din sömürüsüdür. Toplumda herkes inançlı olmadığı gibi farklı inançta olanlar da var. Bir kamu kurumunun belli bir din ya da mezhebi öne çıkarması, tarafsızlığı yok eder. Bu ülkede tam 96 yıl önce bugün, 10 Nisan 1928’de yapılan değişiklikle, anayasanın 2. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır” hükmü çıkarıldı!

Laikliğin özü, kamusal alanı dinin şekillendirmemesi, toplumda egemen olan inancın diğerleri üzerinde baskı kurmamasıdır. Ancak Türkiye’de laiklik sadece yazılı metinlerde kaldı, siyasetçiler tarafından her gün çiğnenir oldu ve medya da bu duruma kendi işine geldiği gibi yaklaştığı için toplum uyutuldu.

Geçen hafta katıldığım bir söyleşide, eğitim düzeyi yüksek, gündemi izleyen ve gazete okuyan bir kitleye bu olaylardan söz ettiğimde, kimsenin muhalefetin seçim sürecinde laikliği hançerleyen davranışlarından haberinin olmadığını gördüm. Hatta yanıma gelip, “Bunları ilk kez sizden duyuyoruz. Medyada yer almadı bunlar” diyenler oldu.

Öyleyse soruyorum: Bağımsız/muhalif medya laiklik mücadelesinin neresinde? Adam kayırmaya devam ederken laikliği gömmeye devam mı? Birini eleştirip diğerini görmezseniz, o gazetecilik ciddiye alınır mı? Eleştirdikleriniz size gülüp geçmez mi?

(Cumhuriyet)

Birgün KÖŞEBAŞI - 10 Nisan 2024 -

 

5 maddede Meral Akşener’in çöküşü (Berkant Gültekin)

İYİ Parti’de Meral Akşener dönemi kapanıyor. Akşener, “Seçim sonuçları kapsamında ödediğimiz ve ödediğim bedele razıyım” diyerek 27 Nisan’da yapılacak olağanüstü kurultayda aday olmayacağını açıkladı. İYİ Parti’nin bir şahıs partisi olup olmadığını, kurultaydan sonra iş başına gelecek yeni yönetimin performansı gösterecek. İYİ Parti mevcudiyetini sürdürür mü sürdürmez mi bilinmez ama siyaset, artık Akşener’in aktif katılacağı bir faaliyet olmayacak. Akşener’in siyasi kariyerinin sonunu getiren, yaptığı seri hatalar oldu. Çöküşü 5 maddede özetlemeye çalışalım.

1- ALTILI MASA’DAKİ 3 MART KRİZİ

2017’de İYİ Parti’nin siyaset sahnesine çıkmasının ardından Meral Akşener’in tahrip gücü en yüksek hatası, Altılı Masa’da yaşanan 3 Mart krizi oldu. Aylar öncesinden “Kazanacak aday” söylemiyle Kılıçdaroğlu’nun adaylığının önüne set çekmeye çalışan ve onu “Kazanması mümkün olmayan aday” olarak kodlayan Akşener, muradına eremeyince çareyi rest çekmekte buldu. Kılıçdaroğlu’nun adaylığına razı olmayıp masadan kalkan ve İmamoğlu ile Yavaş’a “Aday olun” çağrısı yapan Akşener, bu iki aktörü denkleme dahil etmek için bulunan “yardımcılık” formülüyle 3 gün sonra ağır ithamlarla yüklendiği masaya geri döndü. Bu olayın Akşener’i çöküşe götüren süreçteki rolü büyük. Çünkü seçime kısa bir süre kala yaşanan kriz hem iktidarın Altılı Masa’ya dönük negatif kampanyasını besledi hem de muhalefetin adayını içeriden itibarsızlaştırdı. Muhalif kamuoyu da hiç gereği yokken yıpratıcı bir tartışmaya sürüklendi. Kılıçdaroğlu’nun İmamoğlu ve Yavaş’tan daha az potansiyele sahip olduğu açıktı ancak Akşener’in hoyrat tavrı, eski CHP liderini Erdoğan karşısında çok daha zayıf bir rakip haline getirerek mağlubiyet yolunun en kallavi taşlarını döşedi. Akşener 31 Mart stratejisini de başbakanlık hayallerini suya düşüren Mayıs yenilgisi üzerinden şekillendirdi. Yani 3 Mart krizi ve seçimdeki hüsran, çöküşün öncül basamağıydı.

2- KURULUŞ DİNAMİKLERİNDEN UZAKLAŞMA

İYİ Parti’ye varlık kazandıran, MHP’nin 2017’deki başkanlık referandumuna “evet” demesi sonrası parti içinden kopan kadrolardı. Partinin sırtını dayadığı sosyoloji de aynı siyasi eksendeki kentli, seküler milliyetçi ve ağırlıkla ülkenin batı illerinde yaşayan kesimlerdi. Rejimle barışık olmayan, kendi zaviyelerinden laikliğin varlığını önemseyen ve en kaba şekliyle anti-Erdoğancı olarak tanımlanabilecek bu kesimler, İYİ Parti’nin seçmen tabanındaki ana gövdeyi oluşturuyordu. Onlar için İYİ Parti, iktidarı zayıflatma mücadelesinin bir parçasıydı; asla tam tersi bir pozisyona geçtiğinde koşulsuz destek verilebilecek bir parti değildi. Dolayısıyla 31 Mart yerel seçimleri öncesi parti liderliği tarafından “hür ve müstakil” olarak tanımlanan, pratikte ise muhalefet karşısında iktidara avantaj sağlama sonucunu doğuracak seçim stratejisi, önceki seçimlerde İYİ Parti’ye oy vermiş kitleler tarafından sahiplenilmedi. Bu yola girilmesinden sonra gelen üst düzey istifalar da bunun yansımasıydı. Rejime kaybettirmeyi ikincil plana alan ve bunu önemsiz bir detaymış gibi sunan Akşener, İYİ Partili seçmenle şahsı arasında olan politik ve duygusal köprüleri kopardı. Üstelik arada geçmişe dayanan, enerjisini ideolojik aidiyetten alan bir birliktelik de yoktu. Bu nedenle “Meral Mommy” yakıştırması tarihe karıştı. Yerel seçimde İYİ Parti’nin yüzde 0,6’yla en az oy aldığı 10 ilden birinin İstanbul olması, Ankara’da yüzde 1’i bulamaması, İzmir’de kendi Türkiye ortalamasının dahi altında kalması, parti ile tabanı arasındaki politik uyumsuzluğun göstergelerinden biri olarak not edildi.

3- KİMLİK BUNALIMI

Yerel seçim kararı, kitlenin genel merkeze yabancılaşmasını beraberinde getirerek İYİ Parti’de bir kimlik bunalımını tetikledi. İYİ Parti, rejime kaybettirme mücadelesinin bir yerinde durmuyorsa nerede konumlanacak ve kimlerden, hangi motivasyonla destek alacaktı? Kutuplaşmış Türkiye siyasetinde bu sorunun cevabı oldukça kritikti ancak İYİ Parti anlamlı ve makul bir yanıt üretemedi. Akşener ve kurmaylarının sandığı gibi, CHP’yi ve özellikle İmamoğlu-Yavaş ikilisini hedefe oturtan muhalefet tarzı, İYİ Parti’ye sağ-muhafazakâr tabandan anlamlı sayıda oy getirmedi. Çünkü o kulvar zaten doluydu ve AKP’den kaçacak oyların adresi bir süredir aynı yolu adımlayan Yeniden Refah’tı. Hatta CHP bile bu kaçıştan faydalandı ama İYİ Parti’nin bir sağ bir sol gösteren siyaseti, kitlelerle oy verme eğilimlerini değiştirecek bir güven bağının kurulmasını engelledi. Parti yaşadığı bu kimlik bunalımı nedeniyle, mevcut tabanını büyük oranda kaybettiği gibi taşradan da beklediği desteğe ulaşamadı. Türkiye kamuoyu, amiyane tabirle, İYİ Parti’nin et mi balık mı olduğunu anlayamadı ve parti yüzde 3,7 gibi hayli düşük bir oy oranıyla seçim takvimini kapattı.

4- YANLIŞ CHP HESABI

Esasında bu başlığı altbaşlıklara ayırmak gerekir. İYİ Parti, kendini CHP’den kolay ayırabilecek bir parti değildi. Ancak Akşener kendisine ve partisine heybelerinde olmayan bir güç atfederek, Mayıs yenilgisi sonrası muhalif kamuoyunun CHP’ye dönük eleştirel yaklaşımının, İYİ Parti’ye geniş bir siyaset alanı açacağı yanılgısına düştü. CHP’ye vurma kolaycılığının, kendisine ve partisine seçmen desteği kazandıracağını düşündü. Akşener planını, kuvvetle muhtemel, Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başında kalmaya devam edeceği senaryo üzerine kurdu. Bu nedenle CHP’nin değişimle sonuçlanan kurultayının yeni bir atmosfer doğurabileceğini hesaba katmadı. Mızrağın ucunu CHP’ye doğrulturken, İYİ Parti’nin iktidarın çıkarına çalıştığı yönündeki toplumsal algının altında kaldı, karşılaştığı güven krizini aşmayı beceremedi. CHP’nin rejim karşıtlığından türettiği taban ittifakına alternatif bir vizyon geliştiremedi. Bununla birlikte, CHP lideri Özel’in kendisine beklediği karşılığı vermeyerek sürekli “Abla” diye seslenmesi, CHP’yi eleştiren İYİ Partililere “Canları sağolsun, eski dosttan düşman olmaz” diye karşılık vermesi, “İyi insanlar” nitelemesiyle İYİ Parti seçmenlerinin gururunu okşaması, İYİ Parti seçmeninde CHP’ye karşı psikolojik bir baraj oluşmasını engelledi. Öte yandan Akşener, özellikle İstanbul ve Ankara’da İYİ Partililerin belediye bürokrasisindeki varlığını gerektiği kadar dikkate almadı. Partinin seçime ayrı girme kararı daha en başta burada duvara tosladı. İYİ Parti’de alınan kararın arkasında duracak kadrosal bir bütünlük oluşmadı.

5- ZAMANLAMA HATASI

İYİ Parti’nin CHP ile ayrışmasındaki temel neden, Akşener’in, CHP ile yan yana yürüyerek hedeflediği oy potansiyeline bir türlü ulaşamayacağını anlamış olmasıydı. Yüzde 9-10 arasında gelip giden İYİ Parti, Mayıs seçimleri kazanılsaydı bunu sorun olarak görmeyecekti. Zira bu destek, onları iktidar ortağı yapacak ve parlamenter sisteme dönülmesiyle birlikte Akşener’i başbakanlık makamına taşıyacaktı. Ne var ki seçim kazanılmayınca “CHP’nin küçük kardeşi” olmak kabul edilebilir bir apolet olmaktan çıktı. Akşener de CHP’ye mesafe koyarak yükselebileceğini düşündü. Ancak atladığı olgu, 31 Mart’ın bir genel seçim değil yerel seçim olduğuydu. Her seçim esasında bir illüzyon yaratır; iddiası ve kazanma ihtimali bulunan partiler olduklarından büyük, iddiasız ve kazanma ihtimali bulunmayan partiler olduklarından küçük görünür. Yerel seçimler, temsil bazlı değil sonuç odaklı bir siyasi yarışma olduğu için oy verilen adaylar ya kazanıp başkan olur ya da hiçbir şey olmaz. Yurttaşların geneli de oylarının boşa gideceğini düşündüğü iddiasız adaylara oy vermeyi mantıklı bulmaz. Günümüz Türkiye’sinin kutuplaşmış siyasi ortamında bu davranış daha belirgin. İYİ Parti bu nedenle, birincil motivasyonu iktidara kaybettirmek olan seçmen tabanını büyük oranda CHP’ye kaptırdı. Çünkü birkaç yer (Nevşehir, Ordu, Çanakkale) dışında, İYİ Parti’nin rekabetçi bir seçenek olduğu hiçbir il yoktu. Bu nedenle Akşener’in partisi, zaten kan kaybıyla girdiği seçimde bir de zamanlama hatası nedeniyle daha küçük göründü. Belediye başkanlıklarında yüzde 3,77’de kalmalarına rağmen il genel meclisi oylarında yüzde 4,5’u bulmaları bu hatanın minik bir göstergesi.

                                                               /././

Birdenbire, birden bire (Kaan Sezyum)

Saçlıyım, saçlısın, saçlı, saçsızsın, saçsızım, saçsız… Baharın da gelmeye başladığı, gönül yaylarımızın ve havaların kıpırdaştığı, saçlıların saç renginin açıldığı, kellerin ise şapkaya, fese geçtiği şu güzel bayram gününden herkese sevgiler.

Kırk yılın başı biraz keyfimiz yerine gelsin dedim, yıllardır “Aman şu böyle, aman şu şöyle” diye ağlayıp duruyoruz. Bakın şu okuduğunuz gazete bile 20 yaşına bastı. 20 yıldır, BirGün’de yazan haberleri şöyle bir toplayıp analiz etsek, yüzde kaçı iyi haberdir sorarım size? Varsa yoksa yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar, biraz daha yolsuzluk, biraz daha yoksulluk ve daha çok yasak… Hatta yıllar içinde yolsuzluğumuz, yoksulluğumuz ve yasaklarımız arttıkça arttı. Fakirleştikçe fakirleştik, cebimizdeki para yarın bugünkünden daha değersiz oluyor. Bizi yönetenler giderek daha da vasat, daha da yüzsüz, daha da arsız, daha da zengin oldu ama her şeyin sonu var sevgili okur. Yukarı çık çık çık, nereye kadar. En sonunda bizim idareciler de kendilerini halktan, vatandaştan, sokaktan yüksekte göre göre balon oldular, şiştikçe şiştiler, kendilerinin şişmeleri yetmedi, evlatları, çevreleri de şişti şişti şişti… Artık oksijenin olmadığı bir yüksekliğe geldiler… Balonun patlamasına çok az zaman kalmışken, her gün ufak tefek başka balonlar patlamaya başladı. Ülke bir mercan kayalığı ekosistemi gibi kendini hayatta tutabilmek için artık parazitlerden kurtulma arayışına gitti. Parazit diyorum, çünkü bu kesim malum, cüzdanımızla, cebimize, hayatımıza yerleşmiş, bir kene, bir pire gibi. Kanımızla da besleniyor, canımızla da besleniyor, gün geliyor bir günde 50 bin can gidiyor, onunla bile doymuyor. Kanla besleniyor, canla besleniyor, doymuyor da doymuyor.

∗∗∗

Parazit tayfanın da türlü türlü çeşidi var dünyada. Kısmetimize bizim parazitler pek bir vizyonsuz, pek bir bilgisiz, fikirsiz. Konuş desen, dil bilmez, kendi dilinde bile derdini anlatamaz ama çalacak kadar kendisini ifade edebilir. 200 kelime biliyor, kendi yolsuzluğunu kendi yapabiliyor, öyle bir tayfa. Statü sembolleri ise lüks araba ve konvoy. Kıt vizyonlarında haliyle başka bir statü yok. Kitap okuyup bilgi sahibi mi olsun koca koca adamlar. Burada milleti yönetiyorlar. Kitap okuyup ne yapacaklar? Adam adama, adamlık yapmaya devam. Öyle bir tayfa ki bu tayfa, kadınları bile adama evrimleşti zaman içinde. Birbirlerini kışkışlamaktan, birbirlerine saldırmaktan da çekinmediler. Fırsat neredeyse oraya yöneldiler. Tabii şimdi parazit takımına da bütün suçu atmamak lazım. Neresinden baksanız, parazitlerin de yaşayacak bir ortamı olmasa, şu hayatta barınamazlar.

∗∗∗

Çünkü parazitin huyu suyu bellidir, parazitten faydalı bir şey istemek de hayatın akışına aykırı. Sonuçta parazit de bir gün “Ey insanlar, beni biliyorsunuz, ben zaten parazitim, benden neden sizlere yararlı şeyler bekliyorsunuz?” diyebilir… Bu noktada haliyle bu paralara tapanlara ve hayatta kalmanın tek yolunu bu büyük boy parazitlere kölelik yapmada bulan çaresizlere gelelim. Parazite tabiatından dolayı kızmak saçma. Hayatta kalmak için parazitin parazitlik yapması lazım. Başka bir şey bilemez ki. Normalde bakkal kasasında tutsan, bakkalı batırır. İş versen yapamaz, eline yüzüne bulaştırır. İnsanlarla hoş diyaloglar kur desen, yapamaz, kavga eder. Onun varoluş sebebi başkadır. Huyu suyu budur parazitin. Parazite de kızamazsın gün gelir, celladına da kızamazsın bu kafayla. Emri uyguluyor diye… Emirden sonra da kafa kalmaz zaten. Kıp.

∗∗∗

E peki durum böyleyse, kırk yılın başı ensesine bir damla ilaç sıkılmış bir sokak kedisi gibi de sevinmeyelim mi? Rahatlamayalım mı? Zaten sokakta yaşıyoruz, zaten piresi, kenesi, mantarı üzerimizde başımızda, zaten dişlerimiz, diş etlerimiz kirli, iltihaplı, zaten içtiğimiz su leş, yediğimiz mama yaş bile değil… Kırk yılın başı güneş çıkmış, ensemize parazit ilacı damlamış, güneşe çıkıp azıcık kemiklerimizi, etimizi, kulaklarımızı ısıtmayalım mı? Hâlâ hayatta olduğumuza, bu sürdürülebilir yoksulluk ve sefalet içinde, hayata dair hala içimizi ısıtan bazı şeyler olduğunu hatırlayıp da sevinmeyelim mi sevgili mırmır?

Her şey bir anda olacak diye bir şey yok ama bir garip çelimsiz arkadaşım var, buğulu gözleriyle vapurdan çıkanları izler, o da böyle güzel havaları çok sever, sizi ona aktarıyorum. Hatta ve hayatta kalın. (Şiir remiksi yaptım bu vesileyle)

Her şey birdenbire oldu. Birdenbire vurdu gün ışığı yere;

Gökyüzü birdenbire oldu; Mavi birdenbire.

Kız birdenbire, oğlan birdenbire;

Yollar, kırlar, kediler, insanlar...

Aşk birdenbire oldu,

Sevinç birdenbire.

                                                                 /././

Parmak izi skandalı (Timur Soykan)

Kırmızı Bülten ile aranan Sırp asıllı İsveç vatandaşı Maximilian Rivkin’in Bulgaristan pasaportuyla başvurup Türk vatandaşlığı aldığı ortaya çıkmıştı. ABD ve İsveç’in 5 milyon dolar ödül ile aradığı uyuşturucu kaçakçısına Ali Yerlikaya’nın İçişleri Bakanlığı döneminde vatandaşlık verilmiş. Interpol veri sisteminde parmak izleri olmasına ve vatandaşlık başvurusunda parmak izi vermesine karşın yakalanmamış.
Parmak izi skandalı
2021’den beri İsveç ve ABD’nin Kırmızı Bülten ile aradığı, FBI’ın 5 milyon dolar ödül koyduğu Rivkin 2023’te Cem Cansu adıyla Türk vatandaşı oldu.

AKP’nin varlık barışı yasaları ve ucuz Türk vatandaşlığı kampanyalarıyla dünyanın mafyası Türkiye’ye akın etti. Onlardan biri; Avustralya’da kurulan Komançero Çetesi’ydi. Çetenin liderlerinden Avustralya’da doğan Türk asıllı Hakan Ayık, Yeni Zelandalı Ngakuru, Sırp asıllı İsveç vatandaşı Maximilian Rivkin, İstanbul’dan dünyayı saran uyuşturucu ağını yönetiyordu. Hakan Ayık Türk vatandaşıydı. Ngakuru ile Rivkin ise Kırmızı Bülten ile aranmalarına karşın Türkiye’de oturum izni almıştı. İstanbul Şişli’de aldıkları bir oteli merkezlerine dönüştürmüştü.

TRUVA ATI TUZAĞI

ABD’nin federal soruşturma bürosu FBI ve Avustralya Federal Polisi, 2019 yılında Komançero Çetesi’ne yönelik daha önce eşi görülmemiş küresel bir operasyon başlattı. ANOM adını verdikleri şifreli bir haberleşme sistemi geliştirdiler. Komançero Çetesi’ne sızan FBI ajanları, Hakan Ayık ve Maximillian Rivkin’e ANOM sistemini “Hiçbir şekilde dinlenemez, tam olarak güvenli, konum bilgisi vermez ve tek tuşla bütün mesajlar silinebilir” diyerek pazarladı.

ANOM’a Hakan Ayık ve Maximilian Rivkin ortak oldu. Farkında olmadan FBI tuzağının distribütörlüğünü yapıyorlar, suç örgütü üyelerine satıyorlardı. ANOM kısa sürede 300 suç örgütüne ulaştı, 12 bin kullanıcısı oldu. FBI, 2019 ile 2021 arasında suç örgütlerinin gönderdiği 27 milyon mesajı arşivledi. Suç örgütünün lider ve üyeleri, uyuşturucu güzergahları, cinayetleri, kara para trafiği deşifre olmuştu.

               Maximilian Rivkin, ANOM’u pazarlıyordu. Bunun tuzak olduğundan habersizdi.

Yeni Zelandalı lideri Ngakuru, Mayıs 2021 tarihli bir ANOM mesajında “Türkiye’de çok güçlü ve etkiliyiz. Bu bizi kolluk güçlerine karşı dayanıklı hale getiriyor” yazmıştı. Hakan Ayık’ın bağlantıları sayesinde güvende olduklarını anlatıyordu.

KÜRESEL OPERASYONDA TÜRKİYE YOKTU

FBI ve Avustralya Federal Polisi’nin ANOM tuzağı sayesinde 7 Haziran 2021’de başlattığı Truva Atı Kalkanı Operasyonu’na 16 ülke katıldı. Ahtapot gibi dünyayı saran suç örgütlerinin 800 üyesi yakalandı, onlarca ton uyuşturucu ele geçirildi. Ne hikmetse bu operasyona Türkiye katılmadı ve bu sayede ahtapotun İstanbul’daki beyni ele geçirilemedi.

                                 16 ülkenin yer aldığı Truva Atı Kalkanı Operasyonu’nda Türkiye yer almadı.

Truva Atı Kalkanı Operasyonu’ndan 2 yıl 4 ay sonra nihayet Türkiye’de Komançero Çetesi’ne operasyon yapıldı. 28 Mayıs 2023 seçiminden sonra Süleyman Soylu İçişleri Bakanlığı’ndan alınmış, yerine Ali Yerlikaya getirilmişti. Hakan Ayık, Ngakuru, Maximilian Rivkin’in de arasında olduğu 42 kişi yakalanmış, 4.5 milyar TL’lik mal varlıklarına el konulmuştu.

Ali Yerlikaya’nın X hesabından yaptığı açıklamada şöyle deniliyordu:

“Komançero Organize Suç Örgütü’nün yönetici kadrosunda yer alan Maximillian Rivkin’in Nikolaj Ankov adına düzenlenen Bulgaristan Pasaportuyla başvuru yaparak Türk vatandaşlığına geçtiği ve Cem Cansu adını aldığı tespit edildi. Bu şahısla ilgili derhal Türk vatandaşlığının geri alınması işlemleri başlatıldı.”

MESAJLARDAKİ BÜYÜK BARON 

Maximilian Rivkin, ANOM’da ‘Ice Chef’ kod adını kullanıyordu. Latin Amerika’dan Avrupa ve Avustralya’ya kokain kaçakçılığı yapıyordu. 2020’de Güney Kore’deki ortağı ile Japonya üzerinden Avustralya’ya ton balığı konservelerine gizlenmiş kokaini göndermişti. Nisan 2021’de Avrupa’da metamfetamin üretip Avustralya’ya göndermişti. Aynı dönemde bir teknenin dizel tanklarında gizlenmiş 500 kilo kokaini  Avustralya’ya sokmaya çalışıyordu. İstanbul’da Balkanlar ve İskandinav ülkelerinden gelen kişilerle buluşuyordu.

                                             Rivkin hakkındaki kırmızı bülten

Interpol tarafından Kırmızı Bülten ile aranan, tüm istihbarat örgütlerinin yakından tanıdığı bu uyuşturucu kaçakçısı, Bulgaristan pasaportunu kullanarak nasıl Türk vatandaşı olabilmişti? Vatandaşlık verilmeden önce Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ve Emniyet Genel Müdürlüğü istihbarat incelemesi yaparak rapor sunuyor. Bu raporlarda uyuşturucu baronunun vatandaşlığına nasıl olur verildi? Ve parmak izi incelemesini nasıl aşabilmişti?

ÇETENİN VATANDAŞLIK OFİSİ

Komançero Çetesi, Türkiye’de o kadar rahattı ki; Türk vatandaşlığı ve oturum izni pazarlıyorlardı. Yabancı baronlar, Türk vatandaşı olmaları halinde Kırmızı Bülten ile arandıkları ülkelere iade edilmiyor ve bu nedenle bu sistemi kurdular.

En az 100 milyon dolarlık serveti tespit edilen Yeni Zelandalı uyuşturucu baronu Ngakuru bir mesajında iki Pakistanlı suçlunun oturum izni için uğraşıyordu. İsmail Saymaz ortaya çıkardı; Ngakuru, Türk vatandaşlığı için danışmanlık hizmeti veren Visal isimli şirkette pazarlama danışmanı kadrosunda sigortalı çalışan görünüyordu. Şirketin sahibi; eski bir polis ve Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı’nın kardeşi olan Mustafa Selman’dı. İfadesinde “Ngakuru, bana çok müşteri getirmişti. Oturum izni için şirketimde sigortalı olmak istedi, kabul ettim” dedi.

BARON BARONDAN EV ALIP VATANDAŞLIĞA BAŞVURDU 

Maximilian Rivkin de Türk vatandaşlığına geçmek için işlemlerini Visal isimli şirket üzerinden başlattı. Bulgaristan pasaportundaki Nikolaj Ankov ismi ile Hakan Ayık’tan İstanbul Şişli’deki iki daireyi 4 milyon TL’ye satın aldı. Türk vatandaşlığına başvurmak için evleri bile uyuşturucu kaçakçısından almış görünüyordu. Çevre ve Şehircilik İklim Değişikliği Bakanlığı 4 Ağustos 2022’de satın alınan konutlarla ilgili  ‘vatandaşlığa uygundur’ belgesi verdi.

Yeni ulaştığım belgelere göre; Maximilian Rivkin, 29 Ağustos 2023 günü Cumhurbaşkanı kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. Yani; Ali Yerlikaya’nın İçişleri Bakanı olduğu dönemde vatandaşlık skandalı yaşandı. Onun vatandaşlık başvurusu sırasında istihbarat incelemesini yapan MİT’in başında ise Hakan Fidan vardı. Vatandaşlık verildiği sırada Hakan Fidan Dışişleri Bakanı’ydı.

                                Rivkin’in 29 Ağustos 2023’te vatandaş yapıldığına dair belge

FBI’IN ARANIYOR BÜLTENİ

Maximilian Rivkin, İsveç ve ABD’nin talebiyle yıllardır Interpol tarafından Kırmızı Bülten ile aranıyordu. Hatta vatandaş olmasından sadece 2.5 ay önce FBI, Rivkin’in 5 milyon dolar ödül ile arandığına dair bülteni güncellemiş, tekrar yayınlamıştı.

FBI, Rivkin’in vatandaş yapılmasından 2.5 ay önce ‘aranıyor’ bültenini güncellemişti. Bu belgede de kırmızı bülten ile arandığı yazıyordu. 

2 Kasım 2023’te başlayan Komançero’ya yönelik operasyonda Maximilian Rivkin yakalandı. Artık ismi ‘Cem Cansu’ydu ve Türk kimliği, pasaportu, sürücü belgesi vardı. Oysa vatandaşlık başvurusu yaptığında yüz tanıma ve parmak izi sisteminin uyarı vermesi gerekiyordu.

İstanbul Başsavcılığı, Maximilian Rivkin’in parmak izi bilgilerini Emniyet Genel Müdürlüğü Kriminal Daire Başkanlığı’ndan istedi.

APFIS ( Otomatik Parmak ve Avuç İzi Teşhis Sistemi) kayıtlarına bakıldı. Kriminal Daire Başkanlığı’nın 28 Aralık 2023 tarihli yazısına göre; Maximilian Rivkin, Bulgar pasaportundaki Nikolay Ankov kimlik bilgileriyle 10 Kasım 2022 tarihinde İzmir İl Göç İdaresi Müdürlüğü’ne başvurmuş ve fotoğraf ile on parmak izleri alınmıştı. Rivkin İstanbul’dan iki daire almasına karşın vatandaşlık başvuru işlemlerini İzmir’den başlatmak istemişti. Onun vatandaşlık danışmanlığını yapan Visal şirketinin sahibi Mustafa Selman da ifadesinde bunu anlatmıştı.

Ama nedense Rivkin bundan vazgeçti.

Rivkin, Nikolay Ankov adıyla İzmir Göç İdaresine parmak izi vermiş ama Interpol kaydına bakılmamış.

PARMAK İZLERİ HER YERDE

8 Ağustos 2023 tarihinde yani 28 Mayıs seçimlerinden sonra İstanbul Beyoğlu İlçe Nüfus Müdürlüğü’ne başvurmuştu ve fotoğraf ile on parmak izi tekrar alınmıştı. Sisteme Nikolaj Ankov adıyla kaydedilmişti.

         Rivkin, İstanbul’da da parmak izi verdi. Bu kez ismi Nikolaj Ankov olarak yazıldı.

Bu kayıt işleminden 21 gün sonra ise Cumhurbaşkanı kararıyla vatandaş yapıldı. 9 gün sonra, 7 Eylül 2023 günü İstanbul Şişli İlçe Nüfus Müdürlüğü’nce tekrar fotoğraf ve on parmak izi alındı. ‘Cem Cansu’ adına kütüğe kaydedilerek Türkiye Cumhuriyeti kimliği verildi.

Artık Maximilian Rivkin, Türk vatandaşlığına kavuşmuştu. Bu onun için önemli bir koruma kalkanıydı.

Komançero Çetesi’ne yapılan operasyondan sonra savcılık, Maximilian Rivkin’in parmak izi sisteminden nasıl geçtiğini çözmeye çalıştı. Maximilian Rivkin yakalandıktan sonra İstanbul Olay Yeri İnceleme Müdürlüğü parmak izlerini aldı. Nikolaj Ankov adına alınan parmak izleriyle Rivkin’in parmak izleri tam olarak uyuştu. Yani Interpol sistemindeki parmak iziyle vatandaş olmayı başarmıştı.

SKANDAL YANIT: PARMAK İZİ YOK

Savcılık, Kriminal Daire Başkanlığı’na Maximilian Rivkin’in Yabancı kimlik numarasını ve ismini gönderdi, onun parmak izinin sistemde olup olmadığını sordu. Gelen yanıt şaşırtıcıydı:

“996… Yabancı Kimlik Numaralı Maximilian Rivkin kimlik bilgisiyle belirtilen şahsın APFIS veri tabanında yapılan araştırmasında, sistemde belirtilen kimlik bilgisiyle parmak izi kaydının olmadığı tespit edilmiştir.”

Oturum izni olan kişinin parmak izi kaydının olmaması imkansızdı. Ayrıca Interpol tarafından Kırmızı Bülten ile aranan kişinin parmak izleri tüm üye ülkelerin kullanımına açık veri havuzuna yükleniyor. AFIS (Otomatik Parmak İzi Tanıma Sistemi) adı verilen bu sisteme parmak izi girildiğinde hemen uyarı veriyor.

YERLİ VE MİLLİ SİSTEM

Ama 2015 yılından itibaren İçişleri Bakanlığı ‘Yerli ve Milli’ diyerek APFIS’i (Otomatik Parmak ve Avuç İçi Teşhis Sistemi) kurmuştu. Interpol’ün AFIS’i ile aynı işe yarayan bu sistem Havelsan ve Polsan işbirliğinde geliştirilmişti.

Emniyet Genel Müdürlüğü’nün internet sitesinde APFIS ile ilgili tanıtım yazısı Süleyman Soylu’nun övüldüğü şu satırla başlıyor:

“İçişleri Bakanımız Sayın Süleyman Soylu’nun öngörü ve talimatları doğrultusunda… tamamen yerli ve milli imkanlarla kurulan parmak ve avuç içi teşhis sistemidir.”

Kırmızı Bülten ile aranan uyuşturucu kaçakçılarının vatandaş olmasının ardından bu sistemin etkin çalışmadığı ya da müdahale edilebildiği şüphesi doğuyor.

Kırmızı Bülten ile aranan kişiler hakkındaki davalarda deneyimli Avukat Mahmut Barlas, Avukat Ozan Başbakan ve Avukat Avukat Ece Akbaba, ‘Türk vatandaşlığının sonradan kazanılması ve uygulamada karşılaşılan sorunlar’ başlıklı makalede bu konuyu incelemiş. Parmak izi incelemesiyle ilgili detaylı bilgiler yer alan makalede Avukat Mahmut Barlas şu tespiti yapıyor:

“Milli güvenlik bakımından önem arz eden yerli ve milli APFIS sistemimizin verilerinin yetersiz kaldığı görülmektedir. Hal böyleyken Interpol’ün AFIS sisteminin ise yeterince etkin kullanılıp kullanılmadığı sorusu güncelliğini korumaktadır.”

VATANDAŞLIK SKANDALLARI SORUŞTURULMUYOR

Elbette bu parmak izi sistemlerinin devlet içinde kirli şahıslarca etkisiz kılındığı ihtimalini de aklımızda tutmalıyız. Maalesef bugüne kadar incelediğimiz yabancı baronlar hakkındaki iddianamelerde vatandaşlık skandallarının üzerine gidilmiyor. Savcılar, Kırmızı Bülten ile aranan kişilerin nasıl vatandaş olduğunu soruşturmuyor. 

Yasalar, devlete yatırım ile verilen istisnai vatandaşlığı 6 ay içinde geri alma hakkı veriyor. Maximilian Rivkin’in vatandaşlığı geri alındı ve iptali için dava açıldı. Halen tutuklu olan Rivkin ise vatandaşlığı kaybetmemek için itirazda bulundu.

(BİRGÜN)

T24 KÖŞEBAŞI - 10 Nisan 2024 -

 

Güçlükonak'ın tercihi hem değişti hem değişmedi: 34 yıl başkanlık yapan baba küçük oğlunu AKP'den aday gösterdi, BBP'den aday olan büyük oğul kazandı! (Candan Yıldız)

"Babam onu tercih etti ama ben seçildim. Gittim babamın elini öptüm"

Güçlükonak Belediye Başkanı Selahattin Aktuğ

Suriye ve Irak’a sınır illerden Şırnak’ta bir ilk oldu. Selahattin Aktuğ, Büyük Birlik Partisi’nden aday olunca milliyetçi parti BBP, Güçlükonak belediyesini kazandı.

Şaşırtıcı gelebilir, değil aslında…

Zira Güçlükonak’ta devletçi sağ partiler hep kazana geldi.

Selahattin Aktuğ, 34 yıldır belediye başkanlığı yapan Bahattin Aktuğ’un oğlu…

Babadan oğula diyeceğim ama Selahattin Aktuğ’un hikayesi tam öyle de değil. Baba Aktuğ, ANAP, DYP ve AKP’den belediye başkanı oldu. Tam 34 sene…

Bu sürekliliğin gerisinde korucu başı olmasının etkisi mutlaka vardır. Çünkü hem silahlılar hem de devletin ekonomik imkanları korucular lehine işler.

Bilal Aktuğ (solda)

Bahattin Aktuğ, oğlu Bilal Aktuğ’a koltuğunu vermeye hazırlanırken planları bozuldu. Ailenin belli ki “revaçta” olmayan oğlu Selahattin Aktuğ, “ben de varım” dedi ve BBP’den aday oldu.

Aile içi adaletsizliğe isyandan mı, oğulların babalar karşısındaki “ben” mücadelesinden mi bilinmez ama ilk eşten olan Selahattin Aktuğ, babası ve erkek kardeşine rağmen 825 (Yüzde 31) oyla belediye başkanlığını kazandı.

Güçlükonak’ın siyasi mühendisliğin icra edildiği, “taşımalı seçmen” asker ve polisin de oy kullandığı yerlerden biri olduğunu not edelim.

Selahattin Aktuğ’a ulaştım, babası ve kardeşinden farklı olarak nasıl bir belediye başkanlığı yapacağını sordum.

Kendisini “devletçi” olarak tanımlayan Aktuğ, “Anadilim Kürtçe, Türkiye Cumhuriyeti’ni, Muhsin Yazıcıoğlu’nu çok seviyorum” dedi.

BBP’den adaylığına tepki olup olmadığını sorduğumda da Aktuğ, “Bir tepki olmadı. Hep halk içinde olan birisiyim. İnsanların düğün ve taziyelerine hep katılırım” yanıtını verdi.

Babasının neden kendisini aday göstermediğine ilişkin soruma cevabı da şu oldu:

“Babam iki kez evlendi. Hem kardeşim (Bilal Aktuğ) avukat olduğu için hem de üvey annemin baskısı nedeniyle babam onu tercih etti ama ben seçildim. Gittim babamın elini öptüm, kazanan sen oldun dedim. Kardeşim ise henüz beni tebrik etmedi ama aramızda husumet yok.”

Selahattin Aktuğ: Göreve gelir gelmez sokakları belediye işçileriyle birlikte temizledim

Kazandıktan sonra Güçlükonaklılara teşekkür eden, “birlikte yönetme” iddiasında olan Selahattin Aktuğ’un yapmak istedikleri, babasının dönemine ilişkin bir özeleştiri niteliğinde:

"Hizmet için geldim, burada yaşayan bir belediye başkanı olacağım. A partili, B partili olması önemli değil. Partizancılık yapmayacağım. Bana oy veren-vermeyen herkes eşittir. Birlikte yöneteceğiz. Ailelerin ileri gelenleriyle düzenli toplantılar yapıp onların görüşünü alacağım.

Göreve ilk geldiğimde TEDAŞ elektrikleri kesince ilçe 5-6 gün susuz kaldı. Artık elektrikler bilerek mi kesildi bilmiyorum. Buranın su sorunu büyük. Pompalar zor dayanıyor. Desteğimiz az, kaynağımız sınırlı. Su sorununu çözeceğim. Kaldırım yok gibi. Aydınlatma yok. Kanalizasyon şebekesi eski. Park yok. Çocuklar için park yapacağız. Gençler için bir merkez yapmak istiyorum. Burada düğün salonu yok, düğün salonu yapacağım. Göreve gelir gelmez ilk iş olarak kesilen suyu açtırdım. Sokakları belediye işçileriyle birlikte temizledim."

Kadınlar için özel bir projesi olup olmadığına ilişkin de Aktuğ, dikiş nakış kursu açacağını söyledi.

Güçlükonak’ın 22 personeli var. Tahmin edileceği gibi 34 yılda Aktuğ ailesi ve akrabalarından isimler de belediye personeli arasında.

Selahattin Aktuğ’a kendisinden önceki döneme ilişkin usulsüzlük ya da yolsuzluk tespiti olduğunda ne yapacağını da sordum.

“Göreve yeni başladım, şimdiden bu soruyu yanıtlamam doğru olmaz” cevabını verdi.

                                                            /././

Asgari ücrette bir "idrak" sorunu (Çiğdem Toker)

Merkez Bankası'nın açıklamasında, "Asgari ücretin yılda bir kez güncellenmesi, öngörülen dezenflasyon patikasının tesis edilmesi açısından kritik bir önem taşımaktadır" ifadesi yer alıyor

Tüm okurların bayramını en iyi dileklerimle kutlarım. Türkiye 31 Mart yerel seçim sonuçlarıyla birlikte bayrama önemli bir "hava" değişimiyle giriyor. Seçim sonuçlarının özellikle siyaset ve ekonomide önemli kırılmalar yaratacağı hepimizin malumu.

Seçimden kısa süre önce emeklilerde yaratılan büyük beklentiye rağmen, seyyanen zam verilmeyişi, hayal kırıklığı ve öfkeye yol açtı. Bu durumun 31 Mart sonuçlarında belirleyici olduğunu düşünenler var.

O bir yana ancak bu tercihte, ücreti enflasyonun nedenlerinden biri olarak gören yaklaşımın yanı sıra bütçedeki daralma da etkili oldu. Nitekim Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in, AKP MKYK toplantısına atfen basına yansıyan son açıklaması da bütçe imkanlarına işaret ediyor. Şimşek, kimsenin kendisine ek ödenek için gelmemesi çağrısını tekrarlıyor. Hazine ve Maliye Bakanı'nın tekrarladığı diğer bir konu, hiçbir inandırıcılığı kalmayan tasarruf tedbirleri. Yani iktidarın propaganda aygıtları yedi yirmi dört kendilerine çalışsa bile, bir bakan vatandaşının aklını hafife almamalı.

Ülkeyi yönetenlerin merkezde ve yerel yönetimde gösterişe şatafata düşkünlüğü, kamu kaynaklarıyla sürülen sefaların görülmediği mi sanılıyor?

34 kat artan cilt harcaması

Şimşek, yine bina kiralama harcamalarına çok dikkat edildiğini söylemiş ama bu yılın Ocak ve Şubat ayı verileri bile kendisini tekzip ediyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre, Ocak ayında 116,7 milyon TL olan bina kiralama harcaması, şubat ayında neredeyse üçe katlanarak 329,5 milyon TL'ye yükselmiş. Devletin harcamalarında anormal artış seyri gösteren çok enteresan bir kalem daha var: Baskı ve cilt giderleri.

Bu yılın ocak ayında baskı ve cilt işleri için 27,8 milyon TL harcanmış. Aynı kalemde şubat ayında tam 34 kat bir artış görüyoruz: 954 milyon 864 bin TL. Bu kadar cilt ve baskı harcaması ne için yapılıyor acaba.

Taşıt ve hava taşıt kiralama uçmuş

Yine tasarruf tedbiri denilince akla gelen kalemlerden biri olan (Şimşek "çok titiz" olduklarını belirtiyor) taşıt kiralama da tasarruf şöyle dursun, bitmeyen bir artış görüyoruz. Ocak ayında 177 milyon TL olan taşıt kiralama gideri, şubatta. 330 milyon TL'yi geçmiş.

Hava taşıtı kiralamada da durum çok farklı değil. Devlet büyüklerinin uçuşları için yapılan kiralamalardan bahsediyoruz. Ocak ayında 142,4 milyon TL olan bu harcama kalemi, şubat ayında 317 milyon TL'ye yaklaşmış.

Gelelim temsil, tanıtma işlerine. O da fecaaat. Ocak ayında 19 milyon TL olan devletin temsil tanıtım harcaması, şubat ayında yaklaşık beş kat artışla 92 milyon 295 bin TL'ye çıkmış. Hazine ve Maliye Bakanlığı, kendi verilerini saydam bir şekilde yayımlamaya devam ettikçe, harcamaların tutarı ilgili bakanı tekzip etmeyi sürdürüyor yani.

Şimşek'in (Nuray Babacan'ın Gazete Pencere'deki yazısına göre) emekli aylıklarının neden arttırılmadığı sorusuna "Bunu yapmak için Türkiye'nin yurtdışından yüzde 50'den fazla faizle borçlanması gerekecekti. Böyle yaparsak gelecek nesilleri ipotek altına alacaktık. Buna izin veremezdik" yanıtını verdiği iddia ediliyormuş.

Bakan Şimşek, Kamu Özel İşbirliği projelerinde müteahhit şirketlere dolar/Euro cinsinden verilen milyarlarca doları, gelecek nesiller için ipotek saymıyor anlaşılan. İpotek aranıyorsa, vaktiyle yasal çerçevesine imza attığı bu "ticari sır" sözleşmelerdeki Hazine yükümlülüklerine bakılabilir pekala.

Asgari ücret de artmasın!

Emeklileri yok sayan bu anlayışa şimdi de Merkez Bankası'nın asgari ücret yaklaşımı eklendi. Malum Banka, kendi yasası gereği, belirlediği enflasyon hedefine ulaşamayınca bunun sebeplerini ve alınması gerekli önlemleri kamuoyuna yazılı biçimde bildirmek durumunda. Merkez Bankası'nın ("mektup" olarak adlandırılan) bu açıklamasında, "Asgari ücretin yılda bir kez güncellenmesi, öngörülen dezenflasyon patikasının tesis edilmesi açısından kritik bir önem taşımaktadır" ifadesi yer alıyor.

Merkez Bankası, bu vurgusuyla milyonlarca asgari ücretli için 17 bin 2 TL'nin yeterli olduğunu da söylemiş oluyor. Belki bazı okurlar bu cümleyi görünce "Merkez Bankası'nın görevleri arasında asgari ücretlinin geçim koşullarını düşünmek yok ki" diyebilir. Ama o zaman aynı Merkez Bankası, bu enflasyonun hangi siyasi, popülist motivasyonlarla tırmandığını, hangi dini referans temel alınarak faiz politikasının belirlendiğini de nesnellikle kamuoyuyla paylaşmalıdır. Çünkü bu enflasyona ne emekliler ne asgari ücretliler yol açtı öyle değil mi.

Kuşkusuz Merkez Bankası'nın asgari ücrete dair bu ifadesi, iktidar (yani Erdoğan) için bağlayıcı değil. Temmuz gelip çattığında asgari ücret "güncellemesi" görülme olasılığı düşük değil. Ama nedir, Merkez Bankası, son yıllarda unutulan bir niteliği olan "bağımsız"mış gibi davranmış, ya da Bakan Şimşek ile istişareli bir biçimde öyle görünmek istemiş.

Yine de bu cümleyi oraya yazanlar ve onay verenler, asgari ücretliye "Ayda 17 bin 2 TL ile 2025'e kadar idare et" demiş olduklarını ve bunun ne anlama geldiğini idrak edemiyor olmalı. İdrak ederek yazdılarsa (mevcut gelir standartlarıyla mümkün olmayabilir) çok çok fena, onun için böyle diyorum.

Mutlu bayramlar.

                                                               /././

Şimşek pişmanlıkla beyannamede ceza yok dedi ama hem ceza var hem de pişmanlık zammı (Murat Batı)

Pişmanlık hükümlerinden yararlanan mükelleflere vergi ziyaı cezası kesilmez; yani kayba uğrattığı verginin bir katı olan vergi ziyaı cezası kesilmez. Ancak pişmanlıkla beyanname vermek usulsüzlük ve özel usulsüzlük cezasının kesilmesini engellemez

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek

2023 yılında gelir elde etmiş ve 2024 Mart ayı sonuna kadar yıllık beyanname vermek zorunda olanlar için beyanname verme süresi 5 Nisan’a uzatılmıştı.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, bugün yaptığı açıklamada 2023 yılında elde ettikleri geliri 5 Nisan’a kadar beyan etmeyenlerin vergi dairelerinden yazı gelmeden pişmanlık hükümlerinden yararlanarak cezadan kaçınabileceklerini söyledi. ŞimşekBeyanname doldurmayanlar, vergi dairelerinden yazı gelmeden pişmanlık hükümlerinden yararlanarak beyanname verebiliyor. Pişmanlıkla beyanname verildiğinde ceza kesilmiyor” dedi. 

Ancak burada önemli bir hata yapılıyor. Çünkü pişmanlıkla beyanname verenlerden hem vergi cezası hem de pişmanlık zammı alınıyor; üstelik her ay için yüzde 3,5 oranında.

Şimşek’in bahsettiği pişmanlık nedir birlikte bakalım isterseniz.

Nedir pişmanlık?

Pişmanlık uygulaması Vergi Usul Kanunu m.371’de düzenlenmiş ve beyanname verme süresini kaçıranların kendi hür iradeleriyle vergi idaresine gidip pişmanım(!) beyannamesi vermeleridir. Ama pişmanlık beyannamesi verme hakkını elde etmek için bazı koşulların birlikte sağlanmış olması gerekir.

Bunlar:

-Önce dilekçe verecek sonra beyanname

Beyannamesini vermemiş ama pişman olmuş kişi, pişmanlıktan yararlanma isteğini vergi idaresine yazı ile yani dilekçe ile bildirmesi gerekmektedir. Ancak sözlü olarak yapılan ve bunun tutanağa geçirilip yazılı hale getirildiği durumda sözlü talep de geçerli olacaktır.

Dilekçe tarihinden itibaren de vermediği beyannamesini pişmanlık beyannamesi adı ile vermek zorundadır. Ancak, sadece beyanname üzerinde pişmanlık talebi olduğunu belirten bir ifade olması hâlinde de bu beyannameler pişmanlık talepli beyanname olarak dikkate alınır.

Hazır Beyan Sistemi üzerinden elektronik olarak ya da doğrudan vergi dairesine gidip elden de verebilirler. Ancak Hazır Beyan Sistemi üzerinden beyanname gelirleri sadece gayrimenkul sermaye iradı (kira geliri), ücret, menkul sermaye iradı ve diğer kazanç ve iratlardan ibaret olan mükellefler bu sistem üzerinden pişmanlıkla beyanname verebilirler.

-Diğer şartlar

Ancak Beyannamesini vermemiş ama pişman olmuş bu kişi hakkında ihbarda bulunulmamış, vergi incelemesine başlanılmamış ve takdir komisyonuna sevk edilmemiş olmalıdır.

15 gün içinde ödeme şartı var

5 Nisan’a kadar beyannamesini vermemiş ama pişman olmuş kişi dilekçenin ardından diğer yükümlülükleri de yerine getirmesi gerekmektedir. Örneğin verilmemiş olan beyannamenin verilmesi (pişmanlık dilekçesi tarihinden itibaren 15 gün içinde beyannamenin verilmesi), eksik ya da yanlış beyanların tamamlanması, ödeme süresi geçmiş vergilerin pişmanlık zammı ile birlikte 15 gün içinde ödenmesi gerekmektedir.

Vergi ve pişmanlık zammı ile ilgili olarak yapılan kısmi ödemeler kabul edilmez ve verilen 15 günlük süre içinde vergi aslı ve pişmanlık zammının tamamı ödenmez ise pişmanlık hükümleri ihlal edilmiş sayılır. Yani beyhude pişman olmuş olur.

Sonuç

Pişmanlık hükümlerinden yararlanan mükelleflere vergi ziyaı cezası kesilmez; yani kayba uğrattığı verginin bir katı olan vergi ziyaı cezası kesilmez. Ancak pişmanlıkla beyanname vermek usulsüzlük ve özel usulsüzlük cezasının kesilmesini engellemez. Pişmanlıkla verilen beyannamenin elektronik ortamda gönderilmesinin zorunlu olup olmadığına göre usulsüzlük veya özel usulsüzlük cezası kesilir.

Örneğin, 2023 yılında kira geliri elde etmiş Sertuğ Bey 5 Nisan’a kadar beyannamesini vermemiş ama Şimşek’in uyarısını dikkate almış (hakkında ihbar, takdire sevk, inceleme vesaire olmamış) ve 8 Mayıs’ta da pişmanlık beyannamesini vermiş olsun. Vergi idaresi, bu pişmanlık beyannamesi üzerinden varsayalım 5 bin TL vergi hesaplarsa bu durumda 5 bin TL’lik verginin aslı, iki aylık 350 TL pişmanlık zammı ve 2024 yılı için 150 TL birinci derece usulsüzlük cezası kesilecektir. Tabii bunu da 15 gün içinde ödemek zorundadır: taksit vesaire yok.

Ancak beyanname vermeyen kişi bir şirket ya da avukat, doktor gibi serbest meslek erbabı ise bu ceza tutarı (özel usulsüzlük olacağından) daha da fazla olacaktır.

İki durumda da bu kişilerden sadece vergi ziyaı cezası alınmayacaktır. Şimşek’in kastettiği ceza da bu olsa gerek.

Ezcümle pişmanlık beyannamesi verildikten sonra verginin aslı, usulsüzlük cezası (özel ya da genel) ve pişmanlık zammı alınır (aylık yüzde 3,5). Sadece vergi ziyaı cezası kesilmez.

                                                            /././ 

Çok tatlı yesek de tatlı konuşmuyoruz! (Mustafa Durmuş)

Zira tatlı konuşabilmek için daha fazla tatlı yemek değil (ki sağlığa zararlı), daha fazla demokrasi, daha fazla eşitlik ve sosyal adalet ve daha barışçıl bir iklim gerekiyor

Bugün Ramazan ya da yaygın bilinen adı ile Şeker Bayramı başlıyor.

Bu bayram şekerleme ya da tatlı kavramları ile tatilin doğrudan ilişkilendirildiği bir bayram. Geleneksel olarak lokum, her türden şekerleme, çikolata, baklava gibi tatlıların ikram edildiği, tüketildiği bir üç gün başlıyor.

Ancak bu gelenek giderek kayboluyor gibi görünüyor zira ülkemizdeki yüksek enflasyon, buna karşılık halkımızın çok düşük gelirleri yüzünden tatlı ve kaliteli fiyatlarının yanına yaklaşılamıyor.

Daha ucuz gibi görünen ve merdiven altı imalat olarak da tabir edilen, daha çok da yoksulların tükettiği bazı şekerlemelerse adeta zehir deposu. Bu da ülkede hızla artmakta olan diyabet hastası sayısının nedenlerinden birini oluşturuyor.

Yani geleneksel beslenme biçimi olarak da "tatlı dişi" olan toplumlardan biriyiz, tatlıya çok düşkünüz.

Nitekim aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, Dünyada incelenen 56 ülke arasında tatlıya düşkün üçüncü toplumuz.

İlk sırada Ruslar ve ikinci sırada ise İrlandalılar yer alıyor. Son sırada ise Güney Koreliler bulunuyor. Dünyada en fazla çikolata üreten İsviçre'nin ise sıralamada yer almaması ilginç.(1)

İlk üçte yer alan toplumlara baktığımızda "tatlı yiyelim tatlı konuşalım" sözünün geçerli olmadığını görüyoruz.

Zira tatlı konuşabilmek için daha fazla tatlı yemek değil (ki sağlığa zararlı), daha fazla demokrasi, daha fazla eşitlik ve sosyal adalet ve daha barışçıl bir iklim gerekiyor. Bunlar mevcut olmadığı sürece istediğiniz kadar tatlı yiyin tatlı konuşamazsınız, sadece diyabet hastası olursunuz.

Bu bayramı, barış ve demokrasinin yeniden inşası için bir fırsat olarak görelim ve "şeker tadında bir bayram" geçirmemizi dileyelim birbirimize.

Dipnotlar:

(1) https://www.statista.com/chart/24713/sweets-chocolate-consumption-by-country(8 November 2023)

(T24)