29 Nisan 2024 Pazartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 29 Nisan 2024 -



Taksim 1 Mayıs’la özdeştir! (Aziz Çelik)

AYM kararında vurgulandığı gibi Taksim Meydanı 1 Mayıs İşçi Bayramı ile özdeştir ve Taksim’de 1 Mayıs kutlamasını engellemek hak ihlalidir. Hükümetin görevi işçilerin ve yurttaşların 1 Mayıs’ı Taksim’de ve her yerde güvenli ve barış içinde kutlaması için gerekli önlemleri almaktır.

1 Mayıs 2024’te yine keyfi bir “Taksim yasağı” gündemde. DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve TDB’den oluşan emek örgütleri bu yıl 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı İstanbul’da Taksim Meydanında kutlama kararı aldı. Geçmişte sayısız kez engellenen Taksim’de 1 Mayıs kutlaması bu yıl da keyfi bir yasak ve engelleme ile karşı karşıya. Üstelik 2023 tarihli yeni iki Anayasaya Mahkemesi (AYM) kararına rağmen! İstanbul Valiliği AYM kararlarını hiçe sayarak 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasını engellemek istiyor. Oysa AYM kararında açıkça belirtildiği üzere Taksim Meydanı Türkiye’de 1 Mayıs’ın hafıza mekanıdır ve 1 Mayıs ile özdeşleşmiştir.

İstanbul Valiliği Taksim’de 1 Mayıs kutlamasını güvenlik ve şehrin en işlek yeri olması bahanesiyle engellemek istiyor. Valilik Taksim’de güvenliği sağlamanın zor olduğunu iddia ediyor. Nereden baksanız tutarsız ve inandırıcı olmayan bir gerekçe!

GÜVENLİK BAHANESİ

İstanbul Valiliği DİSK’in Taksim’de 1 Mayıs kutlaması bildirimine verdiği yanıtta  “Taksim Meydanı, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamında belirlenen yer ve güzergâhlar arasında bulunmamaktadır. Bu nedenle, Taksim Meydanı ve çevresinin konumu itibari ile toplantı ve gösteri yürüyüşü için uygun olmadığı, araç ve yaya akışının çok yoğun olduğu, güvenlik tedbirlerinin alınmasını zorlaştıracağı ve kişi hak ve özgürlüklerinin korunmasında zafiyet oluşturabileceği aşikardır” denmekte ve “güzergâh sınırlaması” getirildiği iddia edilmektedir. Oysa bu “sınırlama” hakkın özünü ortadan kaldırıyor.

Valilik sözlü olarak ise “Taksim’de yeterince önlem alınamaz, Taksim’de yapmayın ama İstanbul’da istediğiniz başka bir meydanda yapabilirsiniz” diyor. Taksim’de güvenliği sağlamak konusunda tereddütlü olan İstanbul Valiliği kentin başka büyük meydanlarında (40 adet) güvenliği nasıl garanti ediyor? Sözün özü hükümet isterse İstanbul’da herhangi bir yerde güvenliği sağlayabilir. Geçmişte İstanbul’u 1 Mayıslarda hayalet şehir haline getirebilecek gücü olan hükümetin “Taksim’de güvenliği sağlayamayız” iddiası kof bir iddiadır. Dahası bu inanılmaz bir skandal ve aczin ifadesidir. Bir hükümet nasıl olur da “ biz orada güvenliği sağlayamayız” diyebilir!

AYM 2023 tarihli iki kararında Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının engellenmesini şu ifadelerle hak ihlali olarak gördü: "İşçi ve sendika kültürünün yapı taşlarından biri olan Taksim Meydanı yalnızca 1 Mayıs günü orada bulunanların dayanışmasını değil aynı zamanda emekçilerin ortak hafızasının varlığını göstermektedir. Bu durumda kendisini o kültürün bir parçası olarak gören her kişinin 1 Mayıs günlerinde Taksim Meydanı'nın ifade ettiği anlamı doğrudan tecrübe etmek ve edindiği tecrübeyi kuşaklar boyunca aktarmak için orada bulunma hakkı vardır. 1 Mayıs'ın Taksim Meydanı ile özdeşleştirilmesi nedeniyle anılan mekânın sınırlanması aktarılmak istenen düşüncenin de sınırlanmasına neden olmaktadır."

İstanbul Valiliği Taksim’i yasaklayarak AYM kararını hiçe sayıyor. AYM Taksim’de 1 Mayıs kutlanmasının sınırlanmasının aynı zamanda ifade özgürlüğünün sınırlaması olarak görmektedir. İdarenin yapması gereken AYM’nin bu kararının gereğini yapmak ve yeni bir hak ihlalinin önüne geçmektir.  DİSK makul bir süre önceden Valilik ve Hükümetle görüşerek bunun için yeterli zaman önceden bildirimde bulunmuştur. Hükümetin hiçbir bahanesi yoktur.

TAKSİM RİYASI!

Öte yandan siyaseten dün Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının propagandasını yapıp bugün karşı çıkmak riya değilse nedir? 2010’da bizzat AKP İstanbul İl Başkanlığı İstanbul’un pek çok yerine “1 Mayıs hem Taksim hem bayram” şeklinde pankartlar astı. 1 Mayıs 2009’da Taksim’de fiilen kutlandı. 2010, 2011 ve 2012’de ise üç kez izinli olarak devasa mitingler yapıldı. Kimsenin burnu kanamadı.

Hükümet üç yıl üst üste Taksim Meydanı’nda güvenliği sağladı. Hükümet Taksim’de 1 Mayıs kutlamasıyla övündü. Hatta Başbakan Erdoğan 2 Mayıs, 2010 günü AKP grup toplantısında yaptığı konuşmada Taksim Meydanı’nda 32 yıl önce 1977’de yaşanan acı hadisenin ardından, ilk kez bu alanın resmi kutlamaya ev sahipliği yaptığını vurgulayarak hayatını kaybedenlerin saygıyla anıldığını, yakınlarının bir nebze olsun gönül rahatlığına kavuştuğunu söylüyordu.

"Dün Taksim Meydanı’nda yaşanan o tarihi an, 2010 yılı 1 Mayıs’ı asla ve asla bir tesadüfün eseri değildir" diyen Erdoğan, 2010 yılı 1 Mayıs’ının mutlaka hafızalara kazınacağını, tarihte kendisine unutulmaz bir yer bulacağını da ekliyordu. Erdoğan aynı konuşmada 1 Mayıs 2010’un, Türkiye’nin nasıl değiştiğinin, olgunlaştığının, tabularını nasıl yıktığının, statükoyu nasıl aştığının, tahrik ve provokasyon korkularından nasıl sıyrıldığının, somut bir abidesi olduğunu söylüyordu (2.5. 2010, Milliyet).

Sonra birden bire 1 Mayıs 2013’ten başlayarak AKP hükümetinin 1 Mayıs fobisi nüksetti! Taksim’de miting yapmak “güvenlik”, “kalabalık” ve benzeri gerekçelerle engellenmeye başlandı. Taksim’de 1 Mayıs kutlamak isteyenlere karşı şiddet kullanılmaya başlandı.

Oysa Taksim Meydanı geçmişe göre çok daha büyük. Önemli ölçüde trafikten arınmış durumda. Çevre düzenlemesi 1 Mayıs kutlaması için çok daha uygun. Mitinge ulaşım ve dağılım çok daha kolay. Kısaca Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının engellenmesinin nedeni “güvenlik” değil.

Şu sorunun yanıtı yok: 2010, 2011 ve 2012’de güvenliği sağlayan Valilik şimdi güvenliği sağlamaktan aciz mi? Oysa emniyetin gerek personel ve gerekse teknik donanım açısından 10 yıl öncesine göre çok daha geniş olanaklara sahip olduğu biliniyor. İstenirse 1 Mayıs’ta Taksim’de güvenliği sağlamak mümkün.

Öte yandan “Taksim’de güvenliği sağlamak zor, Taksim riskli” demenin hiçbir inandırıcı yanı yok. İzinli meydanlarda ve mitinglerde de ciddi güvenlik zaafları ve ihlalleri söz konusu oluyor. Dahası izinli mitinglerde büyük katliamlar yaşanıyor. 10 Ekim 2015 Ankara Gar Meydanında miting için toplanan kalabalığa yönelik İŞİD katliamı hafızalarda. 1996’da Kadıköy’de izinli 1 Mayıs mitinginin bizzat güvenlik kuvvetlerinin provokasyonu sonucu kana bulanması da bir diğer örnek.

Maksat güvenlik ise İstanbul Valiliği ve Hükümet bunu sağlayacak kadro ve teknik kapasiteye sahiptir. Hükümet ve Valilik isterse İstanbul’un herhangi bir yerinde güvenliği sağlayabilir. Bunun aksini iddia etmek devleti “zaaf içinde” göstermek değil midir?

1 MAYIS MEYDANLARI

AKP hükümeti 1 Mayıs’ın İstanbul’un en önemli ve merkezi meydanında kutlanmasını engellemeye çalışırken 1 Mayıs dünyanın önde gelen şehirlerinde, bu şehirlerin en önemli meydanlarında ve en merkezi yerlerinde kutlanıyor. Bizdeki gibi fobiler ve tabular pek yok “Trafik aksar, şehir merkezinde gösteri olmaz” diye saçma sapan gerekçeler pek yok. Tersine dünyanın büyük şehirlerinde 1 Mayıs gösterileri en merkezi ve en önemli meydanlarda yapılıyor. İşte dünyanın 1 Mayıs meydanları:

Londra’nın Trafalgar Meydanı: Londra’nın merkezindeki en büyük ve en önemli meydanlardan biri. Sadece 1 Mayıs’a değil geçmişten bugüne çeşitli siyasal ve toplumsal gösterilere de ev sahipliği yapıyor.

Paris’in Bastille Meydanı (Place de la Bastille): Paris’te 1 Mayıs gösterilerinin yapıldığı meydan Paris’in en merkezi yerlerinden biri ve aynı zamanda 1789 Fransız devriminin simgesi. 

Washington DC’de Union Station, Capitol Building, Beyaz Saray güzergahı: 1 Mayıs gösterileri bu güzergahta yapılıyor. Bu güzergah Washington DC’nin kalbi sayılır. Ankara’da TBMM veya Anıtkabir’in hemen yanında 1 Mayıs gösterisi yapmakla eşdeğer.

New York’ta Union Square: New York Manhattan’daki önemli ve tarihi meydanlardan biri. Bu meydan da geçmişten bu yana gösterileriyle meşhur.

Moskova’da Kızıl Meydan: Siyasal ve tarihsel önemi ve konumu üzerinde fazla söze hacet yok. Sadece Moskova’nın değil Rusya’nın hatta dünyanın en önemli meydanlarından biri ve Kremlin’in önü.

Berlin’de Alexanderderplatz (Alexander Meydanı): Berlin’in önemli meydanlarından biri, Roma’da San Giovanni Meydanı, Sidney’de Macquarne Caddesi ve Parlamento önü; Viyana’da City Hall (Belediye Önü), Atina’da şehir merkezi, Barcelona’da şehir merkezi, Belfast’ta Art College Square (şehir merkezi),  Havana’da Devrim Meydanı,  Hong Kong’da Victoria Park ve Hükümet Meydanı,  Los Angeles’ta şehir merkezi, Manila’da City Hall (Belediye) ve Başkanlık Sarayı Ön. Tel Aviv’de Rabin Meydanı.

1 Mayıs dünyanın önde gelen şehirlerinin en merkezi ve en önemli meydanlarında kutlanıyor. İşçiler, emekçiler şehirlerin en merkezi yerlerinde seslerini yükseltiyor.  Görüldüğü gibi bizdeki saçma sapan takıntılara pek rastlanmıyor. Dünyanın önde gelen şehirlerinde en işlek ve kalabalık merkezler 1 Mayıs için uygun ama İstanbul’da Taksim uygun değil. Oralarda trafik ve “kamu güvenliği” sorun değil ama Taksim’de sorun!

ÇALIŞMA BAKANI NEREDE?

Memleketin çalışma hayatında 1 Mayıs gündemi varken, Taksim’de 1 Mayıs yasağı gündemdeyken konunun asıl muhataplarından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı nerede ve ne yapıyor? Çalışma hayatı ile ilgili sorunlar Çalışma Bakanının gündeminin ilk sıralarında olmalıdır. Oysa Çalışma Bakanı 1 Mayıs’ın kutlanması konusunda taraflarla görüşüp çözüm aramak yerine hariçten gazel okumayı tercih ediyor.

Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan geçtiğimiz günlerde Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen DİSK ile polemik yaparcasına "İşçimizin alın teri, Taksim Meydanı'na sığmayacak kadar büyük" deyivermiş. İlginç bir tutum! Taksim’de 1 Mayıs kutlamak isteyenlerle görüşmek onları anlamak ve çözüm aramak yerine demagoji ve polemiği yeğleyen, 1 Mayıs'ın ve Taksim'in anlamından ve öneminden bihaber bir Çalışma Bakanı!

Bakan polemikte ve demagojide sınır tanımıyor ve şöyle diyebiliyor ‘‘1977 yılında Taksim'de kaybettiğimiz 34 işçimizi, emekçimizi rahmetle yad ediyorum. Ancak Taksim'de hayatlarını kaybeden emekçilerimizin isimlerini bile hatırlamayanların, onların aziz hatıralarını kullanarak, bu alanda kitlesel kutlama inadı, 1 Mayıs'ın dayanışma ruhunu zedelemektedir.’’ Acaba kendisi 1 Mayıs 1977'de öldürülenlerin birinin bile adını biliyor mu? Hiç sanmam. Dahası 1 Mayıs 1977'de öldürülenlerin sayısını bile yanlış biliyor. 1 Mayıs 1977’de 34 değil 41 yurttaş katledildi.

Çalışma Bakanı tam 1 Mayıs haftasında içi boş bir Çalışma Meclisi toplayarak zevahiri kurtarmaya çalışıyor. Türk-İş, Hak-İş, Memur-Sen, Kamu-Sen ve işveren örgütleri arasında mekik dokuyor, İstanbul Sanayi Odası toplantısı için İstanbul’a geliyor, bir parti faaliyeti için Samsun’a gidiyor.  Ancak yaklaşık bir yıldır görevde olan Bakan Işıkhan DİSK'e bir kez bile gitmiyor. Böylesine kritik bir 1 Mayıs öncesinde bile ziyaret etmiyor. Tuhaf değil mi? Bir çalışma bakanı neden böyle bir ayrımcılık yapar? Ziyaret etmediği gibi daha da ilginç olanı 1 Mayıs üzerinden DİSK'le tuhaf polemiklere girmesi!

AYM kararında vurgulandığı gibi Taksim 1 Mayıs ile özdeştir ve Taksim’de 1 Mayısı engellemek aynı zamanda ifade özgürlüğünü engellemektir. Valiliği, Emniyeti, İçişleri ve Çalışma Bakanlığıyla hükümetin görevi işçilerin ve yurttaşların 1 Mayıs’ı Taksim’de ve istedikleri her yerde güvenli ve barış içinde kutlaması için gerekli önlemleri almaktır. Aksi bir tutum bir kez daha hak ihlali olacak ve 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasını engelleyenler hukuk karşısında sorumlu olacaktır.

Bırakın 1 Mayıs, 1 Mayıs olsun!

                                                          /././

Lübnan karışırsa Ortadoğu yanar (İbrahim Varlı)

İsrail’in Gazze saldırılarının ve İran ile hesaplaşmasının ikinci cephesi olan Lübnan çok aktörlü bir denklemin merkezinde. Dr. Sezer, Lübnan’daki çok boyutlu kapışmanın sönümlenmeyeceğini vurguluyor.

Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonrası İsrail’in Gazze Şeridi’nde 34 binden fazla Filistinliyi katlettiği savaşın bir diğer cephesinde çatışmalar şiddetleniyor: İran destekli Hizbullah’ın güçlü olduğu, yıllardır kemikleşen iç krizleriyle boğuşan kuzeydeki Lübnan.

Savaşın ilk günlerinden bu yana çatışmanın yayılmasına yönelik endişeler her geçen gün daha yüksek sesle dile getirilirken, son haftalarda İran ile İsrail arasındaki saldırılar, bu korkuların hiç de yersiz olmadığını gösterdi. Uluslararası toplumda çığ gibi büyüyen tepkiye karşı İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için de bu durum, çatışmayı bölgeye yayarak üzerindeki baskıyı azaltmak ve Ortadoğu’daki krizin yükünü bölgeye paylaştırmak için bir fırsat.

İsrail’in Şam’daki İran Büyükelçiliği’ne düzenlediği ve Devrim Muhafızları’ndan 2’si üst düzey olmak üzere 7 komutanın öldürüldüğü saldırıya İran ilk kez direkt olarak füzelerle İsrail topraklarını vurarak yanıt verdi. İsrail’in bu saldırıya İran’ı kamikaze İHA ile karşılığı sonrası bu çatışmanın nereye evrileceği tartışmaların merkezinde.

Lübnan Hizbullah’ı ile İsrail ordusu arasındaki çatışmalar hız kazanırken sınırda yeni bir göç dalgasına yol açtı.

İstanbul Gedik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Dr. Öğr. Üyesi Selim Sezer, Lübnan cephesindeki çatışmaları BirGün’e değerlendirdi.

İsrail-Filistin savaşının/krizinin bir diğer önemli cephesi de Lübnan. Lübnan neden önemli?

Lübnan her şeyden önce konumu itibarıyla bölgede önemli bir yer tutuyor. Batı Akdeniz’in en önemli limanlarından bazılarına ev sahipliği yapan ve geçmişte bölgenin ticaret ve finans merkezi olan Lübnan, şaşaalı günlerini geride bırakmış olsa da halen pek çok bölgesel ve uluslararası aktörün kontrol altında tutmak istediği bir ülke. Aynı zamanda Lübnan açıklarında önemli doğalgaz kaynakları bulunuyor ve önümüzdeki on yıllar boyunca Akdeniz gazı, Ortadoğu’nun en önemli iktisadi ve siyasi meseleleri arasında yer alacak.

Bunun dışında din ve mezhep yönünden heterojen bir nüfusa sahip olan Lübnan’da farklı cemaatler geçmişten beri farklı bölgesel aktörlerin etki alanı içinde yer aldı. Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren başlayan ve manda döneminde derinleşen Fransız etkisi ve özellikle kültürel nüfuzu da, en azından toplumun bir kısmı nezdinde bugünlere kadar devam etti.

Bu saydıklarımız Lübnan’ı genel olarak Ortadoğu’nun önemli ülkeleri arasına yerleştirirken, özel olarak İsrail’in bu ülkeye olan “ilgisinin” çok açık bir sebebi var: 1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı’ndan sonra Filistinliler dışında İsrail’le savaşan sadece Lübnanlılar oldu ve sayısız girişime rağmen tasfiye edilemeyen Lübnan direnişi, bugünlere kadar daha da güçlendi.

İsrail’in savaşı yayma planlarının en kırılgan halkası olan Lübnan’a savaş sıçrar mı?

Ekim ayından beri hem İsrail’in hem de Lübnan Hizbullahı hareketinin çatışmayı asgari düzeyde tutma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Yapısı itibarıyla sadece kısa süreli ve odaklanmış savaşlara hazır olan İsrail ordusu, kuzeyde ikinci bir cephenin açılmasından her zaman endişe etti. Üstelik bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde söz konusu cephe Gazze cephesinden tamamen farklı olacaktır; olası bir İsrail-Lübnan savaşı halinde İsrail karşısında en az konvansiyonel bir ordu kadar güçlü, ama aynı zamanda “gerilla” savaşı konusunda da deneyimli bir kuvvet bulacaktır. Hizbullah’ın 2006 yılından bu yana askeri kapasitesini tam olarak hangi düzeye getirdiği de İsrail tarafından bilinmiyor. Dahası, İsrail Gazze’de uyguladığı kuşatmayı Lübnan’da uygulayamayacak, ayrıca savaşa Hizbullah’la birlikte başta Emel olmak üzere farklı siyasi grupların milis güçleri, hatta belki de Lübnan ordusunun en azından bir kısmı katılacaktır. Bu, İsrail’in kolayca göze alabileceği bir şey değildir; Gazze Savaşı devam ederken kuvvetlerinin önemli bir bölümünü kuzeye kaydırmayı da istemeyeceklerdir.

HİZBULLAH’IN ÇEKİNCELERİ

Öte yandan Hizbullah’ın da tam kapsamlı bir savaşa girmekten kaçınmak için sebepleri var. Lübnan’daki siyasi ve iktisadi kriz ortamında yeni bir savaş her şeyi daha da ağırlaştıracaktır. Ayrıca 2006 savaşında Lübnanlı güçlerin önemli bir bölümü Hizbullah’ın yanında yer almış ya da sürecin dışında kalmıştı. Ancak son yıllardaki iç siyasi denklem Hizbullah’ı bazı açılardan sıkıştırdığından, Hizbullah çeşitli güçlerin (özellikle sağcı Maruni güçlerin ve genel olarak 14 Mart İttifakı’nın) kendilerini “ülkeyi savaşa sokmakla” itham edeceği ve/veya Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını isteyeceği bir tablonun oluşmasını istemeyecektir.

Bütün bunlara rağmen Hizbullah, Gazze Savaşı sürerken İsrail güçlerinin bir kısmını oyalamayı ve zayıflatmayı bir görev olarak kabul etti ve altı ayda iki yüzden fazla kadrosunu kaybetti. İsrail de Hizbullah saldırılarında kesin sayısı bilinmemekle birlikte çok sayıda askerini kaybetti ve Lübnan’ın güneyine yönelik hava saldırıları da dahil olmak üzere çeşitli biçimlerde karşılık verdi. Olağan koşullarda beklenmesi gereken, Gazze’de ateşkes sağlanıncaya kadar kuzey sınır bölgelerinde de düşük yoğunluklu çatışma halinin devam etmesidir, ancak bölgedeki denklemler hızlı bir şekilde değişebilmektedir.

Washington’dan dahi “Lübnan-İsrail sınırında ‘sert bir gerilim’ yaşanabileceği uyarısı” gelirken savaşın Lübnan’a sıçramasının sonuçları ne olur?

Bu uyarılara ilave olarak cuma günü Lübnan basınında, Hizbullah’a yakın bir kaynağın “Çarpışmalarda yeni bir safhaya geçmeye hazırlanıyoruz” dediği bilgisi de yer aldı. Eğer durum benim tanımladığım “düşük yoğunluklu çatışma” halinden çıkıp “tam kapsamlı savaş” halini alırsa, her şeyden önce bunun yıkıcı sonuçları olacaktır. Başkent Beyrut’un bile elektrik de dahil olmak üzere temel imkanlardan kısmen yoksun olduğu kriz koşullarında savaş Lübnanlılar için – can kayıpları ve göçlere ilave olarak – hayatın daha da zorlaşması anlamına gelecektir.

Benzer bir durum İsrail için de geçerlidir. Gazze’deki soykırım sebebiyle yapılan boykot ve yatırımların geri çekilmesi çağrılarının kayda değer bir karşılık bulmasının sonucunda zaten zor bir durumda olan İsrail ekonomisi daha da ciddi düzeyde hasar görecek, halihazırda önemli ölçüde boşalmış olan kuzey bölgelerinden göçler daha da artacaktır. Dahası, eşzamanlı iki savaş, İsrail’den dışarıya göçleri de artıracak, İsrail’e göçleri ise bir süreliğine de olsa sıfıra yakın bir noktaya getirecektir. Bu da İsrail’in varoluşunun temellerinden olan Yahudi nüfus çoğunluğunu kendileri bakımından tehlikeye atacaktır.

‘MAĞDUR’ OLMAK İSTEYEBİLİR

Ancak anlaşıldığı kadarıyla Netanyahu ve hükümetindeki isimlerin en azından bir kısmı (özellikle de Ben-Gvir ve diğer “aşırılıkçılar”) yeni savaşlar istiyor. Zira yeni bir savaş ve özellikle İsrail’in “saldırıya” uğraması dikkatleri Gazze’den uzaklaştırabilecek, İsrail’in dünya kamuoyuna kendisini “mağdur” olarak lanse etmesine zemin sağlayacak, aynı zamanda da çeşitli faktörlerin etkisiyle sınırlı hale gelmeye başlamış Amerikan desteğini yeniden konsolide etmeyi sağlayacaktır. Her ne kadar Joe Biden yönetimi Lübnan’la yeni bir savaşı istemediğini defaatle ifade etmiş olsa da, tam kapsamlı savaşın patlak vermesi halinde ABD’nin İsrail’e askeri, mali ve siyasi destek sağlayacağı kesindir.  

Kimlik siyaseti üzerinden bölünmüş, çok etnili, çok dinli, çok kültürlü Lübnan’ın olası bir çatışmanın/savaşın içine çekilmesi Suriye’yi nasıl etkiler?

Önceki on yılda bazı bakımlardan bunun tersi denebilecek bir süreç yaşandı. Suriye çatışması Lübnan toplumunu da ikiye böldü. 1 milyondan fazla Suriyeli mültecinin gelişi de bu bölünmeyi güçlendirdi, zira Lübnan’a göç eden Suriyeliler arasında hem Beşar Esad yanlıları hem de Beşar Esad karşıtları vardı ve Lübnan, kendi nüfusuna oranla en fazla Suriyeli mülteci kabul eden ülke oldu. Şimdi bunun tersini, yani farklı din ve mezheplerden, farklı siyasi çizgilerden Lübnanlıların olası büyük çaplı bir savaşta Suriye’ye göç etmesini görür müyüz bilmiyorum, buna fazla bir ihtimal vermiyorum. Ancak her durumda bu iki ülkeden birinde yaşanan gelişmeler, sınırın diğer tarafına çok doğrudan şekilde yansır. Zaten Suriye-Lübnan sınırı Fransız mandası zamanında keyfi olarak çizilmiş, yapay bir sınırdır ve aslında Suriyeliler ile Lübnanlılar, heterojen bileşimlerine rağmen, en geniş haliyle tek bir toplumun parçasıdır.

LÜBNAN ÇIKMAZDA

İran-İsrail arasında siyasi-askeri hesaplaşmaya sahne olan Lübnan’ı nasıl bir gelecek bekliyor?

Lübnan’ın geleceğin dair kimsenin pozitif öngörüleri olmadığı gibi, herhangi türden bir gelecekten bahsedebilenlerin sayısı da giderek azalıyor. Bu yalnızca yakın zamanda ya da yalnızca İran ve İsrail arasında yaşanan süreçlerden kaynaklı değil. Öncelikle Lübnan siyasetinde etkili olan başka dış aktörler de var, bunların başında da Suudi Arabistan ve Fransa geliyor. İkinci olarak sistem yıllardır tam bir açmaza girmiş durumda.

2019 yılında başlayan ve tabandan gelişen protesto hareketleri, Lübnan siyasetini bir anlamda tekeli altına almış tüm siyasi aktörlerin sahneden çekilmesini talep etmesi ve geleneksel mezhep temelli mekanizmaların aşılması talepleriyle heyecan yaratmıştı. Ancak bu hareketler zaman içinde sönümlendiği gibi, 4 Ağustos 2020 tarihinde gerçekleşen Beyrut Limanı patlaması, bir anlamda ülkenin tabutuna son çiviyi çaktı. Hiç kimsenin bir çıkış planının olmadığı koşullarda Lübnan’ın yeniden Fransız mandası altına girmesini talep edenler bile çıktı – ki aslında mevcut sorunların derin kökenleri tam da bu manda döneminde inşa edilen mekanizmalar olduğundan, bu talep epey ironikti.

Geride kalan dört yıl boyunca liman patlamasıyla ilgili soruşturmada yol kat edilememiş olması, sistemdeki genel çürümemin göstergelerinden biri. Ayrıca son yıllarda siyasi kriz ve ekonomik kriz birbirini karşılıklı olarak besleyip derinleştirdi ve son yıllarda Lübnan’ı terk edenlerin sayısı, 1860-1914 yıllarındaki uzun süreli büyük göç dalgasında o dönem Cebel-i Lübnan olarak adlandırılan bölgeden göç edenleri geride bıraktı. Mevcut çatışma durumu ve çatışmaların derinleşmesi ihtimali, tablonun daha da kötüleşmesi anlamına geliyor.  

Hizbullah’ın iç ve dış politikadaki varlığı-gücü Lübnan’ı nasıl etkiliyor?

Hizbullah’ın Lübnan iç siyasetinde oynadığı role dair çokça eleştiriler var ve bunlar tamamen haksız değil. Özellikle 2019-2020 sürecinde ve sonrasında Hizbullah’ın da dahil olduğu 8 Mart koalisyonunun çürümüş bir düzenin bekçisi konumuna düşmesi büyük bir talihsizlik.

Ancak Hizbullah’ın silahlarını bırakması talebi adil ve makul bir talep değil. Zira Hizbullah, Lübnan ordusunun sahip olmadığı bir güce ve caydırıcılığa sahip. Hatta geçmiş süreçleri, esas olarak da 1980’lerin ortalarından itibaren Güney Lübnan’da gelişen direnişi ve 2006 Temmuz Savaşı’nı düşününce, “Hizbullah olmasaydı bugün Lübnan’dan geriye bir şey kalır mıydı ki” demek de mümkün. Aslında diğer taraflar da bunu biliyor, keza Lübnan Kuvvetleri gibi sağcı oluşumlar Hizbullah’ın silahlarını kendisine karşı kullanmayacağını da biliyor. Ancak siyasi hasımlarını zayıflatmak için bu argümanı kullanmaktan da geri durmuyorlar. 

LİDERLİK DÜĞÜMÜ

Lübnan’da cumhurbaşkanlığı krizi ABD, Fransa, Suudi Arabistan, Mısır ve Katar’ı içeren Beşli Komite’ye rağmen aşılabilmiş değil. Kriz ne kadar derinleşecek?

Lübnan daha önce de cumhurbaşkanlığı ve krizleri yaşamıştı. Son Cumhurbaşkanı Mişel Aun, Baabda Sarayı’nın 2 yıl 5 ay boş kalmasından sonra göreve başlamıştı. Ondan önceki cumhurbaşkanı Mişel Süleyman da altı aylık bir krizden sonra cumhurbaşkanı olmuştu. Bu durum, biraz iç siyasi hizipleşmelerden, biraz da Lübnan’ın sorunlu siyasal sisteminden kaynaklanıyor. 1943 tarihli Ulusal Pakt’tan beri Lübnan’da Cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyan, Başbakan Sünni Müslüman, Meclis Başkanı ise Şii Müslüman olmak zorundadır. Ancak bir kişinin cumhurbaşkanı seçilebilmesi için 128 sandalyeli Lübnan parlamentosundan en az 65 milletvekilinin bu kişi için oy vermesi gerekir. Meclis’te de dinler ve mezhepler için belirlenmiş kotalar vardır ve Marunilere ayrılan sandalye sayısı 34, Hıristiyanların toplam sayısı 64’tür.

İşi daha da karmaşıklaştıran durum, Lübnan siyasi tablosunun, her ikisi de farklı mezheplerden partileri barındıran iki ana koalisyon (8 Mart ve 14 Mart) arasında bölünmesi, 13 milletvekilinin ise tüm geleneksel çizgilere karşı olması, bazı başka milletvekillerinin de iki ana çizginin dışında kalmasıdır. Bu tablo içinde 65 kişinin birden onaylayacağı bir isim bulmak hemen hemen imkansızdır. 14 Martçıların kendi adaylarını seçtirmesi mümkün değildir; Hizbullah’ın da dahil olduğu 8 Mart da Meclis’te çoğunluğa sahip değildir ve önceki Cumhurbaşkanı Aun gibi hem Maruni olup hem Hizbullah’ın desteğini alacak bir isim bulmak pek kolay değildir. Dolayısıyla mevcut tablo altında krizin çözülmesini beklemiyorum.

                                                            /././

Büyük güçler ne kadar büyük? (Selçuk Candansayar)

Yerel seçimler sonrası siyasal alanın kurum ve aktörlerinde anlaşılabilir bir dalgalanma oluştu. Giderek derinleşen ekonomik krizin çaldığı felaket tamtamlarının sesi daha da yükseliyor. Bu gürültünün bir değişimin habercisi olduğu konusunda hemen herkes hemfikir. Birbirinden çok farklı gibi olsalar da hemen tüm yorumlarda bir ortak nokta var: Büyük güçler Türkiye’yi “dizayn” ediyorlar!

İstanbul’daki 23 Nisan törenlerinde İmamoğlu’nun yanına gelen çocuk ve babaannesi hikâyesini hemen herkes okudu. Babaanne, bir sosyal medya trolünce Alman ajanlığıyla suçlandı! Yetmedi, Almanya Cumhurbaşkanı’nın İmamoğlu ve Yavaş ile görüşmesi çok ama çok manidar bulundu. Basit dezenformasyon, algı oluşturmadan öte bir durum var burada. Sosyal medya olmasaydı, kahvehanede bir kaç kişinin “Vay anasına” diye kuracağı komplocu düşünceler olur geçerdi bunlar. Ama mesele biraz daha derin. “Büyük güçler Türkiye’yi dizayn ediyor, her şey bir plana bağlı işliyor” inancı trollerle sınırlı değil.

“Kılıçdaroğlu’nu kimler getirdiyse, onu gönderip yerine Özel’i getirenler de aynı!” ya da “RTE’yi getirenler şimdi onun yerine kimi getireceklerini planlıyorlar!” benzeri çözümlemeler “okumuş yazmışlarda” da çok yaygın. Bu düşünceye göre kendi içlerinde bazen çatışsalar da, dünyada büyük güçler var, olup bitenler de hep onların planı!  Bu inancın karikatür hali “illüminati” ise, daha ayakları yere oturanı “büyük sermaye.”

∗∗∗

Olup bitenlerin büyük güçlerin planladığı doğrultuda işlediği düşüncesinin kaderci bir yanı var. Her hamlenin bir sonraki hamleyi de belirleyecek şekilde yapıldığına inanıyorsak, bir “büyük plan” olduğuna da örtük olarak inanıyoruz demektir. Örneğin, daha ABD Afganistan’da Sovyetler’e karşı mücahitleri örgütlerken, ilerde mücahitlerden Taliban ve El Kaide’yi kurmayı planladığını da düşünebiliriz. Bu durumda, 11 Eylül İkiz Kule saldırılarının da büyük güçlerce Afganistan’ı işgal etmeye bahane olması için planlandığı sonucuna varan bir komploya inanmaktan başka çaremiz kalmaz.

Büyük sermayeye, kapitalizme Allah muamelesi yapmaya gerek yok. Büyük güçler var ve planlar da yapıyorlar. Ama kapitalist aklın işleyişine uygun, kısa vadeli ve faydacı planlamalar yapabiliyorlar. Sovyetler, Afganistan’ı mı işgal etti? Yerelde neyi kışkırtabiliriz? Siyasal İslamcılığı o zaman hemen kışkırtalım. Sonra Taliban ve El Kaide ortaya çıkınca her iki yapıyı da istenmeyen etki (collateral damage) olarak yorumluyorlar ve bu kez ona yönelik yine tek atımlık plan yapıyorlar. Kapitalist aklın kısa vadeli, en hızlı ve o an en faydalı olan mantığı bu şekilde işliyor.

Geçmişe bakarken, önce gelenin kendinden sonrakini içerdiğini “sanmak” başka, önce gelenin kendinden sonrakinin nedeni olduğunu anlamak ise bambaşka. İlki insan zihninin bir işleyiş özelliği, ikincisi ise bir düşünme yöntemi. Tarihte bir şey olmuşsa ancak başka türlü olamayacağından olmuştur demek başka, tarih sonu belli bir olaylar zincirinden başka bir şey değil demek başka. Nesnel gerçek dünyada toplumsal ve siyasal dinamikler nedenin sonucu içerdiği şekilde işlemiyor. İşlese zaten “devrim” dediğimiz o büyük an olamazdı.

∗∗∗

İnsan zihninin işleyişinin bir özelliği daha var: İnsan, kendisini ve dünyayı “kendine özgü” bir kerteriz noktasından anlamlandırabiliyor. Deneyim ve bilginin inşa ettiği bir görme açısı. Çok sayıda etmenle ve egemen ideoloji tarafından biçimlenen bir nokta. Olup bitenler ve olmakta olacak olanlar hakkındaki yargıları bu kerteriz noktasına göre algılayarak anlamlandırıyor. “Senin bakış açından öyle görünüyor” denir ya… O bireysel bakış açısını belirleyen temel etkenlerden biri de kişinin dünya üzerindeki kendi konumlanması hakkındaki özgül inancı.

Kendisini içten içe sevilmeye değer bulmayan biri, başkalarının eylemlerinde sevgi işaretlerinden çok sevilmediğine dair işaretler bulmaya yatkındır. Çünkü kerteriz noktası sevilmeye değer olmadığıdır. Kendisini güçsüz, çaresiz hisseden biri de olup bitenlerin arkasında çok ama çok büyük güçler olduğuna dair örtük bir inanışa tutunmak zorunda kalır. Olup bitene müdahale edemeyecek kadar zayıf olan benim duygusunun yıkıcılığından sıyrılmanın yolu, olup bitenlerin planlayıcılarının (büyük güçlerin) kimsenin baş edemeyeceği kadar güçlü olduğuna dair düşünceler geliştirmektir.  Bu düşünme biçimi bireye, topluma siyasal özne olma imkânı tanımıyor.

Türkiye, zayıf düşmüş, düşürülmüş bir ülke. Derin bir ekonomik-politik krizin içinden geçerken, siyasetçisinden sokaktaki insanına kadar kendisini güçsüz hissediyor. Büyük güçlerin bir planı olduğuna dair inanç, giderek, umarız bir planları vardır inancına evrilebilir. Asıl kriz o zaman ortaya çıkacaktır, içinde umut kadar karanlığı da içeren bir kriz. Çünkü büyük güçler o kadar da büyük olmayabilir ve insanları dayanışmacı siyasal öznelere çevirecek örgütlenmelerin yokluğunda devrim potansiyeli yıkım fantezilerine dönüşebilir.

(Birgün)


Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 29 Nisan 2024 -

 

Ölen yine öldüğüyle kaldı (Barış Terkoğlu)

“Yaşarken durumunuz kuşkuludur” diyor Camus“Öldüğünüzde inanırlar” diye devam ediyor.

Ne acı. O ölümü Türkiye’ye ben duyurmuştum. İktidar ve FETÖ’nün işbirliğiyle, intikam davası nedeniyle hapiste tutulan 85 yaşındaki emekli Korgeneral Vural Avar, 20 Aralık 2022’de koğuşunda ölü bulunmuştu.

Aslında beklenmedik bir şey değildi. Defalarca “Ölüm geliyor” demiştim.

Vefatından sadece iki ay önce bu köşede okumuştunuz. Onu ziyaret eden Ahmet Zeki Üçok durumunu şöyle anlatmıştı:

“Yüksek tansiyon, kalp, demans, prostat, işitme kaybı hastalıkları var. Günde 10 hap kullanıyor. Sürekli eski söylediklerini tekrar ediyor. İsimleri unutuyor. Koğuş arkadaşının ismini hatırlamadı. (...) Çok zayıf ve kırılgan. Bu kışı çıkaramaz.”

Gerçekten dediği oldu, o kışı çıkaramadı.

‘DURUM KÖTÜ’ DİLEKÇESİ

Önümde bir dilekçe duruyor. Ölümünden önce Avar’ın avukatı Ümit Kara tarafından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na verilmiş. Görünen vahameti anlatmış. Kara, Vural Avar’ı 30 Eylül günü ziyaret ettiğinde gördüklerini de aktarmış:

“Günlük konuşmalarda cevap vermede zorlandığı, hukuki konuları da hiçbir şekilde idrak edemediği, tutarsız cevaplar verdiği, konuşmaların anlam ve önemini kavrayamadığı, muhataplarını tanımadığı, infaz personeli ile iletişimde zorlandığı, koğuş arkadaşları ile ortak yaşamı kestiği, yemek yeme istek ve dürtüsünü yitirdiği, zaman zaman yemeklerin dokunulmamış halde olduğu...”

Avukat Kara, dilekçesinde Avar’ın götürüldüğü hastane ile kaldığı cezaevinin ayrımının dahi farkında olmadığını anlatmış. Avar’ın infazının ertelenmesini talep etmiş.

Sonra...

Savcılık Avar’ı Ankara Bilkent Şehir Hastanesi’ne sevk etmiş. Avar için 22 Kasım tarihli doktor heyeti incelemesinin sonucunda “ceza ertelemesi gerektirecek hastalık durumu bulunmadığı” kararı alınmış. Cezaevine geri gönderilmiş. Belki de “Ölürse ölsün” denmiş.

SORUŞTURMA İZNİ VERİLMEDİ

İşte Avar’ın ölümünden sonra ailesi ve avukatı, bu kez göz göre göre gelen ölümün sorumluları için harekete geçti. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na “Sorumlular yargılansın” başvurusu yaptı.

Aradan 1.5 yıl geçti. Geçen günlerde Vural Avar’ın eşi Tuna Avar’ın kapısı çalındı. Postacı zarfı uzattı. Gelen evrak, özetle “Ölen öldüğüyle kaldı” diyordu.

Zira savcılık, Avar’ın cezaevinde kalmasına neden olan doktorlar hakkında soruşturma yapmak için Sağlık Bakanlığı’na yazı yazmıştı. Bakanlık ise dosyayı Mesleki Sorumluluk Kurulu’na sevk etmişti. Kurul, 10 doktor hakkında ön inceleme yapmış, sonucu şöyle duyurmuştu: “Soruşturma izni verilmemesine...”

Söz konusu raporu okuyorum. Doktorlar, Avar için verdikleri raporun gerekçesini aynı şekilde açıklıyorlar:

“Vural Avar, heyet odasına getirildikten sonra yardım almadan kendisine gösterilen sandalyeye oturmuş ve gene yardım almadan sandalyeden kalkarak kendisine sorulan sorulara cevap vermişti. (...) Postürü düzgündü. Özbakımı iyiydi. İletişiminde bir sıkıntı yoktu. Verdiği cevaplar anlamlıydı.”

Genel gözlemin dışında, Avar’la ilgili detaylı bir inceleme yapılsa, belki de cezaevinde ölebileceği öngörüsünde bulunulabilecekti. Zira ecel, tam da bu aralıkta sinyalini vermişti. Avar, henüz heyetin önüne çıkmadan, 30 Ekim’de banyo yaparken düşmüştü. Hastaneye kaldırılmış, kaburgasının kırık olduğu anlaşılmıştı. Tedavisinin ardından hastaneden taburcu edilmişti. Otopsi raporunda yazan ölüm nedeni olan akciğerdeki “pulmoner emboli” muhtemelen bununla bağlantılıydı. Daha önceki hastalıkları da bu riski büyütüyordu. Ancak heyetin önüne çıktığında buna bakılmamıştı. Doktorlar gerekçesini şöyle anlatıyordu: “Sağlık kurulu değerlendirilmesi için başvuru sebebi kaburga kırığı değildi. Kendisi, sağlık kurulu başvurusu için özellikle bir hastalık belirtmedi.”

İnceleme raporuna göre Ankara Bilkent Şehir Hastanesi, o yıl 22 bin 105 heyet raporu vermişti. Avar, inceleme raporundaki ifadeye göre “yoğun tempoda bakılan” hastalardan sadece biriydi. Nitekim bir doktor, o raporda salonun durumunu şöyle anlatıyor: “Aynı anda odada hekim ve kurul görevlisi dışında 20-25 hasta ve yakını, tekerlekli sandalyeler ve sedyeler olmaktadır.”

Sonuç olarak bürokratıyla, yargısıyla, doktoruyla devlet görevlileri, sorumluluklarını bir kez daha “ecel” diyerek temizledi. 85 yaşında mahpustaki ölümün dosyası kapanıp gitti. İçerde kalanlar ise aynı hikâyeyi yaşamak için sırasını bekliyor.

Ölüm için ağladığımızı sanırız. Oysa gözyaşı dökülen, ölüm kadar ikna edici olamayan yaşamdır.

                                                          /././

Yapay zekâ - büyük paradoks (II)- (Ergin Yıldızoğlu)

Yapay zeka (YZ) hem yaşamı iyileştirme olanağı getiriyor hem de küresel ısınma ve içme suyu sıkıntısı gibi iki alanda sorunları derinleştiriyor. Bu paradoksu genişletmeye çalışacağım. 

TEKNOLOJİ VE 'TEKİLLİK' ’(SİNGULARİTY) 

Teknoloji, insan çevresinin değiştirilmesi, manipüle edilmesiyle ilgilidir; araçların, makinelerin yanı sıra yönlendiren yöntem ve süreçlere kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Teknoloji, dünyayla etkileşim kurma, yaşama, çalışma pratiklerimiz üzerinde derin bir etkiye sahip (Britannica, Cambridge Sözlüğü) bir “toplumsal ilişkidir.” 

YZ ile insanlık, tarihte ilk kez kendini geliştirebilen, bir aşamada insan iradesi karşısında otonomi kazanma, insanın yaratıcı iradesinin denetiminin dışına çıkma potansiyelleri taşıyan bir teknolojiyle yaşamaya başladı. Bir aşamada, YZ’nin insan zekâsını aşarak teknolojide insanların ayak uyduramayacağı üstel bir büyümeye yol açtığı “tekillik” (singularity) denen durumun ortaya çıkma olasılığı (riski) de doğdu. Bu “tekillik” olasılığının/riskinin merceğinden bakınca, YZ’nin, su gibi doğal kaynaklar üzerinde insanla rekabet ediyor olması, iklim krizini kendisi için yaşamsal bir tehlike olarak görmeme olasılığı ile birleşerek insanı dışlayan tehlikeli senaryolara yol açıyor.

Aslında, insanlık YZ’nin kimi özellikleri taşıyan bir “teknolojiyle” ilk kez karşılaşmıyor: Bir “kâr-makinesi” olarak sermaye de insanı, toplumu, doğayı, kültürü değiştiren, dönüştüren, zaman içinde evrimleşen bir “teknoloji” olarak görülebilir. “Kar makinesi” çoktan insanın kontrolünden çıktı (öngörülemeyen krizler), kültürü metalaştırarak etkisi altına aldı, doğal kaynaklar üzerinde insanla, çoğu zaman insanın gereksinimlerini dikkate almadan rekabet ediyor (iklim krizi, çevre kirlenmesi, betonlaşma artık önlenemiyor). 

VE ÖBÜR PARADOKS

YZ insanlığa bir Genel (tüm alanlarda uygulanabilir) Amaçlı Teknoloji (GPT: General Purpose Technology) getiriyor. Buna karşılık YZ kapitalizm altında onun gereksinimlerine, önceliklerine uygun ve onun çelişkilerinin, kültürünün izlerini taşıyarak gelişiyor. Bugün YZ alanında egemen 46 büyük şirketin toplam piyasa değeri (market capitalization) 9.2 trilyon dolar. Beşinin (Microsoft, NVIDIA, Google, Meta, Tesla) toplam piyasa değeri 8.6 trilyon dolar. Bu beş büyük tekelci “kar makinesi” (şirketler), rakiplerini, piyasaya çıkan yenilikleri satın alarak adeta “yutarak”, kültürü, günlük yaşamı şekillendirerek büyümeye devam ediyor. 

Bu şirketler, insanın bilişsel yeteneklerine benzeyen bir akıl yürütme, problem çözme, algılama, öğrenme ve dil anlama gibi yeteneklere sahip Genel Yapay Zekâ (AGI) düzeyine ulaşmak, piyasadan sermaye, kaynak -bu yarış büyük mali, fiziki kaynak gerektiriyor- çekmek için çok yoğun bir rekabet içindeler. 

Bu şirketlerin yöneticileri, risklerin ayırdında olarak, hem durup bir denetin modeli oluşturmaktan söz ediyorlar hem de devletlerin denetleme çabalarına şiddetle direniyorlar. Bir başka deyişle, şirketleri yönetenler de YZ ile “kar makinesi” arasında oluşan simbiyoz ilişkinin egemenliği altına girmiş görünüyorlar. Bu sırada YZ, emek vasıflarını yok ederek ve istihdamı tehdit ederek ekonomiye derinlemesine nüfuz ediyor. 

YZ ile “kâr-makinesi” olarak sermaye arasında oluşan simbiyoz ilişki, son derecede tehlikeli genişleme dinamikleri içeriyor. Birincisi güvenlik, denetleme, disiplin ve cezalandırma mimarisi içinde YZ hızla egemen teknoloji olmaya, (oralarda öğrenerek gelişerek) başlıyor. Bu simbiyoz ilişki, kaçınılmaz olarak devleti de içine çekiyor. İkincisi sermaye grupları, blokları arasındaki rekabetin etkisiyle hem ülkelerin içinde hem de uluslararası alanda paylaşım ilişkilerinin yerleşik dengeleri değiştikçe büyük güçler arası dengeler değişmeye başladı. Artık, verili düzen dağılıyor, bu güçler birbirleriyle, kaynaklar, teknolojik gelişme (özellikle GYZ) alanlarında rekabet ederken giderek yerel çatışmalarda taraf olmaya başlıyorlar. YZ teknolojileri de askeri teknolojinin gelişmesi içinde, “savunma-haberleşme-şifreleme”, “Savaşta Devrim” tartışmalarında geleceği belirleyecek etken olarak öne çıkıyor. 

YZ ile “kâr makinesi” arasındaki simbiyoz ilişki kırılmadan YZ’nin getirdiği tehlikeleri önlemek olanaksız görünüyor.

                                                       /././

Çin’den El Fetih-Hamas barışı hamlesi (Mehmet Ali Güller)

Reuters duyurdu, Amerika’nın Sesi şu başlıkla haberleştirdi: “Çin, Filistin için birlik görüşmelerinde Hamas ve El Fetih’e ev sahipliği yapacak.” (26.4.2024)

Reuters haber ajansına konuşan bir El Fetih yetkilisi, Azzam el Ahmet başkanlığındaki El Fetih heyetinin Çin’e gitmek üzere yola çıktığını söyledi. Bir Hamas yetkilisi de Musa Edu Marzuk başkanlığındaki müzakere ekibinin gece geç saatlerde Çin’e yola çıkacağını belirtti.

Aynı gün Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Vang Venbin’in olağan basın toplantısı vardı. El Fetih-Hamas toplantısına hiç değinmemiş ama şunu söylemişti: “Filistin Ulusal Otoritesi’nin yetkililerinin güçlendirilmesini destekliyoruz. Tüm Filistinli grupların diyalog ve istişare yoluyla uzlaşma sağlamasını ve dayanışmayı artırmasını destekliyoruz.”

ÇİN ABD’Yİ GAFİL AVLADI

El Fetih ile Hamas’ı bir araya getirmeye çalışan, görüşmeler yapan başka devletler de var ama Çin’in bu konuda hamle yapması iki temel nedenle hepsinden önemli:

1) Bir kere Çin Halk Cumhuriyeti, karşıt ülkeleri uzlaştırabilme becerisini hem de en kritik bir ilişkide gösterdi: İran-Suudi Arabistan barışı.

Çin, sürpriz bir şekilde bu iki ülkeyi Çin’in başkenti Pekin’de bir araya getirmiş ve 10 Mart 2023’te anlaşma sağlamıştı. Servis edilen üç ülke yetkilisinin el ele tutuşma görüntüsü, başta ABD olmak üzere Batı’da şok etkisi yaratmıştı.

CIA Direktörü William Burns, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammet bin Selman’a “Suudi Arabistan’ın izlediği dış politika çizgisinden duyduğu hayal kırıklığını” (Harici, 7.4.2023) dile getirmiş, “Çin’in aracılığında İran’la anlaşarak bizi gafil avladınız” (WSJ, 7.4.2023) demişti.

ABBAS’IN Şİ’DEN TALEBİ

2) Çin’in bu barış kapasitesi, elbette öncelikle barışa ihtiyacı olan Filistinlilerin ilgisini çekti. Çin’in arabuluculuk ettiği Suudi Arabistan-İran barışından üç ay sonra Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, Pekin’i ziyaret etti. Şi Cinping ve Mahmut Abbas bu ziyaret sırasında “stratejik ortaklık” ilan ettiler (CGTN Türk, 14.6.2023).

Daha önemlisi de şuydu: Çin’in Ortadoğu’da izlediği barışçı rolü öven Mahmut Abbas, Şi Cinping’den Filistin- İsrail meselesinde de arabuluculuk yapmasını istedi.

Şi Cinping bu talep üzerine, “adil çözüm” için üç öneri açıkladı:

i) Filistin sorununu çözecek tek yol, 1967 sınırları temelinde, başkenti Doğu Kudüs olan tam egemen ve bağımsız Filistin Devleti’nin kurulması.

ii) Filistin’in ekonomik gereksinimleri ve halkın yaşamına ilişkin talepleri güvence altına alınmalı.

iii) Barış görüşmelerinin doğru yönüne sadık kalınmalı.

İKİ PARÇALILIK SORUNUNA ÇÖZÜM

El Fetih ile Hamas arasında uzlaşı sağlayabilmek, bugünün koşullarında kritik önemde. Çünkü iki parçalı (Batı Şeria ve Gazze), iki yönetimli (El Fetih ve Hamas) Filistin’in varlığı, İsrail- ABD ikilisinin ince ince işlediği bir stratejiydi. Çin’in arabuluculuğunda El Fetih-Hamas uzlaşısı, Aksa Tufanı’nın yeniden dünyanın gündemine getirdiği Filistin Devleti’nin tanınması yolunu kolaylaştıracaktır.

Ve daha genel tabloya bakarsak: Küresel Güvenlik İnisiyatifini açıklayan Çin’in kritik düğüm noktalarında barış için peşpeşe hamleler yapması önemli. Nitekim Çin’in Ukrayna-Rusya savaşına barış önerileri de masada...

Bu durum, ABD’nin Çin’le küresel güç ilişkilerindeki şu zıt konumlanışlarını ortaya koyuyor: ABD bir süredir savaşı çıkaran ama barışı kotaramayan büyük ülke konumunda. Çin ise ABD’nin çıkarları için altına benzin döktüğü karşıtlıkları ortadan kaldırmaya çalışan ve bunun için barış masası kurabilen büyük ülke konumunda.

(Cumhuriyet)


Sahaflar Çarşısı (III) - Özkan Öztaş / soL-Kültür

 1 Mayıs romanı: Haymarket'te beş devrimci

Sahaflar Çarşısı'nın üçüncü buluşması... 1 Mayıs'ın arefesinde bir 1 Mayıs romanı olan Amerika'daki mücadelenin anlatısı Haymarket'i Yusuf Şaylan'dan dinliyoruz.

"Önce doktora gideceğim sonra da yanına gelirim. Sen buluşma mekanını seçersin" dedi Yusuf Şaylan. 

Hayırdır ne doktoru ne oldu deyince, gülümsedi ve "Yok bir şey yahu, rutin kontroller işte" dedi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin bir konferansı var buluşacağımız gün. Yusuf Abi'nin de evine yakın olunca oraya davet ettim. Hem tanıdıkları görürüz hem de bir köşeye geçer çayımızı alır söyleşimizi yaparız dedim. 

Olur dedi. 

Gelmeden önce Sıhhiye'de Hasan'ın yanına uğramış. İki el tavla oynayıp öyle gelmiş. Kendisi iyi bir okur olduğu gibi aynı zamanda iyi bir tavla ustası. Bana da öğretecek. Söz verdi.

Ama bu ayrıntı, doktor randevusunun pek güzel geçtiğinin işareti. Yüzü gülümsüyor. Hasan'ı da mars etti anlaşılan. Üzerinde haki rengi hoş bir ceketle geldi, sarıldık. Tenha bir yer bulduk. Sırtını diğer oturanlara dönerek karşıma oturdu. Çaylarımızı aldık. O fincanda ben karton bardakta. Karton bardak ne zaman ve nerde olursa olsun bana hep öğrenci yıllarımı hatırlatıyor. 

Bugün de yeni şeyler öğreneceğim. Oturduk. Çaylardan ilk yudumlarımızı aldık. "Başlayalım" dedi. 

Başlıyoruz. 

'Daha önce okumadığım için çok pişmanım'

Elimizde bu hafta 1 Mayıs romanı var. Malum. Bayram arefesindeyiz. İşçilerin önemli bir kısmı yine mesaide olacak 1 Mayıs'ta ama olsun. Yine azımsanmayacak bir sayı, giyecek bayramlık en güzel kıyafetlerini, ellerinde karanfiller ve pankartlarla alanları dolduracak. Yusuf Şaylan da bu bahaneyle 1 Mayıs romanı seçmiş okurlar için. 

Martin Duberman'ın Haymarket romanını çıkardı koydu masaya. 

Agora Yayınları'ndan çıkan kitabın ilk baskısı 2004 yılında yayımlanmış. "Agora hafızam yanıltmıyorsa eğer Devrimci Yolcu arkadaşların emek verdiği bir yayıneviydi. Güzel kitaplar basıyorlar. Ben bu kitabı 2012'de alıp okudum ilk kez. Belki 2011. Pek sahaf kitabı sayılmaz ama çok iyi bir 1 Mayıs romanı. Zaten kitabın alt başlığı '1 Mayıs'ın romanı' diye yayımlanmış. Kitabı ilk okuduğumda geçmiş 1 Mayıs'lara gitti aklım. Hatta iyi hatırlıyorum. Kitabı ilk kez Konur'daki İmge Kitabevi'nde görmüştüm. Şöyle bir ayaküstü inceleyince 'Çok iyi kitap' dedim. 10 tane aldım" diye anlatıyor kitapla ilk karşılaşmasını. 

Ben şaşırdım haliyle. 10 tane kitabı aynı anda mı aldın diye sorunca gülümsedi. Alışkanlık olduğunu anlıyorum. Sonuçta eski yayıncılardan, kitapçılardan Yusuf ağabey. Alıp elden ele dağıtmak alışkanlık olmuş artık.

"Aldım kitapları hemen Nâzım'a gittim. Bulduğuma verdim kitaptan. Aldığım paraya sattım kitapları. Bu kitabı herkes okumalı diye düşündüm. İyi kitaplar böyledir aynı zamanda, sadece okutmaz elden ele dolaştırır kendini" diyor. 

Sonra söze 1989 yılında kaleme aldığı 1 Mayıs yazısıyla devam ediyor. Yusuf Şaylan'ın 1989 yılında Yalçın Küçük'le birlikte çıkardıkları Toplumsal Kurtuluş Dergisi'nin Mayıs 1989 tarihli 22. sayısında kaleme aldığı yazı bir tür 1 Mayıs derlemesi. Ve sonunda bir proletarya partisi vurgusu ile bitmeli demiş. Alıntı Hikmet Kıvılcımlı'dan. Zor yıllar. 1989, darbe sonrası arayış yılları. Anlatırken iç çekiyor. "Bu kitap daha önce yayınlanmış olsaydı keşke dedim ilk okuduğumda. 1989'da yazdığım yazı eksiktir bu kitap yüzünden. Çok iyi bir roman. Tarihsel bilgi ve belgelerle hazırlanmış. Abartıya kaçmadan sadece yalın bir dil tutturmuş Duberman. Hikayenin kendisi zaten roman gibi olunca yazara da ayna tutmak kalmış. Duberman'ın hakkını yemeyelim iyi bir yazar ama bu öykü de muazzam zaten. Şiddetle tavsiye ediyorum okumayanlara" diyor. 

Çevirmenin 424. çevirisi

Kitabın çevirmeni de ilginç bir karakter. Kitabın giriş bölümünde Haymarket romanının, çevirmenin 424. çevirisi olduğu notuyla karşılaşınca şaşırıyorum. 

Dile kolay. 424 çeviri. 

"Troçkizme yakın biriydi Mehmet Harmancı, öyle anımsıyorum. Toplumsal Dönüşüm Yayınları'nda çevirmenlik yapardı eskiden. Bir sürü kitap ve içerik kazandırdı Türkçeye. 1953'te askerliğini Kore'de Abdi İpekçi ve Can Yücel'le tercüman olarak yapmış olması da yine ilginç bir detay" diyor Yusuf Şaylan ve gülümsüyor. Tarihin böyle ilginç kesişimleri hep ilgisini çekiyor çünkü. Bu da öyle bir örnek. 

'8 saatlik iş günü için canlarını veren devrimciler'

Kitap, Amerika'nın Şikago kentinde 8 saatlik iş günü için mücadele veren devrimcilerin, göze aldıkları meşakkati, mücadele azmini ve işlemedikleri bir suçtan ötürü idamla yargılanmalarını konu alıyor. Teknik olarak kitabın anlatımında iki farklı biçim yer alıyor. İlki kitabın yazarı Martin Duberman'ın şiirsel anlatısı. İkincisi de tutuklu 5 kişinin cezaevinden yolladığı ya da aldığı mektuplar. Yani kitap hem edebi bir anlatımdan hem de tarihsel belgelerden besleniyor. 

"Türkiye'de bazen mücadele ederken insan, sahip olduğumuz ya da olmamız gerektiğini düşündüğümüz bazı şeylerin kıymetini çok anlayamayabiliyor. Mesela seçme ve seçilme hakkı gibi, 8 saatlik iş günü gibi. Bu tarihi romanlar böylesi haklar için nasıl mücadeleler verildiğini, insanların neleri göze aldığını görmek ve anlamak için iyi kaynaklar.

Amerika işçi sınıfı çok yoksul o zamanlar. Şimdi de öyle. Bazı ayrıntılar var şimdi ona girmeyelim ama insanın aklı almıyor gerçekten. Şikago da bu yoksulluğun merkezlerinden biri. Upton Sinclair de bu dönemi işleyen yazarlardan birisi. Şikago Mezbahaları en bilinen romanlarından biri. Okurların okumalarına belki Haymarket'e ek olarak bu Upton Sinclair'ın Şikago Mezbahaları kitabı da eşlik edebilir. 

Romanın kahramanları anarşist. O dönem Proudhon'a çok önem veriyorlar ve çok etkileniyorlar. Bazı yerlerde bizim Marks için de laflar ediyorlar ama orasını geçiyorum. Konu bu değil. Konu dünya görüşü birbirinde farklı tüm devrimcilerin 8 saatlik iş günü için verdikleri mücadele. Şimdi biz 1 Mayıslarda emek, mücadele, dayanışma günü diyoruz ya. İşte oradaki emeği, mücadeleyi ve dayanışmayı bir de bu romanın ve burada anlatılanların gözünden bakmak gerektiğini düşünüyorum. Örgütlü insan hatırlar. Hatırlamamız gerekir" diyor Yusuf Şaylan romanı anlatırken. 

                                                               Yusuf Şaylan

'Kitabın bu kısmı beni çok hırpaladı'

Şikago'da Haymarket meydanında patlayan bir bombadan dolayı suçlanan devrimcilerin aslında yaşananlarla bir alakası yok. "Ama tanrılara kurban gerekiyor" diyor Yusuf Şaylan. Daha önceden de söylediği "Burjuvalar önce kendi hukukunu çiğner devrimcilere saldırırken" sözünü hatırlatıyor. Bu konuya bundan önceki iki söyleşide de değinmiştik. 

Peki romanı okurken seni en çok etkileyen yer neresi oldu? Hangi sahne iz bıraktı sende diye soruyorum. Yusuf ağabeye. 

"Bir sahne beni çok hırpaladı. Kitabın tamamında hissettiğim duygu aynıydı zaten. Bunlar bizim çocuklar diyor insan ilk bakışta. Bizim insanlarımız. Samimiler, mütevazılar, şahsi menfaatlerini gözetmiyorlar. Sınıfın insanları. 

Ama bir sahne beni benden aldı. 

Cook Kasabası Hapishanesi, Chicago, 12 Kasım 1886 tarihli mektupta Albert'in çoçuklarına duyduğu özlemi anlatırken 'Çocuklarımı görmek istiyorum, onları göğsüme bastırmak istiyorum, seslerini, o saçma kıkırdamalarını duymak, enselerine burnumu sürtmek istiyorum' ifadesi. Kitabı bu kısmı beni çok hırpaladı" diyor. 

Bir yandan gözleri doluyor. "İnsan yaşlandıkça daha mı sulu gözlü oluyor nedir bilmiyorum" diyor ve göz yaşlarına gülümsemesi karışıyor Yusuf ağabeyin. 

"Anneler, babalar bilir. Çocukların enseleri bir farklı kokar. Bir devrimcinin cezaevindeki bu özlemi çok sahici. Bakma şimdi bizim Hikmet Fırat koca adam oldu. Artık yere yıkamıyorum onu. Gücüm yetmiyor. Ama küçükken yere yıkıp, yuvarlanıp, ensesini kokladığım anları anımsadım bir an" diyor 

Sahici kelimesi pek yakışıyor Yusuf ağabeye. Çünkü kelimelerin tükendiği her noktada bu kelimeye sarılıyor kendisi her seferinde. "Sahici olun" diyor bazen, ya da anlatırken bir başka şeyi "Çok sahici, değil mi?" diyor. Bu sahne de onlardan biri. 

Cezaevini ziyarete gelen Marks'ın kızı ve damadının her şeye rağmen çıkarmaya çalıştıkları gazete kitabın öne çıkan imgelerinden. Cezaevine gizlice soktukları Alarm gazetesini gösterip "Bak yeniden basmaya başardık" demeleri Yusuf abiyi pek bir mutlu ediyor.

"Çok inatçı değiller mi? Yeniden yayını çıkarmanın önemi, heyecanı ne kadar da belirgin burada. Yayın, çok önemli bir şey. Teknoloji gelişti bir sürü yeni şey eklendi ama yayın mevzusu hala çok belirleyici. Hiçbir şey bir insanla tokalaşıp, sarılıp, elini sıkarak buluşmak gibi etkili olmuyor hala. Yayın biraz da bunun aracı" diyor.  

'Her 1 Mayıs gibi...'

Kitabın özellikle öne çıkan iki konusu tartışmayı ve üzerine düşünmeyi gerekiyor. Biri, kitaptaki kahramanların ölümle kurdukları ilişki. Hiçbiri ölümü fetiş haline getirmiyor. 

Bu durum Jerome David Salinger'in bir sözünü anımsatıyor bize. "Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir; olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir"

Yusuf Şaylan bu sözü duyunca yeniden, ayakları tam doğru yerde duran define avcısı gibi "Hah. işte bu" diyor. 

Diğeri de her dönemin devrimcilerinin o dönemin kutsallarıyla kıyaslanması. Savunmasını yapan her devrimci zaman zaman İsa ile zaman zaman da Meryem ile mukayese ediliyor. "Bu hep böyle olmuştur biraz da" diyor Yusuf Şaylan. "Lenin'de de böyleydi, bizim devrimcilerimizde de. Çünkü insanlar kutsal kitaplarda denk geldikleri iyiliği ve güzelliği hayatlarında ilk kez kanlı canlı birinde görünce afallıyorlar. Egemenler ise halkın devrimcileri böyle kutsal figürlerle anmasından çok rahatsız oluyor. Çünkü bu tür kutsallar, egemenler için kullanım alanının dışına çıkıyor." sözleriyle devam ediyor.

Sonra bir kaç resim gösteriyor kitabın öyküsünü konu edinen. "Bunları bana İrfan Ertel yolladı. Sohbetin konusu bu olunca kendisinde rica ettim. Bunları yolladı. Bak şu daha güzel sanki. Bunu kapak fotoğrafı yapalım" diyor.

Peki senin hayatındaki hangi 1 Mayıs unutulmaz olandı diye soruyorum.

                                   Yusuf Şaylan ve Diyarbakırlı ozan Aşık İhsanı. 1 Mayıs 2001

"Her 1 Mayıs ayrı ayrı önemliydi. Mesela 1977'de Diyarbakır'daydım. Çalışıyordum. İstanbul'da olanlar malum. 1978'de Manisa. 1979 1 Mayıs'ına Mersin'de katıldım. Peşmerge kıyafetli gençlerin geçit töreni kalmış mesela aklımda. 1986'da bir avuç devrimcinin Dikmen vadisinde buluşup şiir okuduğu anlara tanıklık ettim. 1991 1 Mayıs'ı 'İktidar' gazetesi pankartıyla yürüdüğümüz 1 Mayıs'tı sanırım. Sonrası STP ve Sosyalist İktidar yılları zaten. 1996 1 Mayısı'nda Taksim'e çıktık. Aydemir, kazancı yokuşunda açıklamamızı okumuştu. Kolumda yaralı bir yoldaşım vardı. Bulamadım ama Hürriyet Gazetesi 2 Mayıs 1996 sayısında basmıştı o fotoğrafı. Ama en güzeli komünist ozan Aşık İhsani ile yan yana çektirdiğim fotoğraftır. Çok güzeldi. 2001 olması lazım. Her 1 Mayıs gibi hepsi çok güzel" diyor. 

Gülümsüyor. 

Vaktimiz doldu. Romanı okumak isteyenler için çok fazla anlatmayalım diyoruz yine. 

"Haydi kalkalım o zaman. Sen beni Kızılay'a bırak" diyor. Halbuki evine yakın olur diye cemiyetin etkinliğinde buluşalım demiştim. Adam hala genç. Eve sığmıyor. Gün aydınlıkken tekrar bir Kızılay'a uğrayacak.

Ayrılırken "Haftaya Rus edebiyatına bir giriş yapalım diyorum" diyor. 

Olur diye başımı salladım. Gülümsedi. Elini havaya kaldırıp "Haydi, 1 Mayıs'ta görüşürüz o zaman" dedi. Güldüm. "Allaha ısmarladık abi" dedim. Yusuf abi sever bu kelimeyi. "Sahici" bulur.

Haymarket romanını bitirmedim henüz. "Bitirip öyle gideyim meydana" diye söz verdim kendime ben de.

Özkan Öztaş / soL-Kültür 

soL KÖŞEBAŞI - 29 Nisan 2024 -

 

Türkiye’yi NATO’dan kim çıkarabilir? (Anıl Çınar)

Demek ki NATO’dan çıkmak ekonomik bağımsızlığı nasıl kuracağınızla da ilgili bir mesele. Hatta öncelikle böyle bir mesele.

“Türkiye NATO’dan çıkabilir mi?”

“Türkiye IMF ile anlaşır mı?”

Antikomünizm en iyi zamanını yaşarken bile Türkiye’nin NATO’dan çıkışına bu kadar şüpheyle yaklaşılmamıştı.

1970’lerin en hararetli yıllarında üstelik düzen cephesinde, göstermelik dahi olsa, böyle bir tartışma mümkün olabiliyordu. Türkiye’yi yönetenler hiç değilse o zamanlar “MİT kadrolarının maaşlarını neden CIA ödüyor” demeyi akıllarına getirebiliyordu!

Bugünse “Türk donanmasının en büyük gemisi” TCG Anadolu’nun ancak NATO tatbikatına katılmasıyla övünülebiliyor.

Türkiye’nin AKP ile birlikte NATO çukuruna daha da battığını ve daha ne kadar batabileceğini düşünebilirsiniz. 2010’ların sahte baharında, NATO’yu Orta Doğu’ya sokma projesinde AKP vardır. Fethullahçılarla ittifakta da, Ergenekon ve Balyoz baharlarında da… Her birinde NATO daha bir “Türkiyeli” olmuştur.

Ama kötü haberi verelim. “Batı kaygı duymasın, Türkiye NATO’nun vazgeçilmez bir parçasıdır” diyen bir İmamoğlu ile birlikte belki de bu çukurun sonunun olmadığını görme şansımız olacaktır?

Dahası, bugün parlamentoda Türkiye’nin NATO’dan çıkabileceğini samimi olarak düşünen, bu doğrultuda titiz ve bağımsız bir yol çizen hiçbir aktör bulunmuyor.

NATO’yu propaganda malzemesi yapan belli bir toplam, AKP’yi ya da CHP’yi NATO’cu eksenden uzaklaştırma görevine soyunmuş durumda. Haliyle meydan “mantıklı olmak lazım” diyenlere kalıyor…

Peki onlar ne diyor?

NATO’dan çıkarsak ne yaparız…Türkiye yalnız kalabilir mi… NATO değilse hangi ittifakta olunacak… Türkiye NATO sayesinde veto hakkını elinde bulundurmuyor mu… NATO sayesinde Türk ordusu silaha ve teknolojiye erişim sağlamıyor mu…

Neredeyse NATO’ya üyeliği sayesinde Türkiye’nin NATO’ya başkaldırma olanağı kazandığını bile söyleyecekler!

Ama özetle demek istedikleri Türkiye’nin gücü neydi ki kendi bağımsız yolunu çizsindi…

Bunu dile getirenlerin aynı zamanda Türkiye’nin gücünü göstermesi, daha büyük bir oyuncu olması gerektiğini de söylemesiyse ilginç. Öyleki Türkiye’nin güçlenmesi için, krediye ve koruma kalkanına ihtiyacı var. Bunlar NATO’dan geliyor. Ve yine NATO sayesinde NATO’dan ayrılmanın olanağına kavuşuluyor…

Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’dan çıkabileceğini, bağımsız bir yol seçebileceğini ve ancak bu şekilde güçlenebileceğini söyleyenlere hayalci gözüyle bakılıyor. 

Oysaki Türkiye söz konusu bağımsızlık dönemecini ilk defa yaşamadı. Türkiye, tarihinde birkaç kez, “hangi kampta” olması gerektiğine dair makas değişiklikleri yaşadı. Cumhuriyet öncesinde Almanlar ve İngilizler vardı. Sonra bunlara Amerikanlar eklendi ve hepsinin de sonuna “mandacılık” eki getirildi.

İlk “hayalci” bağımsızlık dönemeci Kurtuluş Savaşı’ndaydı. Türkiye’nin kurtuluşu da kuruluşu da hassas bir dengede bağımsızlık arayışıyla mümkün olmuştu. Doğru düzgün bir sanayisi, insan kaynağı, parası ve kadroları olmayan bir ülke neyine, hangi gücüne güvenerek bağımsızlık yolunu seçiyordu ki?

Türkiye 1947 yılında IMF’ye girdi. Sonrasında da NATO’ya. Bu da bir “bağımsızlık dönemeci”ydi. Türkiye’yi yönetenler ve artık sermaye sınıfı, IMF’nin kaynakları olmadan büyüyemeyeceklerini düşünüyorlardı. Herhalde önceki 25 senede açılan fabrikalar, yetiştirilen kadrolar, eğitilen iş gücü de IMF’nin yokluğunda yok hükmündeydi?

Aslında, Türkiye’nin bağımsızlığının altını oyan, “Türkiye NATO’ya ve parasına muhtaçtır” ezberini dolaşıma sokan, “Cumhuriyet kadar eski” olmakla övünen Koç gibi sermayedarlardan başkası değildi.

Türkiye büyüdü serpildi… Ve aradan geçen onlarca yıldan sonra Türkiye’yi bağımsız olmaktan alıkoyanın ne olduğunu anlamak gerçekten mümkün değil.

Çünkü “Türkiye NATO’dan çıkar mı” dendikçe NATO normalleşti. Çünkü “Türkiye IMF ile anlaşır mı” dendikçe IMF’siz bir IMF anlaşması yürürlüğüne sokuldu. İkisi birbirinden bağımsız değildi.

Demek ki NATO’dan çıkmak ekonomik bağımsızlığı nasıl kuracağınızla da ilgili bir mesele. Hatta öncelikle böyle bir mesele. “Türkiye’nin güvenliği” diye bahsedilen şeyin en büyük tehdidi, F-35’lerden önce, aldığı almak zorunda olduğu kredilerde.

Bu bizi Türkiye’nin üçüncü bağımsızlık dönemecine götürüyor. Türkiye’de devletçi, planlı ve sosyalist bir ekonomi inşa etmeden NATO’dan çıkış yok. NATO’dan çıkmadan da böyle bir düzeni inşa etmenin olanağı yok.

Türkiye, bir kez daha, en kadim sorunlarının ancak düzen değişikliğiyle çözülebileceği bir dönemeci çağırıyor. 

Komünizm Türkiye’ye böyle bir bağımsızlığı getirebilecek tek siyasi hareket olarak bir kez daha ayrışıyor.

                                                               /././

Limak'ın otelinde ‘milliyet farkı’ ücreti… Nedir bu işin aslı astarı? (Can Kuyumcuoğlu)

Antalya’da Limak’a ait bir otele İngiltere’den rezervasyon yaptıran bir yurttaşın faturasına “milliyet farkı” yansıtılması çok tartışma yarattı. İşin aslını astarını bir turizmciyle konuştuk.

Antalya'nın Aksu ilçesinde bulunan Limak Lara Hotel'e giden Çağlayan A., “milliyet farkı” adı altında ek ücret ödedi. Çağlayan A.'nın Türkiye’de yaşadığını ve bir İngiliz turizm web sitesinden rezervasyon yaptırdığını öğrenen otel yönetiminin 120 avroluk ek ücreti faturaya “milliyet farkı” diye yansıtması dikkat çekti.

                        Müşterinin faturasına yansıtılan ek 120 Avroluk ücret "milliyet farkı" diye ifade edildi.

Limak'tan açıklama

Konunun tepkilere yol açmasının ardından Limak oteller zinciri yönetimi resmi bir açıklama yayımlayarak özür diledi.

Yapılan açıklamada "Bugün medyada yer alan Limak Lara Hotel ile ilgili bir haber nedeniyle açıklama ihtiyacı doğmuştur. Hepimizi derinden üzen, teyit edilmemiş bilgilere dayalı içeriklerle ilgili kamuoyunu bilgilendirmek istiyoruz. Öncelikle yanlış anlaşılmalara sebep olan "milliyet farkı" ifadesi nedeniyle kamuoyundan samimiyetle özür diliyoruz. Amacını aşan bu ifadenin dikkatsizlik nedeniyle ve hassasiyetler öngörülemeden kullanılması hepimizi üzmüştür” denildi.

Otelin açıklaması şöyle devam etti:

Habere konu olan yanıltıcı rezervasyon 14 Nisan 2024 tarihinde İngiltere üzerinden bir web sitesinden Türkiye’den iki kişi adına yapılmıştır. Misafirlerimiz otele geldiklerinde bir kişinin Romanya vatandaşı olduğu, rezervasyonun Türkiye’den yapılmış gibi gösterildiği, yanlış bilgi beyan edildiği anlaşılmıştır. 

Bunun üzerine fiyat farkı oluştuğu misafirlerimize aktarılmıştır. Bölgesel ve dönemsel kampanyalar nedeniyle bu tür fiyat farklılıkları oluşabilmektedir. 

Konu bu nedenle ortaya çıkan fiyat farkı iken tutarın ‘milliyet farklı’ olarak yansıtılması olayın kapsamını değiştirmiştir. Yanlış anlaşılan ifade nedeniyle en içten özürlerimizi tekrarlıyoruz, konuyu kamuoyunun takdirine sunuyoruz.”

Deneyimli turizmci soL'a anlattı: Milliyet farkı diye bir şey ilk defa görüyorum

Uzun yıllar otelcilik sektöründe yönetici olarak görev yapan, şimdi de bu alanda eğitimci ve danışman olarak çalışan bir isim konuya ilişkin sorularımızı yanıtladı.

Adının yayımlanmasını istemeyen turizmci “milliyet farkı” ifadesine şaşırdığını belirtirken, bu ifadenin prosedürde hiçbir dayanağı olmadığını dile getirdi. Ona göre otel yönetimi, çalışanlarına ek ücret almaları yönünde bir talimat vermiş olabilir, hatta bunu performans değerlendirmelerinde bir kota olarak görüyor olabilir. Ancak sözkonusu ek ücretin faturaya “milliyet farkı” diye yazılmasınınsa otel çalışanının değil müşterinin tercihi olabileceği yönünde değerlendirme yapıyor. Müşteri belki de bu hikayeyi daha sonra sosyal medyadan duyurabilmek için bu şartı öne sürmüş olabilir, diyor.

Limak’ın otelinde faturaya yansıyan “milliyet farkı” ifadesi tepki çekti. Otellerde milliyete göre farklı fiyatlama mı uygulanıyor?

Oradaki milliyet farkı ifadesi şaşırttı beni. Online rezervasyon koşullarının karşılanmaması durumunda birtakım farklar oluşabilir. Fakat ben milliyet farkı diye bir şey ilk defa görüyorum. Oraya öyle yazılmış olması bunun geçerli bir altyapısı olduğu anlamına gelmiyor. Yani orada o milliyet farkı kısmı manuel olarak yazılmış bir ifadedir. Orada “check out” işlemini yapan ya da ödeme alma işlemini yapan resepsiyondaki görevli tarafından manuel yazılmış bir ifade o. Sistemin otomatikman oraya yazdığı ya da zaten olması gereken bir bilgi değil. Bu bir kere çok net.

Bu tip online rezervasyonlarda böyle bir milliyet koşulu var mıdır?

Benim bilgim ve deneyimime göre insanların serbest olarak internet üzerinden yaptıkları rezervasyonlarda milliyet koşulu olmamalı ve ben böyle bir şey görmedim daha önce. 

Farklı ülkelerden rezervasyonlarda farklı fiyatların ortaya çıkması nasıl oluyor?

Bunun bilinen bir uygulama olarak kabul gördüğünü söyleyebilirim. Bunun nedenleri var tabii. Örneğin sizin diyelim ki gecelik 100 Avro bir fiyatınız var ama diyorsunuz ki ben Ortadoğu, Kuveyt pazarından biraz daha fazla misafir almak istiyorum, orada bir promosyon yapmak istiyorum, o pazarda kendimi tanıtmak istiyorum. Bu 100 Avroluk fiyatın üzerinden yalnızca Kuveyt pazarına dönük bir yüzde 10 indirim yapmak istiyorum diyorsunuz ve bunu hangi online kanallarda (yani bu web sitelerini kastediyorum) onu konfirme edebiliyorsunuz orada. “Kuveyt’ten bana rezervasyon yapan misafirlere yüzde 10 indirim uygula” diyebiliyorsunuz. Ya da tam tersine başka pazarlar için daha yüksek fiyatlar uygulayabiliyorsunuz. Bunları dönemlerle, kalış süreleriyle sınırlayabiliyorsunuz. Aynı tarihler için farklı lokasyonlardan, farklı pazarlardan farklı fiyatlar alınması doğal bir süreç. Burada bir problem yok.

'Rezervasyon yapılıyorsa olay o noktada bitmiştir'

Peki birisi Kuveyt’te olmadığı halde o ülkeden rezervasyon yapıyor gibi davranabilirse VPN benzeri yöntemlerle, o zaman ne oluyor?

Tabii şehir otelleri ile bu tatil bölgelerindeki resort oteller arasında da ciddi farklar var. Ben genellikle şehir otelciliğinde deneyim sahibiyim. O Limak oteli Antalya’da daha kitlesel turizm yapan, tatil amaçlı hizmet veren bir otel. Bunların tabii daha farklı uygulamaları da olabiliyor, ona çok hakim değilim açıkçası. Ama genel tema olarak birisi bir online rezervasyon sistemine girebiliyorsa, oradan oteli seçip, parasını ödeyip rezervasyon yapabiliyorsa bence o noktada olay bitmiştir. Ondan sonra otele geldiğinde ‘Yok senin ülken buymuş’ diyemezsiniz. 

Burada benim anladığım kadarıyla online olmayan yani eski tip konvansiyonel satışlar (tur operatörleri veya seyahat acenteleri aracılığıyla belli pazarlara önceden sağlanmış özel fiyatlar vardır) gibi alışkanlıklarla hareket edilmiş. Bu eski uygulamaların online’da da kullanıldığı, birtakım uyumsuzluklar olduğunda ek ücretler çıkartıldığı, bunun da bir deneme-yanılma yöntemiyle alınabilirse eğer alınmaya çalışıldığı gibi algılıyorum ben.

'Çalışanlara ek ücret için talimat verilmiş olabilir'

Yani çalışanlara denmiştir ki “Böyle bir şey yakalarsanız bir uyumsuzluk olarak bildirin ve (ek ücret) almaya çalışan misafirlerden, alamazsanız zaten satılmış bir oda var, alınmış bir ücret var, zaten biz zararda değiliz, ama alabiliyorsanız ek ücret almaya çalışın”… Ve bunu da “şu argümanlarla açıklayın” diye bir talimat verilmiş olabilir çalışana. Ve çalışan da böyle bir şey yakalamış olabilir. Hatta bunların takibi yapılıyor olabilir. Yani çalışanların bu ek ücretleri hangi ölçüde aldıkları belli kotalarla da takip ediliyor olabilir. Performans değerlendirmesi anlamında… Bunu çeşitli şekillerde konaklayan kişilere bence dayatıyorlar, en azından deneme yapıyorlar. Olumlu karşılık aldıklarında, ikna edebildiklerinde bunu tahsil ediyorlar diye düşünüyorum. Yoksa bu sağlam dayanakları olan bir durum olamaz.

'Büyük ihtimalle konaklayan kişi faturaya böyle yazılmasını istemiştir'

Oradaki “milliyet farkı” ifadesinin de rutin bir uygulama olduğunu, oraya hep böyle yazıldığını düşünmüyorum. Büyük ihtimalle konaklayan kişi bunun böyle yazılmasını ödemeyi yapmak için bir koşul olarak öne sürmüş olabilir. “Ben bunu öderim ama faturamda böyle görünmesini istiyorum” demiş olabilir. Çünkü orası manuel doldurulabilecek bir alan. Oraya istediğiniz şeyi yazabilirsiniz, mesela “daha lüks oda farkı” ya da “ikinci kişi farkı” da yazabilirsiniz. Bu olayı sosyal medya gibi alanlarda anlatabileceğini düşünmüş olabilir konaklayan kişi. 

Otelin online başvuru konusunda bir siber güvenlik de sağlayamamış olması bir sorun mu sizce?

Aslında otel tek başına onu halledemez. Bu işler biraz karıştı. Şöyle: Siz tüm dünyada görünür olmak için hem güvenilir sitelere, hem de güvenilirliğini test etmediğiniz sitelere otelinizi pazarlıyorsunuz. Görünürlüğüm artsın, bana her yerden rezervasyon gelsin diyorsunuz, agresif bir satış stratejisi yürütüyorsunuz ve göründüğünüz sitelerin ne kadar güvenilir olduğunu kontrol edemez hale geliyorsunuz. O yüzden “Yok kardeşim sen bana İngiltere’den rezervasyon yapmış görünüyorsun ama o sırada Finlandiya’daymışsın” gibi şeyler düşünülebilecek bir çağda değiliz.

'Bu tür kargaşalardan ek gelir elde etmeye çalışan bir anlayış var'

Dolayısıyla burada otelin yaptığının iki ayağı var diye düşünüyorum. Birincisi bundan 30 yıl öncesinin otelcilik refleksleriyle hareket etmek, ikincisi de “Böyle farkları biz gördükçe buralardan ekstra gelir elde edelim” diye çalışanlarını, ekibini teşvik etmek. Yoksa siz o web sitesinden rezervasyonu aldığınız zaman otel olarak karşı tarafa bir teyit gönderiyorsunuz “Evet rezervasyonunuzu, ödemenizi aldık, şu tarihlerde odanız hazırdır” diyorsunuz. Gelirken “Sen Türk müsün, şu musun bu musun” demiyorsunuz, deme imkanınız da yok. Sonra ama misafir çıkıp geldiğinde ona bu tip bir ek ücretlendirme koymak tabii ki çok yakışıksız bir şey. Anlamsız ama içeriden, otelcilik alanından bakıldığında bu geçmişte online olmayan yüz yüze rezervasyon işlemlerinde ortaya çıkan bir şeydi. Yani “benim Rus pazarına fiyatım şu, Alman pazarına fiyatım bu, İngiliz pazarına bu” deniliyordu. Ama bugünün dünyasında kim nerede yaşıyor, nereden rezervasyon yapıyor, bunların kontrolü mümkün değil. Bu tip kargaşalardan bir tür ek gelir elde etmeye çalışan bir anlayış var. Açıkçası burada “Türk gördüğünüzde alın ek parayı” diye bir uygulama olduğunu zannetmiyorum.

                                                               /././

Kedi neden kaçtı?* (Engin Solakoğlu)

Türkiye’de belleklerin kapasitesi iyice daraltıldığından yinelemekte yarar var. ABD’nin “Reis daha demokratik olsun, Türkiye halkı daha güzel yaşasın” gibi bir meselesi hiç olmadı.

Kedi evden mi kaçtı yoksa elden mi kaçtı belli değil. Rivayet muhtelif. Döner diye düşünmek en doğrusu. Dönmezse de kendisi bilir. Ev kedisiz kalacak değil, yerini başkası doldurur. Kedilerin hikmetinden de sual olunmaz.

Bu toprakların yetiştirdiği en önemli aydınlarından biri olan Aziz Nesin’e zorunlu bir saygı duruşundan sonra konumuza geçelim.

Akepe Genel Başkanı’nın Washington seferinin gerçekleşmemesi çeneleri ve klavyeleri yormakta. Yorumlar, tefsirler gırla gidiyor. Gazze’den, Türkiye’nin “demokratik seviyesi”nin ABD yönetimi tarafından yeterli bulunamamasına kadar bir dizi gerekçe sıralanıyor. Net olan tek şey var, Biden-Erdoğan görüşmesinin 9 Mayıs’ta gerçekleşmeyeceği.

Adım adım gidelim. Üst düzey ziyaretler önemlidir. Diplomasinin temel işlevlerinden biri bu ziyaretlerin hazırlanmasıdır. ABD ve Türkiye gibi ülkeler söz konusu olduğunda liderlerin görüşmesi çat kapı gerçekleşmez. Ziyaretin hazırlığı iki başlık altında yürütülür. Bunlardan birincisi elbette içeriktir. Masada hangi konuların bulunacağı titizlikle belirlenir. 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren çok önem kazanan ikinci başlık ise ziyaretin pazarlanmasıdır. Burada ilke olarak piyasa her iki ülkenin kamuoyudur. Konjonktüre ve ülkelerin niteliğine bağlı olarak belirlenen üçüncü bir piyasayı da, dünya kamuoyunu da ekleyelim. Ziyaretin gerçekleşmesi yetmez, bir de bu piyasalarda “kazanç” sağlaması, mesaj vermesi gerekir. Bu husus içerikten ziyade şekille ilgilidir. Ziyaretten hangi görüntü veya fotoğrafların verileceği, ortak basın toplantısı yapılıp yapılmayacağı, toplantıda soru alınıp alınmayacağı, ortak açıklamada hangi unsurlara yer verileceği uzun pazarlıklarla belirlenir.

Erdoğan’ın Washington ziyaretine bir de bu açıdan bakalım. Öncelikle “zaten yoktu”, “tarih belirlenmemişti”, “programlar uyuşmadı” makamından açıklamalarının gerçekdışı olduğundan kuşku duymayalım. Açıkça söyleyebiliriz: Bunlar düpedüz yalandır. Tarih aylar önce belirlenmişti. Gerçek hikâyenin bütün ayrıntılarını muhtemelen hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Bununla birlikte ana çizgileri üzerinde tahmin yürütebiliriz.

Ziyaretin hazırlıkları uzun zamandır teknik ve siyasi seviyede yürütülüyordu. Yaşanan ilk sıkıntı masaya konacak gündemdi. İki ülke arasındaki sorunların belirlenmesi ve önceliklendirilmesi diplomasinin en önemli sınamasıdır. Sizin liderler düzeyinde konuşmak istediğiniz bir konuyu muhatabınız konuşmak istemeyebilir, öncelikli bulmayabilir ve çoğu zaman da daha alt düzeyde konuşulmasını tercih edebilir. Şimdi bakalım ABD ile Akepe Türkiyesi arasında hangi meseleler var. İkililerden başlayalım. Olabilecek en diplomatik ifadeyle savunma işbirliği diyelim. Türkçesi F-16 modernizasyonu ve F-35 projesine geri dönüş, CAATSA yaptırımlarına sebep olan  S-400 ve buna bağlı olarak Türkiye’nin çok ihtiyaç duyduğu alternatif hava savunma sistemlerinin temini. Yine çoğu “uzman”ın nedense telaffuz etmekten kaçındığı bir ikili ticaret boyutu var. Dünyaya bakıştaki ciddi farklılıklarımıza rağmen diplomasi muhabirliği konusunda en güvendiğim isimlerden Barçın Yinanç bunu anımsatmış. Akepe’nin kaynak ihtiyacı var. Bu kaynak sadece şuradan buradan kredi anlamına gelmiyor. Akepe ve temsil ettiği sınıf bakımından ticaret en az kredi kadar önemli. Bu noktada Türkiye’nin demir-çelik ürünlerine uygulanan ek vergi önemli bir sorun. Devam edelim. PKK’ya Suriye’de verilen destek artık ikili sorunlar listesinin demirbaşı haline geldi. Yokmuş gibi yapılacak mesele değil. Her şeyden önce iktidar içindeki kimi klikler açısından önemli.

Bu listenin altına eklenecek diğer sorunlar ise şunlar: Irak’ta Türkiye’nin yapmak istedikleri ve ABD’nin çıkarlarının çarpıştığı alanlar var. Erdoğan’ın niyetlendiği askerî harekât bunun en net örneklerinden biri. Somut ve kalıcı hiçbir sonuç vermeyeceğini herkesin bildiği ama Akepe’nin seçimlerde çizilen iktidar karizmasını yeniden tesis etmeye yardımcı olabilecek bu askerî eylemin gerçekleşmesine ABD sıcak bakmıyor. En azından “bi dur allasen, zaten karışık buralar” diyor.

Şimdi o karışıklığın ana kaynağına gelebiliriz. İsrail-İran gerginliği. O gerginliğin tek sebebi değil ama tetikleyicisi ise Filistin’de İsrail tarafından yıllardır yürütülen işgal, etnik temizlik ve -son altı ay için konuşursak- soykırım. Akepe’nin Hamas kardeşliği ile ABD’nin soykırımcı sponsorluğu söylem seviyesinde bir karşıtlık yaratıyor. O halde listede yeri var. Kuzeye çıkalım. Erdoğan-Putin ilişkileri de ABD’nin çok mutlu olmadığı bir alan. Onunla bağlantılı bir de Karadeniz ve ismi telaffuz edilmese bile Montrö meselesi var.

Büyük olasılıkla ziyaret hazırlıkları sırasında bu listenin içeriği ve önceliklendirilmesi üzerinde uzlaşılamadığı için iptal kararı alınmıştır. Bir de en az bunun kadar önemli olan konu şekil demiştik. Oraya gidelim.

Varsayalım görüşme yapıldı. Dışarıya ne konuştuk denilecek? Ortak açıklamada hangi unsurlara vurgu yapılacak. Diyelim bunlarda anlaşıldı, iki taraftan birinin “sızdırma” yapmayacağının garantisi var mı? Örnek olsun, ortak açıklamada Türkiye’nin bölgesinde barış ve istikrara katkısından söz edilirken, sızdırılan görüşmelerde “ABD’nin Irak’ta kapsamlı bir askerî operasyona sıcak bakmadığı” hususu yer almayacak mı? Ya da “teröre karşı işbirliğinin sürdüğü” söylenirken, Türk tarafı görüşmelerde YPG’nin bu bağlamda gündeme getirildiğini, ABD tarafı ise Hamas’la ilişkilerden rahatsızlık duyulduğunun açıkça dillendirildiğini sızdırmayacak mı?

Tamam uzatmayalım. Ziyaret yukarıda özetlenen gerekçelerle gerçekleşmedi. Biden “pek sevmediği” Erdoğan’la görüşmeyecek mi? Bal gibi görüşecek. Nedense unutuluyor. Bundan yaklaşık iki buçuk ay sonra Washington’da NATO Zirvesi var. Tıpkı bir önceki zirvede olduğu gibi Bay Joseph ve Recep Bey orada bir araya gelecekler. Pazarlama açısından bir Oval Ofis kuvvetinde değil tabii ama görüşecekler. Karşılıklı pozlar verilecek, yukarıda sayılan konulardan birkaçı da üstünkörü ele alınacak. Bu arada birkaç adet el sıkışma pozuyla birlikte konuların teknik seviyede görüşülmesine devam edileceği “müjdesi” verilecek. O sayede 9 Mayıs’taki ziyaretin gerçekleşmemesinden ötürü karalar bağlayan kimilerinin,  mesela iş çevrelerinin yüreklerine de bir nebze su serpilecek.

Ziyaretin iptaline “Yahudi lobisinin” engel olduğu gibi zırva sapan yorum yapanlara da rastladım. Yandaş tayfadan söz etmiyorum. Bunlar sözde muhalif. Bu ölçüde saçmalamanın iki gerekçesi olabilir: birincisi akıl eksikliği, ikincisi etnik/dinsel ayrımcılık güdüsü.  Diplomatik analiz görünümlü sayıklamalarını püskürtürken “Yahuuudiiii” deyince daha inandırıcı olduklarını düşünüyor olabilirler. Değiller. Yineleyelim. Erdoğan’ın ziyaretinin iptaline yol açan ilk on sebep arasına İsrail giremez. İsrail Akepe’den memnundur, Washington da Akepe’nin İsrail siyasetinden. Aksini düşünmemizi gerektirecek hiçbir veriye sahip değiliz.

Bir de şu söylem var: “Türkiye’deki otoriterleşmeden Biden’ın duyduğu memnuniyetsizlik” falan, filan. Gerçeği bildikleri halde ücretli propaganda neferi gibi çalışanlara değil ama ABD ve genel olarak Batı’nın böyle bir kaygısı bulunduğunu, dünyada ve Türkiye’de demokrasinin, insan haklarının seviyesine dertlendiğini samimiyetle düşünenlere ancak merhamet duyabiliriz.  ABD’de, Almanya’da İsrail’in soykırımına karşı sesini yükseltenlere karşı yürütülen faşist baskıya bakınca “bizden uzak dursunlar yeter” dememek elde değil. Türkiye’de belleklerin kapasitesi iyice daraltıldığından yinelemekte yarar var. ABD’nin “Reis daha demokratik olsun, Türkiye halkı daha güzel yaşasın” gibi bir meselesi hiç olmadı. Bundan sonra da olmayacak.
Bu ülke bizim. Kuru gürültüye pabuç bırakmayacağız. Sahip çıkacağız. Çarpık düzenlerinin yelkenlerini şişirmek için Washington’dan esen rüzgarlara bel bağlayanlarla da hesaplaşacağız.

* Aziz Nesin’in “Kazan Töreni” kitabında yer alan bir öyküsü. Bu vesileyle yeniden okuyun.

 (soL)