25 Nisan 2018 Çarşamba

Baskın seçime götüren dış politik riskler - İBRAHİM VARLI

Erdoğan erken/baskın seçim kararını açıklarken, nedenler arasında ülkenin jeopolitik sorunlarının da aralarında bulunduğu bir dizi krizle karşı karşıya olmasını sıraladı. Seçime, ülkeyi uluslararası/bölgesel gelişmelerin etkilerine karşı korumak için gidildiğini savunmak AKP/Saray rejiminin saplanılan dış bataklığın ve de yaşanılan sıkışmışlığın açık bir itirafı.

İç politika dış politika ayrımının ortadan kaldırıldığı, dış politikadan bir beka sorununun yaratıldığı mevcut siyasi iklimde neo Osmanlıcı, mezhepçi politikaların yarattığı dış politik risklerin iddia edildiği üzere erken seçim kararıyla bertaraf edilmesi mümkün mü?

Yönetemediklerini erken seçim kararıyla deklare eden siyasi İslamcıların baskın seçim hamlesiyle memleketi uluslararası gelişmelerin etkilerinden koruyabilmeleri bu akılla oldukça zor. Ülkeyi Ortadoğu bataklığına saplayan AKP/Saray rejimi ABD ile Rusya arasındaki sürtüşmeden nemalanmaya çalışarak sürdürmeye çalıştığı politikanın sonuna geldi.

Ülkeyi seçim sathı mâiline sokan dış politik riskler neler?

Suriye: Suriye krizinin başından itibaren tarafı olan AKP, Fırat Kalkanı sonrasında Zeytin Dalı Operasyonu ile Suriye masasında Rusya’nın da ön açmasıyla kısmi bir manevra alanı açsa da sıkışmış durumda. ABD ile Kürtler, Rusya ile Şam yönetimi üzerinden bir ayrışma yaşıyor. Askeri operasyonlar ile milliyetçi muhafazakâr reaksiyonu arkasına alarak seçime gitmeyi planlayan iktidar istediği reaksiyonu da alabilmiş değil. Şimdi Menbiç operasyonu üzerinden yeni bir hamle ile hem kitle mobilize edilecek hem de milliyetçi-muhafazakâr histeri yeniden harekete geçirilecek. İdlip, Menbiç, Fırat’ın doğusu derken zorlu bir süreç kapıda.

Irak: Mayıs ayında seçime gidecek olan Irak’ta yeni bir dönemin kapısı aralanacak. Bir tarafta Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile ciddi sorunlar yaşayan Bağdat, diğer taraftan da ABD ile İran arasında bölgesel bir çekişmenin sahasına dönüşmüş durumda. Trump’ın İran’ı çevreleme hamlesinin kilit ayağı olan Irak, Türkiye’yi her alanda etkileyecek dinamikler barındırıyor. Erbil yönetiminin engellenen bağımsızlık hamlesinin her an bir patlamaya yol açması işten bile değil. Kuzey Irak’taki Başika kampı, Akdeniz’e uzanan Kürt petrollerinin transferi, Habur’a alternatif yeni ticaret yolu güzergâhı çözümü bekleyen sorunlar arasında.

ABD-Rusya: AKP/Saray rejimi birbirine rakip iki küresel güç arasında zikzaklar çizerek yol alma arayışında. ABD-Rusya arasındaki bilek güreşinden nemalanmaya çalışan AKP’nin gönlü ABD’den yana olsa da ABD’nin Kürtlerle iş tutmasından dolayı koşullar kendisini Rusya ile birlikte hareket etmeye zorluyor. Ancak bu birliktelik de geçici. ABD ile Kürtler üzerinden, Rusya ile ise Suriye devleti üzerinden yaşanan ayrışma derinleşiyor.

Avrupa Birliği: AKP’nin yol açtığı krizler silsilesi sadece Ortadoğu ile sınırlı değil. Benzer bir kriz de Avrupa Birliği ile yaşanıyor. Avrupa Komisyonu’nun her yıl nisan ayında aday ülke Türkiye hakkında yayımladığı “İlerleme Raporu” yeni bir krize yol açtı. Bugüne kadarki en sert ifadelerin yer aldığı rapor, Ankara’ya AB’nin kapılarını kapatmakla kalmamış, siyasi iktidarın otoriter politikalarını da yerden yer vurmuştur. Demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, ifade özgürlüğünün sınırlanması, baskılar ve tutuklamalar açıkça eleştirildi. Rapor açık bir “gerileme” belgesiydi.

Doğu Akdeniz: Doğu Akdeniz’deki enerji rezervlerinin nasıl ve kimler arasında ne şekilde bölüşüleceğine dair yaşanan anlaşmazlıklar, yeni bir bölgesel krizin kapısını aralıyor. İsrail’den Yunanistan’a, Mısır’dan Lübnan ve Güney Kıbrıs’a bütün bölge ülkeleri gazdan pay kapma yarışına girerken, Türkiye Kuzey Kıbrıs sorunu nedeniyle bu yarışın gerisinde. Güney Kıbrıs’ın adanın tamamı adına yapmak istediği sondaj faaliyetlerine Türkiye’nin yanıtı savaş gemilerini Doğu Akdeniz’e çıkarmak oldu.

Ege adaları: Hiç dinmeyen kriz alanlarından birisi de Ege’deki adalar sorunu. Son günlerde yeniden ısıtılan adalar sorunu, Atina ile Ankara’yı bir kez daha karşı karşıya getirirken, yaşanan gerilimin sıcak bir çatışmaya evrilmeme ihtimali yok değil. Genelkurmay Başkanı Akar, Afrin harekâtının en hararetli günlerinde Doğu Akdeniz ve Ege’deki birlikleri denetledi. O denetlemede verdiği mesaj “Hem Afrin’de operasyon yapabilecek hem de aynı anda Ege’yi kontrol edebilecek güce sahibiz” yönündeydi. Benzer açıklamalar diğer yetkililer tarafından da yapıldı.

Ticaret savaşı: Küresel düzeyde ortaya çıkan gelişmelerin başında gelecek yılları belirleyecek olan, Çin ile ABD arasındaki ticaret savaşı. Bu savaştan Avrupa piyasalarının Rusya’nın da etkileneceğini belirtmek gerek. Ancak bu ekonomik gerilim aynı zamanda dış politika kamplaşmalarına da yol açacağından her türlü yansıması olacak. Türkiye de ticaret savaşından doğrudan etkilenecek ülkelerin başında geliyor.

Bağımlı dış politikanın sonu; riskleri aşamayacaklar
Suriye ve Irak bağlamında ABD ile Rusya arasında alan kapma siyasetinin sonu görünmeye başlandı. Suriye’de savaşın yeni evresine geçmişken, Beyaz Saray’a kümelenen şahinler İran’ı hedef alırken, ABD’nin Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri sponsorluğunda Kuzey Suriye’de paralı Arap ordusu kurmak fikrini ortaya atmışken, Washington ile kısa erimde bir gelişme beklemek gerçekçi gözükmüyor.

Şam yönetiminin iktidarını koruması, İdlib operasyonu ve cihatçıların geleceğine dair sorunlar nedeniyle Rusya ile de bıçak sırtında yürüyen ilişkiler her an kopmaya müsait. AB ile derinleşen ilişkiler, Kürt sorunu gibi etmenler siyasi İslamcı iktidarı zorlu günlerin beklediğinin işareti.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Çare sol, çare halktır - TURAN ESER

Memleketin hali, hal değil. Huzursuzluk toplumsallaşıyor. Huzursuzluk ve endişe din, dil, ırk, statü, cinsiyet ayırmıyor. Mutsuz insanların sayısı artıyor. Her mutsuzluk, kendi içinde yeni bir umut arayışını da yeşertiyor. Umut da eşzamanlı çoğalıyor. Solun siyasal işbirliklerinde en sık kullanılan o meşhur “kırmızı çizgilerimiz var” sözünün yerini “kırmızı çizgi tartışacak bir ortam değil” alıyor. Toplum kutuplaştırıldıkça, insanlar birbirine güven duyamaz hale geldi. Çünkü AKP, önce güvenmeyi ve komşuluğu öldürdü. Güven, AKP içinde de öldü. Birlikte yola çıktıkları “dava arkadaşlarına” bile güvenmiyorlar. Artık o “kutlu yolda birlikte ıslanmıyorlar.” Kurbanlarını sadece muhalefetten değil, “metal yorgunluk” diyerek kendi içlerinde de seçiyorlar. Yandaş medya ve akılları hipnoz edilmiş yorumcular, hangi renkten yalana başvurursa vursun “büyü” bozulmuştur. Ne savaş naraları, ne de şehitler hamaseti AKP-MHP blokuna kan taşımıyor.


Krizle geleni krizle göndermek siyasetin fıtratında var
Memlekette ne tat ne de tuz kaldı. Her şey kötü gidiyor. Ekonomiden, sosyal politikalara, eğitimden sağlığa, toplumsal huzurdan, toplumsal refaha ve hukuka dair ne varsa kötü gidiyor. 185 Milyar Dolar dış borç ödenecek. 53 Milyar Dolar da cari açık finanse edilmeli. Yani 238 Milyar Dolar kaynağa ihtiyaç var. Ama kaynak yok. Evdeki hesap, çarşıya uymuyor. Krizin ateşiyle dolar 4.100, avro 5.100’ü benzin ise 6 TL’yi aştı. Araştırmalar memleketin en önemli sorununu “huzur” olarak gösteriyor. İşsizlik çift hanede, enflasyon ise aldı başını gidiyor. 

“Çocuklar ölmesin” sözü Ayşe Öğretmen’i çocuğu ile cezaevine sokuyor. Cezaevlerinde yer, memleket de adalet kalmadı. Atanamayan gençler intihar ediyor. Öğrenciler cezaevlerine gönderilirken, okullar medreseye çevriliyor. İnşaat siyaseti cami ve cezaevi yapmakla meşgul… Ülkenin ciddi bir kriz ile karşı karşıya olduğunu ve toplumsal kaosa sürüklediğini gördüler. Artık yönetemiyorlar. Dolaysıyla memleketin tek adam rejimine teslim etmek isteyen, AKP-MHP bloku, 3 Kasım 2019’da yüzde 30 bile şansının olmadığını gördü. Çünkü 2002’de krizle gelen AKP ile giden MHP, yeni krizin altında ezilmek istemiyorlar. Bu nedenle mevcut krizin üstünü örtecek son hamle ile baskın seçim kararı verdiler. Ama 24 Haziran, Erdoğan için çare olmayacak. Çünkü Türkiye’de krizle gelenin, krizle gitmesi siyasetin “fıtratında var.” 

Gidecekler, çare solun birleşik mücadelesidir. Memleket, Ortadoğu ülkelerinin malum sonuna doğru hızla sürükleniyor. Kaosun dinamikleri besleniyor. Biz parçalı ve dağınık kaldıkça kaybediyoruz. Oysa hep birlikte ‘buna dur diyecek’ güçteyiz. Uçurumun önündeki çare biziz. Uçurumdan geri dönecek, bu topraklarda huzuru sağlayacak ve toplumsal barışı yeniden inşa edecek çareye sadece sol akıl ve sol vicdan sahiptir. Memleketi sağa teslim eden her politik manevra, yine halka ve memlekete ve sola zarardır. 

24 Haziran, memleketi, demokrasiyi, laikliği ve toplumsal huzuru kazanmak için bir milat olmasa da bir fırsattır. AKP-MHP blokuna karşı birleşik mücadele ile geçit vermemeliyiz. Tek çare soldur. Tek çare halkın siyasete ve yönetmeye aktif katılmasıdır. Solu, sağa teslim etmek değil, Türkiye’yi bu halen getiren anlayışın, merkezinde sağ ve İslamcı siyaset olduğunu, Türkiye’ye solun tek çare olduğu anlatılmalıdır. 

AKP’nin yarattığı tahribatlara ve krizlere en güçlü sol cevap için, CHP solun ve sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini temsil edecek güçlü bir sol aday belirlemelidir. HDP Türkiyelileşme projesinin en güçlü savunucusu Selahattin Demirtaş’ı aday göstermelidir. Sol, sosyalist hareket ise derhal yüz bin imza toplayarak, sosyalistlerin “ortak adayını” göstermelidir. Tek adam rejimine karşı, emekçiler, sosyalistler, sosyal demokratlar, devrimciler, Atatürkçüler, Kürtler, Aleviler, yurtseverlerin birleşik mücadelesine ihtiyaç var. Laiklik ve demokrasi hassasiyeti olan muhafazakârlar ve merkez sağ seçmenine kadar geniş bir yelpazeli huzursuzluğun da çaresi soldur. Solun ikili amacı olmalıdır. Bir yandan tek adama rejimine karşı sandıktaki oyu artırırken, diğer taraftan sol ve sosyal demokrasinin evrensel siyaset değerlerini toplumsallaştırmak olmalıdır. 

Bu bir geçiş dönemidir. Solun evrensel değerlerinin tek çare olduğunu anlatmak için yeni bir fırsat daha doğmuştur. Geçiş döneminin ihtiyacına da uygun dönemsel ve taktikler ve stratejilerde kırmızıçizgilerin yerine, “nasıl bir Türkiye istiyoruz?” sorusuna verilecek ortak cevaplar alabilir. 

Solun ve sosyal demokrasinin farklılıklarına ait kırmızı çizgilerini ve mazilerine ait hatıralarını canlandırıp, “olmaz” ya da “ulaşılmaz” denilen mesafeleri kavuşur hale getirebiliriz. Bugün, ne mazinin bizi ayrıştıran siyasi hatıralarını canlandırarak, ne de AKP-MHP bloku karşısındaki farklı muhalefet dinamiklerinin gücünü dağıtacak, dönemsel açık ve ya örtülü ittifak seçeneklerini dışlama lüksümüz yoktur. 

Çünkü bu ülkenin yüzde 60’ı, 24 Haziran’da memleket ve halk lehine kazanacağımıza inanıyor, yeter ki siyasi yapılar da halkın aklına, beklentilerine, umuduna inansın, güvensin ve buna uygun davransın.

Turan Eser/ BİRGÜN

Bir hafta süren sokak gösterileri istifa getirdi: Sarkisyan’ı dize getiren büyük öfke- MUSTAFA K. ERDEMOL

Anayasa değişikliği ile gücünü sürdürmeye çalışmak her zaman istediği sonuca ulaştırmıyor politikacıyı. Ders çıkarmak lazım.

Ermenistan’da siyasi kriz durulacağa benzemiyor. Önceki gün hükümet yetkilileri ile muhalefet lideri Nikol Paşinyan’ın arasında gerçekleşen görüşme, yaşanan krizi durdurmak yerine iyice derinleştirdi. Paşinyan, bu görüşmenin ardından gözaltına alındı. Dün de başkent Erivan’ın sokaklarında devam eden protestolara askerlerin ünifürmalarıyla katıldığını gördük. Belli ki hoşnutsuzluk dalgası toplumun hemen her kesimini sarmış durumda.

Protestoların hedefindeki “Başbakan” Serj Sarkisyan dün istifa etmek zorunda kaldı. Bir haftadır süren, bol çatışmalı gösteriler ülkenin güçlü figürünü pes ettirdi.

Yine “bahar” demeye başladılar
Ülkede yaşanan son gelişmeleri Batı medyasında “Ermenistan Baharı” diye yorumlayanlar çıktı. Bu tür nitelemelere dikkat etmek gerek. Batı’nın “Bahar” dediği her toplumsal hareketliliğin ardından parçalanmışlıklar çıkıyor çünkü. Öfke Serj Sarkisyan’a yönelmişti. Ama onun şahsında aslında ciddi bir sistem karşıtlığı var. Sarkisyan’ı “Sovyet sistemi”nin temsilcisi gibi görenler son günlerde giderek artan protestoların ana gövdesini oluşturuyor.

İyi de Ermenistan vatandaşları neden kızgınlar Sarkisyan’a? 2015 Aralık’ında olanlar protestoların nedeni. Bu tarihte yapılan bir referandum sonucu yeni bir anayasası oldu ülkenin. Parlamento ile başbakanın yetkisini artıran bir sisteme olanak tanıyan bir anayasa idi bu. Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, yasalar gereği bir dönem daha cumhurbaşkanlığı yapamayacağından, yeni kabul edilen bu anayasa ile güçlendirilmiş olan başbakanlığa kaydırılacak, ülkenin yine tek hâkimi durumunda olacaktı. Sonuçları bu yılın mart ayında anlaşılabilen bir anayasa değişikliğiydi bu. Şu anda eskinin güçlü cumhurbaşkanlığı mevkii sembolik hale gelmiş, başbakanlık güçlenmiş durumda.

Ermenistan’da öfkeye yol açan bu işte. Sarkisyan’ın siyasi ayak oyunuyla güçlü konumunu sürdürmesinden hoşnut değil komşumuz yurttaşları.

Sarkisyan’ı neden istemiyorlar?
Her şeyden önce verdiği sözde durmadığı için bir öfke var. Daha önce cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra başbakanlık yapmayacağını açıklamıştı. Verdiği söze rağmen, güçlendirilmiş başbabakanlığı kabul etmesi kızgınlığın ilk nedeni. Aslında devleti iyi bilen, devlet yönetiminden anlayan biri Sarkisyan. Sarkisyan kadar deneyimli bir politikacı yok Ermenistan’da. Ancak onca deneyimine rağmen iki cumhurbaşkanlığı döneminde yolsuzlukların önünü alamadı, belki de almak için uğraşmadı. Dikta heveslisi olduğunu gösteren tutumları da yok değil. Ermenistan gibi küçük bir ülkeden yurtdışına göç de en çok Sarkisyan döneminde oldu.

Ermenistan, birçok nedenden ötürü Batı ile ilişkileri en gelişkin Bağımsız Devletler Topluluğu üyesi ülkelerden biri. Ermeni diyasporası Batı’da çok büyük. Bu nedenle Batı ülkeleri ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin mevcut durumdan daha ileride olması gerektiğini düşünen bir çoğunluk var Ermenistan’da. Sarkisyan ise dış politikada Rusya yanlısı bir tutuma sahip. Özellikle, doğum yeri olan Karabağ konusunda çok hassas, bu konudaki en büyük desteği de Rusya’dan alıyor.

Gençlik yıllarında Sovyet Ermenistanı’nda komünist örgütlenmelerde önemli görevler üstlenmiş biri Sarkisyan. Filoloji eğitimi alan Sarkisyan’ın üstlendiği görevlerdeki başarısı onu, Dağlık Karabağ Bölge Komitesi Birinci Sekreteri Genrikh Poghosyan’ın yardımcılığına getirdi. Bu Azerbaycan’la hep sorunlu olmuş bir bölgede önemli bir görevdir.

80’li yılların ortalarında Sovyetler’in bölgede zayıflamasıyla Karabağ’ın statüsü konusundaki gerilim iyice artış gösterdi. Sarkisyan’ı burada yaşayan Ermenilerin kurduğu “Dağlık Karabağ Cumhuriyeti” Savunma Kuvvetleri Komitesi Başkanı olarak görüyoruz. 1990’da ise Ermenistan Yüksek Konseyi üyesidir. Sovyetler’in dağılmasının ardından Azerbaycan ile Ermenistan iki bağımsız ülke oldular. Ardından Dağlık Karabağ nedeniyle savaşa tutuştular. Uluslararası hukuk açısından da Ermenistan’ı Karabağ’da işgalci durumuna düşüren savaş döneminde Sarkisyan birçok çatışmayı planlayan, düzenleyen kişiydi. Dolayısıyla hem Dağlık Karabağ’ın hem de Ermenistan ordularının kurucularından sayılıyor.

Robert Koçaryan’ın Devlet Başkanlığı döneminde (1998) kariyerinde ciddi bir sıçrama oldu Sarkisyan’ın. 1999 yılında Ermenistan Genelkurmay Başkanı’dır. Sivil hayata geçişi muhafazakâr Ermenistan Cumhuriyetçi Partisi’ne üye olmasıyla başladı. 2007’de Koçaryan’ın başbakanı olarak siyasetin tepesindedir. Partisinin 2007’deki 11. Olağan Kongresi’nde Genel Başkanı seçilince 2008’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday oldu. Rakibi, Ermenistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan’ın karşısında yüzde 50’den fazla oy alarak Cumhurbaşkanı seçildi.

O seçimler sonrasında çok sancılı bir dönem geçirdi Ermenistan. Petrosyan taraftarlarının seçimlerde hile yapıldığı iddiaları binlerce kişinin katıldığı protesto gösterilerine yol açtı.

Birinci cumhurbaşkanlığı dönemi pek bir kötü geçmiştir. İşsizliği çözemedi, ekonomik dar boğazı aşamadı. Ne denizi var ne yer altı yer üstü zenginlikleri Ermenistan’ın. 3 milyonluk güzel bir ülke. Bu nüfusun bir milyonu yurtdışında yaşamakta, onlardan gelen para ekonominin temelini oluşturmakta. Vatandaşların gelir düzeyi yoksulluk seviyesinin altında. Sarkisyan bunları çözmek için yeni iş sahaları açacağından, kalkınma ekonomisi uygulayacağından söz etti ama hiçbirini başaramadı. Kapalı olan Türkiye sınırının açılması Ermenistan’ın Batı’yla buluşmasını da kolaylaştıracak ama bunun için atılacak adımları Ermenistan halkı Türkiye’ye bir taviz gibi görmekte. Bu nedenle Türkiye ile normalleşmek de kolay gerçekleşmemekte. Tüm bunların sorumlusu Sarkisyan değildir ama vaatlerinin en azından bir kısımını çözebilme şansını kullanamadığı, ama Cumhurbaşkanlığında kalmak için her şeyi yapabilecek bir görüntü verdiği de doğrudur.
Türkiye konusunda genellikle sert biri tutumu olmasına rağmen Sarkisyan, Dağlık Karabağ sorunu yüzünden Türkiye ile yakınlaşma politikası izledi. Hatta iki ülke bir protokol üzerinde bile anlaşmışlardı. Ancak bu protokol ne Türkiye’nin ne de Ermenistan’ın parlamentolarında onaylandı.

Sarkisyan, Ermeni diyasporası tarafından da Ermeni Soykırımı kaynaklı nedenlerden ötürü çok eleştirilmiş bir politikacıydı. Özellikle yukarıda sözünü ettiğim protokolda “1915 olaylarının tarihçilerden oluşacak bir komisyon tarafından araştırılması” şeklinde bir maddenin bulunması yüzünden çok düşman topladı diyaspora içinden Sarkisyan.

İkinci cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de ilkindeki gibi çok büyük bir oy oranıyla başkan seçilen Sarkisyan’ın bu seferki rakibi Miras Partisi Genel Başkanı Raffi Hovanisyan’dı. O da seçimlere hile karıştırıldığını söyleyerek sonuçlara itiraz etti. ABD’de de seçimlerde hile yapıldığı konusundaki görüşleri paylaştığını duyurmuştu. Bu Sarkisyan’ın Ermenistan’da güvenilirliğini sarsan olayların başında gelir.

Kimdir bu Paşinyan?
Şimdi böylesi bir manzara varken Sarkisyan’ın, yasal olarak üçüncü kez aday olamadığı için bir daha oturmayacağı Cumhurbaşkanlığı koltuğu yerine yeni anayasanın kabulüyle güçlendirilmiş bir başbakan olarak yine kaldığı yerden devam etmesi kabul görmedi toplumda.

Mevcut hoşnutsuzluğu örgütlü bir tepkiye dönüştüren kişi de Nikol Paşinyan adlı genç politikacı. Gazeteci kökenli Paşinyan ülkenin ilk cumhurbaşkanı Petrosyan’ın liderliğini yaptığı Ermeni Ulusal Konseyi üyesi. Ermensitan’ın en çok satan gazetesi liberal eğilimli Haykakan Zhamanak’ın editörüydü. Bu gazetede hem Koçaryan’ı hem de Sarkisyan’ı kıyasıya eleştirmesiyle tanınıyor. 2000 yılında hakaret ve onur kırıcı yayın yapmaktan aldığı bir de mahkûmiyeti var. Bir ara Ermeni güvenlik güçlerinde cinayet ve topluımsal kargaşa yarattığı iddiasıyla aranıyordu da. 2009 Haziran’ında gizlilikten çıkıp polise teslim oldu ancak 2011’de çok sayıda siyasal mahkumun salıverildiği aftan yararlanarak serbest kaldı. Gizli yaşadığı dönemde asla Ermenistan dışına çıkmadığını belirtiyor. Hep Erivan’da olduğunu da uygulayarak “yakalanmamam Ermeni güvenlik güçleri için bir utanç sayılmalıdır” diyor.

Ülkesinde “demokratik yollarla” devrim yapmaktan söz ediyor sürekli. Koçaryan ile Sarkisyan hakkındaki “sekiz kişinin öldürülmesinden sorumlular” iddiasından hiç vazgeçmiş değil.

Bir de kurtulduğu suikast girişimi var Paşinyan’ın. Haykakan Zhamanak’ın önüne park ettiği aracı havaya uçuruldu. “Tesadüfen yaşıyorum çünkü otomobilim her zamanki çıkış saatimde patlatılmıştı. O gün büromda daha uzun zaman kaldığım için ölmedim” diye açıklamıştı suikast girişimini. Polis teknik bir sorundan kaynaklandı dese de Paşinyan kendisine suikast düzenlendiğini, yaptıranın da ülkenin en zengin işadamlarından Gagik Tsarukian olduğunu iddia ediyor. Tsarukian’ın suikast düzenlemesine neden olarak, ülkenin tatil kentlerinden Tsaghkadzor’daki ağaçları villasının yapımı nedeniyle yasadışı olarak kesmesinin haber yapılmasına kızgınlık olarak açıklıyor Paşinyan. Paşinyan altı arkadaşıyla birlikte kurduğu Toplumsal Sözleşme hareketi ile birlikte politika yapıyor. Hareketin amacı Sarkisyan’ın istifasını sağlamaktı.

Paşinyan’ın başını çektiği bu hareket ile hareketin yönlendirdiği protestolar Serj Sarkisyan’ı başbakanlıktan da etti.
Şimdi ne olacağını göreceğiz. Bakalım Paşinyan Başbakan olacak mı?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

24 Nisan 2018 Salı

Sınıflar ve domatesler - SEMA KARADAL

“İşçi sınıfından bir kadınsanız, hiçbir yer size eviniz gibi gelmez...” soL’da çıkan bir haberden alıntı olan bu sözler, başka bir coğrafyada yaşayan genç bir işçi kadına ait. 

İngiltere’nin kuzeyinde büyüyen bu genç kadının Londra ve Paris’te verdiği yaşam mücadelesinden bir kesit aktarılıyor haberde. Eğitim alabilmek için çabalarken, bir yandan da geçimini sağlamak için türlü işlerde, oldukça zor koşullarda çalışmak zorunda kalıyor. Dışlanma, aşağılanma ve büyük bir çaresizlik barındırıyor içinde işçinin hikayesi. Tam da çoğu kişinin büyük bir çıkmaz ve umutsuzluk içinde kaçasının geldiği bu günlerde, eşitsizlik ve adaletsizliğin kaçılası olduğu düşünülen yerlerde nasıl yaşandığının kanıtı.

Ece Temelkuran, memleketten çoktan kaçmış güzide aydınlarımızdan biri. Tam da işçi kadın haberinin çıktığı günlerde girdi gündemimize yeniden. New York’ta düzenlenen “Dünya Zirvesindeki Kadınlar” toplantısına Türkiye adına davet edilen tek isim olarak tanıtılıyordu haberde. 


Hillary Clinton’un yönettiği bir panelde Ortadoğu, Türkiye ve sağcı rejimlerin kadınları nasıl ezdiğini anlatmış hem de. Dert yandığı, birlikte konuşma fırsatı yakaladığı için onur duyduğunu ifade ettiği ve bir demokrasi kraliçesi olarak yansıttığı kişi ise Hillary Clinton! Bizim bildiğimiz Hillary ise resmedilenden epey farklı. Bizim bildiğimiz Hillary Clinton, beyaz kadınların güçlenmesini dert edinmiş platformlarda boy gösteren bir siyasetçi. Onun göz boyayan feminist söylemlerinin arkasında her zaman beyaz, liberal ve muhafazakar kadınlardan oy toplama derdi gizliydi. Yoksul ve emekçi kadınlar ise onun hiçbir zaman umurunda olmadı. Eşinin başkanlığı döneminde yoksul halkları hiçe sayan savaşların en büyük destekleyicisi olduğunu kendi ağzından duymadık mı? 
Clinton’lar, Bush’lar, Trump’lar, Erdoğan’lar bir saniye bile düşünmediler kendi çıkarları uğruna insanların tepesine bomba yağdırırken; kaç tane kadının, çocuğun öldüğünü... Bir yandan öldürürken öte yandan kirli çamaşırlarını temizlemeyi de ihmal etmiyorlar “demokrasi” kılıfının altında. Ece Temelkuran gibi liberal “aydın”larımız da eşlik ediyorlar temizlik işine. Hem de bunu ülke adına, ezilenler adına, sol adına yapıyorlar. 
Emperyalistlerin, sermayedarların, güç sahiplerinin, emekçi halkların sorunlarını dert ettiklerine inanıyor olabilir mi gerçekten Ece Temelkuran ya da onun gibilere solculuk atfeden takipçileri?  
“Sınıfsız Domates” diye bir yazısı var yıllar öncesinden. Yine böyle ülkeden uzaklaştığı günlerde, evindeki temizlik işçisinin bahçesindeki domatesleri özenle paketleyip kendisine yollaması karşısında ne kadar duygulandığını anlatıyor ve ekliyordu: “Sınıf meselesini kafamıza vura vura sokan Marx Abi, bilmiyorum Tülay'ın (temzilik işçisi)  inceliğinden, inceliklerimizden söz etmiş miydi?… Tülay'ın sahip olması gereken ‘sınıf öfkesini’ ne yok ediyor da yerine Tunus'a domates gönderme bilgisini koyuyor? Onun bir aylık gelirine yakın miktarlarda paralar vererek ayakkabılar alabilen biriyim ben?”

Onu bunca şaşırtan neydi, acaba ayakkabılarını çalmasını ya da domatesleri ayakları altına alıp ezmesini mi beklerdi öfkeli işçinin?  Marx’ın “sınıf öfkesi” tezi nerede yazıyor bilmiyorum ben. Şunu biliyorum ama, işçi sınıfından bir kadın yaşamı boyunca hiçbir zaman bir aileyi geçindirecek parayla kendine ayakkabı alamaz. Patronuna yolladığı domatesleri evine alamadığı, çocuklarına yediremediği günleri olur. Aradaki insani yakın ilişki, o işçi kadının karın tokluğuna çalıştığı, ezildiği, sömürüldüğü gerçeğini değiştirmiyor. 
İşçi sınıfına dair Marx ile hesaplaşma iddiasında bulunan Ece Temelkuran ise, işçi sınıfının geleceğine dinamit döşeyenlerle iş birliğine soyunuyor.

İşçi sınıfından biri olmanın ne demek olduğunu, liberallerin süslü hikayelerinden, sermaye sahiplerinin ya da siyasetçilerin şov yaptığı gösterişli toplantılardan dinlemeye karnımız tok artık. İşçi sınıfı kapitalizmin tüm yıkıcılığını yaşamının her alanında iliklerine kadar hissediyor. İçinde barındırdığı öfke ve isyan ise, insanlık dışı koşullarda yaşamalarına neden olan düzene, savaşlara, masum insanların katledilmesine, adaletsizliğe, eşitsizliğe son verecek olan devrimci dönüşümdür. 

Selam olsun bu düzeni değiştirmek için mücadele etmiş olan tüm devrimcilere. Selam olsun mücadeleye devam eden işçi sınıfına, tüm emekçilere. 

Kutlu olsun 1 Mayıs!

Atatürkçülük - siyasal İslam - emperyalizm üçgenindeki ‘seçimimiz’ - EROL MANİSALI

Bugün de devam eden kavgada, 24 Haziran seçimi için, “Atatürkçü boyutun” ilk temeli, CHP-İYİ Parti işbirliği ile atılmıştır. Bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü kazandığımız ve çağdaş uygarlık ölçütleri yolunda Atatürkçü devrimlerle ilerlemeye başladığımız yıllardan beri bu üç faktör iç dinamiklerimizde etkili olmuştur. 
Atatürk devrimlerinin getirmeye başladığı eğitimden sanata ve sivil toplumsal örgütlenmelere kadar ortaya çıkmaya başlayan düzen değişikliği ve yaşam tarzındaki çağdaş uygarlık ölçütleri hem dincileri hem de dinci ve bölücülerle işbirliği içindeki emperyalist odakları rahatsız etti. 
- Ülke için siyasal İslam yapısını isteyen: bu sayede antidemokratik yolla güç elde eden eski “statükocuların” ellerindeki istismar araçları yok olmaya başladı. Öbür tarafı pazarlayarak bu tarafta, bu dünyada siyasi, iktisadi ve sosyal güç sağlayan istismarcı odaklar şaşkına dönmüşlerdi. 


Kuşkusuz önemli eksikler de vardı: toprak reformu yapılmadan ezilen köylüyü toprak ağası karşısında ayakta tutamazsınız. Toprak ağasının denetiminde sandığa gitmek zorunda bırakılan köylü, sonunda, güzelim insan yetiştiren Köy Enstitülerinin torpillenmesini engelleyemez. Çünkü hiçbir gücü yoktur. Sandıktan çıkan oylarla köylüyü tekrar ağasının kölesi yaparsınız. 

- Komünizm geliyor yalanı ile bir taraftan, “emperyalizmin yeşil kuşağının maşası olursunuz”: öte yandan traji komik bir biçimde “komünizmle mücadele dernekleri” kurdurup bir Hollywood filmi çevirirsiniz. 
- Emperyalizmin, “dinci ve etnik bölücü maşaları”, Atatürk devrimleri ile açılan uygarlaşma yolunun en büyük engelleri haline gelirler.

Ve halkın seçimi 
24 Haziran seçimi, üç faktör arasına sıkıştırılan Türkiye’nin kader seçimi olacaktır. Emperyalizm bugün de Atatürk ve devrimleri ile kavgasını sürdürmektedir. Emperyalizmin “Ortadoğu hesapları, Çin ve Rusya ile kavgaları bunu gerektiriyor”. Son kanıt, ABD-İngiltere-Fransa üçlüsünün zehirli gaz yalanı ile Suriye’ye saldırmasıdır. 
Bu saldırıya destek veren bölge ülkelerine baktığımız zaman resim, turnusol kâğıdı misali ortaya çıkar. En çelişkili ülke ise biz olduk: hem ABD FETÖ’cülük yapıyor: Cumhuriyetimizi ve Lozan’ı yıkmak istiyor. Ankara ise Suriye’nin parçalanmasını hedef alan bu operasyonlara destek veriyor. Üstelik Esad’ı savunan Rusya ile adeta bir kader birliği içinde iken.
 
Atatürkçülük-siyasal İslam-emperyalizm şeytan üçgeninde çabalayan bir ülkenin çelişkili konumunun sonucu da çelişkili “Suriye ve Batı politikası” oluyor. 
İktisatta, Prof. Brian Arthur’un öncülük ettiği “karmaşa ve yığımlı hareketler” kuramına Türkiye adeta örnek. 

Üst üste biriken yanlışlar (girdiler), kendi aralarında birbirlerini besleyen öğeler olarak, stratejik bir yanlışlar komedisi oluşturuyorlar. Hastalığa bağışıklık kazanıp hastalığı devam ettiren, iyileşmenin yolunu kapatan bir hastalık misali! 

Bugün bunun en açık örneğini Ortadoğu ülkeleri vermektedir. Bir yandan İslam ülkeleri arası birlikler kuruyorlar: bir yandan da en büyük kırımı, emperyalizmin maşası olarak birbiriyle yapıyorlar.

Atatürk, ülkeyi bölge bataklığının çürümüş değerlerinden kurtarıp çağdaşlaşma yolunu açtı. “Seçimler”, çağdaşlaşmak mı, bölgenin bir parçası olmak mı sorusuna yanıt olacak. 

Ve Fenerbahçe stadındaki BJK maçı: Fazıl Say’ın Mezopotamya Senfonisi’nde tarihten yansıttığı “ölüm kültürü” misali: bu toplumda “kutuplaştırmalarla”, adeta bir linç kültürü enjekte edilmiş, yazıklar olsun. 

Meral Akşener’e de selam: meğerse Bahçeli başta, “erkek” siyasileri o kadar korkutmuş ki, haberimiz bile olmamış...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

‘Seçilmiş Diktatör’ Adayı mı? - ÖZGEN ACAR

Uluslararası basının geleneklerinde bir gazeteci, bir yetkiliye bir soru sorduğunda üç yanıt bekler! “Evet doğrudur… Hayır Yanlıştır… No comment (Yorum Yok)…” 
İsmet İnönü, doktorunun önerisi üzerine her sabah yürüyüş yapardı. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal (Ağa) Gürsel’den, Çankaya Köşkü’nün bahçesinde bu yürüyüşü yapması için izin aldı. Biz gazeteciler de her sabah o yürüyüşe katılır, sorular sorardık. İşine gelmediği soruları “Yorum yok!” yanıtı yerine, “Hadi canım sende…” sözleriyle savuştururdu! 

Uluslararası diplomasi protokolünde bir ilke vardır. Bir ülkenin Dışişleri Bakanlığı ya da İçişleri Bakanlığı Sözcüsü bir başka ülke hakkında bir şey söylerse, yanıt öteki ülkenin aynı bakanlığının sözcüsünden gelir. Bakanından ya da başbakanından gelmez, çünkü onlar sözcünün “muhatabı” değildirler…
***

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Heather Nauert“OHAL sırasında seçimlerin Türk hukuku ve Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleriyle tutarlı bir biçimde, bütünüyle özgür, adil ve saydam bir biçimde yapılması zor olacaktır. Bunun farkındayız. Bunu çok yakından izliyoruz…” dedi. 
Yanıt, Türkiye’nin Veziri Azamı’ndan “Kendi işine baksın…” sözleriyle geldi. Bayan Nauert kendi işine bakıyordu, o sözcüydü, ABD Dışişleri Bakanlığı adına konuşma yetkisi olan sözcüydü… 
Sözcü Nauert’in sözlerini ABD Dışişleri Bakanlığı “2017 yılı insan hakları raporu” pekiştirdi. Bakanlık görevine vekâlet eden John Sullivan; Suriye, Myanmar, Türkiye ve Venezüella’yı “insan hakları sicili kötü olan ülkeler” arasında saydı. 
Raporda OHAL’in Türkiye’nin “toplum ve kurumları üzerinde geniş kapsamlı etkileri olduğu, birçok temel özgürlüğü kısıtladığı” belirtildi. 2016 yılı sonu itibarıyla terörizm gerekçesiyle 100 binden fazla kamu görevlisinin görevden alındığı, 50 binden fazla vatandaşın tutuklandığı, 1500’den fazla sivil toplum kuruluşunun kapatıldığı anımsatıldı. 

“En dikkate değer insan hakkı sorunları” arasında şunlar sayıldı: “Gözaltında işkence ve zorla kayıp iddiaları, yürütmenin bağımsız, adil yargılama hakkınıetkileyecek biçimde müdahale etmesi, seçilmiş yetkililerin de aralarında olduğu siyasal tutuklamalar, ifade ve basın özgürlüğünün ciddi biçimde kısıtlanması,çok sayıda gazetecinin tutuklanması, internet sitelerinin engellenmesi, toplanma özgürlüklerinin kısıtlanması…”

***

Dünyada özgürlüklerin durumunu izleyen “Freedom House (Özgürlük Evi)” adlı kuruluştan Nate Schenkkan, Türkiye’de erken seçim kararını şöyle değerlendirdi: 
“OHAL, yine uzatıldı. Bu da demektir ki seçimler çok kısıtlayıcı OHAL yönetimi altında; toplanma, örgütlenme, ifade özgürlüklerinin sınırlandırıldığı bir ortamda yapılacak. Bu özgürlüklerin tümü, adil bir seçim için gerekli olan hususlardır. Dolayısıyla OHAL’in kaldırılmadığı, etkilerinin Türk toplumugenelinde hâlâ görülmeyi sürdürdüğü bir ortamda seçime gitmek açıkçası kaygı vericidir…” 

Avrupa Birliği Komisyonu ise “Tarihinin en sert raporu” olarak vurgulanan “Türkiye Raporu”nda şu eleştirilere yer verdi: “OHAL ile hükümetin olağan yasama sürecinde ilerlemesi gereken konuları da KHK’lerle düzenleme yoluna gitmesiyle, parlamentonun yasama gücü olan anahtar görevi kısıtlandı. Ülkedeki kötüye giden siyasal sürtüşmeler ışığında, Meclis’teki siyasi partilerin diyalog kurma alanı daraldı… 
Cumhurbaşkanının yürütme rolü, KHK’lerle çeşitli güçlerin cumhurbaşkanına transfer edilmesinin ardından arttı. Yerel yöneticileri ve seçilmiş temsilcilerinyerine kayyım atanması, yerel demokrasinin önemli bir biçimde zayıflamasına sebep oldu.”
Birleşmiş Milletler (BM) “Türkiye’yi OHAL uygulamasını sonlandırmaya” çağırdı. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeyd Raad el Hüseyin, gözaltına alınan, görevinden uzaklaştırılan kişilerin sayısının “afallatıcı” olduğunu söyledi.

***

Almanya’nın Sesi, “Yaklaşık iki yıldır uygulanan OHAL’in 7. kez, üç ay daha uzatıldığını” duyurdu. AKP Reis-i Umumisi, TÜSİAD toplantısında “OHAL’in gerekirse sekiz ve dokuzuncu kere uzatılacağını” söyledi… 

İngiliz Guardian gazetesi, Erdoğan seçimi kazanırsa adı konulmamış bir diktatör olacak!”, Amerikan The Nev Yorker dergisi de “Türkiye’nin oy hakkıErdoğan’ı etkili bir diktatör yapıyor!” diye yazdılar… 

Hatta AKP’nin güdümündeki resmi Anadolu Ajansı bile İngilizce Tvitter hesabında AKP Reis-i Umumisi’ne ilişkin “Seçilmiş Diktatör” başlıklı bir video paylaştı. Tepkiler üzerine silindi…

Özgen Acar / CUMHURİYET

Sakın ha!.. - ALİ SİRMEN

Seçim döneminin AKP, MHP manevrası ve YSK işbirliği ile seçimlere katılması engellenmeye çalışılan İYİ Parti’ye CHP’nin ödünç milletvekili vererek sandık yolunu açması çok iyi oldu. 

Böylelikle kimin yasakçı, kimin özgürlükçü demokrat olduğu ayan beyan ortaya çıktı. 
AKP ve MHP’nin şaşkınlık ifadesi olan feryadı figânı, yasakçı cephenin çok canının yandığının kanıtıdır. 

Ama yasakçı cephenin oyunları bitmemiştir. AKP- MHP baskı ve yasak koalisyonunun, şimdi parlamentodaki çoğunluğuyla, CHP’den istifa yoluyla İYİ Parti’ye ödünç verilen milletvekillerinin seçim öncesi dönemde zamanında partilerine dönüşlerinin önünü tıkayıp, girişimi akim bırakacak yeni tezgâhlar peşine düşeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın! 

Tabii muhalefet cephesi de demokrasinin önünü açmak için boş durmuyor. 
Şimdi sırada görüşülecek konu olarak “sıfır baraj ittifakı” var. 
Kemal Kılıçdaroğlu, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’den sonra, Saadet Partisi Başkanı Temel Karamollaoğlu ile görüşecek.

***

Son günlerde kilit kişi konumuna gelen Karamollaoğlu ile görüşmenin AKP’nin bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün adının yeniden devreye girmesine yol açtığı, Erdem Gül’den, Abdülkadir Selvi’ye Ankara kulislerinin tüm kesimlerinde dillendiriliyor. 

Abdullah Gül’ün bu konuda çok istekli görünmüyor, adaylık için, herkesin kendi adı üzerinde ittifak etmesini önkoşul olarak ileri sürüyor bir görüntü yaratma havasına ne denli güvenmek gerekir bilemiyorum. 

Eğer herkes üzerinde ittifak ederse, demokrasiye karşı tüm girişimlerde, “Reis”lerinin peşinden göğüslerini siper ederek giden, tek yumruk halinde dayanan AKP’nin son Cumhurbaşkanı’na karşılık, AKP’nin bir önceki Cumhurbaşkanı Gül seçenek olarak sunulacak ve bu davranış da sonra demokrasi mücadelesi olacak. 

Bu olacak iş mi?
 
Abdullah Gül’ün, Cumhurbaşkanlığı döneminde AKP’nin Çankaya noteri gibi davranmış olmasına karşın yine de kimi çevrelerce ılımlı olarak sunulmaya çalışılabilmesi sadece halefine oranla daha az kırıp döken, demir yumruğa kadife eldiven giydirilmiş algısı yaratan bir üslubu olmasındandır. 

Ama Türkiye’nin şu andaki sorunu üslup değil, demokrasiyi dışlayan tek adam rejiminden kurtulma sorunudur. 

Yani karşı çıkılan Tayyip Erdoğan’ın demokrasi anlayışı ve tek adam yönetiminin özüdür, yoksa üslubu değil. 

Aldatıcı bir ılımlılık kılıfı ile kaplanmış, laiklik ve Cumhuriyetin temel değerlerinin karşıtı AKP’nin tezine karşı, antitez olarak yine aynı seçeneği sunarsanız Reis sentezinden başka bir şeye ulaşmanız mümkün olamaz. 

Bugün yürürlükte olan OHAL rejimine karşı tamamen tersi bir demokrasi anlayışıyla halkın karşısına çıkmak zorunda olanların, hele de aralarında CHP’nin de olduğu da göz önünde bulundurulursa, böyle fahiş bir hataya düşecek kadar aymaz olmadıkları konusunda, endişe edilmemesini söyleyenlere de, 2014’teki ortak aday Ekmeleddin Faciası’nı acı sonuçlarıyla birlikte yaşamış kişi olarak hak veremiyorum ne yazık ki... 
Burada Abdullah Gül aynı zamanda bir simgedir. Aynı görüşler onunla aynı kökenden gelen antilaik siyasal İslamcı diğer kişiler için de geçerlidir.
 
2014’te Şedit Tayyip Bey yerine Mülayim Tayyip modeli olarak  Ekmeleddinİhsanoğlu seçeneğinin çıkarılması Tayyip Bey’in siyasal gündemimizi ve eylemlerimizi yönlendirme konusundaki eşsiz ustalığının kanıtıydı. 

CHP’nin ya da tüm muhalefetin cumhurbaşkanı adayının gündemde olduğu şu günlerde, nelerin olabileceğini tartışırken, önce neyin katiyen olamayacağını görmekte yarar var. 

İsmet Paşa 60 yıl kadar önce, bir sohbet sırasında, Menderes hakkında ne düşündüğünü soran dönemin seçkin gazetecisi Emin Karakuş’a “Çok fazla hata yapıyor” deyince Karakuş sormuş: “Paşam siz hiç hata yapmaz mısınız?” 
İsmet Paşa gülerek şu yanıtı vermiş: 
- Çook, ama aynı hatayı ikinci kez yapmam. 
Aman ikinci bir Ekmeleddin hatasına dikkat!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

23 Nisan 2018 Pazartesi

‘Çocukluğun ilanı’dır 23 Nisan! - TAYFUN ATAY

Çocukluğun modern zamanlarda, yani Yeni Çağ’dan itibaren keşfedildiği, Orta Çağ’da ise adeta bir “kayıp kıta” olduğu görüşü çok işlenmiş, tartışılmıştır. Ben de bu köşede başka vesilelerle değindim. Bilindiği üzere tezin kaynağı, Fransız tarihçi Philip Ariés’dir. O, Avrupa Orta Çağ’ına ilişkin görsel tarihsel belgelerden hareketle çocukların Orta Çağ’da “çocuk-luk” hallerinin bulunmadığını, başlı başına bir kültürel (duygusal) kategori olarak çocukluktan söz etmenin mümkün olmadığını öne sürmüştür.

Tabii Ariés’in abarttığına dair bir tepkisel mutabakat vardır ve çocukların tarihin her döneminde “çocuk” olarak bilinip ayırt edildiği hususundaki karşı çıkışlar, onun tezini ihtiyatla karşılamayı kaçınılmaz kılar. Ne var ki çocukların, adına “çocukluk” denen bir “kültürel tekne” içinde alabildiğine yoğrulup hayata hazırlanmasının gerçekten de modern dönemde beliren ve bu dönemin ekonomi-politik ihtiyaçlarıyla uyarlı bir gelişme olduğu savını da kanımca yabana atmak mümkün değildir. En azından kendi çalışma alanım antropolojiden gelen veriler, bebeklik ile yetişkinlik arasında özel ilgi ve muameleye tâbi bir kültürel özelleşme alanı olarak çocukluğun ne avcı-toplayıcılarda, ne tarımcı köylülerde, ne de hayvancılıkla geçinen konar-göçer topluluklarda mevcudiyetini gösterir. 

Bu, modern (şehirli-endüstriyel) toplumlarda karşımıza çıkan ve esasen iki amaca hizmet eden bir yeniliktir. Bunlardan birincisi, söz konusu toplumların iş bölümüne, mesleki farklılaşmaya dayalı işleyişi doğrultusunda ihtiyaç duyduğu iş-güç sahibi “profesyonel” insanı yetiştirme zorunluluğudur. İkincisi ve daha önemlisi, modern toplumun siyasi karşılığı olan “ulus-devlet”in ihtiyaç duyduğu “yurttaş”ı var etme zorunluluğudur. Her iki zorunluluk, çocukluğu, modern-öncesi toplumlarda olduğu şekilde bebekliğin ardından varla yok arası ve hemencecik yetişkin yaşamla (geçim derdiyle) bütünleşik bir evre durumundan çıkarmış; modern toplumun meslek sahibi yurttaşı olmaya yönelik başlı başına ve uzun süreli bir hazırlık evresi yapmıştır.

Elbette bu evrenin başat bir mekânı da vardır: Okul… Ve aslında çocukluk, okulla muteberdir.
Okul, ulus-devlete çocuğun hazırlandığı yer, bir anlamda onun “2’nci ev”i olmuştur.
Dolayısıyla çocukluk bu bakımdan insanın içerisinde doğduğu evden, aileden, ana-babadan ayrılıp yeni bir “ana-baba”nın himayesine bırakılması olarak da değerlendirilebilecek bir evredir. Yeni ev, ulus; ana, okul; baba da devlettir.

Ne diyor mesela o meşhur okul şarkımız, “Daha dün annemizin”, hepimizin söylediği bilindik sözlerin ardından gelen ve pek bilinmeyen dörtlüğünde, bakalım:
“Okul yurt güneşidir / Bize bilgiler saçar /Annemizin eşidir / Severek kucak açar.”
Demek ki çocukluk, en işlevsel çerçevede ulus-devletin “yurttaş”a ihtiyacının sonucudur.
O halde bu topraklarda da Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında, ulus-devlete giden yolun en önemli hukuki dönemeci olan 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışına yönelik anmanın aynı zamanda Çocuk Bayramı olarak takdir edilmiş olmasını, idealist bir güzellik olmanın ötesinde gayet “realist” bir motivasyonla açıklamak gerekir.

Yeni ulus-devlet, çocukta “yurttaş”ı görmek istemiştir. Bu doğrultuda “ulusal” egemenliğin simgesi olan Meclis açılışı ile bir kültürel kategori olarak çocukluk buluşturulmuştur.


Çocukluğun tarihsel ve toplumsal serüvenine ilişkin yukarıda aktardığımız özet doğrultusunda bakıldığında, Cumhuriyet kurulduğu zaman modern Batı’da olduğunun aksine bu topraklarda “çocukluk” yoktur. Çünkü Türkiye yüzde 90’ı kırsal alanda tarımsal etkinlikle hayatını sürdüren ve yine yüzde 90-95 oranında okuryazar olmayan insanın bulunduğu bir köylü toplumudur. Ve bu yaygın tarımsal yaşantının bir sonucu olarak da bebeklikten yetişkinliğe yıldırım hızıyla geçilmektedir. Ne demiştir mesela Cumhuriyet’le beraber 1923’te doğmuş edebiyatımızın abide ismi Yaşar Kemal, hatırlayalım:
“Bana hiçbir zaman çocukmuşum gibi köyde kimse davranmadı. Başka çocuklara da… Ben köyden ayrılıp şehre düşünce çocukların çocuk olduğunu anladım.”

Sözün özü, Cumhuriyet, ulus-devletin ihtiyaç duyduğu okuryazar, eğitimli, meslek sahibi “birey-yurttaş”ı var etme yolunda yaklaşıp önemsedi çocuğu da, çocukluğu da… Ulus-devlete giden yolda simgesel anlamı en büyük günü çocuklara hediye etmenin önemini bu sosyopolitik arka plân üzerinden anlamak, anlamlandırmak gerekir.

O yüzden 23 Nisan Çocuk Bayramı, bu topraklarda “çocukluğun ilanı”nı da işaret eder.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Medyayı kurtarmak?! - ANIL ABA

Gazetecilik, kerameti kendinden menkul sosyal medya uzmanlığının aksine, kadim bir meslektir. Enformasyonu gazeteciler üretir. Dolayısıyla gazeteci yoksa enformasyon da yoktur. Ancak, pek çok ülkede, toplam entelektüel kadro ve mesleklerin içinde gazetecilerin payı 1950’lerden bu yana sürekli düşüyor.

Medya ve gazetecilikteki kriz derinleşiyor… Sadece Türkiye’de değil, başta Amerika, İngiltere ve Fransa olmak üzere köklü gazetecilik geçmişleri ve gelenekleri olan tüm ülkelerde medya kuruluşları ciddi sıkıntılar yaşıyor. Mesela, dünyanın en büyük gazetelerinden biri olan The New York Times borsada büyük kayıplar yaşadıktan sonra S&P 500 listesinden düşmüş ve iflasın eşiğine gelmişti. The Washington Post ise ancak yeni zengin Jeff Bezos tarafından satın alınarak kapanmaktan kurtulmuştu.

Çok açık ki bu krizin temel ekonomik sebebi sürekli değişen iletişim teknolojisinin gazete ve dergilerin gelirlerini düşürmesi. Fakat sanılmasın ki bu internet yüzünden oldu. Çünkü gazetelerin reklam gelirlerinin GSYH içindeki payı, ABD örneğinde, 1956 senesinden beri sürekli düşüyor. Diyeceğim, bu yeni bir durum değil. Önce radyo, sonra televizyon, sonra da internet… Yaratıcı yıkım her zaman kendinden önceki teknolojileri eskitir.

Ekonomik dinamikler ve dijitalleşen reklamlar
Haber üretmenin “sabit” maliyeti aslında oldukça yüksektir. Çok sayıda gazetenin, gündelik ve jenerik haberleri farklı muhabirlerle ayrı ayrı toplaması iktisadî açıdan verimsiz olduğundan Associated Press, Reuters, DHA ve benzeri haber ajansları kurulmuştur. Böylece gazeteler kaynaklarını gündelik olayların dışındaki önemli haberlerin üretimi için kullanabilirler. Fakat bu bir ekip ve bütçe işidir. Mesela, bol ödüllü Spotlight filmine konu olan, Amerika’nın Boston eyaletindeki Katolik Kilisesi rahiplerinin cinsel istismarlarını aydınlatmak için Boston Globe muhabirleri sekiz aylık bir çalışma yapmış ve yargı masrafları hariç, gazetenin kasasından bir milyon dolardan fazla para harcamışlardı.

Öte yandan haberleri vatandaşlara ulaştırmanın maliyeti artık sıfıra yakındır. Haber, girildikten sonra iktisadî açıdan “kamusal mal” haline gelir. Yani ne bireylerin haber tüketimi başkalarının tüketimini azaltır ne de kimse haberleri okumaktan mahrum edilebilir.

Haber ve yorum yazıları artık bir tık mesafede olduğu için gazete tirajları, dolayısıyla satış hasılatları, hızla düşüyor. Tirajlar düşünce reklam gelirleri de düşüyor. Okuyucu aynı habere ücretsiz bir şekilde kolayca ulaşabildiğinden online abonelik modeli işe yaramıyor. Amerika’da NYT, İngiltere’de The Guardian ve bizde Cumhuriyet bunun için çok uğraştı ancak hiçbiri online abonelik modelini oturtamadı.

Gazeteler azalan satış ve reklam gelirlerini internet sayfalarına aldıkları tık sayısını arttırarak telafi etmeye çalışıyorlar. Fakat bunun da, özellikle büyük gazeteler için, pek işe yaradığı söylenemez. Zira, toplamda, gazetelerin online’dan elde ettiği gelirler basılıdan kaybettikleri gelirlerin onda birini dahi karşılamıyor. Çünkü dijital reklamlar etkisiz. Mesela banner reklamlara tıklama oranı on binde dört; bunların yarısı da yanlışlıkla yapılan tıklamalar. Hâl böyle olunca büyük firmalar etkisiz ve kalitesiz dijital reklamlara büyük paralar harcamak istemiyorlar.

İnsanlar internet gazetelerini, pazar kahvaltısında oturup basılı bir gazeteyi yarım saat sayfa sayfa okudukları gibi okumuyorlar. Genelde sosyal medyada önlerine gelen ilgi çekici bir haberin linkine tıklayıp gazetenin internet sitesinde 3-4 dakika geçirip siteyi kapatıyorlar. Hatta (eskiden) zaman tüneline düşen paylaşımlarda haberin başlığı ve spotu zaten haberin içeriğini yansıttığı için bir sürü insan linke dahi tıklamıyor(du). Bu yüzden de, Posta’yı Takvim’i zaten geçtim, sol kanatta yer alan saygın gazeteler bile artık tık tuzağı-olta başlık (İşte erken seçim tarihi!!) denilen manipülasyona başvuruyorlar. Her ne kadar son zamanlarda, “Saved You a Click” ve “Spoiler Haber” gibi, tuzaklı haberlerin içeriklerini başlığa taşıyan Twitter hesapları çıksa da maalesef, malûm sebeplerden ötürü, yeteri kadar popüler olmayı başaramadılar.

Medya patronluğuna 1979 senesinde Milliyet’i satın alarak başlayan Aydın Doğan, 2000’li yılların ortalarında Türkiye’deki basılı, görsel ve işitsel medyanın yüzde ellisinden fazlasını kontrol eder durumdaydı. Doğan Medya Grubu’nun Demirören’e satışıyla birlikte havuz medyası gazetelerinin, tek isim altında olmasa da, toplam tiraj içerisindeki payı bugün yüzde 90’a ulaştı.

Biz reklamdan kaçtıkça sistem markaları gözümüze sokmak için yeni yollar buluyor. İnternet reklamlarının çoğu kalitesiz (etkisiz) olduğundan artık ajanslar giderek artan şekilde native advertising’e yöneliyorlar. Özellikle Kafa, Deve, Ot, Mot gibi dergilerde haber, yorum, karikatür gibi gözüken ama aslında ajanslar tarafından yazılmış reklam içerikli metinlere çok sık rastlanıyor.

İnternetteki reklam pastasını Google ve Facebook yutuyor. Arama ortamı ve haber akışının çok büyük kısmı bu iki şirketin kontrolünde. Parayı verenin sitesi ve paylaşımları üste çıkıyor. Misal, 600 bin beğenisi olan bir Facebook sayfasının paylaşımları, takipçilerin sadece yüzde 10’unun zaman tüneline düşüyor. Hepsine ulaşması için Zuckerberg efendi sizden para istiyor. Twitter, belki henüz doğru dürüst para kazanamadığından, ülkelerle olan siyasi dinamikleri dikkate alıyor. Ama Facebook direkt para odaklı. Zuckerberg’e parayı veren düdüğü çalıyor.

Gülün adı…
Kimse pazarladığı yoğurda ekşi demeyeceği için Google, Facebook, Instagram, Twitter, Periscope ve Swarm gibi uygulamalar “sosyal medya uzmanları” tarafından yerlere göklere sığdırılamıyor. Ortamlarda “gelecek dijitalde” diye çok klişe bir slogan vardır. Hangi sosyal medyacıya sorsanız size kâğıdın öldüğünü, geleceğin dijitalde olduğunu söyler. Vizyon gibi vizyon!!! Aynı “uzmanlar” bu uygulamalar sayesinde artık herkesin gazeteci olduğunu, böylece haber üretiminin demokratikleştiğini düşünüyorlar. Gönder’e basmak bedava olduğundan, herkes kendi kişisel hesabından haber ve yorum üretip (!!!) paylaşabiliyor.

Fakat bizim tartıştığımız mesele haberin ne tür bir ortamda paylaşıldığı değil, Julia Cage’in “Saving the Media” kitabında anlatmaya çalıştığı gibi, üretilen haberlerin içeriğidir. Dijital teknolojiler ilerlerken, maalesef, enformasyonun kalitesi artmıyor. Aksine, gün boyu haber değeri taşımayan haberlerin akışına maruz kalıyoruz. Ortalık maalesef Buzzfeed, Mashable, Onedio ve Listelist vb. dijital medya sitelerinden geçilmiyor. Bu sitelerin paylaştıkları haber değeri taşımayan haberlerin önemli kısmı native advertising (doğal reklam) kullanıyor.

Ayrıca sosyal medya, tarih boyunca hiç görülmemiş ölçüde bir bilgi kirliği yarattığı için Doğruluk Payı ve teyit.org gibi doğrulama siteleri zarurî bir ihtiyaç haline gelmeye başladı. Doğru ve dürüst haber almanın sıradan insanlar için giderek daha zahmetli bir hâl almaya başlaması kapitalizmin yarattığı teknoloji paradokslarından sadece biri.

Gazetecilik, kerameti kendinden menkul sosyal medya uzmanlığının aksine, kadim bir meslektir. Enformasyonu gazeteciler üretir. Dolayısıyla gazeteci yoksa enformasyon da yoktur. Ancak, pek çok ülkede, toplam entelektüel kadro ve mesleklerin içinde gazetecilerin payı 1950’lerden bu yana sürekli düşüyor. Sistem her şeyin ucuzuna kaçtığı gibi gazeteciliğin de ucuzuna kaçıyor. Gazetecilik ucuzladıkça da enformasyonun kalitesi Onedio seviyesine düşüyor.

Yurttaş Kane’ler…
Haldun Simavi’ye göre en iyi gazeteci, en az kâğıdı en ucuza boyayıp en pahalıya satandı. Yani Simaviler’in çarpık bakış açısına göre “haber alma” bir hak değil bir ayrıcalıktı. Gazeteler de kâr ettikleri oranda başarılıydı. Fakat gazeteciliğin ekonomik kazanç için yapıldığı dönemler geçti. Havuz medyasındaki grupların çoğu gazetecilik faaliyetinden zarar ettiğini söylüyor. Vatandaşların doğru ve dürüst habere ulaşmalarını engelleyip toplumun siyasi yönelimlerini manipüle etmenin karşılığında alacakları ihaleler için bu işe giriyorlar.

Medya patronluğuna 1979 senesinde Milliyet’i satın alarak başlayan Aydın Doğan, 2000’li yılların ortalarında Türkiye’deki basılı, görsel ve işitsel medyanın yüzde ellisinden fazlasını kontrol eder durumdaydı. Doğan Medya Grubu’nun Demirören’e satışıyla birlikte havuz medyası gazetelerinin, tek isim altında olmasa da, toplam tiraj içerisindeki payı bugün yüzde 90’a ulaştı.

Büyük bir medya grubunu, rüşvet veya ihale vermek suretiyle, “satın almak” irili ufaklı 25-30 gazeteyi ayrı ayrı satın almaktan kolay olduğundan medyadaki ekonomik temelli tekelleşme burjuva siyasetinin de işine geliyor.

Bu bağlamda, bugün medyanın yaşadığı bu kriz sadece gazete şirketlerini bağlayan bir kriz değil, haber alma hakkını ve demokrasiyi tehdit eden bir kriz. Medyadaki dijitalleşme ve tekelleşme hem enformasyonun kalitesini düşürüyor hem de otoriter iktidarların tarafından kontrol edilmelerini kolaylaştırıyor.

Sosyal medya bu krizi çözmüyor, aksine, derinleştiriyor. Çok iyi şeylermiş gibi lanse edilen Google, Facebook, Twitter ve Buzzfeed gibi “yeni medya” kuruluşları aslında insanlığı, enformasyonun kilise tekelinde olduğu Orta Çağ karanlığına geri götürüyor. Cambridge Analytica skandalında bu yeni medyanın aslında ne amaçla kullanıldığını gayet iyi gördük.

Alternatif bir medya yapılanması?
Julia Cage tezinde, vakıf ile anonim şirket arası bir yerde “kâr amacı gütmeyen medya ortaklığı” modelinin sürdürülebilir bir alternatif olduğunu öne sürüyor. Vakıf olmanın avantajı kâr amacı gütmeksizin kaliteli haber üretmek ve devamlılığı olan bir sermaye yapısıdır. Anonim şirket olmanın avantajıysa çeşitlendirilmiş hissedarlık ve demokratik karar alma mekanizmasıdır. Cage’ye göre bu model, Amerika ve İngiltere’deki büyük üniversitelerin ticari faaliyetle kamu hizmetini birleştiren modele yakın bir modeldir.

Medya ortaklığı “crowdfunding” (katılımcı finansman) ile okurlara da yer açmalıdır. Sadece “pamuk eller cebe” demek yetmez. Gazeteye bağış yapan okuyucular karar sürecinde söz sahibi olmalıdır. Böylece haber ve enformasyon sadece onu üretenlerin değil tüketenlerin de sorumluluğunda ve denetiminde olur.

Tabii bunlar etraflıca tartışılması gereken evrensel meseleler. Zaten Türkiye’nin mevcut şartlarında havuz medyasından başka yeni bir medya yapılanması anaakımda pek mümkün değil. Ancak kısa vadede bizim yapmamız gereken bir yandan farklı alternatifleri düşünürken diğer yandan özgür ve patronsuz basından geriye ne kaldıysa fraksiyon ayırt etmeksizin desteklemek.

Anıl Aba / BİRGÜN