29 Ekim 2018 Pazartesi

Tarihçi ve akademisyenler Cumhuriyet'i böyle tanımladı: Saraylara, saltanatlara karşı halk iktidarı - MEHMET EMİN KURNAZ

AKP düzeninin gölgesinde Cumhuriyet’in 95. yılı kutlanıyor. BirGün’e konuşan tarihçi ve akademisyenler ise tarihsel ve politik hatırlatmalarda bulundu.

Cumhuriyet’in bugün 95. Yıldönümü. Gelinen süreçte İslamcı AKP iktidarı cumhuriyete yönelik saldırılarını hiç olmadığı kadar artırdı. Öte yandan Cumhuriyet bayramı için yurdun birçok yerinde coşkulu kutlamalar yapılırken, bilhassa 2000 sonrası yaşanan rejim tartışmaları da en çok kutlamalar kadar gündemi işgal ediyor. Atatürk önderliğinde kurulan Cumhuriyet’in kurucu bir fikir olarak Anadolu için önemini ve bugün yaşanan ‘Yeni Türkiye’ eksenli rejim tartışmalarını akademisyen ve tarihçilerle konuştuk.
Tarihçi Sinan Meydan Şunları söyledi: “Atatürk yeni Türkiye kavramını kullanır. Nedir Atatürk’ün yeni Türkiye’si? Sarayın sultanının egemen olmadığı, milletin egemen olduğu bir Türkiye’dir. Laik bir Türkiye’dir. Bunların bahsettiği yeni Türkiye, aslında eski Türkiye’dir. Cumhuriyetten öncesini kast ediyorlar. Bakın anayasamızda yapılan değişikliklerle, Türkiye 1876 düzenine döndü.”

Tarihin akışını değiştiremezler
Meydan konuşmasını şu ifadelerle noktaladı: “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır. Ama bizim bu Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmamız gerekir.”

Sen yanmasan, ben yanmasam...
Prof. Dr. Taner Timur ise yaptığı kapsamlı analizde şunları ifade etti: “Cumhuriyet bir umuttur; bir vaattir. Yalana dayanarak “devlet” olmuş hanedanların, oligarkların, despotların elinden iktidarı alıp, halka devretme vaadidir. Onun için de devamlı bir kavga gerektirir. Bu ülkede Cumhuriyet 95 yıl önce, düşmanla işbirliği yapmış, ülkeyi işgalcilere yalvararak kurtaracağını sanmış bir hanedan rezil olduktan sonra, kurtuluşu sağlayan Büyük Lider’in iktidarı halka devretme vaadi olarak ilan edildi. 95 yıldır da karanlık güçlere karşı kavganın içindeyiz. İnişli çıkışlı bir kavga bu ve itiraf edelim ki son yıllarda bu kavgada büyük mevziler kaybettik. Varılan noktada da Abdülhamid istibdadının gölgesi, düşünce ve vicdan hürriyeti özlemi üzerine bir kara bulut gibi çökmüş bulunuyor. Yine de umutsuzluğa kapılmayalım. Güneş balçıkla sıvanmaz ve bu karanlık günlerde yanan özgürlük kahramanları bu ülkenin aydınlığa kavuşmasının da öncüleri olacaklar. ‘Sen yanmasan, ben yanmasam…’ diyordu Nazım..”

Yazar Zeki Sarıhan şunları söyledi: Gerçek Cumhuriyeti kurmak isteyen güçler, yaklaşık iki yüz yıllık, özellikle de 95 yıllık deneyimden dersler çıkararak halk kitlelerini bilinçlendirmek, örgütlemek ve iktidar mücadelesinde onun önünde cesaretle yürümek zorundalar. Geçmişin iktidar sahipleri, temsil ettikleri sınıfı zengin etmek için işçi ve köylülere bakmayarak bu büyük kitleyi AKP’ye hediye etmişlerdir. AKP de oy deposu olarak gördüğü yoksul yığınları yağma sofrasından artanlarla memnun ederek tepe tepe kullanıyor. Kitleler, kendi iktidarları için harekete geçmedikçe iktidar, sıra ile Köşk’te veya Külliye’de oturma hakkını “kazanan” iki sınıfın bir tahterevallisine döner.


Akademisyen İlhan Tekeli ise şunları söyledi: “Cumhuriyet’e ve o Cumhuriyetin doğal uzantısı olan parlamenter rejime sahip çıkmak, bence insan onuruna yakışan bir yönetim ve yaşam için gerekli bir vaziyet alıştır. Türkiye’nin yaşadığı bu son dönemin (2002 sonrasındaki dönem) içinde, bir 2007’ler civarında kesiklik olduğunu görüyoruz. O tarihe kadar daha parlamenter demokrasiye saygılı bir ele alış varken, ondan sonra bir başka proje uygulanmaya başladı gibi görülüyor. Bunun altında da, bu dini motiflerin önemli katkısı olduğunu insan Türkiye’de yaşadıkça hissediyor. Bunun en önemli göstergesi yaşam kalıplarına yansıması. Türkiye’nin yaşam kalıplarında bir değişim, dönüşüm oldu. Bu da, tabii daha dini motiflerin ön plana geçtiği bir durum, laiklik meselesinin yorumlanma biçiminde de bunu görüyoruz. Özellikle laikliğin bir din özgürlüğü olarak yorumlanıp aynı zamanda din ve devlet işlerinin ayrılması olduğu boyutunun ihmal edildiğini görüyoruz.”

MEHMET EMİN KURNAZ / BİRGÜN

‘Reform’ Dediler Mağduriyet Yarattılar’: Emeklilikte Yaşa Takılanlar gerçeği - AZİZ ÇELİK

EYT sorunu çözülebilir. Kaynak bulunabilir. Sorun kaynak değil tercih sorunudur. Sermayeye verilen cömert teşviklerin bir bölümü EYT için kullanılabilir.

Emeğin gündeminde bir süredir yeni bir konu var ve uzun süre gündemde kalacağa benziyor: Emeklikte Yaşa Takılanlar, kısaca EYT diye biliniyor. Sorun milyonlarca çalışanı ilgilendiriyor. O nedenle güçlü bir toplumsal etki ve beklenti yaratmış durumda. Siyasi iktidar, maliyet gerekçesiyle sorunu çözmek bir yana, tartışmak dahi istemiyor. EYT’lerin durumuna ilişkin Meclis Araştırma Komisyonu kurulmasına ilişkin talebin Meclis’te iktidar bloğunun oyları ile reddedilmesi, konunun gündeme gelmesinin bile istenmediğini gösteriyor.

Oysa böyle bir sorun var ve artık göz ardı edilmesi mümkün değil. Sorunun boyutlarına ilişkin farklı rivayetler var. Bu nedenle konunun Meclis tarafından araştırılması son derece yerinde olurdu. EYT kaç kişiyi ilgilendiriyor? Yaşanan mağduriyet nasıl giderilebilir? Çözüm için hangi seçenekler var? Bunların ilgili tarafların katılımı ile Meclis’te herkesin gözü önünde tartışılması gerekir.

1999’da gelen yaş şartı
Emeklikte Yaşa Takılanlar (EYT) sorunu 1999’da DSP, ANAP ve MHP koalisyon hükümeti tarafından kabul edilen ve emeklilik yaşını yükselten 4447 sayılı Kanun ile yaratıldı. 8 Eylül 1999 gününe kadar SSK kapsamındaki işçilerin emeklilik için iki şartı yerine getirmesi gerekiyordu: Kadınlar için 20, erkekler için 25 yıl sigortalılık süresi ve 5000 günlük prim ödeme gün sayısı. Bu durum -sayıları sınırlı da olsa- kadınlarda 38 erkeklerde ise 43 yaşında emekliliğe olanak tanıyordu. Oysa bu değişikliğin gündeme getirildiği tarihte fiili emeklilik yaşı 50’nin üstünde idi. Ancak “38 yaşında emeklilik iddiası” dillere pelesenk edildi ve 1999’dan sonra üçüncü bir şart olarak yaş şartı getirildi.

Getirilen yaş şartı sadece yeni işe girenleri değil, eski çalışanları da kapsıyordu. Eski çalışanlar için oldukça sert bir yaş şartı sistemi getirildi. Emeklilik yaşı kadınlarda 58, erkeklerde 60’a, prim gün sayısı ise 7000 güne yükseltildi. 8 Eylül 1999 gününden önce işe girenler için kadınlarda 40 ile 58, erkeklerde ise 44 ile 60 yaş arasında değişen kademeli geçiş süresi getirildi. Benzer yaş sınırı Emekli Sandığı ve Bağ-Kur kapsamındakiler için de getirildi.

2 yıldan 18 yıla kadar mağduriyet var
Bunun büyük mağduriyetler yaratacağı o günlerde söylendi ve yazıldı. Sendikalar yaratılacak mağduriyete dikkat çekti. Nitekim 1999 yılında yapılan emeklilik yaşı ile ilgili geçiş düzenlemelerinin iptali için dönemin muhalefet partileri DYP ve RP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapıldı. Anayasa Mahkemesi kademeli geçiş hükümlerini “adil, makul ve ölçülü” bulmayarak iptal etti. Daha sonra 23 Mayıs 2002 tarihinden geçerli olmak üzere yeni bir kademeli geçiş takvimi kabul edildi. Geçiş koşulları 20 ve 25 yıllık sigortalılık koşullarını korudu; ancak yeni sistem kadınlarda 40-56 arası, erkeklerde ise 44-58 arası değişen yaş koşulu ile 5000 ile 5975 gün arası değişen prim gün koşulu getirdi.

Yaş şartının 4447 yasa çıktığında halen çalışanlara geçmişe dönük uygulanması nedeniyle sigortalılık süresi ve prim gün şartlarını yerine getirenler ama yaş şartını yerine getiremeyenler emeklilik için yaş beklemek zorunda kaldı. Emekliğe kademeli geçiş (yaş koşulu) nedeniyle ciddi bekleme süreleri ve mağduriyetler yaşandı. Örneğin yasanın çıktığı 2002’de 2-3 yıllık bir erkek sigortalı çalışanı ele alalım. Bu işçi eski sisteme göre 43 yaşında emekli olabilecekti. Kademeli geçişle bu işçinin emekliliği 15 yıl gecikmiş oldu. Aynı tarihte 2-3 yıllık kadın işçi için bu süre 18 yıl oldu. Kuşkusuz 38 ve 43 yaşında emeklilik kademeli olarak değişmeliydi; ancak başka bir sistemle işe başlayıp emekliliği 15-18 yıla kadar gecikenlerin büyük mağduriyet yaşadığı açıktır. Yeni sistemle sigortalılar iki yıl ile 18 yıl arasında yaşa takıldılar. EYT kısaca, 1998 yılında işe giren bir işçinin 2023 yılında emekli olma hakkına sahipken, birkaç yıl sonra çıkarılan bir yasa ile emekliliğinin 15 yıl sonraya 2038 yılına ertelenmesidir.

Sorun kaynak değil tercih
EYT önemli toplumsal bir sorun haline gelmiş durumda. EYT konusunda ne yapılabilir? Her şeyden önce konu kestirilip atılamaz. Konunun sadece maliyet olarak ele alınması doğru değildir. Sorunun ilgililerin (Bakanlık, EYT’liler, sendikalar, SGK ve siyasi partilerin) katılımı ile tartışılması ve makul bir çözüm bulunması gerekir. Bunun öncelikle Meclis’te yapılması gerekir. Abartılı rakamlarla konunun yok sayılması doğru değildir. Konunun doğru bilgilerle ve şeffaf biçimde tartışılması gerekmektedir. Geçmişe dönük mağduriyetin özellikle de 4447 sayılı yasadan kaynaklanan mağduriyetin giderilmesi gerekir. Bunun için üç çözüm söz konusu olabilir.

Birincisi 4447 öncesi işe başlayanlarla sınırlı olarak bütün yaşa takılanlara koşulsuz ve hemen emeklilik hakkı tanınmasıdır. Bu çözüme siyasal iktidar sosyal güvenlik sistemine yük getireceği gerekçesiyle itiraz etmektedir. Ancak ortada ciddi bilgi kirliliği vardır. 750 milyar TL gibi bir maliyetten söz edilmektedir. Bu doğru bir iddia değildir. SGK’nın emekli aylığı ödemeleri aylık 20 milyar TL civarındadır. Bu ödemeler toplam 12 milyona yakın emekli ve hak sahibi kapsıyor. İktidar çevreleri halen 1,3 milyon kişinin yaş koşulu kaldırıldığında emekli olabileceğini söylüyor. EYT mağdurları ise bu sayının 700 bin civarında olduğunu belirtiyor. Sayıyı 1,3 milyon kabul etsek, EYT sorunun çözümünün yıllık maliyetinin toplam 26 milyar TL olacağı iktidar yetkilileri tarafından belirtiliyor. EYT sorununun çözümü SGK için aylık 2-3 milyar civarında ilave bir ödeme anlamına gelecektir. Bunun anlamı SGK’nın ödeyeceği emekli aylıklarının yaklaşık yüzde 10 artmasıdır. Hatta daha kademeli çözümlerle SGK bütçesine gelecek ilave artışın daha düşük tutulması da mümkündür.

Bir başka çözüm 4447 sayılı yasadan önce çalışanlar için kademeli yaş koşulunun yumuşatılması söz konusu olabilir. Halen öngörülen yaşlar kademeli olarak aşağıya çekilebilir. Böylece iddia edildiği gibi bir anda emeklilikte yığılma olmaz. Ancak mağduriyet önemli ölçüde azaltılabilir. Böylece öngörülen maliyet daha düşük olabilir. Diğer bir yöntem ise yaşa takılanların hemen emekli edilmeleri, ancak aylıklarının yaş koşuluna kadar kademeli olarak biraz daha düşük ödenmesi söz konusu olabilir. Ancak buradaki açmaz emekli aylıklarının düşük olmasıdır. Bu nedenle, böyle bir durumda mutlaka emekli aylıklarının asgari ücretin altında olamayacağı yönünde düzenleme yapılmalıdır. Bu çözümler şeffaf olarak tartışılmalıdır.

Gelelim kaynak sorununa. EYT sorunu gündeme gelince “kaynak yok” ve “maliyet” korosu sahneye çıkıyor. Oysa kaynak var. Tahsil edilmeyen SGK primlerinin tahsil edilmesi, kayıt dışı çalışanların sigortalı çalıştırılması, sermaye çevrelerine tanınan vergi ve prim teşviklerinin bir kısmının ETY için ayrılması yeter de artar bile. Bir örnek vermekle yetinelim. Bütçeden işveren SGK primi 5 puan indirimi için ayrılan pay 2017’de 28 milyar TL, 2018 ilk 9 ay için 19,5 milyar TL’dir. Sadece bu kalem bile EYT sorununun çözümüne yeter.

                                                          •••

Tekrar merhaba
Yaklaşık dört ay önce, 24 Haziran seçimlerinden sonra BirGün’de emeğin hallerine dair yazılarıma ara verip izin istemiştim. Biraz güç toplamak, biraz soluklanmak lazımdı. “Biliyorum hayat devam ediyor ve emeğin ahvalinde değişen bir şey yok, kısa vadede iyi yönde değişmeyecek” diye yazmıştım “İzin istiyorum” başlıklı yazımda. Ne yazık ki emeğin ahvaline dair değişen bir şey yok. Her şeye rağmen yazıya dönme zamanı geldi. Yıllardır yaptığım gibi karınca kararınca bu köşede emeğin hallerini yazmaya yansıtmaya devam. Cumhuriyet’in 95. yılında demokratik ve sosyal hukuk devleti temeline dayalı bir Cumhuriyet özlemi ile yeniden merhaba…

Aziz Çelik / BİRGÜN

Cumhuriyet’i yeniden kazanmak mümkün mü? - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN


2018 Türkiyesinde Cumhuriyet Bayramı ne anlama geliyor? Erdoğan’ın 1923’te açılan “parantezi” kapadığını iddia edenler için kutlanacak bir cumhuriyet var mı? Göstermelik, alışageldik bir kaç kelam dışında bu ülkenin resmi makamlarının 29 Ekim’e atfettiği özel bir anlam kaldı mı? Cumhuriyet bayramı etkinliklerini “tepeden inme” görenler şimdilerde 29 Ekim’in unutturulmak istenmesinden memnun mu?

Kurucu tarihini 15 Temmuz’a sabitleyen yeni rejimin cumhuriyet kavramının içini boşaltıp onun yerine kendi politik sembollerini yerleştirmeye çalıştığı, bu konuda da epey ilerlediği bir sır değil. “2023 hedefi”, Erdoğan’ı ön plana çıkarıp 1923 ruhunun üstünü örten bir kurmaca, 29 Ekim kutlamaları ise iktidar ve ona bütünleşik “sivil toplum” nezdinde Malazgirt ya da İstanbul’un fethi törenleri kadar ilgiye mazhar olmaması gereken bir tarih. 

Cumhuriyet adının yerinde durması onun gerçekten var olduğu anlamına gelmiyor. Bu topraklarda cumhuriyet fikrinin gelişiminde olmazsa olmaz iki temel özellik vardır. Bunlardan ilki halk egemenliği düşüncesidir ve kökleri cumhuriyetin çok öncesine uzanır. Köhnemiş hanedan yönetimine karşı halk egemenliğini inşa etmek için ciddi tartışmalar yapılmış, büyük bedeller ödenmiştir. Ezcümle çokça anlatıldığı gibi cumhuriyet gökten zembille inmemiştir. İlânının bir çırpıda olması, güncel kaygıların süreci hızlandırması başka bir şeydir, fikrin tarihsel arka planı olduğu gerçeği başka.

12 Eylül Askeri Darbesi’nden bugüne halk egemenliği kavramına ve kendini gerçekleme imkânına sistematik bir saldırı mevcuttur. Ve o saldırı 16 Nisan şaibeli referandumu ve 24 Haziran seçimleriyle zirve noktasına varmıştır. Meclisin işlevsiz kılındığı, siyasetin Saray’ın koridorlarına sıkıştırıldığı bu dönemde en ağır darbelerden birini halk egemenliği almıştır.

Cumhuriyetin ikinci özelliği modernleşme-dünyevileşme çabasının bir ürünü olmasıdır. Halk egemenliği düşüncesi ile dünyevileşme çabası cumhuriyet projesinde buluşmuştur. Kurumsallaşma sürecinde yapılan hatalar, dinin devlet kontrolüne alınması adına yapılan hamleler ileriki yıllarda kangrenleşen sorunlar doğurmuştur ancak bu saptama cumhuriyet ile laiklik arasındaki tamamlayıcılık ilişkisini gölgelemez. Siyasal İslamcı rejimin devletin tüm kurumlarını İslamlaştırmaya çalışması laiklik mücadelesinin direnme üssünü değiştirmiş, mücadeleyi tabana yaymıştır. Bugün laikliği kazanmak Saray’a, orduya, sermayeye rağmen yaşam alanlarını savunmaktan geçmektedir.

AKP iktidarında geçen 16 yıl cumhuriyetin nasıl savunulacağını değil nasıl savunulmayacağını göstermiştir. Cumhuriyet bir “nostalji nesnesi” haline getirilerek, yalnızca kurucu lidere dayanarak, sistemin egemen güçlerinden herhangi birine yaslanarak savunulamaz, demokratikleştirilemez. Cumhuriyet fikrinin altını oyan, iktidarla menfaat ortaklığı kurup bayramdan bayrama cumhuriyet güzellemesi yapan “laik” sermayeyi alkışlayarak, “bu ülkede yaşanmaz” deyip muhalefete akıl verenleri dinleyerek, “kendimi hala özgür hissediyorum” demekten başka özgürlüğü kalmayan sanatçıların, kanaat önderlerinin peşine takılarak cumhuriyet müdafaa edilemez.

Eğer Saray rejimine karşı halkın cumhuriyetini kuracaksak o cumhuriyet hakiki manada kimsesizlerin kimsesi olmak durumundadır. Çocuğuna pantolon alamadığı için intihar eden, sendikalı olduğu için işinden atılan, okulu zorla imam hatipleştirilen, deresinin suyuna para ödemek zorunda bırakılan, maden ocağında geleceği elinden çalınan milyonların onurlu ve başları dik yaşayacakları bir cumhuriyet hayali olmalıdır. O cumhuriyetin sıfatı sosyalist olur ya da olmaz ama onun hüküm sürdüğü yerde Saray resepsiyonlarında milyonlar akarken askerler donmaz, işçiler, öğrenciler yediklerinden zehirlenmez, çocuklar yatağa aç girmez. 

Sözün, yetkinin, iktidarın halkta olması gerektiği iddiası bugünün Türkiyesinde yeni anlamlar kazanıyor. O mana memleketin her köşesini meclisleştirmek, meclislerden ortak bir irade vücuda getirmek, kamuculuğu, laikliği, aydınlanmayı halkla beraber kazanmaktır. Aradan geçen bunca yıla rağmen bir başka umut, bir başka gelecek, bir başka memleket düşü olarak Cumhuriyet hala geçerliliğini koruyor. Önemli olan o imkânı büyütebilmek, o potansiyelden özgüvenli, iddialı fakat bir o kadar da gerçekçi bir politik hattı örgütleyebilmek...

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

Cumhuriyet tarihinin en büyük kapanışı - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Bugün Türkiye, İstanbul’da yeni bir havalimanını açmıyor, milyonlarca dolar yatırıp, dünyanın sayılı havalimanları arasına getirdiği Atatürk Havalimanı’nı kapatıyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de tek kalemde en büyük israfı gerçekleşiyor bugün. Niye kapatıldığını da kimse bilmiyor. Herhalde spekülasyonlardaki gibi ya “Atatürk” ismi AKP hükümetini rahatsız etti ya da arazisini ranta açma düşüncesi üstün geldi. Belki de ikisi birden çünkü dünyanın en büyük 15. havalimanının kapatılmasıyla ilgili başka mantıklı bir açıklama gelmiyor akla.

Türkiye’de en yanlış projenin yıkılmasına bile, “bir kere yapıldı” diye karşı çıkanlar, milyonlarca dolar değerindeki Atatürk Havalimanı’nın kapatılarak çöpe atıldığından hiç bahsetmiyor. İstenseydi Atatürk Havalimanı büyütülebilir veya İstanbul’a orta büyüklükte üçüncü bir havaalanı yapılarak iddia edilen kapasite sorunu çözülebilirdi. Hükümet medyasının malum köşe yazarları arasında Londra’ya gitmeyen belki de yoktur. Ama bir tanesinin okuyucularına İngiltere’nin en büyük kentinde neden bir dev havalimanı değil beş tane olduğunu yazacak cesareti yok. Bu köşede de yeni havalimanının gereksiz olduğunu defalarca yazdık. Londra’nın Heathrow Havalimanı kadar büyük olan Atatürk Havalimanı’nın ondan yaklaşık 20 milyon daha az yolcu ağırlamasına rağmen nasıl kapasite sorunu yaşadığını sorduk; yanıt alamadık.

Yeni havalimanı, 3. köprü ile birlikte İstanbul’un nispeten el değmemiş, kuzey ormanlarını barındıran, su havzalarının olduğu bölgeyi yapılaşmaya açıyor. Şimdi bu son sığınak da betona teslim ediliyor. Birçok raporda da belirtildiği gibi bölgede Bern Sözleşmesi’ne göre tehlike altında bulunan 10, küresel ölçekte tehlike altında olan ise 8 bitki türü var. 13 endemik bitki türünü ev sahipliğini yaptığını da hatırlatalım. Hayvanlar açısından da durum farklı değil. TMMOB raporu, ÇED raporunda yer alan 58 fauna bireyinin 24’ünün Bern Sözleşmesi EK 2 listesinde yer aldığına ve kesinlikle koruma altına alınması gereken türler olduğuna dikkat çekiyor. Ekosistemlerinden dev otoyol geçirdiğimiz bu hayvanlar şimdi de yüzlerce uçağın ve araç trafiğinin baskısı altında kalacak. Havalimanının kuşların göç yolu üzerinde olduğunu, alanın dünya açısından değerli onlarca türe de ev sahipliği yaptığını da uzmanlar söylüyor. Gerekliliği tartışmalı bu devasa proje ve kuzeydeki diğer projeler, ekolojik açıdan korunması gereken bir yere yapıldı. Etrafında yapılaşma artıkça hasar daha da büyüyecek. 

Projenin ekonomik riski de var ama şirketler için değil. Verilen yolcu garantisi şirketleri rahatlatıyor ama sayı tutturulamazsa bu para bizim cebimizden çıkacak. Kriz yüzünden zor günler yaşayan Türkiye ekonomisinin omzuna yeni bir yük daha binecek. Havalimanının İstanbulluların yaşadığı mahallelere en uzak noktada kurulması da oraya ulaşmak isteyenlere çektireceği çilenin yanı sıra kimsenin konuşmadığı bir başka ekonomik yükü de beraberinde getiriyor. Yeni havalimanı ile Taksim arası 40 km. Atatürk Havalimanı Taksim arası 22 km idi. Yeni havalimanı Avcılar arası 50 km. Atatürk Havalimanı düzenlense ve kullanıma devam edilseydi Avcılar’dan ulaşmak için 16 km gidilecekti Mesafa uzadığı için yakıt ve araç giderleri artacak. Mesafelerin ortalama ikiye katlandığını düşünürsek masraf da ikiye katlanacak.

Türkiye’nin petrolünün yüzde 92’si ithal ve siz böyle bi proje yaparken enerji tüketimini hiç hesaba katmıyorsunuz. Bu bölgeye yeni mahalleler kurulsa ve 3-5 milyon nüfusa sahip olsa bile yeni havalimanı kalan 15-20 milyona hep uzak olacak. Türkiye ulaşımdan insan refahına kadar birçok alanda bu havalimanı var oldukça zarar edecek.

Akla zarar bir proje olduğu için “çılgın” diye adlandırılan bu havalimanı ve beraberindeki Kanal İstanbul ile 3. köprü projeleri, İstanbul’un zaten yönetilemeyen nüfusunu daha da artıracak ve kenti her anlamda yaşanmaz kılacak.

TMMOB’un yine havalimanıyla ilgili raporlarında işaret ettiği gibi Büyükçekmece ve Terkos gibi önemli su havzalarında yapılaşma baskısı bu projeler yüzünden artıyor. Kuzey ormanlarının talana açılması, İstanbul’un zaten Dünya Sağlık Örgütü değerlerine göre kirli olan havasını temizleyen bu ormanların da yok olmasına neden olacak. Solunum yolu hastalıklarından Akciğer kanserine kadar yolu var.

Bugün törenle açılışı yapılacak havalimanı, bu ülkeyi, doğayı ve insanların sağlığını korumak isteyenlerin alkış tutabileceği bir iş değil. İyi tarafına bakalım. Atatürk Havalimanı gibi milyonlarca dolarlık bir yatırım kimseye hesap vermeden boşa çıkarılabiliyorsa bu ülkede yanlış yapılmış bu havalimanı gibi birçok proje de artık rahatlıkla yıkılabilir.

ÖZGÜR GÜRBÜZ / BİRGÜN

Cumhuriyete neden düşmanlar? - Zafer Arapkirli

Mustafa Kemal Atatürk ve dava arkadaşlarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti söz konusu olduğunda; 


Cumhuriyet, daima ileriyi hedeflemektedir. Geriye, gericiliğe, köhnemiş çürümüş olana düşmandır. 

Cumhuriyet, bir “teba” konumundaki, bir “uhrevi yüce irade” yani Padişah tarafından güdülme konumundaki bir halktan, kendi iradesi ile kendini yönetenleri belirleme esasına dayalı bir toplum düzeni kurmuştur. 100 yıl öncesinin düzenini reddeder. 
Cumhuriyet, kuvvetler ayrılığı ilkesini ve özellikle de hukukun üstünlüğünü, hukukun yürütme ve yasama üzerindeki denetimi esasını gözetir. Yargıdan vareste hiçbir güç olmamasını temel almıştır.
 
Cumhuriyet, “Buyruklarla değil, istişare ve yetkin kurumların işbirliği içinde çalışması ile kararların alındığı bir sistemi” savunur. 

Cumhuriyet, dogmaları değil, soruşturan, araştıran, tartışan zihniyete dayalı düşünsel gelişmeyi teşvik eder. Hurafeyi reddeder, dayatılanı reddeder, özgürlükçüdür. 
Cumhuriyet, insanların hangi etnik köken, din, mezhep, dil, ırktan geldiklerine önem vermez, bir vatana bağlı bir “ulus olarak ortak aidiyet temelinde”ortak hedeflere odaklanmasnı esas alır. Bölücü değildir. 

Cumhuriyet, yüzyıllar sonra kadınla erkeği eşit bir varlık, eşit bir birey, eşit bir insan, eşit bir yurttaş kabul etmiştir. Harem-selamlığı reddeder. 

Cumhuriyet, hangi kökenden ya da hangi sosyal kesimden gelirse gelsin eğitimde, sağlıkta, hukukta tüm yurttaşlar arasında, olanaklara eşit ve adil düzeyde erişimi esas alır. Sosyal geri plan, din-mezhep, parti zümre vb. temelde ayrıcalıklı muameleyi reddeder. 

Cumhuriyet, çağdaş ve gelişmiş ülkeler kalitesinde eğitimi vatandaşlarının en temel ihtiyacı olarak kabul eder. Dinî-uhrevi alandan ayrı tutar. Laiktir. Ümmetçi anlayışın da karşısındadır. 

Cumhuriyet, iç barışı ve komşularlabaşka ülkelerle-uluslarla ilişkilerinde uzlaşı ve hoşgörüyü esas alır. İlişkilerini, husumet-kin-tarihsel hesaplaşmalar temelinde değil, dostluk temelinde yürütme ilkesini gözetir.
 
Cumhuriyet, ekonomik özgürlüklerin önünün açık tutulması esasını benimsese de, hakça bir bölüşmeyi, sosyal adaleti ve sosyal güvenliği önemser. Acımasız, “altta kalanın canı çıksın” anlayışlı ekonomik sistemi reddeder. 

Cumhuriyet, ölçülü bir devletçilikten yanadır. Ekonomik hayatta devletin “dikte edici” değil, ama “düzene sokucu-kaosu önleyici” rolünü önemser. Yağmaya ve talana izin vermemek için devletin varlığını tamamen ekonomik hayattan çekmez. Özel girişime karşı olmasa da, özel girişimin “ekonomik hayatın tek vazgeçilmez ve üstün unsuru” olduğu dogmasını reddeder. 

Cumhuriyet, geçmişin kültürel ve sanatsal mirasını reddetmeden, çağdaş sanatın da önünü açan, teşvik eden, gelişmesine katkı veren bir zihniyetten yanadır. Tutucu değildir. 

İşte tüm bu saydıklarımızdan dolayı, bugün ülkeyi yöneten zihniyet, ATATÜRK CUMHURİYETİ’ne düşmandır. 

Bu ülkünün vücut bulduğu 1923 ruhunu inkâr ve ve imha, en hızlı biçimde ilga esasına dayalı bir anlayışı simgelemektedir.

“Ülküm yükselmek, ileri gitmektir” şiarından tam da bu yüzden nefret etmekte ve genç nesillerin bu şiara inanarak ve benimseyerek yetişmesinden rahatsızlık duymaktadır.

İlkokul öğrencilerinin “Türk’üm” diyerek güne başlamasını, “etnik-ırksal-ulusal-sosyal-toplumsal” tartışmaların gereksiz mezesi yaparak ustaca bir saptırmayla engellemiş, asıl bu “Cumhuriyet ülküsünü” toptan unutturmayı amaçlamıştır.
İşte bu yüzden 1923 Cumhuriyeti’ne alternatif “İkinci Cumhuriyeti” kurmak isteyenleri yedeğine alarak, her türlü Atatürkçü değere saldırmaktadır. 

Biz de işte tam da bu yüzden 1923 Ruhu’na ve Mustafa Kemal’in emanetine her zamankinden daha da sıkı sarılarak bu saldırıya göğsümüzü siper ediyoruz, edeceğiz. 
Kimse heveslenmesin.

 
1923 öncesine, Vahdettin ve Damat Ferit’lerin Türkiye’sine geri dönüşe geçit vermeyeceğiz. 

O Türkiye’nin temsilcileri, o meşum İngiliz zırhlısına binerek defolup gittiler.


O fersudeleri bu limana bir daha ayak bastırmayacağız.

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Saray Dumlupınar’ı bilir mi? - Işık Kansu

DUMLUPINAR -CHP’li Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar, Dumlupınar Belediyesi’nin MHP’li olmasına bakmadı. Kendi ifadesiyle, “Bu toprakların hakkını teslime geldi” ve Dumlupınar’da, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk Misafirhanesi ve Dumlupınar Sosyal Tesisleri’nin yapılmasına ön ayak oldu. 
Çünkü söz konusu olan vatan için Dumlupınar bozkırını çiçekleyen şehitlerimizdi. Öyleyse, gerisi ayrıntıydı. 

Kuvayi Milliye’ci bir aileden gelen Fethi Yaşar, şehitlerin anısına bir güzel iş yaptı, gerçekleştirdiği tesisi onların aziz ruhlarına rahman etti. 
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da Dumlupınar’dan çağrısını yaptı: 
“Vatanseverleri yeniden milli mücadeleye çağrıyoruz.” 
Peki, Saray ve saraycı, Dumlupınar’ı bilir mi? 
Bilmez. 
O zaman bildirelim: 
Başkomutan’ın deyimiyle “zalim ve mağrurluğun yok edildiği” yerdir! 
Saray ve saraycının bugün utanılacak bir niteleme olarak algıladığı, “Türk ulusunun geleceğe güvenmekte haklı” olduğu yerdir! 
“Anadolu’da daha başka meydan savaşları verileceğini dikkate alarak herkesin akıl güçlerini ortaya koyması gerektiğinin” ifade edildiği yerdir! 
“Aç Türko, ayakkabısız Türko; ne ile taarruz edeceksin?” diye alay eden işgalcilerin yenildiği yerdir! 
Saray ve saraycının, siyaseten sıkıştığında düşkün bir dille saldırdığı ulusal kahraman İsmet Paşa’nın “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” diye adlandırdığı utkunun kazanıldığı yerdir! 
Saray ve saraycının, “iki ayyaş” diye değersizleştirmeye çabaladığı Gazi ile İsmet Paşa’nın bir köyün avlusundaki kağnı arabasının üzerine ilişip; Uşak, Eskişehir, Aydın, Alaşehir, Turgutlu, Ahmetli, Salihli, Manisa ve İzmir’i ateşe veren sömürgecilere “nefes aldırmadan İzmir’e girilmesine” karar verdikleri yerdir!
Ruşen Eşref Ünaydın’ın biçemiyle, önünde korkunç cinlerin dimdik durduğu sıla olan “zafer”e kavuşulduğu yerdir! 
Gazi Mustafa Kemal’in, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde dile getirdiği “aşk-ı istiklâl”, yani bağımsızlık sevdasına ulaşıldığı yerdir! 
Atatürk’ün o sözünün devamında ne dediğini bilir mi, Saray ve saraycı? 
Bilmez. 
O zaman Dumlupınar’dan bildirelim: 
“Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin hürriyet ve istiklâline sahip olmasıyla kaimdir.”
Özgürlük ve bağımsızlıktan vazgeçilir mi? 
Geçilmez. 
Havaalanından “zafer” olur mu? 
Olmaz. 

Yakındır, bütün Anadolu’da zafer bizim olacak.

Işık Kansu / CUMHURİYET

Cumhuriyet, Bilal Erdoğan’ın babasının malı değildir - Barış Terkoğlu

İlk kez Erdoğan Ailesi’ne gösterilen bir tepkiye dudağımı ısırarak sustum, çünkü adam haklıydı.” 

Cumhurbaşkanı’nı seven birinin ağzından duydum bunları. Metrodaydı, ekranda  Bilal Erdoğan belirince genç bir yolcu tepki göstermişti. “İki üniversite bitirdim hâlâ iş arıyorum” dedikten sonra ekrandaki Bilal Erdoğan’a söylenmişti. 
Kaçırmışım, yeni fark ettim. 

Bilal Erdoğan, Aile Bakanlığı’na bağlı Darülaceze’de idare meclisi üyesiymiş.  II. Abdülhamit’in torunu Abdülhamit Osmanoğlu da aynı mecliste göreve başlamış. Muhtaçlar için kurulan kurumu yönetiyorlarmış.
 
Dikkatimi çekmişti. 

İbni Haldun adına açılan üniversitede yeni bir gelişme oldu. Cumhuriyetin kapattığı medreseler arasındaki Süleymaniye Medreseleri yeniden açıldı. Vakıflar Genel Müdürlüğü restore ettikten sonra İbni Haldun Üniversitesi’ne teslim etti. Üniversite de kampus yaptı. Açılışta kürsüde Bilal Erdoğan vardı. “Neden” diye sorarken fark ettim. Meğer üniversitenin mütevelli heyeti başkan vekiliymiş. Belediyenin desteğiyle yeni kampuslar açacak üniversiteyi o yönetiyormuş. 

Bilim merakını da yeni keşfettim. 

2019’un “Fuat Sezgin Yılı” ilan edilmesiyle, üniversiteler, İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı ortaklığıyla projeler yapıyor. 2010’da açılan vakfa, Gülhane Parkı’ndaki binalar, müze yapması için teslim edilmiş. Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi içinde bir de enstitü kuran bu kurumda Bilal Erdoğan mütevelli heyeti üyesiymiş.

Hem öğrenci hem üniversite yönetiyor 
On parmağındaki on marifetler anlatmakla bitmez.
Eğitimci”liği biliniyor. 
TÜRGEV, TÜGVA, YETEV, Kartal Eğitim Vakfı, İnsan ve İrfan Vakfı, İlim Yayma Vakfı gibi Milli Eğitim’le ilişkili birçok kurumda o var. Bunların tamamı son dönemde eğitim sistemini şekillendirmesiyle dikkat çekiyor. Bilal Erdoğan, imam hatipler için öğrenci hedefi de açıklıyor, gittiği illerde okul müdürleriyle toplantı da yapıyor. 

Üniversite ilişkileri İbni Haldun’dan ibaret değil. Babasının adını taşıyan Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’ni fiilen yöneten vakfın kurucular kurulunda var. Malezyalı milyarder Syed Mokhtar Albukhary’nin 200 milyon dolara kendi adına kurduğu üniversitenin mütevelli heyetinde de. Albukhary’nin üniversite anahtarını Bilal Erdoğan’a teslim ettiğini okumuştuk. Erdoğan, Bosna Hersek Saraybosna Üniversitesi’nde bile karşınıza çıkıyor. Üstelik bu kadar üniversite yönetirken aynı anda İtalya’da Johns Hopkins Üniversitesi’nde 11 yıldır burslu doktora öğrenciliği yapıyor. 

Aynı zamanda bir sporcu. 

Bünyesinde bir spor kulübünü ve bir araştırma enstitüsünü barındıran Okçular Vakfı’nın mütevelli heyetinde o var. İstanbul Belediyesi’nin tahsis ettiği arazi ve binalarda faaliyet yürütüyor. Erdoğan, vakfın “ya Hakk” diye ok atan reklam yüzü. Sadece bu kadar değil. Dünya Etnospor Topluluğu’nun “taklitorganizasyon” suçlamasına hedef olan Dünya Etnospor Konfederasyonu Yönetim Kurulu Başkanı. Festivallerinin baş konuğu. Rus basınına göre Yakutistan’da yapılacak Mas Güreşi Turnuvası’nın Arnold Schwarzenegger ile birlikte davetlisi.

Lokantaları da var 
İşadamlığını biliyorum. Denizcilikten hediyelik eşyaya, kozmetikten kuyumculuğa kadar çeşitli alanlarda şirketleri var. Bu köşeyi okuyanlar, FETÖ’nün TUSKON toplantısına katılıp ifadeye bile çağrılmadan kurtulan Mehmet Gür’ün Bilal Erdoğan’ın ortağı çıktığını hatırlıyor. Erdoğan, şirketleri aracılığıyla “aile dostları”ndan akrabalarına kadar birçok kişiyle ortak. İstanbul’un büyük AVM’lerinde Gülhane Döner gibi bazı restoranlar bile sahibi olduğu Doruk Izgara şirketi sayesinde onun. 

Türkiye Gençlik STK’leri Platformu kurulur da Bilal Erdoğan yönetiminde olmaz mı? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kırgızistan Meclis Başkanı ile görüşmesinde masada resmi sıfatı olmadığı halde Bilal Erdoğan oturuyor. 

Sizi daha fazla sıkmayayım. 

İş Bankası hisselerini konuşmaktan bakmaya fırsat bulamadığımız Bilal Erdoğan’ın özgeçmişinden çıkan iki ihtimal var. 


Ya doğaüstü yetenekleri olan bir insan, tesadüfen Cumhurbaşkanı’nın oğlu olmakla şereflendirilmiş. Ya da “Cumhurbaşkanı’nın oğlu olmak” ayrıcalıklarıyla, adı konmamış bir şehzadelik makamı var. Babanın yetkileri büyüdükçe oğlunun da alanı genişliyor. 

Biz “Cumhuriyet” derken, kaynağını kimi zaman dine, kimi zaman soya dayandıran imtiyazların reddedildiği düzeni anlıyoruz. 

95 yıl önceki şarkı buydu. Biz hâlâ aynı şarkıyı söylüyoruz. 

Herkesin değil. Okulda ya da işte, belki evde, belki de metroda “babanızın malı değil” diye mırıldananların Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun. 

Unutmayın, kurduk ve yine kurarız!

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Vatandaşı kazıklamanın dayanılmaz yükselişi! - Burhan AYERİ

Mehmet Yaşin'in yemek programlarından kazandığı paranın çok fazlasını CarrefourSA'dan elde ettiğini öğrendik. Fiyasko çıkan domates-hıyar indirimi ortada. Yaşin şimdi de mandalina-limonda baş rolde. Dileriz üçkağıtçılık bir defada kalsın.

Gelelim binlerce şubeli marketlere. A 101'i öncelikle ele almalıyız. Mağaza sayısını artırdıkça personelde kalite düştü. Bunlar müşteriyle ilgilenmedikleri gibi yaşlı başlı insanlara bağırıyorlar. "Yeşil zeytin var mı?" diye soranlara cevap dahi verilmiyor. Demek ki camlara astıkları "Eleman aranıyor" yazılarıyla gelenler yetersiz ve saygısız. A 101 ayrıca bir konuda rekortmen; En önemli unsurları hiç bulamıyorsunuz. Yani gelmiyor. Küçücük bir notla "Üretici yollamadı, özür dileriz"lerle geçiştiriliyor.

İsteğe göre
Bu arada bakanlarla başlatılan "Yüzde 10 indirim" kampanyası fiyasko hâlini aldı. Süt ürünlerine zam yapılmayan hafta yok. Bu konunun rekortmeni ise BİM. Peysan'ın 525 gramlık peyniri pat diye 17,50 lira oldu. Eski kaşar aynı şekilde "yüksek uçuyor." İndirimleri sadece kalitesi tartışılır, adı sanı duyulmamış bisküvilerde görüyorsunuz.

Bir okurumun yazdığı gibi Barilla makarnanın paketini 1,95'ten sattıklarını öğrendik. Fiyat tamam da ambalajlar 400 gramlık. Yani 100 gram eksik. Bu konuya daha önce değindiğim için Barilla yetkilileri "Biz isteğe göre imalat yapabiliyoruz. Talep alıcı firmadan geldi" diyerek açıklama yaptılar.

Sıvı yağ uçtu
Hepsinden önemlisi zincir marketlerde satılan yağların durumu. Daha 20 gün önce 2 litresi 29,95'ten satılan zeytinyağı bugün 36,90. Son bindirimi, iki taksitte yaptılar. Akılları sıra vatandaş anlamayacak. Oysa garibanın bütçesi makarna süzgecine döndü. Fark etmemesi mümkün mü?
Çiçek başta diğer tüm yağlar aynı şekilde zamlandı. Migros 5 litrelikleri 37,90'a çıkardı. Tanıtımlarında 42,95'i park yapılmaz işaretiyle çiziyorlar; "bakın 5 lira 5 kuruş indirdik" kandırmacası peşindeler.

Hep diyoruz ya "önce bindirim, sonra indirim." Bu konuda yine Migros'tan bir örnek vereyim; 2,5 kiloluk Osmancık pirincinde de bu park yasağı levhasından var. 23,50'den 18,90'a indi gösteriliyor. İki lira da hediyesi var -Money-. Yani 16,95'e satıyorlar. Daha bir ay önce herhangi bir yerden 14,50'ye alıyordunuz. Bu nasıl indirim?

Hangi birini yazacağımı şaşırdım. Mesela hazır köfteler. Paketlerin gramajını hesap edince kilosu 90-100 lira arası. Marka mı istiyorsunuz: Superfresh.

Bakanlığa da çağrı
Denetimlerden sorumlu Ticaret Bakanlığı'nı göreve davet ediyorum. İlk icraatları, kafa karıştırmalara, göz boyamalara son verdirmek. Çok şubeli marketlerin "Önce artırım, sonra indirim kampanyalarını" bitirmelidirler. Ayrıca Money gibi hesapları sonlandırmalıdırlar. Garibanın kafasını karıştırmaya set çekilmeli.

Etiketlerde, ilanlarda, sadece ödenecek para yer almalı. Bakın 32'lik tuvalet kağıdının 50 liraya, 12 ruloluk kağıt havlunun 34 liraya fırladığından söz etmiyorum. Deterjanlar başta bütün temizlik maddelerinin durumu da facia. Pet şişede satılan suları bile solladılar!

...
ÖZEL NOT: BİM'den kırmızı mercimek aldım. Kilo fiyatı 3,95'ten 4,45'e çıkarılmıştı. İlginç bir yanı da ithal edilen ülke değişmişti. Kanada gitmiş, yerini Kazakistan'a bırakmıştı. Ülke dost ama mesafe yakın. 50 kuruş zam biraz ayıp olmuyor mu?


Burhan AYERİ  / YENİÇAĞ

Cumhuriyet, artık bir namus meselesidir! - Arslan BULUT

Tunceli'nin Nazımiye ilçesinde Jandarma Özel Harekât timine mensup 12 askerden ikisinin 2300 metre yükseklikte donarak şehit olması, bütün ülkede derin bir üzüntüye sebep oldu. Tabii üzüntü yanında büyük bir şaşkınlık da var. Her türlü hava şartında hayatta kalabilecek eğitim almış ve bunun için gerekli donanıma da sahip olması gereken özel harekâtçıların kaybı, ciddi bir soruşturma gerektiriyor.

Öncelikle Jandarmanın İçişleri Bakanlığı'na bağlandığını hatırlayalım. Yani bu teşkilâtın en büyük amiri, İçişleri Bakanı...

İçişleri Bakanı da terörün kökünü kazımak için operasyonlara yaz-kış devam edildiğini, edileceğini söylüyor. Valiler ve jandarma komutanları da bakanın bu emrini yerine getirmek için çaba sarf ediyor. Fakat bu çaba sırasında, personelin can güvenliğine yeterince özen gösterilmediği anlaşılıyor. Özen gösterilmiş olsaydı, muhtemel hava şartları dikkate alınmadan, 12 asker o bölgeye helikopterle bırakılmazdı. Tipi başlayınca tahliye için helikopter kaldıramıyorsunuz. Buna rağmen 10 askerin, bir binbaşının her türlü tehlikeyi göze alması ile kurtarıldığı söyleniyor.

O iki uzman çavuş veya bütün askerler, sadece anne-babalarının değil milletin çocuğudur. Cumhuriyetin 95'inci yılında, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde emir komuta zincirinin bozulması, subay eğitim süresinin azaltılması, personel alımında iktidar ideolojisine uygun seçimler yapılması, komutanların siyasilerin gözüne girme çabası, siyasilerin de Cumhurbaşkanına yaranma kaygısı işte böyle sonuç veriyor! Olan Türk çocuklarına oluyor!

                                                                          ***

Bu ülkenin yöneticileri, çocuklarına millî bilinç yanında doğruluk büyüklerine saygı, küçüklerini korumak, yükselmek, ileri gitmek, varlığını Türk varlığına armağan etmek gibi erdemler aşılayan 85 yıllık "Andımız"ı kaldırıyorsa,

Bir ülkenin yöneticileri, kendi oluşturdukları siyasi iklimin, bir okul müdür yardımcısının, İzmir Marşı söyleyen çocukları tokatlamasına kadar vardığını, devletin bir İnternet sitesinde devlet kurucusuna hakaret edilmesine yol açtığını konu bile etmeyerek bu tür olayları adeta teşvik ediyorsa,
Bu ülkenin yöneticileri, kendi adamlarının kontrolünde bulunan ve din eğitimi verdiği iddia edilen vakıfların yurtlarında erkek çocuklara tecavüz edilirken, bunu eleştiren muhalefet liderinin, bakanın şeref ve haysiyetine saldırdığını öne sürüyor da o çocukların şeref ve haysiyetini korumanın esas olduğunu aklına bile getirmiyorsa,

Bir ülkenin yöneticileri, orduyu, yargıyı, medyayı ve devlet kadrolarının tamamını yandaşlaştırmak için çalışıyorsa, ihale düzenlerinin de toplumsal ahlâkı yok ettiğini görmüyorsa, zaten her ihaleden yüzde 10 ile yüzde 50 arası komisyon alındığından bahsediliyorsa,
Ve bir ülkenin yöneticileri Cumhuriyet bayramını kutlamayı bile savsaklıyorsa, o ülke halkının başı belada demektir. Bu sebeple halkın, cumhuriyete sahip çıkması kendi namusuna ve şerefine sahip çıkması demektir.
                                                                          ***

Bu sebeplerle Türkiye Gençlik Birliği'ne mensup gençlerin Anıtkabir'e yürüyüşleri, İYİ Parti mensuplarının ilk Meclis binasının önünde toplanarak "Andımız"ı okuyacak olmaları bir namus ve şeref mücadelesidir.

Yine Vatan Partisi kadın kollarının çocuğa yönelik cinsel istismarla mücadele için harekete geçmesi, 3 Kasım 2018 Cumartesi günü Ankara Türk-İş Konferans Salonu'nda "Çocuk Cinsel İstismarıyla Mücadele" etkinliği düzenlemesi, böyle hassas bir konuda toplumsal seferberlik başlatması bir namus ve şeref mücadelesidir.

Kısacası, namusuna ve şerefine sahip çıkmak isteyenler, Cumhuriyete ve Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmalıdır.


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

27 Ekim 2018 Cumartesi

Cumhuriyet karşılaması - ORHAN GÖKDEMİR

Geçen yılın Ağustos ayıydı. Bir TV programına katılan AKP MKYK üyesi Ayhan Oğan,15 Temmuz sonrası yeni bir devlet kurulduğunu söyledi. "Beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Recep Tayyip Erdoğan" dedi. Belli ki parti yönetiminde konuşulan bir konuyu dillendiriyordu. Stüdyodaki konukların bir ikisi “Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni ne zaman yıktınız da yeni devleti kuruyorsunuz?” diye mırıldandı.

Konuklar Cumhuriyet’in yıkılmadığını sanıyordu ama gerçekte yıkılalı çok olmuştu. Yıkan da AKP değil generallerdi. Oğan 15 Temmuz’da yıktıklarını sanıyordu ama 12 Eylül cuntası özenle yıkıp, enkazı bu imamlara teslim etmişti. Cemaatle birlikte gelip yıkıntının üzerine oturdular, dağıtmaya, parçalamaya başladılar. Yaptıkları tipik bir enkaz kaldırma işidir.

Fakat çok ürkek ve pek utangaçtılar. “Biz aldığımızda zaten yıkıktı” diyemediler. Cemaat, pastayı paylaşmak istemeyince enkaza el koymaya kalkıştı. Başarısız oldu. AKP’liler eski devletin o gün yıkıldığını sanıyor.

Peki, yeni bir devlet kurdukları doğru mu? Bakıyoruz kurulan ne diye. Sadece devasa bir saray görünüyor enkazın üzerine dikilmiş. O sarayda da tek bir adam görünüyor. Yargı o, yasama o, yürütme o. İşe girmeye kalkışsanız, sabıka kaydını bile ancak ondan alabiliyorsunuz.

Başına fes geçirip, eline baston tuttursan bildiğiniz Abdülhamit’tir.
Yaptıkları ne? Dediklerine bakılırsa, yıkılmış bir imparatorluğu ayağa kaldırmış ve devrilmiş bir padişahı canlandırmışlar. Olur mu? Olmaz. Yıkılmış Cumhuriyet’i ayağa kaldırmak ve laikliği canlandırmak kadar imkânsız bir iştir bu. Yıkılan yıkılmıştır, çöken çökmüştür. Yenisini kurmak ise ancak yeni bir sınıfın devrimci dehasıyla mümkündür.

                            ***

Ar damarları çatladı sonra, ürkekliklerinin yerini kof bir kabadayılık gösterisi aldı. Kendileri yıkmış gibi göstermeyi, yenisini kurmuş gibi şişinmeyi pek seviyorlar. Normal şartlarda sıradan sayılması gereken bir havaalanı açılışını bile Cumhuriyet’in kuruluşuna denk getirdiler. Havalimanı değilmiş açtıkları, anıtmış, öyle diyorlar. Bunu vesile ederek Cumhuriyet kutlamasını Ankara’dan İstanbul’a taşıdılar. Cumhuriyet’i başkentinin uzağında, anıt açılışıyla kutlayacaklarmış.

Sırf “Atatürk” ismini silmek için kentin ortasındaki koca havaalanını ıskartaya çıkardıklarını anlamamış gibi yapıyor seyreden kalabalık. Aslında ne Cumhuriyet umurunda ne de şeriat o kalabalığın. Zaten o ismi o havaalanına koyan da Cumhuriyet’i yıkan generallerdi. Kenan Evren’in yarım bıraktığı işi öğrencileri tamamlıyor şimdi. Cumhuriyet’i yıktıysan kurucularını sileceksin, mecbursun.

                                                                 ***

Dikkatlice bakarsanız göreceksiniz, il ve ilçelerdeki “Atatürk” adını taşıyan bütün okulları imam hatip yaptılar, adlarını değiştirdiler. Hoş, imam hatibe Atatürk desen ne demesen ne? “İnönü” adını taşıyan ne okul bıraktılar, ne de stat. Cadde ve sokakların durumu meçhul. Antalya, Afyon, Konya, Bursa, Sakarya, Antakya, Kayseri, Rize, Giresun ve Eskişehir’de “Atatürk” ismi taşıyan statları yıktılar, yenisini yaptılar, “Atatürk”ün yerinde yeller esiyor. Beşiktaş İnönü, Malatya İnönü ve Kocaeli İsmet Paşa statlarının akıbeti malumunuz. Ne koydular yerlerine? “Vodafon”, “Torku” gibi şirketlerin adını. Atatürk Kültür Merkezi’ni de sırf adı nedeniyle yıktılar. Samsun 19 Mayıs Stadı’na bile tahammül edemediler, yenileyip sildiler. Hepsi “Arena” oldu, sonra onu da sildiler “Park” yaptılar. Cumhuriyet düşmanlığının arenası, gericiliğin parkıdır.

Gizlisi saklısı yok artık, Salihli'deki bir öğrenci yurdundan Atatürk’ün adını silip, üzerine gerici-yandaş bir gazetenin “kudret hapı” kurbanı yayın yönetmeninin adını yazdılar. Yazarlar; tipik bir enkaz kaldırma işlemidir. Böylece Mustafa Kemal’siz ve İnönü’süz yeni bir devlet kurmayı deniyorlar. Yavuz Selim’e, Hamit’e, Osman’a, Fatih Mehmet’e, Abdülaziz’e yer var, iki Cumhuriyet kurucusuna yok.

                                                                ***

Atlamayalım, açacakları anıtı inşa etmek için Kuzey Ormanlarını söküp attılar. “Anıt” ve etrafı Suudi çölü kıvamında artık. Sildikleri “Atatürk Havalimanı’nı” “Millet Bahçesi” yapacaklardı, yakın zamanda onun yerine “yandaş üniversitesi” kurulacağını muştuladılar. Kıyısına küçük bir park yaparlar, çay kek dağıtırlar. Millet bahçesi olmadıysa bile “millet kıraathanesi” garantidir. Çaya, keke vatanını satana İsmet İnönü bol gelir, Mustafa Kemal ise külliyen gereksizdir.
                                                                 ***

Basit bir tarifimiz var, hatırlatıyoruz. Cumhuriyet eski bağlılıkların hepsini yıkıp, bağsız kalanlardan yeni bir halk yaratma işidir. Yıktıkları Cumhuriyet bunu denemiştir ama başarısız olmuştur. Çünkü eşitlikçi olmaktan korktu, bir araya getirdiklerinin karnını doyuramadı, eğitimini tamamlayamadı, ürküp geriye kaçtı kendi devriminden. Şimdi kendi karşı devrimi adını siliyor ve ölüsünü gömüyor. Halkı ümmete dönüştürüyor.

Cumhuriyeti yıktıkları kesin, ama yıkılmış imparatorluğu ayağa kaldırdıkları ve devrilmiş bir padişahı canlandırdıkları tartışmalıdır. İmkânı var mı? Yıkılmış Cumhuriyeti ayağa kaldırmak ve laikliği canlandırmak kadar imkânsız bir iştir bu. Yıkılan yıkılmıştır ve çöken çökmüştür. Yenisini kurmak için ise ancak yeni bir sınıfın devrimci dehasına ihtiyaç vardır.

Demek ki, bir halk yaratma ve devrimci bir Cumhuriyet kurma görevimiz var.
Kutlu olsun öyleyse ve yaşasın Cumhuriyet!

Orhan Gökdemir / SOL

Arjantin ve Türkiye: 2001 ve 2018 - KORKUT BORATAV

İki ülkede eş-zamanlı iki kriz: 2001 ve 2018
1998’de Doğu Asya’da patlak veren kriz,  dünya ekonomisinin “Güney” coğrafyasına yayıldı. 2001-2002’de birbirinden çok uzak iki ülkeyi (Arjantin ve Türkiye’yi) sarsarak son buldu.

Arjantin ve Türkiye bunalımlarının, iki ülkede de IMF programları sırasında başladığını hatırlatayım. Programların ağır toplumsal sonuçları halk muhalefetlerini tetikledi; iktidar değişikliklerine yol açtı. Arjantin’de Peronist hareketin sol kanadından Nestor Kirchner 2003 başındaki başkanlık seçimini kazandı. Türkiye’de ise hükümet koalisyonunu  oluşturan üç partinin Kasım 2002 seçiminde parlamentodan tasfiye edildiği; AKP’nin  tek parti iktidarının başladığını malûmdur. 

Bu iki ülkenin ekonomik kaderleri 17 yıl sonra bir kez daha birleşti: 2018’in ilk yarısı son bulurken uluslararası finans sistemindeki gerilimler, “kırılgan yükselen piyasa ekonomileri” içinde yer alan Arjantin ve Türkiye’yi (şimdilik sadece bu iki ülkeyi) krizlere sürükledi.   Arjantin IMF ile bir stand-by anlaşması imzaladı. Türkiye ise (şimdilik) Yeni Ekonomi  Programı (YEP) başlığı altında IMF’siz bir IMF programı oluşturdu.

Arjantin ve Türkiye’nin 2018’deki krizleri, 2001 sonrasında bu iki ülkenin çok farklı iki ekonomik güzergâh izlemesine rağmen gerçekleşti.  Bu farklı güzergâhlara  göz atalım.  

Finans kapitale baş kaldırma mı? Uyum mu?
Arjantin’in bunalımı 1999’da başladı; sert seyretti. IMF programına karşı işçi sınıfının etkili mücadelesi, finans kapitale  baş kaldırma ile sonuçlandı. Programa son verildi. Dış borç ödemeleri önce askıya alındı; sonra alacaklıların ezici çoğunluğuyla anlaşıldı; borç yükünün üçte ikisi silindi.

Karı-koca Kirchner’lerin (Nestor ve Cristina Fernandez’in) başkanlık yıllarında  (2003-2015’te), finans sermayesinin politika öğeleri açıkça reddedildi: Sermaye hareketlerinde sınırsız serbestlik son buldu; döviz fiyatları piyasaya, yani dalgalanmaya teslim edilmedi.  Merkez bankasının bağımsızlığına son verildi; rezervleri Arjantin hazinesi’ne intikal etti. Ekonominin “dolarlaşması” frenlendi.

“Yapısal uyum” reçetelerine de itibar edilmedi; sosyal harcamalar yükseltildi. Dış açıklar son bulurken kamu açıkları yükselme eğilimi gösterdi.

Türkiye’de ise, AKP’nin en azından 2015’e kadar neoliberal programı benimsediğini defalarca yazdım. Bu programın “enflasyon hedeflemesi” reçetesinin sacayağı (özerk merkez bankası, dalgalı döviz kuru, sıkı para politikaları) sadakatle izlendi.
Bu iki (karşıt) politika yönelişinin ekonomik bilançosunu büyüme ve dış denge göstergeleri açısından tabloda karşılaştırıyorum. Dünya ekonomisinin ve sermaye hareketlerinin canlı olduğu 2003/2007 dönemi ile büyük finansal kriz ve sonrası (2008-2015) ilk iki sütunda veriliyor. On üç yılın ortalaması ise son sütunda yer alıyor. 
Arjantin’in büyüme temposu ilk dönemde ve  on üç yıl ortalamasında Türkiye’nin ilerisindedir. 2008 krizi ve sonrasında  büyüme hızı iki ülkede de gerilemiş; Arjantin’in durgunlaşması daha sert olmuştur. 2001 artığı “çürük” Arjantin tahvillerini toplayan “akbaba yatırımcılar” son iki yılda Arjantin’e yüklenmiş; başarılı olmuş; büyüme hızındaki yavaşlamaya katkı yapmıştır.

İki ülke arasındaki çarpıcı fark, dış denge oranlarında gözleniyor. İki ekonominin   yapısal farklarını bir yana bırakalım ve tabloda kapsanmayan 1998-2002  yıllarına bakalım: Arjantin ve Türkiye’de cari işlem dengeleri “ılımlı” açıklar vermekte; bu beş yılın ortalaması  yüzde 1’i aşmamaktadır.

2003-2007 döneminde ise iki ülkenin dış denge göstergeleri tamamen karşıt yönlerde seyrediyor: Arjantin yüzde 9’a yaklaşan bir büyüme temposunu, milli gelire oranla yüzde 3’lük cari fazla ile hayata geçiriyor. Türkiye daha ılımlı (%7,3’lük) büyümeyi yüzde 4’ü aşkın dış açık ile gerçekleştiriyor.

Ortaya çıkan farklılaşma, ülkelerce izlenen politika karşıtlıklarında aranabilir: 2007 sonrasında Arjantin sermaye hareketlerini ve döviz kurunu denetlemiş, Türkiye ise coşkulu sermaye girişlerine açılmış; döviz kurunu da piyasa güçlerine (dalgalanmaya) teslim etmiştir.

Bank of International Settlements’in  ulusal paralar (peso ve TL) için hesapladığı reel efektif döviz kurunun bu beş yılda (2003-2007’de) nasıl seyrettiğini karşılaştıralım: Sermaye hareketlerini frenleyen Arjantin’de ulusal para, beş yıl içinde reel olarak yüzde 5’i aşkın oranda değer yitirmiş; pahalılaşan döviz, dış piyasalarda rekabet gücünü desteklemiş; ekonomi cari işlem fazlası vermeye başlamıştır.

Türkiye’de 2002 sonrasında döviz hareketleri zıt yönde seyretti: Beş yılda 185 milyar dolar yabancı sermaye girdi; “ucuzlayan döviz” ortamı yerleşti; TL reel olarak yüzde 38 oranında değer kazandı. Sonucu özetleyelim: Sanayi sektöründe rekabet gücünün aşınması, kronik ve giderek tırmanan  dış ticaret açıkları dönemine geçiş…

Bu yapısal bozulma kalıcı oldu; sonraki dönemlere de taşındı. 2008-2009 krizine ve FED’den kaynaklanan finansal gerilime rağmen TL hâlâ reel olarak pahalıdır; Aralık 2002’yi izleyen on üç yılda yüzde 14 değer kazanmıştır. Arjantin peso’su ise, aynı dönemde tam tersine, reel olarak yüzde 24 değer yitirmiştir. 

Emperyalist sisteme kırılgan, bağımlı konumda katılmanın etkili bir  yöntemini Türkiye, böylece uygulamıştır. Tablonun son sütununa göz atın: 13 yıl boyunca aşağı yukarı aynı (yüzde 4,5’lik) büyüme tempolarını gerçekleştiren bu iki ekonomiden biri (Arjantin) ortalama olarak dış dengeyi (yüzde 1 oranlık cari fazlayı) sağlayarak dönemi kapatmış; diğeri (Türkiye) ise kronik (yüzde 5’e yaklaşan) ve giderek yükselen dış açıklara mahkûm olmuştur.
  
Arjantin’in 2018 krizi, Kirchner’ler iktidarının sözü geçen politikalarından kaynaklanmadı. Tam tersine, dönemin sonunda finans kapital ve Arjantin burjuvazisinin ortak saldırısı sonunda iktidarı devralan Mauricio Macri’nin neoliberal fanatizminin eseri oldu.

Türkiye’de ise uluslararası sermaye hareketlerinin yavaşladığı dönem AKP iktidarını sıkıntıya sürükledi; neoliberal modele karşı “mızıkçılık” başladı.

Macri’nin ve AKP’nin 2018 krizleri
Macri, iktidara gelir gelmez “akbaba yatırımcılar” çetesinin alacaklarını ödedi;  döviz kontrollerine son verdi; sermaye hareketlerine sınırsız açıldı; büyük çiftçilerin vergilerini indirdi  ve kamu açıklarının finansmanında dış borçlanmaya  yöneldi. Uluslararası sermaye çevrelerinin, finans basınının, IMF Başkanı Lagarde’ın iltifatlarına mazhar oldu.
Ne var ki finans kapital tahripkârdır; inşacı değil… Neoliberalizmin arızaları hızla ortaya çıktı; “iltifat” dönemi de son buldu. Döviz denetimlerinin kaldırılması ve  “dalgalı kur” 2015 sonu ile haziran 2018 arasında dolar fiyatını yüzde 115 (13 peso’dan 28 peso’ya) sıçrattı. Enflasyon ve Kirchner’ler döneminde çok sınırlı tutulan dış borçlar tırmandı. Borç ödeme güçlükleri ortaya  çıktı. Merkez bankası politika faizi adım adım yükseltildi; yüzde 60’a ulaştı. Net sermaye çıkışı başladı. Rezervlerdeki erime, döviz fiyatını frenleyemedi. Macri, hızla IMF’ye gitti.

Stand-by anlaşması ve IMF programı bildiğimiz öğeleri, somut hedefler belirleyerek  içeriyor: 2019 sonunda kamu maliyesinde faiz dışı  fazla sıfıra çekilecektir. Milli gelirin yüzde 2,6’sı oranında kemer sıkma söz konusudur.   Kısılacak masraf, artırılacak  vergi kalemleri tek tek belirlenmiştir. Döviz kuru dalgalanmaya bırakılacak; rezervler eritilmeyecektir.

Ücretlerin fiyat artışını izleyemeyeceği; dolayısıyla iç talepteki çöküntünün enflasyonu ve cari açığı frenleyeceği umuluyor. Ekonominin 2018’de yüzde 2,6; sonraki yıl yüzde 1,6 oranlarında küçüleceği öngörülüyor.

IMF kredisi 57 milyar dolara çıkarıldı; 15 milyarlık ilk dilim ödendi.  IMF kredilerinin tarihsel rekoru kırıldı. Toplamı, 2019 Arjantin milli gelirinin yüzde 14’üne ulaşıyor.  Üç yıla yayılacak; program hedeflerinin gerçekleşmesine göre dilimler halinde ödenecektir. Ve büyük ölçüde Arjantin dış kredilerinin döndürülmesine tahsis edilecektir.
Damat Albayrak, belki de, “Arjantin oranında IMF kredisi alsak bize 100 milyar dolar düşer; bizim YEP de benzer hedefler içeriyor; niye başvurmayalım…” diye düşünmektedir.

Bu tür bir “tahayyül”, YEP’i pek fazla ciddiye almayan ve Körfez dünyasından sınırsız beklentiler içinde olduğu anlaşılan Cumhurbaşkanı’nca herhalde makbul görülmeyecektir.   

Korkut Boratav / SOL