16 Haziran 2024 Pazar

soL KÖŞEBAŞI (16 Haziran 2024)

 


Ruhunu bunlara teslim etme Sunay Akın (Erkan Yıldız)

Borsayla, yatırımla işim yok. Muhtemel ki bu kitaptan da haberim olmayacak ve bunca şeyi yazmak zorunda kalmayacaktım. Ta ki sosyal medyada Sunay Akın'ın paylaşımı önüme düşene kadar.

Türkiye'nin ilk borsa aracı kurumuymuş. Başta İş Bankası olmak üzere, 13 bankanın ortaklığıyla kurulmuş bu şirket 48 yıldır biriktirdiği deneyimlerden faydalanmamızı bekliyormuş. Son teknolojiden faydalanıp, yenilikçi bir perspektifle aklınızı başınızdan alıyorlarmış.

Şirketin adı Yatırım Finans. İnsanlara hayal satıp karşılığında zenginliklerine zenginlik katıyorlar. 13 banka ve 48 yıllık deneyimle Sülün Osman'ın yaptığı işe kurumsallık katmışlar. Benim anladığım bu.

Şirket, şimdilerde çocuklara gözünü dikmiş durumda. Karne tatili hediyesi olarak dağıtılmak üzere bir kitap hazırlatmışlar. Kitabın tanıtım bülteninde şöyle ifadeler geçiyor. 

“Her yaştan yatırımcının sermaye piyasalarına ilgisini çekmeyi ve Türkiye’de finansal okuryazarlık bilincini geliştirmeyi amaçlayan Yatırım Finansman, ‘Ağaç yaşken eğilir’ diyerek çocukları borsayla tanıştırıyor. “

MEB marifeti, MESEM eliyle çocukların istismar edildiği, katledilği, tarikatların, uyuşturucu baronlarının gölgesinin çocukların üzerine düştüğü yetmiyormuş gibi şimdi de hayal tacirleri eliyle çocukların zihni iğdiş edilmeye çalışılıyor. Çocukların “finansal okuryazarlıklarının” ilk adımı olarak düşünmüşler bu kitabı. Daha geçen gün 12 yaşında bir “işçi” çocuğun asansör kapısında sıkışarak öldüğü, çocukların okula aç gittiği bir ülkede, utanmamışlar böyle şeyler yapıp, yazarken. 

Orman Borsası adlı kitapta çocuklar, “Borsa nedir? Borsa nasıl çalışır? Yatırım ve tasarruf nedir ve nasıl yapılır?” sorularına cevaplar bulacakmışlar. Hangi çocuklar bunlar? Yoksulluktan gözleri büyümüş, pantolon alamadığı için babası, karnını doyuramadığı için annesi intihar eden, tarikat yurtlarında istismara uğrayan, 12 yaşında çalışmak zorunda bırakılan çocuklar mı? Kimlerin çocukları bunlar?

Borsayla, yatırımla işim yok. Muhtemel ki bu kitaptan da haberim olmayacak ve bunca şeyi yazmak zorunda kalmayacaktım. Ta ki sosyal medyada Sunay Akın'ın paylaşımı önüme düşene kadar. 

Sunay Akın, şair, yazar, Oyuncak Müzesi'nin kurucusu, enteresan hikâyelerin anlatıcısı… Kravatın tarihinden, oyuncakların icadına, “İstanbul'un Nâzım Planı”ndan, Kızılderililere pek çok güzel ve eğlenceli hikâyeyi bizlere anlatan, şair Sunay Akın çocuklara paradan başka bir şey anlatmayan bir kitabı paylaşıyor. 
Çürüme tamamlanmış görünüyor.

Neden?

Çünkü sponsoru bu şirket, yayıncısı İş Bankası. Çünkü bu düzende tekeller size para verirken sadece eserlerinizi, işlerinizi değil ruhunuzu da almak isterler. 

Ruhunun her zerresini bunlara teslim etme Sunay Akın. 

Nâzım'ın, oyuncaklarını biriktirdiğin çocukların ve hikâyelerini anlattığın insanların hakkı için ruhunu bunların parasına teslim etme. 

Ya da artık bize hikâye anlatma!

                                                                /././

Güzel Günler ya da Hissetmek (Ayşe Şule Süzük)

"Yavaş yaşam, ağırlıkların atıldığı sadeleşmiş yaşam içinde tatsız tuzsuz olmayabilir mi hakikaten bu seçenek dedirten bir yanı var filmin."

Kısa bir mola verdim.  Fiilen değil, aslında zihinsel olarak. İyi geldi, iyi hissettirdi. “Derin düşünme”yi elden bırakmadan, her şeyi yani gündelik yaşam rutininden, entelektüel meraklara, sosyalleşme zorlamasına kadar birbiri ardına ip gibi dizmeden, biraz yavaşlayarak, biraz genişleyerek, genişliğin verdiği zaman-mekân uzamında, hep salık verildiği gibi anda kalarak… “Gerçek üretken enerji”mi bulmak istiyorum. Gücümü ve enerjimi korumak için, dingin hissetmek için, hedeflerime odaklanmak için hayatıma tepeden, bütünlüklü, sevinci elden bırakmadan bakmak gerektiğini söylüyor sezgilerim ve iç sesim. Yumuşak bir irade istiyorum, tatlış ve doğrultuyu sürekli hatırlatacak… 

Jules Payot, “İrade Eğitimi”nde “Çünkü irade enerjisi çok sayıda ve çeşitli çabalardan çok, zihnin tüm gücüyle aynı hedefe yönelmesinde ifadesini bulur.” diyor. Ne güzel, diyorum ben de, tam düşündüğüm gibi. Dünyanın bütün sanatlarıyla ilgilenemezsin, bütün kitaplarını okuyamazsın, herkesin yardımına koşamazsın; içinde taşıdığın gizil güç seni coşturabilir, sürekli dürtebilir ama onu durdurmasını, onu zapt etmesini, enerjini ve yapma isteğini sakince ve acele etmeden odaklanmayı yeğlediğin şeylere yöneltmesini bilmelisin. 

Güzel değil mi?

Böyle böyle kendimle konuşurken bizimkilerin (babacığım, anneciğim) kitaplığını, bir şeylere karar vermiş ve rahatlamış insanların huzuruyla kolaçan ederken Cumhuriyet Gazetesi’nin “Aydınlanma Kitaplığı” adıyla 1999 yılında gazete ile verdiği Dünya Klasikleri serisine ilişti gözüm. Bakar bakar doyamam. Yine öyle bakarken neşeli genişliğimin verdiği hazla Balzac’ın “Tours Papazı”nı gördüm. Balzac okumalı, evet, hadi dedim. Hasan Âli Yücel’in 1941’de Millî Eğitim Bakanı iken yolu açmasıyla 1949 yılında Mebrure Alevok çevirmiş. İçtenlikli bir önsöz içinde güç Balzac çevirisi ile neler yaşadığını anlatmış,  bir de kısa bir Balzac sunuşu eklemiş 1799’da Tours kentinde doğan 1850’de Paris’te ölen Balzac hakkında:

Yazar iri yapılı, ateşli, coşkun yaratılışlı bir insandı. İçindeki duygu çağlayanını söyleşiler, mektuplaşmalar, ziyaretler, serüvenler, eğlencelerle taşırmak, harcamak gereksinmesinde bir varlıktı. Parayı severdi ama paranın sıcak yüzünü, deste deste istiflenmesini sevmek değildi bu; güzel yaşamayı, çalımlı, gösterişli bir ömür sürmeyi sevdiği için bol kazançlar ister dururdu. Alacaklıların elinden kurtulamadığı, işleri batırdığı dönemlerde gücünü aşan tasarılar kurardı. Milyonlar gelmeyince bir zaman bezen Balzac, hemen yine başını doğrultur “Bir savaş alanındaki komutan gibiyim ben; bu çarpışmayı yitirdik, iş ötekini kazanmakta!” derdi. Yapıtlarını yetiştiredururken, altı hafta, kimi zaman iki ay panjurlarını, perdelerini kapatır; dört mumun ışığında, sırtında papaz cüppesine benzeyen beyaz bir entari, hiç ara vermeksizin on sekiz saat çalışırdı.

Odaklanan, deli bir enerjiyle yazan Balzac… İnsan neye odaklandıysa, neyi düşünüyorsa seçici davranıyor, her yerde kendini olumlayıp tamamlayacak durumlar, olaylar ve olguları bulup çıkarıyor. Tours Papazı’nı bir çırpıda okudum. Üstelik nasıl bir keyifle, nasıl bir hazla nasıl bir neşeyle… Kendisi de Tours’da doğan Balzac’ın Fransa taşrasını, taşra insanlarını ve bir bakıma insanı tüm boyutlarıyla haritalandırmasını, yazdıklarındaki ayrıntı zenginliğini, çözümleme dehasını hayranlıkla izledim. Başka türden insanlar diyorum bunlara ben. Muazzam bir gözlem, çözümleme, analiz. Evrenselliğe giden yolda insanın her türden durumunu psikolojiden sosyolojiye, siyasetten dine değin bir çırpıda anlatıverme becerisi, başka bir hamura işaret ediyor. Uzatmayayım, kendisi şöyle diyor romanın içinden seslenerek: “Bu öykü, her dönem ve zamana uyan türdendir. Şu önümüzdeki kahramanların, içinde bocaladıkları dar çemberi azıcık genişletmek, toplumun en yüksek çevrelerinde olagelen olayların örnek nedenlerini bulmaya yeter.”

Zavallı budala Rahip Birotteau’nun minicik tamahkârlığı ve donuk iyiliği karşısına azametle dikilen “Yıkılmaktansa yık!” mottolu kilise efradı ve onları pek iyi yönlendiren Matmazel Gamard’ın Pandora’nın kutusunun açılmasıyla ortaya saçılan kötülükleri okumaya değer. 

“Erdem ve namus simgesi Matmazel Gamard’ın çatısı altında geçen birinci yılın sonunda Rahip Birotteau, haftanın tüm akşamları evin dışında Tours kentinin soylular tabakası hanımlarının evinde geçirmeye başlayınca kıyamet kopar. “Bundan dolayı da, Rahip Birotteau’nun ev sahibesine değersizliğini duyumsatan bu “evden kaçma” suçu, kadına pek ağır, pek kötü geldi: “Seçim yapma”nın her türlüsünde, geri çevrilen nesne için bir “aşağı görme” de vardır.” 

İşte bu “aşağı görme” hissine katlanamayan Matmazel Gamard diğer sevgili hesapçı, Fouche kılıklı kiracısı rahip Troubert ile müttefik olur ve hunharca saldırır düşmanı bellediği köşesiz, tasasız Rahip Birotteau’ya.

“Heyecandan yana böylesine bereketli, verimli olan öç gibi bir duyguya dayanarak yaşamının tadan kız kurusu; bir yırtıcı kuşun, bir tarla faresinin üstende onu paralayıp yemeden önce kanatlarını kımıldatmaksızın havada duruşuna, yüksekten duyumsattığı ağırlığıyla onu çökertip benzer keyif verici oyunu, papaz yardımcısına uyguluyordu.”

Nihayetinde birileri “çiğnenti”ye döner. Ama kim olduğunu söylemem romanı okuyacaklar için. 

Ah ki ah, vah ki vah! 

Tours Papazı’nda da yazının başında değindiğim yavaş yaşama dair izler buldum hâliyle. Günlük yaşamın içinde minik dokunuşlarla içimize işleyen, koyu düşünmeye yol açan, sakinliğe ve dinginliğe selam çakan ve aslında an’a dair gizli sözler fısıldıyordu Balzac.

Dervişin fikri neyse zikri o mudur acep?
Belki… 

İşte epeydir izleyeyim dediğim Wim Wenders’ın “Mükemmel Günler” adlı filmi de bu minvalde sıraya girdi. Kendini izletti sonunda. Teslim oldum. Tokyo’ya doğru yola çıktım.

Japonca “Komerabi” kelimesi rüzgârla salınan yaprakların arasından süzülen gölge ve güneş ışığının yarattığı ışık huzmeleri” anlamına geliyormuş. Filmin başkarakteri Hirayama, her gün öğle yemeği arasında parkta bir bankın üstünde oturup yemeğini yedikten sonra bu ışık huzmelerinin fotoğrafını çekiyor. Pek konuşmayan, işi Tokyo’daki genel tuvaletleri temizlemek olan, bol okuyan, bol Lou Reed, Patti Smith, The Animals, Nina Simone dinleyen, sessiz, sakin, huzurlu, her güne gülümseyen biri Hirayama. Acıma değil, imrenme uyandırıyor insanda. 

Yavaş yaşam, ağırlıkların atıldığı sadeleşmiş yaşam içinde tatsız tuzsuz olmayabilir mi hakikaten bu seçenek dedirten bir yanı var filmin. Durmayı, yavaşlamayı, nirvanaya erişmeyi arzuladığım bu zamanlarda farklı angajmanlara (*) girmeden Hirayama’dan doldurdum ceplerime sakince…

“Her şey geçer; sadece o anda, bir kereliğine var oluruz.” değil mi?

*Film üzerine iyi yazılar var. Farklı bağlamlarda analiz edilmiş;  kapitalizme, işçi sınıfına, Tokyo’nun tuvalet projesine, Marksist bakışa değinen, buradan temellenen yazılar bunlar, teşekkürler kaleme alanlara. 

https://www.evrensel.net/yazi/94871/hirayama-pansumani-saito-hijyen-ve-huzur
https://artigercek.com/makale/mukemmel-gunler-302452
https://birikimdergisi.com/haftalik/11744/mukemmel-gunler-hayat-bu-kadar-iste
https://www.gazeteduvar.com.tr/bay-hirayamanin-mukemmel-hayati-makale-1664923

                                                                           /././

Yol Ayrımı: Tasfiye ya da Atılım (Berkay Kemal Önoğlu)

"Kitlelerin siyasetten dışlandığı, etkisizleştirildiği her durumda Ortaçağ karanlığının kapıları da aralanmış oluyor. "

Partilerin siyasal arenada temel aktör olmaktan uzaklaştığı, başka öznelerin ön plana çıktığı bir dönemi yaşıyoruz uzunca süredir. Temsil ettiklerini iddia ettikleri kitleler adına, programları ile kamuoyuna seslenen, buna göre politika üreten partiler geriye çekiliyor. Aslına bakarsanız, bu yalnızca siyasetin aktörleri ile ilgili biçimsel bir tartışma da değil. Siyasetin özü değiştikçe bu biçime de yansıyor. Biçimin ise yalnızca aktörleri değil yöntemleri de içine aldığını unutmamak gerekiyor.

Biz çok net şekilde bütün bu dönüşümün kapitalizmin karşı devrimci karakterine uygun olarak geriye doğru ve halkın zararına gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bunun kabul edilebilir bir tarafı yok ama öte yandan bugün bu dönüşümü kavramadan Türkiye siyasetine bakıldığında anlamlı sonuçlar çıkarabilmenin imkanı da kalmamış durumda.

Siyasi partilerin büyük çoğunluğunun önemsizleşmesine, biçimsel olarak da farklı hüviyetlere bürünmesine bütün dünyada tanık olmaya başladık. Alıştığımız anlamda partiler esasen bu çağın ürünleri, modern dönemde ortaya çıkmış araçlar. Modern öncesi dönemde ise siyasette başka aktörler, araçlar ve yöntemler geçerliydi. Bu iki dönem arasındaki en büyük farkı kuşkusuz kitlelerin politik konumu oluşturuyor. Biliyoruz ki modern öncesi dönemde kitleler siyasetin tamamen dışında. Bu alan yalnızca doğuştan hakkı olanların yani kralların, padişahların, lordların, baronların çıkarlarını kovaladığı, buna göre şekillenen bir alan. Bu mücadelede belirleyici olansa kapalı kapılar ardında dönen pazarlıklar, saray odalarında planlanan entrikalar, suikastler, feodal evlilikler, kumpaslar, bazen katliamlar, bazen ziyafetler, rüşvetler oluyordu… 

Aslında ne kadar tanıdık değil mi?
Kitlelerin siyasetten dışlandığı, etkisizleştirildiği her durumda Ortaçağ karanlığının kapıları da aralanmış oluyor. 

Hesap sorulabilir kurumlar yerlerini sebepsizce güven duyulan star siyasetçilere, programlar yerlerini ‘vaatler’e bırakıyor. Toplumca arkasında durulacak, seferberlik halinde uygulanacak planlar değil, siyasetçinin lütfettiği halkın minnet duyduğu tek taraflı bir yönetim anlayışı hakim kılınmak isteniyor. Oysa kitlelerin siyasetin de dünyanın da tarihin de öznesi haline gelmesi endüstriyel toplumun görülmedik bir üretim gücüne erişmesi ile mümkün olmuştu. Üretilen artı değerin sanayi öncesi dönemle kıyaslanamayacak ölçüde büyümesi ve bu değerin üretilmesinde kitlelerin yadsınamaz rolü siyasete modern biçimini kazandırmıştı.

Canının kıymeti, fikirlerinin önemi olmayan, bugün bildiğimiz haklarından yoksun insan, kitleler halinde bilinen dünyayı yaratarak bugünkü kimliğini kazandı, gücüne erişti. Söylemeden geçmeyelim, vatandaşlık maaşından tutun üretimde yapay zekanın rolüne kadar bir dizi meselede yürüyen tartışmaları bu güce saldırı boyutuyla ele almak, bu bağlamda uyanık olmak zorundayız.

Bu sürecin en net gözlemlenebildiği ülkelerden biri olan Türkiye'de bugün pek çok parti aslında yok. Bütün partilerin içine dağılmış başka çıkar grupları var ve aralarındaki çatışmayı gizleme ihtiyacı bile duymuyorlar. Pek çok şeyi bu çatışma belirliyor. Tarikatlar, suç örgütleri bir taraftan; çeşitli başka ülkelerin çıkarlarını önceleyen gruplar bir taraftan etkili oluyor. Türkiye'nin izleyeceği muhtemel politikalara ilişkin farklı eğilimler bütün partilerin, medya organlarının, bürokrasinin içine dağılmış kesişim kümeleri oluşturuyor. CHP'nin seçim başarısında kimi AKP’li unsurlar pek çok CHP'liden daha büyük bir etki sahibi iken; aynı şekilde güncel ekonomi politikalarına CHP’nin pek çok AKP’li unsurdan daha büyük destek verdiği de görülüyor. Bütün bunlar öz itibariyle yukarıda ifade edilen çağ dışı yöntemlerin uyarlamaları. Kapalı kapılar ardında dönen pazarlıklar, saray odalarında planlanan entrikalar, suikastler, feodal evlilikler, kumpaslar, bazen katliamlar, bazen ziyafetler, rüşvetler… 

Vitrindeki partiler Türkiye'nin temel meselelerine ilişkin ne söylüyor, neyi savunuyor? Bu soruyu defalarca sorduk. Bir cevabı yok. Her birinin içinde her tür eğilim var. Bu eğilimler arasındaki çatışmanın sınırlarını belirleyen ve hepsinin ortaklaştığı ise tek şey var: Sermaye diktatörlüğü.

Türkiye riske atılamayacak kadar büyük bir pazara sahip orta gelişmişlikte bir kapitalist ülke. Bugün bu ülkede sermaye çıkarları için bütün bu eğilimleri kontrol altında tutacak, uyumsuzlukları idare edebilecek bir siyasal otorite hala mevcut. Belli açılardan güvence anlamına gelecek güçlü bir alternatif iktidar projeksiyonu oluşturmaksızın kendi içlerindeki çatışmaya hesapsızca kapılacak derecede makineyi dağıtmadıkları ortada. Her şeyin egemenlerin hesap ettiği gibi tıkır tıkır işleyeceği anlamı çıkmasın ama hesapsız hareket edeceklerini düşündürecek bir iyimserliğe de bizim kapılmamamız gerekiyor. 

Bu koşullar altında yukarıda sözünü ettiğimiz çatışmanın sınırlarına hapsolmanın aynı zamanda kitlelerin dışarıda tutulduğu çağ dışı siyasete teslim olmak anlamına da geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun işçilerin izleyici konumunu pekiştirmekten, çıkar gruplarının, pazarlıkların, entrikaların belirlenimindeki siyasetin tarafı olmaktan başka sonucu olamaz. Ayrıca bir parti için yalnızca siyasal ve örgütsel değil tarihsel manada tasfiyeyi de kabullenmek anlamına gelir. Ancak ufku soyut bir özgürlük ya da burjuva referanslı demokrasi talebinin ötesine geçmeyen, uzunca bir süre muhalefetini Erdoğan figürüne daraltmış ve düzen karşıtı karakterini yitirmeye yüz tutmuş siyasetlerin ne yazık ki bu alternatif iktidar projeksiyonu tarafından belirlenmeye başladığı görülüyor. Yani kitleler izlerse izlesin biz izlemeyelim İmam, Özel, Alman, Amerikan demeden köşe kapmacaya atlayalım…

‘Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele’ diyor ya büyük şair. Başka bir seçenek yok zaten. 

Ama bugün görevimiz asli çatışma başlığını düzenin temellerini sorgulatacak şekilde Türkiye’nin gündemine taşıyabilmekse, bu görevi yerine getirmek için yalnızca teslim olmamak elbette yetmiyor. Komünistlerin siyaseten iddialı olmaları gereken ve bu iddianın Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin geleceği için çok özel bir anlama denk düştüğü kritik bir dönemdeyiz. Öyle ki bu dönemin hakkını vermek de ancak sosyalist Türkiye hedefine olan derin bir inançla mümkün olabilir. 
Bu yolda yürüyenlerin yolu açık olsun!

                                                               /././

Yeni paketten patronlara 'sembolik' vergi çıktı: 'Büyük sermeyeye dokunmayacak' (Emre Alım)

Yeni vergi paketi büyük oranda kurumları hedef alsa da uygulanabilirliği tartışmalı, ölçeğiyse sembolik. Oğuz Oyan'a göre, düzenleme büyük sermayeye dokunmayacak bile

"Enflasyonla mücadele" adı altında hayata geçirilen kemer sıkma politikalarının son halkası kulislere düşen yeni vergi paketi oldu. Paketin, Meclis'in tatile gireceği 1 Ağustos'tan önce yasalaşması bekleniyor.

Bloomberg'in ulaştığı bilgilere göre, paket ile 226 milyar lira ek gelir elde edilmesi öngörülüyor. Bu, yıl sonu bütçe açığı tahmininin yüzde 8'ine tekabül ediyor.

Pakette hem bireyler hem de kurumları da kapsayan yeni vergiler veya vergi zamları var. Bu nedenle haber, "sermaye gerçekten vergilendirilecek mi" sorusunu beraberinde getirdi. Çünkü bütçenin sırtındaki en büyük yükü patronların ödemediği vergiler oluşturuyor. Devletin 2024'te almaktan vazgeçtiği vergi geliri 2,2 trilyon lira. Bunun tam 1,8 trilyon lirası patronlara sağlanan vergi istisna ve muafiyetlerinden oluşuyor.

Merak edilen soruyu soL yazarı ve maliye profesörü Oğuz Oyan'a sorduk. Kalem kalem yeni paket ile 2025'te tahsil edilmesi beklenen vergi tutarlarını anlattı. 

Zaten ödemiyorlardı, yine ödemeyecekler

Yabancı şirketler kurumlar vergisini tabi oldukları ülkede ödüyorlar. Pakete göre yıllık hasılatı 750 milyon avroyu aşan çok uluslu şirketler artık vergilendirilecek. Oyan bu yeni verginin "asgari" bir vergi olacağını tahmin ediyor. Düzenlemeyle tahsil edilmesi beklenen tutarın 40 milyar lira olduğunu söylediğimizde, patronlardan alınmayan 1,8 trilyon liralık vergiyi hatırlatıyor.

Kurumlar vergisine ek olarak getirilecek "asgari kurumlar vergisi" ile 90 milyar lira ek gelir öngörülüyor. Oğuz Oyan, halihazırdaki uygulamanın işlemediğini şu sözlerle anlatıyor: "1 milyon kurumlar vergisi mükellefi var. Bunların arasında vergisinin yüzde 80'ini ödeyen mükellef sayısı 1000. Büyük bölümünü zarar açıklıyor ve ödemiyor."

AKP 2001'e döndü: 'Hayat Standardı' geri geliyor

Ticari, zirai ve serbest meslek faaliyetleri nedeniyle yıllık gelir vergisi beyannamesi vermeye mecbur olan mükellefler için de asgari gelir vergisi uygulaması getirilmesi öngörülüyor. Oğuz Oyan bir hatırlatma da bu noktada yapıyor. Benzer uygulamanın "hayat standardı vergisi" adıyla 2001'e kadar sürdürüldüğünü söylüyor. Tekrar benzer bir düzenleme yapılmasının kayıt dışılığı artıracağı tahmin ediliyor.

Gayrimenkul Yatırım Ortaklıklarına kazanç üzerinden 7,2 milyar lira değerinde vergi getirilecek. Yap işlet ve Kamu-Özel İşbirliği modeliyle inşa edilen projelerden alınan vergi oranı da artırılacak. Düzenleme sadece 44 patronu ilgilendiriyor. Buradan gelmesi beklenen tutar 557 milyon lira.

Yeni vergilerin değeri 'sembolik'

Taslakta kripto varlıkların vergilendirilmesine ilişkin 2 farklı formül öneriliyor. Bunlardan ilki, alım-satımlardan on binde 3 gibi bir oranda işlem vergisi uygulanması, diğeri de alım-satımdan elde edilen gelirden gelir vergisi alınması. Kripto varlıklara işlem vergisi getirilmesi durumunda yıllık vergi getirisinin 3,7 milyar lira olacağı öngörülüyor.

Oğuz Oyan'a göre bu tutarlar bir anlam ifade etmiyor:

"Bunlar sermayenin vergilendirilmesi olarak anlaşılması zor şeyler. Bunlar sembolik önemi olan alanlar. Lafım ola sermayeyi vergilendiriyoruz. Böyle bir şey olmaz."

'Bunlar büyük sermeyeye dokunmayacak'

Başlarken yönelttiğimiz "sermaye gerçekten vergilendirilecek mi" sorumuza soruyla yanıt veren Oyan, "Paketteki düzenlemelerin hangisi büyük sermayeye dokunuyor" diyor ve ekliyor:

"Büyük sermayeye dokunmayacak adımlar bunlar. Hatta büyük sermaye bunu talep ediyor. 'Benim üzerime gelme, burada vergilendirmediğin alanlar var. Yabancı şirketler rekabeti bozuyor, ondan da al' diyor." 

Küçük ve orta ölçekli şirketlerin "Şimşek Programı"ndan daha fazla etkileneceğine işaret eden Oyan, bunun sonucu değiştirmeyeceğini söylüyor:

"İçeride talebi eksilttiğiniz zaman birtakım şirketler iflas edecek. Ucu belirli bir sermaye kesimine dokunucak. Tekstilde Bursa'da geçenlerde biri battı. Ama bu, programın sermaye lehine olduğu anlamına gelmez."

Emekçiler ikinci yarıda daha çok vergi ödeyecek 

Temmuz itibariyle ÖTV ve harçlar 6 aylık enflasyon oranında artacak. Buna yeni vergi paketindeki bazı düzenlemeler de eklenecek. Çünkü paketin azımsanmayacak bir bölümü herkesi ilgilendiren vergilerden oluşuyor.

Bugün araba almak isteyen bir kişi araba fiyatı kadar da devlete vergi ödüyor. Engelliler bu vergilerin önemli bir bölümünden muaf. Neredeyse her üç aracın biri bu yöntemle satılıyor. Hazine'nin araştırmasına göre engelli bireyler için vazgeçilen vergi tutarı 65 milyar lira. Yeni paket ile istisnadan yararlanma süresini 5 yıldan 10 yıla çıkacak. Ayrıca taşıt veraset yoluyla bir başkasına devredilirse, istisnaya konu vergiyi mirasçı ödeyecek.

150 lira ödenen yurt dışı çıkış harcı 10 katına çıkarılarak 1500 lira olacak. Geçen yıl harcı ödeyen kişi sayısı 8,3 milyondu. Yani yeni düzenlemeyle 12,6 milyar lira ek gelir elde edilecek.

126 bin motokuryeden gelirinin yüzde 15'i kadar vergi alınarak 3,9 milyar lira toparlanması bekleniyor.

Yani yılın ikinci yarısında geliri artmayacak emekçiler daha fazla vergi ödeyecek. Yine de kamu maliyesindeki sıkışmışlık giderilemeyecek. Çünkü bütçenin sırtındaki asıl yük olan patronlar kârlarını katlasalar da vergiden "kaçınacaklar".

                                                              /././

Türk şirketlerle birlikte paralel ithalat da cezalandırıldı: ABD'nin yaptırım listesi ne anlatıyor? (Emre Alım)

ABD'nin Türkiye'de yaptırım uyguladığı şirketlerin çoğu Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında kurulmuş. Gölge şirketlerle birlikte "paralel ithalat" politikasının da cezalandırıldığı anlaşılıyor.

Batı, Rusya'ya 10 yıldır uyguladığı yaptırımlarına yenilerini ekledi. ABD ve İngiltere, G7 Zirvesi'ne giderken ülkeye ticareti daha da kısıtladı.

Rusya geçen ay başlattığı operasyon sonucu Ukrayna'da önemli mevziler kazanmıştı. Yeni yaptırımlarla savaşın Kremlin'e maliyetinin artırılması hedefleniyor.

Yaptırımların hedefinde sadece Rusya değil, Çin, İsrail, Kırgızistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye'deki 350 farklı kurum ve isim de yer alıyor.

ABD'nin açıkladığı listede Türkiye'den 13 şirket bulunuyor. "Savaş ekonomisi"ni ayakta tutmakla suçlanan bu şirketler kamuoyunca tanınmıyor. Ancak şirketlerin sicilleri yaptırımların gerekçelerine dair birtakım ipuçları barındırıyor.

13 şirketin 11'i Rusya-Ukrayna savaşının patlak verdiği Şubat 2022'den sonra kurulmuş veya sermaye artırımına gitmiş. Bu tarihten önce kurulan şirketlerin de savaş sırasında unvan değişikliğine gittiği görülüyor. Şirketlerden 4'ünün yabancılar tarafından kurulmuş olması da dikkat çekiyor.

Çoğu tüccar, faaliyet alanları belirsiz

Resmi kayıtlar ve açık kaynaklarda şirketler hakkında sınırlı sayıda bilgi bulunuyor. Bu bilgilere göre, şirketlerin kuruluş tarihleri dışındaki diğer ortak noktası çoğunluğunun üretimden çok ticarette bulunmaları. Faaliyet alanı geniş tutulan şirketlerin 4'ü makina ve yedek parça imal ediyor. Diğer firmalarsa apartman ve iş hanlarındaki ofislerden ibaret.   

Şirketlerin sicillerinde dikkat çeken bilgiler şöyle:

Expert Machinery adlı firma "kimyasal ürünler" unvanını taşısa da web sitesinde Siemens ve Schineder gibi markalara air elektronik donanımların satışının yapıldığı aktarılıyor. Şirketin kuruluşu resmi olarak ilan edilmemiş fakat web sitesinde yer alan adrese kayıtlı bir başka firma ABD Hazine Bakanlığı'nın yaptırımları listesinde yer alıyor. MBK Lojistik adlı bu şirketin savaştan bir ay sonra kurulduğu ve bu yılın başında adını MBK Group olarak değiştirdiği görülüyor. Moldova uyruklu Olga Breslaş'a ait şirketin farklı isimler ve unvanlarla faaliyet gösterdiği anlaşılıyor.

Alptech adıyla 7 Haziran 2022'de kurulan firma önce "dış ticaret", bir ay sonraysa "makina sanayi" unvanıyla faaliyet gösterdi. Vadullah Özcan'a ait firma kendini "danışmanlık hizmeti veren genç bir mühendislik şirketi" olarak tanıtıyor. ABD'ye göre Alptech, uzun yıllardır yaptırım listesinde bulunan Rusya merkezli Fabcenter ve Ostec-Arttool şirketleriyle bağlantılı.

Savaştan 4 ay sonra RMB adıyla kurulan şirketin ilk sahibi Bahattin Naz. Ancak kuruluşundan 13 gün sonra Rusya asıllı Lenar Mingalimov şirkete ortak oluyor. Tataristan Vergi Dairesinde kaydı bulunan Mingalimov'un ortaklığı 27 Şubat 2024'te sona eriyor. Ayrıca şirketin iş ilanlarına başvuran adaylarda ileri düzey Rusça hakimiyeti aradığı görülüyor.

Biopharmist Medikal, savaşın başlamasından 2 ay sonra Bahattin Sarıca adına kuruldu. Yine aynı yıl kurulan Sarıca Grup'a bağlı şirket biyomedikal ürünler tedarik ediyor.

Platform adıyla 7 Haziran 2022'de kurulan şirketin faaliyet göstermediği alan yok: Endüstriyel gıda, inşaat, elektronik, madencilik ve dış ticaret. Firma Azerbaycan uyruklu Rafael Babayev üzerine kayıtlı.

SSGCTM adlı şirket Konya'da CNC tezgahı olarak bilinen makineleri satıyor gerçekleştiriyor. 30 Aralık 2022'de Safiye Aydın adına kurulan şirket, bu yılın başında Gürhan Aydın'ın sahibi olduğu yaptırım listesindeki bir diğer şirket Minyon'a devrolarak kapanışını ilan etmiş. Bu firmanın da 15 Haziran 2022'de unvan değiştirerek yeniden kurulduğu görülüyor.

CNC Tezgahı satan listedeki bir diğer firma 1 Haziran 2023'te kurulan Gepa. Şirket, Bulgaristan uyruklu Peter Mihaylov Gargalak'a ait.  

Listedeki Dener ve Taksan adında iki kardeş şirket de yer alıyor. Kayseride makina imalatı yapan şirketlerin yönetim kurulları büyük oranda aynı kişilerden oluşuyor. Savaş öncesinde kurulan iki şirketin de 2023 Haziran'ında tarihlerinde ilk defa sermaye artırımına gittikleri görülüyor.

Şubat 2022'de kurulan CPS, Kocaeli'de endüstriyel vanana ve sayaçların üretimini yapıyor. 2019'da Kamilhan adıyla kurulan şirket faaliyet alanını genişletmesiyle dikkat çekiyor.

Safes Lojistik adlı şirket, Rusya merkezli havacılık ve uzay endüstrisi için metal işleme ekipmanı ile yüksek hassasiyetli parçalar üreticisi Newton-ITM ile iş yaptığı için yaptırıma maruz kaldı. Şirketin Türkiye'deki bilgilerine ulaşılamıyor ancak ABD Hazine Bakanlığı'nın sitesinde şirketin Antalya merkezli olduğu görülüyor.

Cezalandırılan 'paralel ithalat' mı?

Şirketlerin faaliyet alanları ve kuruluş tarihleri 2 yıldır bilinen ama pek dillendirilmeyen bir gerçeği akıllara getirdi.  

Savaş sonrası Batı’nın uyguladığı yaptırımlar Rusya’yı dünya ekonomik sisteminden tecrit etme amacı taşıyordu. Herhangi bir yaptırıma gitmeyen Türkiye'yse, aksine gaz ve tahıl gibi başlıklarda arabulucu rolü oynadı. Bu süreçte iki ülkenin ticaretinde gözlenen dalgalanmalar dikkat çekti.

Savaşın hemen ertesinde Rusya'dan ithalat sınırlı artış gösterdi. Bu artışta enerji fiyatlarındaki artışın katkısı büyük. Buna karşın Rusya'ya ihracat kısa sürede neredeyse 3'e katlandı.


                            Savaş dönemini kapsayan dış ticaret istatistikleri (TÜİK)

Ani artış, "Rusya-Batı ticareti Türkiye üzerinden mi dönüyor" sorusunu beraberinde getirdi. Avrupa ülkelerinin yaptırımları delmek için Rusya'yla ticareti Türkiye üzerinden sürdürdüğü öne sürüldü. Veriler de bunu doğrular nitelikteydi. Örneğin aynı dönemde ihracata paralel İtalya'dan ithalat da zirveye ulaşmıştı.

ABD'nin Türkiye'de savaş sonrası kurulmuş, faaliyet alanı anlaşılamayan ve birer ofisten ibaret olan şirketlere yönelik yaptırımı "paralel ithalat" denen bu politikayı akıllara getirdi. Türkiye, Rusya'ya giden yaptırımlı malların topraklarından ve karasularından transit geçişini geçen yıl seçim öncesinde aniden durdurmuştu. ABD'nin son hamlesiyle tek tek şirketlerin yanı sıra Türkiye'nin ticarette "arka kapı" politikasını da cezalandırdığı anlaşılıyor.

                                                                 /././

Faşizm nereden gelir? (Serdal Bahçe)

"Faşizm mi? Artık onu anlamadan kapitalist üretim tarzını, kapitalist toplumsal sistemi anlamak mümkün değildir. Faşizm zamane kapitalizmi için olanaklı tek üst yapı olacaktır."

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları bir infial yarattı. Bu infial liberallerin, liberal solcuların hezeyanlarını aştı, Fransa ve Belçika örneklerinde olduğu gibi siyasal arenaya sirayet etti. Aşırı sağın ve faşistlerin seçim başarıları Quo Vadimus? (Nereye gidiyoruz?) sorusunu sordurdu bir kere daha. Aşır sağdan ise sağ evladır düşüncesi ortalarda cirit atamaya başladı yeniden. Le Pen’e karşı Macron, AFD’ye kaşı Scholz; kozlu kağıt oyunu gibi oldu Avrupa siyaseti. Zaten yıllardır liberal ve muhafazakâr tayfanın gözde ve güzide kalemleri bağırıp duruyorlardı “Faşizm geliyor” diye. 

Faşizm geliyor mu gerçekten? Yoksa kapitalist alemin üzerinde halihazırda dolaşıp durmakta mıydı yıllardır? Sahi nedir Faşizm? Hala çözemediğimiz, üzerinde anlaşamadığımız bir sorun. Faşizmin aleni bir hale gelerek insanlığın suretini ve benliğini kararttığı dönemlerde bile çözemedik; üstelik o vakitlerde bu sorunu çözememenin maliyeti basit bir entelektüel ve siyasal acizlik değildi sadece. Maliyeti büyüktü, kaldırılamayacak derecede büyüktü. Bedelini milyonlar hayatlarıyla ödediler. Ondan daha fazlası ise içinden çıkamadığı bir melankoliye ve karamsarlığa gark oldu, Avrupa karamsar bir kıta haline geliverdi. Sinemasından kültürüne, gündelik yaşamından kamusal alanına kadar her yere sızdı bu melun karamsarlık ve kendi bedeninden, varlığından tiksinme duygusu. Şimdi ektiklerini biçiyorlar. Faşizm mi? Artık onu anlamadan kapitalist üretim tarzını, kapitalist toplumsal sistemi anlamak mümkün değildir. Faşizm zamane kapitalizmi için olanaklı tek üst yapı olacaktır. Neden mi? Başlayalım. 

Bunu iddia ederken sevgili Yalçın Hocam’dayım.  O galiba Türkiye Üzerine Tezler 3’te ortaya atmıştı bu tezi. 1970ler Türkiye için bir iç savaş dönemiydi. O dönemin devrimcileri ve sosyalistleri için en acil sorun sokaklarda sökün eden faşizmi durdurmaktı. Faşizmin sokaklardan geldiğine inanılıyordu. Sokaklardan gelen faşizmi engellemenin yolunun ise burjuvazinin yarım bıraktığı demokratik devrimi tamamlamaktan geçtiğine inanılıyordu. Siyaset ve kuram ilişkisi gariptir, siyaset çoğunlukla anlık olarak kuramdan bağımsız bir eylemmiş gibi görünse de kuramsal tespitin yerindeliği kaderi tayin eder son kertede. Yanlış tespit vahim sonucu getirdi; faşistler sokaktaydı ama faşizm bilfiil kapitalist devletin içinden geldi. İlk ders budur; faşistler sokaktan gelirler ama faşizm içerden huruç eder. 

Yalçın Hoca 1970lerdeki bu siyasal stratejiyi eleştirirken kapitalist devleti bir vektörler toplamı olarak betimlemişti. Bu vektörler aslında uygulanan basıncın yönünü göstermekteydi. Eğer bu yönler çok dağınık bir örüntü sergiliyor ise burjuva demokrasisine işaret ediyorlardı. Diğer taraftan, eğer vektörler aynı yöne işaret ediyorlarsa, basıncın yoğunlaştığını gösteriyordu bu durum; sonuç faşizmdi. Kısacası, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında çok da büyük bir mesafe yoktu. Elbette ki mesafe kısaydı; ama toplumsal ve siyasal olarak çok ama çok önemliydi. Hoca 1970lerin devrimcilerinin bu mesafeyi çok abarttıkları için geleni göremediklerini anlatmıştı; bir yere kadar haklı çıktı. Beklenmeden gelen 12 Eylül faşizmi toplumun üstünden silindir gibi geçti. 

Ancak Hoca’nın kurgusu ve anlatısı bir yerde eksikti. Görünüşte çok mekanik gibi görünen ancak tarihin testinden başarıyla çıkan bu basit kurgu bu vektörlerin neden bazen dağınık bir satha işaret ettiklerini, ve neden bazı durumlarda aynı yöne işaret ederek büyük bir baskıyı temsil ettikleri konusunda doğru ama eksik bir açıklama getiriyordu. Türkiye örneği üzerinden hareket edersek; 1970ler açık veya gizli bir sınıf savaşımı dönemiydi. Hem işçi sınıfı hem de onun adına veya onun yanında politika yapanlar güçlüydü. Böylece kapitalist devlet vektörleri aynı yönü gösterecek şekilde ayarladı; 12 Eylül geldi. 

Bu türden bir tarihsel durum daha önce, iki savaş arası dönemde Avrupa sathında da yaşandı. İki savaş arası dönem açık bir kıtasal iç savaş dönemiydi. Hem sınıf savaşımı derindi hem de siyasal kavga şiddetliydi. Alman Nazizmi, İtalyan Faşizmi, Franko, Salazar, Horthy, Antonescu ve diğerleri vektörel sıkılaşmanın öne çıkardığı, ve aslında çapsız, şekilsiz, eğreti figürlerdi. Almanya’da Nazilere iktidar teslim edildiğinde bu engellenebilir bir durumdu (oyların topu topu üçte birini almıştı NSDAP). İtalya’da, siyasi ve tarihsel bağlamından soyutlasanız aslında komik bir çizgi roman karakteri tadındaki Mussolini ve partisine iktidarı verdiklerinde, Faşist Parti majör bir parti bile değildi. Doğru Avrupa’nın askeri diktatöryel faşizmleri aslında ordunun ve devletin eliyle kuruldular. Kısacası faşizm içerden geldi, kendi hallerine bırakılsalar ciddiye bile alınmayacak faşistler ise sokaktan getirildiler. Konumuz açısından önemi şudur; vektörleri aynı yönü gösterecek şekilde örgütleyen devlet bu tepkiyi yükselen bir sınıf savaşımı ortamında verdi. Kısacası faşizm servet ve mülk sahiplerinin bedenleşmiş korkusunun vücut bulmuş hali olarak kapitalist devlet tarafından kuruldu. Buradaki anahtar terim veya kavram ise yüksek oktanlı sınıf savaşı idi. Hoca’nın cevabı burada bitti. 

Şimdi biz yeni bir soru soralım. Peki ama sınıf savaşımı gerilerken, burjuvazi ekonomik/siyasal/ideolojik hegemonyasını tam olarak kabul ettirdiğinde de faşizm hortlar mı? Aslında Hoca’nın eksik cevabı buna yönelik bir imaya sahiptir; faşizm, türüne, fraksiyonuna bakmaksızın, sermaye ve mülk sahiplerinin açık diktatörlüğüdür. Bu son uyarıyı Marksizmin içinde III. Enternasyonal’den bu yana hiç bitmeyen bir tartışmaya cevaben yaptık. Malum III. Enternasyonal’deki hakim görüşe göre Faşizm burjuvazinin tekelci türünün, emperyalist eğilimleri yüksek türünün ideolojisiydi ve iktidara gelmek için de bu güdük ve akıl dışı ideolojiden beslenen küçük burjuvaziyi kullanmıştı. Bu son tanımlama tarihin gördüğü en başarısız ve en yanlış tanımlamalardan biridir. Tarihte yanlışlıkları ve hedefi tutturamamaları ile ünlü çok tespit vardır; bunu ayrıksı kılan kendisinden yenilgiye zemin hazırlayan bir siyasal stratejinin türemiş olmasıdır. Tekrar edelim; faşizm bir devlet formasyonu olarak sermaye ve mülk sahiplerinin kurumsal ve açık diktatörlüğüdür. Bu formasyonun çok parti ile mi tek parti ile mi gerçekleştirildiğinin çok da bir önemi yoktur. 

Buradan şu tarihsel belirlemeye geçelim; burjuva demokrasisini burjuvazi kurmamıştır. Burjuva aydınlanmasının şafağında demokrasinin fikir babaları olarak ortaya dökülenlerin samimi düşüncelerine bakın isterseniz. Locke’dan, Hume’a, ve hatta Rousseau’ya, ve hatta diğerlerine, tahayyül edilen sınırlı bir demokrasidir. Servet, sermaye ve mülk sahiplerinin diğer sınıflar üstündeki hegemonyasını berkitecek bir kurgudur onlarınki. Erken dönem İngiliz Muhafazakârları ile Liberallerinin kavgaları halkın katılımı üzerine değildi; yeni servet sahibi sınıflar ile eski servet sahibi sınıfların at oynattıkları bir temaşaydı aralarındaki kavga. ABD’nin kurucu babalarının en büyük korkuları genel oy hakkı verildiğinde nüfusun büyük bir bölümünü oluşturanların, yani toplumun yoksullarının, yürütüme erkini ele geçirmeleridir. Bu nedenle Amerikan siyasal düzeni bunu bertaraf etmek için oluşturulmuş bubi tuzaklarıyla doludur. Kısacası burjuvazinin has aydınları ve sözcülerinin hayalini kurdukları demokrasi zenginlerin demokrasisidir. Peki ama ne zaman ve nasıl halka açılmıştır?

İşte burada tezimizin ikinci bölümüne ihtiyaç var: Burjuva demokrasisini işçi sınıfı yaratmıştır. İşçi sınıfı tarihsel olarak işyeri mücadelesini saf bir ekonomik mücadeleden öte bir siyasal mücadeleye çevirmek zorunda kalmıştır. Tarihte artığı üreten sınıflar içinde kendi siyasal organizasyonu ve kurgusuyla tarih sahnesine çıkan tek sınıftır. Bu nedenle geçici bir tepkisel isyan yerine kalıcı ve sürekli bir mücadele vermeye zorunlu kalmıştır. Böylece bitmeyen bir tarihsel kavga sonucunda burjuvazinin siyasal üstyapısını gevşetmiş, kendisine yaşam alanı açmıştır. Bir sınıf olarak ekonomik hakların ancak siyasal olarak garanti altına alınabileceğinin bilinciyle siyasal üstyapı içinde kendine alan yaratmıştır ite kaka. Sonuçta kapitalist devlet mekanizması bu de facto zorlama karşısında vektörleri gevşetmiş ve sonuç tam teşekküllü burjuva demokrasisi olmuştur. Pek tabi ki işçi sınıfının bu mücadelesine dışlanan diğer gruplar (örneğin kadınlar, sömürülen uluslar..) da katılmış ve bu katkı gelişkin burjuva demokrasisinin dengesiz ama en azından reformistlerin ve liberallerin hülyalarını süsleyen yapısını doğurmuştur. Bu yapının ayakta kalması işçi sınıfının direngenliğine bağlıdır. İşçi sınıfı gerilediğinde ve ekonomik/toplumsal mevzilerini bıraktığında kapitalist devletin faşizan damarı kabarmıştır. Şimdi Avrupa’da olan da budur. Suçlu ne Le Pen’dir, ne de AFD, ne ÖVP’dir ne de Melloni. Faşizm içeriden sökün eder, dışarıdan değil. Bu nedenle iktidarı hedeflemeyen bir sol kapitalist devlet karşısında iktidarsızlaşır. 

Şimdi günümüzdeki şartlara bir göz atalım.

  1. Sermayenin karşı saldırısıyla birlikte kapitalist alemde gelir ve servet dağılımı giderek bozulmuştur. Hayatın her alanının sermayenin tahakkümüne açıldığı bu ortamda orta karar/ hafif meşrep bir burjuva demokrasisi mümkün değildir. 
  2. Ekonomik eşitsizliklerin reformlarla gizlenebildiği bir çağda, görünüşte bile olsa siyasal eşitlik vaadi en azında gelişmiş kapitalist topraklarda toplumu ikna edebiliyordu ve özellikle çalışan kesimler siyasal eşitlik vaadinin albenisine kapılıyorlardı. Ama bugün artık eşitsizlikler öyle bir artmıştır ki toplumun yoksullarını ve çalışanlarını basit anayasal/siyasal eşitlik vaadiyle tavlayabilmek mümkün değildir. 
  3. Solun moral ve fiziksel yenilmişlik halini üstünden atmadığı bu çağda bu tepkiyi akılcı bir toplumsal gelecek kurgusuna dönüştürebilmek henüz mümkün değildir. Bu tepkiden oldukça gerici bir kurgu çıkmaktadır. 
  4. Kapitalist devlet artık apaçık bir sermaye diktatörlüğüdür. Çok partili bir sistem, ya da uluslararası angajmanlar önemli değildir. Siyasal alanı genişleten şey emekçilerin ve çalışanların tuttukları mevzilerdi; şimdi yoklar. Onlar yok iken sadece ulusal değil, küresel olarak örgütlenmiş bir faşizm ile karşı kaşıya kalmak kaçınılmaz oldu. Gazze karşısındaki vurdumduymazlık size ne anlatıyor?
  5. Toplumsal muhalefetin sıkıştığı kimlik siyaseti bu süreci aksatmak yerine derinleştiriyor. Kimlik sorunları üzerinden sürdürülen siyasi muhalefet, arkasında sınıfsal bir destek ve altında sınıfsal bir taban yok iken en fazla çalışanları, emekçileri ve yoksulları bölme amacına hizmet ediyor. Daha ötesine değil. 
  6. Zenginler ve sermaye sahipleri, faşizm damarı hortlamış kapitalist devletin kanatları altında kendi korunaklı dünyalarını inşa ediyorlar. Kendi yaşam alanları, kendi eğitim kurumları, kendi güvenlikli siteleri ve kendi hukukları var. Bu dünyayı korumak için en baskıcı rejimi bile tesis etmeye hazırlar. Onları en küçük bir ödünü vermeye zorlayacak en küçük siyasal ödüne bile karşılar. Bu düzenekten liberallerin ve liberal solcuların hayal ettikleri demokrasi çıkar mı?
  7. Göçmenler bu türden bir eşitsizliğin uluslararası düzeye yansımış nobranlığının dışavurumuna yol açıyor. Zenginler refahı ve güvenli yaşamı paylaşmak istemiyorlar. Zengin toplumların solcuları ise kendi işçi sınıflarına bile sirayet etmiş bu kıskançlığı ve koruma güdüsünü aşacak yolları bir türlü bulamıyorlar. Burjuvazinin güdük devriminden kalma vatandaşlık vaadi ile proletarya enternasyonalizmden bakiye yoldaşlık arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Bu onları felç ediyor, toplumları aşırı sağa meylederken (ki bu süreçte kendi devletlerinin payı çok büyüktür) ne o yöne gidebiliyorlar ne de bu yöne.
  8. Yen liberalizm denilen sermaye saldırısı emeğin tüm ekonomik ve siyasal korunaklarını yok ederek kapitalist devletlerin burjuva demokratik formlarından feragat etmelerine yol açtı. Bu nedenle (kavramı çok sevmesem de) yeni liberalizm özünde faşizme bir çağrıdır. 

Tüm bu süreç, yeniden vurgulayalım, sosyalizmin ve işçi sınıfının yenilmesinin soncudur. 20ler ve 30larda yenildiklerinde ortaya çıkan faşizmdi. Son 40 yıllık yenilginin de sonucu faşizmdir. Şaşıran neden şaşırıyor anlamadım. Ancak faşizm yenilebiliyor, Mayıs 1945 bize bunu kanıtladı. Şimdi de yenilebilir. Ama bu defa zaferin sonucu burjuva demokrasisine dönüş olmasın; çünkü o bağrında gizil ve sürekli bir faşizmi barındırıyor.

                                                             /././

Toprak arsa, orman ağaç tarlası değildir (Yusuf Yavuz)

Tokat’ta ağaçları kutsal sayan köylüler madene karşı tek yürek oldu. Toprağı ‘arsa’, ormanı ‘ağaç tarlası’ olarak gören anlayışa karşı yüzlerce yıllık kültürlerini koruyarak direniyorlar.

Türkiye’nin dört bir yanında yıkıcı madenciliğe karşı yerel halkın yaşam alanlarını savunma mücadelesi de yükseliyor. Erzincan İliç’te yaşanan maden faciasında toprak altında kalan işçilerin cesetlerine aylarca ulaşılamazken benzer faciaların yaşanmasından endişe eden halk hukuk mücadelesi yürütüyor. O bölgelerden biri de Tokat'ın merkeze bağlı Günçalı köyü. Eski adı ‘Dinar’ olan köyde bulunan Çal Baba ormanı, yöre halkı tarafından kutsal olarak kabul ediliyor. Bu inancın köklerinde, ağacı, suyu, ormanı, dağları kutsal bilen kadim kültürel bağlar var.

İndus’tan Tuna’ya ortak hafızanın sırrı

Anadolu coğrafyasının koynunda barındırdığı zengin kültürel doku, İndus’tan Tuna’ya, Altaylardan Nil Vadisine çok geniş bir coğrafyada harmanlanan insanlığın ortak hafızasından izler barındırıyor. Bu ortak hafızada dağların, kuşların, ağaçların, dalın ve yaprağın, ışığın ve suyun sırları var. Bu sır, insanı hem coğrafyaya hem de birbirine bağlayan bir süreklilik. Bu süreklilikten koptukça, sır da yitiriliyor. Bugün köklerinden, bağlamından kopmuş milyonların sıkışıp kaldığı betonarme kentlerde yaşadığı bunalımın temelinde yatan nedenlerden biri de budur.

                                            Çal Baba ormanında bir cem töreni.

Alıç ağacıyla vedalaşamadan köklerinden koparılan insan

Yamaçtaki alıç ağacıyla, ağaçtaki ibibikle, topraktaki madımakla, deredeki çakıl taşıyla vedalaşamadan yaşam gailesinin hızlıca köklerinden kopardığı insanımızın derin hüznü ancak coğrafyanın ve kültürün ortak bağlarının canlı tutulup yaşatılmasıyla neşeye, dayanışmaya ve umuda dönebilir.

Tokat Günçalı Köyü: Göçten umuda, coğrafyadan kültüre

Tokat Günçalı köylüleri de umudu ve dayanışmayı köklerine, kültürlerine sarılarak büyütüyorlar. Yıllar önce göçle birlikte nüfusu büyük ölçüde boşalan Günçalı’da köy halkı yeniden ata topraklarını yaşatma, ocakları tüttürme çabası veriyor. İstanbul, Bursa, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlere göç eden köylüler yavaş yavaş geri dönmenin yollarını arıyor. Dayanışma kültürünün halen canlı olduğu köyde eski evler onarılıyor, yenileri yapılıyor. Boş kalan tarlalar yeniden sürülüp tohumlar toprakla buluşuyor. Bir zamanlar binlerce büyükbaş ve küçükbaş hayvanın dolaştığı zümrüt yeşili meralar, yaylalar boş kalmasın diye yeni çareler aranıyor. Üretimi teşvik etmek için kamu idaresi sulama sistemleri, göletler inşa ediyor.

                                                           Anıt ağaçlardan biri.

Verimli topraklarda yöre halkı madencilik kabusu yaşıyor

Ancak Türkiye’de bir yandan don, bir yandan kefen biçmeyi bir siyaset biçimi olarak benimseyen zihniyet burada da kendini gösteriyor. Bereketli Çamlıbel ovasından Artova’ya kadar uzanan bu kadim üretim ve kültür havzasında verilen madencilik ruhsatları, köyüne dönerek yeni bir gelecek inşa etmeye çalışan yöre halkının en büyük endişesi. Günçalı ve çevresinde altın, gümüş, krom vb. değerli madenler aramak için verilen maden arama ruhsatına köylüler geçtiğimiz yıl dava açtılar. Hukuk mücadelesi halen sürüyor. Köylülerin yaşam alanlarını korumaya yönelik kararlı tavrı, verimli topraklarda henüz madencilik girişimine izin vermiş değil. Ancak yakın çevrede başka madencilik ruhsatlarının da verilmiş olması tüm yöre halkının ortak kâbusu.

Maden arama ruhsatı verilen bölgede yer alan Çal Baba ormanı bugüne kadar halk tarafından korunmuş.

Danişmend Melik Gazi’den Çal Baba’ya kutsal orman

Günçalı köyünde her yıl bu mevsimde büyük bir buluşma yaşanıyor. Çal Baba Ormanının koynunda bir araya gelen köylüler hem inançları gereği Cem oluyor, hem de dayanışma sağlıyorlar. Çal Baba ormanının Anadolu Selçukluları ve erken beylikler döneminde bölgeye hâkim olan Danişmentler dönemine kadar uzanan bir inanç geçmişi var. 12. yüzyılda bölgeye hâkim olan ve beyliğini en güçlü seviyeye çıkaran Danişmend Melik Gazi’nin Bizansla yaptığı savaş sırasında yaralanan askerlerinin sığındığı ormanın hem yaralı askerleri sakladığı, hem de yaralarını iyileştirdiğini anlatan köylüler, Melik Gazi’nin ormana seslenerek “dünya durdukça dur” diyerek şükranlarını sunduğunu ve o gün bu gündür bu ormanın durduğunu anlatıyor.

Çal Baba ormanının zirvesindeki sarıçam ağacı tıpkı Avatar filminin Eywa ağacı gibi halk için kutsal sayılıyor.

‘Bu orman dünya durdukça dursun’

Danişmend Melik Gazi’nin “dünya durdukça dur” dediği o orman, Günçalı köylülerinin Çal Baba Ormanı diye andığı o orman. Çal Baba da yöre halkı için bir inanç önderi ve bu ormanla özdeşlemiş. Dağların, ağaçların, ormanın, suyun, taşların ortak bir ruhu olduğuna yönelik kadim inançlar burada Melik Gazi’nin efsaneleşen öyküsüyle de birleşince yüzlerce yıldır sürüp gelen kültürel bir bağ oluşmuş. Bu öylesine güçlü bir bağ ki, Günçalı köyü sırtlarında yaşı 500’ü bulan ardıç ağaçları var. Köy halkı bazı mevkileri ve anıtsal ağaçları ‘Melek Gaze’ (Melik Gazi) adıyla anıyor ve bırakın ağaçları kesmeyi, bu ormanlardan tek bir kuru dalı bile alıp götürmüyorlar. Bu nedenle Çal Baba ormanındaki ağaçlar kendiliğinden yaşlanıp doğaya karışıyor, kurdun kuşun, toprağın rızkını oluşturuyor.

                              Çal Baba ormanında halkın semaha durduğu meşe ağacının altındaki alan.

Halka göre kutsal, idareye göre baltalık ya da bozuk orman

Bu kültürel bağ, aslında tüm Anadolu coğrafyasında farklı efsane ve anlatılarla varlığını sürdürmüş. Bir zamanlar ormanlarla kaplı olduğu belirtilen, 1402’deki Ankara Savaşı’nda Timur’un fillerini sakladığına inanılan Orta Anadolu coğrafyasında günümüze ulaşabilen kalıntı ormanların hemen hemen hepsinin varlığını benzer bir öyküye borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Bu kültürel akış, aslında gelenek hukuku dediğimiz ve yüzlerce yıldır kuşaktan kuşağa aktarılan insani bağları da canlı kılmasının yanında ortak değerin korunmasını da sağlıyor. Bu nedenle bir bölgede madencilik, enerji vb. projelere izin verilmeden önce sadece ilgili kurumlardan görüş almak yeterli değil. Ormanları ağaç tarlası ve kereste olarak gören orman idaresinin, “burası bozuk orman, madencilik yapılmasında bir sakınca yoktur” görüşü tek başına yeterli bir onay olamaz, olmamalı.

Köyden kente ‘koru’ kültürü ormanları koruyan bir bağ

Bugün Anadolu coğrafyasında adına “köy korusu” denilen kalıntı ormanları da bu kapsamda sayabiliriz. Bir tür yaşam sigortası gibi görülen bu ‘koru’ ya da ‘koruluk’ların kentlerde de varlığını sürdürdüğü biliniyor. İstanbul’da hâlâ ‘koru’ olarak anılan ormanlar, bu geleneğin bir parçasıdır.

                  Köy halkı ömrünü tamamlayarak kuruyup ölen ağaçları bile orman alanından alıp götürmüyor.

‘Gafil olma cümle cihan bir vücut’

Günçalı köyündeki orman, yerel halkı buluşturan bir kültürel ve inançsal simgeye dönüşmüş. Her ailenin bir ağacı var. Hiçbir belgesi, tapusu, kaydı yok ancak her ailenin ağacı gelenek hukukunun yazılı olmayan kurallarıyla kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Topluluğun kurban, lokma ve Cem gibi buluşmalarında her aile kendi ağacının altında oturup bu kültürel akışın parçası oluyor. Tıpkı Nâzım Usta’nın dediği gibi, “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” sürüp giden bu gelenek insanla ağacı, toplulukla ormanı birleştiriyor. Tıpkı 16. yüzyılın ikinci yarısıyla 17. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı bilinen ve yedi ulu ozandan biri olarak görülen Virânî’nin “Gafil olma cümle cihan bir vücut, fark edersen aziz mihman sendedir” dizeleriyle başlayan şiirinde anlatıldığı gibi…

Tokat Günçalı köyündeki orman Çal Baba adıyla anılıyor ve yöre halkınca kutsal olarak kabul edildiği için kuru bir dal bile alınmıyor.

Bir ülkeyi yurt yapan ruh, coğrafyaya yüklenen anlamda saklı

Türkiye’nin içinden geçtiği yıkıcı zamanlardan daha az yarayla kurtulabilmek için bu kültürel ve coğrafi bağları yaşatmaya ihtiyacımız var. Çünkü modern hukukun değeri korumaya yetmediği zamanlardan geçiyoruz. Bir dereye, ormana, dağa, göle, ovaya, tepeye yüklenen anlam, gelenekte kıstas kabul etmez bir değer iken örneğin, orman idaresine göre orası ‘taşlık-çalılık’ ya da ‘bozuk orman’, ‘baltalık orman’ olarak görülebiliyor. Oysa bir ülkeyi yurt yapan ruh, halkın o toprağa, doğaya yüklediği anlamda saklıdır. Toprağı arsa, ormanı ağaç tarlası, dağları mermer ocağı, dereleri şişelenip satılacak su kaynağı gibi gören anlayış yaşama hâkim oldukça bu değerler de alınıp satılabilen birer ticari mala dönüşüyor.

                                        Günçalı köyü bir yıldır vahşi madencilik girişimine karşı direniyor.

Günçalı’da yıkıcı değil, koruyucu bir antropojenik etki var

Günçalı köylüleri ve yöre halkının ormanı, ağacı kutsal gören bu kültürel mirası bu bakımda çok kıymetli. Doğa üzerindeki insan baskısı ve tahribat bilimsel olarak “antropojenik etki” olarak tanımlanıyor. Oysa Günçalı örneğinde bu etki tersine işleyen bir örneğe dönüşmüş. Bir başka deyişle burada doğayı tahrip eden değil, koruyan bir antropojenik etki söz konusu. Bu yanıyla da hem kamu idaresi hem de kamuoyu tarafından korunup desteklenmeyi fazlasıyla hak ediyor.

Bu topraklardan umut kesilmez

Geçmişte üretim takvimine göre yılın belli zamanları tekrarlanan “Çal” buluşmaları son yıllarda yaz başında, herkesin bir araya gelebildiği tatil zamanlarında yapılıyor. Günçalı köylüleri bu bayramda hem Çal Baba ormanında bir ayara gelip inanç ve kültürlerini yaşatacak, hem de 16 Haziran’da köyün derneği tarafından imeceyle köyün meydanında yaptırılan Günçalı Halk Evi’nin açılışını yapacaklar. Örnek bir dayanışma ve imece ruhuyla yaşam alanlarını ve kültürlerini koruyup yaşatma mücadelesi veren Günçalı köylüleri ve tüm yöre halkının yıkıcı madencilik girişimine karşı gösterdiği kararlılık, Anadolu coğrafyasında umudun hâlâ tükenmediğini gösteriyor...

(soL)


15 Haziran 2024 Cumartesi

Kısa GÜNDEM Başlıkları - 15 Haziran 2024 -

 

404 milyonluk sarayı AKP adayı yapacak! (Deniz Ayhan-SÖZCÜ)
Millet adalet ararken, iktidar ‘israf’ dinlemiyor, saray gibi adalet binaları için ihaleler düzenliyor. En son Konya Akşehir için yeni sözleşme imzalandı. İnşaatı AKP’li Rahmi Dilekcan üstlendi. (https://www.sozcu.com.tr/404-milyonluk-sarayi-akp-adayi-yapacak-p57441)

Deprem kenti Hatay’a 6 hükümet konağı! (Deniz Ayhan-SÖZCÜ)
İktidar ‘İtibardan tasarruf olmaz’ anlayışını son hızla sürdürüyor. Sadece depremin vurduğu Hatay’a yapılacak konaklara 1 milyar 423 milyon lira harcanacak. 30 binaya 4 milyar ödenecek (https://www.sozcu.com.tr/deprem-kenti-hatay-a-6-hukumet-konagi-p57447)

İmam hatipler için MEB seferber oldu (Mustafa Bildircin-Birgün)
İmam hatip okullarının başarısını artırmak ve “uluslararası düzeyde tanıtmak” amacıyla yüz milyonlarca TL’lik kaynak ayrılacak. Görünürlüğün artması amacıyla Diyanet’e ve belediyelerle işbirliğine 278,3 milyon TL akıtılacak.(https://www.birgun.net/haber/imam-hatipler-icin-meb-seferber-oldu-537985)

AYM'den birden fazla görev yapan AKP’li bürokrat ve eski milletvekilleri için ders gibi karar: İkinci maaş iptal edildi (Mustafa Çakır-Cumhuriyet)

Kamu kaynaklarının yanlış kullanımıyla ilgili iptaller geldi. Karar “çoklu maaş” kapılarını kapattı.

Anayasa Mahkemesi (AYM) kamu kaynaklarının kullanımıyla ilgili önemli bir karara imza attı. AYM, bazı vakıflarda maaş ve ücretlerin ne kadar olacağına bu vakıfların mütevelli heyetleri tarafından karar verilmesine yönelik düzenlemeyi iptal etti. CHP birçok yasa maddesinin iptali istemiyle AYM’ye dava açmıştı. AYM’de davalar kapsamında verilen iptal kararları şöyle:

  • Türkiye Maarif Vakfı, Yunus Emre Vakfı, Türkiye Kızılay Derneği, Yeşilay Cemiyeti, Yeşilay Vakfı, Antalya Diplomasi Forumu Vakfı ile Türk Arkeoloji ve Kültürel Miras Vakfı’nda görev alanların emeklilik ve yaşlılık aylıklarının kesilmeyeceği öngörülmüştü. AYM, emeklilik ve yaşlılık aylığı almakta olan kişilerin bu aylıkları kesilmeden bu yerlerde çalışmalarına olanak tanınması yoluyla öngörülen farklı muamelelerin nesnel ve makul bir nedeni bulunmadığına dikkat çekti. Sosyal güvenlik hakkı bağlamında eşitlik ilkesinin ihlal edildiğine vurgu yaptı. İptal kararı verdi.

KAMU YARARINA UYGUN DEĞİL

  • Belediyeler, giderlerini karşılamak için borçlanma yapabiliyor. Belediyelerin borçlanma yoluyla elde ettiği gelirin yüzde 1’i oranında kalkınma ajanslarına pay aktarmaları gerekiyor. AYM, kuralların belediyelerin ajansa aktaracakları payın matrahına borçlanma tutarının dahil edilip edilmeyeceğini tümüyle yürütmenin takdirine bıraktığına dikkat çekerek iptal kararı verdi.
  • Yurttaşların doğalgaz tüketiminden kaynaklı mağduriyetlerinden hangilerine tazminat ödeneceğine karar verme yetkisini Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’na (EPDK) bırakan düzenlemede de iptal kararı çıktı.
  • Antalya Diplomasi Forumu Vakfı tarafından forum kapsamındaki etkinliklere vakıf tarafından yazılı olarak davet edilen katılımcılara ödenecek ücretler ile harcırahların vakfın mütevelli heyeti tarafından belirlenmesi öngörülmüştü. AYM, vakfın kamu kaynaklarını kamu yararına uygun şekilde kullanmasının güvence altına alınmadığına vurgu yaptı. Bu yolla ücret ve harcırah tutarının herhangi bir ilkeye bağlı olmaksızın belirlenebileceğine dikkat çekti. Bu yetkinin demokratik devlet ilkesiyle bağdaşmadığı vurgulandı. İptal kararı verildi.
  • ‘ÖLÇÜT ÖNGÖRÜLEMEDİ’

    • Türk Arkeoloji ve Kültürel Miras Vakfı’nın birimlerinde kamu kurum ve kuruluşları dışından görevlendirilen yönetici ile personele ödenecek üret ve harcırahın vakfın mütevelli heyeti tarafından belirlenmesi öngörülmüştü. AYM, ücret ve harcırah belirlenmesine yönelik herhangi bir ölçüt öngörülmediğine dikkat çekti. “Bahse konu ücret ve harcırahın tutarına ilişkin temel esaslar düzenlenmeksizin, kuralla anılan tutarın belirlenmesi mütevelli heyetin takdirine bırakılmıştır” diyen AYM, bunun anayasaya aykırı olduğuna dikkat çekerek iptal kararı verdi. Kararın dokuz ay sonra yürürlüğe gireceği öğrenildi.

Diplomaside çarkıfelek iflas getirdi: Enerjide kayıp (Mustafa Bildircin-Birgün)

İktidarın, dış politikada izlediği “Çarkıfelek diplomasisi”nin yol açtığı zararlara bir yenisi eklendi. Irak-Türkiye Ham Petrol Boru Hattı’ndaki petrol akışının 13 ay boyunca kesildiği, 7,4 milyar TL kayıp olduğu öğrenildi.(https://www.birgun.net/haber/diplomaside-carkifelek-iflas-getirdi-enerjide-kayip-537977)

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, Eyüpsultan'daki trafik kazasında Oğuz Murat Aci'nin ölümüne neden olduktan sonra ABD'ye kaçan Timur C. ile annesi Eylem Tok'un tutuklandığını açıkladı. Bakan Tunç, "Tutukluluğun gözden geçirileceği duruşma, 18 Haziran’da yapılacaktır" dedi.(https://www.birgun.net/haber/eylem-tok-ve-oglu-abd-de-tutuklandi-537979)

Medreselere destek: Kurban vekâletleri Hizbullah’a gidiyor (Aytunç Ürkmez)

Gazetemiz Cumhuriyet, Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen Âlimler ve Medreseler Birliği’nin Ürdün’e kadar uzanan medrese ağını gündeme getirmişti. Birliğin medreselerinin ekonomik kaynağını da İstanbul merkezli Umut Kervanı Vakfı üzerinden sağladığı öğrenildi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/medreselere-destek-kurban-vekaletleri-hizbullaha-gidiyor-2217552)

Yaklaşık 226 milyar TL gelir beklenen vergi paketinin detayları netleşmeye başladı: ‘Servet Vergisi’ şart (Ali Can Polat-Cumhuriyet)

Dolaylı vergilerle bütçenin yükünü sırtlayan yurttaşa 62 milyar TL’lik bir yük daha bekleniyor. Ekonomistler, “Eşitsizliği giderin, halk yoksullaşırken zenginleşenleri vergilendirin” dedi.

Ekonomi yönetimi enflasyonla mücadele kapsamında çalışmalarını sürdürürken dün yeni vergi paketine ilişkin detaylar gündeme geldi. Toplamda 226 milyar TL’lik bir gelir getirmesi beklenen pakette vatandaşa gelecek yük 62 milyar TL’yi aşıyor.  Elde edilmesi gereken toplam gelir ise gayrisafi yurtiçi hasılasının yüzde 0.7’sine denk geliyor. Bu paketin ekonomiye pansuman bile olamayacağını belirten ekonomistler gelir ve servet eşitsizliğini giderecek politikalara ve servet vergisine dikkat çekiyor.(BORSA VERGİSİ PÜSKÜRTÜLDÜ) Paketin içinde çokuluslu şirketlere ek vergi, gayrimenkul yatırım fonlarına asgari kurumlar vergisi, yap-işlet-devret ve kamu özel işbirliği (KÖİ) projelerinin kazançlarından alınan vergi tutarlarında 5 puanlık artış gibi değişiklikler yer alıyor. Vatandaşı doğrudan ilgilendiren kararlarda ise yurtdışı çıkış harcının 150 TL’den 1500 TL’ye çıkarılması, engelli araç istisnalarına düzenleme, motokuryelere vergi gibi eleştirilere neden olan uygulamaların yer alacağı iddia ediliyor. Bu vergi paketinin ülkedeki gelir ve servet adaletsizliğini giderecek, iddia edildiği gibi vergiyi tabana yayacak bir nitelik taşımadığını söyleyen Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, “Zaten 226 milyar lira 2024’ün beklenen GSYH’sinin ancak yüzde 0.4’üne denk geliyor” dedi. Köprü, havaalanı gibi geçiş ve kullanım garantili KÖİ’lere sembolik bir ek vergi getirildiğini ve buradan 500 milyon TL gibi komik bir gelir beklendiğini aktaran Kozanoğlu şunları söyledi: “En son vergi gelirlerinin yüzde 63’ü KDV ve ÖTV yoluyla dolaylı vergilerden sağlanıyor, büyük ölçüde geniş halk kesimleri tarafından ödeniyordu. Servetten ve sermaye kazançlarından alınan vergileri artırarak vergide adaleti sağlamaya yönelik bir adım görülmüyor. Borsadaki sembolik binde 1-2’lik işlem vergisi bile portföyün yüzde 82’sini elinde tutan 20 bin kişilik kitlenin lobi faaliyetleriyle püskürtüldü.” Prof. Dr. Korkut Boratav da servet vergisine vurgu yaptı. Boratav, “Uluslararası sermayenin bekçisi İMF bile bu verginin gerekliğine vurgu yapmıştı. Türkiye özellikle son 3 yıldır çok ağır bir bölüşüm şoku yaşadı. Bu şok çekilmez bir hal aldı. Onun için halkta kriz algısı yaygınlaştı. Ama ekonomide kriz yok. Ekonomi büyüyor, halkımız çok ağır bir krizden geçiyor. Bu sebeple vergilendirme büyüyen ekonominin büyüyen zenginlerinden alınmalı” diye konuştu.

HSK’den dikkat çeken atamalar, CEPHANEYİ SERGİLEYEN SAVCI TENZİLİ RÜTBE ALDI  (Birgün)
HSK’nin yaz kararnamesi yayımlandı. Aralarında Sinan Ateş, Kobani, Metin Lokumcu, gibi davalarda görev yapan hakim ve savcıların görev yeri değiştirilirken Süleymancılarla fotoğrafları ortaya çıkan başsavcı tenzili rütbe aldı.İzmir Adliyesi’nde ‘dinlenme odası’nda cephaneliğini sergilediği fotoğraflarla gündeme gelen İzmir Adli Yargı Adalet Komisyonu Başkanı ve İzmir Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Oktay Tabur tenzili rütbe ile Karşıyaka Hâkimliği'ne atandı. Tahir Elçi davasında sanık polislere beraat talep eden savcının yeri değiştirildi (https://www.birgun.net/haber/hskden-dikkat-ceken-atamalar-537982)

‘Kıyılar özel mülk değil, hepimizindir’ (Evrensel)

Kıyıların Kültür ve Turizm Bakanlığı, MUÇEV ya da şirketler tarafından işletilebileceği yönündeki projeye tepki gösteren Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı "Kıyılar özel mülk değil, hepimizindir" dedi.(https://www.evrensel.net/haber/521034)

Patrona milyarlar, işçiye 5 metre kumaş (Evrensel)

Bossa işçisi devasa eşitsizliği yazdı: Aylık olarak 6 milyon metrekare kumaş işliyoruz. Değeri 1 milyar liranın üzerinde. 10 yıllık işçi ise 27 bin lira alıyor.
Bossa İşçisi-Adana
Merhaba Evrensel okurları. Ben Adana Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Bossa fabrikasında çalışan bir işçiyim. Fabrika, kot ve denim kumaş üzerine çalışıyor, dışarıdan kumaş geliyor, işlenip satılıyor. Fabrika 3 vardiya olarak çalışırken yaklaşık 3 bin işçi var. Öz İplik-İş Sendikası fabrikada yetkili sendika ve toplu sözleşme yapılıyor. Ancak biz işçilere sorarsanız ‘Sendikanın adı var, kendisi yok’. Niye diye sorarsanız şöyle açıklayayım. Ücretler, yemekler, servisler, taşeron düzeni ve daha birçok sorun sendikalı bir iş yerinde bu kadar olmaması lazım. Bossa her yıl 5 milyon metre kumaş satın alıyor. Her vardiyada bir günde ortalama 67 bin metre kare kumaş işlenerek kot ve denime dönüştürülüyor. Üç vardiyanın olduğu fabrikada bu sayı günlük olarak 201 bin metre, aylık olarak ise toplam 6 milyon 30 bin metre civarına denk geliyor. İşlenen kumaşların metresi 5 avroya satılıyor. Yani ortalama bir hesapla aylık 30 milyon 150 bin avro sırf bu kumaşların değeri varken bu rakam TL bazında bugünkü kur hesabına göre 1 milyara avroya kadar çıkıyor. Bossa’nın bu devasa üretim ve kâr oranlarına bir de işçi ücretleri gözünden bakacak olursak arada dudak uçuklatan farklar göz önüne çıkıyor. Bugün fabrikada kadrolu bir şekilde işe giriş ücreti 26 bin lira. Nisanda 10 yıllık işçi ise bunun bin lira fazlasına çalışıyor. Yani bizim bir günlük ücretimiz fabrikanın bir dakikadan daha kısa sürede yaptığı üretimden çıkıyor bile https://www.evrensel.net/haber/521048

Ahmet’in haftalığı 1.500, hayatı 500 bin lira! (Tugay BEK/BİRTEK-SEN Adana Temsilcisi - EVRENSEL)

11 yaşındaki Ahmet Haskiro’nun çalışırken can verdiği cinayeti örtmek için türlü yollar deneniyor. 1500 lira haftalıkla çalıştırılan Ahmet için aileye 500 bin lira ‘kan parası’ teklif ediliyor. (https://www.evrensel.net/haber/521039)

(derleyen: mstfkrc)

soL KÖŞEBAŞI (15 Haziran 2024 )

 

Nasıl bir rejim? (Aydemir Güler)

Ama yaşanan değişimle birlikte Türkiye’de bir süredir yitirildiği düşünülen “devlet aklı” da restore edilmektedir. Düzenin asıl ağırlık merkezi buradadır ve büyük sermaye de tam oradadır.

Seçimin öncesinden beri Türkiye’nin nereye gittiğine işaret ediyoruz. Bu yönün esası, sömürü düzeninin yönetilme kabiliyetinin arttırılmasıdır. AKP’nin yönetme kabiliyetinin azalmasının haber değeri yok; kaçınılmaz bir sonuç. Ama yine de birkaç temel boyutunu not edelim.

Sermayenin talep ettiği ve son derece pervasızca hayata geçirilen yoksullaştırma operasyonu en önemlisidir. Uluslararası dengelerdeki sıra dışı oynaklık ve savaş rüzgârlarının bir nevi milli birlik iktidarıyla karşılanması düzen açısından zorunlu hale gelmiştir. Tarikatlar kapladıkları nüfus alanının çok ötesinde bir nüfuz sahip oldular. Narkotik ekonomisi ve mafya düzeninin sayısız “faydalarına” kontrolsüz bir dejenerasyon eşlik etti. İktidarın sorunu, bir zamanlar dile getirilen “kültürel hegemonya kuramadık” saptamasının çok ötesinde ideolojik bir dağılma görünümü aldı… 

Seçimin çok öncesinde, Tayyip Erdoğan istesin istemesin, büyük sermaye yeni bir ittifak sisteminin kurulmasından yana olmuştu. CHP’yi bile dirilttiler! Bir süredir bu gerçeği aydınlatmaya çalışıyoruz.

Gerçekten bir değişim var. Akla ilk gelen AKP’nin eski ittifakları. Önce liberalizm-İslamcılık-Kürt milliyetçiliği üçgeni. Sonra İslamcılıkla Türk milliyetçiliğinin harmanlandığı bir model. Arada bir önceki dönemin muhaliflerinden eski ulusalcılara geçici davetiyeler… 

Şimdi yeni bir evre gündemde. Ancak önemli bir fark var. 

Yirmi küsur yıllık süreç, kısaca özetlediğimiz gibi büyük ölçüde net pozisyonlarla ilerledi. Bugünse, birincisi, böyle bir netlik zorunlu değil, hatta olanaksızdır. Türkiye kapitalizminin AKP’nin cebindeki cephaneden fazlasına ihtiyacı var. Kriz potansiyelinin büyük, kimi dinamiklerin fazlasıyla canlı olduğu koşullarda bütün birikimin aynı kefeye konması veya hep birlikte cepheye sürülmesi başka bir riski ortaya çıkarabilir. Bütün düzen güçlerinin bir milli birlik kurması durumunda, toplumun bir dizi kesimi kapsama alanının dışına terk edilmiş olacaktır. Hoşnutsuz emekçiler herkesin kendilerine karşı birleştiğini görecekler. Laikliğe sarılan kesimler, değerlerinin asla dikkate almadığını anlayacaklar. Sonuç olarak, “büyük uzlaşmanın” dışında kalan her bir siyasi akım, önünde hızla güçleneceği bir koridor bulabilecektir. Egemenlerinse, yangını yatıştıralım derken ağır sarsıntı geçirmeleri olasıdır. 

O halde somut olarak CHP’nin, toplumsal muhalefet duyularına büsbütün yabancılaşmayacağı bir biçim üstünden iktidarın fiili ortağı olması sağlanmalıdır. Net bir ittifakın ilan edilmesine ne gerekiyor, ne de bu mümkün.

“Biz adaletli bir vergi sistemi için Sayın Erdoğan’a dün teklifimizi sunduk.” Özel ikinci zirvenin ardından bunu söylüyor ve CHP’nin ekonomi kurmaylarının Mehmet Şimşek’le bir araya geleceğini müjdeliyor. Bu, “etkili ve yapıcı muhalefet” etiketiyle kamuoyuna yutturulabilir. Ekmeği küçülen milyonlar sırtlarındaki vergi yükünün azalacağı beklentisine sokulabilir. En azından varsayım budur.

Beşli Çete sorulduğunda “gerektiğinde mücadele gerektiğinde müzakere” diyen de Ali Mahir Başarır’dır. Bir muhalefet partisi iktidarın en aleni soyguncu zenginleriyle neyi müzakere edecek, bilmiyorum. Ama adamların uzmanlığının inşaat ve CHP’nin kozu da yerel yönetimler olduğuna göre bu kesin akçalı bir müzakere olacaktır! Belediye olanakları karşılığında soygunun aleniliğini biraz örtmek ve bunu CHP’nin başarı hanesine yazıp topluma sunmak düşünülüyor olabilir.

CHP bir önceki dönem sokaktan ısrarla kaçınırken artık bir mitingler partisi olmuştur. Söz konusu miting dalgasının, temaları itibariyle ülkeyi baştan aşağı sarması ve gidişatta sert bir kırılmayı zorlaması objektif olarak mümkündür. Ama CHP mitingleri büyük bir toplumsal kampanyanın adımları olarak değil, kitlesel basın açıklaması olarak yapılandırılmaktadır. Özetle biriken gaz patlamadan tahliye edilmektedir. Soran olursa elinden geleni yaptığını söyleyebilir.

Son günlerdeki Sinan Ateş cinayeti kaynaklı gerilim de işlevseldir. Soruşturmanın nereye evrileceğinden bağımsız olarak Cumhur İttifakının “aşırılıklarının” faturası MHP’ye çıkartılmaktadır. Oysa bu partinin hukuksuz ve pervasız tarzı rejime rengini vermişti. Şimdi, Başkanlık sistemiyle, Sarayla, ekonomi yönetimiyle, dinselleşmeyle uğraşmayan CHP, MHP ile itişerek muhalif görünme şansı yakalamıştır.  

Tekrar olacak, buradan kenarları köşeleri belirgin çizilmiş bir rejime varılmayacaktır. Türkiye bir “kriz idaresi” ülkesidir. Türkiye egemen güçlerinin uzmanlık konusu istikrar üretmek değil, krizi kontrol altına almaktır. Bu ülkede mümkün olan da zaten budur. 

Sonuç olarak ve özetle, düzen siyaseti elindeki özneleri merkeze doğru çekmekte ama birbirleriyle özdeş hale gelmelerini asla amaçlamamaktadır. Gerilimli, iktidarın nerede bitip muhalefetin nerede başladığı belirsiz, dinamik ve karmaşık bir süreçtir içine girdiğimiz. 

Bu noktada son bir uyarı daha yapılmalıdır. Bu karmaşık süreç, kendi çıkarlarının peşinde koşan tarafların itiş kakışıyla yönetilemez. İtiş kakıştan bu kadar incelikli bir sentez çıkması “hayatın doğal akışına” aykırıdır. Meseleyi komuta merkezi aramaya, komplo teorileri yazmaya götürmeyelim. Ama yaşanan değişimle birlikte Türkiye’de bir süredir yitirildiği düşünülen “devlet aklı” da restore edilmektedir. Düzenin asıl ağırlık merkezi buradadır ve büyük sermaye de tam oradadır.

Peki, bu gerilimli yapılanma gerçekten sömürü düzeninin sağlamlaşması anlamına gelecek midir? Düzenin yönetme yeteneği tahkim edilebilecek midir?

Bizim için önemli olan ve geniş emekçi halk kitlelerini doğrudan ilgilendiren birincil soru budur. Yanıt mücadele konusudur. Ama egemen güçlerin işi sanıldığından çok daha zordur ve devrimcilerin de eli armut toplamayacaktır. 

                                                                   /././

Çağımızda egemenlik ve bağımsızlık sorunu: Gürcistan örneği (Erhan Nalçacı)

Gürcistan emperyalizm çağında ulusal egemenlik ve bağımsızlığın nasıl ayaklar altına alındığının acı ve trajik bir örneği. 

Çağımızda ulusların egemenlik ve bağımsızlık meselesini son günlerde dünya gündemine giren Gürcistan üzerinden ele alacağız.

Bizim nesiller aşağıdaki fotoğrafı çok iyi hatırlıyorlar ama gençlere hatırlatmakta yarar var.

Gürcistan’da “2003’teki “Gül Devrimi’nden sonra Cumhurbaşkanı seçilen ve Batı emperyalizminin ajanı olan Mihail Şaakaşvili Rus Ordusu Osetya’ya girince medyanın önünde ABD Başkanıyla konuşurken kravatını yiyor.

Mihail Saakaşvili 2008’de Batı emperyalizmi adına Gürcistan Cumhurbaşkanıyken 2008’de Osetya Savaşı esnasında Rus ordusu Osetya’ya girince ABD Başkanıyla konuşurken canlı yayında kravatını yiyor.

Her ne kadar Şaakaşvili çocukluğundan beri kravat yediğini iddia ettiyse de o zaman konuyu bilenler ABD, NATO, AB veya genel deyimle Batı emperyalizminin kaybetmeye başladığının bir belirtisi olarak almışlardı bu olayı. Bir kadro sorunu yaşanması, stres yönetimine sahip olamayan niteliksiz ajanların sahaya sürülmesini Batı emperyalizminin emperyalist rekabeti kaybedebileceğinin bir işareti olarak almıştık.

Saakaşvili yerine daha sonra bahsedeceğimiz, Fransız vatandaşı olup Batı için çalışan ve halen Cumhurbaşkanlığı görevinde olan Salome Zurabişvili’ye bırakarak Ukrayna’ya tayin oldu. Ukrayna vatandaşlığına geçti, 2025-16 döneminde Ukrayna devletinde görevler üstlendi. Sonra Saakaşvili’yi ABD Gürcistan’da tekrar görevlendirdi, 2021’de ülkeye döner dönmez ayaklanma çağrısı yaptı ve tutuklandı. Halen hapiste olan Şaakaşvili yiyecek kravat bulamadığı için çok zayıflamış gözüküyor ve bağlı olduğu devletler tarafından kurtarılmayı bekliyor.

1990 karşı devriminden sonra ortaya kargaşa ve yağma ekonomisi içinde kapitalizme geçmeye çalışan birçok eski sosyalist ülke ortaya çıktı. Batı emperyalizmi bu ülkelerde hegemonya kurmanın adeta teknolojisini geliştirdi. Çok basitçe, sivil toplum kuruluşları adı altında kendi ajanlarını fonluyor, medyayı ve siyasileri satın alıyor, çok sayıda ajanını ülkeye yerleştiriyordu. 

Sonuçta bir ülkedeki parlamento seçimleri her ne kadar yerel sermaye sınıfının iktidarını temsil etse de egemenlik ile ilişkilidir. Sonuçta seçimler gerçekleşiyor, yerel burjuva temsilcileri şu veya bu şekilde burjuvazinin çıkarlarını savunacak şekilde parlamentoda temsil ediliyor. Fakat o da nesi, STK’lar düğmesine basılmış gibi seçim sonuçlarında hile yapıldığını söylüyorlar, bindirilmiş kıtalar kent meydanlarına yığılıyor, Batı medyası ve satın alınmış basın büyük bir destek veriyor ve Saakaşvili gibi Batı ajanları yönetime geliyor. Bu olguya tam bir kepazelik olarak güzel anı uyandıran bir isim ekleyerek başına “devrim” diyorlar. Gürcistan’daki 2003 “Gül Devrimi” tam da böyle gerçekleşmişti.

Dikkat edin Batı emperyalizmi kısmen üstünlük duygusu, kısmen kirli sömürgeci tarihsel deneyimi ve kısmen maddi olanağı olmadığı için yerel burjuvaziyi yatırım yaparak, ticari ilişkileri geliştirerek elde etmeye çalışmıyor, hileye dayalı bir tezgâh kurarak hegemonyayı sağlamaya çalışıyordu.

Sol’da ayrıntısı ile haber yapılan ve son aylarda Gürcistan’da kopan patırtıya bakın. Yönetimdeki siyasi parti öncülüğünde başta AB ve ABD olmak üzere yabancı ülkeler tarafından fonlanan sivil toplum kuruluşlarının maddi kaynaklarına utangaçça da olsa müdahale etmeyi amaçlayan yasa parlamentodan geçti.  

Sivil toplum kuruluşları tarafından şiddet içeren bol AB bayraklı gösteriler her yeri kapladı. Elli yaşına kadar Fransa’da yaşayan ve Fransa’nın Gürcistan Elçiliğini tam da “Gül Devrimi” esnasında yapan, sonra bir hileli yasayla Gürcistan vatandaşlığına geçen ve halen Cumhurbaşkanı olan Zurabişvili parlamentodaki iradeye karşı ayaklanma çağrısı yaptı. 

Niye, “demokrasi ve AB değerleri ihlal ediliyor”. 

Önüne arkasına “demokrasi” kelimesini alan siyasetlere/kuruluşlara dikkat edin bu arada, fonlanıyorlar mı diye!

Ama Batı emperyalizmi çok hırçın. Tam Gürcistan AB’ye ve NATO’ya girecekti. Tam Rusya’ya güneyden bir cephe açılacaktı.

ABD Yasanın arkasında duran Gürcistanlı milletvekili ve ailelerine vize yasağı getirdi. Söylendiğine göre sivil toplum kuruluşları milletvekillerini “kafalarına sıkmakla” tehdit ediyorlarmış.

Gürcistan emperyalizm çağında ulusal egemenlik ve bağımsızlığın nasıl ayaklar altına alındığının acı ve trajik bir örneği. 

Peki, Batı emperyalizminin kendi sefil ajanlarını Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtacak kadar ele geçirdiği bir ülke nasıl ellerinden kayıp gitmeye başladı?

Bir süredir ortaya çıkan Gürcistan’daki burjuva siyasetleri suçlandıkları gibi Rus yanlısı değiller, ama Ukrayna’nın yaşadığı akılsız yıkımı görünce ülkeyi bir mahva sürüklemek istemiyorlar.

Ancak başka bir şey var, egemenlik üzerinden değil, bağımlılık üzerinden hareket eden başka bir aktör. Aşağıdaki grafik ne demek istediğimizi anlatacak bizim yerimize.

Grafik bize Çin ve Gürcistan arasındaki toplam ticaret hacminin yıllara bağlı olarak yükselişini gösteriyor. Düşey eksenin birimi olarak milyon dolar alınmış. Ticaret hacmindeki artış bütün siyasi olaylardan etkileniyor ve sanki siyasi bir kronoloji sunuyor. 2008 Osetya Savaşı, 2014 Ukrayna Maidan Darbesi ve 2021 Ukrayna Krizi esnasında düşüyor, ancak hemen sonra yükselişine devam ediyor.

Grafikte Batı emperyalizminin bütün komploları sürerken Çin’in ısrarla ve hiç bıkmadan Gürcistan ile ticaret hacmini genişletmesi görülüyor. 1990’dan sonra iki ülke arasındaki ticaret hacminin 400 kat arttığı söyleniyor. Batı emperyalizminin müdahalesinin doruk yaptığı dönemeçlerde biraz geriliyor, sonra tekrar yükseliyor.

Toplam ticaret hacminin giderek Çin lehine büyük bir ticari açık vererek ilerlediğini ve bir bağımlılık yarattığını ilave edelim. Gürcistan Çin’in başlıca hegemonya araçlarından biri olan Yeni İpekyolu’nun rotalarından birinin üzerinde bulunuyor.

Gürcistan geçen yıl Çin vatandaşları için vize zorunluluğunu kaldırdı. Çin ve Gürcistan arasındaki işbirliği kısa bir süre önce “stratejik ortaklık” seviyesine çıkarıldı.

Bağımlılığın eninde sonunda egemenlik sorunu da yaratacağını biliyoruz. 

Günümüzde ulusal sermaye sınıfları sermaye birikimlerine göre ya kendisi yayılmacı bir pozisyon alıyor ve başka halkların egemenliği veya bağımsızlığı üzerinde hegemonya oluşturmaya çalışıyor ya da egemenlikleri değişik derecelerde törpüleniyor ve bağımlı hale geliyorlar.

Türkiye gibi hem bağımlı hem yayılmacı hibrit devletler de hiyerarşide yer alıyor.

Ulusal egemenlik/bağımsızlık ve ulusların eşitlik içinde gelişmesi ve kaynaşması birbirleriyle çelişmeyecek şekilde sadece işçi sınıfının tarihsel görevi olarak yükseliyor.  

                                                                   /././

Digorlu öğrencilerin fırsat eşitsizliği: Kömürlükten bozma okulda karne alacaklar (Özkan Öztaş)

Kars'ın Digor İlçesi'ne bağlı Şatıroğlu Köyü'nde kömürlükten bozma bir okulda eğitim gören çocuklar bugün karne "heyecanı" yaşacak.

Öyküsü daha farklı olabilirdi bu çocukların. Zorluğa ve imkansızlıklara rağmen bir başarı hikayesi de okuyabilirdik. Ancak bu sefer öyle olmadı.

Kars'ın Digor İlçesi'ne bağlı Şatıroğlu köyünde kömürlükten bozma bir sınıfta eğitim gören öğrenciler, karne "heyecanını" duvarları yıkık, boyası dökük, soba yanarken piştikleri, kömürün ateşi geçince dondukları bir sınıfta yaşayacak. İşin kötüsü kömürlükte eğitim gören ilkokul öğrencileri şanslı. Zira köydeki ortaokul öğrencileri eğitim alabilmek için eksi 30 dereceye varan kış şartlarında komşu beldeye yürüyerek gidip gelmek zorundalar.

Kömürlük denilen yer kışlık yakacak için tezek istiflenen bir depo esasında. Köylüler çocukların eğitim görebilmesi için tezekliği temizleyip sınıf yapmış. 

'Soba da baca da çürüktür. Bizatihi okul da çürüktür'

Sorunu kamuoyuna duyuran CHP Kars Milletvekili İnan Alp Akgün, Kars'ın Digor'a bağlı Şatıroğlu köyündeki sorunlardan bahsederken şunları söylüyor. 

"AKP’nin sayın milletvekilleri, sizin hepinizin illerinde ilkokullarda 4 şube var. Kars’ın Digor ilçesinin Şatıroğlu köyünde ilkokulda 2 derslik var. Okulda 80 ilkokul öğrencisi var. 1. Sınıflar açılınca köylüler tezekliği temizleyip, sıra koyup orayı sınıf yaptılar. Okulda çok şükür bir soba var. Soba da çürüktür, baca da çürüktür, boru da çürüktür bizatihi okul da çürüktür."

İnan Alp Akgün Meclis'te yaptığı konuşmasında Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'e şöyle seslendi: "Sen utanmıyor musun? Köyde 50 ortaokul öğrencisi var, ortaokul yoktur. Komşu beldeye 1 metre kar altında çocuklar eksi 30 derecede yürüyerek giderler. Çünkü servis de yoktur. Yusuf Tekin sen bu tablodan utanmıyor musun? Yurtdışında 60’dan fazla okul açıyorsun, Kars’ın Digor ilçesinin Şatıroğlu köyüne niye okul açmıyorsun?”

'Ne yazık ki istisna bir örnek değil'

Konuya dair soL'a konuşan Eğitim-İş Kars Şube Başkanı Aslı Özcan yaşanan durumun tekil ya da istisnai bir örnek olmadığını ve uzak köylerin genelinde benzer bir durumla karşılaştıklarını ifade etti. Çevre illerden de benzer haberler aldıklarını ifade eden Özcan, yaşananlar hakkında şunları söyledi:

"Öğretmen yetersizliği var ve görevlendirilenler de genelde branş dışı ya da alan dışı, iklim koşullarına uygun olmayan planlamalar nedeniyle ısınma durumu problem, okullar iyi ısınmıyor, personel sıkıntısı mevcut, çoğunlukla birleştirilmiş sınıflar mevcut. Bu türden sebepler ister istemez eğitimde fırsat eşitliğini engelleyen etmenler oluyor. Öğrencilerimiz yaşadığımız çağa ayak uydurabileceği teknolojik donanımlı okulları hayal bile edemiyorlar. Bilgiye erişimleri kolay olmuyor."

'Bu müfredatla öğrenciler bırakın o köyü kendilerini bile değiştiremeyecekler'

Eğitim-İş Kars Şube Başkanı Aslı Özcan'ın dikkat çektiği bir diğer husus ise mevcut müfredatın öğrenciler üzerinde yarattığı tahribat. 

Çünkü ülke genelinde hemen hemen her yurttaşın zihninde canlanan şey böylesi okullarda okumasına rağmen başarıya ulaşan ve yaşadığı yeri değiştiren, ülkesine karşı sorumluluk duygusu taşıyan öğrenci hikayeleridir. Ve fakat yeni müfredat bırakın Kars'ın Şatıroğlu köyünü değiştirecek öğrenciler yetiştirmeyi, ülke genelinde çağı yakalayabilecek öğrenci yetiştirmek konusunda dahi soru işaretleri barındırıyor. 

Aslı Özcan bu süreci üzüntüsünü dile getirerek şu sözlerle aktarıyor:

"Oran veremiyorum fakat nadiren öğrencilerin üstün zekalı olma durumlarıyla ortaya ‘Zor şartlara rağmen başaran öğrenciler’ çıkabiliyor. Ancak yeni oluşturmaya çalıştıkları eğitim müfredatı ile ise sadece köydeki bu koşullarda olan öğrenciler değil, tüm nesil çağ dışı duruma maruz kalacaktır. Öğrenciler düşünmeyi, sorgulamayı yok eden müfredatla bırakın köyü değiştirmeyi kendilerini bile değiştiremeyeceklerdir."

Kars'ın Digor'a bağlı Şatıroğlu Köyü'nde yaşayan yurttaşlar eğitim gören çocuklarının şartlarının iyileştirilmesi için yetkililerden adım atmasını bekliyor.

                                                            /././

'Depremzedeler iş bulamıyor, intihar düşünen işçiler var, yüzlerine bakamıyorum' (Özkan Öztaş)

Yıkımın yarattığı acılar bir yana deprem bölgesindeki işsizlik sorunu tahammül edilemez noktaya ulaştı. CHP Hatay Milletvekili Servet Mullaoğlu yaşananları soL'a anlattı.

6 Şubat depremlerinin ardından bir buçuk yıl geçti. Ancak sorunlar ve depremzedelerin yaşadığı sıkıntılar hâlâ devam ediyor büyük ölçüde. 

Bunların başını da işsizlik çekiyor. 

soL'un sorularını yanıtlayan CHP Hatay Milletvekili Servet Mullaoğlu, Hatay'da geçen her anın daha zor bir hal aldığından söz ediyor. Kendisinin de 6 Şubat depremini doğrudan yaşadığını ve ilk günlerde tüm depremzedelerle aynı sıkıntılarla baş başa kaldığından söz eden Mullaoğlu, eğer sorunlar böyle devam ederse tahammül edilemez bir hal almasından duyduğu endişeyi paylaşıyor. 

'Keşke depremde ben de ölseydim diyen insanlara denk geliyorum'

Depremzedeler için hayat zor koşullarda devam ediyor. Mevcut sıkıntıların sürekli tekrar etmesi tahammülü de zorluyor.  

Konu buraya geldiğinde CHP Hatay Milletvekili Servet Mullaoğlu derin bir iç çekiyor. 

"Bazı sorunlar olduğu gibi devam ediyor. Bazılarında görece iyileşmeler var ama yeterli değil. Mesela bir ara Toplum Yararına Program (TYP) kapsamında depremzedeler işe alınmıştı. Şimdi tekrar kapı önüne konuldular. Yani aslında yapılabilir şeyler var, yok değil ama neden yapılmadığına akıl erdirmek mümkün değil. Gerçekten böylesi zamanlarda yurttaşlarımızın yüzüne bakamıyor insan. Dertleri var ve dertlerini duyurmaktan başka bir çare gelmiyor elden. Meclis'te bunları söylemenin, duyurmanın da bir manası olmuyor. Çünkü bunlar büyük sorunlar. Altyapı gerektiren, yatırım gerektiren, öncelik gerektiren işler. Çok denk geldim biliyor musunuz, 'Depremde keşke ben de ölseydim, bıktım' diyen insanlara. Özellikle de işsizlik başlığında. Bunu en başa yazmamız gerekiyor. Çünkü devam eden sorunlarla baş edebilmesi için insanların bir işe, tutanacak bir dala ihtiyaçları var. Evine ekmek götüremiyor o insanlar. İşsizlik had safada. Böyle giderse iş bulamadığı için intihar eden insanlara rastlayacağımızdan endişe ediyorum. Depremzedeler iş bulamıyor, intihar düşünen işçiler var, yüzlerine bakamıyorum" 

Servet Mullaoğlu Hatay'dayken insanların yüzlerine baktığına önce kaygıyı gördüğünü ifade ediyor. Öyle ki Ankara'daki mesaisini bitirir bitirmez Hatay'a döndüğünü belirtiyor. Depremzedelere yakın olmak gerektiğine inanıyor bir yanıyla. 

'Deprem bölgesinde uyuşturucu kullanıma dair artış gözlemliyoruz'

Servet Mullaoğlu sorunlar listesinin başına işsizliği yazarken buna bağlı olarak ortaya çıkan toplumsal çürümeden de söz ediyor. Çünkü işsizlikle birlikte depremzede yurttaşlarımızı takip eden en büyük sorun belki de umutsuzluk oluyor. Haliyle emek üretim süreçlerinden kopan ve toplumda yer edinemeyen bireyler zaman için toplumsal çürümenin parçası haline gelebiliyor. 

Mullaoğlu kendilerine gelen şikayetlerden yola çıkarak özellikle konteyner kentlerin çevresinde uyuşturu kullanımının arttığına dair izlenimlerini paylaşıyor. 

"Şimdi 6 Şubat depreminden sonrasına bakmak eksik kalır. Çünkü öncesi var. Anlıyorsunuz ki zaten birçok şey eksik yapılmış. Çok çok öncesinde eksik yapılmış bir sürü şey. Yıkımdan sonra da telafisi iyice güç bir hal almış. Yani aslında deprem, sürdürülemeyecek olan sorunları yerle bir etmiş. İnsanların yarına güvenle ve umutla bakması lazım. Sadece işsizlik de değil. Bunun haricinde birçok başlıkta belirsizlik var. Evler ne olacak? Ne zaman bitecek? Sağlam olan evim de yıkılacak mı? İnsanlar sürekli bu sorular etrafında geçiriyor zamanı. Havalar ısındı. Hatay'da yine sinekler haşereler çıktı ortaya. Yani bir yandan kronikleşen sorunlar bir yandan da hala devam eden bir belirsizlik var. Bu tür örnekler toplusal sorunları da beraberinde getiriyor. Telefonlarımıza sürekli uyuşturucu ile ilgili ihbarlar geliyor. Kaygı verici bir durum bu" 

Deprem bölgelerinde yıkılan yapılar aynı zamanda depremzedelerin iş bulamadığı bir süreci de ördü. Depremden sonra moloz kaldırma süreçlerinde işsiz kalan insanların imdadına hurdacılık yetişti. Ancak bunun da sonu geldi. Enkazın neredeyse tamamı kaldırıldı. Meyve ve sebze yetiştiriciliği ne yazık ki sağlıklı bir şekilde yönetilmiyor ve işsizlik derinleşiyor. Birçok insan şehirde kalabilmek için iş arayışına devam ediyor.

'Sermayedarların vergi borcu silineceğine, depremzedeye ev yapılabilirdi'

Hatay'da ve diğer deprem bölgelerinde devam eden sorunlardan bir tanesi de barınma sorunu. Depremzedeler, ne kadar borçlanacağını, nasıl ödeyeceğini, ödeyemezse neyle karşılaşacağını, evinin ne zaman teslim edileceğini ya da hasarsız binasının yıkılıp yıkılmayacağına dair soru işaretleriyle günlük hayatlarına devam etmeye çalışıyor.

"Mesela şimdi Armutlu mahallesi ya da Elektrik mahallesi. Tek bir tane dahi ev kalmadı. Hepsi yıkıldı. Düşünebiliyor musunuz? Tek bir ev dahi kalmadı. Şimdi buraların rezerv alan ilan edilmesi haliyle mantıklı. Ama her yer böyle değil ki. Yıkılmayan, testlerde sağlam raporu almış evler, binalar, yapılar da var. Bunlar neden yıkılarak devletin sırtına ek bir maliyet oluşturuluyor ki? Sağlamların ayakta kaldığı, yıkılanların da devlet tarafından doğrudan yapılabildiği, taşeronlara verilmediği örneklerle yapılabilirdi birçok şey."

Gülümsüyor sonra, azıcık da öfkeli bir hal alıyor yüzü ve devam ediyor "O kadar işsiz depremzede ve gönüllü yurttaşlarla el ele verilip yapılabilirdi o evler. Hatay halkı yardımsever, dayanışmacı bir halk. Elinden geleni yapardı. Ama bunu yapmak yerine borçlandırılarak belirsiz bir geleceğe devredildi sorunlar. Büyük sermaye sahiplerinden 650 milyarlık vergi borcu silineceğine depremzedelere evler yapılabilirdi. Tercih etmediler." 

Hatay'da rezerv alan ilan edilen birçok bölgede yıkılmayan ve ayakta kalan sağlam binalar yer alıyor. Proje kapsamında bunlar da yıkılacak. Üstelik önemli bir kısmı mahkemelik. İtirazlar ise çoğu zaman reddediliyor. Deprem bölgelerinde "Yıkmayın mahkemelik, yıkmayın davalık" yazılı binalara rast gelmek gündelik hayatın bir rutini haline gelmiş durumda. 

'Bu şehri terk etmeyen insanlar umut veriyor'

CHP Hatay Milletvekili Servet Mullaoğlu depremin ilk gününden bu yana hükümetin bıraktığı ciddi boşlukların ve hataların olduğunu ifade ediyor. "Umarım devam etmez" diye de iç çekiyor.

Depremin ilk anlarındaki yaşadıklarını anlatırken o günlere tekrar dönüyor. 

"O an dünyaya bir şey çarptığını falan düşündüm gerçekten. Akıl alır gibi bir şey değildi o an yaşadıklarımız. İlk günler yakınlarımızın, komşularımızın sağlam olan, ayakta kalan evlerine gittik. Ama oralar da kalabalıklaştıkça kalabalıklaştı. Zira kendini kurtarabilen, azıcık daha yükselerde yıkılmayan köylere akın ediyordu adeta. Depremin ilk günlerinde kalacak yer bulamadığımız için ahırda kalmak zorunda kaldık. Bunu çekilen sıkıntılar açısından söylemiyorum yanlış anlaşılmasın. Bunu bulabilenlerimiz görece şanslı sayılıyordu o günlerde diye söylüyorum. Çok zordu gerçekten."

Servet Mullaoğlu haftanın birkaç günü dışında zamanının tamamını Hatay'da geçirdiğini söylüyor. 

"Dayanamadığınız anlar oluyor değil mi?" diye soruyorum. 

Susuyor. Kafasını evet diye sallıyor ama bir şey diyemiyor ve yutkunuyor. "İnsan nasıl göğüs geriyor o kadar acıya ve soruna" deyince yüzü değişiyor bir anda. 

"Mesela şimdi gidiyorum ya Hatay'a. Böyle bir tanıdık geliyor. Sarılıyorsun selamlaşıyorsun ya. İşte o zaman tüm dertler unutuluyor diyebilirim. Onca acı içinde paylaşılan bir ekmek, içilen bir Hatay kahvesi umudunu büyütüyor insanın. Şimdi garip gelebilir ama Hatay'da azıcık araçla sıkışan trafiği görünce dahi seviniyorum. Devam eden sorunlar bir yana. Bunca sorunun içinde bu şehri terk etmeyen insanlar çok umut verici."

Sohbetimiz haliyle Hatay'a geliyor. "Hatay sadece depremzedelerin değil, orayı bir kez olsun görmüş, orayı seven herkesin derdi, muradı oldu. Bu da bizim için kıymetli bir şey" diyor Servet Mullaoğlu ve sözlerini tamamlıyor:

"Biliyor musunuz? Hâlâ Hatay deyince aklıma enkazın fotoğrafı gelmiyor. Kabul edemiyor insan. Hâlâ Asi Nehir etrafında tarihi evleriyle, sokaklarında insanların neşesiyle bir şehir geliyor aklıma. Hiç yıkılmamış gibi. Bu şehri sevenler ellerinden geleni yapacaktır. İnanıyorum"

                                                            /././

Öğretmenlik Mesleği ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu Taslağı (Rıfat Okçabol)

İmam bildiğini okuyacak olsa da, "maarif modeli" gibi bu taslağa da tüm yasal ve demokratik yollarla karşı çıkılması gerekiyor.

22 yıldır yasalarda, yasa maddelerinde, KHK’lerde ve de yönetmeliklerde yapılan değişiklikler, AKP’nin mevzuatla oynamayı sevdiğini gösteriyor. Ne yazık ki AKP’nin gerçekleştirdiği her mevzuat değişikliği, iktidarın keyfiliğini ve bazı hakları törpüleyip gericiliği pekiştiriyor. Şimdi de 3 Şubat 2022 tarihli ve 7354 sayılı "Öğretmenlik Meslek Kanunu"nu kavga dövüş çıkaran AKP, iki yıl üç ay sonra, bu yasayı değiştirecek "Öğretmenlik Mesleği ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu Taslağı"nı gündeme getiriyor. Bu taslak da, 7354 sayılı yasadaki olumsuzlukları düzeltmek için değil, yeni olumsuzluklar yaratacak ve 4+4+4 yasası gibi gelecek için tehlikeler içeren bir taslak oluyor.

Bu taslağın ilk maddesinde, yasanın amacının öğretmenlerin seçilmesini, yetiştirilmesini, atanmalarını, haklarını, ödev ve sorumluluklarını, … Milli Eğitim Akademisi kurulmasını… düzenlemek olduğu belirtiliyor.

Eğitim kurumlarına yönetici yetiştirmek üzere "Akademi" kurulması konusu, 1947’de toplanan 3. Milli Eğitim Şurası’nda gündeme gelmiştir. ANAP, 8-9 Haziran 1989 tarihinde düzenlediği Öğretmen Yetiştirme Danışma Kurulu Toplantısı’nda da akademi kurulması konusunu gündeme getirmiştir. MEB’in "1991 yılı bütçe raporu"nda da, “… eğitim sistemimizin ihtiyaç duyduğu her alan ve kademede görev yapacak yönetici, müfettiş ve eğitim uzmanlarının yetiştirilmelerini sağlamak” amacıyla MEB’e bağlı olarak çalışacak bir Milli Eğitim Akademisi’nin kurulacağı belirtilmiştir. 1992’de çıkarılan 3797 sayılı yasanın 55. maddesinde, bağlı kuruluş olarak Milli Eğitim Akademisi’ne yer verilmiştir. Bu kurumla ilgili yasa taslağında kurumun öğretmen yetiştirmeye de el atacağı belirtilmişse de, sonradan bu konu gündemden düşmüştür. AKP ise, 2011’de 3797 sayılı yasa yerine 652 sayılı KHK’yi çıkardığında, akademi konusuna yer vermemiştir.

“Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?” demeyin. AKP bu konuyu birkaç nedenle gündeme getiriyor:

  • Müfredat değişikliklerine, 4+4+4 yasasına, sayıları bilmem kaça çıkan din derslerine ve gerici kuruluşlarla yapılan protokollere karşın, öğrenciler ve toplum AKP’nin istediği düzeyde gericileşmemiştir.
  • Eğitim fakültelerinden mezun olanların, bir bölümü laik ve bilimsel eğitim karşıtı sendikalara üye olsa da, çoğu laik ve bilimsel eğitim anlayışına sahiptir.
  • Laik ve bilimsel eğitim anlayış sahibi öğretmenler oldukça, müfredat ne olursa olsun sistemin gericileşmesi mümkün olmayacaktır.

Dolayısıyla AKP, akademiyi kurup kendi anlayışında öğretmen yetiştirmeye soyunuyor.

Taslağın 3.k maddesinde, bu yasanın ilişkili olduğu yasalara değinilirken, bu konuda en önemli yasa olan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’na değinilmiyor.

Atama süreçlerinde yıllardır liyakat ve kariyere hiç önem vermeyen iktidar, taslağın temel ilkelerle ilgili 4.1.b maddesinde, "öğretmen ve yöneticilerin atama, görevlendirme ve meslek içinde ilerlemelerinde liyakat ve kariyer esaslarına uyulması" ilkesine yer veriyor!

Yıllardır Anayasa’nın ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun laiklik ve bilimsellikle ilgili maddelerine aldırmayan iktidar, taslağın 5. maddesinde, “öğretmenlerin öğrencileri Anayasada ifadesini bulan temel ilkeler ile 1739 sayılı yasanın genel amaçları ile temel ilkeleri çerçevesinde yetiştirmesinden” söz ediyor! Bu maddede öğretmenlerin görevleri sıralanırken, ‘hak’ olarak yalnız, “öğretmenlerin özel durumlar dışında, meslekleriyle ilgili olmayan iş ve faaliyetlerde rızaları olmadan görevlendirilemeyecekleri” ifade ediliyor. Ancak "Yöneticilerin görev ve sorumlulukları" ile ilgili 6. maddede yöneticilerle ilgili olarak "hak" ifadesi bulunmuyor!

Öğretmenlerin nitelikleri ve seçimleriyle ilişkili 7. 2 maddesinde, öğretmen olarak istihdam edilecekler, “öğretmenlik mesleğine kaynaklık eden en az lisans düzeyinde yükseköğretim programlarından ya da denkliği kabul edilen yurtdışı programlardan mezun olan ve hazırlık eğitiminde başarılı olanlar arasından seçilir” deniyor. 3. bendinde de “öğretmenliğe kaynaklık edecek yükseköğretim programları Bakanlıkça belirlenir” deniyor. Bu madde ile eğitim fakülteleri ve eğitim yüksekokulları yok hükmünde sayılıyor. Bu kurumlarda çalışan öğretim elemanlarından, 1-2 bini akademide geçici olarak istihdam edilecek olsa bile, 10 bin küsur elemanın da tasfiye edileceği belli oluyor.

8. maddeye göre, 3-4 dönem sürecek hazırlık eğitimi Milli Eğitim Akademisi tarafından ve bakanlığın belirlediği program ve süreçler çerçevesinde verilecektir. Günümüzün TRT’sine, rektörlerine ve diğer devlet kurumlarının durumuna bakınca bu Akademinin AKP’lilerden oluşacağı belli oluyor.

Hazırlık eğitimine alınacak kişiler, yasal engeli olmayanlar arasından ÖSYM’nin yapacağı sınavda alınan puanla belirleniyor (m. 9).

Taslağın 10. maddesine göre, başarılı olunamayan kuramsal derslerde adaya bir ek sınav hakkı veriliyor. Ek sınavda başarısız olanın akademiyle ilişkisi kesiliyor. İktidar, birkaç kez Fetöcülere kapı açması gibi yaptığı yanlışlar için özür dileyip iktidarına devam ediyor; ancak aday bir kez tökezlerse hemen atılıyor; taslağın ilahi adaleti böyle oluyor. Bu maddeye göre uygulamalı dersleri (AKP’lilerden oluşacak) üç heyet değerlendiriyor. Bu değerlendirmelerden geçerli not alamayan aday akademiden atılıyor. Bu heyetlerin nasıl not verecekleri, yıllardır yapılan mülakatlardan biliniyor. 11. maddede ise akademiden atmak için en kolay yola başvuruluyor: Demoklesin kılıcı gibi "disiplin cezası" yetiyor. 12. maddede de hangi suçlara ne cezası verileceği belirtiliyor: Özetle “AKP’ye yan bakana, acımayız deniyor.”

14. maddeye göre, herhalde taslağı sempatik göstermek için, öğretmen adaylarına maaş bağlanacağı belirtiliyor. 15. maddeye göre hazırlık eğitimini başarıyla bitiren aday, üç yıl için sözleşmeli olarak istihdam ediliyor. Bu sözleşme durumu ise bir başka "Demoklesin kılıcı" oluyor.

İktidarın ‘Kös dinlediği’ ve “Nuh deyip peygamber demediği” belli oluyor. Geçmişte Anayasa Mahkemesi iptal etmiş olsa da, öğretmen örgütleri ve eğitimciler karşı çıksa da, bu taslağın 20. maddesi ile öğretmenlik mesleği, öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olmak üzere üç basamağa ayırılıyor. Öğretmenler arasına bir bakıma nifak sokulmaya çalışılıyor.

Taslağın 26. maddesine göre bakanlığa bağlı olarak "Milli Eğitim Akademisi" kuruluyor. 27. maddede bu akademinin görevleri sıralanıyor. Akademi için belirtilen sonuncu görev "Bakan tarafından verilecek diğer görevleri yapmak" oluyor! Bu madde akademinin bakanlıkta bir ‘akademik’ birim değil de bir şube müdürlüğü niteliğinde işlev göreceğini gösteriyor. Ayrıca bu madde ile YÖK ve de özellikle Anayasa’nın 131. maddesi bypass ediliyor.

Taslağın 28. maddesi ile "Akademi İzleme ve Yönlendirme Kurulu" oluşturuluyor! Bakanın ya da bakan yardımcısının başkanlığındaki bu kurulda, Akademi Başkanı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı, Personel Genel Müdürü, bir YÖK üyesi, Bakan tarafından üniversiteler ile farklı kuruluşlardan belirlenecek üç temsilci bulunuyor. Bu kurulun birebir yandaşlardan oluşturulmasıyla, Akademide yetişecek öğretmenin ‘ya AKP’li ya da AKP’li’ olması güvence altına alınıyor.

Taslağın 29.4 maddesi "Akademik Kurula Akademi Başkanı başkanlık eder. Akademik Kurul bir başkan ve on kurul üyesinden oluşur" dese de, 10 kurul üyesinin nasıl belirleneceği açıklanmıyor!

"Akademide görevlendirme" ile ilgili 31.1 maddesinde, "Akademide, yükseköğretim kurumlarıyla iş birliği yapılarak 2547 sayılı Kanunun 38 inci maddesi hükümlerine göre geçici olarak öğretim elemanı görevlendirilebilir" deniyor. Taslakta akademide görevlendirme konusunda başka bir bilgi olmadığına göre, akademinin geçici görevlendirmelerle yürütüleceği anlaşılıyor! Bu durum da iktidarın akademide istediği gibi at koşturacak olmasını kolaylaştırıyor.

Taslakta yer alan bu tür belirsizlikler ile iktidarın 22 yıldır uymadığı liyakat ve kariyer ile Anayasa’da yer alan temel ilkelere yer verilmesi, 1) toplumun ciddiye alınmadığını, 2) taslağın aceleye getirildiğini ve 3) zaten, maarif modelinde görüldüğü gibi, "imamın bildiğini okuyacağını" gösteriyor. AKP’lilerin yöneteceği bu akademi, öğretmen/eğitimci yetiştirmek değil, çocukların AKP’lileşmesini sağlayacak kişileri yetiştirmek için kuruluyor. İmam bildiğini okuyacak olsa da, "maarif modeli" gibi bu taslağa da tüm yasal ve demokratik yollarla karşı çıkılması gerekiyor.

(soL)