20 Mayıs 2024 Pazartesi

T24 KÖŞEBAŞI (20 Mayıs 2024)

 

Eski Bursa Ülkü Ocakları Başkanı Cahit Özdemir: Sinan Ateş cinayeti Ülkücülerin ‘Kerbela'sıdır; ocaklar kuşatma altında (Candan Yıldız)

“Sinan, Ahmet Yiğit Yıldırım’ın Türkiye’yi karıştırmak istediğini söylemiş”

Eski Ülkü Ocakları Başkanı ve akademisyen Sinan Ateş neden öldürüldü? Tutuklanan ve ortaya çıkan deliller adres olarak MHP ve Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı’nı işaret etse de cinayetin gerçek nedeni müphem…

Cumhur İttifakı’nın stratejik ortağı MHP, iddialarla ilgili havaya bakıp ıslık çalsa da cinayetin Ülkücü hareket tarihinde bir kırılma yarattığı açık.

Tartışma yaratan iddianamenin kabul edilmesinden sonra Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş, ablası Selma Ateş ve yakın arkadaşları daha açık konuşmaya başladı.

Ateş’le lise döneminde tanışan, ilişkileri hiç kopmayan, politik olarak benzer düşünen, Ateş’in genel başkan olduğu dönemde Bursa Ülkü Ocakları Başkanı olarak atanan, onun görevden almasının ardından görevden alınan Cahit Özdemir’le, cinayete giden süreci daha iyi anlayabilmek için konuşmak önemliydi.

Cahit Özdemir’le Bursa’da buluştuk. İmalat sanayinde kullanılan robotlar ithal ediyor.  Siyasetle arasına şimdilik mesafe koymuş görünüyor; Sinan Ateş cinayeti hariç…

Anlatımlarından ana mesaj şu; İstanbul’un MHP Genel Merkezi’ndeki ağırlığıyla birlikte işler değişmeye başlıyor.

Peki hangi isimle birlikte işler değişiyor?

İzzet Ulvi Yönter’in MHP’deki ağırlığıyla ilgili hangi ismin adı konuşuluyor?

Bahçeli neden sessiz kalıyor?

Ülkücülerin ‘Kerbelası’ derken neyi kastediyor?

Sinan Ateş kim için “Türkiye’yi karıştırmak istiyorlar” dedi?

Yanıtlar için buyurun söyleşiye… 

“Sinan Ateş’i hep rakip gördüler, itibarsızlaştırmaları lazımdı, FETÖ iftirası atmak istediler ama tutmaz”

Dostluğunuz ne zaman başladı Sinan Ateş’le?

Sinan Ateş’le lise çağlarında tanıştık. Ben Ali Osman Sönmez lisesinde okuyordum, o da öğretmen lisesinde okuyordu. Lisenin okul teşkilat başkanı oldum. Sinan da öğretmen lisesinin başkanı oldu. Dostluğumuzun başladığı yer Ülkü Ocakları… Daha sonra ben üniversiteyi Bursa Uludağ’a gittim. O ise Ankara Gazi’ye gitti. Ankara’da okulu bitirdikten sonra burada (Bursa’da) MHP milletvekili İsmet Büyükataman’ın danışmanı olarak görev yapmaya başladı. Doçent oldu. Ülkü Ocakları Genel Başkanı olunca Bursa’ya beni atadı. Biz de onunla birlikte görev yaptık. Kendisinin akademisyen olması öğretmen olması Ülkü Ocakları’na bir seviye atlattı. Yani Ülkü Ocakları tarihinde yapılmamış organizasyonları, eğitimleri yaptı. Üniversitelerde konferanslar düzenledi, kitaplar bastı. Çocukların seviyesine uygun Nutuk’u çıkardı. Birlikte çocuklar için tiyatrolar, sokak şenlikleri düzenledik.

Bursa Ülkü Ocakları Başkanlığı göreviniz ne kadar sürdü, neden bıraktınız ya da bırakmak zorunda kaldınız?

Bursa Ülkü Ocakları Başkanlığı görevini yaklaşık 15-16 ay sürdürdüm. Sinan Ateş görevden alındıktan sonra yeni gelen arkadaşlar çalışmak istemediler. Asıl sebebi benim Sinan’ın yakın dostu ve arkadaşı olmam. Sinan Bursa’ya geldiğinde onunla görüşürdüm. Sosyal medya paylaşımlarını beğenirdim. Bunlar hep problem oldu. Bunlar bizim teşkilatlarımızda doğaldır. Her gelen kendi ekibiyle birlikte çalışmak ister. Zaten böyle bir şey bekliyorduk. Sinan görevden alındıktan sonra belli bir süre sonra Ankara'ya çağırdılar. Dediler ki, “Seninle çalışmak istemiyoruz.”

Sadece bunu mu söylediler; “Çalışmak istemiyoruz”?

Detaylar bize kalsın.

Bir insanın paylaşımlarını beğenmeniz, paylaşmanız neden sorun olur ki?

Oldu işte. Biz de tamam dedik.

Şöyle sorayım paylaşımlarınızı beğendiğiniz kişi Sinan Ateş olmasaydı da böyle olur muydu, Sinan Ateş’e özel bir durum var mıydı sizce?

Sinan Ateş’in özelinde bir şey. Çünkü Sinan Ateş’i hep rakip gördüler kendilerine. Sinan’ın popüler olması, onun yapmış olduğu çalışmalar ya da onun seviyesine yükselememeleri… Sinan öyle bir iz bıraktı ki hiçbiri silinemedi. Ocaklara level (seviye) atlattı. O çıtayı yükseltti. Ülkücülük bir mirastır. Bugün görev yapanlar bu mirastan yediler. Kendi önlerinin açılması için Sinan’ı itibarsızlaştırmaları lazımdı. Sinan Ateş adını silmemiz lazım diye düşündüler. Bununla alakalı bir sürü iftira attılar.

“Saldırı bekliyorduk ama böyle bir adilik yapacaklarını aklımızdan geçirmiyorduk”

FETÖ ile ilişkilendirme açıklamalarından söz ediyorsunuz…

FETÖ iftirası atmak istediler ama tutmaz… İnsanları tek tek arayıp neden Sinan Ateş’in paylaşımlarını beğeniyorsun, retweet ediyorsun dediklerini biliyorum. İnsanların iradelerini engellemeye çalıştılar. Sinan farklı toplum kesimleri tarafından da sevilen bir insandı. Aşiret liderleriyle görüşürdü. Onlar tarafından sevilirdi…  

Sinan Ateş için geçen yıl Bursa’da lokma dağıtımında sizinle konuşmak istemiştim ama o zaman “Hazır değilim” demiştiniz. Neden şimdi konuşuyorsunuz? İddianameyi mi beklediniz?

Olay çok sıcaktı. Acımız vardı. İddianameyi de bekledik. Yanlış yönlendirme yapmamak, yanlış bilgi vermemek için… Neyin ne olduğunu açıkça tam bilemedik. Evet tehditler vardı, bir saldırı bekliyorduk ama böylesini asla… Döverler vs. diye bekliyorduk. Ölümle sonuçlanmaz diyorduk.  Ama böyle bir adilik yapacaklarını aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk. Ve yıllarca hizmet etmişiz bu davaya…. Sinan sonuna kadar “Liderime (Bahçeli) bağlıyım” demişti. Devlet Bey’in “Bu cinayete kim bulaştıysa partiyi ve Ülkü Ocakları’nı terk etsin” demesini beklerdik ama olmadı.

Biz cenaze namazını kılarken, tabutun başında defnedilmesini beklerken, bütün kurum ve kuruluşlar (MHP ve Ülkü Ocakları) yeni yıl kutlaması yaptılar. Bu bizim çok zorumuza ve ağırımıza gitti.  Sinan’ın babası Musa Amca’mız bu davada gazi olmuş biri… Aile de bu davaya gönül vermiş. Sinan’ın ablası Selma Ateş, lise çağlarında İsmet Büyükataman’ın (MHP Genel Sekreteri) için canla başla çalıştı. Bunu hazmetmek kolay değil.

“Herkes bilir ki İzzet Ulvi Yönter, Bahçeli sonrası için hazırlık yapıyor”

Bahçeli’nin sessizliğine geleceğiz… Siz bir yayında açık olarak MHP İstanbul Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı İzzet Ulvi Yönter’in adını verdiniz bu cinayetle ilgili olarak… Neden doğrudan onun adını söylediniz?

Çünkü camia içerisindeki herkes bilir ki İzzet Ulvi Yönter, Bahçeli sonrası için hazırlık yapıyor.  Yani şöyle söyleyeyim, bu durum Semih Yalçın'ın oğlunun (Ankara Kalesi surlarından düştüğü açıklanmıştı) vefat ettiği döneme kadar gidiyor. O dönemlerde parti içerisinde bir kutuplaşma vardı; Semih Yalçın, İzzet Ulvi Yönter ve Olcay Kılavuz (Eski MHP Milletvekili) bir ekipti… İsmet Büyükataman’a karşı bir cephe almıştı bu ekip. Hatta Semih Yalçın oğlunun vefatıyla ilgili isim isim herkese teşekkür etmişti gazete ilanında. Orada adını geçirmediği tek kişi İsmet Büyükataman’dı.

İsmet Büyükataman o dönemde partinin genel sekreteri miydi?

Evet… Onun daha öncesine gidersek. Biliyorsunuz Devlet Bey hastalandı bir dönem, hastanedeyken, bütün herkes, teşkilat mensupları buna üzülürken, Devlet Bey’in iyileşmesini beklerken, İzzet Ulvi Yönter delege avına çıktı. Hatta Eskişehir’de kendisini koskocaman bir pankartla genel başkan gibi karşılattı. Pankartta “Hoş geldiniz Genel Başkanımız’ yazıyordu. Herkes Devlet Bey’in, iyileştikten sonra, Semih Yalçın ve İzzet Ulvi Yönter’i partiden göndereceğini konuşuyordu ama göndermedi.

Neden olmadı sizce?

Bilmiyorum. Demek ki biz yanlış düşünmüşüz ya da Devlet Bey sahip çıktı onlara.

“Parti içindeki iktidar savaşı, Ateş’in harcanmasındaki sebeplerden biri”

Parti içindeki iktidar savaşını biraz daha anlatır mısınız?

Rahmetli Sinan Ateş’in harcanmasındaki sebeplerden biri buydu. Parti içindeki iktidar savaşı. Sinan Ateş, ocakların başında kaldığı sürece rahat edemeyeceklerdi. İstedikleri kişileri istedikleri konuma getiremiyorlardı. Tahminim bu yönde. Sinan Ateş, Devlet Bey’den başka kimseden talimat almazdı kesinlikle. Yani şu başkan yardımcısı vs. dinlemezdi. Bahçeli’yle doğrudan bağlantısı vardı.

Devlet Bey hastayken bir ses kaydından bahsettiler. İşte güya Sinan Ateş’e sormuşlar “Devlet Bey vefat ederse ne olacak” diye. Sinan da “İsmet Büyükataman genel sekreter olduğu için süreci o devam ettirecek, kongreye götürecek” demiş. Yanlış bir şey dememiş ki, sonuçta partinin genel sekreterinin görevi bu. Bu ses kaydı var mı bilmiyorum ama dallandırıp budaklandırdılar, yaydılar.

Sinan Ateş’in aleyhine mi kullandılar?

Aleyhine kullandılar. Devlet Bey’e “Sizin arkanızdan iş çeviriyor” demeye getirdiler.

İzzet Ulvi Yönter diyor ki “İçimize ve dışımıza yuva yapan çakallara karşı Elif gibi dimdik duracağız. Şayet boyun eğersek hem vallahi hem billahi gök girsin kızıl çıksın.” Bunun bir anlamı var mı?

Hiç bilmiyorum… Kendisine sormak lazım…

Bu kadar delil varken, plakalar, o plakaya ait seyir kayıtları… Devlet Bahçeli neden bu kadar koruyucu?

Biz aslında Çağrı Ünel olayında bekledik. Devlet Bey’in bu tür olaylardaki tutumunu herkes bilir. Devlet Bey bu tarzdaki olaylara bulaşanları partiden gönderir ve kovardı, ihraç ederdi. Biz görev yaparken konuşmalarımıza, tavrımıza her şeyimize dikkat ederdik.

Devlet Bahçeli Genel Başkan olduğu zaman "Ülkücüler tespih kullanmasın, hilal bıyık bırakmasın, beyaz çorap giymesin" diye bir genelge yayınlamıştı hatırlıyorum…

Yani bir Ülkücü sokakta kavga etse, “Bunu gönderin, partimizle, Ülkü Ocakları’mızla bağlantısı yoktur” diye talimat verirdi Bahçeli. Çağrı Ünel’e Adana ve Kadirli Ülkü Ocakları’ndan giden ekibin saldırması sonucu bir Türk evladı vefat etti. Çağrı Ünel’e 10 kişi saldırdı. Görüntüleri var. Kendisini korumak için yaptı. O da Sinan Ateş’i destekleyen biriydi. Yaptığı olay da nefsi müdafaadır. O gün kendini savunmasaydı Çağrı Ünel de vefat edecekti. Bu olayda bir kişi vefat etti. (Emrullah Kaplan-CY). Devlet Bey’in “Bu işin sorumluları kimse ortaya çıksın demesini” bekledik. O zaman da yapamadı.

Ayhan Bora Kaplan ve Sinan Ateş dosyaları üzerinden Ankara’da ciddi bir karışıklık var. Yargıtay seçimleri ile Emniyet’teki gelişmeleri takip ediyorsunuzdur. Bir yandan da MHP yönetimi ve Bahçeli’nin “surda gedik açtırmak istemediği” yönünde yorumlar var…

Surda gedik açıldı ki… Sinan Ateş dosyasında tutuklu olan Serdar ÖktemTolgahan Demirbaş ve Emre Yüksel, bunlar Ülkü Ocakları genel başkan yardımcıları… Bunları herkes biliyor. Parayı eşi üzerinden gönderen şahıs Ufuk Göktürk, o da İstanbul il yöneticisi… 

“Ateş’in Çağrı Ünel’e öldürüleceğini söylediğini savcıya anlattım”

İddianamede ifadeniz yer almadı, ne demiştiniz ifadenizde?

Sinan Ateş’in Çağrı Ünel’e, “Bursa’da da bana saldırı yapılacağı, kendisine de Ankara’da saldırı yapılacağı hatta öldürüleceği” ile ilgili söylediklerini anlattım savcı beye…

Sinan Ateş öldürüleceğini biliyordu değil mi?

Evet biliyordu. Sadece son zamanlarda ortaya çıkan WhatsApp yazışmaları değil. Bir sürü insan bana, Sinan Ateş ile “Abi dikkat et, öldürecekler seni” yazışmalarını gönderiyor. Bir iki tane değil…

Hiç önlem almaya çalıştı mı Sinan Ateş?

Sinan Ateş hiçbir zaman için mücadelesinden geri durmadı. Kendisi ideolojisi olan bir insandı. Hiçbir zaman geri adım atmadı. Bir söylenti var o dönem için. İşte Makedonya’ya kaçtı falan. Sinan kaçmadı. Makedonya’ya Vizyon Üniversitesi’nde bir konferansa katılmak için gitmişti. Aylar öncesinden planlanan bir konferanstı. O da Çağrı Ünel’e saldırıyla aynı günlere denk geliyor. Zaten uzun kalmadı. Üç dört gün sonra döndü Türkiye’ye.

“İsmet Büyükataman’a defalarca söyledi”

Sinan Ateş’in öldürüleceğine dair bu kadar işaret varken bunun Bahçeli’nin kulağına gitmemesi mümkün mü?

Mümkün olabiliyor demek ki… Sinan, bu konuyla alakalı görüşmek için birkaç kez aradı Bahçeli’yi özel kalem müdürü Murat Çelik vasıtasıyla… Bahçeli’ye durumu izah edecekti. İşte bunlar, bu haber sitesi vs., bu arkadaşlar bunlarla görüşmüşler, Çağrı Ünel’e saldırı oldu vs…  Bunları anlatacaktı. Ama görüşemedi. Ya gerçekten Devlet Bey müsait değildi ya da Devlet Bey görüşmek istemedi ya da Murat Bey iletmedi… Bunları bilemiyoruz. Ama “Git İsmet Abi’ne (İsmet Büyükataman) anlat” dediklerini iyi biliyoruz.

Daha önce de Bursa’da görev yapmış, 80 öncesi Ülkücülerden Efendi Barutçu, Devlet Bey’e ulaşmaya çalıştı bu meselelerle ilgili. Sosyal medyasından Devlet Bey’e ‘Akacak bu kanı durdurun’ diye açık mektup yazdı. Onu da hedef aldılar. Sinan Ateş de Efendi Barutçu’ya ‘Abi yazma böyle şeyler zarar veriyor’ demişti.  

İsmet Büyükataman’a söyledi mi Sinan Ateş?

Defalarca söyledi. Ben biliyorum. Ama İsmet Bey, “Sessiz kal, kitap falan çıkartma, sağa sola gitme, resim atma, sosyal medya hesaplarını kapat…” devamlı bunları söylerdi.

Sinan Ateş’e “Görünmez ol” demiş aslında…

Sinan akademisyen, bir ideolojisi var. Bu adam nasıl gezmesin, nasıl kitap çıkartmasın…

Ayşe Ateş açıklamıştı, Sinan Ateş’e siyaseti bırakması için ne isterse verileceğinin teklif edildiğini söylemişti. Sizin böyle bir duyumunuz var mı?

Ben öyle bir şey duymadım. Tabii ki Ayşe Hanım ailesidir. Özel paylaşımları vardır, daha çok bilgiye hakimdir bu konuda.

Sinan Ateş’i siyasetten geri tutmak mümkün müydü gerçekten?

Mümkün değildi. Sinan Ateş Milliyetçi Hareket Partisi dışında başka bir yerde siyaset yapmazdı. MHP’de olmasaydı Türk gençliğine yönelik, Türklük şuuruna, İslam ahlak ve faziletine yönelik nesiller yetiştirmek için çaba sarfederdi.

Sinan Ateş, sosyal alanda siyasete devam etseydi bu da rahatsızlık yaratır mıydı?

Yaratıyordu işte zaten. Sinan Ateş’in Milliyetçi Hareket Partisi üyeliği bile yoktu. Ülkü Ocakları bir vakıf. Ama tabii ki Milliyetçi Hareket’e bağlı olduğu için Devlet Bey’e direkt bağlıdır. Devlet Bey atamasını yapar oradaki arkadaşın. O arkadaş da kendi ekibini kurar. Süreç bu şekilde ilerler.

Sinan Ateş’in Ülkü Ocakları Başkanlığı’nı kendisi bırakmak istediği yönünde bir bilgi var mı sizde?

Bende öyle bir bilgi yok. Bildiğim kadarıyla Devlet Bey’le birlikte konuşuyorlar. İşte “Akademik kariyerine devam et, profesörlüğünü al” gibi bir konuşma olmuş sağdan soldan duyduğumuz kadarıyla. Sinan Ateş bir şey söylemedi bu konuda bize. Sonra bir yazıyla başkanlıktan ayrıldığını sosyal medyadaki paylaşımıyla öğrendik. “Ses kaydı var” demeleri, Yönter ekibinin çalışmaları, görevden alınmasında etkili oldu.

Tetikçi Eray Özyağcı’nın Ankara’dan İstanbul’a kaçırıldığı aracın görüntüsüne T24 ulaşmıştı.
Görüntüde, Tolgahan Demirbaş ile Emre Yüksel’in kullandığı aracın “çakarlı” olduğu görülüyor

“Ülkü Ocakları’nın makam arabası bir tetikçiyi kaçıramaz, katil oturamaz; töreyi bozdular”

Dediniz ki Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu Genel Sekreteri Necdet Ada, Sinan Ateş’e Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı teklifiyle gelmiş. Bu nasıl oldu?

Sinan’ın hoca arkadaşları da bana ulaştı ve bu bilgiyi paylaştı. Hatta Sinan’ın Cumhurbaşkanlığına Türk gençliğine yönelik hazırlamış olduğu bir raporu da vardı. Tahminim şöyle; genel seçimler yaklaşıyordu, Cumhurbaşkanlığı'nın Türk gençliğine yönelik yapacağı, atacağı adımlarla ilgili olabilir.

AKP cephesinde Sinan Ateş’in bir prestiji varmış bunun anlıyorum.

Sinan Ateş bununla ilgili Devlet Bey’le görüşmeden kabul etmem demiş herkese. Kabul de etmemiş.

Bahçeli’den belki izin çıkmadı…

Muhtemelen ya da görüşemedi Devlet Bey’le…

Orhun Haber’in Sinan Ateş’i FETÖ ile ilişkilendiren paylaşımının teşkilatlar tarafından paylaşılması istenmiş. Şunu anlamaya çalışıyorum, bunlara hiç direnç gösterilmez mi?

Ülkü Ocakları hiyerarşik bir yapıyla yönetilir. Emir komuta zinciri vardır. Ülkü Ocakları’nda üst makamlarda oturan kişiler bir şey söylediği zaman bu emir telakki edilir. Orada oturan insan Ülkü Ocakları’nın kurumsal kimliğini iyi yönde de kullanabilir, bu arkadaşlar gibi kötü yönde de…

Hiç sorgulayan olmaz mı emirleri?

Rahmetli Sinan Ateş’in bir sözü vardır; okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, tefekkür etmeyen bu cephenin gerisinde su bile taşıyamayacaktır. Yani ne olursa olsun Türk genci okumalı, araştırmalı, sorgulamalı ve tefekkür etmelidir diyor.  Çünkü devir değişti.

Sinan Ateş’in Ülkü Ocaklarıyla ilgili öyle plan ve projeleri vardı ki bırakmasaydı ilk kez bir bayanı il ocak başkanı atayacaktı. Bunun çalışmaları içerisindeydi.

Bizim için o makamlar kutsal makamdır. Ama o makamda şu anda oturan insanlar yanlış insanlar. Ülkü Ocakları’nın makam arabası bir tetikçiyi kaçıramaz, o araca bir katil oturamaz. Katil, uyuşturucu, torbacı… Ne ararsanız var. Bu arkadaşlar töreyi bozdular.

“Orhun Haber, Ahmet Yiğit Yıldırım’a ait; geçmişte cemaatlerde bulunduğuna dair söylentiler var”

Orhun Haber Sinan Ateş’in aleyhine yayınlar yaptı. Sitenin sahibi olduğu söylenen Kadir Ejder savcıyla ilgili haberler nedeniyle gözaltına alındı, tutuklandı ve tahliye oldu. Bu siteyle ilgili neler diyeceksiniz?

Ahmet Yiğit Yıldırım İstanbul’dan Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı’na atanınca bu arkadaşlar yardımcılığını yapan kişiler. Herkes bilir ki Orhun Haber, Ahmet Yiğit Yıldırım’a ait.

Ahmet Yiğit Yıldırım’ın siyasi geçmişi ile ilgili ne biliyorsunuz?

İstanbul'dan… İstanbul'da da Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış kendisi. “Geçmişinde cemaatlerde bulunduğuna” dair söylentiler var. Bilmiyorum artık. Bir zamanlar yediği içtiği ayrı gitmeyen ama sonrasında ters düşen arkadaşların dile getirdikleri şeyler bunlar. Sosyal medyada bu ekibin “cemaatçi” olduğuna dair paylaşımlar var.

İzzet Ulvi Yönter’le ilgili de A Haber’de Kanal Türk’ün kapatılmasıyla ilgili protesto gösterisine katıldığı yönünde iddia ortaya atılmıştı…

Biliyorum o süreci. Yönter’i partiye Şenkal Atasagun’un getirdiğini biliyorum. Belki yanlış biliyorum ama söylentiler böyle bizim camiamızda…

"Tehdit yok, korku falan da geçti. Biz zaten canımızı 30 Aralık’ta Sinan’la beraber toprağa gömdük"

Davanın siyasi bir cinayet davası olarak görüleceğine inanıyor musunuz?

Bu cinayette planlayanlar ve finans kaynakları önemli. Ve bu ekip İstanbul ekibi olduğu için torbacılar da İstanbul’dan. Düşünün bir kişiyi öldürmekten 22 kişi tutuklu. Bunun içinde siyasetçisi var, MİT’çisi var, özel harekatçısı var, torbacısı var, iş adamı var. Bunlar bilinenler. Bilinmeyen daha kaç kişi çıkacak.

Sinan Ateş 15 Temmuz sonrası MHP bünyesindeki FETÖ komisyonunun başındaydı. Sizce o komisyonun başında olması Ateş’in tehdit edilmesinin bir gerekçesi olabilir mi? Belki başka bilgilere ulaştı…

Zannetmiyorum. O süreci gerçekten Sinan Ateş çok iyi yönetti. O konuyla alakalı herkesin de takdirini almıştır.

Eski Ülkü Ocakları Başkanı Afşin Hatipoğlu’nun “Bence, CHP’nin bu davayı, ‘siyasi cinayet’ başlığı ile uluslararası kuruluşlara taşıması gerekir. Zira, sağ siyasete ve siyasetçilere güvenerek hiçbir adım atılamaz. Siz Ülkücülerin bu davaya sahip çıktığını düşünüyor musunuz?

Gerçek Ülkücülerin bu davaya sahip çıktığını düşünüyorum. Bakın bazı evraklar sızdı. Bizim şerefli polisimizin üniformasını giyen şerefli insanlarımız var. Bir de bu şerefe nail olmayan şerefsizler var. Samimi Ülkücüler mutlaka bu davaya sahip çıkar. Bu davaya müdahil olmak isteyen çok avukatımız var. Bununla ilgili karar mercii Ayşe Hanım ve Selma Hanım'dır.

“Bu cinayet Ülkücü hareketin Kerbela’sıdır, çatır çatır adam öldürebilen gözleri dönmüş insanlar”

Geçen yıl Bursa’ya geldiğimde, Sinan Ateş’in lokmasının dağıtıldığı gün insanlarla konuştum. Ülkücü isimlerle konuştum ve şu yorumu yapmıştım: Bu cinayet Ülkücü harekette bir kırılma yaratacak. Bir kırılma olduğunu siz gözlemliyor musunuz? İleri bir yorum mu sizce?

Bu cinayet Ülkücü hareketin Kerbela’sıdır.

MHP güçlü ama hâlâ…

Güçlüler… Artık devlet içinde devletleştiler mi, ne oldu bilmiyorum ama görüyorsunuz bir insanı öldürmek için 22 kişiyi bir araya getirebiliyorlar. Bunun içerisine istihbaratçıyı koyuyor, özel harekatçısını koyuyor. Cinayet dosyasını soruşturan komiser bile daha önce bunlara bilgi aktaran kişi çıkıyor. Düşünün artık… Azmettirenler bilinmesine rağmen bunlar elini kolunu sallayarak geziyorlar.

Siz istifa ettiniz mi MHP’den…

İlk ben istifa ettim. Biz taziye mesajı beklerken herkesin yeni yıl kutlaması çok zorumuza, ağırımıza gitti ve sessiz kalınması… Yıllarca ne için emek vermişiz. Davamız için verdik ve vermeye de devam edeceğiz. Ama çok zorumuza gitti bu insanların böyle davranmaları. Kırılma çok insan da var.

Siz tehdit almaya devam ediyor musunuz, korkuyor musunuz?

Tehdit yok, korku falan da geçti. Biz zaten canımızı 30 Aralık’ta Sinan’la beraber toprağa gömdük.

Hâlâ kendinizi MHP’li olarak tarif ediyor musunuz?

Güzel bir soru.  Şu anda kendimi MHP’li olarak tarif etmiyorum.

Kırgın mısınız?

Hem de çok. Kırgınlığımı tarif edecek bir kelime yok. İdeolojimizden sapma olmaz. Ülkücüyüm tabii. Şu anda Ülkü Ocakları bir kuşatma altında. Ülkücü olmayan şahıslarca kuşatma altında. Bu insanlar hem devlet nezdinde hem de parti içerisinde güçlüler. Bizim bu insanlarla mücadele etme gibi bir şansımız yok artık. Çatır çatır adam öldürebilen gözleri dönmüş insanlar. Biz kalemimizle, fikrimizle, düşüncelerimizle mücadele veren insanlarız. Biz onlar gibi değiliz. O yüzden eski Ülkü Ocaklara Başkanı Ali Metin Toktemir’in bir sözü vardı; bazen Ülkücülük evinin bir köşesinde oturup beklemektir diye. Biz de şu an onu yapıyoruz. Peki evinizin köşesinde oturup bekliyorsunuz. Ve bir gün evim dediğiniz yerde oturanlar taşınırsa…

Ne zaman ki Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkü Ocakları bağırsaklarındaki pisliklerden temizlenir, arınır, sadece ben değil benim gibi yüzlerce insan dönecektir.

“Sinan Ateş’in ’Ahmet’ dediği kişi Ülkü Ocakları Genel Başkanı”

Sinan Ateş’in 13 yıl danışmanlığını yaptığı MHP Genel Sekreteri İsmail Büyükataman’ın sessizliğini nasıl açıklayacaksınız?

Makam çarptı herhalde. Bırakın tweet atmayı baş sağlığı bile dilemedi. Herkes bilir ki Sinan Ateş’in çocukları İsmail Büyükataman’a “Dede” derdi. Sinan Ateş, “Babam gibi severim” derdi. Bu kadar vefasızlık, bu kadar vicdansızlık, bu kadar ahlaksızlık olmaz.

Dileseydi ne olurdu görevden mi alınırdı?

Valla bizimle, ailesiyle, dava arkadaşlarıyla görüştükleri için görevden alınanlar oldu. Mesela sosyal medya paylaşımınızı beğenen bir arkadaşı hemen arıyorlar. Niye beğendin diye… Tek tek bunlara bakıyorlar. Çok acayip gerçekten. Sinan o kadar güçlü, büyük birisiymiş ki isminden korkuyorlar. Mümkünse adını silmek istiyorlar.

Bugün ismini zikrettiğim arkadaşlar bir gün gelecek mutlaka yargılanacaklar. Yani bundan kaçma gibi bir olasılıkları yok. Bu arkadaşlar şimdi “vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı seviyoruz” diyorlar ya. Görev süreleri bittikten sonra “vatan millet bayrak” diyenler yurt dışına kaçmasın. Ama adım gibi eminim hepsi kaçacak.

Daha önce gazetecilere siyasilere yönelik saldırılara karışanların yolu Ülkü Ocakları ile kesişmişti. Siz o dönemde de bunları eleştirmiş miydiniz?

Ben size Sinan Ateş’in bir yazışmasını göstereyim. Tarih 16 Mart 2022… Çağrı Ünel’e saldırının ertesi günü… Sinan Ateş şöyle yazmış:

“Beni öldürmeye karar vermiş arkadaşlar. Ocaklara talimat vermişler. Peşime katiller takmışlar. Çok haber veren oldu. Sen de tanıştığın kişileri ikaz et. Ahmet’in bu tavrı Türkiye’yi karıştırmaya yönelik de.”

“Ahmet” dediği kişi Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım… Bizim tek amacımız idealimiz var. Bu davanın çözülmesi… Rabbimiz canımızı katillerin yakalanmasını görmeden almasın. Ne olursa olsun Türk devleti adaletine güvenmeye devam edeceğiz. Elimizden geleni de her zaman için yapacağız. Bu kadar delile rağmen bu cinayet örtbas ediliyorsa, edilecekse bitmişiz demektir.

En başta sormak yerine tabloyu biraz anlaşılır kıldıktan sonra, sonda sormak istedim. Sinan Ateş neden öldürüldü?

Sinan Ateş gelecek vadettiği için öldürüldü. Sinan Ateş başarılı bir insan olduğu için öldürüldü. Sinan Ateş kıskanıldığı için öldürüldü, popüler olduğu için öldürüldü.

                                                          /././

KYK yurtlarında kalacak emeklilerden konaklama vergisi alınacak (mı?) (Murat Batı)

“Yok artık” dediğinizi duyar gibiyim ama öyle…

Geçen gün Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan emekli yurttaşlarımız için çok önemli müjdeler(!) açıkladı. Bunlardan biri de Kredi ve Yurtlar Kurumu (KYK) bünyesinde yaz aylarında uygun olan yurtlar, bir aylık dönemde emeklilerin ücretsiz kullanımına açılacak” cümlesi idi.

Bu haberin heyecan vericiliğini bir tarafa bırakıp konuya farklı bir açıdan daha bakmamız gerekiyor, o da bu ücretsiz konaklamadan dolayı ödenmesi gereken konaklama vergisidir. Yanlış duymadınız, KYK yurtlarında ücretsiz bir şekilde kalınması nedeniyle KYK İdaresi, konaklama vergisi hesaplayıp ödemek zorunda. Belki de ödenecek bu vergi, emeklilerden istenecek.

Yok artık” dediğinizi duyar gibiyim ama öyle…

Gelin önce konaklama vergisini sonrasında da olası ihtimalleri irdelemeye çalışalım.

Nedir bu konaklama vergisi?

2019 yılında Gider Vergileri Kanunu’nun 34’üncü maddesi Konaklama Vergisi olarak düzenlendi ve bu vergi 1 Ocak 2023’te yürürlüğe girdi.

Gider Vergileri Kanunu m.34 uyarınca konaklama vergisinin konusunu, otel, motel, tatil köyü, pansiyon, apart otel, misafirhane, kamping, dağ evi, yayla evi gibi konaklama tesislerinde verilen geceleme hizmeti ile bu hizmetle birlikte satılmak suretiyle konaklama tesisi bünyesinde sunulan diğer tüm hizmetler (yeme, içme, aktivite, eğlence hizmetleri ve havuz, spor, termal ve benzeri alanların kullanımı gibi) oluşturur.

Kanun maddesinde yer alan anahtar kelime geceleme hizmetidir. Geceleme hizmeti yoksa konaklama vergisi de olmayacak. Geceleme hizmetiyle birlikte olma şartıyla tesis bünyesinde sunulan hizmetler konaklama vergisine tabi olacak. Örneğin bir ya da üç öğün yeme-içme gibi.

Ücretsiz de olsa geceleme hizmetleri konaklama vergisine tabidir

Konaklama vergisinde vergiyi doğuran olay, verginin konusuna giren hizmetlerin sunulması ile oluşur. Bedelin bir kısmının veya tamamının hizmetin sunumundan önce veya sonra tahsil edilmesinin ya da hiç tahsil edilmemesinin vergiyi doğuran olaya etkisi yoktur. Böylece KYK yurtlarında kalacak şanslı emeklilere sunulacak ücretsiz geceleme/konaklama hizmetinden konaklama vergisi alınacaktır.

İyi de öğrenci yurtları istisna değil mi?

Evet istisna, Kanun bazı yerlerde sunulan hizmetleri konaklama vergisinden istisna etmiştir. Örneğinöğrenci yurtları, pansiyonları ve kamplarında öğrencilere verilen hizmetler konaklama vergisinden istisna edilmiştir. Ancak bu gibi yerlerde öğrenci olmayanlara sunulan hizmetler vergiye tabidir.

Hatta Konaklama Vergisi Uygulama Genel Tebliği’nin İstisnalar başlıklı bölümünde “Gider Vergileri Kanunu m.34/7.fıkra-a bendine göre, öğrenci yurtları, pansiyonları ve kamplarında öğrencilere verilen hizmetler vergiden müstesnadır. Yukarıda sayılan yerlerde arızi olarak öğrenci olmayanlara verginin konusuna giren hizmetlerin sunulması durumunda, söz konusu satışlar için istisna uygulanmaz. Vergiye tabi bu işlemler sadece işlemin gerçekleştiği dönemler için verilecek Konaklama Vergisi Beyannamesi ile beyan edilir.” şeklinde izah da mevcuttur.

Buna göre KYK yurtlarında öğrenciler kalırsa konaklama vergisinden istisnadır ama bu yurtlarda öğrenci olmayanlar örneğin emekliler kalırsa maalesef bu istisna uygulanmayacak ve dolayısıyla da konaklama vergisi alınacak.

Ne kadar konaklama vergisi alınacak?

KYK yurtlarında verilecek ücretsiz geceleme ve yeme-içme hizmetlerinin emsal bedeli dikkate alınarak bir tutar belirlenecek ve bu tutar KDV hariç tutar üzerinden yüzde 2 olarak hesaplanacak. Örneğingeceleme ile birlikte yeme-içme hizmetinin bir günlük KDV hariç bedelinin bin TL olduğunu varsayarsak bu tutar üzerinden yüzde 2 yani kişi başı günlük 20 lira konaklama vergisi hesaplanacak.

Dikkat ettiyseniz geceleme hizmeti ile birlikte yeme-içme hizmeti de varsa onu da dahil ettim. Çünkü konaklama vergisinin matrahı, verginin konusuna giren hizmetler karşılığında, KDV hariç, her ne suretle olursa olsun alınan veya bu hizmetler için borçlanılan para, mal ve diğer suretlerde sağlanan ve para ile temsil edilebilen menfaat, hizmet ve değerler toplamıdır. Yeme-içme hizmeti hariç sadece gidin uyuyun denilirse o zaman yeme-içme hariç tutar üzerinden hesaplanacaktır.

Olayın detayları ilerleyen zamanlarda ortaya çıkacağından o zaman konuyu bu minvalde daha detaylı izah etmiş olacağım.

Gelelim hayati soruya…

Bu vergiyi kim ödeyecek?

Konaklama vergisinin mükellefi verginin konusuna giren hizmetleri sunanlardır yani KYK İdaresidir. KYK İdaresi sunduğu geceleme ve yeme-içme hizmetinin emsal bedeli üzerinden yüzde 2 oranında konaklama vergisi hesaplayıp vergi idaresine beyan edip ödemek zorundadır. Ancak uygulamada örneğin Antalya-Kaş’ta bir otelde hesaplanan konaklama vergisi faturada gösterilip müşteriden alınmaktadır. Buna verginin yansıtılması denilmektedir.

Bu durumda KYK İdaresi, yararlanılan toplam geceleme ile yeme-içme hizmetinin emsal bedeli üzerinden hesapladığı konaklama vergisini -tıpkı diğer oteller gibi- müşterisinden yani emeklilerden isteyebilir. Buna da hazırlıklı olmak lazım.

Ezcümle şu anki mevzuat bu şekilde. Mevzuat değişikliği yapılır ve kanun maddesine bu yönde bir istisna hükmü konulursa o zaman konuyu bir daha değerlendiririm ama şu anki mevzuata göre durum bu şekildedir.

                                                            /././

15 Mayıs 2024: “Devlet içinde devlet kurmaya” ilk adım (Yalçın Doğan)

Bir vakıf ki, Dışişleri Bakanlığı yerine geçiyor, ayrıca “devlet içinde devlet kurma” niteliğinde. AKP iktidarı FETÖ’nün faaliyetlerini “paralel yapı kuruluyor” diye çok eleştiriyor. Şimdi kendisi paralel yapı kurma hazırlığına girişiyor.

AKP Milletvekilli Mustafa Canbey ve Zeynep Yıldız’ın ilk imzasını taşıyan “Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı Kanunu Teklifi” TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndan geçti

-Sanki Merkez Bankası...

İç borçlanma senedi çıkarmak, Hazine Bonosu alıp satmak, hisse senedi alıp satmak.

-Sanki Milli Eğitim Bakanlığı ya da YÖK...

Yeni üniversite kurmak.

-Sanki Maliye Bakanlığı...

İktisadi işletme kurmak.

-Sanki Şehircilik Bakanlığı ya da TOKİ...

Yurt içinde ve dışında emlakçılık ve inşaat yapmak.

-Sanki Ticaret Bakanlığı...

Ticari faaliyette bulunmak, şirket kurmak, taşınmaz mal alıp satmak, kiralamak.

-Sayıştay denetimi dışında.

TBMM Bütçe Plan Komisyon tutanaklarını okuyorum, “vay canına” demekten kendimi alamıyorum.

Örneği olmayan bir vakıf

Bu faaliyetleri kim yürütecek?.. Kime karşı sorumlu?..

Dışişleri Bakanlığı’na bağlı yeni bir kurum oluşturuluyor.

“Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı.”

Bir vakıf ki, Dışişleri Bakanlığı yerine geçiyor, ayrıca “devlet içinde devlet kurma” niteliğinde.

AKP iktidarı FETÖ’nün faaliyetlerini “paralel yapı kuruluyor” diye çok eleştiriyor. Şimdi kendisi paralel yapı kurma hazırlığına girişiyor. 

Hazin bir itiraf

Vakfın kurulmasıyla ilgili yasa önerisi Dışişleri ve Anayasa Komisyonunda görüşülmüyor, doğrudan Bütçe Plan Komisyonu’na geliyor. “Neden” sorusuna, AKP’li komisyon başkanı “bilmiyorum” diyor!..

Neden böyle bir vakıf?..

Önerinin birinci maddesinde amaç şöyle:

“Dışişleri Bakanlığı teşkilatının faaliyetlerinin güçlendirilmesi ile personelinin temsil kabiliyeti yüksek ve donanımlı yetiştirilmesinin desteklenmesi ve bu yasa kapsamında belirlenen faaliyetlerin icrası...”

Dışişleri Bakanlığı’nın faaliyetleri yetersiz ki, şimdi “o faaliyetler güçlendirmek” isteniyor.

Hazin bir itiraf!...

Ayrıca, meslekten diplomatları “monşer”, işe yaramaz görmenin ötesinde, son yıllarda atananların kimliğini açığa çıkartan ifadeler var.

“Dışişleri personelinin temsil kabiliyeti yüksek ve donanımlı yetiştirilmesi...”

Demek ki, diplomatların temsil yeteneği yüksek değil, donanımlı da değil.

Adı yolsuzluk iddialarına karışan, yabancı dil bilmeyen, sadece AKP zihniyetine bağlı, diplomasiyle zerre kadar ilgisi olmayan insanlar son yıllarda büyükelçi atanmıyor mu?..

“Diplomasi Akademi Başkanlığı”

Madem diplomat yetiştirilecek...

“Tek adam rejimine” geçildikten sonra...

1 Sayılı Cumhurbaşkanlığı KHK’sının 149. maddesinde...

“Diplomat yetiştirmek için Diplomasi Akademi Başkanlığı kurulması” öngörülüyor.

Buna rağmen, şimdi bu vakfın “diplomat yetiştirmek amacıyla yeni bir üniversite kurmasının” anlamı ne?..

Her yere üniversite kurdunuz, kaçı gerçek işleve sahip?.. Kaçında bilim var, kim, ne öğreniyor, mezunlar ne işe yarıyor?..

Kaldı ki üniversite kurmak Dışişleri’nin işi mi?..

Mütevelli Heyeti

Vakıfta “Mütevelli Heyeti” var.

Başkanı Dışişleri Bakanı. Akademisyenlerden, emekli büyükelçilerden ve iş dünyasından dokuz üye seçiyor.

Şuraya bakın:

-Üyelere huzur hakkı ödeniyor.

-Üyeler ticaret yapabiliyor, mal ve hizmet satın alabiliyor.

-Mütevelli Heyeti vakfın denetleme organını seçiyor. Denetleme organı kendisini seçen Mütevelli Heyetini denetliyor!.. 

“Tasarruf Tedbirleri” güme gitti

Zaten çok tartışmalı, “Tasarruf Tedbirleri” anında deliniyor.

“Kamuda yeni kurumlar kurulmasının önüne geçilecek” diyorsunuz.

E, işte kuruyorsunuz!..

Üstelik taşıt alımı, kiralama vs. gibi kamuda tasarruf kapsamında ne varsa, hepsinin tersini yapıyorsunuz!..

 Özbudun: En tehlikeli madde

Vakıf önerisi 15 Mayıs 2024 günü Plan Bütçe Komisyonu’nda ele alınıyor.

Görüşmelerde Rahmi Aşkın Türeli, Ümit Özlale, Veli Ağbaba, Selim Temurci, Cavit Arı ve diğer muhalif milletvekilleri yerinde eleştiriler yöneltiyor.

O eleştirilerden biri de Anayasa profesörü Serap Yazıcı Özbudun’a ait, önerinin amacını anlatıyor:

“Bu yasa önerisinin en tehlikeli maddesi birinci madde. Dışişleri Bakanlığı faaliyetlerini güçlendirmek üzere vakıf kuruluyor.

Böylelikle bütün Bakanlıkların yanına bir vakıf kurarak, ikinci bir Bakanlık kurabilirsiniz, devlet içinde devlet oluşturabilirsiniz.

Hatta, aynı şeyi Cumhurbaşkanlığı için de yapabilirsiniz.

Devlet içinde devlet yaratırsınız.

Bunun devlet hayatında nasıl bir ikileşmeye yol açacağını düşünün.

Bu yasa önerisi Anayasa’nın çeşitli maddelerine aykırıdır.”

AKP uyarılara, her zamanki gibi kulak tıkıyor, öneri 15 Mayıs’ta komisyonda kabul ediliyor.

Bizim Dışişleri dünyada 261 diplomatik misyona sahip, dünyada en geniş üçüncü ağ.

O ağ şimdi “devlet içinde devlet kurma” girişiminin öncülüğünü üstleniyor. 

(T24)


18 Mayıs 2024 Cumartesi

Ayasofya’dan Kariye’ye; Müzeden Cami’ye…+ Egemenlik ilişkilerinin sergi alanları: Müzeler + Ayasofya'dan Kariye'ye iktidarın müze savaşı (EVRENSEL)

Ayasofya’dan Kariye’ye; Müzeden Cami’ye…(T. Gül Köksal) 

Müzecilik haftası gelince, aklıma ilk olarak kültürel değerlerin kim için ve nasıl müzeleştirildiği geliyor.

Yaşayan şeylerin yerlerinden koparılıp başka bir yerde sergilenmesi fikrine dayanan müzecilik yeni bir şey değil. Müzeler toplumların ürettiği değerleri kendi bağlamlarından ötede yan yana getirerek, resmi tarihe uyumlu, makbul ve kategorize edilmiş bir şekilde yeniden topluma sunarlar.

Kültür politikasının somut mekânsal birer ürünü olarak müzeler, batı dünyasında gün be gün dönüşüyor. Ziyaretçilerini aktif tutan interaktif yöntemlerden, bünyelerindeki eğitim programlarına veya nesnelerin/yerleşimlerin yerinde sunulduğu müzelere dek çeşitlenen yeni müzecilik yollarıyla kültürel hegemonya üretimi devam ediyor.  

Burjuva varlığının sergilendiği, değer üretimi ve atamasının sınıfsal olduğu, toplumsal zenginliğin bu sınıflamaya dahil edilmeden görmezden gelindiği müzelerde, çoğu kez kültürel birikim yoluyla toplumsal eşitsizliğin pekiştirildiğini söylemek mümkün.

Türkiye’de ise, batı dünyasını takip eden bu yaklaşım, benzer müzeleri üretiyor. Devlete ait müzelerin yanı sıra Koç, Sabancı gibi sermayedarların kurduğu müzeler de var. Bir de başlığa taşıdığım Ayasofya ve Kariye gibi mütemadiyen ideolojik çatışmaların mekânı olan örnekler var.

Temmuz 2020’de Birgün’e yazmışım; “Müzeden camiye Ayasofya: Siyasal İslami ideolojinin yeni aracı”. Yazıda Ayasofya’nın o dönemki işlev değişikliği müdahalesini tartışmışım (1). Açık Mimarlık programında da bu dönüşümün politik, ekonomik, toplumsal bağlamlarını Yağmur Yıldırım ile konuşmuşuz (2). O dönem Ayasofya’nın müzeden camiye dönüştürülmesi epey bir gündem olmuştu. ICOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi Türkiye Milli Komitesi), TMMOB gibi kurumlar yapının tarihi ve mimari niteliklerini işaret ederek müze olarak kullanımını salık vermişlerdi.

Bir tarafta kültürel hegemonyayı müzeleştirme yoluyla, diğer tarafta siyasal islam yoluyla üretme arzusu hakimdi. ICOMOS metni “devlet kararlarının sürekliliğini, devletin Birleşmiş Milletlere bağlı UNESCO tarafı olmasını, Atatürk ve arkadaşlarının kararına saygıyı, en çok ziyaret edilen müze olmasını, barış ve dinler arası kardeşliğin sembolü olmasını” vb. hatırlatıyordu (3).

Öte yandan Ayasofya kurulduğu andan itibaren ideolojik çatışmaların merkezinde sembolik bir yapı olarak tam da ülkenin içindeki yeni gelişen çatışmaları işaret ediyor(du). Bir fetih süreci hakim(di). İlgili yazıda Ayasofya’nın tarihi sürekliliği kadar bu ülkenin tüm değerlerinin, insan-hayvan türlerinin, doğanın, barışçıl, eşit, adil, özgür bir yaşam sürmesi ile eşdeğer olduğuna işaret etmiştim. İdeolojik, sınıfsal, etnik, dini, toplumsal cinsiyet vb. çatışmaların körüklendiği, kapitalist üretim ilişkilerinin bu kasıtlı ayrıştırmalardan beslendiği bir ortamda ihtiyacımız olan şey tüm ayrımları, eşitsizlik ve adaletsizliği ortadan kaldırmak.

Burada mesele Ayasofya’nın müze/ibadet işlevi almasının ötesinde ya da özündeki kilise/cami çatışmasının berisinde nasıl bir ülkede, ne şekilde yaşamak istediğimiz ile ilişkili bir sorunsal. Tartışmayı bu noktadan başlatmak, ulusların çizdiği sınırları da bedenlerimizin, ten renklerimizin, yaşam biçimlerimizin toplumsal karşılığı olan önyargıları da görmemiz için bir fırsat sunabilir. Böyle bir bakış açısı karar verici egemenler karşısında, o sınıfa ait olmayan hepimizin, insan dışı canlıların, doğanın ezilen, sömürülen olduğunu, dini/etnik çatışmalar içinde ıskaladığımız şeyleri yeniden ve yeniden sorgulamamızı imkân tanıyabilir.

Ayasofya cami işlevini aldıktan sonra, bir kısmı ücretli müze de oldu. 2020’de Cumhurbaşkanı açıklaması şöyleydi; “Ayasofya camiine ücretli giriş uygulamasını da kaldırıyoruz. Tüm camilerimiz gibi Ayasofya'nın kapıları da herkese sonuna kadar açık olacak. İnsanlığın ortak mirası olan Ayasofya yeni statüsüyle herkesi kucaklamaya çok daha samimi özgün şekilde devam edecektir”. Ancak Ocak 2024’te Bizans mozaiklerinin restorasyonu bittikten sonra açılan kısma giriş yabancı turistlere 25 Euro, yerlilere 850 TL oldu.

Üstüne Ayasofya’nın “yeniden fethi” Kariye’ye de sıçradı. 1948 yılında Müzeler İdaresi’ne bağlanan Kariye, Ağustos 2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle cami işlevini aldı ve restorasyon sürecinden sonra 6 Mayıs 2024’te ibadete açıldı (4). İdeolojik çatışmalar sürüyor…

Başta ifade etmeye çalıştığım müzecilik ideolojisine dönersem, kültürel değerlerin bir yere kapatılıp sunulmasından ziyade yaşamdaki akışına değinen Eduardo Galeano’nun şöyle der; “…Kültürel değerler hep hareket içindedir, değişim halindedir ve gerçekliğin meydan okumasıyla karşı karşıyadır; bizatihi gerçeklik de hareket halindedir zaten. Önemli olan onunla ne yapıldığı ve bir toplumun düş kurarken, yaşarken, dans ederken, oynarken, sevişirken onunla ne ölçüde özdeşleştiğidir. Dünyanın olumlu tarafı budur: Mütemadiyen birbirine karışmak ve yeni meydan okumalara yeni karşılıklar bulmak…. Bir çapa, geçmişe demir atan bir hafıza değil, bir mancınık olarak hafıza. Bir yere varmış bir hafıza değil, bir başlangıç noktası olarak hafıza” (5).

Kültürel üretim ve sürekliliği sorunsalı, sistemsel olan içinde metalaştırılıyor. Hafıza ve koruma somutlaştıkça aygıt tarafından kapılıyor. Oysa Galeano’dan çok sık referans verdiğim şu gelenekte öyle olmuyor: Bir seramik ustası artık üretim yapamayacak hale geldiğinde zanaatını bir törenle bırakır. Törende en güzel işini zanaata yeni başlayan bir çırağa sunar, çırak o çömleği alır, yere çarpıp bin parçaya böler. Sonra o parçaları alır, kendi çamuruna katar. Hafıza bir başlangıçtır ve kendi yoluna devam eder…

1. https://www.birgun.net/makale/muzeden-camiye-ayasofya-siyasal-islami-ideolojinin-yeni-araci-3079852 16 Temmuz 2020, https://acikradyo.com.tr/podcast/224918

3. http://www.icomos.org.tr/?Sayfa=Duyuru&sira=72&dil=tr

4. https://www.trthaber.com/haber/kultur-sanat/kariye-camiinde-79-yil-sonra-ilk-kez-cuma-namazi-kilindi-856696.html#:~:text=Uzun%20yıllar%20kilise%20olarak%20kullanıldı&text=Bu%20kararın%20ardından%20restorasyonuna%20başlanan,Mayıs'ta%20yeniden%20ibadete%20açıldı.

5. https://birartibir.org/kendi-hamuruna-katmak/

Egemenlik ilişkilerinin sergi alanları: Müzeler (Buse VURDU)

Zamanda ve mekanda tanımlı nesneler, egemenlik ilişkilerinin seçkin birer uğrak noktası olarak müze camlarının ardında yerini alır. Kültürel miras bugünün güçlü bir politik aracı haline gelir.

Müzeler, insanlığın ortak mirasını koruyan ve gelecek nesillere aktaran önemli kurumlar olarak bilinir. Ancak bu kurumların tarihi, sadece tarihi ve kültürel mirasın korunmasıyla değil, aynı zamanda ve daha çok, ekonomik ve politik süreçlerle içli dışlıdır. Müzelerde nesneler geçmişle geleceği bir hikaye etrafında birbirine bağlayan birer unsur niteliği gözetilerek sergilenir. Teşhirde yer alan eserler kadar yer verilmeyenlerin de bir anlamı bulunur. Bugünün hakim kültürel miras anlatısı her ne kadar bütün insanlık için ortak olan değerlere vurguyu içerse de gerçek, egemenlik ilişkileriyle göbekten bağlı çatışmaları içeren politik bir mücadele alanının varlığıdır.

Geçmişin maddi kalıntıları, devletlerin, kişilerin veya kurumların kendi hakimiyet alanlarını, güç ve prestijlerini sergilemenin birer aracı olarak kullanılır. Zamanda ve mekanda tanımlı nesneler, egemenlik ilişkilerinin seçkin birer uğrak noktası olarak müze camlarının ardında yerini alır. Kültürel miras geçmişe yapılan referanslarla bugünün güçlü bir politik aracı haline gelir. Bu politik araç hem ulusal hem de uluslararası arenada söz sahibi olan, ulusal sınırlar içinde genellikle milliyetçi, uluslararası alanda ise sömürgeci ve emperyalist politikalar ile etki gücünü gösterir. Ulusal tarih anlatıları kültürel miras aracılığıyla uluslararası arenada boy ölçüşür.

KRALLIK KOLEKSİYONLARINDAN ULUSAL MÜZELERE

Müzelerin kökenleri Antik Yunan ve Roma dönemlerine kadar uzanırken, modern müzecilik anlayışı 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa'da şekillenmiştir. Avrupa'nın keşif ve işgalleri sonucunda, sömürgeci güçlerin dünya çapında birçok kültürel mirası yağmalaması geniş koleksiyonların oluşmasına yol açmıştır. Başta kraliyetlere ait olan koleksiyonlar, 18. yüzyıldan itibaren kamuya açılarak müzelere dönüştürülmüştür. British Museum, Louvre Müzesi gibi müzelerin temelleri bu dönemde atılmıştır. Avrupa’da monarşilerin yıkılması ve ulus devletlerin kurulmasına paralel olarak yeni birçok müze kurulmuş, kamusal müzeler ulusu temsil etme misyonu kazanarak ulusal müzeler halini almıştır.

Topraklarındaki eserlere yönelen ilgiyi fark eden, Avrupa dışındaki diğer devletler de 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında kendi koleksiyonlarını oluşturmak için harekete geçmiştir. Bu süreçte çoğunlukla Batılılaşma, modernleşme, ulus inşası gibi motivasyonlarla müzecilik faaliyetleri harmanlanmıştır. Ülkemizde de müzecilik faaliyetlerinin kökeni benzer saiklerle Osmanlı dönemine tarihlenmektedir. 1869’da kurulan Müze-i Hümayun, imparatorluğun ilk müzesi olma özelliğini taşırken Avrupalıların ilgilerine paralel biçimde Klasik Dönem eserlerine odaklanmıştır. Müzeler modernleşmenin bir aracı olarak görülmüş ve imparatorluğun hakimiyet alanı açısından birer yer işareti olarak değerlendirilmiştir. Erken cumhuriyet döneminde ise Anadolu topraklarını öne çıkaran ve Türk ulusunun köklerini bu topraklarda arayan bir arkeoloji pratiği yerleşmiştir. Devlet tarafından desteklenen bu pratik, mekansal açıdan hem içeriye hem de dışarıya Türk ulusunun coğrafi sınırlarının gösterilmesine, zamansal açıdan ise Türk ulusunun tarih öncesi çağlardan bu yana Anadolu topraklarında hak sahibi köklü bir medeniyet olduğunun ispatına dayanmıştır.

YERALTI PİYASALARINDAN SAYGIN MÜZELERE

Koleksiyonların ve müzelerin büyümesinde çalıntı eserlerin rolü 18. ve 19. yüzyıl ile sınırlı değildir. Bugün artık tanımlı bir suç olarak tarihi eser kaçakçılığı, birçok ülkede ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle savaş, işgal, çatışma ve yoksulluk gibi faktörler, kaçakçılığın yaygınlaşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu durum, son süreçte Filistin örneğinde de görülebileceği gibi, Orta Doğu, Afrika ve Orta Amerika gibi bölgelerde özellikle belirgindir. Kaçırılan eserler genellikle yeraltı piyasalarında sahte belgelerle, legal görünümlü ticaret yollarıyla dolaşıma sokulur ve son alıcılar genellikle koleksiyoncular, müzeler veya sanat galerileridir. Legal olan ile illegal olanın çizgisinin nerede başlayıp nerede bittiği son alıcıya gelindiğinde önemini yitirmiştir. Ait oldukları topraklardan kaçak yollarla koparılan eserler artık “saygın” koleksiyonerlerin, sanat galerilerinin veya müzelerin ellerindedir.

Kaçırılan tarihi eserlerin iadesi oldukça meşakkatli ve olumlu sonuçlanması -yine güç ilişkileri dahilinde- her zaman mümkün olmayan bir süreçtir. Bir ülkenin tarihi eserlerinin kaçırıldığına veya yasa dışı yollarla satıldığına dair bir ihbar veya şüphe oluştuğunda, öncelikle durumun yetkililerce tespit edilmesi gerekir. Ardından, kaçırılan eserlerin tanımlanması ve belirlenmesi için araştırmalar yapılır. Kaçırılan eserlerin bulunduğu ülke ile eserlerin sahibi veya kaçırıldığı ülke arasında resmi bir iletişim kurulur. Bu iletişim genellikle diplomatik kanallar veya uluslararası anlaşmalar yoluyla gerçekleşir. Kaçırılan eserlerin sahibi veya kaçırıldığı ülkenin yetkilileri, kaçırılan eserlerin iadesini resmi olarak talep ederler. Bu talep genellikle belgelerle desteklenir ve kaçırılan eserlerin kanıtlanmış sahibi olduğunu gösterir. İade talebi, kaçırılan eserlerin bulunduğu ülkenin yasal sistemine göre değerlendirilir. Bu süreç, uluslararası hukukun yanı sıra ilgili ülkelerin iç hukukuna da tabidir. İade talebi, uluslararası anlaşmalara dayanarak veya ülkeler arasında özel bir anlaşma olmadığı durumlarda uluslararası hukuk ilkelerine dayanarak ele alınabilir. İade talebinin değerlendirilmesinin ardından, kaçırılan eserlerin bulunduğu ülkenin yetkilileri bir karar verirler. Bu karar, eserlerin iadesine veya iade edilmemesine ilişkin olabilir. Eğer iade kararı verilirse, eserlerin iadesi için gerekli prosedürler başlatılır. İade kararının verilmesinin ardından, kaçırılan eserlerin iadesi için gerekli lojistik ve yasal süreçler başlatılır. Bu süreç, eserlerin fiziksel olarak iade edilmesi, belgelerin düzenlenmesi ve gerekirse uluslararası nakliyatın organize edilmesini içerebilir.

Bugün British Museum’da yer alan 8 milyon eserin İngiltere dışından çoğunlukla kaçak yollarla müzeye getirildiği düşünülmektedir. Geçtiğimiz aylarda British Museum’da meydana gelen hırsızlık olayları neticesinde birçok ülkenin kendi topraklarından İngiltere’ye kaçırılan eserlerin akıbetini sorduğu ve eserlerin iadesini istediği süreçte İngiltere, eserlerin Londra'da daha iyi korunduğunu, zamanında resmi izinlerle getirildiğini ve söz konusu ülkelerin tanıtımına katkı sağladığını iddia etmiştir. Dahası, İngiltere’nin önde gelen üniversiteleri bu tartışmalarda taraf olacak şekilde, eserlerin İngiltere’ye getirilmesi sürecinde yer alan yerel unsurlara vurguyu içeren, yani bir diğer deyişle topu eserlerin getirildiği ülkelere atan projeler üretmektedir. Bunlardan birisi özel olarak Anadolu ve Yunanistan’dan getirilen eserlere odaklanmaktadır. Yalnızca bu örnekler bile müzelerin sadece tarih ve kültürün somut izlerini sergileyen mekanlar değil, aynı zamanda ekonomik ve politik güç ilişkilerinin bir yansıması olduğunu göstermektedir.

                                                              /././

Ayasofya'dan Kariye'ye iktidarın müze savaşı (Şeyma AKCAN)

Kültürel mirasın egemenler arasında bir güç savaşına dönmesi bugünlerde en çok ibadethane-müze tartışmalarında görülüyor. Önce 'hilafet yürüyüşleriyle' camiye çevrilen Ayasofya'yı Kariye takip etti.

Bugün AKP iktidarının kültür ve sanat alanındaki dönüşüm hedefinden müze gibi toplumun kültürel mirasları da payını alıyor. Ayasofya Müzesinden sonra Kariye Müzesi de camileştirildi. Üstelik mesele sadece müzelerin camiye çevrilmesi veya ibadete açılması değil aynı zamanda bu dönüşümle birlikte gelen kültürel, tarihi ve sanatsal mirasa yapılan müdahale…

MS 537’de Katedral olarak kurulan Ayasofya’nın kaderi şu şekilde bir yol izliyor: Katedral (537-1054) Ortodoks katedrali (1054-1204) Katolik katedrali (1204-1261) Ortodoks katedrali (1261-1453) Cami (1453-1934) Müze (1935-2020) Cami (2020-günümüz) Ayasofya'nın müze olarak kalması taleplerine kulak tıkayan iktidarın siyasi bir hamle ile yapıyı ibadete açma çabalarına Danıştay yeşil ışık yaktı. Danıştay 10’uncu Dairesi, Ayasofya'yı müze yapan 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal ederek ibadete açılması önündeki engeli kaldırdı. 2020 yılında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da Ayasofya'nın Diyanet İşleri Başkanlığına devredilerek ibadete açılması kararını imzaladı.

Döneminin en önemli mozaik ve fresk sanatına sahip, birçok sanatçının da esin kaynağı olan Kariye Müzesi de bu yıl müzeden camiye çevrilerek ibadete açıldı. eski Orta Çağ Rum Ortodoks kilisesi olarak 6. yüzyılda kurulan Kariye 1453’ten sonra da elli sekiz yıl daha kilise olarak işlevini sürdürdü, 1511'de cami olarak kullanılmaya başladı. 1945'te ulusal anıt ilan edilen yapı, Bakanlar Kurulu kararı ile 1948 yılında Müzeler İdaresi’ne bağlı bir müze hâline getirildi. Türkiye'nin en çok ziyaret edilen müzelerinden birisi olan Kariye, 2019 yılında Danıştay'ın iptal kararı sonucu Cumhurbaşkanı tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilmiş olup, 6 Mayıs 2024 tarihinde ibadete açıldı. Kiliseden camiye dönüştürülmesinden sonra, içindeki Hristiyanlık sembolleri, yazılar, bütün freskolar, mozaikler ince bir boya ve kireç badanası ile örtüldü.

Feyyaz Yaman’ın değerlendirmesine göre, “Bugün sayıları 1000’in altına düşmüş Rum toplumu ötesinde evinde Ermeni’sinden, Yahudi’sine, Alevi’sinden, Êzidî’sine hiçbir kutsallık hakkına saygı duymayan bir zihniyet, yüzsüzce insan hakları üzerinden kendi ibadethanesini açma hakkını talep edebiliyor. Bu gidişle Göbeklitepe’yi bile İslam’laştırma gayreti ile ibadete açabilecek ikiyüzlülük, “para”nın kuyruğunda evrensellik-insanlık sözde liderliğini kimseye kaptırmıyor. Yitirilen, kapatılan, yok edilen tüm dünya değerleri adına insanlık kültürüdür. Özgür sanatın eşitlikçi yaratıcılığın tarihi, hafıza mekanları gasbedilemez, edilemeyecek…” 

"KARİYE KİMİN İÇİN AÇILDI?"

Sanat tarihçisi Zehra Ergül Kaya "kadın olduğu" gerekçesiyle Kariye’ye alınmadı. Beykoz Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Sanat Tarihçisi ve İstanbul uzmanı Zehra Ergül Kaya, Kariye’deki restorasyonu görmeye gittiğini ancak cami olarak açılan alana  “Kadınlara yasak” denilerek alınmadığını belirterek tepki gösterdi. Uygulamanın dini ya da hukuki bir izahının olmadığını vurgulayan Zehra Ergül Kaya Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve Vakıflar Genel Müdürlüğüne “Kariye kim için açıldı” sorusunu sordu. Uygulamanın kadın hakları ve insan haklarına aykırı olduğunu belirten Zehra Ergül Kaya “Kariye’de başarılı restorasyonu görmeye gidip hayal kırıklığıyla geri döndüm ve sebebi kadın olmam” dedi.

Zehra Ergül Kaya’nın X sosyal medya hesabından yaptığı açıklama şöyle: “Bugün Kariye’ye gittim. Kadın olduğum için cami olarak açılan alana alınmadım. Sanat Tarihçisi ve İstanbul uzmanı olmama ve görevlilerle uzun konuşmalara rağmen “Kadınlara yasak” hiç bir saatte kesinlikle giremezsin cevabıyla karşılaştım. Bu uygulamanın dini ya da hukuki bir izahı yok. Sanat Tarihçisi ve İstanbul uzmanıyım, kadın olduğum için cami mekanına alınmadım. Uzun süren rica ve ısrarıma rağmen ‘Sabah saatleri dahil kesinlikle yasak’ denerek kabalıkla görevli Abdurrahman İnal, Z. Tarhan tarafından engellendim.”

(Evrensel)


Birgün KÖŞEBAŞI (18 Mayıs 2024)

 

İntihar ve linç (Atilla Aşut)

Küçük bir alıntıyla başlayalım:

(…) sahibini görünce, elindeki feneri ileri doğru fırlatıp, bir kahraman edasıyla intihar eden ev sahibini kurtarır.” (“Zü’nün Tuhaf İnsanları”, Taşdergi, Mart-Nisan- Mayıs 2023, Sayı: 1)

Adana’da yayımlanan bir dergide yer almış bu satırlar. “Emel Kalender’in Öykü Kitabına Eleştirel Bir Yaklaşım” gibi hayli iddialı bir altbaşlığı da var yazının.

İntihar eden bir insan nasıl kurtarılabilir?

İntihar, özkıyımdır. Daha açık bir anlatımla, kişinin canına kıyması, kendini öldürmesi, yaşamına son vermesidir.

Demek ki yukarıdaki satırların yazarı, intihar etmenin “ölmek” anlamına geldiğini bilmiyor.

Bu trajikomik durumu özetlemek gerekirse şöyle diyebiliriz:

Yazar yazmış, yayıncı yayımlamış, okur okumuş, eleştirmen görmemiş; İNTİHAR EDEN KURTULMUŞ!

Kuşku yok ki ülkemizde “intihar”ın anlamını yanlış bilenlerin sayısı az değil. Dahası, sözcüğün yanlış kullanımı başka alanlara da yayılmış. Örneğin bir televizyon dizisinde, intihar eden kişiye “geçmiş olsun ziyareti”ne gidenleri görmüştük! Demek ki “intihar etmek”le “intihar girişimi” karıştırılıyor…

Bir de “kendimi intihar edeceğim” söylemi var ki evlere şenlik! Sanıyorum başlangıçta kimi senaryolarda mizahi bir söylem olarak yer verilmiş ama daha sonra film repliği olmaktan çıkıp gençlerin gündelik diline de bulaşmış. O kadar ki Can Yücel’in “Vaziyet-i Umumi” adlı ironik şiirine bile girebilmiş:

“bunlar yetmezmiş gibi dışarıda / sokak inşaatı yeniden başladı, / matkaplar gırla/
kendimi intihar edeceğim bir gün!”

∗∗∗

Benzer bir yanlışı da “linç” sözcüğünü kullanırken yapıyoruz. “Linç”, birilerinin kışkırtılmış topluluklar tarafından dövülerek öldürülmesidir. Yani “linç” olgusunda ölümle sonuçlanan bir eylem sözkonusudur. Oysa yayın organlarında kimi saldırılar için de “linç edildi” ifadesi kullanılıyor. Saldırıda ölüm gerçekleşmemişse bunun adı “linç” değil “linç girişimi”dir.

∗∗∗

ARAPÇA KUTSAL BİR DİL DEĞİLDİR

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, durduk yerde “Arapça, Kuran dilidir” diyerek yeni bir tartışmaya yol açtı.

Dünyada yaklaşık yedi bin dil kullanılıyor. Ama bunların arasında “Kuran dili” diye bir dil yoktur. İslam peygamberi Muhammet, Arap coğrafyasından çıktığı için Kuran da doğal olarak Arapçadır. O peygamber eğer Türkiye’de doğsaydı Kuran da Türkçe olacaktı. Arapçayı “Rabca” (“Tanrı dili”) diye kutsayanlar, Kuran’ın Türkçeye çevrilerek anlaşılmasını istemeyenlerdir.

Diller en genel tanımıyla iletişim aracıdır. Arapça da bu tanımın içindedir ve kutsal değildir. Kuran, Arapça yazıldı diye Arapçaya kutsallık yüklenemez.

İlahiyat Profesörü Şahin Filiz’in çok özlü biçimde tanımladığı gibi, “Arapça, Kuran dili değildir. Kuran Arapçadır, o kadar.  Arapça tabelalar da ayet-i kerime değildir.”  

HAFTANIN NOTU

Başlamadan biten “yumuşama” süreci!

“Kobani Davası”, beklendiği gibi, hukuka aykırı biçimde sonuçlandı. Kürt siyasetçilere ağır cezalar kesildi. Eski HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş’a 42, Figen Yüksekdağ’a 30 yıl hapis cezası verildi. İktidar ortaklarının yargı üzerindeki baskısıyla elde edilen bu sonuç, “Erdoğan yumuşuyor” yorumlarının ne denli boş olduğunu bir kez daha gösterdi. “Siyasette normalleşme” beklentisinin bu iktidar döneminde gerçekleşemeyeceği de açık seçik anlaşılmış oldu.

Biz bu sürecin başlamadan biteceği görüşündeydik. Düşündüğümüzden de kısa sürdü iyimserlik havası. Bir hafta içinde yaşananlar, yaratılmak istenen pembe tabloyu tuzla buz etti.

Düşünebiliyor musunuz, Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay’la ilgili Anayasa Mahkemesi kararını tanımayan bir yargıcı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yaptılar! Bir gün sonra “Kobani Davası”nda ceza yağdı kumpas mağdurlarına! Tüm yurttaşlarımızı “casusluk” suçlamasıyla karşı karşıya bırakacak “Etki Ajanlığı” tasarısı ise yolda. “9. Yargı Paketi”nden bakalım temel hak ve özgürlüklerimizi budayacak daha hangi hinlikler çıkacak!

28 Şubat kumpas davası dolayısıyla hukuksuz olarak içeride tutulan yaşlı ve hasta paşaların, tam da Kobani kararlarının açıklandığı gün salıverilmeleri, Saray rejiminin en insani konuları bile siyasal amaçları için nasıl sömürmeye çalıştığının kanıtıdır. Bu insanların cezalarının sağlık nedeniyle kaldırılması Saray’ın “lütfu” ya da bir “af” değil, yasa gereği yerine getirilmesi gereken bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğün bir yıl geciktirilerek Kobani Davası’nda ağır cezaların verildiği güne denk getirilmesi, siyasal bir denge hesabının sonucudur.

Ama böyle küçük hesaplarla kimseyi aldatamazlar. Toplum vicdanını yıllardır sızlatan bir yarayı pansuman ederek ya da kamuoyunca tanınan birkaç ünlü hükümlüyü salıvererek “yumuşama” olmaz! Ülkeyi demokratikleştirmenin yolu, göstermelik adımlardan, makyaj önlemlerden değil, Anayasayı tastamam uygulamaktan geçiyor.

                                                              /././

Güç yüzüğünü yok etmek (Berkant Gültekin)

Yerel seçimlerin ardından Erdoğan’ın dile getirdiği “siyasetteki yumuşama iklimi” Kobani Davası’nı teğet geçti. 8 yıldır cezaevinde tutulan Selahattin Demirtaş 42 yıl, Figen Yüksekdağ 30 yıl 3 ay, Ahmet Türk ise 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Dava kapsamında birçok siyasetçi hakkında ağır hapis cezaları verildi.

Baştan sona siyasi saiklerle yapılan yargılamadan tamamen rejimin zihin dünyasıyla örtüşen bir netice çıktı. Kişiler özelinde verilen kararlar da ince siyasi hesapların ürünü. Ayhan Bilgen ve Altan Tan’ın beraat etmesi, elbette insanlık ve adalet adına olumlu. Fakat “Beraat kararları, mahkeme heyetinin hukuki kanaatinin mi sonucu, yoksa bu iki ismin HDP siyasetinden ayrılması nedeniyle yapılan siyasi muhasebenin mi…” diye düşünmemek elde değil. Ağır cezalara çarptırılan sanıklar, işledikleri iddia edilen suçlardan mı yargılandı yoksa mevcut denklemdeki siyasal pozisyonlarının bedelini mi ödedi? Cevabı herkes biliyor.

Kobani Davası’nın temyiz sürecini de hukuki değerlendirmeler değil siyasi gelişmeler belirleyecek. Cumhur İttifakı varlığını korursa, Kobani Davası’nda ve Kürt sorununda farklı bir sayfanın açılması zor. Kürt meselesindeki agresif politika ve uygulamalar, ittifakı bir arada tutan harcın en temel bileşeni. Ortaklık devam ettiği sürece Bahçeli bundan taviz vermeyecek, Erdoğan da ona paralel kişisel görüş ve duygularla ama daha çok pragmatist gerekçelerle ortağının sinir uçlarına dokunmayacaktır. Erdoğan’ın olası arayışları ise dengeleri değiştirebilme potansiyeline sahip ama bu mümkün mü?

MANEVRA İÇİN ZEMİN UYGUN MU?

“Erdoğan’ın Bahçeli’den başka kapısına gidebileceği biri var mı?” sorusu önemli. İnşa edilen güvenlik devleti, askeri teknolojiye yapılan yığınak, yoğunlaşan militarist propaganda ve ekonomideki darboğazın getirdiği kısıtlar, Erdoğan’a şimdilik sert bir manevra yapmak için uygun bir zemin sunmuyor.

Erdoğan, MHP’yi ve Bahçeli’yi ideal partner olarak görmekten çok, büyük oranda bu nedenlerle mevcut ittifaka mecbur kalıyor. Farklı bir yoldan yürüme ihtimali doğarsa, MHP’yi sırtından atmak için fırsatı değerlendirmeye çalışabilir. Ne var ki sonsuz bir seçenekler deryası içinde yüzmediği unutulmamalı. Öte yandan MHP ile yolları ayırmak, devlet içi bir krizi de tetikleyebilir.

Bahçeli ise müthiş bir “tavizkârlık” sergiliyor. Hüdapar’ın ittifaka yakınlaşmasını sorun etmiyor, göçmen krizine tepki vermiyor. Erdoğan’ı milliyetçi rüzgarla köşeye sıkıştıracak herhangi bir dinamiğin ortaya çıkmaması için elinden geleni yapıyor. Bunun karşısında, yüzde 50+1’den geri dönülmemesini, sertliğin ittifakı gevşetecek doza düşürülmemesini, devletteki kadrolaşmasına dokunulmamasını ve kriminal dosyalar üzerinden partisinin üstüne gelinmemesini talep ediyor. Elbette devlet politikalarına yön verme noktasındaki belirleyici konumunu da kaybetmek istemiyor.

Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanlığı döneminin sona ermesinin ardından Ali Yerlikaya ile yıldızlarının barışmaması da onun bu beklentileriyle ilgili. Soylu’nun “anti-terör” konseptli bakanlık performansından sonra, uluslararası arenada el zorlayan “gri liste” cenderesinden çıkabilmek umuduyla Emniyet teşkilatını biraz da mafya/çete operasyonları yapmaya yönlendiren Yerlikaya dönemi, MHP’yi belli açılardan rahatsız ediyor. Çünkü çete/mafya ilişkileri bir yerde MHP’li isimlere dokunuyor. Son olarak Ayhan Bora Kaplan davasında Emniyet bürokrasisinde patlak veren ve Bahçeli’nin “Cumhur İttifakı’na darbe” olarak nitelendirdiği çatışma da ittifak içinde yaşanan bu krizin uzantısı. AKP içinde MHP ile yolların ayrılmasını savunan kanat ise dosyaların MHP’yi tartışılır hale getirmesinden ve Yerlikaya’nın izlediği rotadan gayet memnun.

Ancak günün sonunda işin çerçevesini yine siyasi dengeler tayin edecek. Erdoğan, ittifaka ihtiyaç duyduğu oranda Yerlikaya’yı sınırlayacak ama aynı zamanda da bu gerilimi ittifak içi pazarlıklarda MHP’ye karşı bir koz olarak kullanacaktır.

SORUNLU “YUMUŞAMA” ALGISI

Siyasetin salıncağı bir süredir AKP Türkiye’sine özgü bir tarzda hareket ediyor. Siyasi iradenin “yumuşama” ihtimaline, bağımsız olması gereken yargı mekanizmasının kararları üzerinden puan veriliyor. İktidar da bu algıyı kullanma fırsatını kaçırmıyor. Kobani Davası'nda ceza yağdırıldığı günün gecesinde 28 Şubat generallerinin tahliye kararını imzalayan Erdoğan, muhalefetin bütün unsurlarıyla hukuksuzluğa itiraz çatısı altında bütünleşmesini engellemeyi hedefliyor.

Bir davayla ilgili negatif karar çıkarsa, “yumuşama” söylemi eleştirilmeye başlanıyor. Peki tam tersi karar çıkınca, bu hukuki açıdan doğru mu oluyor? Bir siyasi davada, iktidar öyle istedi diye verilen beraat ya da tahliye kararını da “yumuşama” ya da “normalleşme” emaresi olarak görmek ne kadar doğru, bunu da etraflıca düşünmek gerek.

İktidar istedi diye verilen cezalar ne kadar hukuksuzsa, iktidar istedi diye verilen beraat/tahliye kararları da özünde aynı derecede hukuksuz. Evet, haksız yere cezaevinde tutulan insanların özgürlüğüne kavuşması sevindirici ve siyasi güç dengeleri açısından iktidarın buna mecbur kalması olumludur ancak adalet saatinin iktidarın onayıyla doğruyu göstermesi de makbul bir hukuk pratiğiymiş gibi kanıksanmamalı.

Türkiye’de adaleti sağlaması gereken yargı mekanizması, bu sistemde geri döndürülemez bir şekilde yürütmeye angaje edilmiş ve bu durum, öyle ya da böyle içselleştirilmiş. Yumuşamanın veya normalleşmenin akıbeti de yargının tarafsızlaşması ve göreli özerkliğini kazanması üzerinden değil de iktidarın yargıyı güncel ihtiyacına göre kumanda etmesi üzerinden belirleniyor. Bu da herhalde “Türk tipi başkanlık rejimi” gibi mevcut rejime içkin bir “AKP tipi bir yumuşama” hali… Rejim, topluma bunu kabul ettirmeye uğraşıyor.

Aslında ülkedeki bu işleyiş bile Türkiye’nin Erdoğan ve AKP ile normalleşemeyeceğini anlamak için yeterli. Çünkü anormalliği yaratan, “tek adam”ın şahsına göre biçimlendirilen ve fiiliyatta kuvvetler birliğini zorunlu kılan antidemokratik rejim. Anayasa, siyasi gücü sınırlayamıyor; iktidar, yapısal anlamda hiçbir unsur tarafından frenlenemiyor. Yargı, parmakla gösterilene ceza yağdırıyor.

İktidardan adalet beklemek yerine, en başta buna sebep olan denkleme itiraz edilmeli. Esas “normal” orada. İktidar sahibinin “güç yüzüğünü” elinde tuttuğu ve günü geldiğinde onu yine istediği şekilde kullanabileceği gerçeğine son vermeden hiçbir şey gerçek anlamda değişmeyecek. Mesele yüzüğü, onun elinden almak ve bir daha kullanılmamak üzere yok ederek ülkeyi gerçek anlamda demokratikleştirebilmek.

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (18 Mayıs 2024)

Şi-Putin zirvesinin sonuçları (Mehmet Ali Güller)

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Çin Halk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Şi Cinping zirvesinden, tarihi önemdeki “Yeni Dönemde Kapsamlı Stratejik İşbirliği Ortaklığının Derinleştirilmesi Ortak Bildirisi” çıktı.

Bugün bu ortak bildiriyi inceleyelim:

TEHDİT: ABD

Bildiri, öncelikle bir tehdit değerlendirmesi yapıyor. Sadece iki ülkeyi değil, tüm dünyayı tehdit eden kuvvetin ABD olduğunu saptıyor.

İki lider, ABD’nin, “askeri üstünlük için stratejik dengeyi bozmaya çalıştığını” belirtiyor. Özellikle ABD’nin bunu “küresel füze savunma sistemi kurma” çabasıyla yerine getirmeye çalıştığına dikkat çekiyor.

ABD özellikle son dönemde Pasifik bölgesini hedef alan askeri hamleler başlatmıştı. Konuyu 13 Nisan 2024’te bu köşede “ABD AsyaPasifik’i askerileştiriyor” başlığı altında işlemiştik: ABD’nin çeşitli ülkelerle ikili askeri işbirlikleri, Japonya’yla “ortak komuta yapısı” kurma adımı, Japonya ve Avustralya ile “ortak hava ve füze savunma ağı” kurma çabası, üçlü askeri tatbikatlar, USARPAC Komutanı Charles Flynn’in “bölgeye orta menzilli füze yerleştireceklerini” açıklaması vb.

Özetle ABD Çin’le hesaplaşmaya hazırlık olarak Pasifik’i askerileştiriyor, silahlandırıyor, cephe inşa ediyor.

KÜRESEL GÜNEY’İN BİRLİĞİ VE GÜCÜ

Ortak bildiri ve liderlerin açıklamaları, bu tehdidin panzehrinin “çok kutupluluk” olduğuna işaret ediyor.

Şi Cinping ortak basın toplantısında, “Dünyanın çok kutupluluğa yönelik genel tarihi eğilimi izlemesi ortak stratejik tercihimiz” diyerek Çin ve Rusya’nın ortak hedefine işaret etti.

Kuşkusuz bunda yeni bir şey yok, iki lider de hem daha önceki ortak bildirilerinde hem de tek tek açıklamalarında bu hedefi defalarca ilan etmişlerdi. Ancak bu seferki yeni ve çok önemli vurgu şu: Şi Cinping, Çin ve Rusya’nın “Küresel Güney’in birliğini ve gücünü tesis edeceğini” ilan etti.

BRICS’İN ROLÜ ARTACAK

Peki zaten inşa olmakta olan “çok kutupluluğa” hangi mekanizmalarla ilerlenecek? Ya da Küresel Güney’in birliği ve gücü hangi mekanizmalarla tesis edilecek?

Putin’in önceki yazımda incelediğim Şinhua söyleşisinde de BRICS’e yeni dönemde özel bir rol verileceğine işaret ediliyordu. Nitekim Şi ve Putin’in ortak bildirisinden de o yönde kararlar çıktı.

- BRICS’in küresel meselelerdeki rolü artırılacak.

- BRICS, küresel gündemin şekillendirilmesine katkıda bulunacak.

- BRICS + platformu geliştirilecek.

- BRICS, küresel ticarette dolar yerine ulusal para birimlerinin kullanımını teşvik edecek.

Ortak bildiriye göre çok kutupluluk hedefine ilerlemede yararlanılacak diğer araçlar ise Avrasya Ekonomik Birliği ile Kuşak ve Yol İnisiyatifi. Ancak daha önemlisi, ortak bildiride bu iki mekanizmanın entegrasyonu hedefleniyor!

IMF’DEN ABD’YE TAVSİYE/UYARI

ABD’nin Çin ve Rusya’nın inşa etmekte olduğu Şi’nin ifadesiyle “yüksek karakterli ortaklık”tan ne kadar rahatsız olduğu ortada. Tam bu süreçte ticaret savaşı kapsamında Çin’e yönelik yeni yaptırım ve tarife yükseltme kararı alması buna işaret ediyor.

Ama daha önemlisi ise IMF’nin bu ABD hamlesine karşı yaptığı açıklamaydı. IMF Sözcüsü Julie Kozack, 1) ABD’nin Çin’den ithal edilen ürünlere tarife artırmasının açık kapı politikasına aykırı olduğunu, 2) ABD’nin açık ticaret politikalarını sürdürmesinin ülkeye daha iyi hizmet edeceğini ve 3) ABD ile Çin’in ticari gerilimleri çözmek için birlikte çalışması gerektiğini “tavsiye” etti.

IMF’den ABD’ye tavsiye/uyarı gelmesi bile dünyanın değişmekte olduğu gerçeğine işaret etmeye tek başına yeter aslında.

                                                               /././

Öğlen normalim, akşam anormal (Miyase İlknur)

Demokratik kurallarla yönetilen dünyada normal olan ne varsa bizde anormal; buna karşılık onların anormali ise bizim normalimiz oldu.

Ne zamandan beri?

2010 referandumunda yargının ele geçirilmesi ve FETÖ’nün önünün açılmasıyla başladı; cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denen ucube tek adam rejimine geçişle tamamlandı.

Şu son bir haftada yaşadığımız ne kadar anormallik varsa hepsi bu rejimin eseridir. Sinan Ateş davasının içi kof iddianamesini yeterince tartışamadan Kavala davasında yeniden yargılama talebi jet hızıyla reddedilmesiyle afalladık. Hani siyasette normalleşme olacaktı?

AKP cenahının bu soruya yanıt elbette ki “Ama bağımsız yargı var. Biz yargı kararlarına karışamayız” olacaktır.

He canım he!...

Yargıtay Başkanlığı krizini Saray’dan çözme yöntemine bakmak bile yeterli yargının içler acısı halini anlamak için.

Erdoğan’ın yumuşama sinyallerinden fal açan iyimserler önceki gün Kobani duruşmasında erteleme bekliyordu. Ama mahkeme “Erteleme yok kardeşim” deyip cart diye cezaları yağdırdı. Hem de ne yağdırma. Öyle bir hinlikle cezalar verildi ki bir yandan bırakın HDP’yi DEM’i bile kapatabilecek bir gerekçeye dayandırıldı, öte yandan HDP’nin yönetici kadroları tümüyle siyasetten tasfiye edildi.

Kobani davasını kamuoyu vicdanında kabullendirmek için miting meydanlarında gözyaşlarıyla andıkları Yasin Börü’nün katilleri olarak sunulan HDP yöneticileri bu suçlamadan beraat etti.

Böylece Yasin Börü üzerinden yürütülen kara propaganda çökmüş oldu.

Yasin Börü, sizin anlayacağınız kim vurduya gitmiş.

SENİ TAHLİYE ETTİRMEYECEĞİM

Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi en ağır cezayı, beklenildiği gibi HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a verdi. Demirtaş 42 yıl ağır hapisle cezalandırıldı.

Sen misin Reis’e “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen?

Reis de bu kararla Demirtaş’a “Seni tahliye ettirmeyeceğim” mesajı vermiş oldu. Bu arada dış dünyaya ve kamuoyunda adil bir mahkeme görüntüsü vermek için bazı sanıklar beraat ettirilirken bazıları da içeride yattığı cezalar göz önüne alınarak tahliye edildi.

Yersen.

Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk de örgüt üyesi suçlamasıyla 10 yıl ceza aldı. Böylece kayyum atanmasına gerek kalmaksızın bu makamı boşaltmış olacaklar.

Bu kadar cin fikirliliğe şapka çıkarmak lazım.

Kobani davasında verilen cezalar Reis’in normaliydi. Akşam ola hayrola demişler. Gece yarısı Resmi Gazete’de yayımlanan cumhurbaşkanı imzasıyla 28 Şubat davasından tutuklu generallerin de hastalık ve yaş durumu nedeniyle tahliye kararı yayımlandı. Bu da cumhurbaşkanının aslında anormali.

Böylece hem Bahçeli hoşnut kılındı hem CHP lideri Özgür Özel. Zaten Bahçeli ile bir hafta içinde iki kez görüşülmesi hayra alamet değildi.

TURAN’A NAZİK BİR HATIRLATMA

Kobani davası kararının açıklanmasından sonra İçişleri Bakan Yardımısı Bülent Turan, Ekim 2021’de Meclis Genel Kurulu’nda yaptığı bir konuşmayı paylaştı. Turan, bu paylaşımında, “Hesabı sorulur demiştik!” hatırlatmasında bulundu.

Bizden de İçişleri Bakan Yardımcısı Sayın Turan’a nazik bir hatırlatma. Başta Ergenekon ve Balyoz olmak üzere FETÖ’nün hazırlayıp pişirdiği ve sonunda müebbet hapislerin havada uçuştuğu kumpas davaları sırasında “Gün gelir bunun hesabı sorulur” denmişti.

FETÖ’cü polis, savcı, hâkim ve işin propagandasını üstlenen medyası ile onlara payanda olan liberaller kıs kıs gülüyordu. Sonra işler ters dönünce ağlamaya başladılar.

Gezi, Kobani ve 28 Şubat davalarının siyasi öç alma davaları olduğunu siz bizden daha iyi biliyorsunuz. Yarın işler ters döner, hukuk devleti işlerse o zaman da bu davaların mağdurları sizin için “Hesabı sorulur demiştik!” diyebilir.

                                                  /././

Mahkemeden Terkoğlu’na özel ceza (Murat Ağırel)

Gazeteci dostum Barış Terkoğlu geçen gün yargılandığı bir davanın sonucunu kamuoyu ile paylaştı. Barış, yargılama sonucunda indirimsiz şekilde iki yıl ceza aldı.

Şayet istinaf onaylar ise Terkoğlu tekrar altı ay cezaevine girecek.

Dava konusu ise Terkoğlu’nun Odatv’de haber müdürü olarak görev aldığı zamanda yapılan bir haber. Bugün bakan yardımcısı o gün ise ağır ceza mahkemesi başkanı olan Akın Gürlek hakkında ANKA Haber Ajansı’nın servis ettiği bir haberin Odatv’de yer alması ve Terkoğlu’nun Cumhuriyet gazetesinde yine aynı kişi hakkında yayımlanan yazısı.

Şikâyet eden kişi yok.

“Yok” diyorum çünkü şikâyetçi meçhul biri ve bir e-posta ile ihbar mektubu gönderiyor bunun üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör Suçları Soruşturma Bürosu’nun 17 Mart 2020 tarihinde Odatv’de yapılan haber nedeniyle Terkoğlu hakkında “terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstemek” suçunu işlediği iddia edilerek kamu davası açılıyor.

Daha sonra İstanbul Terör Suçları Soruşturma Bürosu 28 Eylül 2021 tarihinde Terkoğlu’nun Cumhuriyet’te yayımlanan yazısı nedeniyle yeni bir iddianame düzenliyor.

“Zincirleme suç” işlediği iddia edilerek “terörle mücadelede görev almış kişileri hedef gösterme” niteliğinde olduğundan bahisle Terörle Mücadele Kanunu 6/1, Türk Ceza Kanunu 53/1 ve Ceza Muhakemeleri Kanunu 325/1 maddeleri gereğince cezalandırılmasını istiyor.

Mahkeme de iki davayı birleştiriyor.

Terkoğlu savunmasında haberin ANKA tarafından servis edildiğini, Odatv’nin basın kanununa göre değil internet siteleri kanununa tabi olduğunu ve bu kanunda da yazıişleri müdürü diye bir kavram olmadığını belirtse de olmuyor.

Mahkeme şöyle kanaat bildirmiş:

“Söz konusu haberin her ne kadar ANKA Haber Ajansı’ndan alıntılanmak suretiyle yapıldığı tespit edilmişse de 5651 sayılı kanunun içerik sağlayıcının sorumluluğu başlığı altında düzenlenen 4/2 maddesi ‘İçerik sağlayıcı, bağlantı sağladığı başkasına ait içerikten sorumlu değildir. Ancak, sunuş biçiminden, bağlantı sağladığı içeriği benimsediği ve kullanıcının söz konusu içeriğe ulaşmasını amaçladığı açıkça belli ise genel hükümlere göre sorumludur’ uyarınca, haberin yapılış tarzı göz önüne alındığında; Odatv haber sitesinin, yapmış olduğu haberi benimsediği yine içerik sağlayıcıya ulaşılabilmesine imkân sağladığı, bu hali ile alıntılamak suretiyle internet haber sitesi üzerinden yayınladığı suça konu haber sebebi ile sorumluluğu bulunduğu tespit edilmiştir.”

Böyle diyerek Terkoğlu hakkında ceza verilmesini istemiş.

Karar neticesinde de Terkoğlu’na asgari sınırdan uzaklaşılmak suretiyle takdiren ve teşdiden iki yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına hükmetti.

Kararda dikkat çeken bir ifadede yer aldı:

“Sanığın yargılama aşamasındaki tutum ve davranışları, kişilik özellikleri, işlemiş olduğu suçtan pişmanlık duymaması dikkate alınarak sanık hakkında TCK’nin 62. maddesinin uygulanmasının yer olmadığına...”

Mahkeme adamına göre karar vermiş yani.

Gerekçeli kararı bekledim. Öyle ya mahkemenin ceza vermesine ve cezayı indirimsiz uygulamasına sebep teşkil edecek “kişilik özellikleri” ve “tutum davranışları” nedir diye merak ettim.

Gerekçeli kararda ayrıntısı yok. Terkoğlu ile konuştum. “Hani mahkemede nasıl bir tutum davranış içerisindeydin ki tecavüzcülere, katillere, uyuşturucu kaçakçılarına, hırsızlara kravat taktığı için dahi uygulanan indirim sana uygulanmadı” dedim. O da anlam veremedi.

Kişilik özellikleri nedeniyle ceza alan sanırım ilk kişi Terkoğlu oldu.

Mesela Terkoğlu benim neredeyse 20 yıllık dostumdur. Kişilik özelliklerini az çok bilirim iyi bir babadır, çok tutumludur, inatçıdır, açık sözlüdür, dobradır, çalışkandır, cesurdur, bilgilidir, hakkaniyetlidir.

Mahkeme Terkoğlu’nun bu özelliklerinden acaba hangisini göz önüne aldı ya da mahkeme Terkoğlu’nun halkın yanında olmasını, iktidarda kim olursa ona muhalefet ettiğini mi kastetmek istedi?

Bu cezadan kişisel öfke ve intikam kokusu yükseliyor. Kararın gerekçesi adaletin, hukukun geldiği noktayı da gözlerimizin önüne seriyor.

                                                       /././

Güneşin ışığını kesen kara bulutlar (Şükran Soner)

Haberler içinde sık aralıklarla ülkemizin tüm illeri, bölgelerine ilişkin birkaç günlük öngörüleriyle hava durumlarına ilişkin de bilgilere yer veriliyor. Yakın tarihlere dönük birkaç ilimizde sağanak yağışlar sürerken çoğunluk merkezler için verilen bilgilerden havaların gün gün dereceleri de yükseliyor olarak “güneşli” vurgusu var. Gelin görün ki İstanbul’da yaşayan bizler için de geçerli olduğu üzere, parlayan güneş ışıklarının görünebildiği anlar çok sınırlı.

Araya havanın giderek kirlenmekte olduğunun vurgusu, çöl tozları artışı uyarıları da içinde yer alıyor olarak güneşi görmemizi engelleyen kara bulutların var oluşundan kurtulamıyoruz. Gösterilen ısı dereceleriyle ısınmamıza da engel olan, rüzgârlı kara bulutların varlığı yüzünden sadece üşümekle kalmıyor zararlı sonuçları ile de yüzleşmiş oluyoruz. Ülkemizdeki tüm birbirinden çarpık gelişmelerin, içimizi acıtan, yaşamımızın her alanına dönük olumsuz sonuçları da birbirini kovalarcasına sıralandığında olumsuzlukların karabasanından sıyrılmak zorlaşıyor.

“Sağım solum sobe” dercesine, Saray odaklı, tek adam rejiminin, bir koldan hak hukuku katleden yargı kararları, diğer kollardan iğne ipliğe zam içeriğinde uygulamaların bombardımanı altındayız. Alay edilircesine, üzerimize üzerimize gelinen, sefahat, saltanat düzeninin pervasız yeni uygulamaları ile yüzleşiyoruz. Artık yandaş medyanın çok büyük ağırlıklı olmasının bile işlevi, eski olumsuz gücünün etkisi pek kalmadı. İğneden ipliğe gelen dudak uçuklatan zamların haberlerini yok sayabilecek halleri kalmadı.

Mikrofon uzatılan üretici, esnaf, başlarına gelenlerden yakınmanın ötesinde, yarına dönük nasıl yaşayıp ayakta kalabileceklerinin yollarını sorgualamanın ötesinde söylenebilecek söz bulamamanın derdindeler.

                                                     ***

Seçimlerde, yaşamlarımızın karabasanında, dipten gelen dalganın sonuçlarının moral değerlerimizi yükselten boyutları ile başımızı kaldırıp bir nefes alabilmenin kısacık bayram günleri çok çabuk geçti. Güncel yaşamımızdaki karabasan acı reçetelerin üst üste bindirmesinde, yeniden zorlanılan bir yol ayrımındayız. Güneşimizin önünü kesen karabulutlara karşı hiç değilse kalın bir şeylerle örtünüp korunabilmek, kirli tozlardan kaçınabilmek yollarımız var.

Bir günde sayısız örnekleri ile yüzleşmekte olduğumuz, birbirinden daha ağır yumruk darbeleri, kötülüklere karşı, canlarımızı, yaşamlarımızı nasıl koruyacağız? Can havli, çığlıkla çıkardığımız sesler, yakınmaların olumlu sonuç getirebilecek işlevleri, olsa olsa bir pire ısırığı kadar etkili olabilir. Güçlü, caydırıcı duruşların, direnişlerin, hak aramaların yollarını, yanıla deneye bulmak, üretmek zorunluluğumuz, toplumsal sorumluluklarımız olmalı değil mi?

Yaşam deneyimlerimiz, geçmişten bugünlere ulaşmış, toplumsal duruşlarda dile getirilmiş, sloganlaşmış ne kadar da çok toplumsal söylemimiz var değil mi? Toplumsal eylemlerimizde çok habercilik yapmış olarak ilk aklıma gelenlerden bir iki örnek: “Direne direne kazanacağız”“Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz”.

(Cumhuriyet)