9 Haziran 2024 Pazar

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (9 Haziran 2024)

 

Yalan yok, doğduğum ülkeyi özlüyorum (Işıl Özgentürk)

Sevgili okurlarım itiraf ediyorum: “Ben doğduğum ülkeyi özlüyorum.” Doğduğum ülke başkaydı. O ülkenin bürokratları onurlu ve vatansever insanlardı. Babamı düşündüm. Milli eğitimde önemli bir görevdeydi. Satın alma işlerini de o götürürdü. Anımsıyorum, her gün kendi kullandığı kamu malı cipe atlar, en uzak dağ köylerinde kadınlar için oluşturulan okuma yazma, meslek edinme kurslarını denetlerdi. Bu arada beni de yanına alırdı. İyi ki o dağ köylerini küçük yaşta görmüşüm, bilmediğim bir dilde söylenen türküleri dinlemişim. Şoför tutmamıştı, o parayı yetenekli çocuklar için burs parasına çevirmişti. Atatürk’ün radyodan Onuncu Yıl Nutku’nu her dinlediğinde ağlar ve bizlere o gün stadyumda gördüğü Gazi’nin gözlerindeki vatan sevgisini anlatırdı.

Babam bir örnekti, çevresindeki tüm bürokratlar öyleydi. En büyük korkuları hak yemekti. Ve gençler onlar için, geleceğin Türkiye’siydi. Münazara salonu mu istediler, buyurun hemen. Spor takımı mı kurmak istediler, işte ödenek. Babamın yüzlerce öğrenciye tek tek fidan diktirdiğini anımsıyorum. Benim de beş yaşında fidan diken bir fotoğrafım var. İyi ki dikmişim şimdi Antep’in en ağaçlıklı yeri orası.

Sonra kadınlar vardı. Öğretmenler, annem de onlardan biriydi. Yerli malı yurdun malı haftasında benim gözüme uyku girmezdi. İllaki muz götürmek isterdim, o zamanlar muz pahalı bir meyveydi. Annem diğer çocukları da düşünüp otobüse biner, İskenderun’a gider ve tüm sınıf için muz alıp yerli malı haftasına yetiştirirdi. O dönemin öğretmenleri yeni kurulan Türkiye’nin temel taşlarıydı. Balolarda dans eder, yoksul çocukların evlerine giderek anne babaları ikna eder, çocukların okula gelmesini sağlarlardı. 

Benim çocukluğumda hemen her evde ekmek çöp tenekesine asla atılmazdı. Çünkü ekmekten bugün bile çok sevdiğim ekmek tatlısı yapılırdı. Şimdilerde bile ben evde hiçbir şeyi atamam. O günlerden kalmış.

Kendi ailemden söz ediyorum ama bu aileler Türkiye’nin hemen her kentinde, her kasabasında, her köyünde vardılar. Pek çok yoksul çocuk okuyabildiyse, kaymakam, genel müdür olabildiyse bu gözüpek bürokratlar ve öğretmenler sayesindedir. Aklıma hikâyeler geliyor. Gürer Aykal’ın ünlü bir şef olması, heykel ustası Mehmet Aksoy’un yolunda ilerlemesi hep öğretmenleri sayesindedir. Beni de adam eden bir felsefe hocasıdır. 

Bu arada Köy Enstitülerini unutmayalım. Bugün eğer hâlâ ortaçağ karanlığına teslim olmamışsak, direnebiliyorsak bunu Köy Enstitülerinde uygulanan eğitime ve oradan yetişen kadın erkek köy öğretmenlerinin direncine ve inancına borçluyuz. 

Bugün eğer direnebiliyorsak bunu da onlara ve askeri diktalar zamanında direnen devrimcilere borçluyuz! Çünkü onlar farklı bir ülkeyi ucundan köşesinden görmüşlerdi, insan onurunun önemini ve bağımsızlık ruhunun muhteşem öyküsünü biliyorlardı. 

Şimdilerde pek çok genç insan, bu öyküleri bilmeden büyüdü. Çocukluktan itibaren tüketim toplumunun içine düştüler. Markalar onları kuşattı. Özel okullar onlara birer müşteri gözüyle bakıp ideal, inanç gibi insana en çok yakışan duruşları öğretmekten itinayla kaçındılar. 

Öte yandan yok edici bir virüs, bencillik sağ iktidarlar sayesinde semirerek ülkenin en güzel insanlarını kuşattı. Onlara sahte mutluluklar sundu. Küçük dünyalarında öğretilen sahte mutluluk reçeteleriyle mutlu olabilecekleri onlara her an ama her an, her yerde söylendi. Artık ülke üretmeden tüketen insanların, bencil davranışlarıyla sarsılmaya, yepyeni bir ülke olmaya başladı. 

Ve yıllarca merkezin uzağında tutulmaya çalışılan din, tüm haşmetiyle merkeze yerleşti ve yepyeni, hiç bilmediğimiz menfaat çeteleri kuruldu. Çetelerin dışında kalanlara yaşam hakkı tanınmamaya başladı. İşte şimdi hepimiz, özellikle yaşıtlarım bu ülkedeyiz.

Bu satırları Afyon’da bir otel odasında yazıyorum. Bana eski güzel günlerimizi anımsatan bir zaman içindeyim. Çünkü Afyon’da 24’üncüsü yapılan caz festivalinde, her gece insanların akın ettiği ve bizim kaldığımız İkbal Otel’inin havuzuna cazın başkaldıran notaları, birbiri ardından düşüyor. Umudu, cesareti ve yaşanacak güzel günleri müjdeliyor. Ve bir kez daha Afyonkarahisar Caz Festivali’ni inatla yaşatan ve artık kentin vazgeçilmez bir parçası yapan Hüseyin Başkadem’in inadına şapka çıkarıyorum. Bu arada sevgili okurlarım yeni açılan Afyon Müzesi’ni ne yapıp edin gezin, ilk kez neşenin ve geçmişin nasıl birbirlerine kol kanat gerdiğini göreceksiniz. 

Neyse gerçeğe dönelim görülen o ki bir süre daha bu ülke bizim tutkunu olduğumuz ülke olmayacak. Ve torunlarımız bizlerin onur ve inanç hikâyelerini ağızları açık dinleyecekler. Ama onur ve inanç öyle dirençlidir ki usuldan usuldan insanoğlunun yüreğine doğru yol alır ve bir de bakarsın, bambaşka bir dünya olur. 

                                                       /././

Eleştirilere aldırmayan bakan (Özdemir İnce)

Yeni müfredat için Milli Eğitim Bakanlığı’na 67 bin görüş iletilmiş. Bakan Yusuf Tekin’e bu eleştiriler sorulmuş. O da tepkileri “yüzeysel” bulmaktaymış ve bu hususta “Aldırmadan, prim vermeden yolumuza devam etmemiz lazım” demiş. Ha, bir de kendisine yeni müfredat hakkında soru soran gazetecinin de mikrofonunu itmiş. İter, kabadayıdır kendileri. Senin bakanlığın millete soru sormuş, milletin 67 bini seni adam sayıp cevap vermiş. Sen de kalkıp eleştirileri umursamadığını söylüyorsun. Aklı başında, ciddi ve dengeli birinin yapmaması gereken bir kabalık. Bu ne burnu büyüklük?

TBMM’deki bütçe görüşmelerinde, bu bakanın tarikatlar hakkında şu zırvayı da söylediğini anımsıyorum: “2023 yılı itibarıyla geçerli 2 bin 709 tane protokolümüz var. Bunların içerisinde sizin ‘tarikat, cemaat’ dediğiniz, bizim ‘STK’ dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır. Onlarla protokol yapmaya da devam edeceğiz” diye kostaklanmıştı.

Adam sivil toplum kuruluşlarının (örgütlerinin) neyin nesi olduğundan habersiz.

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI NEDİR?

“Sivil toplum kuruluşları ya da sivil toplum örgütleri, resmi kurumların dışında kalan ve bunlardan bağımsız olarak çalışan, politik, sosyal, kültürel, hukuki ve çevresel amaçları doğrultusunda lobi çalışmaları, ikna ve eylemlerle çalışan, üyelerini ve çalışanlarını gönüllülük usulüyle alan, kâr amacı gütmeyen ve gelirlerini bağışlardan veya üyelik ödemeleri ile sağlayan kuruluşlardır. Sivil toplum örgütleri oda, sendika, vakıf ve dernek adı altında faaliyet gösterir. Vakıf ve dernekler topluma yararlı bir hizmet geliştirmek için kurulmuş yasal topluluklardır ve herkese yardım etmek için kurulmuşlardır.”

TARİKAT NEDİR?

“Dini tarikat, genellikle kurucusunun dini ilkeleri ile karakterize edilen, dini inançlarına göre toplumdan ayrı bir şekilde yaşayan insanlardan oluşan dini topluluklar ve örgütlerdir. Tarikatlar, halktan ve bazen de din adamlarından oluşur. Tarikatlar dünyadaki birçok dinde bulunmaktadır.”

677 sayılı ve 30 Kasım 1925 tarihli yasa ile yasaklanan cemaatlerin (tarikatların) başında hiç değişmeyen, ancak ölümle değişen şeyhler ve mürşitler vardır. Bu yasaklamadan sonra tarikatlar “cemaat” kisvesi altında uzun süre yeraltına inmişler, 12 Eylül’den sonra da yavaş yavaş ortaya çıkmışlardır. Bütün cemaatler çıkar amaçlıdır, ticaridir, siyasi açıdan tamamı Cumhuriyet karşıtıdır. Nereseyde tamamı ticari “holding” olmuştur. AKP iktidarının tufeyli beslemeleridir. Gerçekten laik bir yönetim anayasa ve yasaya dayanarak tamamını anında kapatabilir. Ancak STK’lere böyle bir muamele yapamaz.

CEMAAT NEDİR?

“Toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki “cem” mastarından türeyen Arapça bir isim olup “insan topluluğu” anlamına gelir. Fıkıh terimi olarak namazı bir imamla birlikte kılan topluluk için kullanılır.

Tarikat ile cemaat arasında sosyolojik olarak fark var. 

Bakan Yusuf Tekin galiba “sivil”in anlamını bilmiyor. Etimolojisine gitmeden bu yazı bağlamında ne anlama geldiğini söyleyebiliriz: “Dini” ve “askeri” olmayan anlamına gelir.

Bu arada, tarikat ve dini cemaatlerden söz açılmışken onların gayri meşru çocuğu olan vakıflardan da söz etmek zorundayız. Türkiye’de kültürel bağlamlı aile vakıflarının dışında kalan vakıfların neredeyse tamamı AKP hükümetinin denetimi altında olan dini ve siyasi mürteci vakıflardır. Başta veliaht Bilal’inki olmak üzere dini ve eğitimsel vakıfların STK sayılması kesinlikle kabul edilemez.

STK’lerin: 1- Eylemi kâr ya da çıkar amaçlı olmayacak; 2- Mali bağımsızlığı olacak; 3- Siyasal bağımsızlığı olacak; 4- Kamu yararı amaçlı olacak. Bunların olabilmesi için de yapısının demokratik, yönetiminin demokratik usullere uygun olarak değişebilir olması gerekir.

Bütün cemaatler çıkar amaçlıdır, ticaridir, siyasi açıdan tamamı Cumhuriyet karşıtıdır.

Adı geçen bakan, “Aldırmadan, prim vermeden yolumuza devam etmemiz lazım” diyor ki bunun dil içi çevirisi “İt ürür, kervan yürür”dür.

Bunu söyleyene de ancak “zort” ve “yuh” çekilir.

(Cumhuriyet)


Ücret mücadelesinde bir eşik: Kazlıçeşme direnişi - Hilal TOK / EVRENSEL

2 Eylül sonrasında işçi sınıfının ücret, sosyal haklar, çalışma koşulları, sendikal hak ve özgürlükler bağlamında yeniden harekete geçtiği bir hareketin büyük temsillerindendi Kazlıçeşme direnişi.

Haziran sıcağı sayısız direniş örneğine tanık. 37 yıl öncesinin haziran ayı da, kendilerine dayatılan düşük ücretlere karşı ekmek mücadelesinin patlak verdiği bir işçi direnişe sahne oldu. Hayvan leşi, bekletilip üst üste yığılmış derinin ağır kokusu, deri atıklarının karıştığı foseptiklerden çevreyi saran, nefes almayı dahi zor kılan Kazlıçeşme’nin havasında deri fabrikaları, atölyelerinde çalışan işçiler günde 16 saate varan zaman diliminde sıcağın ve bu ağır kokunun cenderesinde oldukça ilkel çalışma koşullarında günlerini geçiriyordu. Deri işçilerinin sendikal örgütlenme ve sınıf hareketi köklü bir tarihsel geçmişe sahip olsa da 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile siyasal ve sosyal alanda inşa edilen otoriter yapı çalışma ilişkilerini etkilemiş, işçi hareketi ciddi şekilde zayıflarken pek çok hak ve kazanım da geriye gitmişti.

Sendikal özgürlüklerin kısıtlandığı, baskının ve antidemokratik uygulamaların ayyuka çıktığı dönemde, işçi ücretleri de büyük bir darbe aldı. Öyle ki Milli Güvenlik Konseyi tarafından toplu sözleşme görüşmeleri askıya alınan işçilerin ücretlerine yüzde 70 oranında artış uygulanması kararı verilmişti. Üstelik her işveren bu uygulamaya uymak zorunda da değildi. Enflasyonun yüzde 100’e vardığı süreçte işçilere yapılan bu zam satın alma gücünü korumaktan oldukça uzaktı. 1978’den itibaren sürekli azalan işçilerin satın alma gücü 1981 yılında en düşük düzeye inmiş, reel ücretlerin yaklaşık yüzde 40 oranında düştüğü 1980-1988 döneminde, gerçek kârların ise iki kat arttığı tahmin ediliyordu. Sermaye sınıfının temsilcilerinden, TİSK Başkanı Halit Narin’in darbenin hemen ardından söylediği, “20 yıl işçiler güldü, biz ağladık; şimdi gülme sırası bizde” sözleri doğrulanıyordu yeniden. 1987 yılında deri işçilerinin Kazlıçeşme’de başlattıkları grev de işte tam bu sömürü ittifakının karşısında ortaya çıkmıştı. 12 Eylül sonrasında işçi sınıfının ücret, sosyal haklar, çalışma koşulları, sendikal hak ve özgürlükler bağlamında yeniden harekete geçtiği bir hareketin büyük temsillerindendi Kazlıçeşme direnişi.

DAYATMA YÜZDE 53, ALINAN YÜZDE 400…

Çocuk işçiliğin ve kayıt dışılığın yoğun olduğu deri imalathanelerinde erken yaşta çeşitli hastalıklara yakalanan, bu atölyelerde günde ortalama 12-16 saat çalışan işçiler 1987’nin 24 Haziran’ında sendikaları Deri-İş ile TİS masasındaydı. Ortalama net ücretin 45 bin lira olduğu iş kolunda, işçi maliyetlerini en aza çeken patronlar yüzde 53'lük zam teklifi yaptı. Sendika ve işçiler tarafından kabul edilmeyen bu oran karşısında 129 günlük büyük kazanımlar sağlayan bir grevin fitili ateşlendi. Sendikanın örgütlü olduğu 124 iş yerinde çalışan 3 bin 500 işçi için grev kararı alındı. Kazlıçeşme grevi diğer sendikalar ve farklı iş kollarında çalışan işçiler tarafından da desteklendi. Ardından Deri-İş Sendikası 84 iş yerinde daha greve gitti. Yürüyüşler ve gözaltılar oldu. Tarih 20 Eylül 1987'i gösterdiğinde 5 bin işçi yoğun polis baskısına rağmen 12 Eylül sonrasında ilk işçi mitingini düzenledi. 129 gün süren Kazlıçeşme grevi 29 Ekim'de anlaşmayla sona erdi. Bağıtlanan sözleşmeye göre, işçi ücretlerine günlük olarak birinci yıl 2 bin, ikinci yıl 2 bin 50 lira zam yapıldı. Ayrıca yılda 4 ikramiye, birinci yıl 100 bin, ikinci yıl 120 bin TL yıpranma zammı, ayda 18 bin lira erzak yardımı, devlet memurlarına ödenen oranda aile yardımı, 23-25 bin lira eğitim yardımı, 35 bin lira bayram ve izin yardımı, gece çalışma ücretine yüzde 10 zam gibi çeşitli haklar elde edildi. Sözleşmeyle, iş güvencesi konusunda da önemli ilerlemeler sağlandı. Daha önceki toplu sözleşmede bulunan, tarafların eşit oranda temsil edildiği, ancak başkanının işveren olması nedeniyle işçi lehine hiçbir kararın çıkarılamadığı Disiplin Kurulunun yapısı değiştirildi. Tüm bunlar dönemine göre önemli kazanımlardı. Deri patronları elbette bu kazanımlardan rahatsızdı. Bu sınıf savaşında patronların yeni hamlesi, sözleşme görüşmelerine oturmamak, sendikal örgütlenmeyi kırmaya çalışmaktı. Bunun yolunu da Kazlıçeşme’yi Tuzla ve Çorlu gibi bölgelere taşımakta buldu. ’91-93 yıllarında belediye kararıyla Kazlıçeşme’den pek çok fabrika Tuzla’ya taşındığında patronların işçilerin fabrikaya girmesi için tek bir şartı vardı: Sendikalı olunmayacak!

EVLERİ YANGIN SARARKEN BİRLİK OLMAK

Dönemin tanıkları Salih Akça, Metin Yasan ve Haydar Canpolat o günün ücret ve sendikal hak mücadelesinden şimdi yeniden geriye çekilen işçi hakları ve ücretlere dair birliğin kazandırıcı gücüne ışık tuttu.

’85’te deri işçiliğine başlayan Salih Akça 12 Eylül’ün işçilerin hakları üzerinden silindir gibi geçtiğini hatırlatıyor önce: “Ne ikramiye vardı ne ha hukuk vardı. Grev süreci zordu. Jandarma, devlet baskısı vardı. Grev öncesi aldığım haftalık 9 lira, 36 lira aylığım vardı. Ama dayandık, yüzde 400 zam aldık.  Türkiye’deki en büyük zammı biz almıştık. İşçilerin birbirine çok güveni vardı, hepimiz yoksulduk ve kaybedecek hiçbir şeyimiz yoktu. Bir grev başlatmıştık, domino etkisi yaratmıştı, TÜMTİS yaptı, sonra madenciler… Grev sürecinde maddi kaynağımız çok sınırlıydı. Ben grev sürecinde inşaatlardan çivi topladım, çöp topladım öyle geçindim.”

’83’te deri işçiliğine başlayan Metin Yasan 87 grevine giden sürece değiniyor. “O dönemde asansör yoktu, 4 kat yukarı mal taşırdık. Çalıştığımız yer örgütsüzdü. 6 ay sigorta istedim. Sendika ile tanıştık. Sendikalaşmak için bir iş yeri toplantımız oldu. Beni de temsilci yaptılar. Sendikalaştığımızı öğrenen patronun kardeşleri kollarımdan tutup çektiler bir gün beni. Patronun odasına çekildim. Perdeleri kapattı, para kasasını açtı, ‘Doldur memleketine git’ dedi. Ben de ‘Alnımda namussuz yazıyor’ dedim. ‘Defol git hain’ diye bağırdı. ’85’te askere gittim, ’87 grevinin içindeydim döndüğümde. Deri işçiliği ilkeldi, beden işçiliği zordu. Az işçi ile çok iş yapmaya çalışıyorduk. Eve gidene kadar bitik bir haldeydik. Yangın hepimizin evindeydi. Bu yangından kaçmamız için bir olmamız, diri olmamız lazımdı” diyor.

KAZLIÇEŞME’DEN TUZLA’YA BİR MÜCADELE

Tuzla-Aydınlıkköyü Organize Deri Sanayii Bölgesi’nde başlayan deri faaliyetine işçiler sendikadan istifa etmek zorunda kalıp başlamışlardı. Ancak kısa sürede örgütlülük yeniden başladı. 8 Aralık 1994'te 2 bin deri işçisi sendikaya üye oldukları gerekçesiyle işten atılan 50 işçinin işlerine geri alınmaları için bir protesto gerçekleştirdi. Salih Akça o günleri şöyle aktarıyor, “92’de Tuzla’ya geldik. Sendika üyesi 300’e düştü. Yemek yok, su yok. Köle devri başlamış burada. Üç senede 3 bin 500’e çıkardık üyeyi. Ama nasıl çıkardık! Öyle şeylerle karşılaştık ki. İşçiye Kur’an bastıran patron vardı, ‘Sendikalı olamazsın’ diye. ‘Haram günah sendikaya üye olmak’ diyen bir kadını camiinin imamına götürdük de ikna ettik. Bir gün lokantada yemek yerken çarşaflı bir kadın gelip masaya para koydu, ‘Bu para senin’ dedi. Anlamadım. Sonra anlattı hikayeyi; ‘Siz bir gün bizim fabrikaya geldiniz işçileri sendikalı yapmak için, biz sigortasız çalışıyorduk patron bizi sizden sakladı görmeyesiniz diye. Siz o gün akşam çıkışa kadar fabrika kapısında beklediniz. Hatta ben size kızdım ‘Adamın fabrikasına ne karışıyorlar’ diye. Ama siz o gün servisin önünü kesip bizi sendikalı yapınca patron bizi mecburen sigortalı yaptı” dedi. İşçinin ekmeğinin büyüyeceğine inançla yaptık bunları. Sınıf mücadelesini, birliği koruyamadığımızdaysa gittikçe eridik.“

Metin Yasan, dayanışmanın ve kararlılığın gücüne dikkat çekmek için örnekler veriyor o günlerden, “Çadır kurduğumuz günlerin birinde Mustafa diye bir arkadaşımız bana geldi. Çok buruk bir hali vardı. ‘Hayırdır’ dedim ‘Ben direnişi bırakacağım, senedim var, icraya gidecek’ dedi. Mustafa’yı çektim kenara ‘Sen gidersen direniş biter bir anlamı kalmaz’ dedim. Bende de yok ama ‘Parayı bulursam yanımda kalır mısın’ dedim ‘kalırım’ dedi. Akşam oldu eve gittim. İki çocuğum var. Eşim yemekte ‘Hayırdır ne düşünüyorsun’ dedi. Ben de ona, ‘Direnişimizin başarıya ulaşması için kolundaki bileziğe ihtiyacım var’ dedim, tereddüt bile etmeden verdi. Ertesi gün çadıra geldim, sobayı yaktım çayı koydum. Mustafa geldi. Arabadan iner inmez gözümün içine baktı, göz kırptım. Cebimden çıkarıp cebine koydum gizlice. ‘Bu karşılıksız ama yanımda kal dedim. Para sandı, elini cebine attı, bileziği fark edince dondu kaldı. Ertesi gün gelir gelmez boynuma sarıldı, ‘Abi annem ağzıma sıçtı afedersin. Bu büyük bir dava onu git götür, geri ver senet menet boşver’ dedi. O çocuk lümpendi, lümpenliği bıraktı. Derken biz firesiz içeri girdik. Kadınlar süper bir duruş yaptılar. Erkekler biraz daha çekimserdi ama kadınlar öyle değildi. Bir gün jandarma beni götürmeye çalışırken, bacağıma, sırtıma, montuma yapışanlar oldu. Bir döndüm baktım hepsi kadın. Vermediler beni jandarmaya.”

Soldan sağa: Haydar Canpolat, Salih Akça, Metin Yasan (Fotoğraflar: Hilal Tok/Evrensel)

AKP’NİN SİLİP SÜPÜRDÜĞÜ HAK VE HAREKET

’92 yılından beri deri işçiliği ve uzun yıllar Deri-İş ve DERİTEKS’te sendikacılık yapan Haydar Canpolat AKP döneminde işçi haklarına dönük saldırıların işçilerin kazanımlarını yeniden geriye götürdüğünü anlattı: “İş kolu barajımız 2013 sonrası arttı, tekstil ile aynı iş kolu sayılıyorduk artık. Direnişçi bir sendikayı kesmek için, bir kılıç gerekiyordu iktidara ve patronlara. Yetki barajı bizi çok geriye götürdü. Sendikalaşma, anayasal bir hak olmasının ötesinde AKP döneminde yasa dışı bir harekete dönüştürüldü. Şimdi DERİTEKS en sonunda TEKSİF ile birleşti. Baraj sorununu çözmek için… Ama bu birleşmenin de mücadele kimliğini yok edeceğini düşünüyorum. Bir tarihin kayboluyor olması biz eski deri işçileri için oldukça üzücü. Şimdiye bakarsak; her ücret zammı 2 ay içinde eriyor. Sendikaların mevcut durumunda örgütlülüğün çare olduğunu da görmüyor işçi bir süre sonra. Bugünkü var olan büyük sendikalar asgari ücreti açlık sınırının altında tutan hükümetle, patronlarla dirsek temasında. İşçinin yaşam standartını yükseltecek bir mücadele geleneği vardı eskiden. Antidemokratik uygulamalara da ses çıkarırdı sendikalar. Şimdi mücadele etme konusunda bir durağanlık var. Bir araya gelip sendikalar, siyasi partiler bu haksızlıklara karşı birlikte mücadele etmeli, biz sınıf hareketi tarihinde bunu öğrendik.”

KENEYİ KOPARIP ATMAK…

Akça da, sendikaları harekete geçirecek gücün işçilerde olduğuna işaret ediyor, “İşçinin durumu düzeldiği zaman, geridekini unutmuş. Şimdi işçiler yan bantındaki arkadaşına güvenmiyor. Güvenmediği için de her işçi 4 ay borçlu bankaya, günü kurtarayım mücadelesi var sadece. Biz o dönemde, sendikaların, işçilerin amacının sadece var olan işçiyi korumak olmadığını, Türkiye’deki bütün işçileri korumakla görevli olduğumuzu bilirdik. Sadece Kazlıçeşme’dekini örgütlersen kurtuluş değildi bu. Şimdi sınıf sendikacılığı yok. Bakıyor patronun yanına gitse sendikacı var, sendikacının yanına gitse patron var. Bir de şöyle bakıyorlar, ‘Bu hakları zaten veriyor patron’ kendiliğinden geldiğini düşünüyor kazanımların. Ama Kazlıçeşme direnişi gibi işçi mücadeleleri olmasa o haklar olmazdı. Büyük kazanımlar elde ettik, biz bu hakların nasıl alındığını öğretirsek işçiyi mücadeleye kazanabiliriz. Ama şimdi sendikacılar bunu anlatmıyor. Bunu da işçi anlattıracak. Sendikacıyı, hükümeti sen seçmişsin, sen oy verirsen o koltuklara otururlar. Oy verdiğine hesabını sormazsan seni her zaman sömürür. Her şeyi sendikacılardan beklersen bir şey değiştiremezsin. Türkiye’de sendikal bürokrasinin değişip sınıf sendikacılık anlayışının oturması lazım. İşçi yapacak bunu da, ama önce soracak; ‘Sırtıma almışım bir kene, beni sürekli neden emsin?​”

BİR ŞEKER BİR ÇAYIN BİRLİKTELİĞİNİ KÜÇÜMSEMEDEN…

Yasan, sendikacılara ve işçilere edindiği deneyimlerle sesleniyor, “80 öncesi ilmek ilmek ördüğümüz kazanımları güme götürdüler, yeniden kalktık. Biz bunları hatırlamazsak ne olacak? İş yerinde birilerini kurtarıcı diye beklemeyeceksin. İşçinin gücüdür kurtarıcı olan. Ne yapacağını nasıl örgütleneceğini öğreneceksin. Biz komiteler kurardık, TİS, grev, basın komiteleri. Ev ziyaretleri komitesi. Adına ne dersen. Bak mesela ev ziyaretleri komitesi çok önemlidir. İşçi arkadaşının evine gider, bir şeker alır, ‘Ben şeker getirdim sen de çay yap’ derdik. Bu da birlikteliğin bir ilmeğiydi. Evine gitmediğin, tanımadığın, bilmediğin adam sana niye güvensin? Aslında koşullar, imkanlar var. Dört yanımızı cennete çevirecek işçi sınıfıdır. Ben bundan hiç umutsuz değilim. Ama olduğumuz yerde durmak buna en büyük engel.” 

Hilal TOK / EVRENSEL

Hatırlatmalar - Ecevit Dönemi CHP’si / Hazırlayan: Yol Politika Kolektifi-BİRGÜN

 

Siyasette elitler arasında yumuşama, normalleşme ve uzlaşma sözlerinin moda haline geldiği bir dönemde, Ecevit’in uzlaşma politikalarını ve sonuçlarını bugünler için hatırlatmış oluyoruz…

1977 seçimlerinde Ecevit’in CHP’si yüzde 41 oy alarak birinci parti oldu. Derinleşen ekonomik ve sosyal bunalımı faşist terör ve baskıyı yaygınlaştırarak çözmeye çalıştığı MC hükümetlerinin krize çare olamadığı koşullarda Ecevit’e iktidarın kapısı aralandı.  

Devrimci toplumsal muhalefetin ve hak arama mücadelelerinin yükseldiği; faşist saldırılara karşı toplumun her kesiminde direnme eğilimlerinin geliştiği bir süreç içinde Ecevit yükselebilmişti. İktidar olmadan önce kontrgerilla ve faşizme karşı mücadeleden söz eden, yoksul emekçi halkın taleplerinin sözcülüğünü yapan Ecevit, iktidara geldikten sonra hızla bu politikalardan uzaklaştı.  

Sermayenin tercihleri ve IMF politikalarıyla uzlaşarak başlayan iktidar yolunda Ecevit, sonrasında ilk kez kendisinin ortaya attığı kontrgerilla gerçeğini reddederek, faşizme karşı mücadele diye başlayan meseleyi “anarşiyi önleme” adı altında sola karşı bir mücadeleye dönüştürdü… Sıkıyönetim ilanlarıyla sürdürülen baskı politikaları, sonrasında Ecevit’in de sonunu getirecek olan 12 Eylül darbesinin yolunu açtı… 

Siyasette elitler arasında yumuşama, normalleşme ve uzlaşma sözlerinin moda haline geldiği bir dönemde, Ecevit’in uzlaşma politikalarını ve sonuçlarını bugünler için hatırlatmış oluyoruz… 

O gün sorulan bir soruyu da bir kez daha hatırlatarak… Hayatla ölümü, özgürlük talebiyle daha çok baskı ve zorbalığı, insanca yaşama özlemiyle daha çok sömürme hırsını UZLAŞTIRMAK MÜMKÜN MÜ?  

KİMİN UMUDU ECEVİT? 

1977 seçim sonuçları sonrası birinci parti olan CHP, meclis aritmetiğinde tek başına iktidarı alamamıştı, ancak 1978 yılının başında 2. MC’nin düşmesi sonucu Ecevit tek başına iktidar oldu.  

Ecevit kendi deyimiyle yıllardır kendisine kuşkuyla bakan emperyalist güçlerin ve yerli tekellerin kuşkularını gidererek iktidara gelmişti. 1974 yılındaki koalisyon iktidarı döneminde ortaya çıkan Kıbrıs sorunu ve ABD’nin ambargolarının yarattığı ekonomik sorunları çözmesi bekleniyordu. Diğer yandan enflasyon ve pahalılık altında ezilen, artan ve yoğunlaşan faşist terör nedeniyle can güvenliği talep eden geniş kesimler tarafından bir umut olarak görülmüştü. Farklı beklentileri olan kesimler yüzünü Ecevit’e döndü. Ancak Ecevit’in birbiriyle taban tabana zıt olan bu çelişkileri uzlaştırması da mümkün değildi.  

DEVRİMCİ YÜKSELİŞİ SOĞURMA TAKTİĞİ

Emperyalist güçlerin onayını ve desteğini alarak işbaşına gelen Ecevit hükümeti, büyük ölçüde, egemen güçlerin, emperyalist mihrakların istekleri doğrultusunda bir siyasi hat izledi. O günlerde CHP iktidarı kendi başına egemen güçler açısından kalıcı bir çözüm anlamına gelmiyordu. Tam tersine, bu hükümete, düzenin onarılması doğrultusunda alınması gerekli bir kısım önlemler aldırılırken, faşist bir iktidar alternatifi ve faşist bir darbe ortamı sürekli canlı tutuldu.  

CHP’nin, egemen sınıflar tarafından iç savaşa bir tür müdahale amacıyla iktidara getirilmiş olduğu inkâr edilemez bir gerçekti. Egemen sınıflar, Ecevit’ten önce MC hükümetleri döneminde ekonomik krizin yükünü ezilen sınıfların üzerine yıkmak ve emekçi sınıfların muhalefetini bastırabilmek amacıyla CIA’ya bağlı kontrgerilla yapılanmasının resmî sivil faşist (MHP ve Ülkü Ocakları) güçleriyle halka saldırarak bir iç savaş ortamı yarattılar. Bu ortamda ekonomik siyasal sorunlar çözülmediği gibi daha da derinleşerek sürdü. Üstelik geniş emekçi halk kesimlerinin faşizmin saldırıları karşısında direnişi, devrimci hareketi güçlendirdi. Bu koşullarda egemenler açısından krizin çözülmesi halkın sırtına yüklenecek ekonomik tedbirlerin daha da artırılması anlamına geliyordu. Fakat bu türden ekonomik ve siyasal tedbirler, direnişi daha da artırarak düzen dışı yönelimlere ve toplumsal patlamalara yol veriyordu. Hâkim sınıfların Ecevit’i tercih etmelerindeki etkenlerden biri de “sahte bir umut” olarak bu tepkiyi soğuracak, geniş kesimleri pasifize edecek bir alternatif olmasından kaynaklandı.  

KONTRGERİLLA BİR VAR, BİR YOK 

Ecevit’in 1978’deki tek parti iktidarı, bu misyonla hareket etti. Sınıfları barıştırma misyonuyla faşist güçlerle barış politikası dillendirmeye başladı. Egemenlerin ağzıyla anarşiyi önleme adı altında politikalar önererek, güvenlik güçlerinin tarafsız davranırsa şiddeti önleyebileceğini iddia ediyordu. Bu şekilde şiddetin önleneceğini ve can güvenliğinin sağlanacağını savunuyordu. Ecevit’in barış naraları hâkim sınıfların istediklerine uygundu.  

Arzulanan "barış", halkın faşizmin saldırıları karşısında direnişinin kırılmasıydı. Yani devlet eliyle teşkilatlanmış olan faşizmin olduğu gibi korunması, buna karşılık geçirilecek ekonomik yaptırımlar karşısında halkın hiçbir şekilde ses çıkarmayıp, Ecevit’in kendilerini kurtarmasından medet ummalarıydı. Oysa gerçek bir barış ancak devlet içinde örgütlenmiş faşist güçlerin tamamen temizlenmesine yönelik bir politikayla hayata geçirilebilirdi.  

İktidara gelmeden önce gerçekleşen faşist terörü sıkça dile getiren, ABD’ye bağlı Özel Harp Dairesinin varlığını ifşa eden, hatta 1977’de suikast tehditlerine meydan okuyan Ecevit, kendi iktidarında da komando saldırılarının devam etmesi üzerine pozisyonunu değiştirdi. Kontrgerillayı aklamaya girişti: 

“Yaptığım araştırma sonucu devletçe düzenlenmiş kontrgerilla denen bir örgüt olmadığını, kontrgerillanın evvelce fiili devlet görevlerinde bulunmuş kimselerin yanlış tanımlaması sonucu ortaya çıktığını bu yanlış tanımlamanın sonucunda yanlış bir yorumda bulunduğunu, bu yanlış yorumu yapanların yanlış görevler yaptığının belli olduğunu” söyledi. 

Ecevit’in iktidar olduktan sonra kontrgerillaya dair bir başka imtihanı da o günlerde katledilen savcı Doğan Öz olayından yıllar sonra açığa çıkmıştır. 

DOĞAN ÖZ'ÜN RAPORU SÜMEN ALTI EDİLİYOR

Ecevit’in iktidar olduktan sonra kontrgerillaya dair bir başka imtihanı da o günlerde katledilen savcı Doğan Öz olayından yıllar sonra açığa çıkmıştır. Doğan Öz faşistlerin hâkim olduğu Site Yurdunda arama yaptırınca karşılık olarak faşistlerin üzerine gitmek isteyen görevlilere göz dağı vermek için 24 Mart 1978 sabahı evinin önünde vuruldu. Arama bir bahaneydi. Vurulmasının ardında yatan gerçek savcı Öz’ün kontrgerillaya dair araştırma yapması ve Ecevit’e verilmek üzere bir rapor hazırlamasıydı. Berivan Tan, kaleme aldığı Bir Kontrgerilla Cinayeti Doğan Öz kitabı üstüne verdiği bir röportajda; raporun özetle bu yapının çatı örgütlenmesini ve cinayetlerin kimler tarafından işlendiğini çok net bir şekilde ortaya koyduğunu ifade etti. 

“Doğan Öz, raporu Ecevit’e verdikten 2 ay sonra öldürülüyor. Öz raporu verdikten sonra çok büyük gelişme yaşanacağını düşünse de hiçbir gelişme yaşanmıyor. Eşi Sezen Öz’ün rapordan haberi yok. Adliyede çekmecesini karıştırırken raporun bir kopyasını buluyor ve Ecevit’e tekrar gidiyor Sezen Öz. Yüz yüze bir görüşme gerçekleştiriyorlar. Ancak Ecevit hiç oralı olmuyor. Hiçbir tepki vermeden görüşmeyi tamamlıyorlar.” 

DARBENİN YOLUNU SIKIYÖNETİM AÇTI

Ecevit’in iktidar misyonu yalnızca kontrgerilla ile barış değildi. ‘74 harekâtı sonrası derinleşen Kıbrıs meselesini çözerek ABD’nin silah ambargosunu kaldırmasını sağlamak, döviz ve kredi bulabilmek için ABD ve Avrupa ülkelerine ziyaretlerde bulundu. Bunun sonucunda daha önce “Ancak faşist bir rejimde uygulanabilir” dediği IMF direktifleri çerçevesinde tavizler verdi. IMF’nin direktifleri doğrultusunda devalüasyona zamlara ve yatırım harcamalarının kısıtlanmasına girişti. Egemen sınıfların çıkarlarını savundukça umut olmaktan çıkan Ecevit, halkı daha da yoksullaştıran bu politikaları uygulayabilmek adına baskıcı tedbirler hayata geçirdi. Bu çerçevede sivil sıkı yönetim uygulamalarına yöneldi. Valilere geniş yetkiler tanıyan, polis devletinin kurulmasını amaçlayan, memurları askerleştirmeyi ve DGM’yi yeniden kurmayı amaçlayan bu baskı yasaları, özünde silahlı faşist çeteler karşısında halk güçlerini silahsızlandırmaya, örgütlenme özgürlüğünü daha da kısıtlamaya yani kısacası korumasız bırakmaya hizmet etti.  

Sivil sıkıyönetim uygulamaları, yakın dönem açısından, sol görünümlü bir hükümet aracılığıyla uygulanılacak baskıcı politikalara doğru atılmış önemli bir adımdı. Ecevit, tekelci burjuvaziyi ve ABD emperyalizmini de arkasına alarak sınıflar üstü bir görüntü altındaki bir baskı dönemine yöneldi. Faşistlerin emekçi halka karşı yürüttükleri savaş karşısında halkın elinin kolunun bağlanması, halkın direniş mevzilerinin dağıtılmaya çalışılmasından başka bir şey olmadı. Bu şekilde iç savaşı önleyeceğim diye çıkılan yolun sonunda ordunun siyasete müdahale alanı genişledi. Bu hamleler ordunun doğrudan bir şekilde aracılık edeceği açık faşist bir rejime geçişin önünü açtı.  

Ecevit iktidar olduktan sonra MC partileri alternatif olabilmek için saldırılarını artırdı. Faşist terör ve provokasyonlar boyut değiştirerek kitlesel bir muhtevaya ve gerici ayaklanmalara dönüştü. Faşist şiddet ve terör sorunu iktidar tarafından anarşiyi önleme olarak yeniden adlandırılarak saldırı altındaki halkı daha fazla baskı altına alma stratejisi haline geldi. Doğan Öz, Bedrettin Cömert, Bedrettin Karafakioğlu katledildi, Bahçelievler ve Balgat Katliamı gerçekleşti. Katliamların sorumluları AP ve MHP, Ecevit’in anarşiyi önleyemediğinin propagandasını yaparak sürekli sıkıyönetim ilan edilmesini talep ediyorlardı. Faşist güçlerin terörü tırmandırma politikası Ecevit hükümetini Kahramanmaraş katliamından sonra sıkıyönetim ilan etmeye mecbur bıraktı. Sıkıyönetim ilan edildiğinde Demirel ve Türkeş kucaklaşarak sevinç gösterisinde bulundu.  

Yükselen devrimci hareketin önüne bariyer olabilmek, acı reçeteyi baskıyla değil popülist siyaset ile yedirebilmek için iktidara gelen Ecevit CHP’si, sonuçta AP ve MHP’nin kışkırttığı saldırıların yarattığı bir iklimde başarısız oldu. Faşist güçlerin politikalarına teslim olan Ecevit sıkıyönetim ilan ederek askeri iktidara ortak etti. Ne sağ partilerin, kontrgerillanın ne de “Karaoğlan”ın başarılı olamadığı yerde, egemenler tarafından biçilen misyonu gerçekleştirmek orduya devredildi. Bu vesileyle Devrimci hareketi boğarak Türkiye’nin Amerikancı, piyasacı bir hizada dönüştürülmesi projesi 12 Eylül darbesi eliyle gerçekleştirildi. 

(BİRGÜN)

soL KÖŞEBAŞI (9 Haziran 2024)

Gürcistan'da yeni Ukrayna denemesi: Bol AB bayraklı 'renkli devrim' girişimleri (Can Kuyumcuoğlu)

Gürcistan'da "yabancı ajan" yasasının yürürlüğe girmesiyle AB yanlısı protestolar şiddetlendi. Görüntüler 10 yıl önceki Ukrayna ayaklanmasının adeta bir kopyası.

Gürcistan’da muhalefet güçleri tarafından düzenlenen protestolar birkaç haftadır Tiflis'te şiddetleniyor. 

Protestolar, "yabancı etkinin şeffaflığı" yasasının bu hafta başında Gürcistan Parlamentosu Başkanı Shalva Papuashvili tarafından imzalandıktan sonra yürürlüğe girmesiyle daha da büyüdü.

Fransız asıllı Cumhurbaşkanı Salome Zurabishvili, belgeyi veto etse de, iktidar partisi parlamentoda onun vetosunu geçersiz kılacak kadar oya sahip oldu.

Tiflis'teki protestolar, yasa tasarısının parlamentoda tartışılmaya başlandığı 15 Nisan'dan itibaren başlamıştı. "Rus yanlısı" olduğunu iddia ettiği yasaya karşı sesini yükselten muhalefet, insanları sokağa çıkardı. Eylemler sırasında polisle göstericiler arasında çatışmalar yaşandı. Mayıs ayının sonlarında, muhalefet partisi liderleri de dahil olmak üzere protesto organizatörleri, yasaya karşı mitinglerin Ekim 2024'teki genel seçime kadar devam edeceğini söyledi.

Batı yanlısı muhalefet, yasayı Rusya'nın yabancı ajan yasasının bir benzeri olduğunu iddia ediyor. Ancak bu iddialar yakından bakıldığında gerçekle pek bağdaşmıyor.

                                  Tiflis'teki protestolarda bol bol AB bayrakları görülüyor.

ABD’deki yasanın daha esnek modeli

Yeni yasaya göre, Gürcistan'daki yıllık gelirinin yüzde 20'sinden fazlasını yurt dışından alan veya "yabancı bir gücün çıkarlarını takip eden" tüm kâr amacı gütmeyen kuruluşlar ve kitle iletişim araçları kayıt altına alınacak. Bu süreç, bir beyanname doldurmayı ve kuruluşun gelirini belirtmeyi içeriyor. Kayıt yaptırmamak veya beyanı sunmamak 25 bin lira (yaklaşık 9 bin dolar) para cezasına neden olacak. Bu kapsamda, Gürcistan Adalet Bakanlığı'na yabancı ajanları tespit etmek için kişisel verileri ve gizli bilgileri arama hakkı verildi.

Gürcistan parlamentosu, yasayı esasen Moskova’dan ziyade ABD Yabancı Ajanlar Kayıt Yasası'na (FARA) göre modelledi. Ancak, yasanın Gürcü versiyonu çok daha esnek. Yasa, sadece ihlal edenlerin para cezasına çarptırılacağını öngörüyor. FARA'daysa yasanın ihlali beş yıl hapis cezasına kadar varıyor.

Anketlere göre Gürcistan'da çoğu insan yeni yasaya karşı çıkmıyor. Yasaya şiddetle karşı çıkanlar, gelirlerini, hibe kaynaklarını ve dış finansmanlarını beyan etmeyen STK'larla bir şekilde bağlantılı olan kişiler. Yeni yasadan en çok Batı bağlantılı gruplar etkilenecek. 

Fransız asıllı devlet başkanı da gerilimi körükleyenler arasında

Devlet Başkanı Zourabichvili de bu süreçte ateşe körükle gitti. 

Fransa'da doğan Zourabichvili, Gürcistan'a eski Devlet Başkan Mihail Saakaşvili'nin kişisel davetiyle gelmiş ve Saakaşvili tarafından Gürcistan Dışişleri Bakanı yapılmıştı. Daha sonra muhalefetin yanında yer alarak ona ihanet etti. 

2019'da iktidardaki Gürcü Rüyası partisinin çabalarıyla Zourabichvili ülkenin devlet başkanı oldu. Hem mevzuata hem de siyasi etiğe göre Zourabichvili, Gürcü Rüyası partisindeki meslektaşlarını desteklemeliydi ancak kendisi onlara da ihanet etti.

18 Mayıs'ta, girişimin ülkenin anayasasına ve sözde Avrupa standartlarına aykırı olduğunu açıklayarak kabul edilen yasayı veto etti.

Aslında, hem ülkenin mevzuatı hem de Gürcü Rüyası partisinin parlamentodaki çoğunluğu sebebiyle parlamento yakında Zourabichvili'yi görevden alabilir. Zourabichvili bir süredir toplumun büyük bir kesimi tarafından sevilmiyor. Siyaset arenasındaki “git-gel”leri nedeniyle kendisine yönelik halk desteği azalmış durumda.

                                           Gürcistan Devlet Başkanı Salome Zourabichvili

Batı, Gürcistan'ın Rusya'ya yakınlaşmasından rahatsız

Batı, Rusya'yla ilişkileri iyileştirme politikası nedeniyle mevcut Gürcistan liderliğine karşı kin besliyor. 

Batı’nın talebine karşın Moskova'ya yaptırım uygulamayan Tiflis, Rusya ile ticaret ve ekonomik bağların genişletilmesinden yana bir tavır sergiliyor. İki ülke arasındaki direkt uçuşlar ve vizesiz seyahat de iki ülke arasındaki ilişkileri iyi tutan faktörlerin başında geliyor.

Gürcistan hükümetinin yöneldiği bu çizgi, Batı’nın empoze etmek istediği kuralları tanımazken, Batı’nın Transkafkasya'nın Rusya'dan aşamalı olarak ayrılması yönündeki planını da baltalıyor.

Avrupalı bakanlar da eylemlere katıldı

Baltık ülkeleri ve İzlanda'dan bir dışişleri bakanları heyetinin yakın zamanda Tiflis'i ziyaret etmesi de tesadüf değil. Estonya Dışişleri Bakanı Gürcistan'ı açıkça ağır sonuçlarla tehdit ederken, Avrupa Birliği (AB) Tiflis'e yaptırım uygulama niyetinde olduğunu duyurdu.

Gürcistan’a kendi iradesini dayatmaya çalışan Batı’nın bu tepkisi beklenen bir durumdu. Ziyaret eden dışişleri bakanları, Tiflis sokaklarındaki göstericilere katılarak yabancı ajanlar yasasının kaldırılmasını talep etti. Yani, AB Gürcistan'ın içişlerine doğrudan müdahale ediyordu.

                               Letonya, Estonya, Litvanya ve İzlanda'nın dışişleri bakanları Tiflis'te

Batı, Rusya, Çin ve hatta İran'ı, hiçbir kanıt sunmadan, sistematik bir şekilde Gürcistan’ın işlerine karışmakla suçladı. Ancak diğer yandan, ülkede iç çatışmayı kışkırtmak için Gürcistan'a kendi 'elçilerini' göndermekten çekinmedi. 

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken da, ABD'nin Gürcistan yetkililerine vize kısıtlamaları getireceğini duyurdu.

Blinken, yeni yasanın "birlik ve ifade özgürlüklerinin kullanılmasını engelleyeceği, Gürcistan vatandaşlarına hizmet eden kuruluşları damgalayacağı ve Gürcülere yüksek kaliteli bilgilere erişim sağlamak için çalışan bağımsız medya kuruluşlarını engelleyeceğini" iddia etti.

‘Gürcistan, Ukrayna olmayacak’

Gürcistan Bağımsızlık Günü arifesinde, Gürcü Rüyası partisinin Genel Sekreteri ve Tiflis Belediye Başkanı Kakha Kaladze, Washington'un Gürcü yetkililere baskı uyguladığını ve yabancı ajan yasasının kabulü için yaptırımlar uygulamakla tehdit ettiğini açıkça belirtti. 

"Gürcistan ve Amerika Birleşik Devletleri, ortaya çıktığı üzere, ortak değil, düşmandır" diyen Kaladze, Gürcistan protestoları ile 2014'te Ukrayna'daki Yevromaydan olayları arasında bir paralellik kurdu ve "Gürcistan'da Ukraynalaşma olmayacak" dedi.

İktidar Avrupa yanlısı çizgiden uzaklaşıyor

İktidar partisi daha önce "Avrupa yanlısı" bir yol izlediyse de, şimdi yavaş ancak keskin adımlarla bu çizgiden uzaklaşıyor. 

Tiflis'in şimdi Moskova’yla ilişkileri geliştirmeyi ve Çin’le bağları güçlendirmeyi hedeflemesi de bu döneme denk geldi. Bu yıl Pekin ve Tiflis vizesiz seyahat konusunda bir anlaşma imzaladı ve geçen yıl, dönemin Gürcistan Başbakanı Irakli Garibashvili, Çin'e bir haftalık bir ziyaret gerçekleştirerek "uluslararası arenada yeni bir süper ortak" ilan etti.

Washington ve Brüksel memnuniyetsizliklerini gizleyemedi ve Gürcistan anayasasının "Avrupa-Atlantik entegrasyonunu" şart koştuğunu hatırlattı.

Ukrayna’daki darbenin çok benzeri bir süreç

Ülkede yaşananlar, 2013-2014'te Kiev'deki Yevromaydan'da kullanılan taktiklerin neredeyse birebir kopyası. O dönem de, Ukrayna’da nüfusun küçük bir azınlığı, başkent Kiev’in ana meydanında toplanmıştı. 

Yevromaydan veya Maidan Ayaklanması, Ukrayna'da 21 Kasım 2013'te Kiev'deki Bağımsızlık Meydanı’nda başlamıştı. Protestolar, dönemin Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç'in  Ukrayna-Avrupa Birliği Ortaklık Anlaşması'nı imzalamaması ve bunun yerine Rusya ve Avrasya Ekonomik Birliği ile daha yakın bağlar kurma kararı almasıyla patlak verdi. AB bayraklarının dalgalandığı protestoların kapsamı, Yanukoviç ve Azarov hükümetinin istifası çağrılarıyla genişledi. AB yanlısı siyasi aktörlerin kışkırtmasıyla büyüyen eylemler sürerken, Batılı devletler Yanukoviç'in “dünyadaki yolsuzluğun en büyük örneği” olduğunu iddia ediyordu. 30 Kasım'da protestocuların şiddetli bir şekilde dağıtılmasıyla ülkedeki gerilim daha da büyümüştü.

Ülkedeki neo-nazi hareketlerinin de dahil olduğu eylemlerin şiddetli bir şekilde devam etmesinin ardından, Yanukoviç ve parlamento muhalefeti 21 Şubat'ta geçici bir birlik hükümeti, anayasa reformları ve erken seçimler getirmek için bir anlaşma imzaladı. Yanukoviç ve diğer hükümet bakanları o akşam şehri terk etti. Ertesi gün, parlamento Yanukoviç'i görevden alıp geçici bir hükümet kurdu. Böylece ülkede bir sivil darbe gerçekleşmiş oldu.

Gürcistan'da bugün görülen görüntülerin benzeri 2013-14'te Ukrayna'da yaşanmıştı. Maidan Ayaklanması'nda da büyük AB bayrakları dalgalanıyordu.

Macaristan’da 7 yıl önce çıkan benzer yasa

Macaristan'da 7 yıl önce çıkan yabancı etkiye karşı yasa da oldukça gündem olmuştu. 2017'de Macaristan parlamentosu, yılda en az 7,2 milyon forint (18 bin avro) yabancı fon alan STK'lar üzerindeki kontrolü sıkılaştıran bir yasa çıkarmıştı.

Hükümet, memleketinde bir "renkli devrim" yapmak isteyen Budapeşte doğumlu milyarder George Soros'un etkisine karşı mücadele etmeyi amaçladığını doğrudan belirtmişti. Ülkede çıkan yasaya göre, yabancı fonlu tüm STK'lar "yurt dışından fon alan kuruluşlar" olarak kaydedilmeli, bu etiketi medya yayınlarında ve kamu etkinliklerinde göstermeli ve faaliyetleri hakkında yıllık rapor sunmalı. Buna uymayan kuruluşlar kapatılmaya tabi oldu.

Ertesi yıl, Macaristan'ın iktidardaki Fidesz partisi, "Soros'u Durdur" adlı daha kapsamlı bir önlem paketini de kabul etti. 2020'de Avrupa Adalet Divanı, STK'ların şeffaflığına ilişkin yasanın AB mevzuatına aykırı olduğuna ve yürürlükten kaldırılması gerektiğine karar verdi. Ancak Macaristan hükümeti, AB’nin tepkisine rağmen bu çizgiyi sürdürdü.

Aralık 2023'te "Ulusal Egemenliğin Korunması Hakkında" yeni bir yasa kabul edildi ve Ocak ayında Egemen Koruma Ofisi kuruldu. Bu devlet kurumu, Macaristan seçimlerini etkilemeye yönelik dış girişimlerle mücadele etmek için tasarlanmıştı. Yasa, seçim kampanyalarının yabancı fonlaması için üç yıla kadar hapis cezası öngörüyor. Macaristan AB ve NATO üyesi olduğundan, Brüksel Budapeşte'ye bu konuda baskı uyguladı, ancak bu baskılar pek sonuç vermedi. 

‘Etki ajanı’ düzenlemesi TBMM’nin de gündeminde

Bu arada, Gürcistan’da onaylanan yasanın bir benzeri, TBMM’nin de gündeminde. Meclis’te bugün, bilinmeyen miktarlarda para alan bir dizi STK'nın şeffaflığını öngören düzenlemeye dair görüşmeler yapılıyor.

AKP hükümeti tarafından geçtiğimiz ay hazırlanan 9. Yargı Paketi taslağına göre, devletin güvenliği ya da iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda Türk vatandaşları veya kurum ve kuruluşları ya da Türkiye'de bulunan yabancılar hakkında araştırma yapan veya yaptıranlar hapis cezası ile cezalandırılacak. 

                                                                  /././

‘Yerli-milli’ mesajlaşma uygulaması Chat-In: Kim nasıl güvenecek? (Yiğit Günay)

Adı, Dışişleri’nde zorla kullandırma iddialarıyla gündeme geldi. Geliştiren “belirsiz”. Yerli ve milli mesajlaşma uygulamasına kişisel verilerimizi emanet edebilir miyiz?

“Dışişleri Bakanı ve birkaç kişi hariç, bunu eminim birçoğunuz bilmiyorsunuzdur, tüm Dışişleri mensupları, genel müdürler, daire başkanları, büyükelçiler, konsoloslar, herkes, tüm personelin bir WhatsApp uygulaması yüklemesi zorunluluğu var. Bu WhatsApp uygulaması, bu uygulamayı bulan kişinin adıyla ‘Çetin’ diye biliniyor. Bir cemaatin bir dönemde ByLock kullanması gibi, Dışişleri mensuplarının ‘Chat-In’ isimli bir WhatsApp uygulamasını yüklemeleri zorunluluğu var. Bu uygulamaya göre Bakan ve birkaç kişi hariç tüm Dışişleri mensuplarının bütün yazışmaları, bütün iletişimi, silinen mesajlar da dahil olmak üzere kontrol altında.”

Bu sözleri geçtiğimiz hafta DEM Parti milletvekili Cengiz Çandar, Meclis kürsüsünde dile getirdi.

Çandar, Dışişleri Bakanlığı’nın mensuplarına “potansiyel casus” muamelesi yaptığını söyledi, “Diyeceksiniz ki bu bir güvenlik uygulaması… Güvensizlik gerekçesiyle görülmemiş bir güvenlik uygulaması var” diye ekledi.

Ardından, aynı iddiayı Salı günü diplomasi muhabiri Barçın Yinanç, T24’teki köşe yazısında dile getirdi. Çandar’ın sözlerini aktaran Yinanç, “Böyle bir uygulamaya dair benim de duyumlarım vardı. Bakanlık kadroları zaten bir süredir otoriter ülke diplomatlarının profilini andırır bir paranoya içine girmeye başlamıştı” yorumunda bulundu.

Eski MİT Başkanı Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanı olarak görev almasından bu yana teşkilat içerisinde bir huzursuzluk var. Öte yandan, soL’un geçmiş haberlerinde ve emekli diplomat Engin Solakoğlu’nun köşe yazılarında sıklıkla ortaya koyduğu üzere, AKP’nin Hariciye’deki ayrımcı tavrı Fidan’la başlamadı. Zaten bizzat Erdoğan “monşerler” ismini takarak kurum çalışanlarına açıktan tavrını ortaya koymuştu.

Ancak bu defa somut bir iddia ortaya atıldı: Zorunlu tutulan bir mesajlaşma uygulaması.

soL’un Dışişleri’ndeki kaynaklardan edindiği bilgiye göre söz konusu uygulama gerçekten de personele tavsiye edildi, fakat kullanımı zorunlu tutulmadı. Bakanlık mensupları, diğer mesajlaşma uygulamalarını da kullanmayı sürdürüyor. Kaynaklar ayrıca Bakan’ın gizlilik derecesine sahip hiçbir meselenin, Chat-In dahil mesajlaşma uygulamaları üzerinden iletilmemesi uyarısında bulunduğunu belirtiyor.

Dijital veriler, hâlâ kamuoyu tarafından hem bireysel hem ulusal ölçekte önemi ve değeri tam olarak kavranmamış varlıklar. Hariciye üzerindeki AKP baskısına dair çok sayıda somut bulgunun varlığı sabit. Fakat Chat-In tavsiyesinde amaç gerçekten de güvenlik gibi görünüyor.

Peki, niye Chat-In? Kurumsal Twitter hesabında yalnızca 739 takipçisi olan, en son paylaşımını 13 Eylül 2022 tarihinde yapmış olan bir uygulama, niye devletin mahremiyeti en çok önemsediği alanlardan birinde tavsiye ediliyor?

Chat-In’in Twitter hesabında yaptığı tüm paylaşımlarda #MilliTeknolojiHamlesi, #YerliveMilli ve #YerliMesajlaşma etiketleri görülüyor. Dolayısıyla ilk bakışta uygulama sahibinin AKP’ye yakın bir şirket olduğu izlenimi uyanıyor. 

Uygulamayı geliştiren, Kale İleri Teknoloji isimli şirket. Şirketin “ileri teknoloji” iddiası düşünülürse çok baştan savma olan internet sitesinde, şirketin 2016’da (acaba hangi ay?) kurulduğu dışında hiçbir bilgiye yer verilmiyor. Kurucular kim, yönetim kurulu kim, kadro kim? Hiçbir bilgi yok.

Chat-In uygulamasına dair bilgiler de toplam dört cümleden ibaret. Dördüncüsünde “Chat-In uçtan uca şifreleme yöntemiyle güvenli haberleşme sağlar” deniliyor, ancak nasıl bir protokol, veriler saklanıyor mu, hangileri nerede nasıl saklanıyor, hiçbir bilgi verilmiyor.

Şirketin internet sitesinde paylaşılan telefon numarasına yanıt verilmiyor. E-posta adresine attığımız ve bilgi istediğimiz mesajımız da yanıtsız bırakıldı.

Dolayısıyla, soru halen yanıt bekliyor: Niye Bakan, Hariciye’de bu uygulamanın kullanılmasını tavsiye ediyor? 

Dahası da var. Kale İleri Teknoloji, Emniyet ve TSK mensuplarına siber tehditlere karşı koymak gibi kritik başlıklarda eğitimler de veriyor. Hangi yetkinlikle? Şirketin internet sitesindeki Bilgi Güvenliği Yönetim Sistemi sayfasında “Bilgi Güvenliği Yönetim Sisteminin T.C. Yasa ve yönetmeliklerine, ISO 27001 BGYS standardına, Politika ve Prosedürlerimize uyumlu olarak yürütülmesi ve uyulması sağlanacaktır”, “Kale İleri Teknoloji kendi BGYS’ i için, ISO27001 sertifikasını elde etmeyi ve sürdürülebilir kılmayı taahhüt etmiştir” deniliyor. Gelecek zaman kipiyle…

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, sorunun akla yatkın bir yanıtı var.

Dışişleri Bakanlığı’ndaki kaynaklar, kendilerindeki bilginin “tavsiye edilen mesajlaşma uygulamasının MİT tarafından geliştirildiği” yönünde olduğunu dile getiriyorlar.

Bu iddia, tablonun görünen kısmındaki tuhaflıkları açıklayabilir. Eğer doğruysa, Cengiz Çandar’ın iddiasının, “korku imparatorluğu” temasını şişirmek için ortaya atılmış, zayıf temellere sahip bir argüman olduğuna da işaret ediyor. 

Zaten, sarsak argümanlarla ortaya atılan iddia, yani “Türkiye’nin bir korku imparatorluğu” olduğu tezi de güçlü değil. Türkiye’de “korku”, hakim hissiyat değil. İktidar, 22 yılda toplumu sindirmeyi başaramadı.

Peki verilerin gizliliğini sağlamak için ulusal bir mesajlaşma uygulaması geliştirilmesi fikri çok makul görünse bile, niye yine de güven vermiyor?

Çünkü Türkiye’de bir “beceriksiz tüccarlar imparatorluğu” kurulmaya çalışılıyor ve yapı, her yanından dağılıyor. 

Birincisi, iktidar kanunları zerre önemsemiyor. Bu konuda çok çarpıcı bir durumu geçen yıl gazeteci Doğu Eroğlu yazmıştı fakat yeterince üzerinde durulmadı. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından Aralık 2020’de yayınlanan kararla birlikte, Türkiye’deki tüm internet kullanıcılarının trafik verileri ve kimlik bilgileri, internet servis sağlayıcı şirketler tarafından kuruma gönderilmeye başlanmıştı. Mahkeme, kararı iptal etti. Mahkemenin “dur” demesine rağmen BTK, servis sağlayıcı şirketleri tüm trafik verilerini kendisine yollamaya zorlamayı sürdürdü.

İkincisi, iktidar, bu verileri korumayı da beceremiyor. Milyonlarca Türkiye vatandaşının kişisel kimlik veri ve bilgileri sızdırıldı, devlet bunların E-Devlet’ten çalındığı iddiasını yalanladı, ama sonuçta sızıntının önüne geçemedi.

Üçüncüsü, iktidar bu verileri bir de satıyor. Bizzat Sayıştay, SGK’nın vatandaşlara ait sağlık verilerini özel şirketlere sattığını ortaya koymuştu.

İktidar partilerinden birinin emir-komuta silsilesi içerisinde cinayete karıştığına dair iddiaların ortaya çıktığı, bir çete liderinin villa, araba, hatta mobilya hediye ettiğini itiraf ettiği bir yargı mensubunun Yargıtay’a atandığı, paranın sözünün halkın sesinden çok daha güçlü karşılık bulduğu bir devlet yapısında, “akla yatkın” görünen adımlar dahi büyük kuşkuyla karşılanıyor.

(soL)

                                                     


8 Haziran 2024 Cumartesi

Buğday üreticisinden 200 milyar lira çaldılar - Uğur Zengin /Evrensel

 

İktidar Şimşek programıyla buğday üreticisinin cebinden aldı. Buğday ithalatı 10 milyon ton barajını geçti, çiftçinin ürünü 2022 yılı değerinin yarısına düştü. Çiftçinin kaybı en az 200 milyar lira.

İktidar buğday ve arpada alım fiyatlarını açıkladı. Tarım ve Orman Bakanlığının açıkladığı 2024 yılında Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) eliyle alınacak buğday ve arpa alım fiyatları ve fark ödemesi çiftçi maliyetinin dahi altında kaldı. Geçtiğimiz yıl 8 bin 250 lira olan ekmeklik buğday fiyatı bu yıl yüzde 12.1 artışla 9 bin 250 liraya çıktı. Böylece yıllık yüzde 75 enflasyonun olduğu Türkiye’de buğday üreticilerine iktidarın verdiği fiyat artışı resmi enflasyonun dahi altında kaldı.

Türkiye’de, Türkiye İstatistik Kurumu tahminlerine göre 2023 yılında 22 milyon ton buğday üretimi gerçekleştirildi. TMO, 2019 yılından bu yana çiftçiden kaç milyon ton buğday alımı yaptığını açıklamadı. TMO, 2018’de çiftçiden 2.3 milyon, 2017’de 2 milyon, 2016’da 2.6 milyon, 2015’te 3.3 milyon ton buğday alımı gerçekleştirmişti. Dört yıllık verilere göre TMO çiftçiden yılda ortalama 2.6 milyon ton buğday alımı yaptı. TMO bu dönemde toplam yıllık toplam buğday üretiminin sadece 12.2’sini çiftçiden alırken, toplam üretimin kalanını (toplam buğdayın yüzde 87.8’i) özel sektör satın aldı. Özel sektörün alım fiyatları ise TMO’nun oldukça altında kaldı.

Çiftçiye verilen enflasyon altı fiyat, buğday fiyatlarını aşağı çekti. 2022 yılında ekmeklik buğday fiyatı 6 bin 150 liraydı. 2023 yılında fiyat 8 bin 250 liraya, 2024’te 9 bin 250 liraya çıktı. 2022-2024 (haziran) arası dönemde iktidarın ilan ettiği buğday alım fiyatı sadece yüzde 50 artarken, aynı dönemde resmi enflasyon oranı yüzde 198 oldu. Böylece çiftçi resmi enflasyon karşısında dahi ezildi. 2022 yılında buğday için uygulanan alım fiyatı olan 6 bin 250 lira resmi enflasyon oranında dahi olsaydı buğday alım fiyatı 18 bin 386 lira olacaktı. Ancak çiftçiye verilen fiyat bu tutarın yarısı oldu.

Çiftçiler 2023 yılında resmi verilere göre 22 milyon ton buğday üretti. Çiftçiye verilen fiyat 2.5 yılda sadece resmi tüketici enflasyonu kadar dahi artsaydı 22 milyon ton buğday için özel sektör ve TMO toplam 404 milyar 492 milyon lira ödeme yapacaktı. Verilen fiyat enflasyon altında kalınca piyasa TMO fiyatını dahi verse çiftçiye 22 milyon ton buğday için 203 milyar 500 milyon lira tutarında ödeme yapılacak. Böylece çiftçinin en iyimser tabloda dahi toplam kaybı 200 milyar 100 milyon liranın üzerinde gerçekleşecek.

ÇİFTÇİDEN ÇALINAN DEVLETİN İKİ AYLIK FAİZ ÖDEMESİ

Türkiye, Mehmet Şimşek politikalarıyla faizleri fırlattı. Dünyanın en yüksek faiz ödeyen ülkelerinden biri olan Türkiye’de nisan ayındaki faiz ödemeleri yüzde 230 artışla 114 milyar lira oldu. Buna göre çiftçilere tek yılda ödenmeyecek tutar, Türkiye’nin iki aylık faiz ödemesinden dahi düşük tutarda kaldı.

 PROF. DR. ÖZKAYA: ŞİMŞEK PROGRAMININ ETKİSİ

Tarım Ekonomisti Prof. Dr. Tayfun Özkaya, buğdayda verilen düşük fiyat politikasının Şimşek programının etkisi olduğunu kaydetti. Özkaya, “Özel sektörün verdiği taban fiyatın üzerinde bir fiyat verilse akış TMO’ya doğru olacaktı. Bu da bütçeyi zorlayacaktı. Bu nedenle enflasyonu kontrol programının içinde bunu düşünüyorlar. Ancak bu çıkar yol değil. Türkiye’de buğday üretimi zaten düşüyor. Buğday ithal ediliyor. Geçmiş dönemlerde Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle Türkiye uygun fiyatlarla buğday alabildi ama bu sürekli böyle devam etmez. Dolayısıyla çok ağır bir tablo var. Maliyetler çok daha hızlı artıyor. Diğer yandan TÜİK’in verileri tarımda da çok doğru değil. Girdi indeksi gerçeğinden biraz daha düşük oluyor. Bu Türkiye’nin buğday üretimini daha da kötüye götürür” ifadelerini kullandı.

Özkaya şu değerlendirmelerde bulundu:

“TMO henüz özelleştirilmedi ama alım yerleri çok azaltıldı. Çok daha az piyasadan ürün satın alıyor. Bu da çiftçinin eline geçen fiyatlar üzerinde etkisi olmamasına yol açıyor. Ekmek konusunda da piyasayı un ile besleyemediği için ekmek fiyatlarını da kontrol edemiyor. TMO’nun alım yerlerinin artırılması, güçlendirilmesi gerekiyor. Daha yüksek düzeyde alım yapması gerekiyor.

Buğdayda ve diğer bütün tarımsal ürünlerde girdi maliyetleri çok arttı. Bunun en önemli sebeplerinden biri Türkiye’de endüstriyel bir tarımın yapılıyor olması. Gübrelere, tarım ilaçlarına, mazota (Toprağı sürmeye) dayanıyor. Agroekolojik bir tarıma geçişi savunuyoruz. Buğday üretimi toprak sürülmeden de yapılabilir. Bu yöntemleri geliştirmek için yeterli bir çaba gösterilmiyor.

İthalatçılar kazanıyor. Çiftçi kaybediyor. Birçok üründe de bu söz konusu. Yurt dışından ithal ederek iç piyasada buğday ve ekmek fiyatlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Bunun bedelini de çiftçi ödüyor. Çiftçi de daha az verimli topraklarda buğday üretiminden vazgeçerek tepkisini gösteriyor. Böyle bir çıkmaz sokak içinde dönüp dolaşılıyor.”

TÜM KÖY SEN: ÜRETMEYİN DİYORLAR

Tüm Köy Sen Genel Başkanı ve Buğday Üreticisi Sadık Turan ise iktidara tepki gösterdi. Turan, “Girdi fiyatları geçtiğimiz yıla göre en az yüzde 100 arttı. Geçen sene 19 liraydı mazot, bu sene 40 lira. Tohum, ilaç, girdiler… Olay bu kadar açık. Gülünç ve komik bir rakam. Resmen üretmeyin diyorlar. Tarım insanlığın olmazsa olmazı. İnsan gıda olmadan nasıl yaşayacak? Bunun izahı bu. Nasıl üretim yapacağız? Zarar ediyoruz. Bir de kuraklık var Türkiye’de. Bizim buğdaylar tamamen yandı. Biçilecek durumda değil. En az 2-3 milyon lira zararım var. Üreticiler tarımdan koparılmış. Bu şartlarda devletin bize reva gördüğü bu. İthalatçı para kazanıyor” ifadelerini kullandı.