21 Haziran 2024 Cuma

Birgün KÖŞEBAŞI - 21 Haziran 2024 -

 

KKTC’deki üniversitelere insan ticareti suçlaması -Gözde Bedeloğlu-

MHP Mersin milletvekili Levent Uysal’ın eşi Ece Uysal’ın kurduğu Kıbrıs Sağlık ve Toplum Bilimleri Üniversitesi’nde (KSTÜ) şubat ayında başlayan ‘sahte diploma ve yolsuzluk’ soruşturması devam ediyor. Tutuklu yargılanan KSTÜ genel sekteri ve hissedarlarından Serdal Gündüz’ün ifadesine göre sahte notlarla 600’den fazla kişiye lisans, yüksek lisans ve doktora diploması dağıtıldı. Soruşturma kapsamında tutuklanan ve KKTC yasalarına göre teminatla serbest bırakılan son isim, iki ayda doktorasını tamamlayıp mezun olduğu iddia edilen TRT Kıbrıs temsilcisi Sefa Karahasan’dı.

Birgün muhabiri İsmail Arı’ya açıklamalarda bulunan Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Milletvekili Ongun Talat, Kuzey Kıbrıs’taki iktidar çevresine yakınlığıyla bilinen Karahasan’ın, kendisine göre Türkiye iktidarının çeşitli konularda bağlantı olarak kullandığı bir isim olduğunu söyledi. Karahasan, 2017 yılında sosyal medya paylaşımı gerekçe gösterilerek yaşadığı Kuzey Kıbrıs’tan sınır dışı edilen modacı Barbaros Şansal’ın Atatürk Havalimanı apronunda lince uğramasıyla sonuçlanan provokatif süreçte adı geçenlerden biriydi. Karahasan, konuyla ilgili yaptığı bir sosyal medya paylaşımında Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye küfreden ‘vatan hainlerinin’ sığınağı olamayacağını yazmıştı. Diploma satışının KSTÜ ile sınırlı olmadığı ve soruşturmanın başka üniversiteleri kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiği savunulurken KKTC’deki üniversitelerle ilgili krizi derinleştiren ve uluslararası alana taşıyan önemli bir gelişme yaşandı.

ÖĞRENCİ VİZESİYLE KUZEYE, SIĞINMA TALEBİYLE GÜNEYE

Kıbrıs Cumhuriyeti kuzeydeki üniversiteleri, insan ticaretiyle ilişkili olup olmadıkları konusunda incelemeye alınması talebiyle, Avrupa Yüksek Öğrenimde Kalite Güvencesi Birliği’ne (ENQA) şikayet etti. Güney Kıbrıs basınında yer alan haberde, Kıbrıs Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı’nın, Kıbrıs’ın kuzeyindeki üniversitelere öğrenci vizesi alarak gelen 188 üçüncü ülke vatandaşlarının hemen akabinde Kıbrıs’ın güneyine geçerek siyasi sığınma talebinde bulunduklarını delilleriyle ortaya koyduğu ve ENQA’nın şikayet üzerine, söz konusu üniversitelerin insan ticaretiyle ilişkili olup olmadıklarıyla ilgili inceleme başlattığı iddia edildi. Konuya ilişkin KKTC yönetiminden henüz bir açıklama gelmedi. Bu noktada, KSTÜ soruşturması kapsamında tutuklanan bir isim oldukça dikkat çekici.

7 Şubat’ta Ercan Havalimanı’ndan çıkış yapmaya çalışırken yakalanan İnternational Ofis Daire Başkanı Amir Shakerifard, komisyon karşılığı üniversitelere yabancı öğrenci bulan bir şirket adına sahte fatura düzenlemekle suçlanıyor. Polisin elde ettiği bilgilere göre Shakerifard, 2022-2023 yılları arasında yabancı uyruklu kişileri KSTÜ’ye kayıt ettirip öğrenci statüsünde Kıbrıs’ın kuzeyine gelmesini sağladı ve daha sonra okul kayıtlarını sildi. Söz konusu 456 öğrencinin kimlik bilgilerine ulaşan polis, öğrencilerden sadece birinin okulu bitirip mezun olduğunu açıkladı. KKTC’de, sayıları hızla artan üniversitelere kayıt parasını yatırıp öğrenci vizesiyle ülkeye giriş yaptıktan sonra eğitimine devam etmeyen ve kaçak konumda olan on binlerce öğrenci bulunduğu ve bunların ucuz işçi olarak hemen hemen her sektörde çalıştırıldığı çeşitli raporlara yansıdı. 

KAYITLI BİNLERCE ÖĞRENCİ OKULA GİTMİYOR

Kıbrıs’ın kuzeyinde faaliyet gösteren İnsan Hakları Platformu (İHP) 2022 yılında yayınladığı raporda, 17 Nijeryalı, 1 Kamerunlu, 2 İranlı, 2 Kazak ve 1 Rus olmak üzere toplam 23 insan ticareti mağduruna ulaştıklarını, bunların 18’inin adaya öğrenci vizesiyle getirildiğini ve hepsinin seks ticaretine zorlandığını tespit ettiklerini açıkladı. Birçok uluslararası ve yerel raporun Kıbrıs’ın kuzeyinde yapılan insan ticaretini uzun zamandır önemli bir endişe konusu olarak değerlendirdiğini aktaran platform, KKTC hükümetinin insan tacirlerini cezalandırma konusundaki eksikliği sebebiyle, Kıbrıs’ın kuzeyinin ADB İnsan Ticareti Raporu’nda ‘cezasızlık bölgesi’ olarak tanımlandığını belirtti.

2022 yılı boyunca yerel makamların üniversite sayısının kontrolsüz şekilde artışı, öğrencileri sahte vaatlerle kandıran acenteler ve öğrenci vizesi düzenlemelerinin kötüye kullanılması konularında bilgilendirildiğini söyleyen İHP, öğrencilerin KKTC’ye geldiğinde üniversitelerine devam edip etmediklerini veya insan kaçakçılığı gibi diğer tehlikeli veya yasadışı durumlarla karşılaşıp karşılaşmadıklarını takip edecek bir izleme mekanizmasının olmadığını raporladı. KKTC İçişleri Bakanlığı 2022 verilerine göre üniversitelerdeki kayıtlı öğrenci sayısı 107 bin ancak sadece 83 bini aktif. 20 bin öğrenci derslere devam etmiyor. Kayıt yenilemeyip adada kaçak durumunda olanların sayısı ise belirsiz.

ADADAKİ EN BÜYÜK SUÇ PAZARI İNSAN TİCARETİ

Birleşmiş Milletler üyesi 193 ülke içinde gelişen organize suç faaliyetlerini karşılaştıran Uluslararası Organize Suç İnisiyatifi’nin Küresel Organize Suç Endeksi 2023 raporunda da Kıbrıs ile ilgili çarpıcı bilgiler var. Ada, Avrupa genelindeki organize suç endeksinde 29’uncu sırada yer alıyor. Afrika, Asya ve Avrupa arasındaki konumu nedeniyle Kıbrıs’ın düzensiz göç için popüler bir destinasyon olduğu vurgulanırken, insan ticaretinin adadaki en büyük suç pazarı olduğu ve bunu uyuşturucu kaçakçılığının takip ettiği belirtiliyor. Öğrenci vizesiyle KKTC’ye gelen Afrika vatandaşlarının tampon bölgeyi geçerek Kıbrıs Cumhuriyeti’nden sığınma talep etmeleri için yönlendirildikleri iddia ediliyor. Ayrıca bazı kişilerin kaçakçıların yardımıyla sahte evlilik yoluyla siyasi sığınma başvurusunda bulunmaya çalıştığı aktarılıyor.

KKTC’DEKİ ORGANİZE SUÇ ÖRGÜTLERİ

Küresel Organize Suç Endeksi raporuna göre, KKTC’de Interpol tarafından aranan çok sayıda kişi var. Kafkasyalı, Doğu Avrupalı ve Asyalı organize suç gruplarının kara para aklama ve uyuşturucu kaçakçılığı pazarına hakim, yanı sıra yasa dışı kumar, kadın ve insan ticareti ile ilgili işlenen suçlarda da önemli pay sahibi oldukları söyleniyor. Yine rapora göre Lefkoşa, Gazimağusa, Baf ve Limasol, ada çapında faaliyet gösterdiği söylenen bir düzineden fazla organize suç örgütüne ev sahipliği yapıyor. Bu grupların gelirlerini genellikle emlak gibi yasal ekonomik alanlara yatırdıkları biliniyor. Kıbrıs Cumhuriyeti, organize suçlarla ilgili mücadelede birçok ülkeyle uluslararası anlaşma imzalamış ve Avrupa Birliği düzenlemeleri doğrultusunda bir dizi yasal iyileştirme gerçekleştirmiş olsa da, adanın kuzeyinin dünyada tanınmayan bir devlet olarak uluslararası anlaşmaların dışında kaldığını hatırlatmak gerekir. Son zamanlarda dikkat çekici bir artış gösteren yabancılara emlak ve arazi satışının KKTC’de bir kara para aklama yöntemi olarak kullanıldığına dair tartışmalar sürüyor. 

İNSAN TİCARETİ MAĞDURLARI FUHUŞA ZORLANIYOR

Nijerya merkezli Ulusal İnsan Ticaretini Yasaklama Ajansı (NAPTIP) yaklaşık iki yıl önce üniversite eğitimi ve beraberinde çalışmak için Kuzey Kıbrıs’a gidecek Nijeryalıları (özellikle genç kadınları) son derece dikkatli olmaları konusunda uyarmıştı çünkü ajansın elde ettiği bilgilere göre öğrenci vizesiyle KKTC’ye gelen mağdurlar, tacirlerin kalkan olarak kullandıkları acenteler tarafından eğitim ve iş vaadiyle kandırılıyordu. Ülkedeki ekonomik krizin öğrencilere yönelik iş fırsatlarını azalttığı, bu yüzden öğrencilerin üniversite ve yaşam masraflarını karşılayacak mali imkanlara sahip olduklarından emin olmaları gerektiği vurgulanmıştı. Mağdurlara KKTC’de hukuki destek sağlayan İnsan Hakları Platformu’nun kurduğu yardım hattı verilerine göre ise öğrenciler ülkeye geldiğinde tacirler tarafından özel dairelerde kilitli tutulmuş, pasaportları ellerinden alınmış ve fuhuşa zorlanmıştı.

ACENTE VE ÜNİVERSİTELER ARASINDAKİ ŞAİBELİ İLİŞKİ İDDİASI

KKTC yasalarına göre insan ticareti suç. Ancak sorunun gittikçe büyüyüp derinleşmesinden anlaşıldığı üzere engellenmesi ve mağdurların korunması konusunda kayda değer bir başarı elde edilebilmiş değil. Ülkenin egemen bir devlet olarak dünyada tanınmıyor oluşu, uluslararası hukuk ve toplumla temassızlığı, kaynak yetersizliği, ekonomik bağımlılığı gibi etkenler suç örgütlerinin kolaylıkla kendine yer bulmasına sebep oluyor. Nüfusuna oranla hayli yüksek sayıda üniversitenin faaliyet gösterdiği Kuzey Kıbrıs’ta, ki bunların içinde tabela üniversiteleri de var, okullar sağlıklı bir şekilde denetlenemiyor. Öğrencilerin üniversiteleri, Kıbrıs Cumhuriyeti ya da onun üzerinden diğer Avrupa ülkelerine geçiş için paravan olarak kullandığı ve dahası acentelerin aracılık yaptığı söylenen bu insan ticaretinden üniversite sahiplerinin de kazanç sağladığı, dolayısıyla sistemin işlemesinden memnuniyet duyulduğuna dair iddialar KKTC kamuoyunda yaygın şekilde kabul görüyor. İnsan ticareti yapan örgütler, özgürlüklerin ve yaşam standartlarının düşük olduğu her yerde kendilerine yeni mağdurlar bulup güçlenmeye devam edecek. İnsan ticaretiyle mücadele, insan haklarına saygılı her ülkenin birincil görev ve sorumluluğudur.

Kaynak raporlar:

https://ocindex.net/country/cyprus 

https://insanhaklariplatformu.eu/kaynak

                                                                              /././

Eski düzen çözülürken, yerini ne alacak: Rekabet kızışıyor -İbrahim Varlı-

"Kurallara dayalı eski uluslararası düzen artık gerçekte mevcut değil. Elbette yasalar, yapılar ve zirveler yerinde duruyor. Ancak BM Güvenlik Konseyi ve Dünya Ticaret Örgütü gibi temel kurumlar, üyeleri arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle düğümlenmiş durumda. Rusya, ABD tarafından güçlendirilmiş normları bozmaya, Çin ise kendi alternatif düzenini inşa etmeye kararlı. Washington bile Soğuk Savaş sonrası küreselleşmenin temel ilkelerinden uzaklaşıyor. Brezilya, Hindistan, Türkiye ve Körfez ülkeleri gibi bölgesel güçler, soruna göre hangi ortakla bağlantı kuracaklarını seçiyor. Biden döneminde çok taraflı eylem için en üst noktası olan Rusya'ya karşı mücadelesinde Ukrayna'ya verilen destek bile büyük ölçüde Batı'nın girişimi olmaya devam ediyor. Eski düzen çözülürken, birbirleriyle örtüşen bu bloklar onun yerini neyin alacağı konusunda yarışıyor, rekabet ediyor."

Amerikan müesses nizamının fikir üreticilerinden Foreign Affairs’teki Ben Rhodes imzalı yukarıdaki geniş alıntı küresel siyasetteki ve emperyalist kamplar arasındaki rekabete dair “somut şartların somut tahlili”ni yapıyor.

Amerikan hegemonyasının gerilediğini, bu gerilemeyle birlikte yeni aktörlerin ortaya çıktığını emperyalist sözcüler de kabul etmeye, itiraf etmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında “muzaffer” ABD öncülüğünde tesis edilen uluslararası düzen çatırdıyor. “Kurallara dayalı” dedikleri eski uluslararası düzen Amerikan emperyalizminin ve ona bağımlı/sadık aktörlerin diledikleri zorbalığa imza attıkları “egemenlerin düzeni”ydi. Öyle ki işgaller, saldırılar, savaşlar, toprak gaspları hepsi bu düzenin yansımalarıydı. İsrail “bu düzen” sayesinde Golan Tepeleri’ni ilhak edebildi, Amerikan emperyalizmi–Irak, Afganistan- işgal edebildi, Fransa Libya’yı bombaladı, Suriye, Yemen iç savaşa sürüklendi. Rusya da bu kuralsızlığa dayalı “kurallar” sisteminden yararlanarak Ukrayna’ya savaş açabildi.

Şimdi bu düzen sarsılırken, küresek aktörler, hegemon güçler “yeni”nin kendi perspektifleri doğrultusunda inşası için büyük bir rekabet içerisinde. 

Tam da Gramsci’nin dediği gibi “şimdi canavarlar zamanı.” Eski ölüyor, ama yeni doğamıyor…

∗∗∗

Sorun da burada ortaya çıkıyor. Eski düzenin bekçisi olan “kolektif emperyalizm” yeni oyunculara karşı –Rusya, Çin- safları sıklaştırmaya çalışırken cephe hattında gedikler veriyor. Çünkü artık “rıza üretemiyorlar” ve küresel Güney’i de karşılarına almış durumdalar. Foreign Affairs’teki yazıda da belirtildiği üzere Ukrayna meselesinin Batı’nın üstüne kalması bu durumun en çarpıcı itirafı.

İsviçre Burgenstock’taki Ukrayna Barış Konferansı’nda yaşanan çatlaklar ve sonuç bildirgesine Brezilya, Suudi Arabistan, Hindistan, Güney Afrika, Tayland, Endonezya, Meksika ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)  gibi “küresel güney” ülkelerinin Amerika’nın öfkesini çekme pahasına imza atmaması bir diğer dikkat çekici örnek.

Kapitalist-emperyalist sistemin krizleri artık sistemin ana merkezlerini de vuruyor. Ancak kapitalist-emperyalist çelişkilerin şiddetlenmesi her emperyal merkezi aynı oranda vurmuyor. Emperyalist hiyerarşi içinde farklı güç odakları var. Hegemonik gücünde bir düşüş yaşansa da bir numaralı emperyalist güç olan ABD, tüm olanaklarıyla yeni aktörlerin önünü kesmek, oyun kurmalarını engellemek için seferber olmuş halde.

Önlenebilir Ukrayna savaşı tam da bu nedenle çıkarıldı. Emperyalist cephenin tahkimatı, yeni aktörün çaptan düşürülmesi, yeni kaynakların oluşturulması için Ukrayna savaşının kibriti çakıldı.

∗∗∗

Emperyalist-kapitalist sistemdeki yapısal kriz için savaşın uzun yıllara yayılması gerek. Bu niyet geçen hafta yapılan iki büyük zirvede de ortaya kondu. Gerek İtalya’daki G7 Zirvesi gerekse de İsviçre’de 100’e yakın ülkeden temsilcinin katıldığı Ukrayna Barış Konferansı’nda savaşın daha da genişletilmesi yönünde kararlar alındı.

Batı emperyalizmi safları sıklaştırıp yeni cepheler, ittifaklar kurarken karşı taraftan da hamleler geliyor. ABD/NATO’nun yalnızlaştırmaya çalıştığı Rusya lideri Putin’in Kuzey Kore ve Vietnam turu, Çin ile Rusya arasındaki ittifakın BRICS+ ve ŞİÖ üzerinden yeni aktörlerle genişletilmesi hepsi birer etken. Rusya ile Kuzey Kore arasında imzalanan “Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması” doğrudan Washington’a bir mesaj. ABD’nin Rusya’nın etki alanındaki ülkeleri ayartma girişimine karşı Rusya’da kendi oyununu kurmaya çalışıyor. Washington’ın Putin’in ziyaretlerinden rahatsızlığının arka planında da bu hamleler yatıyor.

∗∗∗

ABD’nin başını çektiği Batı ittifakının Rusya’ya diz çöktürme, Çin’i kuşatma hamlesi yeni gerilimlere gebe. Sorp lider Aleksandar Vucic’in önümüzdeki 3 veya 4 ay içinde dünyayı ciddi bir çatışmanın beklediği yönündeki açıklamasının arka planında da bu kışkırtılan emperyalist rekabet var. Savaşlardan beslenmen emperyalist sistemin doğası bu; Çatışma ve gerilimler kaçınılmaz.

Tüm bunlar olurken emperyalist tekeller karına kar katıyor. Küresel savunma şirketleri, Soğuk Savaş'tan bu yana en “parlak” günlerini yaşıyor. Silah fabrikaları habire silah ve mühimmat üretiyor. Lockheed Martin, Northrop Grumman ve General Dynamics gibi Amerikan silah tekelleri üretim kapasitesini tarihi bir seviyeye çıkarmış durumda.

Nükleer silahlanma yarışı da hızlandı, savaşa hazır durumdaki nükleer bomba sayısı artıyor. Nükleer Silahların Tamamen Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Kampanya'ya (ICAN) göre, nükleer başlık sahibi 9 ülke geçen yıl bu silahlara 91,4 milyar dolar harcadı. Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) raporu da ICAN bulgularına paralel olarak giderek daha fazla nükleer silahın savaşa hazır hale getirildiğini ortaya koydu.

Başa dönecek olursak; Eski düzen çözülürken, birbirleriyle örtüşen bloklar onun yerini neyin alacağı konusunda kıyasıya bir rekabet içerisinde. Sözde “kurallara dayalı” dünya düzeni dağılmaya yüz tutan Amerikan emperyalizminin bu durumu sükunetle karşılaması, kendi doğasına aykırı. Emperyalist rekabet yeni vekâlet savaşları yaratacaktır. Sırp lider Vucic’in işaret ettiği tehlike de buydu!

                                                               /././

Gene TCK 216 -İlhan Cihaner-

Sosyal medyada “ünlü” olan iki kişinin “şeriat savunusu/şeriat eleştirisi” üzerine yaptıkları münazara gündemi belirlemiş görünüyor. Sadece bu tartışma çerçevesinde kalsa idi, iki kişinin arasındaki bilgi ve argümantasyon becerisi çerçevesinde değerlendirilecek ve sınırlı sayıda insanın radarına takılıp YouTube okyanusunda bir zerre olarak kaybolup gidecekti. Ancak ne zaman ki “şeriat savunusu” yapan profilin münazaradaki “yetersizliği/yenilgisi” görülüp imdadına şıhlar, şeyhler, siyaset ve yargı yetişti tartışma Adalet Bakanı’ndan İlahiyat profesörlerine kadar birçok insanın gündemine girdi.

Tartışmayı izleyen ya da metin olarak okuyan “ortalama” bir hukukçu Anayasasında Devletini “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlayan, düşünce ve ifade özgürlüğünü “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir… Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir… Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet Resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar…” şeklinde güvence altına alan bir ülkede taraflardan birisinin soruşturulacağını hele hele hakkında yakalama kararı verileceğini düşünemez. Hatta ortalama bir hukukçu Anayasadaki “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” ilkesi ve “Türkiye pratiği” nedeniyle, “şeriatı savunanın” soruşturulacağı ya da eleştirileceğini öngörürdü.

Ama öyle olmadı bir lise münazarasından hallice bir tartışmada “galip” çıkan Diamond Tema’nın karşısına cevval yargımız -tabii ki Adalet Bakanının komutanlığında- TCK 216 ile çıktı. Hadis ve İlahiyat tartışmaları açısından da ilginç bir durum doğrusu: TCK sopası ile dini bir tartışma yürütülüyor!

“Türkiye pratiğinden” kastım şu: bu maddenin unsuru olan “açık ve yakın tehlike” ülkemizde genellikle yapılan soruşturmalara göre “tersinden” işler. Kubilay vakasından Maraş Katliamına, Madımak Katliamından Çorum Katliamına kadar birçok “açık ve yakın tehlike” şeriat çağrısı ya da laiklik karşıtı motifler kullanılarak gerçekleştirilmiştir. En azından kitleler böyle mobilize edilmiştir. Oysa yargımız AKP iktidarı ile birlikte bu maddeyi Laikliğe/savunusuna karşı sopa, şeriat savunusunun kalkanı olarak kullanmaya başladı. Nitekim bu vakada da açık şiddet çağrısı yapan ve suç tanımına uyan birçok eylem takipsiz bırakılıyor.

∗∗∗

TCK 216. Madde AKP’nin en çok övündüğü “özgürlükçülüğünün(!)” zirvesi olan bir düzenleme. AİHM’den gelen ihlal kararları ve AB Uyum sürecinde çok eleştirilen Eski 312. Madde yerine getirildi. Asıl belirleyen de Erdoğan’ın aldığı mahkumiyet olmuştu. Dönemin AKP’li Adalet Bakanı Cemil Çiçek şöyle anlatmıştı bu maddeyi: “Geçmişte demokrasi açısından sıkıntı çıkaran bu maddeye bunun eklenmesi ile geçmişe ilişkin tüm hesabı kapattık. Demokratikleşme sürecinde aslında 312 ile ilgili çok önemli adımlar atıldı. Eskiden olduğu gibi mahkumiyet kararları verilmiyor, davalar gelmiyor. Ama biz bütün bunların ortadan kalkmasını, fikir ve ifade özgürlüğünün olabildiğince serbest olmasını istiyoruz. Uluslararası kriter olan, içtihat haline gelen, sana göresi, bana göresi olmayan bir kriteri buraya getirmiş olduk. Bunun daha ilerisi olabilirdi şüphesiz... Açık ve yakın tehlikenin neyi ifade ettiği açık. Türkiye, AİHM’in yargı yetkisini kabul etmeseydi belki başka türlü düşünülebilirdi. Türkiye’de insanlar biliyor ki özgürlüklerle ilgili kararlar bu mahkemeden dönüyor. Yanlış kararlar Strasbourg’dan dönüyor. Açık ve yakın tehlike bunu uygulayacak olanları tereddütten kurtaracak. Fikir ve ifade özgürlüğü önündeki bir ihtimali daha ortadan kaldırıyoruz. İnşallah Türkiye daha özgür olacak. İnsanlar fikirlerini mevcut hukuk içinde rahatça söyleyebilecekler.’’ Evet doğrusu pek bir özgürleştik! (Tam burada sorayım: Acep Sayın Çiçek Diamond Tema hakkındaki yakalama kararına ne der acaba?)

∗∗∗

Maddenin gerekçesi ise: “…Suçu oluşturan “tahrik”, soyut saygısızlık ve reddin ötesinde, bir halk kesimine karşı düşmanca tavırlar gösterilmesini sağlamaya veya bu tür tavırları pekiştirmeye objektif olarak elverişli olmalıdır. Fail sübjektif olarak da bu amacı gütmeli, halk kesimini kin ve nefrete tahrik etmelidir. Bu kapsamda salt yüz çevirme, soyut bir red veya saygısızlık ifade eden bir davranışta bulunma veya bu yönde sözler sarfetme, suçun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir. Fiilin suç teşkil etmesi için bunların ötesinde, ağır ve yoğun bir tarzda kin ve düşmanlığa tahrikin var olması gerekir… Şu hâlde kin ve düşmanlık; “husumet beslenen konuya karşı tasarlayarak zarar vermeye, öç almayı gerektirecek şiddette nefret duymaya yönelik hareketlerin zemini oluşturan psikolojik bir hâl” olarak açıklanabilir. Fıkra metninde; fiilin kamu güvenliğini tehlikeye düşürecek biçimde yapılması arandığı için, suç; soyut tehlike suçu olmaktan çıkarılmış, somut tehlike suçu hâline getirilmiştir. Bu suretle, çağdaş hukuktaki soyut tehlike suçlarını azaltma yönündeki eğilim dikkate alınmış, temel hak ve hürriyetlerin kullanım alanı genişletilmiştir. Bu düzenleme sayesinde “kin ve düşmanlık” ibaresinin anlamı da dikkate alındığında sadece “şiddet içeren ya da şiddeti tavsiye eden tahrikler” madde kapsamında değerlendirilebilecektir. Söz konusu suçun oluşması için, kamu güvenliğinin bozulması tehlikesinin somut olgulara dayalı olarak varlığı gereklidir. Bu tehlike, somut bir tehlikedir. Bu somut tehlikenin gerçekleşip gerçekleşmediği belirlerken failin söz ve davranışlarının neden olduğu tehlike neticesinin gerçekleşmesi gerekir” demektedir.

Şimdi Adalet Bakanı Sayın Yılmaz Tunç’un bu gerekçeyi, AYM ve AİHM kararlarını okuyarak “ağır ve yoğun bir tarzda kin ve düşmanlığa tahrikin, şiddet içeren ya da şiddeti tavsiye eden tahrikin, kamu güvenliğinin bozulması tehlikesinin somut olgularının” nerede olduğunu da belirtmesi gerekir. Gerekir çünkü bu topa kendisi girdi. Arka arkaya attığı tweetler HSK başkanı sıfatı da gözetildiğinde açıkça talimat niteliğinde olup, giderek suç nitelendirmesi yaparak “savcılık cübbesini” de giydiğini gösteriyor.

∗∗∗

Tüm bunlar yaşanırken tartışma yargı bağımsızlığı, anayasal özgürlükler, laik devlet/şeriat devleti zeminine oturmuşken muhalefetin ilgisizliği umarım “İki internet fenomeninin ergen tartışmasına mı girelim?” gibi bir gerekçeyledir. Eğer yine “Aman ha laiklik topuna girmeyelim, muhafazakarları incitiriz” kaygısı varsa, tekrar uyarayım: kaybedilen özgürlüklerin geri kazanılmasının siyasi, hukuki ve fiili maliyeti çok fazla olur.

                                                         /././

Muktedir terörü -Zafer Arapkirli-

Dünyanın pek çok ülkesinde sağcı siyaset erbabının, dillerine en çok sakız ettikleri birşeydir “terör” ve “terörist” sözcükleri. Daha doğrusu, bu iki sözcüğün ve kavramın arkasına sığınarak siyaset yapmayı çok “kullanışlı” bulurlar.

ABD yönetimi, 11 Eylül 2001’de toprakları modern siyasi tarihin en büyük terör eylemine sahne olduğundan bu yana, bu söyleme en çok angaje olan bir yönetimdir mesela. Dünyanın neresinde, emperyalizme ve kapitalizme karşı bir ses yükselse, ağız dolusu “Terööööör!” diye bağırmak, hoşuna gitmeyen siyasi akım ve kuruluşlara da “Teröriiiiiist!” diye küfretmek, sıradan bir uygulama haline gelmiştir.

Türkiye de, bu iki sözcüğün sıkça ve son derece cömertçe kullanıldığı bir ülkedir. 1970’lerde, bugünkü sağcıların “ağababaları” konumundaki siyasetçiler henüz “terör ve terörist” sözcüklerini keşfetmemişlerdi. Onun yerine, zamanın jargonunu kullanarak “tedhiş” derlerdi. Ama en çok da “anarşist” sıfatına başvururlardı.

1971-72 dönemindeki “Solcu Cadı Avları” sırasında faşist yönetimlerin bayıldığı bir söylemdi bu “Anarşistleeeeer!” suçlaması. Dönemin sıkıyönetim bildirilerinde “Marksist, Leninist ve hatta Maoist” gibi komik (sözüm ona) karalama ifadeleri çok popülerdi. “Ve hatta” ne demekse?

10 yıl sonra 12 eylül faşist yönetimi “terörist” kelimesine döndü.

Özetle, “Katli vacip, ortadan kaldırılması gerekli, yaşama hakkı olmayan” ve adeta “haşerat” anlamında kullanılırdı, “terörist”in o günkü muadili sözcükler.

Son zamanlarda, önüne gelene “terörist” diyerek “ortadan kaldırılması vacip, boyu devrilesi” insan tanımı yapmaya bayılıyorlar kendilerince. Bir caddede bir meydanda, en makul, en meşru ve en masum bir demokratik talep için iki satır basın açıklaması yapmaya çalışan bir avuç insan bile “teröriiiiiiiist!” bunların gözünde.

∗∗∗

Sosyal medyada, 100 – 150 harften oluşan bir cümle bile, faşistlerin “Atın içeri. Asalım! Olmadı, ömür boyu zindana tıkalım” diye yağlı urganlarla ortaya fırlamaları için yeterli oluyor. Hedefleri olan insanlara adeta kağıtla, kalemle, klavyeyle değil de Kalaşnikof, el bombası ya da RPG roketleri ile bir harekete kalkışmış gibi muamele etmek isterler.

Oysa ki şöyle bir durup düşündüğünüzde, fikir ve ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün karşısında aldıkları tavırları değerlendirdiğinizde, tam tersine muktedirlerin yaptığı şeyin “Terörin daniskası” olduğu, gün gibi ortadadır.

Kendi yetiştirildikleri dünya görüşünün, kendi örümcek bağlamış kafalarındaki düşüncelerin, inandıkları değerlerin haricinde her kim iki çift laf etmek isterse, onun tepesine bir “balyoz” gibi inmek, bu muktedirler için farzdır.

Zihinlerindeki dünya, “Benim gibi düşünmeyene bu gezegeni dar ederim. Cehennemin dibine yollarım” şiarını hayata geçirdikleri bir dünyadır. Bir kez iktidarı ele geçirmiş olmaları, ömür boyu bu gücü ellerinde tutabilmek için “terörün her türüne”, fiziki ve zihinsel her anlamda her türlü zorbalığa başvurabilmek için yeterli bir gerekçedir onlar için.

İşledikleri cinayetlere bile ses çıkarılmasına, protesto edilmesine izin vermek istemezler. O “muktedirdir ve isterse cinayet bile işleyebilir” kimse bunu kınayamaz.

Onların inancı, mezhebi, meşrebi hakkında kimse ağzını açamaz. Doğru – yanlış – yamuk – ayıp – günah gibi kavramlara onlar karar verirler. Bu kavramlara oturtulacak eylemler ve yaşam biçimleri, günümüzün çağdaş anlayışına ve hatta mevcut Anayasaya’ya veya yasalara uygunmuş değilmiş, umurlarında bile değildir.

Örneğin onlar 6 yaşındaki kız çocuğu ile cinsi münasebete girebilirler. Ama bunun yasa dışı ve ahlak dışı ve hatta insanlık dışı olması gerçeği onlara hatırlatılamaz. Hatırlatanın “katli vaciptir”

Onlar “öyle istiyorlarsa” öyle olmalıdır. Aksi taktirde, “muktedir terörünün balyozunu” kafanıza indirmekte tereddüt etmezler. Ellerindeki devlet gücünü, askeriyle, polisiyle, jandarmasıyla, savcısıyla, yargısıyla ve hatta “yandaş mahfillerde yasadışı olarak silahlandırdıkları” sivil milisleriyle, üzerinize salarlar.

∗∗∗

Führer tavrı değil midir bu?

Nazi Almanyası’nda görülmüş, SS’ler, Gestapo ve benzeri aygıtlarla halkın (ve giderek daha da geniş bir düzlemde) bütün insanlığın üzerine salınmış azgın bir canavar haline gelmemiş miydi, o dönemin “muktedir terörü”...

“Ben istediğimi yaparım, istediğim gibi davranırım. Herkes bana uyacak. Uymayanı ezerim” mantığı ile yola çıkan muktedir terörü, başkalarının hangi müziği dinleyeceğine, hangi dine ya da mezhebe mensup olacağına, hangi yemeği yiyip, hangi içeceği tüketeceğine, hangi tür kıyafetle dolaşacağına, diploma törenlerine gelirken bile ne giyeceğine, hangi tür dansları yapacağına, çocuğunu nasıl bir okulda okutacağına bile karışma hakkını kendinde görür. 

Eleştirene, homurdanana, elindeki “muktedir sopası” ile anında müdahale eder. Kendi koyduğu yasaları, kendi tasarlayıp halka onaylattığı anayasayı bile ihlal etme pahasına, “azgın bir terör dalgasının üzerinde sörf yapar.

Terörden hepimizin uzak durması, siyasi maksatlı şiddetin hayatımızdan, gezegenin her köşesinde eksik olması, demokratik ve barışcıl mücadele biçimlerinin hakim kılınması, herkesin dileğidir.

Ama “muktedir terörü”, bu dünyanın en zararlı ve en ölümcül “canlı türü”dür.

(BİRGÜN)

10 kişinin öldüğü havai fişek fabrikasında MÜSİAD oyunu: 'Tesadüf değil' + Önce ambulansın mazotu sonra hastanede oksijen tüpü bitti, 3 aylık İkra hayatını kaybetti (duvaR)

10 kişinin öldüğü havai fişek fabrikasında MÜSİAD oyunu: 'Tesadüf değil' -Can Bursalı-

Hendek'teki havai fişek fabrikasının eski MÜSİAD Başkanı'na ait arazisi, yeni MÜSİAD Başkanı'nın kurduğu kooperatife satıldı. Belediye imar değişikliği yaptı, yüz milyonlarca lira rant elde edilecek.

Sakarya'nın Hendek ilçesinde, dönemin Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Sakarya Şube Başkanı Yaşar Coşkun'a ait havai fişek fabrikasında yaşanan patlamada 7 işçi hayatını kaybetti. Fabrikadaki imha çalışmaları sırasında yaşanan ikinci patlamada ise 3 asker yaşamını yitirdi. 15 bin metrekare alana kurulu fabrikanın bulunduğu 225 bin 709 metrekarelik arazide, patlamadan 4 yıl sonra imar değişikliği yapıldı. İmar değişikliği yapılmadan önce satılan araziyle ilgili başrolde yine MÜSİAD var. CHP'li Hendek Belediye Meclisi Üyesi Setenay Halis "Bu arazideki MÜSİAD ayrıntısı asla tesadüf değil" dedi.

KOOPERATİF, SATIŞTAN 12 GÜN ÖNCE KURULMUŞ

3 Temmuz 2020'de yaşanan patlamadan bir gün sonra, henüz kurtarma çalışmaları bile bitmeden 'moral yemeği' veren MÜSİAD'ın o dönemki yönetim kurulu tekrar bir araya geldi. Patlamadan hemen sonra satışa çıkarılan ancak satılamayan fabrika arazisi, 17 Temmuz 2023'te satıldı. Satın alan ise 12 gün önce 5 Temmuz 2023'te kurulan KOBÜDER Karma Sanayi Sitesi Yapı Kooperatifi'ydi.

ESKİ YARDIMCI ŞİMDİ BAŞKAN: KOOPERATİFTE DE MÜSİAD VAR

Yedi kişinin kurucusu olduğu kooperatifin kuruluş sermayesi yalnızca 700 Türk Lirası olarak belirlendi. Kooperatifin kurucusu, fabrikanın sahibi Yaşar Coşkun'un MÜSİAD Şube Başkanı olduğu dönemde yardımcılığını yapan İsmail Filizfidanoğlu idi. Şimdi MÜSİAD Sakarya Şube Başkanı olan Filizfidanoğlu'nun yanı sıra, 2014-2019 yılları arasında AK Parti Serdivan İlçe Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Ufuk Karayaka gibi isimler de kooperatifin kurucuları arasında yer alıyor.

7'si işçi 3'ü asker 10 kişinin hayatını kaybettiği patlamanın yaşandığı fabrika arazisinin el değiştirmesinden hemen sonra Hendek Belediye Meclisi, imar değişikliği teklifini oy çokluğuyla kabul etti ve arazide organize sanayi bölgesi yapılmasına karar verdi.

500 MİLYONLUK RANT

Patlamadan 2 yıl sonra satışa çıkarıldığında 130 milyon lira değer biçilen arazi, 2023 yılında yaklaşık 200 milyon bedele satılmış oldu. Fabrikanın sahibi olan Coşkun ailesinin elde ettiği 200 milyon liralık kazancın yanı sıra, yapılacak organize sanayi bölgesinden de 500 milyon lira satış geliri elde edileceği tahmin ediliyor.

'İŞÇİLERİN VE ASKERLERİN PARÇALANMIŞ BEDENLERİ AİLELERİNE TESLİM EDİLDİ'

Dünya hava kalitesi raporuna göre, Türkiye'de en kirli havaya sahip 3. kent olan Hendek'te kurulacak yeni organize sanayi bölgesinde yaklaşık bin işçinin istihdam edilmesi bekleniyor. İmar değişikliği ile elde edilecek ranta karşı CHP'li Hendek Belediye Meclisi Üyesi Setenay Halis şunları söyledi:

"Kaçak barut üretimi yapılan fabrikada ölen işçiler ve askerlerin ailelerine parçalanmış bedenleri teslim edildi. Bu arazideki MÜSİAD ayrıntısı asla tesadüf değil. Burası 7 işçi ve 3 askere mezar oldu. Biz CHP olarak hayır dedik ancak diğer Belediye Meclisi üyeleri evet oyu verdi. Keşke böyle bir imar değişikliğine imza atmış olmasaydık."

'ORTAK BİR YAS ALANIDIR'

Süreci takip eden CHP Sakarya Milletvekili Ayça Taşkent ise, "İş cinayetinin yaşandığı bu arazi, halkımız için ortak bir yas alanıdır. Bu arazideki imar değişikliği, rantı kamu vicdanının önüne koymaktadır." dedi.

Ortada bir kamu yararı olmadığına dikkat çeken Taşkent, "İnşaat alanının ve yüksekliğinin arttırılması, bir rant hırsı olduğunun ispatıdır. Rant hırsı kamu vicdanının önüne geçmemeliydi" diye konuştu. Hendek Belediyesi'nin tarihi bir fırsatı kaçırdığını ifade eden Taşkent, "Burası belediyeye devredilerek, ortak bir yas mekanı, bir orman haline getirilebilirdi" ifadesini kullandı.

DAVADA NE OLMUŞTU?

10 kişinin hayatını kaybettiği, 127 kişinin yaralandığı patlamaya ilişkin davada yargılanan 7 sanığa ‘bilinçli taksirle öldürme birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma’ suçundan 6 yıl 8 ay ile 16 yıl 3 ay arasında hapis cezası verildi.

Fabrikanın sahiplerinden Yaşar Coşkun ile Ali Rıza Ergenç Coşkun 16 yıl 3 ay, Hasan Ali Velioğlu 12 yıl 6 ay, diğer sanıklar ise 6 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Ruhsatı iptal edilen fabrikadaki patlamadan sonra oluşturulan bilirkişi heyetinin yaptığı araştırmalarda, kaçak barut üretimi yapıldığı da tespit edilmişti.

                                                            /././

Önce ambulansın mazotu sonra hastanede oksijen tüpü bitti, 3 aylık İkra hayatını kaybetti -Mustafa Özdemir-

Zonguldak’ta solunum sorunu yaşayan 3 aylık İkra’yı almak için gelen ambulans 40 dakika adresi bulamadı, sonra yolda mazotu bitti. Hastanede de oksijen tüpü olmayınca küçük İkra kurtarılamadı.

Zonguldak’ta ambulansta başlayıp hastanede devam eden skandallar zinciri 3 aylık bir bebeğin hayatına mal oldu. 

Zonguldak Merkez Karaelmas Mahallesi Alsancak Sokak’ta ikamet eden Alihan ve Belma Koçaklı çifti, önceki gün sabah saatlerinde üç aylık kızları Zeynep İkra’nın yüzünde morluk olduğunu fark edince hemen 112’yi aradı.

Yaklaşık 40 dakika verilen adresi bulamayan ambulansın sirenleri çalmadığı için bir alt sokaktan geçtiğini anlayamadıklarını ifade eden baba Alihan Koçaklı ambulans geldiğinde ise kızının hala hayatta olduğunu ve kustuğunu söyledi.

AMBULANS YOLDA KALDI

Dede Durmuş Koçaklı ise ambulansı sabah 7.30 gibi aradıklarını, yaklaşık 40 dakika sonra geldiğini belirterek, “Ambulans siren olmadığı için bir alt sokaktan birkaç kez geçmiş. Ses duymadığımız için fark edemedik. Hemen müdahale edip hastaneye sevk ettiler. Bir akrabamız ambulansla giderken biz de araçlarımızla peşinden takip ettik" dedi.

Şehir merkezinde bir anda ambulansın durduğunu fark ettiklerini ifade eden Koçaklı şöyle devam etti: "Şoföre ‘neden durdun’ dediğimizde ‘mazot bitti diğer ambulansı bekliyorum’ dedi. ‘Ambulansın mazotu biter mi?’ diye sorduğumuzda ise “ben ne yapabilirim” diye cevap verdi. Yaklaşık 20-25 dakika diğer ambulansın gelmesini bekledik. ‘Çocuğu bizim arabaya verin’ dediğimizde ‘veremeyiz cihaza bağlı müdahale ediyoruz’ yanıtı verdiler. Bu arada ambulansın kapısını açıp hemşireye sorduğumuzda ‘nabzı 24 çocuğun durumu stabil’ dedi. 25 dakika sonra diğer ambulans geldi. Bu ambulansla torunum Zonguldak Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’ne sevk edildi."

HASTANE PERSONELİ BİRİNİ ARAYIP OKSİJEN TÜPÜ İSTEDİ

Hastaneye gittiklerinde torununun hala yaşadığını ifade eden Dede Durmuş Koçaklı, konuşmalar arasında hastanede oksijen tüpü olmadığını duyduğunu söyledi: "Hastaneye geldiğimizde 112 personeli ‘çocuk kusuyor telaş etmeyin’ dedi. Yani torunum hastaneye geldiğimizde halen yaşıyordu. Hastane personeli telefonla başka birini arayarak oksijen tüpü istedi. Koskoca kadın doğum ve çocuk hastanesinde oksijen tüpü olmadığını söylediler. Telefonla istedikleri yerde de tüp olmadığını söylediler. Yaklaşık 1,5 saat uzman doktor eşliğinde müdahale edildikten sonra bebeğimizi kaybettiğimizi söylediler. Yasal hakkımızı sonuna kadar arayacağız. Vakaya giden bir ambulansın mazotu nasıl biter? Koskoca çocuk hastanesinde oksijen tüpü nasıl olmaz? İhmaller yüzünden evladımızı kaybettik sonuna kadar sorumluların peşini bırakmayacağız.”

(duvaR)


TL’ye talep kalıcı olarak arttı mı? - Ercan Uygur / T24

 

"Bu talep kalıcı mıdır?" sorunun yanıtı, döviz kuru ve enflasyon beklentisine, faizin kur artışından yüksek kalmasına ve cari açığın bitmesine bağlı.

Yaklaşık 7 ay önce de benzer bir soru sormuştum. Çünkü ekonomi yönetimi, kur korumalı mevduattaki (KKM) azalmaya bakarak, TL’ye talebin arttığını söylüyordu. Evet, KKM Ağustos 2023’ten başlayarak azalıyordu.

Ancak KKM’den çıkan paranın bir bölümü döviz mevduatlarına geçiyordu. Ayrıca bu azalışın bir bölümü KKM’ye getirilen bazı sınırlamalar sonucunda oluyordu.

TL’ye talep artıyor mu sorusuna yanıt vermek için para tanımlarını kullanarak paranın dolaşım hızına bakmıştım. Vardığım sonuç şuydu; 2023’ün III. çeyreği itibariyle Türk Lirası'na talep artmıyordu ve hala kaçış vardı.  

Ekonomi yönetimi, TL’ye hızlı bir talep artışı olduğunu şimdi de ifade ediyor. Acaba öyle mi ve kalıcı mı? Bu soruya yanıt vermek için yine TL cinsinden üç para tanımının dolaşım hızına bakıyorum. Sonuçlarda değişiklik var, ama bazı tartışmalar da var.

Değişiklikler ve tartışmalar

Konuyu netleştirmek için önce 2023 sonuna göre neler değişti kısaca bakalım.

1) 31 Mart yerel seçimleri yapıldı, seçim kazanmak ve genel siyaset için, kural dışı bile olsa, her harcamanın ve uygulamanın yapıldığı bir dönemin yoğunluğu azaldı. Maalesef bitti diyemiyorum.

2) Türkiye’ye özgü bir ekonomi politikası anlayışımız var. Hiçbir ülkede enflasyonu düşürecek diye düşünülen mali politika uygulamaları, yerel seçim olacak diye bir yıl beklemez. Biz bekledik. Baz etkisi ile enflasyon düşecek diye de beklenmez. 

3) TCMB’nin politika faizi de ekonomik koşulları ve özellikle döviz arzını daha çok dikkate alarak belirlenir oldu. Bu süreçte, kısa vadeli de olsa, Türkiye için önemli sayılır döviz girişleri olduğu görüldü.

4) Kısa vadede döviz kurunun artmayacağı beklentisi oluştu. Ancak kurun belli bir bekleme süresi sonrasında yine artacağı beklentisi hala var. Bu beklentinin de etkisi ile fiyat artışları sürüyor.

5) Aslında TCMB döviz rezervlerini önemli ölçüde yükseltti. Dolayısıyla döviz kuru beklentisi de önemli ölçüde kırılmış olmalıydı.

6) Ancak burada önemli bir zayıf nokta var. Döviz rezervlerindeki artışlar kazanılmış dövizlerden gelmiyor. Kazanılmış dövizler, mal ihracatından ve turizm gibi hizmet ihracatından gelen, cari fazla yaratan dövizlerdir. Halbuki ülkenin cari açığı sürüyor.

7) TCMB’nin döviz rezervlerindeki artışlar büyük ölçüde dış ve iç sermaye ve portföy hareketlerinden geliyor. Dışarıdan döviz girişleri var. İçeride de, kur artışının bir süre faizin gerisinde kalacağı beklentisi ile, dövizden TL’ye portföy değiştirenler var.

8) Yaz döneminde cari fazla oluşacağı beklentisi var, ama cari fazla ne kadar sürebilir? Döviz rezervi artışları kazanılmış dövizlerden gelmediği sürece bu konuda belirsizlik olacaktır.

Paranın dolaşım hızı

Bir ekonomide, bir dönem içinde yapılan üretim değeri Gayrisafi Yurtiçi Hasıladır (GSYH) Üretim değerinin karşılığı olarak gelir, gelirin karşılığı olarak toplam harcama vardır. Haliyle üretim, gelir ve harcama GSYH ile temsil edilir.

Gelirden tasarruf da edilir, ama bu tasarruf ile, tasarruf edenler veya başkaları,  stoklar dahil, yatırım yaparlar. Yatırım da toplam harcama içindedir. Eksik tasarruf varsa borçlanma yapılır. Fazlası varsa borç verilir.

Bu ekonomide M ile ifade ettiğimiz bir para miktarı olsun. Gelirler, harcamalar bu para ile gerçekleşir. Para miktarı M, genellikle gelirden düşüktür; bu para bir dönemde çok kez el değiştirir, elden ele dolaşır.

Paranın dolaşım hızı V, şöyle bir ilişki ile tanımlanır: V = GSYH/M

V, paranın, GSYH ile ifade ettiğimiz gelir ve harcama sürecinde kaç kez el değiştirdiğini gösterir. Aslında daha doğru gelir ve harcama ölçütü Gayri Safi Milli Hasıladır (GSMH) Çünkü GSMH dışarıda kazanılmış ve ülkeye getirilmiş net gelileri de kapsar.

Türkiye’de paranın dolaşım hızı

Paranın dolaşım hızı V’yi ölçmek için GSYH bilgimiz var. (TÜİK GSMH biligisini çok gecikmeli yayınlıyor.) M için hangi para miktarı tanımını kullanalım? Şu tanımlardan birini kullanabiliriz.

M0 = Dolaşımdaki para = Dolaşıma çıkan para – Banka kasalarındaki para

M1 = M0 + Vadesiz mevduatlar

M2 = M1 + Vadeli mevduatlar

M3 = M2 + Repo + Para piyasası fonları + İhraç edilmiş menkul kıymetler

Başka ülkelerde genellikle olmayan, Türkiye’de ise birçok konuda bizleri zora sokan önemli bir sorunumuz var:

M1 içinde yer alan vadesiz mevduat, hem TL, hem yabancı para (döviz) vadesiz mevduatları içeriyor. Bu da bu köşede zaman zaman yazdığım sorunları yaratıyor.

Örneğin, TCMB parasal sıkılaşma sözü ederken, M1’in yalnızca TL bölümünü ima eder. Çünkü döviz miktarını etkileyemez.

Aynı sorun M2 ve M3 tanımlı paralarda da var. Örneğin, M2 içinde vadeli TL mevduatlar yanında vadeli yabancı para mevduatlar da yer alıyor. Burada da parayı etkileme sorunu gündeme geliyor.

Bu tartışmaları başka zamana bırakıp, M0 para tanımına göre paranın dolaşım hızına bakalım. Burada V = GSYH/M0 şeklinde hesaplanmıştır, veriler her çeyrek için yıllıktır. Hesaplanan V değerleri, Şekil 1’de yer alıyor.

Şekilde 2018’de ve 2019’da M0’ın dolaşım hızının bir miktar yükseldiği, ancak asıl sıçramanın 2021 sonbaharında başladığı görülüyor. 2023 sonu, 2024 başında dolaşım hızı, önceki düzeylerinin iki katını da aşıyor.

Bu şekilden çıkan görüntü çok net: Türkiye’de enflasyonun ve enflasyon beklentilerinin yükselmeye başladığı 2021 sonbaharından itibaren M0 dolaşım hızı çok yükseliyor. 2023 sonlarında tekrar sıçrıyor. Bu yükseliş ve sıçramalar paradan kaçışı gösteriyor. 2024 ilk çeyreğinde bir duraklama var, paradan kaçış duraklıyor.

M1 para tanımından döviz vadesiz mevduatı çıkarınca M1TL’yi buluyoruz. M1TL’ye göre paranın dolaşım hızı Şekil 2’de görülüyor. Burada da aynı görüntü var; 2021 sonbaharında sıçrama, 2023 sonunda yine sıçrama var. Bu sıçramalar da paradan kaçışın göstergesidir. 2024 ilk çeyreğinde paradan kaçışın duraklamasını görüyoruz. 

Dolaşımdaki para ve vadesiz mevduatlar vadeli mevduata kaymış olabilir mi? Bu soruya yanıt vermek için M2 içindeki döviz mevduatını çıkarıp yalnızca TL vadeli mevduatı içeren M2TL’ye bakalım. Şekil 3’te M2TL’nin dolaşım hızı yer alıyor.

2023 sonuna kadar burada da paranın dolaşım hızı aynı görüntüyü veriyor. Ancak 2023 sonunda, 2024 birinci çeyreğinde dolaşım hızının yükselmediği görülüyor. Bu dönemde dolaşım hızındaki duraklama TL vadeli mevduat tercihinin sonucu olabilir.

Vadeli TL mevduatlarına yöneliş, paradan kaçışı durdurmuş görünüyor.

M2TL’nin dolaşım hızında artış eğiliminin durması, bu tanımdaki TL’ye bir yöneliş, bir talep olduğunu gösteriyor. "Bu talep kalıcı mıdır?" sorunun yanıtı, döviz kuru ve enflasyon beklentisine, faizin kur artışından yüksek kalmasına ve cari açığın bitmesine bağlıdır.

Bunlar sağlanabilir mi? Bunları sağlamak için şimdi, tam bir yıl sonra, mali önlemler devreye alınıyor. Alınan önlemlerin istenen sonuçlara ulaşması için çok dikkate alınmayan birkaç koşul daha sağlanmalıdır.

1) Uygulanan politikalar sosyal olarak da sürdürülebilir olmalıdır. Sürekli sabit ve düşük gelirliler üzerinden uyum sağlamaya çalışan bir politika demeti kalıcı başarı sağlayamaz. Politikalar, sosyal dengeleri de gözetmelidir.

2) Türkiye’de başını Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çektiği bir siyasi yapı ve ortam var. Bu siyasi yapıya olan güven zayıftır, düşüktür. Siyasi güvenin zayıf olduğu yerde politikalara güven de azdır.

3) Bu siyasi yapının en zayıf yanlarından birisi de eğitim politikasıdır. Kendine din eğitimi yoluyla yandaş yetiştirmeye çalışan iktidar için çağdaş bilimsel eğitim, beşeri sermaye, nitelikli insan gücü gibi konular yoktur. Böyle bir siyasi yapıdan kalıcı düşük enflasyon, teknolojik gelişme gibi gelişmeler beklenmez.

4) Sürdürülebilirlik ve güven sorunlarının olduğu yerde “sonu gelmez” duygusu baskındır; erken seçim de hep akıllarda olacaktır.

Ercan Uygur / T24

20 Haziran 2024 Perşembe

Birgün KÖŞEBAŞI - 20 Haziran 2024 -

 

Bir zar, iki hesap -Berkant Gültekin-

Türkiye’de siyasi güç dengeleri yerel seçim sonrası yeniden tanımlandıktan sonra, ana aktörler kendi ajandaları doğrultusunda hareket etmeye başladı. Bir kesişim alanından (“yumuşama”/”normalleşme”) geçilmekte olsa da hem iktidar hem de muhalefet, süreci kendi çıkarına ve yaklaşımına göre ele alıyor.

Erdoğan’ın “yumuşama” hamlesi neyin ne kadar yumuşadığından öte iktidarın mevcut güç kapasitesinin sınırlarıyla ilgili. Yerel seçim sonuçları Erdoğan’a şunu gösterdi: Artık sadece ülkenin önde gelen büyükşehirleri değil, Anadolu’nun iç kesimleri de mevcut durumu kabullenmiyor. Dahası bu kabullenmeme hali, kimlik temelli kutuplaşmayı aşacak şekilde muhalefette temsil bulan bir itiraza dönüşebiliyor.

Dolayısıyla yoksullaşan halk, Mehmet Şimşek eliyle yürütülecek ekonomik programla daha da yoksullaştırılacaksa, toplumsal tabanda açığa çıkması muhtemel tepkiyi kontrol altında tutmak, yönetmek elzem. İşte yerel seçim sonrası “yumuşama”, Erdoğan’a kendini bu şartlar altında dayattı. Erdoğan, MHP ile kurduğu ortaklıktan vazgeçemez ve sistemi demokratik bir tarzda dönüştüremezdi fakat iç işleyişe ayar çekebilirdi.

MUHALEFETİ BÜROKRATİKLEŞTİRME

Erdoğan bu nedenle içinde olduğu sıkışmayı, ivme kazanan muhalefeti bürokratikleştirerek ve rejimi, muhalefeti kısmen kapsayacak ölçüde genişleterek aşabileceği bir siyasi dizilime ihtiyaç duydu. Böylece bir yandan ülkede derinleşen sorunlar karşısında bir şeylerin konuşulup çözülebileceğine dönük intiba uyandıracak diğer yandan da muhalefeti “sorumlu/yapıcı muhalefet” kapsülüne sıkıştırıp iktidarını daha yönetilebilir bir dengeye oturtabilecekti.

Bürokratikleşen muhalefet de belki sokağa bütünüyle sırtını dönmeyecek ancak onu iktidar üzerinde daha düşük vitesli bir baskı unsuru olarak kullanmayı tercih edecekti. Toplumsal muhalefetin sokağa inmesinden ve hükümeti istifaya ya da erken seçime zorlayacak bir dinamizmle varlık kazanmasındansa, halkın itirazlarının bir temsilci vasıtasıyla kendisinin belirleyicisi olduğu bir masaya sunulması, Erdoğan’ın krizi idare etme formülünün ta kendisi... Anayasa tartışmalarıyla da meseleyi daha katmanlı bir boyuta taşımaya çalışacak.

Sürecin Saray açısından bir başka olumlu çıktısı da erken seçim ihtimalini ötelemek oluyor. Zira Şimşek’in yürüttüğü ekonomik program asla bir seçim kazanma programı değil. Erdoğan da disipline ve sıkılaşmaya dayalı bu ajandayla seçim kazanamayacağının farkında. Ne var ki bu süreç, iktidarın yeniden doğrulabilmesi için zorunlu bir aşama.

Şimşek programıyla seçim kazanılamaz ancak seçim kazanmak için saçılacak kaynaklar, Şimşek’in halkı ezen programıyla üretilebilir. Tabii bu program aynı zamanda “istikrarlı ve öngörülebilir” bir siyasi ortama ihtiyaç duyuyor. Erdoğan’ın “yumuşama”sı bir yönden de Şimşek programının bu ihtiyacına cevap vermek için devrede.

CHP KENDİNİ HAZIR GÖRMÜYOR

Muhalefet ise “normalleşme” adını verdiği bu süreci, yerel seçim galibiyetinin getirdiği rüzgâr vasıtasıyla siyasete daha fazla ağırlık koymak için kullanma gayretinde.

Özgür Özel, partisinin kendi liderliğindeki siyasi statüsünü, Kılıçdaroğlu CHP’sinin sahip olduğu statüden farklı bir seviyeye taşımayı önemsiyor. CHP artık iktidar tarafından “terörle ilişkili” olarak kodlanmayan, bilakis saygı gören ve muhatap alınan bir aktör. İktidar medyası da Saray’ın “yumuşama” adımlarına paralel şekilde anamuhalefete karşı oldukça nazik bir tavır takınıyor.

Erdoğan da CHP yönetiminin partinin bu yeni statüsünü önemsemesini istiyor. Özel’i ağırladığı 2 Mayıs’taki görüşmenin ardından 28 Şubat davası kapsamında hapiste bulunan askerlerin cezalarını kaldırırken, bu tahliyelerin Özel’in hanesine artı olarak yansıyacağını biliyordu. Muhalefet talep ileten, sorunlardan bahseden ve çözüm bekleyen taraf; iktidar da dinleyen, notlarını alan ve çözüm geliştiren taraf olacaksa, yeni dönemin bu mimarisi en kısa şekilde bir örnekle anlatılabilirdi. Erdoğan da bunu yaptı.

Özgür Özel, erken seçim kartını arka cebinde tuttuğunu göstermekle birlikte onu kullanmaya yanaşmıyor. Çünkü şu an gerekli olduğuna inandığı “normalleşme”, CHP liderinin böyle davranmasını gerektiriyor. Aslında “normalleşme”den bahsedilecekse, Türkiye’nin mevcut gerçekliğinde normal olan, muhalefetin erken seçimle iktidar koltuğuna oturmayı talep etmesi ve bu doğrultuda agresif bir politika geliştirmesidir.

Özel henüz partisini bu denli hazır görmüyor olacak ki yerel seçimde elde ettiği zaferi, zamana yayılan başkaca siyasi hamlelerle pekiştirmek istiyor. Yönetilen belediyeler vasıtasıyla halk kesimleriyle olan bağları kuvvetlendirmek, bunun yanı sıra salt iktidar-muhalefet ilişkileri bakımından da olsa ılımanlaşan siyasi atmosfer sayesinde bugüne kadar CHP’den uzak duran seçmenlerle temas kurmaya çalışıyor.

MASADAN KALKINCA…

Bugünlerde bir masa etrafında buluşan AKP ile CHP, er ya da geç farklı yönlere gitmek için o masadan kalkacak. Erdoğan muhalefeti oyalayıp güç biriktirmek, Özel ise CHP’nin etki alanını genişletmek amacıyla diyalog masasına önem atfediyor. Yani ortada tek zar ama iki farklı hesap var.

Fakat Bahçeli masayı erkenden taşlayarak Erdoğan’dan has ortağının kim olduğunu hatırlamasını istedi. Masa devrilmese de Bahçeli’nin taşlarıyla hasar aldı. Onun sözleri Özel’i AKP’ye yönelik “suç ortağı” ifadesini kullanmaya itti; Özel daha sonra “Kriminal bir ifade olarak kullanmadım” diyerek durumu hafifletmeye çalıştı.

Önemli olan herkes kendi yoluna gittiğinde kimin masadan daha avantajlı kalktığı olacak. CHP, iktidara verebileceği zarardan daha azına razı gelerek Erdoğan’ın şansını artırıyor. Erdoğan, kısmi esnemeyle kaybedeceğinden daha azını veriyor ve kendi rejimini muhalefete bir şekilde dikte ediyor.

İşler muhakkak ki Erdoğan açısından en ideal şekilde yürümüyor ancak rejim, ağır bir seçim mağlubiyetinin ardından ne kadar iyi olabilecekse o kadar iyi. Bu da muhalefetin uzun uzun düşünmesi gereken bir mesele.

                                                                /././

Hepimiz Diyanet’iz -Kaan Sezyum-

Şimdi diyanet olmak lazım, şarkılar türküler söylemek… Ha pardon şarkı, türkü yasaktı sanırım. Neyse güzel sözler eşliğinde diyanete kendimizi teslim etmemiz gerek. Yeni günler, güzel günler elbette ki Diyanet’le gelecek. İnansanız da inanmasanız da, başka fikirleriniz de olsa, olmasa da, sizin geleceğinizden, bugününüzden, dününüzden alıp diyanete vermek lazım. Diyanet önemli, diyanet olmasa ülkede din elden gider, ezanlar susar, bayrak iner (aslında Arap ülkelerinde kral filan ölünce de iniyor bizde bayrak, o kısmını çok şey etmemek lazım), hepimiz elcibiytiplusesleliks oluruz Allah korusun! Bazılarımızı ve bacılarımızı Yunan, gavur, ecnebi, sünnetsizler kaçırır, ülke nar gibi bölünür diyanet olmazsa. Diyanet, bakın burası çok önemli, gerçekten önemli bir kurum. Öyle olmasa neden her sene Godzilla gibi bir bütçeye sahip olsun? Her sene büyüdükçe büyüsün, her sene başkanına yeni ve daha güzel makam arabaları alınsın? Bakın bu hepimizin ayıbı… Makam arabasından feragat etti koskoca diyanetin başındaki başkan. Yılda 92 milyarlık bütçeye hükmeden bu değerli bireye yazık değil mi? Yazık değil mi kendisinden çok daha düşük bütçelere sahip bakanlar krallar gibi gezerken, başkanım eski püskü arabada. Yazık değil mi adama? Başkanlığını yaşayamadan, ısıtmalı koltukta, oturan yerlerini ısıtamadan bir hayat geçer mi söyle? Kolay değil, böyle yaşamak kolay değil. Bunca yükü böyle taşımak kolay değil hele de eski model Audilerle. Hayat kısa gitti gidiyor bilmeyene. Başımda taç olsun, canıma yoldaş olsun diyanet gelsin yuvamızın orta yerine saraylar kursun. Gerekirse Ayasofya’da kılıçla kendisini tüm sevenlerine hatırlatsın. Yalnız kapıyı ısırmayalım sevgili vatandaşlar.

∗∗∗

Evet diyanet önemli. Ülkemizde daha da önemli. Peki ne kadar önemli? Şu kadar önemli. Mesela bütçesiyle önemini hemen anlayacaksınız. Diyanet, bütçesiyle İçişleri, Dışişleri, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Kültür ve Turizm, Sanayi ve Teknoloji ve de Ticaret Bakanlıklarından daha önemli… Yani bir ülkenin kültüründen ve turizminden, sanayisindeki gelişmelerden, teknolojiden ve ülkenin ticari büyümesinden daha önemli. Helal olsun! Zaten diyanetin bütçesi de helal bütçe, sonuçta vergilendirilmiş kazançtan geliyor. Dine inanan, inanmayan, güvenen, güvenmeyen tüm vatandaşlarından eşit oranda kesiliyor. Mesela sigara içiyorsanız, dumanınızın vergisi hop nerede, orada evet bildiniz. Bira mı içtiniz? Nasıl içebiliyorsunuz bu pahalılıkta? Öncelikle onun hesabını verin? Sonra da vergilerinizde diyanetinize bütçelenin. Peki bu güzel ve nezih kurumun son kuruşuna kadar hak ettiği, 6 bakanlığımızdan, ülkenin içişlerinden bile daha büyük olan ve daha da büyük olması gereken bütçesiyle neler yapıyoruz? Neden çoğul kullandım? Çünkü diyanetin bütçesi bizim de kazançlarımızdan. Hepimiz diyanetiz aslında ülkede yaşadığımız sürece. Hatta yurt dışına çıkmak isterseniz de şimdi yükseltilmesi planlanan ve dünyanın en saçma harçlarından biri olan “yurt dışı çıkış” harcından da diyanete güvenle katkı olabilirsiniz.

∗∗∗

Bütçeye gelin bir bakalım? Neler neler oluyor, vergilerimiz araba mı olmuş, konvoy mu olmuş, makam odası mı olmuş, çakarlı araç mı olmuş, ne olmuş? Bütçe teklifindeki verilere göre yaklaşık 92 milyar TL’lik bütçenin yaklaşık yüzde 84,5’i personel giderlerine; yüzde 11’i sosyal güvenlik kurumlarına devlet primleri giderlerine; yüzde 2,7’si mal ve hizmet alım giderlerine; yüzde 1,5’i sermaye giderlerine ve yüzde 0,4’ü cari transfer giderlerine ayrılmış. Personel giderleri, Diyanet bütçesinin çoğunluğunu oluşturuyor. Gördüğümüz gibi diyanet demek aslında personel demek. 100 liranızın 84,5 lirası diyanete maaş olarak gidiyor. Kalan 13,5 lira ise tabii ki hizmet. Hizmet de hizmet, aman aman öyle hizmetler ki, muhteşem kelimesi hizmeti tanımlayamaz. 100 lira vardı, 84,5 lirası çalışana gitti, şimdi 13,5 liralık hizmet yarışımız başlıyor. Alın size doya doya hizmet, üzerinize hizmet olup yağmaya geliyoruz bütçemizle. Nasıl olsa kültürden, turizmden, sanayiden, teknolojiden, memleket içindeki huzurdan daha büyük bütçemiz var, her 100 lirasının 84,5 lirası çalışana, kalanı da hizmete… 2022 itibariyle 141 bin 218 çalışanı vardı, umarım yeni senelerde daha da artar çalışanı. Çalışan demek hizmet demek sonuçta. Hizmetimiz sadece ülkenin sınırlarında da kalmasın diye ek bütçe lazım. Diyanetin yurt dışı hedeflerine yönelik çıkarılan maliyet hesabına göre, yurt dışı faaliyetleri için 680 milyon 508 bin 256 TL’lik kaynağa ihtiyaç duyulacak. Günümüzdeki en önemli ihtiyaç para. Bu kadar parayla neler yapılabilir, onu siz düşünün. Helal olsun.

                                                            /././

Taşkın riskine rağmen altın inadı -Özgür Gürbüz-

Türkiye’nin altın madeni olmayan, açılmak istenmeyen ili var mı bilmiyorum. Bunlar ülke altın kaynadığından olmuyor, siyanür sayesinde kayadaki altın tozunu bile alabildiğiniz için her yerde maden açılıyor. Siyanür liçi madencinin işini kolaylaştırıyor ancak bu yöntem devasa madenler açılmasına, tonlarca kaya ve toprağın atığa dönüşmesine ve geri döndürülemez bir çevre hasarına yol açıyor.

Altıncıların istilası altındaki Türkiye’de, Altıncı filonun son duraklarından biri Ardahan’ın Göle ilçesi. Jeofizik Yüksek Mühendisi Kadir Işık, bölgede altı ayrı maden sahası oluşturulduğunu, bunlardan birinin Koza Altın’a, ikisinin ise Cemar Madencilik’e verildiğini belirtiyor. Koza Altın’ın altın ve bakır çıkarmak istediği biliniyor. Hayvancılığın son merkezlerinden Göle’de meralar, 12 köy ve hatta ilçe merkezi madencilik tehlikesiyle karşı karşıya. Göçe rağmen önemli bir nüfusa ev sahipliği yapan Göle’de, Ulusal Kaşar Festivali yapıldığını da hatırlatan Işık, “Bu köylerin tamamından süt alınır ve kaşar üretilir. Buralar kaşar üreticilerinin süt aldığı bölgeler” diyerek, tarımsal üretimin bölge ve Türkiye için önemine dikkat çekiyor.

Maden sahalarının birbirleriyle adeta iç içe olması riski büyütüyor ama riski artıran bir başka nokta ise Devlet Su İşleri’nin (DSİ) CİMER başvurusuna verdiği yanıtta ortaya çıktı. Göle ilçesi, Büyükaltunbulak köyündeki taşkın riskini gösteren alanları haritada işaretleyen DSİ, bu alanların kullanılmaması gerektiğine dikkat çekti. Kullanılmasın dedikleri alanlar Koza Altın’ın ruhsat sahasının neredeyse yarısını kaplıyor ve sahanın her bir köşesine yayılmış.

DSİ TAŞKIN RİSKİNE İŞARET ETTİ

Erzincan İliç’teki maden faciasında tanıklık ettiğimiz tehlikeli maden atıklarının taşkın anında sularla daha kolay bir şekilde bölgeye yayılabileceğini görmek için uzman olmaya gerek yok. Kaldı ki, maden sahasından geçen aktif fay hattı da bu riski artıracak bir etken. O hatta, Eylül 2022’de 5,3 büyüklüğünde bir deprem olmuştu. Koza Altın’ın hazırladığı proje tanıtım dosyasında bu bilgi yer almıyor.

Avukat Cömert Uygar Erdem, “DSİ belgelerinden görüyoruz ki deprem riski olan sahada taşkın riski de var. Dahası ruhsat sahasının büyük bir kısmı derelerden oluşuyor. Kura Nehri’nin ana kaynağı olan, dört mevsim akışı olan derelerden söz ediyoruz. Doğal hayata verilecek zararların yanı sıra, can ve mal güvenliği açısından da riskler taşıyor. Kura nehrinin uzandığı bütün topraklar risk altında” diyor. Erdem, ÇED süreci ile ilgili Ardahan vekillerinin yaptığı “iptal” açıklamalarının kıymetli olduğunu ancak valiliğin henüz sonucu ilan etmediğini vurguluyor. Ruhsatların iptal edilmesi için yasal süreç başlattıklarını söylüyor.  

Madenin tarımsal ve hayvansal üretimin kaynağı doğaya vereceği zarara da dikkat çekiliyor. Doğa Derneği Başkanı Dicle Tuba Kılıç, yapılması planlanan altın ve bakır madeninin biyolojik çeşitlilik ve tarımsal üretime de zarar vereceğini, aynı zamanda yerüstü ve yeraltı su kaynaklarını olumsuz etkileyeceğini söylüyor. Kılıç, “Alan, nesli tehlikedeki küçük akbaba başta olmak üzere birçok türün yaşadığı nadir yerlerden biri. Hiçbir maden projesi yaşamdan daha değerli değil. Doğu Anadolu’nun doğa dostu üretim merkezlerinden biri olan Göle Havzası’nı tehdit eden bu maden ruhsatı hemen iptal edilmeli.” diyor. Kafkas ırkı arılar, dört akbaba türü ve daha birçok hayvan ve bitki türü sanayileşmeden uzakta kalabilmiş bu alanda yaşamını sürdürmeye çalışıyor.

Bu köşede birkaç kez yazdık, bir altın yüzük için 20 ton civarında atık üretiyorsunuz. Üstelik, çıkarılan altının sadece yüzde 6,7’si sanayi ve teknoloji alanında kullanılıyor. Dünyadaki hurda ve geri dönüştürülen altın miktarı bu talebi yıllarca karşılamaya yeter. Altın madenciliği bir ihtiyaç değil. Madencilerin cesetlerini çıkardığımız, zehirli atıkları derelere ve toprağa bıraktığımız şu günlerde bizim ihtiyacımız altın madenciliğine dur diyecek cesaretli bir hükümet. Yaşamı öne çıkaran siyaset bildiğiniz tüm mücevherlerden daha değerli artık Türkiye için.

                                                               /././

‘Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’ -Şükrü Aslan-

78 kuşağının herhalde en aşina olduğu söylemlerden biriydi ‘çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’. Kamuoyuna yönelik hazırlanan bildiriler genellikle bu ifadeyle başlardı. Mitinglerde ve yürüyüşlerde konuşma yapanların ilk cümlelerinden birisi buydu. Gazetelerde ve dergilerde sıklıkla bu ifadeyi görmek mümkündü. Özetle ve yine dönemin meşhur söylemiyle ‘propaganda ve ajitasyonun’ muhatabı daima ‘çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’ idi.

Türkiye’nin ‘çeşitli milliyetleri’ kimlerdi, sosyalistler bunların farkında mıydı, sanmıyorum. Bu ülkede nüfus sayım verilerinden hareketle ‘milliyetler’e dair bilgilerin herhangi bir politik tartışma veya ‘analiz’e konu olduğunu da sanmıyorum. Çünkü kimin hangi kökenden geldiği sosyalist geleneklerin gündemine hiç girmemişti. Hatta Avusturya işçi marşının sözlerinde olduğu gibi sosyalistler ‘dil farkı bilmezdi, din farkı bilmezdi, sanki bir anadan doğmuşlardı’. Böyle olunca Pomak, Rum, Ermeni, Abhaz ya da Kürt olmak o kadar da önemli değildi. Dolayısıyla çeşitli milliyetler gibi bir ifade, bu detayın sıradan olduğuna da yorumlanabilirdi.

‘Milliyet’ sözcüğü aynı zamanda ‘uluslar hiyerarşisi’yle de ilgiliydi. Sosyalist yayınların hemen tamamında ‘ulusal’ sözcüğüyle karşılaşmak mümkündü. Zaten toplumsal devrim de öncelikle ‘ulusal ölçekte’ yapılacaktı. Bu yayınların büyük bir kısmında ‘ulusal’ sözcüğü genelde ‘Türk ulusu’ olarak da geçiyordu. Farkında olarak ya da olmayarak bir ulusal hiyerarşi bu söylemin bir gereğiydi. En başta ‘ulus’ vardı, diğerlerine de olsa olsa ‘milliyet’ denebilirdi. Belki de bu yüzden, o kuşak ve gelenekten gelen bir milletvekili yıllar sonra bile ‘bana Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşittirler dedirtemezsiniz’ demişti. 

∗∗∗

Sosyalist geleneğin içinden gelen bireylerin kendi mensubiyetleri ne olursa olsun daima genelin sesi ile meşgullerdi. Yani adına ‘çeşitli’ ve ‘milliyet’ dediği bu kimliklere dünyanın temelde sınıfsal bölünüşünü anlatmak ve bunun gerektirdiği sınıfsal/toplumsal devrime onları da davet etmek için çağrı yapıyordu. Bu politik tutum esas olarak dünyayı bütün bu kimliklere yani ‘çeşitli milliyetlere’ anlatıyordu. Dolayısıyla kimliklerin öyküsünü dünyaya anlatmaya o iklim içinde herhalde sıra gelemezdi.

Bir Pomak sosyalist, dünyadaki devrimci hareketlerle ilgili geniş bilgiye sahip olabilirdi ama Pomakların iki devlet arasındaki muhacirlik serüvenini genellikle bilmezdi. Bir Kürt sosyalist Çin Kültür Devriminin bütün serüvenini bilebilirdi ama Zilan deresinde sadece bir haftada on beş bin kişinin öldürüldüğünden genellikle habersizdi. Bir Ermeni sosyalist, içinde yer aldığı örgütün yöneticisi olsa bile, 1915 kitlesel kırımını ve ailesinin darmadağın edilmiş öyküsünü gündeme getirmiş olamazdı. Bir Çerkez sosyalist Ekim Devrimi’ni detaylarıyla anlatabilirdi ama 1864’de başlayan ve yarım milyon insanın hayata veda etmesiyle biten büyük tehcirin öyküsünü pek düşünmezdi. Elbette bunun istisnaları vardı ama ‘çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’nın sosyalist üyeleri, genellikle dünyayı bilir ama kendilerini bilmezlerdi.

∗∗∗

Zamanla bu geleneğin mensupları arasında kendi öyküsünü de öğrenme, anlama ve dünyaya anlatma eğilimi gelişti. Dillerine, kültürlerine, geçmişlerine ilgi ve merak arttıkça belge arama, tanıkları dinleme, kuşaklararası aktarımları kayıt altına alma eğilimi gelişti. Sosyalist dergi ve gazetelerin hali ve dili de giderek değişmeye başladı. ‘Çeşitli milliyetler’ uyanmış ve dünyadaki toplumsal devrim ve sınıf mücadeleleri gibi, kendi öykülerini de konuşmaya değer olduğunu öğrenmişlerdi. Dünyayı kendine anlatmaktan, kendini dünyaya anlatmaya evrilen bu dönüşüm sanırım kendi başına bir büyük devrimdi.

Bugün artık ‘çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’ söylemi konuşulmuyor. Dahası adına milliyet denilen her bir kimliğin öyküsü yeniden yazılıyor, bu amaçla örgütleri kuruluyor, dilleri ve kültürleri yeni ortamlarda inşa ediliyor. Üstelik bu kimliklere karşı girişilen kitlesel imhalarla yüzleşme talepleri yüksek sesle dile getiriliyor. Her kimliğin kendisi olarak yaşayabileceği yeni bir dünya tahayyülüne vurgu yapılıyor. Bunu da ‘çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’nın bir tür devrimi olarak nitelemek mümkündür.

                                                                   /././

Bu düzenin köküne kibrit suyu -Yaşar Aydın-

Her tarafı tel tel dökülen iktidar bildik oyunlarla gündem değiştirme gayretinde. Hiçbir yapay gündem ülkedeki yangından güçlü değil. İktidarın marifeti, bu kadar dibi görmüşken bile muktedir olduğunu düşündürtmesi. Muhalefetin katkısı ise azımsanmayacak boyutta.

Neden hâlâ iktidardalar?

Ülke cehennem gibi. Milyonlarca insanın yoksulluğu evlerin pencerelerinden, okul koridorlarından, çarşı-pazar tenhalığından görülüyor. Beslenemediği için büyüyemeyen çocukları konuşuyoruz. Sınıfta açlıktan bayılanları. 

Milyonlarca vergi borcunu bir kalemde silmeyi bilenlerin çocuklara bir öğün yemek vermediğine şahitlik ediyoruz.

Gençlerin umudunu çaldılar. Doktor, mühendis ya da öğretmen olmak istemiyorlar. Sadece bu ülkeden gitmek istiyorlar.

Günde 12 saat en zor koşullarda çalışanlar zenginlik hayali değil bir kilo eti evinin sofrasına taşımayı düşlüyorlar. İşsizler var. Uzun kuyruklar boyunca üç kuruşa talim edecekleri iş için bekliyorlar. O da torpilleri aşabilirlerse. Çoğunluğu genç, çoğunluğu kadın işsizler var. Okumuş, yazmış, işsizler.

Yıllarca çalışıp emekli olunca rahat ederiz diye düşünenlerle ekmek kuyruğunda yaşlı gözlerle beklerken rastlaşıyoruz. Düşünün bu koşullarda ‘‘10 bin lirayla geçin’’ deniliyor.  

Nasırlı ellerle toprağını işleyen çiftçi “acaba bir sonraki sene tohumunu alabilecek miyim” diye düşünüyor.

Ülkeyi bu hale sokan AKP iktidarı ve Cumhur İttifakı’ndan başkası değil. Erdoğan ve Bahçeli’dir yaşadığımız koşulların suçlusu. Ama onlar hâlâ iktidar.

Adalet sistemi bir kişinin ağzına bakıyor. İçeride yatacağa da çıkacağa da o karar veriyor. Cani istemezse bir yıl, iki yıl hatta 8 yıl cezaevinde tutabiliyor.

Seçimde alınan oyları yok sayabiliyor. Seni, beni bir başkasını hain terörist ilan edebiliyor. Buğdayı kaça satacağımıza, yurtdışına çıkarken ne kadar harç ödeyeceğimiz de o kara veriyor.

Evet hâlâ iktidar. Hem de halkın çoğunluğunun istememesine rağmen iktidar. Hem de halkın ezici çoğunluğunun onları koltukta tutan düzenden “rahatsız” demesine rağmen iktidar.

Bu bir başarı mı? Kuşkusuz öyle. Ama sadece Erdoğan ve Bahçeli’nin mi başarısı? Bu soruya hangimiz rahatlıkla ‘Evet’ diyebiliriz.

Ülke bu kadar kötü durumdayken ve daha da kötüye giderken tek yapılacak şey seçmen olmak mı?

Ortada garabet bir rejim ve artık ülkeyi yönetemeyeceği aşikar olan bir iktidar var. Yapılacak tek şey bir an önce bu rejimden ve onun yarattığı bu boğucu iklimden kurtulmak.

Örgütsüz milyonlarca yurttaş önüne fırsat geldiğinde iktidara çelme taktı. Ama rejim hastalık gibi, dokunduğu yeri çürütüyor. Uzak durulmalı. Anlaşıldı ki ancak öyle yenilecek. Bu ülke bu halk rejimden kurtulmayı çoktan hak etti.

YEDİLER BİTİRDİLER

Türkiye’nin altını, üstünü kasasını boşalttılar. Faiz ve enflasyon oyunuyla halkı yoksullaştırdılar. Daha onlarca yıl boyunca ödeyeceğimiz garanti ödemeli projeler yaptılar. Havaalanları, köprüler, hastaneler, yollar boynumuza vurulan pranga oldu. Sadece bu projelere sadece yapılan harcamalar, 2023 yılı itibarıyla 142.5 milyar lira oldu. Yine 2023 sonunu veri olarak bazı rakamlar verelim. 2023 yılında Türkiye'nin merkezi hükümet bütçesi, 1.37 trilyon lira (yaklaşık 59 milyar dolar) açık verdi. Bu, önceki yıla oranla yaklaşık yedi kat artış demek oluyor. Kur Korumalı Mevduat sisteminin 2023 bütçesine olan maliyeti yaklaşık 95.3 milyar TL. 2023 yılı itibarıyla Türkiye'nin toplam dış borç stoku 500 milyar dolara ulaştı. Bu tablonun tek sorumlusu iktidar. Şimdi Mehmet şimşek ve Erdoğan el ele verip tüm bu yıkıntının vebalini yurttaşın üstüne yıkmak istiyor. Enflasyonun nedeni düne kadar faizlerken bugün çalışanın maaşı oldu. Faiz yükseldi maaş düştü. Şimşek yeni vergilerle boğazımıza çökmeye hazırlanıyor.

GELİRDE BÜYÜK UÇURUM VAR

Türkiye tarihinin en büyük gelir dağılımı şokunu yaşıyor. Ülkenin yüzde 20’lik küçük bir azınlığı tüm kaynaklarının üzerine çökmüş durumda. 2023 yılı verilerine göre, Türkiye'de en zengin yüzde 20'lik kesim toplam gelirin yüzde 49,8'ine sahipken, en yoksul yüzde 20'lik kesim sadece yüzde 5,9'unu almakta. Bu düzen her geçen gün zenginler lehine değişmeye devam ediyor. OECD verilerine göre Türkiye, gelir dağılımı eşitsizliğinde en kötü 4. ülke konumunda. Avrupa Birliği ülkeleri arasında ise Bulgaristan'dan sonra en yüksek gelir eşitsizliğine sahip ülke. Yaşanan gelir adaletsizliğinin doğal bir sonucu da artan yoksulluk. 2023 yılı itibarıyla yoksulluk oranı yüzde 21,7'ye ulaşmış ve yaklaşık 18,2 milyon kişi yoksul olarak tanımlanmış durumda. Bu acı tabloyu resmi veriler de destekliyor. 2023 yılı itibarıyla Türkiye'de son beş yılda sosyal yardım alan hane sayısı 3.5 milyondan 4.99 milyona ulaştı. Bu, toplamda yaklaşık 19.9 milyon kişinin sosyal yardımlardan faydalandığını gösteriyor. Türkiye bir yandan yoksullukla boğuşurken dünyanın dolar milyarderleri listesine her yıl yeni isimlerin de eklendiğini belirtmekte fayda var. Son olarak Savunma sanayii şirketi Baykar Teknoloji'nin başkanı Selçuk Bayraktar ve CEO'su Haluk Bayraktar da milyarderler arasında yerlerini aldı. Selçuk Bayraktar’ı tanımayanlar için aynı zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı olduğunu belirtelim.

ÇALIŞAN YOKSULLAR ÜLKESİ

Tablonun bu kadar kötü olmasının en önemli nedeni çalışan nüfusun yoksullaşması. Türkiye’de asgari ücretle çalışan sayısının yaklaşık 6 milyon 500 bin olduğu tahmin ediliyor. Bu rakam özel sektörde çalışanların neredeyse yüzde 50’si anlamına geliyor. Bu rakama en yakın Avrupa ülkelerinden birinin yüzde 15’le Bulgaristan olduğu düşünülürse Türkiye’nin içine sürüklendiği asgari ücret tuzağı daha net görülecektir. Çalışanın durumu bu da emeklinin farklı mı? Türkiye’de 16 milyona yakın emekli var. Bu emeklilerin yaklaşık 9.5 milyonu 7.500 liranın altında maaş alıyor. Düzenlemeyle bu rakam seyyanen 10 bin liraya çıkarıldı. Bununla birlikte kök maaş aynı yerde duruyor. Sadece 4 yıl içerisinde toplumun en yoksul katmanına doğru itildiler. Emekliler yaşam koşullarını düzeltmek için ilerlemiş yaşlarına rağmen çalışmak zorunda kalıyor. Sosyal Güvenlik Destek Primi ödeyerek çalışmaya devam eden emekli sayısı 2023 yılında 1 milyon 865 bin kişiye yükseldi. Kayıt dışılarla birlikte bu rakamın çok daha yüksek olduğu tahmin ediliyor. Türkiye’nin çalışma yaşamında tek sorun çalışanların ya da emeklilerin içine sürüklendiği yoksulluk değil. TÜİK’in Nisan 2024 Hanehalkı İşgücü Araştırması sonuçlarına göre geniş tanımlı işsizlik oranı (âtıl işgücü) yüzde 27,2 seviyesinde. Bu rakam çalışabilir durumda olan her 3 kişiden birinin işsiz olduğu anlamına gelen tarihi bir rekor. Ülkede 10 milyonun üzerinde işsiz var. Bu fotoğraf insanda keyif de bırakmıyor. 2023 Dünya Mutluluk Raporu’na göre, Türkiye 137 ülke arasında 106. sırada yer aldı. İktidar milyonlarca insanın sadece parasını değil kahkahasını da çaldı.

FITRAT DİYORLAR

Çalışanların tek derdi düşük ücret ve güvencesiz iş değil. Türkiye çalışma koşullarında Ortaçağ Avrupası ile yarışır düzeyde. Her gün bir işçinin çalışırken ölüm haberi gazete sayfalarına düşüyor. 2023 yılında Türkiye'de iş kazalarında en az 1893 işçi hayatını kaybetti. Sadece yılın ilk dört ayında 585 işçi iş kazalarında yaşamını yitirdi. Türkiye, işçi ölümlerinde Avrupa'da birinci, dünyada ise üçüncü sırada yer alıyor. İktidara göre bu ölümlerin önemli bölümü işin fıtratında var. Bunların içinde okulda olması gerek çocuklar da var. Sadece 2013-2023 yılları döneminde en az 671 çocuk.

UYUŞTURUCU CENNETİ, SUÇ ÖRGÜTÜ YATAĞI

Ülkede bu kadar yoksulluk varken bunca şatafatın ve varsıl görüntünün arkasında ne var sorusu çok fazla işitiliyor. İşte tam burada ülkede at koşturan kayıt dışı paraya ve onun muhtemel kaynağına bakmak gerekiyor. Bu konuda Türkiye’nin uyuşturucu ve suç örgütü cenneti olduğunu biz değil İçişleri Bakanlığı verileri söylüyor. Sadece 2023 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı tarafından yapılan operasyonlarda ele geçirilen uyuşturucu miktarına bakarak durumun vahametini anlamak mümkün. 2023 yılının tablosu şöyle: 73 bin 507 kilogram esrar, 3 bin 73 kilogram eroin, 1,637 kilogram kokain, 4 milyon 23 bin 212 adet ekstazi, 19 bin 386 kilogram metamfetamin bunlardan sadece bazıları. Bu kadar uyuşturucu yakalanmışsa tüm bu işleri yapan örgütlerin de varlığı kaçınılmaz. Yine içişleri bakanlığının yaptığı açıklamaya göre 1 Haziran 2023 ile 8 Mart 2024 tarihleri arasında gerçekleştirilen 401 organize suç örgütüne operasyon yapılıp toplam 10.285 kişi gözaltına alındı ve bunlardan 3.891 kişi de tutuklandı. Türkiye bu dönemde bir başka rekor daha gördü. Dünyada ne kadar suçlu varsa Türkiye’ye doluştu. O kadar ki 2016 yılında 4,442 olan yabancı uyruklu mahkûm sayısı, 2023 yılında yüzde 238 artarak 15,028'e yükseldi. Tabi bunların ne kadarının suç örgütü üyesi olduğuna dair net bir bilgi yok. Ama yine de durumun vahametine dair fikir verebilir. Timur Soykan’ın haberlerinden takip ettiğimiz kadarıyla suç örgüt elemanlarına vatandaşlık verilmesi olayı var ki o da çürümenin bir başka yüzü. Özellikle konut satın alınarak vatandaş olmanın revaçta olduğunu biliyoruz.

KARA PARA VARSA YOLSUZLUK DA VAR

Kayıt dışılığın cirit attığı bir ülkede yolsuzluğun olmaması mümkün değil. Öyle ki yolsuzluk alanında liderlik yine uluslararası raporlarla tescillendi. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün yayımladığı 2023 Yolsuzluk Algı Endeksi'ne göre, Türkiye 180 ülke arasında 34 puan alarak 165. sırada yer aldı. Bu endekste Türkiye’nin 2014'e göre yüzde 11, 2018'e göre ise yüzde 7 oranında puan kaybettiği görülüyor. Tabloda Türkiye; Burkina Faso, Vietnam ve Tanzanya gibi ülkelerin gerisinde yer aldı. Bu algının oluşmasında ve yolsuzluğun kurumsallaşmasında AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana tam 191 kez değiştirilen Kamu İhale Kanunu’nun çok özel bir payının olduğunu da belirtmek gerekiyor. AKP iktidarı bu dönemde onlarca şirketi ihya ederken oturduğu koltuğun en güvenilir ayaklarını da oluşturmuş oldu. Kamuoyunda tanınan yandaş şirketler Türkiye’de yapılan tüm büyük ölçekli ihalelerinin de sahibi oldu. Türkiye’de her şey çok çabuk unutuluyor. Kanun dışılık denince akla ilk gelen isimlerden olan Sedat Peker’in açıklamaları bugün kaç kişinin aklında. O ifşaa sürecinde ismi geçenler ya da olaylarla ilgili hiç bir şey yapılmadığı gibi herkes yerini muhafaza etmeyi bildi. Hatta bazıları terfi bile aldı. Süleyman Soylu hariç.

YARGI İKTİDARIN SOPASI

Ekonominin bu kadar kötü gittiği, çürümenin ayyuka çıktığı yolsuzlukların aleni yerde konuşulduğu bir yerde güçlü toplumsal itirazların olması kaçınılmaz. Bu rejim onun da önlemini aldı. Yargıyı, izlediği politikanın sopası haline getirdi. Siyaseti onun üzerinden dizayn etti. HDP’nin kapatma davasıyla başlayan süreç, Ekrem İmamoğlu ile devam etti. Gezi davası ve Kobani Davası da yine siyasete şekil veren yargı müdahaleleri olarak akıllarda kaldı. Gezi ile tüm toplumsal muhalefete gözdağı verilirken Kobani davasıyla da Demirtaş’ın içeride tutup diğer isimleri siyaseten devre dışı bırakarak Kürt hareketini zayıflatmayı hedef aldı. Kayyum siyaseti ise başlı başına despot ve baskıcı rejimin aynası gibi. Halk iradesini hiçe sayan uygulama Kürt halkı üzerinde yeni bir sindirme biçimine dönüştü. Yargı da sadece siyasi davalar üzerinden tartışılmadı. AYM ile Yargıtay arasında Can Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesi ile biten kavganın geldiği boyut Türkiye’nin özeti gibiydi. Adı konulmamış bir darbe durumunun olduğunu gösterdi. Yine Sinan Ateş cinayeti ve Şenyaşar’ların katliamı yargı ve emniyet üzerinden siyasete müdahale etmenin başka bir biçimi oldu. Cinayet herkesin gözü önünde işlendi. Erdoğan’ı da unutmamak gerekiyor. Sadece 2019-2022 yılları arasında, savcılar Erdoğan veya AKP’ye hakaret edildiği iddiasıyla 52,000'den fazla soruşturma başlattı.

HATAY’DAN İLİÇ’E HER YERDE RANT

Türkiye 22 yıllık AKP iktidarında büyük acılar yaşadı. Ama bunun en büyüğü hiç kuşku yok ki 6 Şubat 2023’te Kahramanmaraş merkezli gerçekleşen depremlerdi. Bu depremlerde toplamda 53,537 kişi hayatını kaybederken 107 bin kişi yaralandı. 40 bine yakın bina yıkılırken 200 binden fazla bina ise ağır hasar aldı. Kuşkusuz bu ağır tablonun sorumluları depremin şiddeti değil merkezi ve yerel yönetimlerinin rant odaklı kent anlayışıydı. Ama bu acı bile iktidarı kendine getirmiş görünmüyor. Rezerv alan aldatmacasıyla halkın topraklarına el koymaya kalkan iktidar verdiği hiçbir sözü de tutmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan şehir şehir dolaşıp “680 bin konutu bir yıl içinde teslim edeceğiz” sözü çoktan unutuldu bile. Binlerce aile 20 metrekarelik teneke evlerde yaşamaya devam ediyor. Hatay ve diğer illerde depremin açtığı yaralar kanamaya devam ediyor. Sadece bu olay bile başka bir ülkede onlarca belediye başkanın, en az üç bakanın hatta kabinenin istifasıyla sonuçlanırdı. Halk burada bile üste çıkmayı beceren bir yüzsüzlükle karşılaştı. AKP iktidarının karakterini gösteren diğer bir olay da Erzincan’ın İliç ilçesinde yaşandı. Anagold altın madeninde meydana gelen faciada 9 işçi toprak altında kalarak hayatını kaybetti. İktidarın tüm itirazlara rağmen verdiği ruhsat ve sonrasında yaşanan denetimsizlik bu sonucu doğurdu. Tek başına bu olay, Türkiye’nin maden güvenliği ve çevre yönetimi konularında nasıl bir zihniyete sahip olduğunu göstermeye yeterdi. Ama AKP bildiğini okumaya devam etti. Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün 2023 Faaliyet Raporuna göre son 7 yılda düzenlenen işletme ruhsatı ve işletme izinlerinde büyük artış görüldü. 2017 yılında 184 olan işletme ruhsatı, 2023’te 1330’a yükseldi. 348 olan işletme izni de geçen 1104’e çıktı. 2017’den bu yana düzenlenen ruhsat sayısı ise (arama ve işletme ruhsatı) 20 bin 250 oldu. Yine kıyı kanunda yapılan değişiklik, orman ve meralara dair uygulamalar, Kanal İstanbul gibi kent merkezlerine yönelik imar planları rant ve yağma zihniyetinin kusursuz bileşimi gibi. Ülke insanını, yerin üstünü, altını satılığa çıkaran bir iktidarla karşı karşıyayız.

GERİCİ ZİHNİYET HAYATI SARIYOR

İktidar eğitimden sağlığa, kültürden spora kadar yaşamın her alanını gerici bir zihniyetle kuşatmaya çalışıyor. Son olarak yeni müfredatın hayata geçirilmesiyle birlikte eğitimde bilimin son kırıntıları da yok edildi. Hurafeler ve yanlış bilgilerle dolu bir müfredatla çocukların geleceği şekillendirilmeye çalışılıyor. Bu zihniyetten uzaklaşmaya çalışan veliler ya özel okullara yöneliyor ya da soluğu yurt dışında alıyor. Tabi olanağı olanlar. Yoksul aileler için imam hatip okulları mecburi adres haline gelmiş durumda. AKP, gençliği 22 yıldır bir türlü istediği şekle sokamadı. Şimdi bu müfredatla hem öğrencilere hem öğretmenlere şekil vermeyi hedefliyor. Tarikat ve cemaatleri Türkiye’nin tek sivil toplum örgütü gibi göstermeye çalışanlar ülkenin maddi kaynaklarını da onlara aktarmaktan çekinmiyor. Protokol adıyla tüm eğitim kurumlarını gericilere açan karanlık zihniyet mezuniyet balolarında gençlerin giydiği kıyafete karışma cüretini bile gösteriyor. Yargıdan, sağlığa alanına kadar birçok kamu kurum ve kuruluşu tarikat-cemaatler tarafından paylaşılmış durumda. Bu durum her mesleği itibarsızlaştırırken işini yapmak isteyenlere adeta savaş açıldı. Türkiye yetişmiş işgücünü yabancı ülkelere Türkiye’nin altını, üstünü kasasını boşalttılar. Faiz ve enflasyon oyunuyla halkı yoksullaştırdılar. Daha onlarca yıl boyunca ödeyeceğimiz garanti ödemeli projeler yaptılar. Havaalanları, köprüler, hastaneler, yollar boynumuza vurulan pranga oldu. Sadece bu projelere sadece yapılan harcamalar, 2023 yılı itibarıyla 142.5 milyar lira oldu. Yine 2023 sonunu veri olarak bazı rakamlar verelim. 2023 yılında Türkiye'nin merkezi hükümet bütçesi, 1.37 trilyon lira (yaklaşık 59 milyar dolar) açık verdi. Bu, önceki yıla oranla yaklaşık yedi kat artış demek oluyor. Kur Korumalı Mevduat sisteminin 2023 bütçesine olan maliyeti yaklaşık 95.3 milyar TL. 2023 yılı itibarıyla Türkiye'nin toplam dış borç stoku 500 milyar dolara ulaştı. Bu tablonun tek sorumlusu iktidar. Şimdi Mehmet şimşek ve Erdoğan el ele verip tüm bu yıkıntının vebalini yurttaşın üstüne yıkmak istiyor. Enflasyonun nedeni düne kadar faizlerken bugün çalışanın maaşı oldu. Faiz yükseldi maaş düştü. Şimşek yeni vergilerle boğazımıza çökmeye hazırlanıyor. kişinin aklında. O ifşaa sürecinde ismi geçenler ya da olaylarla ilgili hiç bir şey yapılmadığı gibi herkes yerini muhafaza etmeyi bildi. Hatta bazıları terfi bile aldı. Süleyman Soylu hariç. kaptırdı. Öyle ki 2023 sonundan bu yana sadece sağlık alanında Türkiye’den yurt dışına çıkan hekim sayısı 401 oldu. Göç tüm hızıyla devam ediyor. Rejime karakterini veren başlıklardan biri de kadına bakış açısıdır. İstanbul Sözleşmesi’nin iptali, yeni yasa çalışmalarının arkasında hep o karanlık zihniyet var. Kadınlar bu zihniyetinin karşılığını hayatları ile ödemeye devam ediyorlar. 2023 yılında erkekler tarafından en az 315 kadın öldürüldü. Yine, aynı yıl içinde 248 kadın şüpheli şekilde hayatını kaybetti. Eşitsizlik sadece evin içinde değil. Türkiye’de kadın istihdamı yüzde 32 seviyelerinde. Bu oran erkekler için yüzde 70’ler seviyesinde. Yine kadın yönetici konusunda da Türkiye çok gerilerde. Diyanet İşleri Başkanlığı tüm bu gerici organizasyonun tam merkezinde yer alıyor. Bir anlamda toplumda oluşan huzursuzluğu dinle perdelemeye çalışırken diğer yandan da iktidarın her koşulda işine yarayacak yurt içi ve dışında gerici örgütlenmenin zeminini hazırlıyor. Tüm bu başlıklar ve burada yer veremediğimiz onlarca gelişme de gösteriyor ki Türkiye toplumu boğucu bir iklimin içinde çürümeye terkedilmiş durumda.
(BİRGÜN)