1 Ağustos 2024 Perşembe

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -1 Ağustos 2024-

 

Bir ‘acayip’ seçimler -Ergin Yıldızoğlu-

Son haftalarda ABD başkanlık seçimleri üzerine yazıyorum. Kimi dostlar “Bize ne? Ne halleri varsa görsünler” diyor. Oysa, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde, ABD seçimleri, “süreç olarak faşizm” üzerinde düşünmeye yardım edecek değerli ipuçları sunuyor.

                                        ***

Kamala Harris’in, Demokrat Parti’nin kampanyasını ve örgütünü, taban desteğini canlandırmasıyla, birçok kamuoyu yoklamasında Trump’ın önüne geçmeye başlamasıyla seçim yarışı hızlandı. Harris, Trump ile Biden arasındaki yaş ve “baş” (“kim daha az bunamış” gibi) dengesini tersine çevirdi. Demokratlar seçimleri kazanabileceklerine inanmaya başladılar. 

Trump’ın ve başkan yardımcısı adayı olarak seçtiği Vance’ın “acayiplikleri” daha bir görünür oldukça, Demokrat Parti bu “acayiplikleri” çok etkili bir propaganda teması olarak kullanmaya başladı: “These people are weird” (Bu insanlar acayip). Diğer taraftan, weird, eski (11-16 yüzyıl) İngilizcede, Almanca kökenli wyrd sözcüğü, “kader”, anlamına da geliyor. “Acayip” olanlara yakından bakınca “süreç olarak faşizmin”, hatta Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü’ndeki “Gilead” rejiminin çok bildik özellikleriyle karşılaşıyoruz. 

BİR ‘FAŞİST DARBEYE’ DOĞRU

“Bir kişiye bir oy bir kez” sloganını, ilk kez Cezayir iç savaşının arifesindeki seçimlerde siyasal İslamın liderliğinin ağzından duymuştuk. Şimdi, aynı anlayış, ABD başkanlık seçimleri öncesinde karşımıza çıktı. Geçen cuma günü Trump, Hıristiyan milliyetçilerine (faşistlere) konuşurken “Güzel Hıristiyanlar sizi seviyorum, gidin bana oy verin. Bir daha oy vermek zorunda kalmayacaksınız, her şeyi o kadar iyi bir şekilde ayarlayacağız ki bir daha oy vermek zorunda kalmayacaksınız.” Gerçekten “acayip” ama, Vance’ın “ABD, Roma İmparatorluğu’nun cumhuriyet döneminin son günlerini (MÖ 75) anımsatıyor” (öyleyse bir Sezar gerekiyor) saptamasıyla uyumlu. 

“Acayiplikler” bununla sınırlı değil. Trump, cuma konuşmasından bir gün önce, “O kadar çok oyumuz var ki oya ihtiyacımız yok. Halkıma oylara ihtiyacım olmadığını söylüyorum. İhtiyacımız olan tüm oylara sahibiz. Oylara ihtiyacım yok. Hiç kimsenin sahip olmadığı kadar çok oyumuz var. Oy vermek zorunda değilsiniz, endişelenmeyin” diyordu. 

Sakın, Trump seçimi kazanmak için oya, başkan olmak için de seçimi kazanmasına gerek olmadığını düşünüyor, sonucu oylardan başka bir şeyin belirleyeceğine inanıyor olmasın! 

Geçen hafta Rolling Stone dergisi, en kritik eyaletlerde seçim güvenliğine, önceki seçimlerin sonuçlarını kabul etmemiş 70 Trumpçı atandığını, atamaların devam ettiğini aktarıyordu. Trump, bu kez eyaletlerin, seçim sonuçlarını tasdik etmeyeceğine, kargaşa çıkınca da yüksek mahkemenin kendisinden yana karar vereceğine inanıyor. Kısacası, ABD’de “süreç olarak faşizm” seçimi kazanmaya değil, darbe yapmaya hazırlanıyor.

PROJE 2025

Bu darbenin ve sonrasının planını da Heritage Foundation’un, devleti ve toplumu yeniden yapılandırma tasarımı “Project 2025” başlıklı kapsamlı metin sunuyor. Trump, şimdilerde bundan “haberim yok” diyor ama önceleri övüyordu: “Heritage Foundation’un sadece iki yıl önce başlamış küçük projeleri inanılmaz bir iş çıkarıyor... hareketimizin, hareketinizin yapacaklarına dair zemin ve ayrıntılı planlar hazırlıyorlar.” 

Heritage Foundation’un başkanı Kevin Roberts de “Project 2025”in önsözünde “Bu büyük ‘Awokening’e (‘Woke’ faşistler açısından, tüm ilerici değerleri tanımlayan bir kavram- gerçekteyse haklar ve özgürlükler alanında bir uyanış demek- EY) son vermeyi, çocukları bu fikirlerden kurtarmayı, (1970’lerin, sivil haklar hareketinin öncesine dönmeyi) kültürü geri kazanmayı ve Amerikan karşıtı solu içeride ve dışarıda yenmeyi amaçlıyoruz” diye yazmış. Bu Hıristiyan milliyetçi planın kadınların hakları üzerine getirmeyi (kürtajı tüm ülkede kesin olarak yasaklamak gibi) amaçladığı yasakları düşününce de ortaya, klasik faşizm+Gilead gibi adeta kâbus ötesi bir rejim tasarımı ve bunu bir darbe ile kurma projesi çıkıyor.

Karşımızda, yalnızca ABD’de değil dünyada solu, kadın haklarını hedef alan bu proje var. Bu projenin, potansiyel taklitçilerini, olası “Amerika’da da var” açıklamalarını düşününce, “Bize ne? Ne halleri varsa görsünler” demek akıl kârı değil. “Acayip” mi “kader” mi 96 gün sonra belli olacak!

                                                       /././

Trump ve ‘Exurbia’ -Ergin Yıldızoğlu-

Kadınlara sarkıntılık etmekle övünüyor, evangelist, Hıristiyan milliyetçileri onu destekliyor; 32 suçtan mahkûm oldu, hukuk ve düzen taraftarları onu savunuyor... Donald Trump’ın, taraftarları siyasi bir bilmece; anlama çabaları devam ediyor. 

Son olarak David Masciotra’nın, Exurbia Now: The Battleground of American Democracy (2024), (Exurbia: Amerikan Demokrasisinin Savaş Alanı) adlı eseri, “süreç olarak faşizmin” 21. yüzyılda ABD’de yeniden şekillenen (ilk şekillenme dönemi 1920-1930’lardı) toplumsal tabanının özelliklerini tartışıyor. 

EXURBİA

Masciotra, “Exurbia” (şehirlerin, banliyölerinin dışında, ama kırsal olmayan bölgeler) demokratik haklar ve özgürlükler mücadelesi içinde kritik savaş alanlarına dönüştü diyor. ABD’de “exurbia” alanlarda son yıllarda hızlı bir büyüme yaşandı. Buraları ulusal siyaset, kültür alanında giderek daha etkili hale geldi. “Exurbia”, ağırlıklı olarak bireyciliğe, mülkiyet haklarına ve muhafazakâr değerlere özellikle önem veren beyaz bir orta sınıftan oluşuyor. “Exurbia”nın büyümesi, siyasi güç dengesini ve genellikle de ulusal seçimlerin sonuçlarını belirlemeye başlamış. 

Trump’ın toplumsal tabanı ağırlıklı olarak “exurbia” sakinlerinden oluşuyor. 6 Ocak ayaklanmasına katılanların en belirgin ortak noktası “exubria”dan geliyor olmalarıymış. Ancak Masciotra, bu kesimin siyasi tercihlerinin öncelikle ekonomik kaygılardan kaynaklanmadığını vurguluyor. Bu bölgelerin ekonomik manzarası genelde bir istikrar sunan işlerden ve endüstrilerden oluşuyor, ortalama gelir düzeyi, kentsel bölgelere kıyasla daha düşük ve istihdam/girişimcilik olanakları daha zayıf ama ortalama gelir düzeyi yüzde 15-20 oranında ülke ortalamasının üzerinde. Ekonomik güvensizlik, devlet müdahalesine karşı bir şüpheciliği, öz yeterlilik anlatısını besliyor, muhafazakâr değerleri daha da pekiştiriyor. “Exurbia”da en önemli sosyalleşme alanlarını dev evanjelik kiliseler ve kumarhaneler oluşturuyor. “Exurbia” sakinleri, ekonomik sorunların çözümlerinin muhafazakâr politikalarda yattığına inanıyorlar. 

“Exurbia”daki geleneksel aile yapıları, dini inanç ve topluluk uyumu (ırkçılık, yabancı korkusu) gibi kültürel değerler, bu kesimi muhafazakâr platformlara, siyasi liderlere, güncel olarak da tüm zaaflarına karşın Trump’a yönlendiriyor. Bu bölgelerin kültürel homojenliği, bu homojenliği tehdit eden gelişmelerin yarattığı gerginlik, kentsel merkezlerde görülen ilerici değişimlere karşı direnci artıran bir kimlik duygusunu besliyor. Bu kimlik, beyaz-Hıristiyan, erkek egemen bir dünyanın (ulusun) giderek kaybolmakta olduğuna ilişkin bir inancı, “melankolik” bir boyutu içeriyor. 

Masciotra, çalışmasında, bu bölgelerdeki siyasi güç yoğunlaşmasının, ulusal politika üzerinde orantısız bir etkiyle ulusal çapta hakların ve özgürlüklerin sınırlanmasını, diğer demografik grupların marjinalleşme riskini artırarak demokrasinin temel ilkelerini zayıflatılmasını getireceğini söylüyor. 

Masciotra, sadece bu eğilimlerin kapsamlı bir analizini sunmakla kalmıyor, aynı zamanda demokrasinin daha geniş anlamlarını da düşünmeyi öneriyor. “Exurbia”nın yükselişi, ilerici demokratik güçlerin, bu bölgelerle etkileşime girme, onların endişelerini ele alma biçimlerinin de yeniden bir değerlendirilmesini gerektiriyor. Artmakta olan demografik çeşitlilik, nesil değişiklikleri gibi demografik dönüşümler, yeni istihdam, yatırım olanakları gelecekte “exurbia” sakinlerinin kültürel eğilimlerini, siyasi önceliklerini etkileyebilir. Ayrıca medya ve teknolojinin etkisiyle devam eden kültürel evrim, “exurbia”nın muhafazakâr kalesini yavaş yavaş yıkabilir. Ancak bu seçimlerde “exurbia” Trump’ı, MAGA hareketini, dolayısıyla “süreç olarak faşizmi” besleyen önemli bir etken. 

Masciotra, “bu yeni siyasi dönemin karmaşıklıklarında yol alırken, ‘exurbia’ gibi bir kültürel-siyasi savaş alanını anlamanın demokrasi güçleri açısından hayati önemini” vurguluyor: Bu bölgeler sadece coğrafi konumlar değil, aynı zamanda kültürel ve siyasi dönüşümün merkezleridir. Masciotra, “exurbia”nın özgün dinamiklerini tanıyarak, ele alarak, Amerikan halkının çeşitli dokusunu gerçekten yansıtan daha kapsayıcı bir demokrasi için mücadele etmek gerekir diyor.

                                                     /././

Haniye suikastının üç hedefi -Mehmet Ali Güller-

Seçimden yararlanarak ABD Kongresi’nde konuşan ve Washington’dan tavizler koparmaya çalışan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD dönüşünde “bölgesel savaş” kışkırtıcılığı için düğmeye bastı.

İsrail’in Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye’yi Tahran’da öldürmesiNetanyahu’nun şu üç hedefine işaret ediyor:

NETANYAHU ATEŞKESİ HEDEF ALDI

1) İsrail Başbakanı Netanyahu’nun amacı, ne pahasına olursa olsun  iktidarda kalmak. Bu amaçla Gazze’de ucu açık siyasi ve askeri hedeflerle saldırı stratejisini sürdürüyor. Öyle ki “ertesi gün” belirsizliği,  Netanyahu ile ordu arasında gittikçe daha da derinleşen bir çelişkiye dönüşmüş durumda.

Öte yandan Biden yönetimi ve Demokrat Parti ise Gazze’deki saldırının uzaması ve soykırıma varması nedeniyle rahatsız. Zira durum üstelik seçim öncesinde, ağırlaşan bir iç kamuoyu baskısına dönüşmüş durumda. Ayrıca Washington, tablonun Körfez ülkeleriyle ilişkilerini de gittikçe sorunlu hale getireceğini görüyor. 

İşte Biden yönetimi bu amaçla bir ateşkes planı açıkladı. Ancak Netanyahu ateşkese direniyor; çevresinden dolanıyor, yeni şartlar ileri sürüyor, müzakereleri çıkmaza sokmaya çalışıyor.

Netanyahu, Haniye suikastıyla ateşkes baskısını kaldırmayı amaçlıyor.

NETANYAHU İRAN’I KIŞKIRTIYOR

2) İsrail, Hamas lideri İsmail Haniye’nin daha önce ailesini hedef almış, üç oğlu ile dört torununu öldürmüştü. Ancak bu kez Haniye’yi, üstelik İran topraklarındayken hedef aldı. Yani İsrail yönetimi Haniye suikastıyla doğrudan İran’a mesaj verdi. 

Netanyahu, Aksa Tufanı’nı fırsata çevirerek İran’a karşı saldırıya çevirmek istemişti. Kuşkusuz bunun için ABD’ye, hatta İngiltere ile diğer Atlantik müttefiklerine ihtiyacı vardı. Ancak ABD buna birkaç nedenle karşıydı. Bir kere İran öyle kolay lokma değildi ve Ukrayna cephesine yeni bir cephe ekleyebilecek bir Amerikan gücü de yoktu. 

Netanyahu ABD’yi bölgeye çekebilmenin yolunun İran’ı kışkırtmaktan geçtiğini görerek bir kaç deneme yaptı: Suriye’deki İranlı komutanları hedef aldı, İran’ın Suriye’deki diplomatik temsilciliğini vurdu. İran, savaş açmadan  “ölçülü bir yanıt” ile İsrail’in oyununu bozdu. Bu süreçte ABD ile İran, İsviçre’de gayriresmi görüşmeler yaparak bölgesel bir savaşın önlenmesinde uzlaştılar.

Netanyahu, Hamas lideri Haniye’yi Tahran’da öldürerek İran’ı yine kışkırtmaya çalışıyor, yanıt vermeye zorluyor.

HAMAS’I DİZAYN ETME HEDEFİ

3) Gazze’de Hamas’ın bitirilemeyeceği ortada. Nitekim son dönemde çeşitli İsrailli yetkililer de bunu açıkça ifade etmeye başladılar.

Netanyahu, Haniye suikastıyla Hamas’ı dizayn ederek örgütte yeni bir liderlik oluşmasını amaçlıyor. Netanyahu böylece Hamas’ın gücünü zayıflatmayı ve günün sonunda masaya daha deneyimsiz bir Hamas liderliğinin oturmasını sağlamayı hedefliyor.

İSRAİL TERÖRÜNE KARŞI NE YAPILMALI?

İsrail, bir terör devleti olarak düzenlediği suikastlar ile sadece Ortadoğu için değil, tüm dünya için bir sorundur. Bu nedenle Çin’den Türkiye’ye, Brezilya’dan Güney Afrika’ya tüm ülkeler Gazze çabalarını birleştirmelidir. İsrail’in bu saldırısına karşı Birleşmiş Milletler (BM) harekete geçirilmelidir.

İsrail’i bu tür saldırılardan caydırmak için en sert tedbirler alınmalı, Netanyahu soykırımdan, insanlığa karşı suçlardan, savaş suçlarından, terörden ve suikastlardan hızla yargılanarak cezalandırılmalıdır.

İsrail devletinin soykırım, terör ve suikastlarına karşı “Filistin’in tanınması”  çabaları hızlandırılmalı, AB devletlerinin geçen aylarda başlattığı  “tanıma”   sürecinin genişletilmesine uğraşılmalıdır.

                                                          /././

Erdoğan’ın piramidi -Mehmet Ali Güller-

Tayyip Erdoğan iktidarı boyunca bir “AK-piramit” oluşturmaya çalıştı ve bunda da önemli ölçüde başarılı oldu. Zaten başarılı olabildiği için de hâlâ belli bir oy oranını koruyabiliyor. 

Peki nedir bu piramit? 

CENNETLE KANDIRILAN YOKSULLAR

En altta, tabanda, yoksullar var: O yoksullara kömür, makarna vb. yardımlar yapılıyor, yeşil kartlar dağıtılıyor ve ölmeyecek kadar yaşaması sağlanıyor. Tüm bu “yardımlar” da Erdoğan’ın lütfu gibi sunuluyor. Böylece yoksullara “yardımın sürmesi için AKP’ye oy vermeye devam etmesi  gerektiği” söylenmiş oluyor. 

Peki yoksullar buna nasıl rıza gösteriyor? Hegemonya-rıza ilişkisinde birçok parametre var elbette ama toplumumuz açısından öne çıkanı din. Yoksullara Diyanet, tarikat ve cemaat eliyle her gün şu propaganda yapılıyor: Sabredin, cennette ödüllendirileceksiniz! 

Evet, bu propagandayı her gün çeşitli yollarla yapıyorlar. En tipik örneklerden biri, Cübbeli Ahmet Hoca’nın sözleridir: “Fakirler, zenginlerden 500 sene evvel cennete girecekken nasıl zengin olmak istenir?”  Böylece piramidin altındakiler, üstündekilerin zenginliğini sorgulamamış  olur! 

SEÇİLMİŞLER

Piramidin ortasında, çeşitli katmanlar halinde orta sınıflar vardır. Bunlar özetle, piramidin üstünde yer alanların lütfu üzerinden iş, aş, ev sahibidirler. Liyakatları ile değil, AKP teşkilatlarının oluruyla kamuda, özelde, belediyede iş sahibi olurlar. Böyle olunca da ne altındaki yoksulların dertleriyle dertlenirler ne de üstündekilerin zenginliklerini sorgularlar. 

Piramidin üst kısmında ise çeşitli katmanlar halinde zenginler vardır. En alt katmandakiler, vakıf-belediye vb. yollarla geliri artırılan, 20 yıl önce oturduğu Fatih’ten İstanbul’un yeni semtlerindeki lüks sitelere taşınanlardır. Bir üstündeki daralan katmanda, kamu ve özelde aynı anda birkaç koltuk sahibi yapılan  seçilmişler vardır. Üstünde de ihale yoluyla zenginleştirilen, klasik İstanbul sermayesinin karşısına konumlandırılan “yeni zengin sınıf” vardır. 

ALTI KATLI PİRAMİT: AKP

Bu piramidin özelliği şudur: Yukarıdan aşağıya “lütufla”, aşağıdan yukarıya “rıza” oluşturulur. Bu piramit anlaşılmadan ne Erdoğan’ın belediyelerden borç tahsil etme hamlesi anlaşılır ne de “Sermaye düşmanlığına fırsat vermem” sözleri... 

Erdoğan AKP’nin 20 yıl yönettiği, borçlandırdığı, Sayıştay’ın uyarılarına rağmen borç tahsili yapılmasını engellediği belediyeler muhalefete geçince, borçların tahsilini anımsadı! Çünkü o borçlar, AK-piramidin alt ve ortasının inşasında oluştu. Çünkü şimdi “bazı” belediyeler o akışı “kısmen” bozuyor. 

Erdoğan’ın “Sermaye düşmanlığına fırsat vermem” demesi ise piramidin tepesiyle ilgili. Erdoğan hem “yeni zengin sınıfı” oluşturarak hem de klasik zengin sınıfı gözeterek ve memnun ederek bir sistem kurdu. O sistemin sürebilmesi, iktidarının sürebilmesinin dayanağı. O nedenle son 10 yılda bu sınıfın 7.5 milyar TL’lik vergi borcunu sildi, o nedenle OHAL’i “grevlere karşı” patronların çıkarı için kullandı, o nedenle ülke ekonomisini krize sokmak pahasına finans kapitali (mali sermayeyi) besledi, kur korumalı mevduat yoluyla Hazine’den bankalara para akıttı. 

Kısacası AKP düzeni, “Altı Katlı Piramit” düzenidir. Muhalefet piramidin en tepesindeki “beşli çetelerle” uzlaşarak değil, o çetelerle mücadele ederek düzeni bozabilir. Ve en üst kattakilerle mücadele ettiği ve geliri katlara adil dağıtabileceğini gösterebildiği oranda alt kattakileri kazanabilir.

                                                          /././

Bilimin dine dinin bilime ihtiyacı yok(II+III+IV) -Özdemir İnce-

(II)
İslam ulemasına göre bilgi Kuran’dadır ama Kuran’da dünyanın düz olduğu yazar. Yazar, çünkü Kuran’ın indiği dönemde dünyanın düz olduğuğuna inanılıyordu. Bu işi uzatmadan kestirip atmak için 15 Ekim 2008 günü Hürriyet gazetesinde yayımlanan “Dünya düz müdür?” başlıklı yazımı okuyalım:
 
[5 Ekim 2008 Pazar günü yayımlanan “Harun Yahya safsatası ve evrim” başlıklı yazım müthiş bir e-posta saldırısına uğradı.

Selim Can adlı çok zarif bir okur, “Bu Darvin denilen bilmem neden başka akıllı gelmemiş mi bu dünyaya? Bu Yahudi pezevenkten başka yani. Ve buna inanan salaklara ne diyeceksin? Aslında bu DİNSİZ KİTAPSIZ HERİFİN gayesi planlı ve programlı olarak dinleri inkâr etmek, başka bir şey değil onun bu sergilediği soytarılıklar” diye buyuruyor.

Gönderilen e-postaların çoğu bu minvalde. Bu insanları yetiştiren 50 yıldır TC Milli Eğitim Bakanlığı! Yetiştirmeye devam edeceği yaptığı işlerden anlaşılıyor. Aynı yazının son bölümü de tepkiye yol açtı. O bölümde şöyle diyordum: “Bilimi dinin sınavına, dini bilimin sınavına sokmak saçmalıktır. Bilimi dinselleştirmek, dini inancı bilimselleştirmek de delice bir saçmalıktır. Saçmalıktır ama her dinin her türlü din yobazları bu türden saçmalıkları adım başı yapmaktalar. Aklı başında din adamları din ve bilimin iki ayrı alan olduğunu, bu iki alanın birbirine karıştırılmaması gerektiğini söylüyorlar ve çok iyi ediyorlar. Bilim adamları Tevrat, İncil ve Kuran’ı bilimsel değerlerle inceleyecek olurlarsa toplumda huzur kalmaz. Müslüman din adamlarının Kuran’da dünyanın düz olduğunun yazılı olduğunu savunduğunu biliyor musunuz? ‘Tanrı’nın yeryüzünü düz olarak gökleri de muhafazalı bir tavan şeklinde yaratması, insanların geniş yollarda yürüyerek kolaylıkla seyir ve seferlerde bulunmalarını sağlamak içindir. Tanrı bunu kitabında açıklar.’ (Taberi‘Milletler ve Hükümdarlar Tarihi’, Cilt 1, s.3)”

Fanatik kitle bu bölüme de ateş püskürdü. Kuran varken neden Taberi’den örnek gösteriyormuşum? Ben kimseyi kırmak istemediğim için Kuran’dan örnek göstermedim. Kuran’da elbette dünyanın yuvarlak olduğu ve Güneş’in çevresinde döndüğü yazmıyor.

Peki ne yazıyor ? Şunlar yazıyor:

“Ardından yeri yaydıkça yaydı” (Naziat suresi, 27-33)

“Il a ensuite étendu la terre” (Sourate LXXIX, 30)

“and the earth-after that He spread it out” (The Pluckers, LXXIX, 30)

“Odur sizin için yeri döşek gibi yapan” (Taha suresi, 53)

“Yeri yayan, üzerinde sabit dağlar...” (Rad suresi, 3)

Türkçe’deki Kuran çevirileri, çeviriden çok aşırı yorum içeriyor. Bir çevirmen,  “Sonra da yeri döşeyip yerleşmeye hazırladı” diyor. İkincisi, “Bundan sonra da yeri yayıp deve kuşu yumurtası biçiminde yuvarladı” diye yorumluyor. Üçüncüsü ise “Bundan sonra da yeri döşedi” diye yazıyor. Daha ilginç bir meal çevirisi (!) de var: “Ondan sonra yer küreyi eksenine göre eğip bir elipsoit haline getirerek yayıp döşedi.”

El insaf yani! Ben bunları bildiğimden kimseyi üzmemek için ana kaynağa gönderme yapmadım. Kuran’ın Arapçasında, Fransızcasında, İngilizcesinde “Yeri yaydı” diyor. Bu yayma masa örtüsü gibi yayma anlamında. Din kitaplarını bilimselleştirmek çok tehlikelidir!] (Hürriyet, 15 Ekim 2008)

Ramazan ayı gelince başta Hürriyet olmak üzere (ki bu alışkanlığın mucididir) neredeyse bütün gazeteler ramazan ve din konusunu işler. Ama konuk yazarlar işin aslına asla girmezler: Bütün dinlerde peygamberlere ilkin yoksullar ve ezilenler inanır. Kendilerine seslenmeyen, kendilerini kollamayan birinin dinine neden inansınlar? Bütün peygamberlere, başlangıçta siyasi ve ekonomik iktidarlar hemen muhalefet ederler. Din yaygınlaşınca, onu kabul ederler ve dizginleri ele alırlar.

Ramazan ayında gazetelerde hazırlanan özel bölümlerde yayımlanan teolojik yazıların tamamı, sadece, her türlü iktidarın (siyasal, ekonomik vb.) işine yarar. Türkiye’de de İslamcıların ekmeğine yağ sürer. AKP’ye hizmettir!

Hürriyet gazetesinde bu yılın âlim ve muallimi Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman “Kuran ve Bilim” adlı köşede Kuran’ın bir bilim kitabı olduğunu kanıtlıyor: “Ve evreni (göğü) kuvvetimizle kurduk muhakkak ki onu genişletmekteyiz” (Zariyat Suresi 47)

Not: İlk yazının birinci satırındaki 2022, 2012 olacak.

(III)- 

Nasıl bir evrende yaşadığımız tarih boyunca merak konusu olmuştur. Evrenin kökeni, yapısı ve işleyişine dair birçok iddia ortaya atılmıştır. Muhtemelen tarihte çok az konu bu kadar hararetle tartışılmış olunmasına rağmen görüş birliğine varılamamıştır.

Aristoteles, Batlamyus, Giordano Bruno, Telesio Patrizzi, Galileo Galilei, Isaac Newton gibi Batı biliminin en büyük dehaları yapmış oldukları gözlemler, ortaya koymuş oldukları formüller ve bilimsel uğraşlarıyla evrenin sınırlı-sonlu veya sonsuz olduğunu iddia etmiş, fakat hiçbiri genişleyen dinamik evren modelini öngörememiştir.

20. yüzyıla gelindiğinde Edwin Hubble, gelişmiş teleskobuyla yaptığı gözlemlerinde, tüm yıldız kümelerinin hızla birbirlerinden uzaklaştığını tespit etmiş ve böylece genişleyen dinamik evren modeli ortaya konulmuştur.

Ortaya konulan bu gerçek bir kez daha Kuran’ı tarihsel görüşler ve bilimin verileri karşısında haklı çıkarmıştır. Evrenin genişlediği ilk kez 1900’lü yıllarda ortaya atılmıştır. 1900’lü yıllardan önce ise Kuran dışında bu hakikati ortaya koyan başka bir kaynak yoktur.

Thales, Platon ve Batlamyus’un düşünce mirasına sahip antik Yunan, Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton’lu ortaçağ, Descartes ve Kant ile yeniçağ, insanlık tarihindeki dehaların hiçbiri genişleyen bir evrende olduğumuzu ortaya koyamamışlardır.

Ancak Kuran, ortaya koymuş olduğu tüm iddialarda tarih boyunca haklı çıktığı gibi sürekli genişleyen dinamik bir evrende olduğumuza dair dev iddiasında da haklı çıkarak gerçekten görmek isteyen akıllara ve vicdanlara mucizevi yönlerinden birini daha sunmuştur.1

Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman böyle diyor da 20. yüzyıla gelindiğinde Edwin Hubble   adında bir kâfir, gelişmiş teleskobuyla yaptığı gözlemlerinde, tüm yıldız kümelerinin hızla birbirlerinden uzaklaştığını tespit etmiş ve böylece genişleyen dinamik evren modeli ortaya koymuş da bir Müslüman aynı işi neden yapamamış? Kuran’ı okuduğu halde Müslümanlar neden dalga geçmiş?

Gülünç iddiayı doğru kabul edelim: Önemli olan, önce Kuran’da yazanlardan habersiz o teleskopu yapmak, sonra “genişleyen dinamik evren modeli”ni oluşturmaktır. Bu nedenle Emre Dorman’ın yaptığına safsata ve gevezelik denir.  “Pantalon olmadıysa düdüklü tencere verelim” gibi.

Üstelik bir de aşırı yorum zorlaması yapıyor: Zariyat Suresi’nin 47. ayetinde “evren”  diye bir sözcük yok, “gök” diyor. Bre Emre Dorman, sen Allah’tan daha mı iyi bileceksin? Allah, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk çevirisinde “gök” diyor: “Göğe gelince, onu biz ellerimizle kurduk. Kuşkusuz, biz, genişleticileriz.”

Fransızcaya D. Masson şöyle çevirmiş: “Et le ciel? Nous l’avons solidement construit et nous lui avons donné de vastes proportions.”2

D. Masson’un da aklına “le ciel” (Gök) sözcüğünden sonra parantez açıp içine  “l’univers” (Evren) yazmak gelmemiş.

Zavallı İngilizin de aklına gelmemiş: “And heaven - We built it might, and We extend it wide”3 diye çevirmekle yetinmiş.

Peki Emre Dorman neden çeviri ve yorum asparagası yapıyor? Yapıyor, çünkü din adamları, bütün dinlerde, her zaman sahtekârlık yapmışlardır. Oysa Kuran’ın bilgisi, son surenin (Nas Suresi) indiği günün bilgisiyle sınırlıdır.

Emre Dorman, 31 Mayıs 2017 günü de keşif ve uydurmalarını sürdürüyor:

“Güneş de bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün olan ve bilenin takdiridir.” (Yasin Suresi: 38)

“Güneş’e, Ay’a boyun eğdirdi. Her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. Her işi yoluna koyup düzenler. Delilleri birer birer açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.” (Rad Suresi :2)

Tarihte uzun dönemler boyunca Dünya’nın evrenin merkezinde sabit bir şekilde durduğu, Güneş’in ise Dünya’nın etrafında döndüğü kabul edilmişti. Kopernik ile başlayan ve ardından Kepler ve Galileo tarafından devam ettirilen süreçte ise Güneş’in sabit bir şekilde evrenin merkezinde durduğu, Dünya’nın ise sabit duran Güneş’in etrafında döndüğü kabul edilmişti. Bilimde devrim sayılan bu keşif son derece önemliydi ama gerçekte Güneş’in sabit bir şekilde durduğu kabulü de hatalıydı. Bu hatanın fark edilmesi ise çok sonraları, gelişmiş teleskoplar sayesinde ve kozmoloji biliminin oluşturduğu birikimle gerçekleşecekti.

1 Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman, Hürriyet, 28 Mayıs 2017.

2 D.Masson, Le Coran, Gallimard, Folio classique.

Arthur J. Arberry, The Koran Interpreted, Oxford University Press.

(IV)-

Yapılan bilimsel gözlemler ile Güneş’in sabit durmadığı, aksine hareket ettiği ve Dünya’nın da hareket eden Güneş’in etrafında döndüğü anlaşıldı.

Ayetlerden de açık bir biçimde görüldüğü gibi bu devrimsel keşfe bu gerçeğin fark edilmesinden çok önce Kuran’da dikkat çekilmiştir. Bilim tarihindeki Güneş’in Dünya etrafında döngü yaptığı fikri de Güneş’in hareketsiz bir şekilde durduğu fikri de bilimin verileri tarafından çürütülmüştür.

Yasin suresinin 38. ayeti ise Güneş’in bir hedefe doğru akıp gittiğini söyleyerek doğru modeli ortaya koymuştur. Dolayısıyla Kuran, birçok konuda olduğu gibi Güneş’in hareketini de doğru şekilde açıklayan bilinen ilk kaynaktır.” 1

Gene aynı terane: İki ayetin anlamıyla Emre Dorman’ın yorumunun ne ilgisi, ne ilişkisi var? Uyduruyor! Güneş doğudan doğup batıdan battığı için onun hareket ettiğini (akıp gittiğini) milyonlarca yıldır insanlar görmektedir. Hareket dünyanın dönmesinden mi kaynaklanmaktadır? O başka! Bu hareketi gören ve arabayı keşfetmiş (ilk) insanlar ona “Göğün arabası” adını vermişlerdir. Ve ben de çok gençlik şiirlerimden birinde “Göründü göğün arabası” demişimdir. Kuran (Yasin 38): “Güneş bir hedefe doğru akıp gitmektedir” derken “dünya merkezli” bilgiye uygun olarak doğudan batıya yapılan gündelik yolculuğa işaret etmektedir. Gerisi boş laf! Hurafe üretimi!

                                                        ***

EVRENİN OLUŞUMU2

İnternette evrenin oluşumuyla ilgili, Kuran’ı referans alan yüzlerce yorum var. Bunların tamamı Kuran’a bütün zamanları (gelecek dahil) kapsayan bir ilim kitabı muamelesi yapıyor. Bunlardan, Bülent Pakman-Pakman World sitesinden iki örnek alıyorum:

Evrenin oluşumuyla ilgili bazı Kuran ayetleri:

“[Allah] Gökleri ve yeri yoktan yaratıp donatandır!... Her şeyi yaratandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir!” (Enam 101)]

Yorumcu Pakman, “Gök (sema) kelimesi Kuran’ın pek çok yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır” diyor. Ama neden? Kuran Arapçasında “uzay” ve “evren”  anlamına gelen sözcükler yok mu? Pakman da Dr. Emre Dorman gibi uydurmacılık yapıyor. Allah, en azından Arapça “kâinat” ve “feza” sözcüklerini ve eşanlamlılarını bilmiyor mu?

[“O küfre sapanlar görmediler mi ki gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluşturduk.” (Enbiya 30)]

[Ayette göklerin yerin birbiriyle bitişik yani “ratk” durumunda olduğundan bahsediliyor. Ardından bu ikisi “fatk” fiili ile ayrılıyorlar. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkıyor. Gerçekten de Bing Bang’in ilk anını hatırladığımızda, tek bir noktanın evrenin tüm maddesini içerdiğini görüyoruz. Yani her şey hatta henüz yaratılmamış olan “gökler ve yer” bile bu noktanın içinde “ratk” halindeler. Ardından bu nokta şiddetle patlıyor ve bu yolla maddeler “fatk” oluyorlar. (Bülent Pakman-Pakman World)]

Allah, “O küfre sapanlar görmediler mi ki gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık”  diyor.

Allah, yer ve gökleri ayırdı ise bu, yer ve gökler kendisinden önce de vardı demek olmuyor mu? Bence oluyor. Kendisi yarattı ise ayıracağı iki şeyi neden bitişik yarattı? Hikmetinde sual olunmaz mı? Siz Kuran’ı bilim kitabı yaparsanız, birisi çıkıp benim sorduğum bu soruyu sorar. Bu kafayla, kaynayan suyun fokurdamasından da Bing Bang çıkartılabilir.

Tevrat’ın “Dünyanın Yaratılışı” bölümünde, Allah’ın, yaratılışın üçüncü gününde kara ve denizleri yarattığını yazar. Tanrı, büyük deniz canavarlarını ve öteki deniz canlılarını ise beşinci gün yaratmıştır. Tevrat yazdığına ve Kuran bunu kabul ettiğine göre zaar öyledir. Ama bizler şöyle bir soru sorabiliriz: Beşinci gün yaratılan deniz canlılarının fosilleri nasıl olup da üçüncü gün yaratılan dağların katmanlarında bulunuyor şimdiki zamanda?

Bir başka sorun daha var: “Herkese Bilim ve Teknoloji” dergisinin 60. sayısında (19 Mayıs 2017) yayımlanan bir yazıya göre Güney Afrika’da bir mağarada bulunan insan fosillerine dayanarak “Homo Naledi” adı verilen en yakın atamız 200 bin yıl önce yaşamış. İlk ata sayılan Luci Ana’dan da yaşlı bu fosiller. “Neo” adı verilen Naledi iskeleti şimdiye kadar bulunmuş en eski insan iskeletiymiş... Çok güzel! Evrimin bir kanıtı. Soru şu: İlk yaratılan Âdem ve Havva, 2017 yılında yaşayan insanlara benziyorsa 200 bin yıl ve daha önce yaşamış ve bize benzeyen insanın fosili neden bulunamıyor da “Homo Naledi”nin iskeleti bulunuyor.

[1] Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman, Hürriyet, 28 Mayıs 2017.

[2] Bülent Pakman-Pakman World.

                                                                                 /././

Bağlantısız tarafsızlık -Öztin Akgüç-

Ülkenin hedefi belli dış politikası olmalıdır. Politikada zaman zaman keskin U dönüşler, tutarlı olmayan açıklamalar, yalpalanmalar, lider özentili mesajlar ülkenin dış politikası ve hedefi hakkında net görüş vermemektedir. Bir yanda NATO, öte yanda NATO’ya karşı kurulmuş Şanghay İşbirliği Örgütü’ne yakınlaşma; AB hedefinden BRICS’e giriş girişimleri, çelişkiler, dış politikada hedefi belirlemiyor. Dış politikaya günlük tepkiler, hevesler, duygularla saplantılarla yön verilemez.

Dış politikada U dönüşleri, zikzakları lider övgüsünü eleştiren vekillere, Dışişleri Bakanlığı’ndan “Egemen güçlerin vekili olmayın” suçlaması geldi. Yazılı açıklamada, “Tüm bu gerçekleri görmeden gelerek salt siyasi rant amacıyla mesnetsiz ithamlarda bulunan kesimlerin bölgemize nüfuz etmeye çalışan egemen güçlerin vekilleri haline geldikleri de gözden kaçırılmamalıdır. Adımlarımızın, devletimizin ve milletimizin çıkarları doğrultusunda atmaya devam edeceğiz” deniliyor. Suçlamada, ABD’nin Büyük (Genişletilmiş) Ortadoğu Projesi, Erdoğan’ın eşbaşkanlığı, projede bölge için öngörülen düzenin ılımlı siyasal İslam olduğu, sığınmacı sorunu, görmezden geliniyor; zoraki, bazı çevrelere veya kişiye hoş görünme amaçlı olduğu izlenimini veriyor.

Devletin ve milletin çıkarları, milli ve manevi değerler söylemi nesnel değildir. Yoruma, alalamaya açıktır. Söylemin ardına kişisel beklentiler, çıkarlar, değerler saklanabilir. Genel öznel söylemler yerine, ulusal yararı, değeri açıkça ortaya koymak gerekir. Türkiye’nin dış politikada yararı, tarafsız, bağlantısız olmak, bloklar dışında kalmaktır. Bu, “Yurtta sulh, cihanda sulh” amacının da gereğidir. Tarafsız, bağlantısız kalış, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı dışında kalmasını sağlamıştır. Savaş sürerken ABD Başkanı F. Rooseveltİsmet İnönü’yü savaşa girmeye ikna etmek için Kahire buluşması düzenlemiş toplantıya Büyük Britanya Başbakanı W. Churchill de katılmış, ancak Türkiye tarafsızlığını korumuştur. Churchill, 1943 yılında Adana’ya gelerek Adana buluşması ile de İnönü’yü savaşa girmeye ikna girişiminde bulunmuştur. Ülke iç barışı korunarak bağlantısız, ilkeli, dirayetli davranarak savaş dışında kalınmıştır.

Savaş sonrası ABD Başkanı Truman, Sovyet yayılmacılığını, nüfuzunu önlemek amacıyla “contaiment”; SSCB’yi çevreleme planını uygulamaya koymuş, Batı Avrupa ülkelerine Marshall Planı ile destek sağlanırken Türkiye ve Yunanistan’a ekonomik ve askeri yardım başlatılmıştır. 1949 yılında Washington’da başlangıçta 13 ülkenin katılımı ile oluşturulan NATO Antlaşması; huzur, barışı korumak, güvenliği sağlamak amaçlı olarak açıklansa da aslında SSCB’yi günümüzde Rusya’yı çevreleme planının bir aşamasıdır. En sonunda askeri ve ekonomik yardım programının sona erişiyle Türkiye ve Yunanistan, 1952 yılında NATO’ya dahil oldular.

Türkiye’nin tarafsızlık, bağlantısızlıktan Batı’ya yönelmesinde savaş sonrası SSCB’de Stalin’in Kars-Ardahan dahil toprak, boğazları birlikte kontrol talebi etkili olmuştur. 

Bir bloka dahil olunduğunda, blokla birlikte hareket, karar alma özgürlüğünü kısıtlandığı gibi istenmeyen serüvenlere de sürüklenmek, diğer bloklarla çekişme çatışma riskini de doğurmaktadır.

NATO lideri ABD’nin, emperyal güç, tehdit ögesi olarak ekonomisinin canlılığı için de savaş ekonomisi modunda tutma gereğinin dünya barışı için bir tehlike oluşturduğu dikkate alınmalıdır.

Türkiye’nin askeri ve ekonomik olarak bloklara dahil olmaması, çatışmalar dışında kalması, coğrafi konumu, Türk Cumhuriyetleri ve bazı Balkan milletleriyle yakın ilişkileriyle, bağlantısız, tarafsız bir merkez olması hedeflenmelidir.

                                                   /././

Vahdettin Restorasyonu ‘Yıldız Sarayı’yla Birlikte Vahdettin’i de Kurtarmak!’ -Sinan Meydan-

“Bugün bu makamı işgal eden zat (Vahdettin), bu millet ve memleket için hain bir adamdır. Müsaade buyurunuz, hain bir adamdır.” (Mustafa Kemal Atatürk, 25 Eylül 1920)

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta, restorasyonu tamamlanan Yıldız Sarayı’nın açılış töreninde yaptığı konuşmada, adeta sarayla birlikte Padişah Vahdettin’in tarihsel rolünü de restore etmek istedi. Erdoğan, konuşmasında, Mustafa Kemal Paşa’nın, Samsun’a gitmeden önce, Yıldız Sarayı’nda Padişah Vahdettin’le yaptığı görüşmede, Padişah Vahdettin’in, Mustafa Kemal Paşa’ya  “Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!” dediğini aktararak bir anlamda Kurtuluş Savaşı’nı Yıldız Sarayı’ndan Padişah Vahdettin’in başlattığı algısını oluşturmaya çalıştı. 

Kurtuluş Savaşı’nda İngilizlerle işbirliği içinde Mustafa Kemal’in önderliğindeki milli direnişe karşı elinden geleni ardına koymayan ve savaş sonrasında  “Hayatımı tehlikede görüyorum!” diyerek İngilizlere sığınıp Türkiye’den kaçan Padişah Vahdettin’i aklama çabası, Necip Fazıl’dan Fesli Kadir’e, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığıyla yeni bir tarih yazanların ortak amacı oldu. Bu kapsamda özellikle “Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal’i, Milli Mücadele’yi örgütlesin diye, Anadolu’ya gönderdi!” tezi topluma kabul ettirilmeye çalışıldı. 

ERDOĞAN’IN ATATÜRK’TEN YAPTIĞI ALINTI

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Yıldız Sarayı’nın açılışında yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Atatürk’ten şu alıntıyı yaptı: “Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk… Sağına dirseğini dayamış olduğu bir masa, üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordolarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş! Manzarayı görmek için başımızı sağa sola doğru çevirmek yeterliydi. Vahdettin, unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: ‘Paşa paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmetler ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti) tarihe geçmiştir. O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnla dinliyordum. ‘Bunları unutun!’ dedi. ‘Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir; paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!’”

Erdoğan, sözlerini, Mustafa Kemal Atatürk’ten yaptığı şu alıntıyla sürdürdü:  “Merak buyurmayın efendimiz! Nokta-i nazarı şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim… ‘Muvaffak ol!’ hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra huzurdan çıktım… Ayaklarımızın patırtısını işittirmeden saraydan uzaklaştık.”

Konuyla ilgili ayrıntılı bilgisi olmayan hemen herkes, Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözlerini okuyunca, “Padişah Vahdettin’in, Mustafa Kemal’i, düşmana karşı savaşıp devleti kurtarması için Samsun’a gönderdiğini” düşünebilir. Zaten insanların böyle düşünmesi istendiği için, yıllardır, siyasal İslamcı tarih yazarları tarafından Mustafa Kemal Atatürk’ün -içinde bu sözlerinin de olduğu- o görüşme ile ilgili anlattıkları cımbızlanarak, kesilerek, içinden özellikle bu bölüm seçilerek servis edilmektedir.

Nasıl yani? Dediğinizi duyar gibiyim!

ATATÜRK’ÜN SÖZLERİ SANSÜRLENMİŞ

Evet, başlığı yanlış okumadınız. Yıllardır, Vahdettin’i aklamaya çalışan siyasal İslamcı tarih yazarları, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1926 yılında Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yayınlanmak üzere Falih Rıfkı Atay’a anlattığı anılardaki Vahdettin’le görüşme bölümünü keserek, sansürleyip servis etmektedirler. Vahdettin’in, “Paşa paşa devleti kurtarabilirsin!” sözleri hakkında Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı değerlendirmeyi halktan saklamaktadırlar. Son olarak Yıldız Sarayı’nın açılışında AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın okuduğu metin de işte o kesilmiş, sansürlenmiş metindir. 

Peki, Mustafa Kemal Atatürk, Samsun’a hareket etmeden önce Yıldız Sarayı’nda, Vahdettin’le yaptığı o görüşme hakkında -Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında yer vermediği- hangi değerlendirmeleri yapıyor?  

İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün, o görüşme ve Vahdettin’in “Paşa paşa devleti kurtarabilirsin!” sözleri hakkındaki değerlendirmeleri:  “Ben bu sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin, benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdetin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mıydı? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girmeyi tehlikeli buldum. Kendisine basit cevaplar verdim: ‘Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.’

Söylerken kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında bütün his ve fikirlerini, temayüllerini, sahtekârlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim?

Memleketi kurtarmak lazımdır. İstersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hüküm verdim: Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz (dayanak noktamız), İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tedip edersem (yola getirirsem) Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım…” (Atay, s. 139-140)

İşte Erdoğan, Yıldız Sarayı’nın açılışında yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Atatürk’ün, Vahdettin’in o sözleriyle ilgili bu değerlendirmelerine yer vermedi. 

Mustafa Kemal Paşa’yı, 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya gönderen Osmanlı Saray Hükümeti (Damat Ferit Hükümeti) ondan, gidip düşmana karşı bir milli direniş başlatmasını değil, tam tersine Mondros Ateşkes Antlaşması hükümlerine uygun olarak dağıtılmamış orduları dağıtmasını, silahları toplamasını, Doğu’daki şûralara son vermesini ve Karadeniz’de Pontus çetelerine karşı direnen Türkleri susturmasını, böylece Anadolu’da asayişi sağlamasını istemişti. Bu politikanın amacı düşmana direnmek değil, İngilizlere yaranmaktı. Osmanlı Saray Hükümeti ve Padişah Vahdettin, devletin -devlet derken önce halife-sultanın saltanat hukukunu kastediyorlardı- ancak böyle kurtulabileceğini düşünüyorlardı. Daha doğrusu kendilerini ancak böyle kurtarabileceklerini düşünüyorlardı. 

İşte Mustafa Kemal Atatürk, yukarıdaki değerlendirmesinde bu gerçeğe vurgu yapmıştı. 

Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta, 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gönderilmesi konusuna şöyle açıklık getiriyor: “Onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler. Ne pahasına olursa olsun benim İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe, Samsun ve dolaylarındaki güvenlik olaylarını yerinde görüp tedbir almak üzere Samsun’a kadar gitmem idi. Ben bu görevin yerine getirilmesinin, bir makam ve mevki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O tarihte Genelkurmay’da bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusu ile ilgili emri de ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonra imzalamaya çekinmiş, anlaşılmaz bir biçimde mührünü basmıştır.”

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Atatürk, “Beni Samsun’a, devleti kurtarmam için, Padişah Vahdettin gönderdi” falan demiyor. Tam tersine, kendisinin çok başka amaçlarla Samsun’a gönderildiğini, yetki konusuyla ilgili emri de kendisinin yazdırdığını belirtiyor. 

Dahası! Padişah Vahdettin de “Mustafa Kemal’i, Samsun’a ben gönderdim!” demiyor. Vahdettin, Türkiye’den kaçtıktan sonra 1923’te Mekke’de yayınladığı Beyannamesinde “Mustafa Kemal’i Samsun’a gönderen hükümetin kararına uydum” diyor. 

PADİŞAH VAHDETTİN’İN İHANETİ

Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçip de kendisine verilen 9. Ordu Müfettişliği görevinin tam tersine halkı direnişe çağırınca, halkın silahlarını toplamak yerine halka silah dağıtınca, şûralara son vermek yerine yeni şûralar (kongreler) toplayınca İngilizlerin isteği ile Osmanlı Saray Hükümeti Mustafa Kemal Paşa’yı önce 8 Haziran 1919’da İstanbul’a geri çağırdı, sonra 8 Temmuz 1919’da Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu Müfettişliği görevinden aldı.   Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa askerlikten istifa etti. Mustafa Kemal Paşa’nın rütbeleri de geri alındı.  

Nisan 1920’de ise Osmanlı Saray Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarının katli vaciptir fetvaları yayımladı, sarayın mahkemesi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idamına karar verdi. Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa, Fevzi Paşa, Refet Paşa ve arkadaşlarının idam karalarını onayladı. İngilizlere yaranmak isteyen Osmanlı Saray Hükümeti, doğrudan doğruya Halife-Padişah Vahdettin’e bağlı Halifelik Ordusu (Kuvayı İnzibatiye) kurup Anadolu’ya Kuvayı Milliyecilerin üzerine saldırttı. Bu sırada sarayın paşası Ahmet Anzavur da halife-padişahın emriyle Anadolu’da milli direnişe karşı halkı kışkırtıp isyanlar çıkarmakla meşguldü. Osmanlı Saray Hükümetinin ve Halife-Padişah Vahdettin’in kışkırtmaları sonunda Anadolu’da çok sayıda iç isyan çıktı. Mustafa Kemal Paşa, işgalci düşman ordularıyla savaşmadan önce bu iç isyanlarla büyüyen iç savaşı kazanmak zorunda kaldı.   

ATATÜRK’ÜN VAHDETTİN HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ

Atatürk’ün Halife-Padişah Vahdettin hakkındaki yargısı açıktı. Kurtuluş Savaşı’nda İngilizlerle işbirliği içinde milli direnişe karşı elinden gelen her kötülüğü yapan Vahdettin, Atatürk’e göre de haindir.

İşte Atatürk’ün Nutuk’ta, Vahdettin hakkındaki düşünceleri: “Padişah ve halife olan Vahdettin mütereddi (soysuzlaşmış, yozlaşmış), şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği deni (alçakça) tedbirler araştırmakta…”

“Her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyet ve hayatını, milleti içinde tehlikede görebilecek kadar adi bir mahlukun bir dakika dahi olsa bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne hazindir. Şayanı teşekkürdür ki bu alçak, mirasla geçen saltanat makamından ıskat olunduktan sonra, denaetini (alçaklığını) tamamlamış bulunuyor…”

“Aciz, adi, his ve idrakten mahrum bir mahlûk, kabul eden herhangi bir ecnebinin himayesine girebilir. Fakat böyle bir mahlukun bütün Müslümanların halifesi sıfatını taşıdığını söylemek elbette doğru değildir.” (Atatürk, Nutuk/ Söylev, TTK Yayını, Ankara 1989, s. 1-2, 924-925)

Atatürk, sadece Nutuk’ta değil, Kurtuluş Savaşı devam ederken, 25 Eylül 1920’de TBMM’de de Vahdettin hakkında şöyle demişti: “Bugün bu makamı işgal eden zat (Vahdettin), bu millet ve memleket için hain bir adamdır. Müsaade buyurunuz, hain bir adamdır.” (TBMM Gizli Celse Zabıtları, C.1, s.135-136)

                                                  ***

Sözün özü şu ki, AKP iktidarı, “Yeni Türkiye”ye yeni bir tarih yazma projesi kapsamında Vahdettin’i ak-lama seferberliğini sürdürüyor. Ancak nafile! Siyasal amaçlar doğrultusunda tarihsel gerçekliğe aykırı biçimde yeniden yazılan tarih, sabun köpüğünden farksızdır. 

Öncelikle, “Mustafa Kemal, Atatürk’ün ağzından aktarılan bu sözlerin kaynağı ne” diye sorulabilir. Bu sözlerin kaynağı, Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1926 yılında Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yayımlanmak üzere Falih Rıfkı Atay’a anlattığı anılarıdır. (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Bana Anlattıkları, Cumhuriyet Kitapları, 1998, s. 5)                                              /././

Heybeliada konferansımız: Lozan Barış Antlaşması’na tehditler -Ahmet Saltık-

24 Temmuz 2024, Lozan Barış Antlaşması’nın (LBA) 101. yıldönümüydü.  İnönü Vakfı’nca Heybeliada geleneksel yıllık anma toplantısında çağrılı konuşmacıydık. İlk bölümde LBA’ya dönük güncel ve açık-somut belgesel tehditleri irdeledik. İkinci bölümde ise kritik boyutlara varan küresel sağlık sorunlarını. Vakıf Başkanı İsmet Paşa’nın kızı Özden Toker’e, torunu  Gülsün Bilgehan’a teşekkür ederiz. Toplantıya CHP Genel Başkanı Özgür Özel, N. Tan, Sn. Prof. Dr. İlhan Uzgel de katıldı. İnönü Evi bahçesinde iğne yere düşmüyordu.

LBA, 101. yaşını tamamladı. Demek ki 100 yıllık değildi, hâlâ yürürlükte! İki yıl önce B. Süha Keskin adlı yurttaş CİMER’e başvurdu ve iki soru sordu (20.03.2022, 2201301208 sayı). Resmi yanıt aynen şöyle: “Lozan Barış Antlaşması’nda gizli maddeler bulunmamakta olup, maden çıkarmamıza engel teşkil eden herhangi bir madde yer almamaktadır. (...) Anlaşma metnine bakanlığımızın internet sitesinde bulunan Kaynaklar/Kurucu Antlaşmalar linkinden ulaşılabildiği hususunda bilgilerinizi rica ederim.”

LBA’nın 100. yılı 24 Temmuz 2023’te (geçen yıl) doldu. Ama Türkiye, Cumhuriyetin kurulmasından günümüze yeraltı madenlerini işletmekte. Bu amaçla yüzlerce maden arama ruhsatı verildi. Atatürk döneminde maden aramalarına akçalı kaynak için Etibank kuruldu. MTA (Maden Tetkik Arama) Enstitü-sü de bu amaçla açıldı (14.6.1935, 2805 ve 2804 sayılı yasalar). Görüldüğü gibi madenlerimizin işletilmesi-nin LBA ile 100 yıl engellendiği savı hem yanlış hem de son derece tutarsız. Son olarak Karadeniz’de doğalgaz (20.7.2020), Gabar’da petrol bulunduğu AKP/RTE tarafından açıklandı (01.01.2023). 1955’te işletmeye alınan Türkiye’nin ilk modern rafinerisi olan Batman rafinerisi, o bölgemizde üretilen ham petrol içindi. Bunlar hep, LBA’nın 100. yılı dolmadan oldu Türkiye’de. Acı olan, bunca temelsiz savlara inanan insanların olması ve böylesi bir kof kara propaganda yöntemine başvurulması, iktidarın etkili ses çıkarmaması...

                                                       ***

Ancak... LBA ile ilgili ciddi tehditler söz konusu... İlk olarak AB, Lozan’ı tanımıyor!

Ülkemizin AB’ye katılım görüşmeleri 3 Ekim 2005’te başladı. Aynı tarihte, görüşmelerin ilke ve yöntem-lerini belirleyen “Müzakere Çerçeve Belgesi (MÇB)” kabul edildi. 4. paragrafta azınlıklar vurgusu yapılıyor. Belgede, “AB azınlık haklarıyla ilgili hükümlerin uygulanmasında mevzuatı ve uygulama önlemlerinin pekiştirilmesini ve genişletilmesini beklemektedir...” deniyor. AB, LBA’da tanımlanan üç azınlıktan öte bir arayışta. Bu, ilerleme raporlarıyla daha önce anlaşılmıştı. AB’nin dileği Türkiye’nin ulus devlet yapısını zedeleyecek yeni azınlıklar üretmek! Anlaşılıyor ki AB, bu çabalarını yoğunlaştıracaktır, öyle de olmuştur.

AB, MÇB ile Türkiye’yle adeta hesaplaşmakta!

- MÇB’nin 11. paragrafı ise AB mevzuatına uymadığı gerekçesiyle Türkiye’nin daha önce yaptığı ikili antlaşmalarla uluslararası antlaşmaların sona erdirileceğini belirtiyor. Buna göre Türkiye’nin hangi ikili-uluslararası antlaşmalarının geçersiz kılınacağı belirsiz!? Örneğin KKTC’nin varlığı, 1959-60 Londra-Zürih antlaşmaları, bu paragrafa dayanılarak geçersiz sayılabilir! Ucunun Lozan’a veya Montrö’ye uzanmayacağını kimse güvenceleyemez! Bu bilinçli belirsizlik çok tehlikelidir, neden izin verilmiştir?

BOP kapsamında Irak’ın kuzeyinde eylemli olarak (de facto) yaratılan karakol devlet, gelecekte Türkiye’ye sınır istemleri dayatabilir. Fırat’ın batısında Suriye’nin kuzeyindeki istasyon devlet taslağı da!

- Uyuşmazlıkta, AB MÇB 6. paragrafa göre “anlaşmazlık” Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) taşınacak ve ABD-AB baskısı belirleyici olacaktır. Türkiye UAD statüsüne taraftır ve kararları bağlayıcıdır.

- Gelişmeler ülke bütünlüğümüzü tehdit eden nitelik kazansa bile, MÇB’nin bu paragrafına göre Türki-ye, meşru “askeri güç kullanma” hakkını kullanamayacaktır. BM Antlaşması madde 51 hakkı boşluktadır.

- TSK, “güç kullanmama” diye iki sözcükle devre dışı bırakılmıştır! Bu nasıl bir diplomatik aymazlıktır!?

- Ülke bütünlüğünü korumak için tersi yapılırsa, bu kez AB, MÇB’nin çiğnendiğini ileri sürerek Türkiye ile görüşmeleri askıya alabileceği gibi, geniş kapsamlı yaptırım uygulayabilir. Halen askıdayız…(!)

Asırlık LBA, ülkemizin uluslararası hukukta tapusu ve ulusal tabumuzdur! Son derece özenle, çok büyük titizlik ve ustalıkla korunmalı, kollanmalı, yaşatılmalı ve hiçbir tuzağa kesinlikle düşülmemelidir.

Not: Konuşmamızın videosu için tıklayınız.. https://www.youtube.com/watch?v=-P5gfq_5_-o 

Tüm konuşma metni-fotolar: Lozan Barış Antlaşması 101. Yıl Konferansımız/ Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM

(Cumhuriyet)



soL "KÖŞEBAŞI" -1 Ağustos 2024-

 

Vergide sınıfsallık -Ali Rıza Aydın-

Kapitalizmin yasalarına karşı savaşım işçi sınıfının yasalarıyla verilecek. Bu savaşım verilemediği durumda kapitalizmin yasaları, iyileştirme maskesi altında eşitsizlik üretmeye devam edecek. 

Toplumsal kaynakların sınırlı sayıdaki insanların elinde toplanması ve insanın insanı sömürmesinin başlamasıyla farklı yönetim modelleri ortaya çıkıyor ve halktan kaynak toplanarak gelirin yeniden dağılımının yolu açılıyor.

Günümüzde vergi ve benzeri yükümlülükler denilen bu kaynaklar tarihsel süreçte çeşitli biçimlerle kendini gösteriyor. Kölelik türü bedensel yükümlülüklerde borçlunun bedenini rehin gösterdiği dönemler yaşanıyor. Toprak, ürün, hayvan, silahlı insan gücü gibi çeşitli kaynaklar sınıflı toplumların araçları olarak ele alınırken toplumda “vergi sınıfları” ayrımları da yapılıyor. Seçme ve seçilme hakkı farklı ölçütlerle varlığa ya da vergiye bağlanıyor. Vergiler gelirin, ürünün, toprağın ve diğer kaynakların yeniden dağılımıyla zenginleşmenin, sermaye birikiminin önemli aracı durumuna geliyor. Yönetim ve denetim gücünü elinde tutanların emrindeki memurluk/askerlik benzer zenginliğe bağlanıyor. Yönetim ve denetimi elinde tutanlar halkın mal varlığıyla birlikte emek gücünü, hak ve özgürlükleri de elinde tutuyor. Bir yandan da halktan toplanan kaynakların halka kamu hizmeti olarak dağılması gündeme getiriliyor.   

Yöneticiler tarafından kuralların konulduğu/değiştirildiği uzun dönemlerin ardından 1789’a gelindiğinde Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisiyle, “kamu gücünün sürdürülmesi ve idare giderleri için ortak bir vergi”nin zorunlu olduğu, bu verginin “tüm vatandaşlar arasında güçleriyle orantılı olarak” dağıtılması gerektiği, “bütün vatandaşların bizzat ya da temsilcileri aracılığıyla, ortak verginin gereklerini belirlemek, buna özgürce rıza göstermek, kullanımını izlemek, miktarını, matrahını, tahakkuk biçimini ve süresini belirlemek hakları” olduğu öngörülüyor. 

Bu öngörü, bugüne kadar burjuva devletlerinin “vergi hukuku”nun kaynağı olarak kullanıldı. 1982 Anayasasının “vergi ödevi” başlıklı 73. maddesi de özünü aynı yerden alır. Anayasaya göre, “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır.”  “Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.” Kanuniliğin esnetildiği bir hüküm de unutulmadı. Buna göre; “vergi resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirlediği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapma yetkisi cumhurbaşkanına” verilebiliyor. Yetki başkanlı rejimden önce bakanlar kuruluna veriliyordu.

Vergi konusunda 1789 Bildirisindeki “vatandaşların bizzat ya da temsilcileri aracılığıyla” belirleme hakları artık bütünüyle temsilcilerde. Yasama organı ve kanunla yetki verme yoluyla yürütme organı olan cumhurbaşkanı vergi konusunda belirleyici. Vergilerin mali güce göre toplanıp toplanmadığı, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, nerelere nasıl kullanıldığı konularında halkın toplumsal denetim hakkı yok. Denetimi bütçe ve kesinhesap kanunları görüşülürken Yasama Organı yapıyor. Halk ancak bireysel olarak hak arama özgürlüğü yoluyla yargıya başvurabiliyor. Bir de Anayasa Mahkemesi tarafından, kendisine iptal davası açılması ya da itiraz başvurusunda bulunulması durumunda anayasal denetim söz konusu. Mükellef hakkı ihlali savıyla bireysel başvuru ise adı üstünde bireysel. Bugünlerde başlayan ihbarcılık da bireysel. 

Bu tür bireysel yolların gidip dayandığı yer devlet, yasama, yürütme ve yargı organları. Ki devlet artık vergi sorumlu ve yükümlülüklerini müşteri olarak görüyor. Vergi konusunda Anayasaya uymayan, Anayasayı uygulamayan devlet. Sermaye sınıfına vergi kolaylıkları, muafiyet, istisna ve indirim sağlayan, bunu yasalarla yapan devlet. Vergi yükünü sermaye sınıfının üzerinden alıp emekçilere yıkan devlet. Kamu giderlerini karşılamak üzere vergi topladığı halde, bu vergiyi sermaye sınıfına çeşitli yollarla transfer eden, gelirin yeniden dağılımında sermaye sınıfını kollayan devlet. Vergi ödemeyen şirketler devletin denetiminde. Bu şirketlerin vergiden kaçınma yolları için kurduğu vakıflar devletin denetiminde. Ulaşım, sağlık, eğitim gibi gereksinmeleri paralı yapan, halktan topladığı kaynaklarla kamu hizmeti yapmak yerine yap-işlet yoluyla patronları zengin eden devlet. 

Emekçilerin hak gasplarına göz yuman, toplumsal üretim araçlarını özelleştirerek halkın elinden alıp özel mülk sahiplerine devreden, kamu hizmetlerini piyasalaştıran, sömürücü düzenini yaşatan, koruyan aynı devlet. Devlet sınıfsal, sermaye sınıfının, sömürünün aracı.

Kamusal gereksinimleri karşılamak için kişi ve kuruluşların mal varlıklarının bir bölümünün kamu gücüne dayanarak devlete geçirilmesi olarak tanımlanabilecek vergi, anayasal kaynağının ve amacının tersine, kamusal gereksinimlerin karşılanması yerine sömürü aracına dönüşmüş durumda. Hem mali güce göre alınmayarak, yükünü emekçilerin sırtına bindirerek hem de kullanımında kamusal gereksinmeler yerine sermaye sınıfına aktarılarak sömürüyü derinleştiriyor.  

Verginin sömürü aracı olarak kullanılmasına yol açacak hukuksal düzenlemelere, işlemlere izin verilemez. 

Kapitalizmin yasalarına karşı savaşım işçi sınıfının yasalarıyla verilecek. Bu savaşım verilemediği durumda kapitalizmin yasaları, iyileştirme maskesi altında eşitsizlik üretmeye devam edecek.                                      /././

‘Kapitalist her ülke potansiyel olarak İsrailleşme eğilimindedir’ -Kemal Okuyan-

TKP Genel Sekreteri Okuyan, İsrail’in, Sovyetler’in dağılmasının ardından kimsenin kural tanımadığı bir dünyanın "örnek devleti" olduğunu belirtti: "En küstah, en kıyıcı, en umursamaz, en zalim..."

Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye’nin İran’ın başkenti Tahran’da kaldığı eve düzenlenen saldırı sonucu öldürülmesine ilişkin TKP’den “orman kanunlarını artık tek kural haline geldiğinin yeni bir kanıtı” yorumu yapıldı.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada uluslararası alana belli kurallar gelmesini sağlayanın Sovyetler Birliği olduğunu hatırlattı, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası kimsenin kural tanımadığı bir dünyaya geri dönüldüğünü ifade etti.

İsrail’in tek ölçütün “güç” olduğu bir dünyanın “örnek devleti” olduğunu belirten Okuyan, bu devletin giderek var olma hakkını ve meşruiyetini yitirdiğini dile getirdi.

Uluslararası kuralsızlıkların kaynağının toplumsal eşitsizlikler olduğunu kaydeden Okuyan “Bu nedenle her ülke potansiyel olarak İsrailleşme eğilimindedir” diye belirtti.

Kemal Okuyan’ın paylaşımı şöyle:

Hamas lideri Haniye’nin Tahran’da öldürülmesi kuralsızlık ve orman kanunlarının artık tek kural haline geldiğinin yeni bir kanıtıdır.

Uluslararası alana belli kuralların gelmesi ve herkesin her istediğini yapamamasını sağlayan, emperyalist sistemin karşısına dikilen Sovyetler Birliği’ydi. Çatışmalar çıkıyor, siyasi cinayetler yine işleniyordu ama herkes silahlanmaya sistematik olarak karşı çıkan, toplumsal adaleti ve eşitliği savunan bir toplumsal sistemin baskısını hissediyor, kendisini çeki düzen veriyor, ayağını denk alıyordu.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra sıcak çatışmaların sayısı bir anda arttı, adım adım kimsenin kural tanımadığı bir dünyaya geri döndük.

Bugün dünyada biricik ölçü “güç”tür.

“Ben gider başka bir ülkede birilerini vururum. Başka bir ülkeyi işgal ederim. Sınırları tanımam. Ben haklıyım çünkü benim çıkarlarım her şeyin üstünedir...”

İsrail işte bu dünyanın “örnek” devletidir. En şımarık, en küstah, en kıyıcı, en umursamaz, en zalim. Giderek var olma hakkını, meşruiyetini yitiren bir ülkeden söz ediyoruz.

Ama unutmayalım, uluslararası alandaki kuralsızlıkların kaynağı toplumsal eşitsizliklerdir. Sorguladığımız, karşısına dikildiğimiz holdingler düzeni, kuralsızlıklar manzumesidir. Bu nedenle kapitalist her ülke potansiyel olarak İsrailleşme eğilimindedir.”

(https://x.com/OkuyanKemal/status/1818560888963559690)

                                                         /././

Vasatlaşma çağı -Nevzat Evrim Önal-

Orta sınıf konformizminden nefret etmeli; vasatlığını, kalitesizliğini her fırsatta yüzüne çarpmalıyız. Etraflarına inşa ettikleri savunma duvarlarını yıkmalıyız...

Geçen haftaki yazımızda kapitalist sınıfın kuralsızlık eğiliminin toplumu bir bütün olarak nasıl kuralsızlaştırıp çürüttüğünü tartışmıştık. Bu hafta tartışmamızı, bu durumun kentli ve eğitimli bireydeki sonuçlarına doğru genişleteceğiz.

Günümüz kapitalist toplumunda orta sınıfı “Toplumun, hayatını insan onuruna yakışır biçimde yaşayabilecek maddi koşullara sahip ayrıcalıklı kesimi” olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. Bu ayrıcalık birden fazla biçimde (kendi küçük mülküne sahip olarak, yüksek gelirli bir işte çalışarak vb.) elde edilebilir, dolayısıyla kelimenin gerçek manasıyla bir “sınıf”tan ziyade bir gri bölgeden, arada kalmışlık halinden bahsediyoruz.

Öte yandan orta sınıfa mensup bireyleri birleştiren bir ortak özellik vardır: Sahip oldukları ayrıcalık eğretidir; kapitalist toplumun belirsizliğe, krizlere ve kuralsızlığa eğilimli işleyişi içinde kolaylıkla kaybedilebilir ve birey yavaş yavaş ya da aniden yoksul işçi yığınlarının bir parçası haline gelebilir.   

İnsanın maddi yaşantısı, duygu ve düşüncelerinin temelidir; dolayısıyla orta sınıfın ayrıcalıkları ve bunların eğretiliği, bu sınıfa mensup bireyin haletiruhiyesinin de temel belirleyenidir. Avucun içinde ama akıp giden; yumruğunu ne kadar sıksa o kadar hızlı akan kum tanelerini andıran ayrıcalığın bireyin psikolojisindeki başlıca sonucu strestir. Kentli ve eğitimli birey söz konusu olduğunda bu stres, bitmeyen ve beyhude, aynı zamanda çelişkili bir savunma güdüsü ve konfor arayışı yaratır: Birey bir yanda hayatın onun özerk ayrıcalıklarını koruyacak biçimde kurallı olmasını, diğer yandan bu kuralların onun konforunu ve hazlarını sınırlamamasını ister.

Ama maalesef toplumun tanrıları olan egemen sınıf maddi zenginliğin o kadar büyük bölümünü tekellerine almış ve hep daha fazlasını almaktadır ki, geriye kalan milyonlarca insanın tamamını insanca yaşatacak konfor olanağı mevcut değildir. Bu yüzden kentli ve eğitimli birey kendisini sürekli toplumdan kaçma, konfor alanını toplumun dışında, izolasyonda, yalnızlıkta aramak zorunda bulur.

                                                           ***

Milyonlarca örnekten birini seçelim ve incelemeye devam edelim. 

Tüm Twitter faaliyeti yukarıda anlattığımız haletiruhiyenin dışavurumu niteliğinde olan bir kişi, şöyle özet niteliğinde bir tweet atmış: “Hayatta öncelik daima kendimiz olmalıyız arkadaşlar. Önce kendi iyiliğimiz, önce kendi mental sağlığımız. Bir insan veya fikir size iyi gelmiyor mu, haydi güle güle.”1

Bu düşüncenin bencilliği, kendi ayrıcalıklarını kanıksayan hali meselenin kolay görünen kısmı. İnsanlar, tam da yaşamsal önceliklerinden dolayı, ücretine zam yapmayan ve işten atmakla tehdit eden patronlarına, halden anlamayan ve kiraya yapabildiği kadar zam yapan ev sahibine “haydi güle güle” diyemez. Kolay görünmeyen ve asıl tartışmak istediğim kısım ise şu: Bu her türlü sıkıntıdan kaçma ve dengeyi yalıtık bireyselliğinde arama halinin zorunlu sonucu vasatlaşmadır. İnsan nitelikli düşünceleri, incelikli estetiği ve olgun kişiliği ancak kimi zorluklar çekerek, ayrıca başka insanlara ve fikirlere katlanarak geliştirir ve içselleştirir. Sıradan insanı kalınlığıyla korkutan romanları ya da teorik metinleri, uykusunu getiren senfonileri ya da sanatsal filmleri kendi sıkılganlığınızla ve sürekli dağılmaya çalışan dikkatinizle mücadele etmeden, yani kendi üzerinizde bir disiplin kurmadan okuyamaz, izleyemez, dinleyemezsiniz. Bunları (ve bunlara yönelik eleştirilerinizi) sadece sizi onaylayan değil size itiraz eden, fikir ve değerlendirmelerinizi sorgulayan insanlarla tartışmadan içselleştiremez, “size ait” hale getiremezsiniz. Asabınıza hâkim olma becerisi kazanmadan, yani olgunlaşmadan bu tartışmaları soğukkanlılıkla mantıki sonucuna kadar götüremezsiniz.

Özetle, insanlardan kaçıp ıssızlaştıkça, gelişemezsiniz. İnsanı konfor değil aşılan zorluklar geliştirir. Orta sınıf, baş tacı yaptığı Nietzsche’den en azından bunu öğrenebilirdi, ama belli ki işine gelmiyor.

                                                            ***

İçinde yaşadığımız dönemin düşünsel açıdan da estetik açıdan da ne denli vasat olduğunun farkında mıyız? Kapitalist toplumda (aslında sınıflı toplumların tümünde) düşünce ve estetik üretiminin esasen bir orta sınıf faaliyeti olduğu düşünüldüğünde; vasatlaşmanın sebebinin bu bireysel konfor saplantısı ve tüm zorluklardan tavşan gibi fıtı fıtı kaçma hali olduğuna eminim. Düşünce ve estetik üretenler insanlığı ilerletme ya da tarihe iz bırakma değil kendi bireysel konforlarını sürdürme (yani değişimden ziyade her şeyin olduğu gibi devam etmesi) motivasyonuyla hareket ettikçe; birincil meseleleri üretimlerinin içeriği ve dönüştürücülüğü değil düzen açısından beğenilirliği ve pazarlanabilirliği oluyor. Bu yüzden içinde yaşadığımız çürüme çağının vasatlığı kendisini en belirgin biçimde akademide ve sanatta gösteriyor.

Herhalde bunun ülkemizdeki en çarpıcı örneği edebiyat alanında yaşandı. Terazinin bir kefesine cumhuriyetin kuruluşundan 12 Eylül darbesine kadar geçen yıllarda Türk edebiyatının verdiği anıtsal eserleri; Yakup Kadri’yi, Yaşar Kemal’i, Kemal Tahir’i, Aziz Nesin’i koyun. Diğer kefesine de Nobelli Orhan Pamuk’u, Taraf paçavrasının başyazarı Ahmet Altan’ı, cemaat gelini Elif Shafak’ı, soyadında “t” olmayan katil Emrah Serbes’i yerleştirin. Vasatlığa ve kalitesizliğe teslim olmadıysanız, fark çok açık olacaktır. 

Daha önemlisi ise şu: Bu vasatlaşmanın yaşanabilmesi için 12 Eylül’ün yaptığı alan temizliği, aydın kırımı bir ihtiyaçtı. Cücelerin köy meydanında caka satabilmesi için önce devlerin hapse atılması, sürülmesi, öldürülmesi gerekiyordu. Bu yüzden, günümüz liberal entelijansiyasının 12 Eylül eleştirisi babaya diklenen ve odasına gidip kapıyı çarpan ergen atarı; batı kurumlarına doğru dillendirdiği AKP eleştirisi de büyük ağabeyinden yediği dayağı bire bin katıp ağlaya ağlaya babasına anlatan, kollanıp şımartılmış küçük kardeş mızmızlanmasıdır.

Bu insanların hemen hepsi, gece yatağa yatıp kendisiyle baş başa kaldığında, ne denli niteliksiz olduğuyla yüzleşir. Kırk küsur yıl önce bu ülkenin, taşıdığı buğdayların ağırlığıyla başı eğik duran başaklarla dolu bir tarla olduğunu, 12 Eylül’ün hasata fırsat vermemek için tarlayı sürüp geçtiğini, kendilerinin de bir daha pek sulanmayan bu tarlada biten faydasız otlar olduğunu bilir. Aydın olmadığını ama aydın kanıyla sulanmış topraktan beslendiğini, koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi denen keçinin teki olduğunu bilir.

Tüm bunları bilir, ama kişiliksiz olduğu için ertesi gün uyandığında kaldığı yerden düzeni aklama işine devam eder. 

Ama ayrıcalıkları eğreti olduğu için hep tedirgindir. Bu yüzden vasatlığını dokunulmaz kılmak ister. Bu yüzden eleştirinin her türünü “aydın despotizmi” diye damgalamaya çalışır. Bu yüzden nitelikli niteliksiz her düşüncenin birbiriyle aynı değerde olduğu saçmalığını savunur. Bu yüzden emperyalist merkezlerle kurduğu fon ilişkileri sorgulandığında önündeki mama tası dürtülmüş kedi gibi tıslar. Çünkü ürettiği vasat düşünceler ve vasat estetik düzen tarafından korunup kollanmazsa, kitapları sermayenin zincir kitapevlerinin çok satan raflarına konmaz ve metrolardaki billboardlarda reklamı yapılmazsa, batı akademisinin postmodern düşüncelerini papağan gibi tekrarladığı makaleler kerameti kendinden menkul “prestijli” dergilerde basılmazsa, uyduruk fikirleri “uzman görüşü” diye sermaye televizyonlarında parlatılmazsa alkış alamayacağını ve daha önemlisi, allah korusun, her emekçi gibi geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kalacağını bilir. Bu yüzden kalemi eline her aldığında ya da konuşmak için ciğerlerine her nefes çektiğinde emperyalist hiyerarşide olabildiğince yüksekteki bir egemene yaranmaya, kapısına kul olmaya çalışır.   

“Okumuş karanlık” işte bu vasat alçaklıktan fışkırır.

                                                           ***

Yani orta sınıf haletiruhiyesi ile düşünsel-estetik vasatlaşma arasında diyalektik bir kısır döngü var. Orta sınıf saflarından çıkan ve sömürü düzenini ideolojik olarak desteklemeyi meslek edinmiş entelektüeller, bu düzende hasbelkader ayrıcalıklı bir yaşam sahibi olmuş ve en büyük kaygısı da elindeki bu (düzenin egemenlerinin sahip olduklarıyla karşılaştırıldığında hayli dandik) ayrıcalıkları kaybetmek olan insancıkların kaçış güdülerini ve konfor arayışlarını pışpışlıyor. Düzen de kendisine büyük ideolojik fayda sağlayan bu kısır döngüyü koruyor ve besliyor. Bu yüzden her şeyin kalitesizleştiği bir vasatlaşma çağında yaşıyoruz.

İnsanlığın geleceğine dair biraz olsun dert taşıyan herkes ise bu bataklıkta boğulmamaya, insanlığını yitirmemeye, vasatlığa teslim olmamaya çalışıyor. Ama bu çaba da elde kalan kırıntıları korumaya yönelik ve sonunda kaybetmeye mahkûm. 

Bu yüzden ben çözümün savunma değil saldırıda olduğunu düşünüyorum. 

Bizi kuşatan karanlık, beka stratejisini orta sınıf bireyin ayrıcalıklarını ve konforlarını savunma kaygısı üzerine kuruyor. Çelişkili bir dünyada çelişkisiz hayatlar yaşamaya çalışan, her türlü gerilimden patolojik biçimde kaçanlar huzuru düşünsel ölümde arıyor ve sonunda buluyorlar. Ne var ki üretip yaydıkları ölü düşünceler etkisini sürdürüyor. O zaman biz de buraya saldırmalıyız. Orta sınıf konformizminden nefret etmeli; vasatlığını, kalitesizliğini her fırsatta yüzüne çarpmalıyız. Etraflarına inşa ettikleri savunma duvarlarını yıkmalı, oturdukları camdan evleri taş yağmuruna tutmalıyız. 

Lovecraft haklı; “ölü düşüncelerin tuhaf bedenlerde yaşadığı toprak lanetlidir.” Üzerimize çökmüş laneti kaldırmak için bu hortlakların kalbine kazık çakmalı, cenazelerini gömmeli ve ideoloji dünyasında yeni, devrimci düşünceler için mevziler zapt etmeliyiz. 

                                                                                 /././
Ataması yapılmayan öğretmen mezarlığı: Şantiyeler -Özkan Öztaş-
Ataması yapılmadığı için geçim sıkıntısı yaşayan öğretmenlerin önemli bir kısmı inşaat şantiyelerinde çalışıyor. Kamuoyunda sürekli gündem olan iş cinayetlerinin ardında öyküye yakından bakıyoruz.

"Eskiden bir kıymeti vardı öğretmenliğin..."

Öğretmenlik mesleğinin yaşadığı sorunları konuşurken hemen hemen herkesin etrafından dolaştığı cümle burada düğümleniyor: "Eskiden" diye başlıyorlar ve bugün içine düştükleri hali yabancılaşarak anlatıyorlar. Belki de sadece bu sayede tahammül edebiliyorlar yaşanan onca kötü örneğe. 

Onlarca yıl eğitim alıp üniversitede eğitim fakültelerinde dirsek çürütüp, diplomalarını alıp öğretmenlik mesleğini yapamayanların öyküsü. Artık meslekleri dışında iş bulanlar şanslı sayılıyor. Ataması yapılmadığı için inşaat şantiyelerinde çalışan öğretmenlerin başına gelen iş kazaları artık günlük haberlerin "alışıldık" başlıkları arasında girmiş durumda. 

Yaşananları ve ataması yapılmayan öğretmenlerin farklı uzmanlık alanlarında çalışmak zorunda kalırken başlarına gelen iş kazalarını konunun muhatapları ile soL için konuştuk. 

'En son 10 yıl önce tahtanın karşısında öğrencilere ders verdim'

Ataması yapılmayan öğretmenlerin sorunları kanıksanmış durumda artık.

Türkiye'de eğitim fakültelerinden mezun olan binlerce öğretmen, atanma beklentisiyle yıllarını geçirirken büyük ekonomik ve psikolojik zorluklarla karşı karşıya kalıyor. Öğretmenlerin yaşadığı bu sorunlar, sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal ve ekonomik açıdan da önemli etkiler yaratıyor haliyle. 

Onur 2013 yılında Ankara Üniversitesi'nden mezun bir öğretmen. Sosyal Bilgiler Öğretmeni. Bir süre geçici işlerde çalışmış sonra da köyüne dönmüş. Köyünde tarımda ve inşaat işlerinde çalışarak hayatta kalmaya çalışıyor. Ailesine ait bir evde yaşıyor. Şanslı sayılanlardan yani.

"Bir sürü hayalle gelmiştim Ankara'ya oysaki. Özel eğitim kurslarında ders verirken mesleğimden iğrendim resmen. Buralarda üç otuz paraya çalışacağıma memleketime dönerim diye düşündüm. En azından masrafım olmaz. Şimdi bakınca garip geliyor. Düşünsene en son 10 yıl önce ders vermişim. 10 yıl önce tahtanın karşısında önlüğümü giydim. Şimdi başka birinden bahsediyormuşum gibi geliyor bana. Garip yani."

Onur, 2009 yılında ilk kez üniversiteyi kazandığında memleketin ücra bir yerinde okuma yazmayı öğretme hayali varmış. Belki Türkçe konuşmayı ilk kez öğrenecek, kısa traşlı saçlarıyla, mavi önlükleriyle öğrencilerini hayal ederek başlamış derslerine. Mezuniyetine yaklaştıkça da bu hayalden gittikçe uzaklaştığını söylüyor.

'Kabahat bizdeymiş gibi bir de atanamayan öğretmen dediler adımıza'

"Eskiden bir kıymeti varmış mesleğin. Şimdi de öyle anlatır ya mesleğin büyükleri, köylerde öğretmenlerin kapısını çalan öğrenciler, bir sıcak ekmek biraz peynir getirir falan. Filmlerde görünce gözlerimi kaçırıyorum gerçekten. Ben okula başladığım yıllarda 'Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu' vardı. Eylemlerine katılırdım, destek verirdim. Sonra atanan her biri geride kalanı boğulur gibi bıraktı gitti. Ataması yapılmayan yüz binlerce öğretmen kaldı geride. 

Basında falan çıkıyor ya 'atanamayan öğretmen' diye. Vallahi sinir oluyorum. Bak artık inşaatlarda ya da tarlada çalışıyorum. Öğrendiğim hiçbir şeyi iş hayatımda kullanmıyorum. 25 yaşında şantiyelerin, tarlaların, demirin, çimentonun, pancarın ya da buğdayın cahili olarak başladım çalışmaya. Yaşıtlarım zehir gibiydi. Ben ise soruyorum bu ne tohumu ne ilacı diye. Yazık değil mi onca emeğe. Sonra kalkıp 'atanamayan öğretmen' diyorlar. Kabahat bende mi? İmkan vardı da ben mi atanamadım mesela. Sosyal Bilgiler Öğretmenliği'ne 500 kişi alacaklarsa 30 bin öğretmen yetiştirenler de kabahat yok mu? 

Böyle olunca okuldaki bir öğretmenimiz geliyor aklıma. Kulakları çınlasın. 'Çocuklar sizin bir kabahatiniz yok. Atansanız da atanmasanız da birer öğretmensiniz artık. Bir çoğunuz atanamayacak ama bu sizin öğretmen olduğunuz gerçeğini de değiştirmeyecek' demişti. 

Ama mezun olunca iş baskısı, geçim sıkıntısı, atanan arkadaşlarının sosyal medya paylaşımları, ailenizin 'E sen artık çalışmayacak mısın?' diye gözlerinizin içine bakması çok can yakıcı. İntihar edenler ayrı bir dünya... Şimdi bakıyorum sınıf arkadaşlarıma çok azı öğretmenlik yapabiliyor. Gerisi benim gibi. Hayatta kalmaya çalışıyor." 

Onur bu sözlerle anlatıyor hayatını. Şimdilerde Kırşehir'de. "Ankara iş bulsan gelir miydin?" diye sorunca da "Bugün özel okullarda çalıştığım parayla öğrenci hayatımdaki kaliteyi dahi yakalayamam" diyor gülerek. konuşurken kalite kelimesini vurgulayarak söylüyor.

Yaşadıkları tercih değil bir zorunluluk. Kabahatin öğretmenlerde olmadığı ise herkesin malumu. 

23 yaşında ataması yapılmayan beden eğitimi öğretmeni Fedai Altun inşaat işçiliği yapıyordu. Malatya’nın Yeşilyurt ilçesinde yaşayan Fedai Altun, Dilek Mahallesi’ndeki mezarlıkta elektrik trafosu boyarken hayatını kaybetti.




Cumhuriyeti olmayan bir ülkenin öğretmene ihtiyacı olur mu?

Cumhuriyetin en temel çıktılarından biri eğitimin aynı zamanda bir istihdam politikası olması. Devletin her yurttaşa iş güvencesi vermesi gerektiğine dikkat çekiyor Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay.

Konuya dair soL'a verdiği demecinde, "Bugün bu ülkede eğitim zorunlu mu? Evet zorunlu. O zaman mezunlarının ne iş yapacaklarına da bir çözüm üretmesi gerekir bu düzenin. Ama cumhuriyetin, aydınlanmanın, eğitimin ayaklar altına alındığı bir dönemde mezunlarının da ne iş yapacağını düşünmesini beklemek çok makul değil elbette. Oysa cumhuriyetin temel felsefesinde yurttaşlarının eğitiminden iş hayatına değin geçen süreçte devletin planlaması vardır. Eğitim ile istihdam arasındaki bağ kopmuş durumda. Planlama falan yok. Sonuçta eğitim denilen şey bir yerden sonra mesleki yeterliliği belirler. O zaman eğitimin istihdam ile bağını yeniden hatırlatmak gerekiyor. Bu cumhuriyetin erdemidir ve bu erdem bugün ayaklar altına alınmıştır. Üzülerek belirtmek isterim ki öğretmenlerin mesleklerinden umudu kalmamıştır bugün. Mezunların neredeyse yarısından fazlası iş bulamıyor. İş bulmak bir tür piyango gibi, şans gibi bir şeye dönüşmüş durumda. Olan ne yazık ki bu ülkeye oluyor. Cumhuriyetin kazanımları ayaklar altına alınırsa, eğitimin, aydınlık gelecek yaratmanın, öğretmenlerin ayakta kalması mümkün olur mu?" diyor. 

Ülkede son 20 yılda yaşanan gerici değişimler ve müfredata yapılan müdahaleleri şimdilerde Öğretmenlik Meslek Kanunu ile görevi başındaki öğretmenler için tasarlıyor iktidar. Geriye de tek bir soru kalıyor: Cumhuriyeti olmayan bir ülkenin neden bir öğretmene ihtiyacı olsun ki?

İş kazalarında yaşamını yitiren öğretmenler

Milli Eğitim Bakanlığı'nın yeterli sayıda kadro açmaması nedeniyle binlerce öğretmen, ya düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda kalıyor ya da işsiz kalıyorlar. Öğretmenlerin büyük bir kısmı, geçimlerini sağlamak için geçici ve güvencesiz işlere yönelmek zorunda. Bu durum, öğretmenlerin ekonomik sıkıntılar yaşamasına, borçlanmalarına ve maddi güvencesizlikle başa çıkmak zorunda kalmalarına neden oluyor.

Ataması yapılmayan 26 yaşındaki İngilizce öğretmeni İlyas Bul, 14 Ekim 2023 tarihinde Mersin’de yapımı süren Akkuyu Nükleer Güç Santrali'nin (NGS) inşaat sahasında yüksekten düşerek yaralanmış ve kaldırıldığı hastanede yaşamını kaybetmişti. Bul'un hayatını kaybetmesinin ardından Akkuyu Nükleer A.Şiş cinayetine ilişkin açıklamada bulunmuş ve benzer örneklerde de işçilerin kötü çalışma koşulları nedeniyle sıkça gündeme gelen şirket, iş cinayetinin sorumluluğunu üstlenmemişti. 

İlyas Bul'un yaşadığı sorunları meclis gündemine taşıyan DEM Parti Mersin Milletvekili Ali Bozan da yaşanan iş cinayetlerinin iktidar açısından ne kadar önemsiz olduğunu dile getiriyor. soL'a konuşan Bozan bu durumu şu sözlerle anlatıyor:

"İlyas bul 26 yaşında ataması yapılmayan bir öğretmendi ve Mersin’de yaşıyordu. Ataması yapılmadığı için hiç bilmediği bir iş alanı olan Akkuyu Nükleer Santrali‘nde çalışmak zorunda kaldı. 14 Ekim 2023 tarihinde iş cinayeti sonucu yaşamını yitirdi. Çalışma ve Sosyal güvenlik Bakanlığı’na İlyas Bul'un ölümü ile ilgili verdiğimiz soru önergesine ne tesadüf ki öğretmenlik meslek kanunu görüşmelerinin yapıldığı tarihte cevap verildi. Aslında bize gönderilen bir cevap değildi sadece bir kağıt parçasından ibaretti. Çünkü sorduğumuz hiçbir soruya cevap verilmemişti. Soru önergesine bakanlığın verdiği cevap bile iktidarın iş cinayetlerine ve ataması yapılmayan öğretmenlere bakışını açık şekilde ortaya koyuyor.

26 yaşındaki İlyas Bul olması gerektiği şekilde ataması yapılsaydı, mesleği olan öğretmenliği yapabilseydi bugün yaşıyor olacaktı. İlyas Bul’u öldüren aslında bu sistem ve iktidardı. İktidarın 22 yıllık yanlış eğitim politikaları nedeniyle bugün yüz binlerce öğretmen atama bekliyor. İktidar atama bekleyen öğretmenlerin sorunlarını çözmek bir yana, hali hazırda öğretmenlik yapanların kazanılmış haklarını ellerinden almaya çalışıyor. Aynı şekilde birçoğu ataması yapılmadığı için özel sektörde çalışmak zorunda bırakılan öğretmenlerin sorunlarını da çözmekten çok uzak. Özel sektör öğretmenlerini asgari ücret veya asgari ücretin altında çalışmaya mahkum eden sistemini devam ettirmeye çalışıyor."

Ataması yapılmayan öğretmenler uzmanlıkları dışında çalışırken iş cinayetine kurban gidiyor

Ataması yapılmayan öğretmenler iş bulabilmek için inşaatlarda veya farklı işlerde çalışmak zorunda. Bu da uzmanlık alanlarının dışında çalışan öğretmenlerin iş kazalarına daha çok maruz kalmasına sebep oluyor. 

soL'a konuşan İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) Uzmanı Fide Lale Durak ataması yapılmayan öğretmenlerin deneyim sahibi olmadıkları alanlarda çalışırken güvenlik önlemlerinin patronların inisiyatifine bırakıldığına dikkat çekiyor.

İSG Uzmanı Durak, süreci şu sözlerle anlatıyor:

"İş cinayetleri sonucunda yaşamını kaybeden atanamamış öğretmenlerin genelde inşaat, fabrika ya da madencilik gibi tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde çalıştıklarını görüyoruz. Bu sektörlerde risklerin yüksek ve çok sayıda olması iş kazalarının yaşanma olasılığını ve şiddetini artırıyor. Yani, yaşanan kazaların ölümle sonuçlanma olasılığı birçok çalışma alanına göre daha yüksek. Bu yüzden, tehlikeli ve çok tehlikeli olarak belirlenmiş iş yerlerinde çalışacak mesleklerin bazıları için mesleki yeterlilik şartı getirildi.

2018 yılında yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararnamesine göre; Mesleki Yeterlilik Kurumu (MYK) 'ulusal ve uluslararası meslek standartlarını temel alarak teknik ve meslekî alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek; denetim, ölçme ve değerlendirme, belgelendirme ve sertifikalandırmaya ilişkin faaliyetleri yürütmek için gerekli ulusal yeterlilik sistemini kurmak ve işletmek üzere' kuruldu. Buna göre MYK tarafından mesleki yeterlilik eğitimi ve sertifikası gereken 204 meslek var ve bunların çoğu makine, inşaat, otomotiv, enerji gibi sektörlerde karşımıza çıkıyor. Mevzuat ilk çıktığında madenciliğin olmaması ise dikkat çekiciydi, sonradan eklediler. 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği yasasında ise bu konuya 17. maddede yer verilir. Dolayısıyla, kaynakçı, kalıpçı sıvacı ya da MYK’nin listesindeki mesleklerden herhangi birini yapacaksanız bu sertifika olmadan çalışamazsınız.

Yukarıda sıraladıklarımız elimizdeki yasa ve buna bağlı zorunluluklar. Peki pratikte nasıl işliyor? Öncelikle MYK gerekliliklerini sorgulamak iş yerlerine bırakılmış. Devlet bir yasa çıkarıyor ama bunun uygulanması patronların inisiyatifinde denebilir. Elbette usulüne uygun çalışan iş yerleri de vardır. Ancak en kuralına uygun yerde bile, MYK sorgulaması yapan İSG Uzmanları ile ana işi yönetenler arasında gerilim olur. Mesleki yeterlilik ya gereksiz görülür ya da zaman baskısı ile hemen iş başı yapılması istenir."

Ataması yapılmayan öğretmenler, tahtanın önüne geçip öğrencileriyle buluşacakları günleri artık bir hayal olarak görüyor. İnşaatlarda ve benzeri işlerde çalışıp hayatta kaldıkları süre zarfında bu hayalden gittikçe de uzaklaşıyorlar.

(soL)