11 Nisan 2024 Perşembe

Birgün KÖŞEBAŞI - 11 Nisan 2024 -

 

Dört dağ içerisinde bir devrimci başkan (İbrahim Varlı)

Sadece sol, sosyalist ilerici güçlerin değil bir nevi tüm ülkenin de gözü Hozat’ta olacak. Devrimci damarın güçlü olduğu ilçenin SOL Partili Belediye Başkanı Aydın Kaya, "Halkla birlikte üretecek ve yöneteceğiz" diyor.
SOL Partili Başkan Kaya ilçenin sorunlarını, çözüm önerilerini ve projelerini BirGün’e anlattı. (Fotoğraflar: İnan Çolak)

Sol, sosyalist, devrimci damarın güçlü olduğu Dersim’in Hozat ilçesinde bu aşırı politikleşmenin etkilerini her köşe başında görmek olası. Kentin ve de bölgenin en büyük askeri kışlalarından birisinin içinden geçilerek girilen ilçe merkezindeki tek caddede sizi karşılayan Seyit Rıza’dan Che Guevara’ya, Deniz Gezmiş’ten Terzi Fikri’ye pek çok tarihsel figürün duvarlara asılı fotoğrafları ilçenin “devrimci, ilerici” kimliğine dair pek çok şeyi anlatıyor.

Bir dönem şehir merkezine de “ev sahipliği yapmış” olan Hozat, Dersim’in (Tunceli) orta kesiminde sarp dağlar ile kuşatılmış halde.

SOL GELENEĞİN İZİNDE

Kaypakkaya geleneğinin tarihsel olarak güçlü olduğu ilçe aynı zamanda Devrimci Yol’un da Dersim’e açılan kapısı. Büyük bedeller ödenerek tohumları atılan devrimci fikriyatın izdüşümleri her adımda karşımıza çıkıyor. 31 Mart’ta bir sosyalist adayın belediye başkanlığına seçilmesi bunun sadece bir örneği.

Hozat devrimci geleneğine ve de kimliğine yakışır şekilde tercihini kullandı ve SOL Parti’den Aydın Kaya’yı Belediye Başkanı olarak seçti. Solun solla yarıştığı ilçede CHP ve TİP’ten giren SMF’nin adayını geride bırakarak ipi göğüsleyen Aydın Kaya’nın başarısı sürpriz olarak görülse de, esasında değil.

‘AYDIN ABİ NASILSIN?’

Yıllarca İzmir’de yaşayan Kaya, oldukça sevilen bir isim. Memleket sevdası, halkına olan düşkünlüğü ve dayanışmacı ruhu kendisini öne çıkarmış. Seçimden haftalar önce gazeteye gelen Dersimli politik figürler de seçilme şansının azımsanmayacak oranda olduğunu söyledikleri Kaya’nın çok sevilen biri olduğuna göndermede bulunuyorlardı.

Seçim zaferinin ardından gittiğimiz Hozat’ta bu sevgiye bizzat tanık oluyoruz. Esnafından yurttaşına konuştuğumuz Hozatlılar, Kaya’nın yardımsever, çalışkan kişiliğine dikkat çekiyorlardı. Röportaj sonrası caddede yaptığımız yürüyüş esnasında 9-10 yaşlarındaki bir çocuğun büyük bir sevgiyle yaklaşarak “Aydın Abi nasılsın?” sözleriyle Kaya’ya sarılması oldukça dikkat çekiciydi.

Ana muhalefet partisinin tüm itiraz yollarını kullanarak koltuğuna oturmasını geciktirdiği Kaya, bir haftayı aşkın bir süre sonra ancak Salı günü başkanlık mazbatasını alabildi. “Birlikte üretip birlikte yöneteceğiz” sözü veren Kaya’yı zorlu bir dönem bekliyor. Zira çok sayıda sol örgüt ve yapının bulunduğu, 3 bin 654 nüfuslu aşırı politikleşmiş küçük bir ilçede atılacak her adımın önemi büyük. Tetikte bekleyenler az değil. Politikleşmenin getirdiği rekabet de ayrı bir sorun.

PARLAYAN YILDIZ

İlçenin özgün dinamikleri nedeniyle sadece ilerici, sol-sosyalist güçlerin değil tüm Türkiye’nin gözü de Hozat’ta olacak. 85 milyonluk ülkede Samandağ ile birlikte solun elindeki iki ilçeden biri olan Hozat’ta örnek bir devrimci yerel yönetim anlayışını inşa etmek haliyle ağır bir tarihsel sorumluluğu da beraberinde getiriyor. SOL Partili Başkan Kaya bu durumun farkında. Halkın kendi kendini yönettiği, kamucu, ekolojik ve demokratik bir devrimci yerel yönetim deneyimi yaratmanın muhalefete yeni ufuklar kazandıracağını belirtiyor. Her adımda bu gerçekliği hatırlayacaklarını vurguluyor. 

TERZİ FİKRİ’DEN İLHAM ALIYORUZ

SOL Parti Hozat İlçe Başkanı Cafer Bozkurt’un da katıldığı buluşmada Hozat Belediye Başkanı Aydın Kaya ile projelerini, önceliklerini ve seçim zaferini konuştuk. Birlikte üretip birlikte yöneteceklerini kaydeden Kaya, Terzi Fikri’nin Fatsa’da oluşturduğu halkçı, devrimci belediyeciliği kendilerine model aldıklarını belirterek, bu referansla hareket edeceklerini vurguluyor. Kaya şunları söylüyor:

ZAFER SÜRPRİZ DEĞİLDİ

Zaferimiz sürpriz değildi, bekliyorduk. Kazanacağız demiştik, kazandık. Tabi bu benim bireysel bir başarım değil, ekibin, partinin başarısıdır. Hep birlikte çalıştık, omuz omuza verdik ve kazandık. Beş yıllık bir emeğin ürünü bu zafer. Beş yıldır bölgedeyim köy köy, kapı kapı çalışma yaptık. Halkı bilinçlendirdiğinizde, anlattığınızda, kapısını çaldığınızda sizi sahiplenecektir. Sorunları yerinde tespit ettik, çözümler ürettik, halka anlattık, güvenlerini kazandık.

KILAVUZUMUZ TERZİ FİKRİ

Terzi Fikri (Fikri Sönmez) benim idolüm, Fatsa bizim geleneğimiz. Dünya genelinde oluşturulmuş sayılı halkçı devrimci modellerden Fatsa. Önümüzde Fatsa örneği var. Bu örnek doğrultusunda Hozat’ta da adımlar atacağız. “Söz, yetki, karar halkındır!” diyoruz. Halkın da içinde olduğu bir belediyecilik anlayışımız olacak. Alacağımız her karara halkımızı da katacağız. Halkla birlikte tartışarak, konuşarak kararlar alacağız. Her şeyi, hepsini halkımızla birlikte yapmak istiyoruz.

HALKLA YÖNETECEĞİZ

Tarımdan hayvancılığa, imardan üretime liyakatli, kendi alanında uzman kadrolarla çalışacağız. Halka, kitle örgütleriyle tartışarak, birlikte hareket ederek doğru kararlar alacağız. Sorunları çözme konusunda hep birlikte karar alacağız. Toplumun tüm katmanlarıyla ortak karalar almayı hedefliyoruz.

SORUNLARA ÇÖZÜM HAZIR

Hozat’ın büyük sorunları var. AKP iktidarının yarattığı ekonomik krizin en fazla vurduğu bölgelerden ilçemiz. Bu kriz bölgemizde daha çok hissediliyor. Bölgemizde sanayi alanları ve üretim araçları olmadığı için işsizlik hat safhada. Ancak bu sorunların çözümüne yönelik önemli projelerimiz de bulunuyor. Bu sorunlara yönelik çözüm üretme konusunda partimizle birlikte çalışmalar yürüteceğiz. Hayvancılık, tarım ve arıcılık üzerine önemli proje geliştirmekteyiz. Üretimi temel alacağız.

KOOPERATİFLER KURACAĞIZ

Kooperatifler kuracağız, bu kooperatifleri kendimiz yöneteceğiz. Tüketiciye, halka ürünleri ulaştıracağız. Özellikle kadın kooperatifi ilk hedefimiz. Tarım kooperatifi olmazsa olmaz. Mandıra yapacağız, halktan aldığımız sütü buralarda değerlendireceğiz. Üreticiyi koruyacağız, destekleyeceğiz.

GÖÇ, İŞSİZLİK, İSTİHDAM

İlçe nüfusu büyük göç verdi, veriyor. İstihdam, üretim yok, işsizlik yoğun. Yurt dışına özellikle büyük göç var. Bu gençlerimizi burada tutmak için tüm olanakları kullanacağız. Hozat’ın nüfusu eskiden 5 bin 500’dü, şu an 3 bin 300’e düşmüş durumda. Müthiş bir göç var. Bu göçün en büyük sebebi işsizlik. İşsizlik çok büyük bir sorun olduğu için bölgede çok acı bir göç var. Köylerimiz boşaldı, bizim de köylere yönelik bir geriye dönüş projemiz var. Son dönemlerde artan göç sorununa ve gençleri üretim politikalarına katıp onların kendi topraklarında yaşamalarını sağlayacağız.

KADIN HALK EVİ, KOMİTELER

Kadınlar ve gençlerin büyük sorunları var. Kadınlar istihdama katılamadığı için eve, dört duvar arasına hapsolmuş durumda. Kadınlarımız için Hozat bir açık cezaevine dönüşmüş. Kadınlarımızı evden çıkaracağız, sosyal yaşama dahil edeceğiz. Kadınlar için istihdam alanları yaratacağız. Kadın Halk Evi kuracağız. Üretimde tutacağız. Gençlik evi kuracağız, onlarla yakından ilgileneceğiz.

Kadınlar ve genç kadınlar için mahalle kadın dayanışma komiteleri kurmak istiyoruz. Gençlerin içinde olduğu gençlik dayanışma merkezleri kuracağız. Köylerde köy dayanışma komiteleri kurmayı hedefliyoruz.

KÜLTÜR-SANAT MERKEZLERİ

Madde bağımlılığıyla mücadele edeceğiz. Gençlik danışma merkezleriyle birçok kurum ve kuruluşlarla kültür ve sanat alanında eğitimler yaparak gençlerimizin daha sağlıklı bir ortamda yaşamalarını sağlayacağız. Mahallelerimizde belirli periyotlarla halk toplantıları yaparak sorunların yerinden tespiti ve halk meclisleri ile yönetimi bir arada tutup birlikte yönetmeyi sağlayacağız.

DOĞAMIZI KORUYACAĞIZ

Bölgemiz maden şirketlerinin hedefinde. Çevre ve doğa mücadelesini sonuna kadar savunacağız. İlçemizin imar durumunu yeniden ele alıp ilçemizi ranta kapatacağız, köylere dönüş projeleri hazırlayarak köylerimizi tekrar yaşama açacağız.

BARINMA SORUNUNA ÇÖZÜM

Hozat’a gelmek isteyen binlerce aile var, insanlar şehirlerde geçinememekte. Nüfusumuzu yeniden kendi memleketlerinde yaşamalarını sağlayacağız.

                                                           /././

Bahçeli İYİ Parti’ye çağrı yaptı: Cumhur İttifakı’na yedek oyuncu (Nurcan Gökdemir)

İYİP’te aday olmayacağını açıklayan Akşener’e MHP Lideri Bahçeli’den ‘Ayrılma’ çağrısı geldi. Muhalefeti hedef alan tavrıyla iktidar blokunu memnun eden Akşener’e gelen bu çağrı, rejimin yeni dönem tahkimi için kritik.
Bahçeli İYİ Parti’ye çağrı yaptı: Cumhur İttifakı’na yedek oyuncu
                                                                          Fotoğraf: AA

MHP lideri Devlet Bahçeli, şaşırtıcı hamlelerinden birini daha yaparak 27 Nisan’daki Olağanüstü Kongre’de Genel Başkanlığa aday olmayacağını açıklayan Meral Akşener’e “Partinin başında kal” diye seslendi. MHP’den ayrılıp parti kurduktan sonra Bahçeli’nin hakarete varan tepkilerinin hedefi olan Akşener’e yaptığı bu çağrının nedeninin aniden oluşan bir hayranlık ya da vefa olmadığı açık. Akşener’in, MHP’yi adres göstererek “Namusuma dil uzattılar” diyeceği kadar ölçüsüz bir tepkiyle karşılaştığı, örgütlü grupların evinin kapısına kadar dayandığı daha hafızalarda…

Peki şimdi ne oldu da Bahçeli yıllardır kendisine rakip gördüğü “Terbiyesiz, rezil, pervasız, pişkin” dediği Akşener’e çağrı yaptı.

Bahçeli’nin çağrısına kulak verelim:

“Bizden ayrılmış olan bir siyasi partinin bugün tartıştığı konu 27 Nisan’da olağanüstü kongre. MHP 55 yıllık siyasi hayatı boyunca bu tür davranışları yaşamıştır. Ayrışmalar olmuştur. Fakat sonuç itibarıyla MHP ulu çınar gibi ayakta kalmayı başarmıştır. Şimdi önüne gelen aday olmaya çalışıyor. Çoklu adaylar çoklu bölünmelere de vesile olabiliyor. Önümüzdeki siyasi istikrarı, siyasi partilerdeki istikrarla ilişkilendirerek Sayın Meral Akşener’in ayrışma kararından vazgeçerek partinin başında devamında, onunla beraber aday olmak isteyen insanların etrafında kenetlenerek Türkiye’nin etrafında kenetlenmesi gerektiğini düşünmekteyim. Geçmişte ilişkilerimiz olan, kardeşliğimiz bulunan, siyasi hareketlerde komşuluk imkânını bulan bu siyasi partinin böyle bir oyuna, tahrike düşmeden kararını vermek suretiyle 27 Nisan’da Türk siyasi hayatındaki faaliyetlerini gözden geçiren kongreyle genel başkan seçmesini, istişareyle partilerini güçlendirmelerini öneriyorum."

SAĞ SİYASETİN İLKESİZLİĞİ

Bahçeli, sürpriz çıkışlarla siyasetin rotasını değiştiren, Erdoğan örneğinde olduğu gibi dün düşman ilan ettiği kişiye 70 gül yollayacak kadar muhabbet duyabilen bir siyasetçi. Akşener’e yaptığı çağrıyı da bu bağlamda değerlendirip “Ne oldu?” sorusuna yanıt aramayı sürdürelim.

Meral Akşener’in sürpriz bir kararla 14 Mayıs öncesi tekmelediği sonra geri döndüğü Altılı Masa’nın en büyük partisi CHP ile köprüleri attığı döneme bakarak yanıt bulmak mümkün.

Akşener, Erdoğan’ın seçimi kaybetmesini önlediği ifade edilen masadan kalkışından sonra yerel seçimlerde de iktidardan çok eski ortağı CHP’ye hedef alan bir siyaset tarzı tutturdu. Akşener’in aldığı seçim tutumu CHP’ye kaybettirmeye yetmedi. Kaybeden AKP-MHP ortaklığı ve onunla birlikte İYİ Parti’nin Genel Başkanı Akşener oldu. İstifalarla sarsılan parti içi iktidarını yerel seçim hezimetinin ardından koruyamaz hale geldi ve önce mecburen olağanüstü kongre çağrısı yaptı, sonra da kimilerine göre zorunluluk, kimilerine göre de taktik olarak genel başkanlığa aday olmayacağını açıkladı. Akşener’in aday olmayacağı açıklamasının siyaseti bıraktığı, liderlik iddiasından vazgeçtiği anlamına gelip gelmediğini zaman gösterecek. Yerine güç toplayana kadar “Emanetçi” bir ismi oturtup tekrar aday olacak mı, başka bir mecrada mı devam edecek yoksa siyaset sahnesinden tamamen çekilecek mi bunu hep birlikte göreceğiz. Bu parantezi kapatarak Bahçeli’nin Akşener’e sahip çıkmasının (!) nedenlerini sorgulamayı sürdürelim.

KONTROLLÜ BİR İYİ PARTİ ARAYIŞI MI?

Akşener’in Altılı Masayı fiilen bitiren tutumu yerel seçimlerde oy katkısı sağlamasa da Cumhur İttifakı’nın tercih ettiği bir model oldu. Akşener’in muhalefetten desteğini çekmesi iktidarda memnuniyet yarattı. Akşener’in yakın çalışma ekibinden ve partinin etkili isimlerinin rotasını Cumhur İttifakı’na çevirmesini sağlamak için temaslar sürdüğü de Ankara kulislerine yansıdı. Resmi bir ittifak yapılanması gerçekleşmese bile Akşener liderliğinde “muhalefete muhalefet eden” kontrol altına alınmış İYİ Parti iktidar bloku için muazzam bir konfor alanı açıyor. Bu konfor şimdi İyi Parti’de yaşanacak olası lider değişimi ile tehdit ediliyor. ”Liderlik değişimiyle İYİ Parti’nin yeni bir çizgi tutturması Erdoğan ve Bahçeli’nin en son isteyeceği gelişme. Bu nedenle Akşener’e “Devam” mesajı vermiş olabileceği söylenebilir.

SELDEN KÜTÜK APARTMAK

Oy kaybına rağmen siyasette İYİ Parti’yi kıymetli kılan TBMM’deki 38 kişilik milletvekili grubu. Erdoğan’a “Ebedi iktidar” yolunu açacak bir Anayasa değişikliği ya da bir erken seçim kararı için havayı kalkan 360 ele ihtiyaç var.  Cumhur İttifakı’nın Meclis’teki milletvekili sayısı bu değişikliği yapabilmesi yeterli değil. Dışarıdan desteğe ihtiyacı var. İYİ Parti grubundan gelecek en az 37 oy bu değişikliği referandumla da olsa yapabilmesi için umut verici olacak.

Anayasa değişikliği bir yana yerel seçimden büyük yara alarak çıkan Cumhur İttifakı, İYİ Parti Grubu’ndan katılacak milletvekilleri ile Meclis’teki sandalye sayısını arttırarak iktidarı tahkim etme olanağına kavuşacak.

Burada kritik soru İyi Parti’nin bütünlüğünü koruyup koruyamayacağı. Kulislere göre Akşener’in muhalefeti hedef alan çizgisi devam ederse bir düzineye yakın vekilin ayrılacağı yönünde. Bir arada kalmanın ilk koşulu kuruluş çizgisine geri dönmek. Ortaya çıkan adayların bu çizgiye geri dönüp bütünlüğün sağlama şanslarının çok olmadığı görülüyor.

Görünen o ki İyi Parti’de erime devam edecek. Hem iktidar hem de muhalefet için önemli olan bu erimenin hangi boyutta kalacağı olacak. Çok değil 10 gün içinde bu sorunun yanıtını almış olacağız.

                                                             /././

Atom bombası yerine nükleer santral saldırısı (Özgür Gürbüz)

İki yıldır Rusya’nın kontrol ettiği Zaporijya Nükleer Santralı, savaş başladığından bu yana tanıklık ettiği en büyük saldırıya maruz kaldı. Rusya’nın iddiasına göre Ukrayna’ya ait insansız hava araçları (İHA) üç ayrı noktaya saldırı düzenledi. Santralın altı numaralı ünitesinin çatısında yüzeysel kavrulma olduğunu Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) da teyit etti. UAEA Başkanı Rafael Mariano Grossi, “Altı numaralı ünitedeki hasar nükleer güvenliği tehlikeye atmamış olsa da bu olay reaktörün muhafaza sisteminin bütünlüğünü zayıflatma potansiyeline sahip ciddi bir olaydı” açıklamasını yaptı.

"Uçak düşse bir şey olmaz"dan İHA ile reaktörün muhafaza sisteminin bütünlüğünün zayıflatılabildiği noktaya geldik. Nükleer yalanları çürütmek için bu cümleyi ayrıca not alınız. İki yıl boyunca Avrupa’nın en büyük nükleer santralında meydana gelen silahlı, toplu ve en son İHA’lı saldırılar bize gösteriyor ki nükleer santrallar savaşta hedef olabiliyor. Nükleer karşıtlarının yıllardır dile getirdiği ve medyanın büyük bir bölümü ile nükleer lobinin kulaklarını tıkadığı bu gerçek artık gün gibi ortada.

Nükleer santrallara düzenlenen saldırıların reaktörlere doğrudan zarar vermesi, elektrik kesintisine yol açması, jeneratörleri devre dışı bırakması, soğutma sistemine zarar vermesi gibi onlarca farklı sonucu olabilir ve bunlar da bizi bir başka Çernobil veya Fukuşima kazasına benzer bir durumla karşı karşıya bırakabilir. Bugün sistem karşıtı silahlı küçük grupların bile İHA’lara erişebildiğini düşünürsek, dünyadaki her nükleer santral çatışma zamanlarında bir hedef olabilir ve sahip olan ülkeye atom bombası atmak kadar bir etki yapabilir. Mersin’de, Sinop’ta nükleer santral isteyenler, bunu bir güç gösterisi sananlar Türkiye’yi tam tersine zayıflattıklarını da anlarlar umarım.

∗∗∗

Zaporijya Nükleer Santralı, 1984 ila 1995 yılları arasında elektrik üretmeye başlamış altı adet 1000 megavat gücünde üniteden oluşuyor. Rus teknolojisi bu reaktörlerin beşi tasarım ömürlerini doldurmak üzere. Saldırıya maruz kalan son reaktör ise 30 yaşında. Savaş nedeniyle reaktörlerin soğuk durdurma evresine geçirildi. Soğuk durdurma, reaktörlerin elektrik üretmediği, daha az miktarda soğutma suyuna ihtiyaç duydukları bir aşama. Bazı kaynaklar ise dört ve altı numaraları reaktörlerin, bölgedeki konutlara ısı sağlaması için “sıcak durdurma” aşamasında olduklarını söylüyor. Sıcak durdurma, reaktörün fisyon reaktörünün kendi kendine zincirleme reaksiyonu devam ettirme (kritiklik durumu) öncesindeki aşama. Sıcak durdurma seviyesinde daha çok soğutma suyuna gereksinim duyarsınız, basınç seviyesi yüksektir. O yüzden de risk daha fazla.

Zaporijya’daki tek risk İHA saldırısı sonucu reaktörlerdeki yakıtın açığa çıkması değil. İHA saldırısından birkaç gün önce santrala elektik sağlayan iki iletim hattından biri de top mermileriyle devre dışı kalmıştı. Santrala elektrik gitmemesi, olası bir kapatma durumunda reaktörlere gereken elektriğin dizel jeneratörlerle sağlanması anlamına geliyor. Jeneratörler çalışmaz, yakıt biterse siz de bitersiniz. Dizel jeneratörler bir yere kadar yardım edebilir çünkü mesele sadece reaktörler değil. Nükleer santrallarda kullanılmış nükleer yakıtların depolandığı havuzların da sürekli soğutulması gerekir. Yoksa orada da radyasyon sızıntısı olabilir. Fukuşima’da yaşanan sorunların hepsi çekirdek erimesi meydana gelen reaktörlerden kaynaklanmamış, kullanmış yakıt havuzları da soğutma suyu yokluğunda başa bela olmuştu.

Son bir söz de Ukrayna ve İHA’lara dair. Malum, Ukrayna’nın savaşta kullandığı İHA’ların bir bölümü Bayraktar ailesinin başında olduğu Baykar firmasına ait. Varsayalım ki bu İHA’lar Zaporijya saldırısında kullanıldı. Saldırı başarılı olsa belki bir başka Çernobil benzeri nükleer felaketle karşı karşıya kalacak, yine ülkemizin üzerinden radyasyon bulutu geçiyor mu geçmiyor mu diye endişe içinde yaşayacaktık. Baykar’ın ürettiği silahlar Türkiye’de kanserden ölümlerin artmasına neden olacaktı. Sahip olmakla övünülen silahların kendi halkının ölümüne neden olması, savaşseverlerin aklını başına getirir miydi acaba? Elbette bahsettiklerim bir varsayım ama çok da hayalperest olduğumu kim söyleyebilir? Silahın ve silahlanmanın kutsanacak bir tarafının olmadığını anlamak için illa bu olayların yaşanması mı gerekiyor?

∗∗∗

Silah tüccarlarının elleri her zaman kanlıdır, silah tüccarının zenginine de fakirine de sahip olmak övünülecek bir şey değildir. Mesele bu bilinç düzeyine ete, süte ota radyasyon yağmadan, evimizin kapısına bayrak asılmadan önce ulaşabilmek.

                                                              /././

‘Bir komünistin öldürülüşü’nü hatırattan okumak (Şükrü Aslan)

Hatırat okumanın kendine özgü bir duygu yarattığı muhakkak fakat hatıratların, bunun ötesinde anlam ve işlevleri vardır. Özellikle tarihi yeniden okuma ve yazmada hatıratlar, hafızanın en ilgi çekici araçlarıdır. Bu yüzden Sosyoloji ve Tarih’ten başlayarak sosyal bilimlerden fen bilimlerine kadar her disiplinin doğrudan-dolaylı konusu olmuşlardır. Ayrıca bunun bir neticesi olarak bugün dünyanın her yerinde hatırat yazmak yaygın bir eğilime dönüşmüştür.

Kuşkusuz kamu görevlilerinin hatıratları, diğerlerine göre daha yoğun ilgiye konu olmuştur. Zira devleti/sistemi tarif etmek anlamında ‘kamu’, sanıldığının aksine, genellikle kapalı ve bu nedenle fazla bilinmeyen ve merak edilen bir alandır. Bunun da etkisiyle yönetici düzeyde kamu görevlilerinin hatıratları bazen büyük gizlerin toplandığı bir tür depo işlevi görmüştür.

∗∗∗

Şu sıralar yeniden okuduğum bir kamu görevlisinin hatıratı, Türkiye’nin yakın siyasi tarihiyle ilgili olanlar için çarpıcı bazı detaylar içeriyor. Hatıratın yazarı Nevzat Bölügiray, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst kademelerinde görev yapmış bir generaldi. 1980 askeri darbesini izleyen günlerde kulakları radyolarda olanların aşina oldukları bir isimdi. Zira o yıllarda TV ve radyo haberlerinde sıkıyönetim komutanlarının isimleri sıklıkla duyulurdu ve Bölügiray da 6. Kolordu; Adana Kahramanmaraş, Adıyaman ve Gaziantep illeri sıkıyönetim komutanıydı.

Bölügiray’ın Geçmişten Geleceğe (Tekin Yayınevi, 2009) başlıklı hatıratı daha ilk öyküsünde, kendisinin henüz göreve başladığı zamanların bir siyasi cinayetini konu ediniyor. Bu öykünün başlığı da içeriği gibi çarpıcı: “Bir Komünistin Öldürülüşü”! İlginç bir şekilde Bölügiray’ın silahlı kuvvetlerdeki görevi de, tıpkı hatıratı gibi bu olayla başlıyor. Olayın geçtiği şehir Kırklareli, yılı 1948’dir. Rejim tarafından ‘sakıncalı’ görülen kişilerin, dönemin güvenlik siyaseti ve organizasyonu içinde nasıl ‘halledildiklerini’, kendisinin de doğrudan tanıklığı ile gayet detaylı biçimde anlatıyor. Bu anlatıda ‘öldürülen komünist’in ismini vermiyor fakat Türkiye’nin yakın siyasal tarihiyle ilgili olanların hızlıca çözebilecekleri bir bulmaca gibi sunuyor. Çünkü 1948 yılında Kırklareli’de ve Bulgaristan sınırında öldürülmüş ‘siyasal sakıncalı’ kişileri bulmak için internet ortamında kısa bir gezinti bile yeterlidir.

Bölügiray’ın anlatıları sözü edilen siyasal cinayet üzerine o dönemlerde ve sonradan üretilmiş bütün açıklamaları, yorumları ve akademik/politik olarak sözü edilen dönemi yeniden okumak için de bir önemli imkân sunuyor. Konuya dair nasıl inşa edildikleri bile tam olarak bilinmeyen ortak kabullerin öyküsünü sorgulamak için de aynı şekilde vesile oluyor. Hatta sonraki yıllar için de benzer siyasal cinayetlerin bağlamını anlamak için çok önemli bir işlev görüyor.

∗∗∗

Nevzat Bölügiray bugün yaşamıyor. Yaşasaydı ve hatıratını da bugün yazmaya karar verseydi bu ‘halledilme’ öyküsünü yazar mıydı, bilmiyorum. Çünkü bugün daha farklı bir politik iklimde yaşıyoruz. Ama kitabın yayınlandığı 2009 yılı, dolayısıyla öncesi ile sonrasında bu ülkenin politik iklimi bir ölçüde buna benzer öyküleri yazmak için uygundu ve o iklimin Bölügiray’ı da etkilemiş olması muhtemeldir. Nitekim kitabın ‘Ön Söz’ünde yazdığına göre kendisi bu ülkenin kendi ‘tarihinden ders alması’nı, bu tür olayların tekrar etmesine yol açan ‘kısır döngünün kırılması’nı arzu ediyordu ve bu olayı yazmasının bu sürece katkısı olabileceğini düşünmüştü.

Nevzat Bölügiray’ın hatıratı, tam da öldürülmesinin yıldönümüne denk gelen şu günlerde, çok çeşitli, kıymetli etkinliklerle anılan Sabahattin Ali’nin ve bu vesileyle benzer şekilde hayatına kıyılmış diğer muhaliflerin öykülerini yeniden düşünmenin önemine ve gereğine işaret ediyor. Konuya dair resmi belgelerde belki de hiçbir zaman göremeyeceğimiz gerilimlerin iki yüzünü ve bir şekilde görünmez kılınmış bütün sahici detayları bu hatıratta görebiliyoruz. Dolayısıyla Bölügiray’ın hatıratının en başında yer alan “Bir Komünistin Öldürülüşü” başlıklı sahici vak’a, en sondan başlayarak diğer ‘faili meçhullerin’ öyküsünü anlamak için bir ilk olabilir.

(Birgün)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 11 Nisan 2024 -

 

Az kalsın bütün Beyoğlu elden gidiyormuş! (Barış Terkoğlu)

Borges, geçmişin bilgeliyle günümüzün cehaleti arasındaki uçurumu böyle anlatıyor:

"Sör Walter Raleigh, Londra Kulesi’nde tutsakmış. Celladın baltasını beklerken bir dünya tarihi yazmaya koyulmuş. Bu esnada sokaktan bir şamata sesi işitmiş. Ne olduğunu sormuş. Birbiriyle çelişen birkaç farklı ihtimal öne sürmüşler. Şöyle düşünmüş: Fakat bu nasıl olur? Ben burada üzerinden yıllar geçen Pön Savaşları’ndan bahsediyorum. Ama tutsak edildiğim bu kulenin dibinde tam olarak ne yaşandığını bilemiyorum. Kalemi elinden bırakmış ve hikaye yarım kalmış."

Erdoğan kuyuya bir taş attı, 40 profesör zor çıkardı. Ecdad yadigarı dedi, kışla hikayeleri anlattı, önüne polis dizdi… Meğer hepsi boşmuş!

Anlatayım…

PROFESÖRLERİN GEZİ RAPORU

3 yıl önce bir oldubitti yaptı. “Taksim Gezi Parkı’nın mülkiyeti ‘Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na geçti” ifadeleriyle bulunan yeni formül duyuruldu. Parkın mülkiyeti bir imzayla değişmişti.

Aslında ortada böyle bir vakıf kalmamıştı. “Mazbut vakıf” denilen kaybolmuşlardandı. Adını Vakıflar Genel Müdürlüğü temsil ediyordu. İBB, AKP’nin elindeyken aslında hiç sorun yoktu. Belediye el değiştirince, "Gezi’yi ellerinden alalım" denilerek vakıf formülü bulunmuştu.

Aradan 3 yıl geçti. Basında okudunuz, mahkeme, Gezi Parkı’nı İBB’ye geri verdi.

İstanbul 1. Asliye Hukuk Mahkemesi, o kararın gerekçeli halini geçen günlerde yayınladı.

Peki bu karar nasıl çıkmış derseniz…

Vakıflar Kanunu’nun 30. maddesi şöyle: “Vakıf yoluyla meydana gelip de her ne suretle olursa olsun Hazine, belediye, özel idarelerin veya köy tüzelkişiliğinin mülkiyetine geçmiş vakıf kültür varlıkları mazbut vakfına devrolunur.”

Mahkeme şu sorunun yanıtını aramış: Gezi Parkı, vakıf yoluyla meydana gelmiş bir eser midir, ya da Gezi Parkı’nda vakıf yoluyla meydana gelmiş bir eser var mıdır?

Elbette yanıtını bulmak için uzmanlara, yani üniversitelerdeki tarihçilere, arkeologlara, vakıf araştırmacılarına, sanat tarihçilerine vs. sormuş. Ortaya Gezi Parkı’nın da vakfın da tarihi çıkmış. Mahkeme, bir dizi profesörün yazdığı raporları okuduktan sonra kararını vermiş.

İSLAMCILARIN UYDURMA TARİHİ

Önce Gezi Parkı’nda, el koymaya dayanak olan Topçu Kışlası’nın kalıntısının olup olmadığına bakılmış, bulunamamış.

Parkın tarihi araştırılmış: "Topçu Kışlası'nın Sultan Beyazıd Han Vakfına ait arazi üzerinde Sultan III. Selim'in fermanı doğrultusunda 1805 yılında inşasına başlandığı ve 1808 yılında tamamlanarak hizmete açıldığı, ardından Sultan Abdülaziz devrinde kapsamlı onarım ve yenilemeden geçirildiği ve bu işlem sırasında ilk yapıldığı dönem mimari özelliklerini yitirerek yeni bir mimari vasıf kazandığı, ardından üzerine bina edildiği arazi ve civarının şehir yerleşimi içinde kalması nedeniyle 20.yy başlarında metruk hale geldiği, bunun üzerine askeri kışla olarak kullanımının son bulup, 1913 yılında Sanayi ve Ticaret Şirketi Milliye-i Osmaniye Şirketi'ne para karşılığı tapuda devredildiği ve 20.yy başında yıkılarak yerine bir gezi alanı yapılması düşünüldüğü ancak bunun yerine doğan ihtiyaç gereğince futbol stadı (Taksim Stadı) olarak kullanıldığı ve Cumhuriyetin ilanından sonra da bu amaçla kullanıldığı, bu yeni kullanım nedeniyle büyük ölçüde yıprandığı ve bir kısım müştemilatının 1928 yılında yıkılarak yerine Taksim Cumhuriyet Anıtı ve Meydanı'nın yapıldığı…"

Sonuçta Topçu Kışlası’nın, yasada belirtildiği gibi "vakıf yoluyla meydana gelen eser" olmadığı anlaşılmış. Kışla’nın Cumhuriyet kurulmadan niteliğini çoktan kaybettiği görülmüş. Bizzat Osmanlı sisteminin şehrin merkezindeki kışlayı dönüştürdüğü hatırlanmış. Öte yandan zamanında Sultan Beyazıd Vakfı’na verilmiş olanın sadece boş bir arazi olduğu, bunun da bir kültür mirası olmadığı kayıtlarla ortaya çıkmış..

Yani bizim İslamcılar’ın ecdad ve tarih konusunda anlattıkları tamamen uydurmaymış!

BİR ZAMANLAR BEYOĞLU DA VAKFINMIŞ

Fakat asıl sürpriz başka bir detayda…

Mahkeme, tapu kayıtlarından çıkan şu detaya tam iki kez atıf yapmış:

"Sultan Beyazıt Vakfı'nın 1505 M tarihli Vakfiyesi incelendiğinde geniş alanları kapsayan iki yüzün üzerinde pek çok yer ile birlikte Beyoğlu ilçesinin tamamının da vakfın akarları arasında sayıldığı…"

Yani sadece Gezi Parkı değil, zamanında bütün Beyoğlu ilçesi de aynı vakfın üzerinde görünüyormuş. Haliyle mahkeme, Gezi Parkı’nı vakfa verirse, bütün Beyoğlu’nu da vatandaşlardan alıp aynı şekilde vakfa vermenin yolunu açacağını fark etmiş. Hatta Osmanlı’daki diğer vakıflar düşünüldüğünde, belki de koca şehirlerin tapuları bir kararla değişebilecek hale gelecekti. Erdoğan’ın attığı taş bizi nerelere götürecekti!

Sonuçta mahkeme, Topçu Kışlası’nın vakıf eliyle değil devlet eliyle meydana gelmiş bir bina olduğuna, öte yandan Topçu Kışlası’nın da bir tuğlasının bile kalmadığına, Kışla’nın bitişinin de çok eskiye dayandığına karar vermiş.

Yetmemiş, şunu da not düşmüş: "60-70 yıllık kullanım değeri ile tarihe belgelik eden bir nitelik kazanmış ve geçen su¨rede dönemin şehircilik anlayışına uygun bir kararla İstanbulluların kolektif belleğinde yer etmiş Taksim Gezi Parkı…"

Sonuç olarak mahkeme Gezi Parkı’nın mirası Gezi Parkı’dır, halka ait olan da şehrin belediyesinindir demiş. Bu haliyle sadece mülkiyet değişimini değil, parkın kışlaya çevrilmesi fikrini de boşa çıkarmış!

Öyleyse çok basit bir soru: Hukuka, vicdana ve akla uygun olan Gezi Parkı’nın korunması eylemiyle suçlanan Can Atalay, Osman Kavala, Tayfun Kahraman Çiğdem Mater, Mine Özerden bir bayramı daha neden ailelerinden ayrı geçiriyor? Cevabı, 28 Şubat davasının hastalıklarla boğuşan asker sanıklarının içerde olma gerekçesiyle aynı: Erdoğan’ın canı öyle istediği için!

Bugünü geçmiş kadar anlayabilirsek aramızdaki duvarlar eriyip gidecek…

                                                              /././

AKP’de travma...(Ergin Yıldızoğlu)

Yerel seçimlerin sonuçları, siyasal İslamın entelijansiyasını sarstı, bir “travma” yarattı.

Travma” diyorum çünkü sonuçları açıklayamıyorlar, daha tehlikelisi kabullenemiyorlar. Paranoya ve histeri el ele...

Siyasal İslamın entelijansiyasının kültürünün tarihsel derinliğinden hiç kuşku duymadım. Yeri geldiğinde, “yararlı salakların” (“A takımı” filan...) yönlendirme heveslerinin küstahlığa varan bir cehalet olduğunu da vurguladım. Ancak o entelijansiyanın onulmaz bir zaafı vardı: Toplumsal gerçeklik, anlıklarında kurguladıkları sanal gerçeklik içindeki beklentilere uymadığında, oluşan “çatlakları” türlü fantezilerle kapatmaya çalışıyorlardı. 31 Mart seçimlerinin ertesinde yine öyle bir momentteyiz. 

TEK BİR ‘DÜNYA’ VAR

O entelijansiya içinde yaşadığı gerçekliğin en belirleyici özelliğini kavrayamıyor: Bir hegemonya altında şekillenmiş uluslararası bir kapitalizm, doğası gereği karşılaştığı, mekânları, duyarlılıkları, kültürleri (kodları) yıkıyor, parçalıyor, yeniden yapıyor tüm diğer “dünyaları” (uygarlıkları) dönüştürerek kendine benzetiyor, egemenliği altına alıyor. Gerçeklik, uygarlıkların çatışması değil, tek bir kapitalist uygarlığın egemenliği altında oluşuyor.

Tabii ki başka bir “dünya” kurulabilir. Ancak bu “başka dünya”, kapitalist uygarlığın doğarken yıkmaya dönüştürmeye başladığı, ekonomik, teknolojik ve kültürel olarak aştığı biçimlere (özellikle “dinci hakikat rejimlerine”, hatta öncesine) geri dönülerek kurulamaz. 20. yüzyılın başında, Avrupa’da kimi entelektüeller bunu arzuladılar, sonra da gidip faşizme yamandılar. Gerisi tarih...

Oluşan, “çatlakları” fantezilerle yamama çabasının son örneğini siyasal İslamın önde gelen yazarlarından birinin “Mücahit olarak yola çıktık. Sonra sırasıyla evvela müteahhit..., ardından da her şeye müsait...” yakınmasında görebiliyoruz. Yazar devam ediyor, “Sistemi dönüştürmek değil, yıkmamız gerekiyordu. Putları değiştirmek değil, yıkmaya soyunmalıydık. Müslümanlar, ekonomiye yön vermeyi, ekonomiyi büyütmeyi hedefleri haline getirdikleri zaman, asla sistemi dönüştüremezler, sistem tarafından dönüştürülürler”. Kısacası: Kapitalizm bizi dönüştürdü, kendine benzetti, onun, ekonomik, kültürel siyasi dinamiklerine tabi olduk. 

Belli ki yazar anlığındaki resmin içinde açılan “çatlakların” farkında, doğru bir saptama yapıyor (Kapitalizmin dünyasıyla uyuşamazdık önce yıkmalıydık!) ama imkânsız bir yöne doğru. Ve hemen fanteziler üretmeye başlıyor.

Birinci fantezi: Nerede, hangi dünyanın içinde “yola” çıktınız? Kapitalizmle, onun dışından gelerek mi karşılaştınız? Siz kapitalizmle, 19. yüzyılın sonundan bu yana gittikçe artan bir yakınlığın ürünü olarak şekillendiniz. 21. yüzyılda, kapitalizmle, ekonomik kriz içinde egemen sermayenin tercihlerinden biri olarak karşılaştınız.  

İkinci fantezi: Kapitalizm “putlar” olarak tanımlanacak bir “inanç” sistemi değil tüm inançları “organlarıyla” yakalayıp kodlarını çözüp yeniden şekillendiren dönüştüren bir “kâr makinesi”, maddi bir ilişkidir.

Üçüncü fantezi: “Önce insan yeşerteceğiz...” Peki ekonomiyi (kapitalist birikimi) büyütmeyi hedeflemeyecekseniz, “insanı yeşertmek” için gerekli mali, kurumsal, teknolojik hatta kültürel kaynakları nereden bulacaksınız? İkincisi siz “sistemi” yıkmaya hazırlanıyorsanız “sistem” sizi kendi halinize mi bırakacak? 28 Şubat’ın “sistemin” sizi, iktidara taşımak üzere dönüştürdüğü bir “an” olduğunu hâlâ anlayamadınız mı?

Bir yazarınız soruyor “AK Parti İslamcılardan kurtulmalı mı?” ve devam ediyor: “Bu soruya, AK Parti Genel Merkezi’nde çok güçlü olduğunu düşünen bir ekip (çete mi demeliydim?) ile onların beslediği trol, ajans hesapları, köşe yazarları ve benzerlerinden oluşan bir toplam ‘evet’ diye cevap veriyor uzun süredir”. Belli ki yazar o toplamın”, diğer bir deyişle kültür üretimi alanında değerlenen sermayenin, “İslamcılardan” kurtulmak istediğine inanıyor. Aynı sayfalarda, bir başka yazar da (Sakın o “çeteden” biri olmasın?) “AKP’nin başa, kurulduğu ana, muhafazakâr demokrat kimliğine” (o fanteziyi satın alacak salak kaldı mı?) dönmesi gerektiğini savunuyor.

Korku derinleşiyor: “Ya esas özne biz değilsek?” Ya o “sistem” şimdi başka bir şey denemeye hazırlanıyorsa?

Korku şiddete yol açabilir!

                                                     /././

Bahçeli’nin siyasi ajandası (Mehmet Ali Güller)

Devlet Bahçeli, MHP’nin genel başkanı seçildiği 1997 yılından bu yana, Türk siyasetinin en önemli aktörlerinin başında geliyor.

2002 yılında başbakan yardımcılığını yaptığı Bülent Ecevit hükümetinin yıkılmasındaki rolünden Tayyip Erdoğan’a başkanlık yolu açmasına kadar 27 yılda pek çok kritik hamleye imza attı.

Hamleleri Türkiye’ye kaybettirdiyse de kendisine ve desteklediklerine kazandırdı. Bu özel kayıpkazanç tablosunu sadece Bahçeli’nin mi, yoksa yola Soğuk Savaş partisi olarak çıkan MHP’nin hanesine mi yazmak gerekir, siz takdir edin...

BAHÇELİ’NİN ERDOĞAN VE AKŞENER MESAJLARI

Bahçeli, 31 Mart öncesinde Erdoğan’a ve 31 Mart sonrasında Meral Akşener’e yaptığı çağrı ile yine Türk siyasetinde iz bırakacak hamleler yapıyor. 31 Mart’tan önce “yasanın verdiği yetkiyle bu son seçimim” diyen Erdoğan’a adeta “bizi bırakma” diye yalvaran Bahçeli, 31 Mart’ta ortaya çıkan siyasal tablo nedeniyle partisinin başından ayrılma kararı alan Akşener’e çağrı yaptı bu kez: “Sayın Meral Akşener ayrışma kararından vazgeçmeli. Partinin başında kalmalıdır.

Peki ne oldu da Bahçeli daha düne kadar çok sert tepki gösterdiği Akşener’e böyle siyasi jest yapar oldu? Ne oldu da Bahçeli MHP’den kopmuş, MHP’ye muhalefet etmiş Akşener’den partisinin başında kalmasını istedi?

"PLANA SADIK KAL"

Geçen yılki cumhurbaşkanı seçim sürecine dönelim...

Sadece Akşener değil, Sinan Oğan da Bahçeli’ye muhalefet ederek MHP’den kopan isimdi. Mayıs 2023 seçiminde ilk turda cumhurbaşkanı adayıydı. Önemli bir tabana dayanıyordu. Arkasında, yine Bahçeli’ye muhalefet ederek MHP’den kopmuş Ümit Özdağ’ın liderlik ettiği Zafer Partisi vardı. Yani MHP’den kopmuş iki tane yaklaşık MHP büyüklüğünde parti vardı.

Akşener’in liderlik ettiği İYİP altılı masada Kemal Kılıçdaroğlu’nun cephesindeydi. Ümit Özdağ ve Sinan Oğan ittifakı ise üçüncü bir yol açmaya çalışıyordu. Ama ilk turun ardından ilginç bir durum yaşandı. Sinan Oğan AKP-MHP’nin Cumhur İttifakı’nı destekledi, asla dediği siyasetçilerle kol kola girip aynı cephede mevzilendi; Ümit Özdağ ise bir protokol imzalayarak Millet İttifakı’nı destekledi.

Asıl ilginci de şuydu: Sinan Oğan bu ani dönüşünü gece yarısı “plana sadık kal” mesajıyla yaptı. Ortada nasıl bir plan vardı, açık değil. Ama neticede Erdoğan, anayasanın 101. maddesine aykırı olarak üçüncü kez seçildi.

ALTILI MASA SÜRECİ

Geçen yılki cumhurbaşkanı seçim sürecine yeniden dönelim...

Akşener, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını dayatmasına tepki göstererek altılı masadan kalkmıştı. Ekrem İmamoğlu ya da Mansur Yavaş çağrısıyla aday olmayınca da tekrar masaya dönmüştü. (O sürecin ayrıntıları için bkz. Aytunç ErkinMasa, Kırmızı Kedi, 2023).

O süreçte Erdoğan da Bahçeli de masadan kalkan Akşener’e sıcak mesajlar vermişti. Bahçeli, altılı masa kurulmasından önce de Akşener’e “evine dön” çağrısı yapmıştı.

Ya bugünkü “Partinin başında kal” mesajı?

AKŞENER’İN RAFA KALDIRILAN DAVETİYESİ

Akşener altılı masayı dağıttı, seçime “hür ve müstakil” olarak girdi. Muhalefet partisi olarak da iktidardan çok ana muhalefet partisini hedef alan bir seçim kampanyası yürüttü. Erdoğan ve Bahçeli çok memnundu ama daha önce İYİP’e oy vermiş seçmen memnun değildi; oyu yüzde 3.7’de kaldı. Seçmen böylece Akşener’e emeklilik bileti kesmiş oldu.

İYİP daha çok oy alarak CHP’ye kaybettirse ve seçimden AKP-MHP ortaklığı zaferle çıksa, Akşener’i Cumhur İttifakı’na davet edip yeni anayasa sürecinde kullanacaklardı.

Seçim kaybedildiği için şimdi partisinin başında, muhalefete muhalefet görevinde daha yararlı görüyorlar.

Çünkü CHP’nin birinci, AKP’nin ikinci parti durumunda olduğu siyasi tablo sürprizlere açık...

                                                               /././

Bayram bayram yine mi siyaset (Orhan Bursalı)

Hayır yok; ama var tabii kıyısından köşesinden; yaşadığımız hemen her şey siyasetle dirsek teması içinde. Şeker Bayramı’nız mutlu ve sağlıklı geçsin... Kendi çocukluğuma bakıyorum da öyle para yok pul yok, kırmızı pabuç yok; temiz giysiler var, yakın tanıdıklardan el öperek alacağımız beş on kuruş harçlıklar olursa küçük maddi sevinç var.

Ama bunların ötesindeydi bayram anımsamalarıma gelince, mahallelerde küçük meydanlarda kurulan eğlenceli gösterilerin hepsini anımsıyorum. En basiti, su dolu bir kova dibine yerleştirilmiş küçük çay bardağının içine yukarıdan atacağımız beş kuruşu sokabilme becerisi... At ile dolaştırılırdınız. Süslenmiş at arabalarından düzenlenmiş minik turları hatırlıyorum. Uzun tahta bacaklar üzerinde yürüyenler, daha bir sürü şey.

Ama bunların hiçbiri yok. Mahallede sokakta oyun da yok alan da yok. Bizler yok olan bir sokak kültürünün son temsilcileriyiz.

Düşünüyorum da bugünün çocukları bayram deyince ne anımsayacaklar? Ailelerin rutin tatillerini mi?

Bence bayramlar çocuklar düşünülerek yeniden tasarlanmalı. Bu da günümüz belediyelerine bir görev olabilir mi, bilmiyorum. Hayır, devir değişti.

Yazıyı önemli gördüğüm iki notla bitireyim. 

MÜZE GAZHANE’YE DAMGA VURANLAR

Müze Gazhane yazımla ilgili eksik bıraktığım bir noktayı okurum anımsattı. Gerçekten de dikkat ettiğim ayrıntılar ve Gazhane’nin bütünsel tasarımındaki yüksek estetik, benim için çok dikkat çekiciydi. Okurum şöyle yazdı: “7 Nisan 2024 tarihli yazınızda Müze Gazhane’yi anlatmanıza çok mutlu oldum. Avrupa’da olduğu gibi ülkemizde de çok başarılı KORUMA projeleri gerçekleştirilmekte (bilmez olur muyum, hepsi en üst düzey ve gurur verici, OB). Müze Gazhane de bunlardan biridir. Çok önemli bir MİMARLIK ürünü olan bu çalışmanın proje müellifi İTÜ Öğretim Üyesi Dr. Gülsün Tanyeli ve ekibidir. Böyle önemli projelerin proje çalışmaları müellifleri ile birlikte anılırsa yöneticilerimize de örnek olur diye umuyorum.”

Saadet Sayın

Restorasyon Uzmanı Yüksek Mimar

2024 CHP OY ORANI

Bazı izleyicilerim salı günkü yazımda AKP’nin oyunu yüzde 28 olarak hesap eden Serdar Karsu’nun CHP oyuna bakalım ne diyecek gibi mesajlar gönderdiler. İşte yanıtı:

“Medyada (belediye başkanı seçimleri esas alınarak) CHP’nin oyu yüzde 37.76 olarak verilmektedir. CHP’nin parti oyu olarak göz önüne alınması gereken yerel meclis seçimlerindeki oyu ise yüzde 34.47’dir. (Bu oran içerisinde, belediye meclislerinde çoğunluk sağlanması için, diğer parti seçmenlerinin stratejik oyları da bulunmaktadır.) Küskün AKP seçmeninin sandığa gitmemesi de CHP’nin oy artışına etkendir. Umarız CHP yönetimi, hesaplamalarını / plan programlarını buna göre doğru yapar.”

Karsu AKP oylarının yıllar içinde gelişim çizgisini de şöyle açıklıyor: AKP’nin son 10 yıldaki seçimlerde oy oranları:

2014: yüzde 43.4

2015 Haziran: yüzde 40.9

2015 Kasım: yüzde 49.5

2018: yüzde 42.56

2019: yüzde 36 (ittifak içindeki oyu hesaplanarak)

2023 Mayıs: yüzde 35.61

2024 Mart : yüzde 28 (ittifak içindeki oyu hesaplanarak)

Not: Grafik çizgisi 2015 Kasım’dan itibaren yıllar içinde aşağı doğru... Ancak son 10 ayda eğim, parabolik olarak aşağı doğru pike yapmış...

***

Yeniden iyi bayramlar, kazasız belasız!

(Cumhuriyet)

10 Nisan 2024 Çarşamba

Kılıçdaroğlu-Dündar kavgası: Kafaların çok karıştığının bir diğer kanıtı - soL

 Kılıçdaroğlu ve Dündar sosyal medyada kapıştı. İkisi de fiilen sağcı hamleleri savundu, ikisi de lafta solculuğu bırakmak istemedi. Sonuçta kafaların ne kadar karışık olduğu bir kez daha görüldü.

Tarık Akan’ın “Anne Kafamda Bit Var” kitabında anlattığı anısı:

“Müdür T. masada oturuyordu, tam karşısında Uğur Dündar duruyordu. Onu Bakırköy'den tanıyordum. (…) Aramızda bir dostluk olmadığı gibi gençliğimizde yumruk yumruğa kavga etmişliğimiz bile vardı. Soğuk bir hava ve yapmacık jestler aramızda dolandı. ‘Ben TRT genel müdürü olacağım,  nezaket ziyaretine geldim. Dışarıda herhangi birisine söylemek istediğin bir şey varsa yardımcı olabilirim.’ ‘Yok, teşekkür ederim.’”

Katıldığı bir televizyon programında yerel seçim sonuçlarını değerlendiren Uğur Dündar, Kemal Kılıçdaroğlu'nun aday olmasıyla muhalefetin "tarihi bir fırsatı" kaçırdığını söylemişti. Dündar, "Tarih onu asla affetmeyecek" sözleriyle yüklenmişti Kılıçdaroğlu’na. CHP Genel Başkanlığı'nı kongrede kaybetmesinin ardından siyasetten düşmediğini CHP içindeki azınlık hiziplerinden birinin liderliğini hâlâ sürdürerek hissettiren Kılıçdaroğlu, Dündar'a X hesabından yanıt verdi. Kılıçdaroğlu, yanıtında "‘Bizim Uğur’lar sizin olsun, Tarıklar bizimdir…" dedi.

Uğur Dündar, geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı köşe yazısında Kılıçdaroğlu'na yönelik eleştirilerini sürdürmüştü. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş'ın aday gösterilmesi gerektiğini savunan Dündar, "CHP'nin ve 'Altılı Masa'nın lideri Kemal Kılıçdaroğlu resti görmek yerine, kendi adaylığını dayattı ve Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetti" demişti.

Dündar yazısında şu ifadeleri kullanmıştı: "Son yerel seçim sonuçları gösterdi ki; Kılıçdaroğlu, kendisi yerine Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş'tan birini aday gösterseymiş, o seçim kolayca kazanılacakmış!. Üstelik "Altılı Masa"daki çoğu partiye, bol keseden milletvekili dağıtmaya da gerek kalmayacakmış!.. Böylece siyaset tarihimizde dönüm noktası olacak büyük bir fırsat kaçmış. Ne diyelim? Tarihten ibret alınmasını ve böylesine vahim yanlışların bir daha tekerrür etmemesini dileyelim..."

Kılıçdaroğlu'na göre 12 Eylül'de sağcılar da mağdur olmuş

Bugün ikili X platformu üzerinden tartıştı.

Kılıçdaroğlu, Dündar'a yanıtında, Uğur Dündar'ın 1980 darbesinde "Bizim Uğur" diye anıldığını ve toplumsal mücadeleler boyunca "ayağına taş değmediğini" söyledi. 28 Şubat sürecinde başörtülülere karşı ayrımcılığa hizmet ettiğini ima etti, "toplumdaki kutuplaşmanın her daim ekmeğini yiyen, fildişi kulelerinin tepesindeki konforlu alanını inşa edebilmek için büyük ‘fedakarlıklar’ yapan, andıçların Uğur Dündar’ı..." dedi.

Ardından, Kılıçdaroğlu, CHP'nin Türkiye'deki muhafazakar kesimle helalleştiğini belirtti.

CHP'nin eski liderinin mektubunun kalanı, bu noktayı açıkça yansıtır biçimde, 12 Eylül'ün devrimcilere karşı yapılmış bir darbe değil, "kardeş kavgasını bitirirken her kesimden insanı mağdur eden" bir darbe olduğu algısıyla paralel olarak şöyleydi: "1960’lardan kalma sağ sol kavgasının kötü mirasıyla yüzleştik. Bizlere inançsız ve din düşmanı gözüyle bakan sağcı kardeşlerimizle de helalleştik… Berkin Elvan’a da ağladık, Eren Bülbül’e de… Sinan Ateş ile de vurulduk, Tahir Elçi ile de… Deniz Gezmiş’le de sehpaya çıktık, Mustafa Pehlivanoğlu ile de…"

Dündar haksızlık ediyor: CHP'de Kılıçdaroğlu sonrası süreklilik var

Uğur Dündar'ın dile getirdiği "Kılıçdaroğlu yerine İmamoğlu veya Yavaş aday olsaydı kazanılırdı" düşüncesi yalnızca Dündar'a mahsus değil, kamuoyunda sıkça dile getiriliyor. Argüman, meseleyi tamamen kişiler üzerinden okuyup, siyasi pozisyon ve ilkeleri hiçe saymaya yatkın günümüz düşüncesinin bir yansıması.

Oysa Uğur Dündar'ın bu düşünceyi dile getirdiği televizyon programında, karşısındaki DP'li Cemal Enginyurt "Bugünü Kılıçdaroğlu'na borçluyuz" derken haklıydı. Bir ANAP'lı ve bir MHP'linin CHP'de en temel figürler haline gelmesi, Kılıçdaroğlu'nun yıllarca CHP'yi merkez sağ bir parti haline getirme çabalarının sonucuydu. Kongre sonrası Özel-İmamoğlu döneminde de bu eğilimde herhangi bir değişiklik olmadı.

Kafalar çok karışık: Dündar, meğer CHP'nin sağcılaşmasına karşıymış

Ardından Uğur Dündar, Kılıçdaroğlu’na X hesabından yanıt verdi. "Mektubunuzun iftira ve yalanlarla dolu içeriğini okuyunca ‘Acaba Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun X hesabı kötü niyetli birilerince ele geçirilmiş olabilir mi?’ diye düşünmekten kendimi alamadım" diyen Dündar, "Kemal Bey, Size karşı hiçbir kötü düşünce ve davranışta bulunmadığım gibi Sayın Ekmelettin İhsanoğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı gösterme gafletinizde bile, AKP’ye karşı sizi destekledim. Ama CHP’yi kuruluş felsefesinden, Atatürk’ün çizdiği rotadan uzaklaştırma ve sağcılaştırma çabalarınızı da eleştirdim" diye ekledi.

Oysa Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş üçlüsü arasında, tümü düzen siyasetçileri olmakla birlikte, bir şekilde solculuk iddiasında bulunma isteği olan tek kişi Kılıçdaroğlu'ydu.

Dündar, mektubunun devamında "Tarık Akan'la çok yakın arkadaş olduklarını" vurgulamayı da atlamadı.

soL yazarı Gökdemir "Önce sütler bozuldu" yazısında anlatmıştı

"Sütler bozulmasın diye elde balta, bekliyoruz" satırlarıyla sonlandırdığı yazısında soL yazarı Orhan Gökdemir, Uğur Dündar'ı anlatmıştı.

Gökdemir şunları yazmıştı:

“12 Eylül 1980 darbesini takip eden yıllar. Cunta başı Kenan Evren elde Kuran il il dolaşıp halka nutuk atıyor. Din tamam ama halkı inandırmak için biraz da ahlak lazım. Gözlerini Hatay’ın Soğukoluk mahallesine çeviriyor generaller. Soğukoluk o tarihte kadın ticareti yapıldığı iddia edilen pek çok otele ev sahipliği yapıyor. Cunta bu ünlü “fuhuş üssü”ne bir huruç hareketi düzenliyor tez zamanda. Jandarma mahalleyi basıyor, etrafta kuş uçurtmuyor. Otellerin bodrum katlarında kilitli kadınlar bir bir kurtarılıyor seyretmek için toplananların alkışları arasında. Uğur Dündar o dönemde TRT'de. Jandarma ile birlikte fuhuş operasyonuna çıkıyor, baskın yapıyor, mikrofonunu ve kamerasını polis copu gibi kullanıyor. Yeni bir gazetecilik türü bu. Seyirci şaşırıyor, gazetecimiz de çok ünleniyor haliyle.  

Sonra “sahi, ne oldu o kadınlara” diye sorarsınız diye not edelim; Soğukoluk’tan ite kaka çıkarılan kadınlar el altından Lübnan, Mısır, Tunus gibi Arap ülkelerine pazarlandı. Soğukoluk mahallesi kurtuldu, orada köle gibi çalıştırılan kadınlar köleliğe devam etti. Zaten maksat kadıları kurtarmak değildi. Nasıl olabilir başka türlü? Fuhuş kadınların alınıp satılabildiği bir düzeni varsayar. Sözde kadınları kurtarma harekâtı düzenleyen cunta bizzat o düzeni korumaya gelmişti. 

E memlekette her gün basacak Soğukoluk bulmak mümkün değildi tabii. O da mikrofon elde-kamera yedekte küçük esnaf denetimine çıktı. Her hafta zabıtalar eşliğinde başka bir lokantayı veya fırını basıyordu. O dükkâna girer girmez, hayatını sessiz sakin sürdüren hamamböcekleri çil yavrusu gibi etrafa dağılıyordu. Böceklerin kaçışını büyük metanetle izleyen Dündar mikrofonu zabıta kuşatması nedeniyle kaçamayan esnafın veya varsa emekçi garibanların burnuna dayıyordu. Soruları polis sorgusundan halliceydi. O sırada 12 Eylül işkencehanelerinde akla hayale gelmez işkenceler kesintisiz devam ediyordu. Biz parya gazeteciler dehşetle izliyorduk olup biteni. Aramızda “küçük esnaf canavarı” diye kodlamıştık adını. Her hafta bir esnafı sorgusuz sualsiz yutuveriyordu canavar. 

Bir gün hızını alamayıp aynısını ABD’de yapmaya kalkıştı. Kaçak patron Halil Bezmen’in kapısını çaldı, açılmayınca zorladı. İtiş kakışta yaralananlar oldu. Derhal gözaltına aldılar bizim elemanı. Kefaletle serbest bıraktılar sonra. Yargı süreci başlamadan araya Ahmet Ertegün girdi, olay tatlıya bağlandı. Son yurtdışı gazetecilik serüvenidir. 

12 Eylül cuntasının ektikleri filizlenip karşı devrim ete kemiğe bürününce endişeli halkımızı arasında Kenan Evren usulü “Atatürkçülük” moda oldu yeniden. Bunun alıcıları çoktu, vatan-millet-hamaset yetiyordu o alıcıları “kafalamak” için. Uğur Dündar biçilmiş kaftandı bu role. Sonra “Jak Şırrak” yaratıcılığı ile Yılmaz Özdil de katıldı aralarına. Laik halkımıza gereken afyon bulunmuştu.  

Geçen yıl araları fena halde bozuldu. Çünkü Yılmaz Özdil ABD’de kara para aklama davasında yargılanan Sezgin Baran Korkmaz’ın, Türkiye’de bazı gazetecilere TV kurdurduğunu iddia etmişti. Korkmaz bu girişimini adamı Ekim Alptekin aracılığı yürütmüştü. Alptekin de TV’nin kuruluşu için Altan Ertürk’ü görevlendirmişti. Uğur Dündar bu karanlık girişimin ürünü olduğu iddia edilen “Artı 1” adlı TV kanalının kurucuları arasındaydı. Bunun üzerine Dündar, Özdil’e çok sert tepki gösterdi, “Sen benim ne kadar namuslu olduğumu bilen bu ülkedeki iki üç insandan birisin. Sana 'kardeşim' dedim. Sen nasıl olur da ‘değerli ağabeyim’ dediğin, yere göğe sığdıramadığın bir insana ima yollu dahi olsa çamur atmaya yeltenirsin” dedi. Gerçek patronun kim olduğunu bilmiyorlardı dediğine göre. Haziran Direnişi günlerinde Yayın Yönetmeni Tuncay Mollaveisoğlu'nun odasına eli cebinde biri girmiş, ben buranın patronuyum demiş, patronun kimliği öyle öğrenilmişti. Sonra bu gizli patron, Ekim Alptekin, kanalın kapatılmasını isteyip, herkesin acısına son verdi. Kahramanımız ise atının üzerinde yeni maceraları için batıya doğru ilerledi…”

(soL)