30 Aralık 2018 Pazar

Elmayı yemeyen, ayvayı yer! - Mine G. Kırıkkanat


İncil’in Yaratılış bölümünde şöyle yazar: “Yılan, Tanrı Yahve’nin yarattığı kırların en kurnaz hayvanıydı. Kadına sordu: Demek Tanrı, bahçedeki tüm ağaçlardan meyve yemeyeceksiniz dedi? Kadın yılanı yanıtladı. Bahçedeki ağaçların meyvesinden  yiyebiliriz. Ama bahçenin ortasındaki ağacın meyvesinden, Tanrı dedi ki, yemeyeceksiniz, dokunmayacaksınız, çünkü ölürsünüz. Yılan kadına karşılık verdi: Hiç de değil! Ölmezsiniz! Ama Tanrı bilir ki, o ağacın meyvesinden  yediğiniz gün gözleriniz açılacak, iyiliği ve kötülüğü bilen Tanrılar olacaksınız. Kadın gördü ki ağacın görüntüsü hoş, yemeği mideye şifalıdır ve o ağaç, akla kavuşmak için arzulanır. Meyvesini kopardı ve yedi. Yanındaki kocasına da verdi ve o da yedi. İşte o zaman ikisinin de gözleri açıldı ve çıplak olduklarını anladılar.”

***

1910 yılından öteye mimari teknolojinin deneyim laboratuvarı olarak en yeni konseptlerin denendiği ve ilk gökdelenlerin yapıldığı New York’un “elma” simgesi, rasgele bir seçim değildir. 

Cirosu 1 trilyon doları aşan tarihteki ilk şirket olmayı başaran bilişim teknolojileri üreticisi Apple’ın, bir parçası kopartılmış elma sembolüyle pazarlanması da raslantı değildir... 
Tıpkı yılanın da şeytanı değil, Şamanist dinlerde şifayı simgelemesi gibi; elma da ilkçağlardan bu yana bilincin, bilginin ve bilgeliğin sembolüdür.
 
Mısır mitolojisinde Tanrı Elma’dır, Yunan mitolojisinde Altın Elma, Türk mitolojisinde Kızıl Elma.. 

Ama yukardaki metinde görüldüğü gibi, İncil’de de bilgiyle farkındalık yarattığı kabul edilen yasak meyvenin adı geçmemektedir. 

Tevrat’ta da elma yoktur, Kuran’da da... 

Her üç dinde Adem ile Havva’nın cennetten kovulmasına yol açan yasak meyve, Eski ve Yeni Ahit’te “iyiyle kötüyü bilme ağacı”, Kuran’da ise “şu ağacın” meyvesi olarak anılır. Yasağı delmenin cezası Tevrat’ta ve İncil’de “yersen ölürsün”, Kuran’da ise “zalimlerden olursun, bedbahtlardan olursun” şeklindedir. 
Böylece tektanrılı üç din öğretisi, cehaletin erdemleri ve bilginin ölümcül tehlikesi fikrinde birleşirler...
***

Ama yasak meyveyi yemenin sonuçları konusunda yalnız Kuran doğruyu söyler: Adem ile Havva’dan türeyenler günümüzde epeyce zalim, çoğunlukla da bedbahtlar! 
Tevrat ve İncil ise resmen büyük bir çelişkiye düşüp “Ölürsünüz!” tehdidi savuran Tanrı’yı değil, “Ölmezsiniz!” diyen şeytanı haklı çıkarır; ölümün zaten mümkün olmadığı cennetten kovulan Âdem ile Havva’nın günümüzdeki soyu sopu da 8 milyara yaklaşmıştır! 

Gelelim elmanın nasıl olup da üç kutsal metinde adı geçmeyen yasak meyveye dönüştüğüne... 

Yahudiler ve Hıristiyanlar, cennetteki yasak meyvenin ne olduğunu yüzyıllar boyunca tartıştı. Kimi üzüm dedi, kimi incir. 

Son sözü, 4. yüzyılda İncil’i Latinceye çeviren Hırvat keşiş Eusebius Sophronius Hieronymus Stridonensis söyledi: Katolik kilisesinin resmi dili ve tefsiri kabul edilen Latince, İncil’de yasak meyveyi “elma” olarak tanımladı. Stridonensis’in yorumu İncil’deki bilgi ve bilinç meyvesini, elmanın antik çağlardaki anlamına bağlıyordu. 
Ne var ki tefsirde, korkunç bir art niyet vardı: Yasaklı elmayı Âdem’in Havva’ya değil de Havva’nın Âdem’e ikramı, antik çağlarda olduğu gibi bilginin kadından erkeğe geçtiğini doğruluyordu.
***

Ancak önce Yahudilik, ardından Hıristiyanlık ve İslamiyette erkek etkin, erkek egemendi. Kadın ise edilgen ve hükmedilen... 

Dolayısıyla Havva, yani edilgen cins tarafından egemen cinse aktarılan bilgi ve bilinç şeytanlık, kadın da şeytana uyup masum erkeğin aklını çelen “ana” günahkâr oluyordu. 
Başka bir deyişle Âdem ile Havva’yı cennetten kovduran yasak meyvenin elma olduğunu ilanla; hem kadının şeytana uyan yaratık, hem de bilgi sahibi olmanın günah olduğu vurgulanıyor, cehalet masumiyettir mesajı veriliyordu.
 
İslam âlemi, Kuran’daki yasak meyvenin adını koymadı, elma imgesine de rağbet etmedi. Kutsal metinlerin aslına sadık kaldı. 

Yalan üstüne yalanı tersyüz etmek kolaydır, sabit yalanı değiştirmek zor... 

İlk günahın elma yemek olduğunu uyduranlar, günahsız elmayı zamanla rehabilite edip bilgi toplumu oldular. 

Elma rivayetine rağbet etmeyenler ise hâlâ cehaleti yüceltiyor ve gerek kadın, gerekse bilgiye verdikleri öneme bakılacak olursa, daha uzun süre ayvayı yiyecek gibiler...

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Kör şeytan - L. DOĞAN TILIÇ

Gözlerinizi kapatın ve rüyaya yatın. Televizyon açık olsun ama… Televizyonda Erdoğan konuşuyor olsun… O hep konuşuyor da, siz özel bir konuşmaya denk gelmeye bakın; misal, TÜBİTAK ve TÜBA Ödül Töreni’nin canlı yayını.
Televizyondan; “Türkiye son 16 yıldaki hamleleriyle, asırlardır kendisine ve medeniyetine giydirilmeye çalışılan bağımlılık gömleğini parçalamıştır. … Tüm bunları da demokrasi ve özgürlükler alanında gerçekleştirdiğimiz sessiz devrimlerle başardık” diyen bir ses yükseliyor olsun. “Özgürlüğün olmadığı yerde özgünlük de olmaz” desin.
Siz uykunun ve rüyanın sımsıcak kollarında biraz daha gevşeyin. “… Türk üniversiteleri, ilk defa bizim dönemimizde bilim üretim merkezleri haline geldi” desin ses. 
“…son 16 yılda sadece ekonomide, siyasette, diplomaside değil, üniversitelerin demokratikleşmesinde, özgürleşmesinde de önemli adımlar attık” desin. “… teröre bulaşmadığı, şiddeti kutsamadığı sürece her türlü fikrin, eleştirinin yapılabildiği bilimsel araştırmalara her türlü desteğin verildiği bir özgürlük ortamının tesis edildiğini” ilan etsin. 
Rüyada biri araya girer de; en parlak beyinlerin üniversitelerden kaçmaya çalıştığını, akademik kariyerinin başındaki hemen her gencin kapağı yurtdışına atma hayaliyle yaşadığını, demokrasi geldi denilen üniversitelere en çok oyu değil en azı alanların rektör atandığını, hatta o seçimlerin de rafa kaldırıldığını söylerse, “Kör şeytan, kör gözüne lanet” diye kovun rüyanızdan. 
Üniversitelerimizin sağlanan özgürlük ortamında ne kadar geliştiğinin kanıtı olarak; 
108 devlet üniversitesi içinde 90. olan üniversitelerimizin rektörlerine bile saatte 232 km yapabilecek, yabancı menşeili, uydu telefonlu süper lüks araçlar tahsis edebilecek duruma geldiğimizi hatırlatın kör şeytana.
Konuşan, eleştiren sanatçıların, televizyoncuların, gazetecilerin para ve hapis cezalarıyla susturulmaya çalışıldıklarını söylemeye kalkarsa; “Konuyu dağıtma” deyin. Konumuz; üniversiteler ve onların son 16 yılın özgürlük ortamı ve imkanlarıyla nasıl geliştiği! 
“Öğrenci başına 4,5 öğretim üyesi düşen üniversite dünyanın neresinde görülmüş” deyin ona. Bizde, misal, Sinop Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nde toplam 9 öğrenci varken, 41 akademik personel olduğunu anlatın.  Hiçbir öğrenci tarafından tercih edilmediği halde, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Eğridir Su Ürünleri Fakültesi’nde; 10 profesör, 7 doçent, 6 yardımcı doçent 32 akademik personel olduğunu hatırlatın. 
Kaç öğrenciye bir öğretim üyesi düştüğü bir ölçü ise üniversite için, “hiç öğrenciye çok öğretim üyesi” düşmesiyle gururlanmayalım da ne yapalım! 
“Kör Şeytan” bu, git deyince gitmeyecek; öğrencisi olmayan üniversitelere lüks otomobil, bol kadro tahsis edilirken, ülkenin en önemli üniversitelerinin yeterli kadro ve bütçeden yoksun bırakıldığını anlatacaktır.  
“Üniversitelerimizden beklenen, araştırma yapıp, bilgiyi üretmeleri değil, AKP iktidarına kayıtsız şartsız itaat ve sadakattir” deyip, bu yüzden artık dünyanın en iyi üniversiteleri arasında hiçbir üniversitemizin yer almadığını, İran’ın ve Suudi Arabistan’ın bile gerisinde kaldığımızı anlatacaktır. 
Her geçen gün daha kötüye gittiğimizi iddia edip; “2014-2015 yılında Avrupa ve Amerika’nın seçkin eğitim kurumları ile yarışan ODTÜ, bugün Ürdün, İran ve Suudi Arabistan üniversitelerinin gerisine düşmüştür” diyecektir. 
Şeytanı rüyanızdan kovamıyorsanız uyanın… diyeceğim ama, uyandığınız yer rüyanızı aratabilir! 
L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN
Not: İlla da şeytana kulak vermek istiyorsanız Dr. Burhan Özfatura’nın şu yazısına göz atın: https://www.gozlemgazetesi.com/HaberDetay/1108227/bir-zamanlar-odtu.html 

Biraz “zeki” daha çok “metin” olun - ERK ACARER

“Millete tepeden bakan, kendi insanını hor, hakir gören, kaymağını yedikleri bu ülkeye adeta asalak gibi yapışan elitler, Türkiye’nin kültür hayatının çoraklaşmasının da başlıca müsebbipleridir.” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 21 Aralık’taki Necip Fazıl Ödülleri Töreni’nde bu ifadeleri kullanması tesadüf değil. Toplumsal alanda yaşananlarla birebir örtüştü. Yargı, medya, kamu, ordunun dizayn edilmesinin ardından “kültür hayatınının” biçimlendirilmesinde de çıta yükseltiliyor. İktidarın bu amaçla kullandığı taktikler var. Ya tamamen yerle bir etmeye çalışıyor ya içini boşaltıyor ya da yama yapıyor.
Yıkım ve tasviye
“Bizden” bir kültür inşası öncelikle “bizden olmayanın” tasviyesini şart koşuyor. Geçen haftanın gündem başlıklarından biri iki büyük sanatçının, hak etmedikleri bir muameleyle karşılaşmasıydı. Ormana silah gömenler, kan banyosu heveslileri, otomatik silahlarla seçim kutlayanlar(!), Diriliş Ertuğrul’u izleyip Osmanlı bayraklarıyla televizyon basanlar dururken, “Metin Akpınar ve Müjdat Gezen, iç savaş tehdide bulundu” iddası akla aykırı. Durumu, sadece “bir korku” tepkisi olarak tanımlamak eksik kalır. Çünkü aynı zamanda iktidar bu durumu, kültür hayatında, “bizden değilin”, “uzlaşmazın”, “eleştirenin” tasviye ve izolesini mümkün kılacak bir fırsata dönüştürdü. Zihinlere serpilen “Akpınar’a bile tolerans göstermeyiz” fikri aynı zamanda gözdağında yeni bir basamak oldu.   
İçini boşaltma
Siyasi iktidarın, kültürel hegemonya kurma yöntemlerinden biri; her şeyin içini boşaltmak… Bu yolla farkında olduğu “meşru olmama” halini törpülemeye çalışıyor. Bir nevi imaj düzeltme çabası. Sahibinin sesi Sabah gazetesinden Tuba Kalçık’ın “ünlülerle” yaptığı “aynı gemideyiz” söyleşileri önemli bir örnek. İktidar bu yöntemle meşru bir zemin yaratma çabasına girip müstesna cevaplardan besleniyor: “21. yüzyılda solculuk olmaz”, “Muhalefet  saygı duymalı…” İşin sanatçı ya da yazar tarafındaki kısmı, belediye konseri ve toplantı organizasyonuna muhtaç olma hali; bunu geçelim… Esas mesele iktidarın, karşı mahalleden insan çalma, eksiltme kurnazlığı, devşirerek kültür transferi çabası. Ancak içi boşaltılan yazar ve sanatçının “kime ne hayır getireceği” sorusu öylece ortada duruyor.
Yamama 
Süper Toto Süper Lig’in “Konuyla alakası yok” demeyin… Futbol kültüre ve yaşam biçimine dahil. O kültür içinde, ilk yarısı biten ligde Medikal Başakşehir 35 puanla ilk sırada. En yakın rakibi Trabzonspor gibi averajla 4. Sırada yer alan Kasımpaşa ile aralarında 6 puan var. “Top yuvarlıktır” azizliği mi yoksa “Yeni Türkiye”nin halleri mi? 
BBC News Türkçe’de yayınlanan “Medikal Başakşehir Türk futbolunda bir başarı modeli mi?” isimli kısa belgesel bir hayli ilgi çekti. Öne çıkarılan “amigo” figürü ile her ne kadar inkar sağlanmaya çalışılsa da Başakşehir’in iktidar ve AKP ruhundan kopyalandığı bir kez daha teyid edildi. Kafa tokuşturan seyirci, Osmanlı amblemini kullanan1453 taraftar grubu ve 17 bin kapasiteli Fatih Terim Stadı’nın 5’te birini zor dolduranların açtığı “Başkomutan” pankartı. Kulüp Başkanı Göksel Gümüşdağ’ın şimdilik dondurduğu siyasi kariyeri, 2002 yılında AKP İstanbul İl Yönetim Kurulu’nda Başkan Yardımcısı olarak başladı. Gümüşdağ, halen Emine Erdoğan’ın yeğeni Müge Gülbaran ile evli. Şüphesiz bunlar kapsam dışında. Ancak SHP’li Başkan Nurettin Sözen’in kurduğu takımın 2014’te, kamu yararı, tarafsızlık gözetilmeden belediyeden ayrılması ve bugün sağlanan para kaynakları, gözününde bulunduğunda yeniden kapsama dönmek mümkün. “Site yalnızlığı” ile örtüşen bir semt ve mahalle kültüründen uzak takım… Amigo “Ponçik Reis” kendinden söz ediyor: “3 senelik futbol izleyicisiyim…” Yeni Türkiye’nin “yapıştırma” manzarasına örnek. Başakşehir; Gezi’den sonra AKP mitinginde Times News karakteri ile çArşı yazanların, 1453 Kartalları diye bir grup icat edenlerin taşıma suyu. 
Yerine ne koyacaksınız?
Başa dönersek… “O muamele” vicdanları yaraladı, tepki topladı. Geçen hafta gösterdi ki… Erdoğan’n sözünü ettiği çöl aslında… “Kuramadıkları kültürel yaşam.”
Kültür inşaası, bir yandan AKM’yi yıkıp öbür yandan Taksim Camii’ni yükseltmeye benzemiyor. Toplum, binaya yapıştırılan mozaik değil. “Zeki-Metin” repliği yerine, “Mizah dergisi” Misvak’ın 2 beyaz “Toros”a bindirilmiş şekilde çizdiği Bahçeli-Erdoğan karikatürünü koymak imkânsız. Devşirme sanatçı, Ahmet Kaya ruhunu taşımaz. Ve çubuklu forma asla turuncu lacivert yalnızlığında değildir. Kızmayın; alınmayın, telaşlanmayın; toplum kolay lokma değil… Biraz “zeki”, daha çok da “metin” olun!        
Erk Acarer / BİRGÜN

Erdoğan'ın "iş adamları..." - Tuncay Mollaveisoğlu

Hatırlayın;
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan siyasetinin ilk yıllarında merhum Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in iş adamlarından oluşan "aile fotoğrafına" sıkça dikkat çekip; "benim aile fotoğrafım milletimdir" demişti...
Kulağa ne hoş gelen bir ifadeydi...
Her iktidar kendi zenginini yarattı Türkiye'de... Biz o dönemlerin "azgın azınlıklarını" da yazdık... Şimdi eski Türkiye'nin siyasetçisi, bürokratı, iş adamı... hepsi, götürdükleri paralara zeval gelmesin diye sus pus...
Peki Erdoğan ne yaptı?
Geleneği değiştirmedi... O da kendi "aile fotoğrafını" var etti... Dün medyaya yansıyan haber Erdoğan'ın yakın çemberindeki iş adamlarının olağanüstü başarı hikâyesini anlatıyordu!
Dünya Bankası'nın verilerine göre dünyanın en çok altyapı yatırımı yapılan ilk 4 ülkesi arasında Türkiye var... Bu yatırımları kimlerin yaptığına bakıldığında ise; "en fazla ihale alan ilk 10 şirket arasında 5 Türk şirketi" dikkat çekiyor...
Türkiye'de "mega proje" olup da bu 5 şirketin adının geçmediği ihale yok... Limak Holding, MNG Holding, Kalyon, Kolin ve Cengiz Holding...
Ancak iş adamlarından oluşan "aile fotoğrafında" yalnızca bu şirketler yok elbette... Arşiv bana Birlik Vakfı'nı işaret ediyor...
AKP kadrolarının, İstanbul Büyükşehir Belediye yönetiminden gelip Türkiye'yi yönettikleri ve katrilyonluk rantı dağıttıkları uzun yıllar boyunca Birlik Vakfı etrafında şekillenen isimlerin, Türkiye'nin süper zenginler listesine de dahil olduklarına tanık olduk...  
Dünya Bankası'nın süper 5'lisindeki Kalyon Grubu bunlardan biri mesela...
Kalyon İnşaat firmasının sahipleri Hasan ve Hüseyin Kalyoncu, Birlik Vakfı'nın kurucularından... Bu vakfın kurucuları arasında Erdoğan'dan, Abdulkadir Aksu'ya, Ömer Dinçer'den Cemil Çiçek'e, Özallara uzanan isimleri görüyoruz...
Vakfın önünden geçen, bugün trilyonluk iş adamı olmuş...
Mesele tüm palazlanmanın, olağanüstü zenginleşmenin nedeni olan; belediyelerden başlayarak Ankara'da devam eden yüzlerce ihalenin çok büyük bölümünün yasal sınırlar zorlanarak, etik kurallar, adalet, rekabet yok sayılarak gerçekleştirilmiş olması...
Okurlarım bilir; ben bu yapıya "Görünmez Holding" adını vererek defalarca yazdım...
Artık görünüyorlar ve dünya listelerinde ön sıradalar...

İyi ki varsın, umudumuz sende...
Elindeki çöpü çöp kutusunu buluncaya kadar taşır...
Dünyayı başka canlılarla paylaştığımızın farkındadır; kimi zaman simidinden bir parçayı kimi zaman ucuzundan salam sosisi gider önlerine bırakır.
Sahipsiz, zor durumda bir yavru görse dayanamaz, ya destek olur ya destek bulur.
Memleketin tüm çocukları kendi çocukları gibidir. Kar yağsın, soğuk olsun istemez. En çok yoksul çocukların üşüdüğünü bilir...
Kaldırımda bir aç görse, kendi tokluğundan utanır...
Bir lira vergi kaçırmaz, bir metrekare fazla inşaat yapmaz, başkasının hakkına hukukuna saygılıdır... yasalara bağlıdır... yapanın yanına kâr kaldığını bilir de kendi vicdanına veremez hesabını...
Mazlumun, kimsesizin yanındadır... Her alanda adaleti, fırsat eşitliğini, çocukların çocuk olma ve mutlu büyüme hakkını canı pahasına savunur.
Kendisi için istediğini tüm insanlık için ister... yaptığı yardımı kimse bilmez, insanın mutluluk sırrını çözmüştür; "iyilik yap denize at... balık bilmezse Halik bilir..."
Egosunu gömmüştür, okuyup öğrendikçe cehaletinin farkına varır. Bildiği tek şeyin, hiçbir şey bilmediğini bilecek kadar bilgi sahibidir...
Merhamet, empati, sevgi, yüksek ahlak, vicdan, vefa ve farkındalık...  Hepsine sahiptir ve hep daha iyisi için çalışmaktadır...
Hayatın tüm ağır şartlarına ve zorlamalarına rağmen doğruluktan ayrılmaz.
Yarın yılın son günü... Yeni yıl girerken umudum işte bu insandadır...
Sözüm sanadır... Yüksek ahlakı siyasette örgütlemeden kurtulmayacak memleket... İnandığın kadrolara dahil ol ve hep daha iyisi için örgütlen...
Siyaseti; kötünün iyiyi kovduğu değil, kötülerin barınamadığı bir kutlu zemine dönüştür... Delege de sen ol, üye de... Belediye Başkanı da, milletvekili de, meclis üyesi de, Başbakan da sen...
"Namuslu insanlar namussuzlar kadar cesur olmalıdır..." evet, ama yetmez...
Namuslu insanlar da talep etmelidir... Namuslu insanlar da siyaseti vurgun yeri görenler, seçilene kadar kartal, seçildikten sonra maymuna dönenler kadar o makamları kendilerinde hak görmelidir...

Örgütlenecek, siyasi partiler başta olmak üzere örgütlü yapıların içinde yer alacak, siyasete etki edeceksiniz... Aksi halde her geçen yıl bir öncekini arayacağız...


Tuncay Mollaveisoğlu / YENİÇAĞ

29 Aralık 2018 Cumartesi

2018 biterken gidenler, kalanlar - KEMAL CAN

2018’e Afrin operasyonu ile girilmişti. Yılı Fırat’ın doğusuna yeni bir harekat gündemiyle kapatıyoruz. ABD’nin Suriye’den çekileceğini ve vekaletini Türkiye’ye bırakacağını söylemesinin bölgede oluşturacağı yeni denge (veya dengesizlikler) yanında iç politikada da bazı yansımaları olması muhtemel.

2018’in son yazısı. Bir seneyi kapatırken, ortada ne kadar kötü bir bilanço olursa olsun, gelen yılı umutla karşılamayı istiyor insan. Hayli uzunca bir süredir, “herhalde daha fenası olmaz, gidiyor bu berbat sene” denilen yılların sonu gelmedikçe, bu ihtiyaç daha da büyüyor. Üstelik kötümserliğin memleket sınırlarında son bulmayıp bütün gezegene ve hemen her alana yayılmış olması da, iyimserlik ihtiyacını büyütüyor. O yüzden, adet olduğu üzere yazının sonunda yer alacak iyi niyet dileklerini, nasıl bir yıl geçti faslına ve daha gerçekçi öngörülere girmeden baştan söylemek daha iyi olacak. Umalım, 2019 herkese kendileri ve sevdikleri için güzel şeyleri, dünyaya ve Türkiye’ye de daha iyi bir yer olma istek ve enerjisini getirsin. Sonunda “Ne seneydi be” sözünü sadece pozitif anlamda kullanabileceğimiz biçimde bir yıl geçirelim.
Gelelim 2018’in gelişmelerine, gelecek yıla aktardıklarına ve gelecek yılın bize getirebileceklerine. Çok uzun bir süredir her senenin başlığı haline gelen, “çok hareketli bir yıl oldu” kalıbını 2018 için de kullanmak zorundayız. Siyasette, dış politikada ve ekonomide sadece hareketlilik değil, ciddi değişikliklerin, sarsıcı sonuçların ortaya çıktığı bir yıldı. Bu önemli değişikliklerin yine önemli bir kısmı da, süreçlerin tamamlanması, bazı şeylerin sonuçlanması şeklinde olmadı. Hemen her alanda, belirsizliklerin arttığı, mevcut durumun ağırlaştığı veya karmaşıklaştığı başlangıçları gördük. Dolayısıyla, 2019 da sakin bir yıl olacak gibi görünmüyor, aksine 2018’de açılan başlıklarda daha derinleşen etkiler görülmesi muhtemel. Bu çerçevede, ağırlıklı olarak siyaset ve siyasete etkileri bağlamında ekonomi ve dış politika meselelerine temas eden bir tablo çizmeye çalışalım.
2018, son beş yılda olduğu gibi, “her seneye bir seçim” hedefiyle uyumlu bir seçim senesiydi. Yıla, son yılların en aktif siyasetçisi Bahçeli’nin öncülüğünde önce ittifaklı seçim sistemi, sonra da erken seçim çıkışıyla başlandı. Yılın ilk yarısı neredeyse tamamen seçim gündemiyle biçimlendi. Yürürlükte olan OHAL şartları yetmezmiş gibi, son derece eşitsiz koşullar üreten seçim yasası, Doğan Grubu’nun da satışa zorlanarak ana akım medya kontrolünün iktidar açısından mutlaklaştırıldığı bir zeminde sürdü kampanyalar. AKP’nin oy gerilemesinin devam etmesine rağmen ittifak desteğinin iktidarı koruduğu bir sonuçla da neticelendi. İttifak içindeki oy kaymasının da iddia edildiğinin tersi biçimde AKP’den MHP’ye doğru olduğu görüldü. Bahçeli’nin “ittifaksız yerel seçim” çıkışına, daha sonra da Erdoğan’ın ittifaka geri dönmesine neden olan bu durumun yerel seçimde de tekrarlanması yüksek olasılık.
Birçok ilke sahne olan 24 Haziran seçim sonucu, Türkiye’nin yönetim sistemiyle ilgili de “yeni dönemin” başlangıcıydı. 2017 Referandumu ile getirilen yeni yönetim modeli uygulamaya girdi. Siyasi sorumluluğu olmayan hükümet, etkisizleşen parlamento, fütursuz “güçler birliği” uygulanmaya başlandı. Karar süreçlerini hızlandırmak ve etkili yönetim iddiasındaki yeni rejim, kararlarda keyfiliği ve sorumsuzluğu artırdı ama başta ekonomi olmak üzere çeşitli alanlarda etkinlik zaafları görülmeye başlandı. Bunu en iyi açıklayan kavram; Prof. Yüksel Taşkın’dan ödünç olarak kullanacağım “İnşa kabiliyeti sınırlı yıkıcılık”. Yargıya verilen talimatlar artar ve alenileşirken, ekonomi yönetimi iyice aile içine alınırken, bu alanların esas fonksiyonlarında önemli yönetim zaafları yaşanmaya başlandı. Siyasi ve idari gücün korunması önceliğinin, yönetememe krizini çözmeyip derinleştirdiği görüldü.
İktidar, giderek sertleşen koşulların büyüttüğü yöneteme krizine çözüm olarak, 24 Haziran sonuçlarını da önemli ölçüde borçlu olduğu kutuplaştırma siyasetine hız verdi. 2018’in son çeyreğinde, önümüzdeki yıl yapılacak yerel seçimlerin atmosferi erkene taşınarak özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sürükleyiciliğinde siyasi dil sertleşmeye, baskılar artmaya başladı. Bahçeli tarafından dile getirilen, yerel seçim sonuçlarının yeni yönetim sisteminin sorgulanmasına neden olmasını engelleme hedefi, siyasi atmosfer açısından 2019’un -en azından ilk aylarının- bitirmekte olduğumuz yıla fazlasıyla benzeyeceğini gösteriyor. Ancak, 2017 referandumu ve 24 Haziran seçimlerinden farklı olarak muhalefet partilerinin ve genel olarak muhalefetin ortak motivasyon üretmekte zorlanacağı görülüyor. Bunun gerisinde, 2018 seçiminin yarattığı yatıştırılamamış yenilgi hissi olduğu kadar, muhalefetin iktidar ittifakı kadar kolay ortak slogan (endişe) üretememesinin de etkisi var.
Yılın hemen başında güçlü işaretleri görülen, yaz aylarıyla sert şoklar halinde rakamlara yansıyan ve yılın sonuna doğru etkileri iyice belirginleşmiş olan ekonomik kriz, elbette 2018’in en belirleyici gündem maddesiydi. Önümüzdeki yılın da önemli başlıklarından biri olmaya devam edecek. Ancak ekonomik krizin tanımlanması ve tepkileri konusunda iktidarın aşırı atak ve etkili tavrı, “normal” koşullarda çok belirleyici olacak siyasi yansımaları fazlasıyla hafifletmiş görünüyor. Krize karşı geliştirilecek önlemler/çareler konusunda şaşırtıcı bir hareketsizlik gösteren iktidar, krizin kendisine değil iletişimine odaklanarak meselenin bir dış ekonomik saldırı gibi tanımlanmasını, bunun kabul edilmesini sağlayabildi. Ayrıca, başta imtiyazlı ve sorunlu sektörler -örneğin inşaat- olmak üzere, eski ve yeni ekonomik elitlerin krizden oluşacak zarardan az etkilenmesini sağlamak için zararı tabana yayma, milletçe ödenecek bir faturaya dönüştürme konusunda da henüz önemli bir dirençle karşılaşmadı.
2018’e Afrin operasyonu ile girilmişti. Yılı Fırat’ın doğusuna yeni bir harekat gündemiyle kapatıyoruz. ABD’nin Suriye’den çekileceğini ve vekaletini Türkiye’ye bırakacağını söylemesinin bölgede oluşturacağı yeni denge (veya dengesizlikler) yanında iç politikada da bazı yansımaları olması muhtemel. Elbette, Suriye üzerinden ithal edilen bir iç politik mesele olarak Kürt politikası da, bu konjonktürle (yeniden ve daha güçlü biçimde dönülen ittifakın milliyetçi ağırlığıyla) yakından ilişkili olacak. Dış politika açısından 2018’e bakıldığında en baş döndürücü sürecin ABD ile ilişkiler olduğuna kuşku yok. Brunson krizinden kur saldırısı iddiasına kadar uzanan sertleşmenin ardından Trump ve Erdoğan’ın “muhteşem” uyumuna öyle bir hızla geçildi ki, bir sürü insan (yorumcu) pozisyon belirleyemeden ters tarafta kaldı. Şimdi, iktidar açısından ABD’nin düşmanlığının mı, dostluğunun mu iç siyasette daha faydalı olacağını göreceğiz. Yerel seçim öncesinde bazı retorik hamleler olsa da, ekonomik kriz konjonktürünün zorladığı “dışarıya yumuşak, içeriye sert” tarzın sürmesi çok yüksek olasılık.
Tekrar iyi seneler.
Kemal Can / duvaR

İhlal edilmiş 'had'ler tarihi - ORHAN GÖKDEMİR

“Had”din iki anlamı var. Birincisi sınır demek, ikincisi derece. Yetki anlamı da var. Demek ki “hadsiz”, sınırsız, ölçüsüz, yetkisini aşan anlamlarına geliyor. Bir siyasi tartışmada, eleştiride had’di belirleyen ne peki? Saygıyı veya saygısızlığı, ölçüyü veya ölçüsüzlüğü, sınırı, dereceyi kim nasıl belirleyecek? İktidarın, otoritenin, genel kabul görenin sınırları değil insanlığın sınırı. Bugün de böyle, dün de böyleydi. İktidara biat edenler, bir inanca dâhil olanlar, bir kuralı değişmez, kutsal sananlar her zaman olmuştur ama direnenler, dışında duranlar, kural tanımayanlar da öyle.

Çıkacaksın, gücün var diye hemen her gün hayali düşmanlarına haddini bildireceksin, tehditler savuracaksın. Sonra gelen ilk cevapta tabiri caizse “çamura yatacaksın.” Olabilir, yaparsın ama bir sonuç alamazsın.

Had, sınırı kabul edenler için geçerlidir. Aydının, şairin, sanatçının işi ise çizilmiş hadleri ihlal etmek, sınırı genişletmektir. Toplumlar hadsizlerinin yüzsuyu hürmetine ayakta kalır, iktidarın çizdiği haddi kabul edenler vesilesiyle değil.

                                                            ***

Muş Sulh Ceza Mahkemesi, “Allah CC” isimli Twitter hesabı kullanıcısı Ertan P.’ye, “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçundan 15 ay hapis cezası verdi. Ertan P.’nin yeniden suç işlemeyeceği konusunda olumlu kanaat oluşmadığı gerekçesiyle hükmü ertelemeyen hâkim ayrıca öğretmen olan Ertan P.’nin memuriyet hakkından da yoksun bırakılmasına karar verdi. Yargıtay’a giden dava dosyası onanırsa, Ertan P. hapse girecek. Dijital “Allah”a da böylece haddi bildirilmiş olacak!

Hadsizlik mi? İktidara kalırsa evet. Fakat hadsizlik diye bir suç yok ceza yasalarında. Hesap açık, bakarsanız hiçbir hakaretin olmadığını göreceksiniz. Birini aktarayım: İslamcı Yazar Esra Elönü’nün “Namaz kılmaya gidiyorum. Allah’tan bir şey isteyen var mı?” tivitini paylaşıp şu yorumu yapmış: “Diyecek bir şey bulamadık, dükkânı kapatıyoruz.” Esra Hanım’ın namaz kılarken iletişime geçip, genel istek ve dilekleri bildirebildiği tanrı olsa olsa bir Twitter kullanıcısı olabilir zaten. Başka türlüsünü düşünemeyiz; her türlü din bilgisine aykırıdır. Esra Hanım’a dava açıp haddini bildirmemişsen, kimseye bildiremezsin.

                                                           ***

Yeni muktedirlerimiz had bildirmenin yanında Osmanlıya da bayılıyor malum. Ele geçirdikleri devlet televizyonunda kâh Abdülhamit’in sönüşü dönüyor, kâh Ertuğrul’un Diriliş’i. Gerçi biri kurmuş diğeri yıkmış ama ikisine de bayılıyor bizimkiler. Ertuğrul’un dini bilinmese de Hamit’inki oldukça belirgin, Panislamizm’e bile kalkışmışlığı var. Ümmet pek yüz vermemiş çağrılarına ama olsun, niyet etmesi yeterli. Şimdi de öyle değil mi? Panislamizm seferine çıkılmayan bir Allah’ın günü yok. Daha dün Menbic kapılarında kıvranmaya başlamadılar mı? Her seferden yüz geri edilmeye alışıklar, “Hamit’in izindeler” nihayetinde.
Ama onların sandıkları gibi Osmanlı padişahlardan ibaret değil. O düzende de asi şairler, söz dinlemez sanatçılar var. Hatta bir bakıma bugünkü muadillerinden daha sınır tanımaz, daha had bilmezler.

"Ey gönül elinde şarap kadehi var, bırak, tesbihe el sürme
Namaz kılanlara uyma, onlarla durma, oturma
Secdeye eğilerek özveri tacını başından düşürme
Abdest suyuyla esenlik uykusunu gözünden kaçırma
Ayakaltında kalırsın, sakın, hasır gibi camiye varma
Elinde olmadan gidersen de orada minber gibi çok durma
Müezzini dinleme, içine bulanıklık-karışıklık düşürme.
Vaizden bilgi isteyerek cehennem kapısını açtırma…”
Kim diyor bunları? 16. yüzyıl şairi Fuzuli. Bayezid’in, Yavuz Selim’in, Kanuni Süleyman’ın, II. Selim’in, III. Murat’ın çağının şairidir. Hiçbiri Fuzuli’ye fuzuli çıkışlarda bulunmamış, haddini bildirmeye kalkışmamıştır. Tam tersine II. Bayezit “Adlî”, Yavuz Selim “Selimî”, Kanuni Süleyman “Muhibbî”, II. Selim “Selimî”, III. Murat “Muradî” mahlasıyla şiirler yazmış, Fuzuli’nin izinden yürümeye çalışmışlardır.

“Bezm-i safa vü reşh-i cam bu zemzem olmuş ol makam
Meyhaneler Beytü'l-harâm, pîr-i muğan Şeyhü'l-harâm.”
"Esenlik veren bir toplantı, kadeh teri, zemzem olmuş. Meyhaneler Ka'be, meyhanecibaşı da Ka'be yöneticisidir." Kanuni döneminin ünlü ozanı Baki’nin bu satırlar. Yalnız da değil bunu söylerken;

“Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyayı
Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürâyî.”
Meali şöyle: "Camide ikiyüzlüleri bırak, ikiyüzlülük etsinler. Meyhaneye gel ne ikiyüzlülük var ne de ikiyüzlü." Kim diyor? 17. yüzyıl şairi Şeyhülislam Yahya Efendi.

19. yüzyıl şairi Edib Harabi doğrudan muhatabına seslenmeyi tercih etmiş;
“Ya Rab senin mekânın yok
Yatağın yok yorganın yok
Hem dinin hem imanın yok
Her bir şeyden münezzehsin.”
Aramış, bulamamış, kendi üslubunca “yoksun” diyor şair muhatabına.
Harabi sadece şair değil, o günün koşullarında tanrıtanımaz bir filozof bile sayılabilir. “Daha Allah ile cihan yok iken, biz ani var edip ilan eyledik, Hakk’a hiçbir layık mekân yok iken, hanemize aldık mihman eyledik” diyor Vahdetname’sinde. 

Bu yüzden “sofu” Abdülhamit’ten pek hazzetmezdi, 1918’de inançlı İttihatçı olarak öldü. “Sevaba girmek çün içeriz şarap. İçmezsek oluruz duçar-i azap. Senin aklin ermez bu başka hesap. Meyhanede bulduk biz bu kemali” deyişinden bileceksiniz, hala günceldir.


"Müslüman tökezledi, Hristiyan mutsuz, Yahudi şaşakalmış, Mecûsî sapkın. İki tür insan kalmış demek ki bu dünyada, biri akıllı dinsiz, öteki dinli çılgın" diyor 11. yüzyıl Arap şairi Maarri. Akılsızlıktan, gericiliğe yol açmaktan, baş aşağı yuvarlana yuvarlana 11. yüzyılın eşiğine geldik dayandık. Öyle bir sıkışma ki ne Ertuğrul diriltebilir çöken düzeni, ne Abdülhamit yıkımı durdurabilir. Gerisi aptal avunmasıdır.
                                                             ***

Sadece Osmanlı değil, bütün köhne monarşiler böyledir; Sarayda süren hayatın sokaktaki ile hiçbir ilişkisi yoktur. O yüzden gerçekte ne olup bittiğini anlamak için sanatçılara, şairlere kulak vermek gerekir. Hamit yüksek duvarlı sarayının loş odalarından birinde uçan seccadesiyle hayali İslam Birliği seferlerine çıkarken, büyük şairimiz Tevfik Fikret, “Beşerin böyle dalaletleri var, putunu kendi yapar kendi tapar” diye not düşmüştür şiir defterine. Dizelerin, deyişlerin kaynağı İsmet Zeki Eyüboğlu’nun “Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar” adlı kitabıdır. Haddini bilmek istemeyenlere şiddetle öneririm.

Hiçbir padişah çıkıp “haddini bil” dememiş bu arkadaşlara. Evine kolluk göndermemiş, işsiz, aşsız bırakmamış. Osmanlı bile şaire, şiire ihtiyaç duymuş, korumuş kollamış özetle. Ona özenen sen, derme çatma bir düzen kurup şairsiz, şiirsiz, sanatçısız yaşatacaksın öyle mi?

Aydının, şairin, sanatçının işi had’di aşmaktır. Sınır yoktur sanatçı için, sınır kendisidir. O yüzden onlara had bildirmeye kalkan bütün muktedirler eninde sonunda yenilmişlerdir.

Madem şiirle başladık, şiirle bitirelim. Divan şairi Sabit şöyle sesleniyor muhatabına:
“Sana her meclisinde söyler isem mülzem olmazsın
Değil kürsiye vaiz, arşa çıksan âdem olmazsın…”

Orhan Gökdemir / SOL

Yerel yönetim stratejisi - İLHAN CİHANER

Bir soru ile başlayayım: Ankara ve İstanbul başta olmak üzere tüm önemli belediyeler “muhalefetin” eline geçerse iktidar değişir mi?
En sadık AKP seçmeninden “rahatsız” MHP seçmenine, AKP’nin küskün kurucularından İYİ Parti karargâhına, sosyalist soldan CHP yöneticilerine, siyaseti takip eden akademisyen ve gazetecilerden HDP’li politikacılara kadar, bu soruya kolayca “evet” cevabı verebilecek kimse var mı?
Yerel seçimlerden sıfır belediye ile çıkmış bir AKP’nin (ve/veya MHP’nin) demokratik bir tepki göstererek Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerinin yenilenmesine karar vereceğine, ya da Erdoğan’ın istifa edeceğine inanan var mıdır?
24 Kasım’da yapılan yerel seçimlerde, elindeki 13 şehirden 7’sini kaybettiği için “demokrasi bize bir ders verdi” diyerek parti başkanlığını bırakan Tayvan devlet başkanının ya da oyu azaldığı için güvenoyu amaçlı istifa eden hükümet ve parti liderlerinin demokratikliğini Erdoğan’dan beklemek de saflığı aşan bir düşünce olacaktır.
Koalisyon bozulsa bile Cumhurbaşkanını (iktidarı) değişime zorlayacak parlamento çoğunluğu ve güvenoyu vs. gibi mekanizmaların olmadığı da ortada.
Unutmayalım ki yerel seçim sonuçlarının genel/cumhurbaşkanlığı seçimi gibi net bir şekilde “başarı-başarısızlık” gibi değerlendirilmesi her zaman mümkün olmuyor. Toplam oy oranı mı? Belediye sayısı mı? Genel seçimle mukayese mi? Neyi ölçüt alacağız belli değil. Gerçi açık yenilgiden bile başarı çıkaran siyaset erbabımız bir yol bulacaktır! 
Yerel seçimleri bile “beka kaygısına” tahvil eden iktidar, yargı sopası ve devlet olanakları ile toplumdan gelecek iktidar değişimi talebini de engellemeye çalışacaktır.
Yapılan ve yapılacak tüm seçimlerin meşruiyetini tartışmalı hale getiren gayri adil seçim koşulları ile seçim güvenliğine dair sorunlar da halen muhalefetin ilgi alanına girmiş değil. İşte iktidar YSK üyelerinin görev sürelerini kademeli olarak 2023’e kadar uzatıyor. Bunu seçimler daha adil ve güvenli koşullarda yapılsın diye yapmıyor herhalde!
Belediyelerin neredeyse yarısı epeydir “gasp edilmiş” durumda. İktidar seçim sonucunu beğenmediği belediyelere de el koyacağını ısrarla ilan ediyor. Belediyelerin nakit yönetimleri Tek Hazine Hesabı sistemine dâhil edildi. Cumhurbaşkanına dilediği belediyeye dilediği kadar bütçe aktarama yetkisi geliyor. Bu yetkilerle istenen belediyelerin nasıl felç edilebileceğini dert edinen parti var mı?
Tüm bunlar önümüzdeki yerel seçimleri ve sonrasını geleneksel bağlamından başka bir yere koymamız gerektiğini gösteriyor: Yerel seçimler iktidar mücadelesine katkı sunduğu ve “iktidar perspektifinin” parçası olduğu oranda önemlidir.
Geleneksel olarak temsil ettikleri seçmenle ilişkileri mecburiyet üzerinden devam eden, iktidar ve toplum tasarımı üzerinde uzlaşmamış partiler ve oluşumların adeta tek bir partiymiş gibi, “muhalefet” adı altında eşitlenmesi başarı getiremez. İktidarın geriletilmesini bile sağlamaz. 24 Haziranda denendi bu yöntem. Anlamsız bir şekilde “kazanılmış gibi davranılan” referandumda bile başarılı olmadı bu yaklaşım. 
İktidarın milleti/ulusu/halkı parçalayıp “kendisine oy vermeyen Kürt seçmen eşittir terörist” yaygarasına teslim olup, atanamayan AKP/MHP’lilerden ve şaibeli isimlerden aday seçerseniz belediyeyi kazansanız bile iktidara yaklaşmış olmazsınız. AKP yerine AK Parti diyerek, türbe ziyaret ederek, AKP’nin dışladığı kişilerden medet umarak, faşizm eleştirisi yapanları kınayarak, deneysel halkla ilişkiler maceralarına girerek olsa olsa kendi seçmeninizi uzaklaştırırsınız. Umutsuzluğa düşürürsünüz.
Bazı vurguları tekrar olan bu yazının amacı umutsuzluğu artırmak değil. Tam tersi, kadroları ve giderek sinsi bir şekilde zihinleri ele geçiren ideolojik bir “saldırıya” karşı çıkma çağrısı ve uyarısı. 
Umarım faydası olur.
 İLHAN CİHANER / BİRGÜN

Yeni bir halkçılık için - DENİZ YILDIRIM

19. yüzyılın son çeyreği. Jön Türk aydını, mücadeleyi önce kültürel halkçılık ile büyütüyor. Bu amaçla tüm baskılara rağmen yazıyor, yayımlıyor. Gazete çıkarıyor. Ağır baskı döneminde sadece Anadolu dışında çıkan Jön Türk gazetesi sayısı 150’yi aşıyor. Namık Kemal yasaklı ama “Vatan nasıl kurtarılır?” diyerek çareler arayan yurtsever öncü kuşak, geceleri okul yatakhanelerinde ezberden Namık Kemal şiiri okuyor. Sürgün ediliyor, hücreye atılıyor; gazeteler Saray sansürüne uğruyor, ama yılmıyor. Hürriyet ve halk egemenliği aşkı, en ağır baskı döneminde önce yeni kuşak öncü aydınlar arasında gelişiyor. Mustafa Kemal aydınlığı bu birikime dayanıyor. Bu ilk aşama. 
Amaçları anayasal, demokratik yönetim. 
İyi de nasıl? 
İki yol var; bu kurtuluş reçetesi ya Saray eliyle uygulanacak ya da halkçılıkla, halkı kazanarak. Saray’dan çare gelmiyor; aksine sorunun kaynağı orası. Öyleyse halkı kazanmalı. Fakat zorluk çok. Okuryazarlık düşük; aydının dili halk dilinden uzak. “Halka doğru” hareketleri böyle başlıyor. Dilde sadeleşme, halkın gündemini öğrenme, öğrenip somut çözümler üretme, hekimiyle, öğretmeniyle, şairiyle gidip hayatı değiştirme arayışı yayılıyor. Yani siyasi hedefler için, önce kültürel halkçılık gelişiyor. 
Sonuç başarılı. 
Yeni öncü aydınlar “kültürel iktidar”ı siyasi iktidar olmadan, hem de istibdat devrinde ele geçiriyor. Bir Abdülhamit paşası, Rumeli’den geçtiği telgrafta “Buralarda ben hariç herkes Meşrutiyetçi” diyebiliyor. Çünkü Türkiye’nin yeni halkçı aydını, sadece yol göstermeyle, teoriyle değil, yazdığını, söylediğini bizzat hayatın içinde, halka dokunarak gerçekleştirme sınavlarından geçiyor. Öncü aydın “Birbirimize bildiklerimizi anlatarak mı kazanacağız” sorusunu sorduğunda, içinden çıktığı halka yöneliyor. Pratisyen, uygulayan oluyor.
 
Kültürel halkçılık, siyasi halkçılığa böyle varıyor. Siyasi halkçılık, Yusuf Akçura’nın ifadesiyle demokratizm; Tunalı Hilmi’nin deyişiyle ahali hâkimiyeti, Ziya Gökalp’in anlayışıyla demokrasi; yani siyasi ayrıcalıkların kaldırılması. Ülkenin Saray’dan keyfe göre değil, Meclis’ten, halk egemenliğine ve anayasaya dayanarak yönetilmesi arzusunun programı. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet Devrimi’ne böyle uzanıyoruz. 

Kurtuluş Savaşı’nı halkı kazanarak, kongreler ve Meclis eliyle zafere ulaştırıyoruz. O yasaklı Namık Kemal şiirlerini ezberleyen genç Mustafa Kemal devrimciliği tarihi ilerletiyor. 
Fakat bir eksik var: İktisadi halkçılık. Şefik HüsnüNâzım Hikmet ve başta 
Şevket Süreyya olmak üzere Kadrocular, kültürel ve siyasal halkçılığa destek veriyor. Ama uyarıyorlar; Türkiye halkçılığı ekonomik olarak dışlanmış halka dayanmalı; kültürel alana sıkışmamalı. Yapılanlar iktisadi halkçılık ile tamamlanmalı. “Köylüye toprak, işçiye insanca yaşam” diyorlar. 
Uyarıları net: Eğer dışlananları, ezilenleri “halk adına” konuştuğunu iddia eden baskıcı kuvvetlere teslim edersek, her şey geriye döner. Öyle de oluyor. Demokrat Parti böyle bir popülizmle geliyor; AKP böyle bir popülizmle gelip rejimi “halka dayanıyoruz” mesajıyla çökertiyor. 

Kültürelden siyasala uzanarak kazandık; iktisadi halkçılığı yok sayarak kaybettik. Özeti budur. 


Şimdi yeniden başlama aşamasındayız. 


Son yazıda, “baskı gücüne, iktidara sahip olanlar her şartta kültürel iktidarı da elinde tutar mı” diye sormuştum. Bu yazı, tarihe dayalı “hayır” yazısı. 


Ama bugün başka zorluklar var. En ağır baskı döneminde 150 gazete çıkaran Jön Türk aydını bir yanda; elde kalan 2-3 gazeteye, satın alarak bile destek vermeyen “bitti bu iş” tutukluğu diğer yanda. “Kültürel iktidar”ı ele geçirmek, nasıl kaybettiğimizi doğru saptamakla mümkün. 
Tek sorumlu iktidar mı, baskı mı? 
Bunu aşmalıyız. Siyaset, sabahtan akşama Erdoğan’ı konuşmakla değil; halkın biriken sorunlarına kendi olanak ve kabiliyetlerimiz ekseninde sorun çözücü toplumsal müdahaleler yapmakla halkçılık zeminine girer. 


Doktor bir gününü yoksul mahallelere ayırdığında; öğretmen, velisini ziyaret edip evindeki dertlere çare aradığında; şair, Atatürk’ün Nâzım’a öğütlediği gibi  “gayeli şiir” yazdığında; gençler, sanatçılar okullara kütüphane kurmak için aydın birikimini seferber ettiğinde; hakları için direnen işçiler bu birikimler etrafında desteklendiğinde, iş cinayetine kurban giden işçinin evine uğradığımızda; çocuğunu yitirmiş sıvasız evlerdeki ana-babaları yalnız bırakmadığımızda, gündelik sorunlara dokunduğumuzda doğacak yeni halkçılık. Bu, öncü birikimdeki “bir işe yaramama” kötümserliğiyle mücadele için de ilaç. 

Şikâyet yerine bir yerden başlasak, ne dersiniz? 150 yıl öncesine göre birikimimiz daha mı az ki!

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Ergenekon kumpasındaki kedicikler - Murat AĞIREL

Benim de sanığı olduğum Kumpas davası olan "Ergenekon"un Perşembe günü duruşması vardı. Kumpas davası hakkında 30 Kasım 2018 tarihinde savcı mütalaasını vermiş ve "Böyle bir örgütün varlığı kanıtlanamadı" demişti.

Gözaltına alındığım 23 Eylül 2008 tarihinden bu yana tam 10 yılı aşkın bir süre geçti.Her duruşmada bu davanın kumpas olduğunu haykırdık. Sonunda doğru ortaya çıktı ve sanıkların büyük bölümü için beraat istendi.

Kurt kışı geçirmesine geçirir de yediği ayazı unutmaz...
Bu dava bizlerin şahsına değil Türk Ordusu ve Türk Milletinin şahsına açılmış bir kumpas davasıydı.Yaşadıklarımızı, yaşatanları asla unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız. Bu da böyle bilinsin.

Kumpas davalarında can veren Yarbay Ali Tatar'ın, Kuddusi Okkır'ın, İlhan Selçuk'un, Türkan Saylan'ın, Berk Erden'in, Engin Aydın'ın, Murat Özenalp'in, Cem Aziz Çakmak'ın ahları bu kumpası kuranların üzerindedir.Bu kumpasta yer alan herkesin ifşa edilmesi hukuk önünde bedel ödetmekten ziyade Türk ordusuna ve Türk milletine kurulan kumpasın kimler tarafından, hangi ülke ajanları ve gizli örgütleri ile birlikte düzenlendiğinin ortaya çıkarılması tarihî bir zorunluluk.

Ajanlar ve gizli örgütlerden bahsetmişken...

Dava süreci boyunca ilgiyle takip ettiğim ve son dönemlerde adını sıkça duyduğumuz Adnan Oktar ve Kedicikler ile ilgili kumpas davasında tutuklanan Serdar Öztürk'ün iddialarından bahsetmek isterim sizlere.

Ama önce şu bilgiyi hatırlamakta fayda var!

Adnan Oktar grubuna, geçen Temmuz ayında bir operasyon düzenlendi. Operasyon sonucunda "suç işlemek amacıyla örgüt kurma, çocukların cinsel istismarı, cinsel saldırı, reşit olmayanla cinsel ilişki, çocuğun kaçırılması veya alıkonulması cinsel taciz, şantaj, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, siyasi ve askerî casusluk, dinî inanç ve duyguların istismar edilmesi suretiyle dolandırıcılık" gibi bir dizi iddialar gruba yöneltildi. Gözaltına alınan kişilerin çoğu tutuklandı.Benim dikkat çekeceğim kısım ise davanın nedenleri arasında bulunan "siyasi ve askerî casusluk" iddiası.

Şimdi...

Dönelim Ergenekon kumpasına.
Serdar Öztürk, tutuklanmadan önce yine aynı davada tutuklu bulunan Emekli Albay Levent Göktaş'ın avukatıydı. Bürosunda, "İrticayla Mücadele Eylem Planı"nın ıslak imzalı belgesi bulunduğu iddiasıyla tutuklanmıştı.

Mahkemedeki savunmasında, Adnan Oktar'a yakınlığıyla bilinen Ayşegül Hûma Babuna ve Aylin Atmaca isimli kadınların bürosuna gelmesinden sonra bu komploya maruz kaldığını anlatmıştı. 4 yıl tutuklu yargılanan Öztürk ile Babuna ve Atmaca birbirlerine karşılıklı iftira davası açmıştı. Neydi o iddialar?

Hemen hatırlatalım;
Avukat Serdar Öztürk, F Tipi polislerin kendilerine kumpas kurduğunu, bazı operasyonlarda Adnan Oktar'ın kızlarını kullandığını ileri sürmüştü. Öztürk, Babuna ile Atmaca'nın bu sebeple ofisini sahte isimle arayıp kendisini avukat olarak tutmak istediklerini, görüşme sonrasında ise tutuklandığını iddia etmişti.
Daha önce Oktarcılarla davalık olan Öztürk şunları söylemişti;
"3 ay önce Emniyet'ten, Adnan Oktar ve cemaati hakkında İsrail'le olan bağlantılarını istediler, telefon kayıtlarını ve numaralarını verdim. Askerî casusluk yaptıklarını düşündüğümü söyledim. Gerekçelerini, nedenlerini, somut olguları anlattım. Bilgi verdim, elimdeki delilleri istediler, ben de söz konusu kişilerin askerî casusluk yaptıklarını, 'Ergenekon Soruşturmaları' sürecinde Fethullahçılar'la ortak hareket ettiklerini, Fethullahçılar'ın hedef seçtiği kişilerin evlerinde ve iş yerlerinde söz konusu kadınlara keşif yaptırıldığı dolayısıyla cemaatin aynı zamanda bir casusluk teşkilatı olduğunu, Adnan Hoca'nın da bu kişilerle birlikte hareket ettiklerini, İsrail tarafından finans edildiklerini, İsrail'de hahamlarla yakın ilişkilerinin olduğunu, MOSSAD'ın hahamları bu tip operasyonlarda kullandıklarının bilindiğini anlattım."

Aydınlık Gazetesinin 11 Aralık 2014 tarihli haberi aynen şöyle:
"Adnan Oktar'ın kedicikleri olarak bilinen kadınların F-tipi polisler ve üst düzey cemaat yöneticileri ile sıkı irtibat içinde olduğu ortaya çıktı. Oktar'la birlikte program yapan Ayşegül Babuna ve Aylin Atmaca'nın; F-tipi emniyet müdürleri ile çok sayıda görüşme yaptığı HTS kayıtları ile belgelendi. Telefon görüşmelerinin gerçekleştiği 2009 yılında; Babuna ve Atmaca'nın ziyaret ettiği isimler Ergenekon operasyonları ile bir bir tutuklanmıştı. Avukatlar Levent Göktaş, Hüseyin Buzoğlu, Necdet Okçu ve Serdar Öztürk; Babuna ve Atmaca'nın ziyaretlerinin ardından tutuklanan isimler. Avukat Öztürk'ün açtığı davaya gönderilen HTS kayıtları bütün trafiği ortaya döktü. Oktar'ın kedicikleri; 2009 yılında Ergenekon operasyonlarını yöneten Terörle Mücadele Şube Müdürü Ömer Köse ile irtibat halindeydi.
Emniyet Genel Müdürlüğü Güvenlik Daire Başkanı Bekir Akarsu da kediciklerin görüştüğü kişilerden. Köse de Akarsu da F-tipi polislere yönelik operasyonlarda tutuklandı. Babuna ve Akarsu ile görüşenler arasında tertiplerde yönlendiren Emniyet İstihbarat Dairesi'ndeki Tamer ve Murat isimli amirler de dikkat çekiyor. Aynı dönemde cemaatin üst düzey imamı Ş. A. T.'nin kediciklerle görüşmeleri de HTS kayıtlarına girdi."

Serdar Öztürk'ü ziyaret eden Babuna ve Atmaca aynı zamanda Selahattin Önkibar'ı da ziyaret etmiş ve Önkibar da bunu köşesine taşımıştı.

Haksız ithamlar ve suçlamalar ile ilgili yıllardır yargılanan ve ceza alan biri olarak, insanlar hakkında suç isnat etmekten imtina ettim.
Her zaman edeceğim de...

Avukat Serdar Öztürk'ün tüm iddiaları yargıya intikal etmiş ve öğrendiğimize göre Babuna ve Atmaca'nın avukatları FETÖ irtibatları hakkında susma hakkı kullanmış.

Ama yine de sormakta fayda var;
Ayşegül Babuna ve Aylin Atmaca iddia edildiği gibi kumpas davalarının öncü ajanları mıydı?
FETÖ firari sanıkları ile irtibatları var mıydı?

Bu iddiaların üzerine ciddiyetle gidilip gerçekler aydınlatılmalı. İddia edildiği gibi Adnan Oktar ve grubunun Ergenekon davaları ile bağlantısı, aldıkları yurt dışı yardımlar, yurt dışı bağlantıları ifşa edilmeli.

Edilmeli ki...

Türk milleti bu kumpası kuran herkesi öğrenmeli ve ezberlemeli.


Murat AĞIREL  / YENİÇAĞ

28 Aralık 2018 Cuma

Türk Telekom hikâyesi: Neden daha çok ödüyoruz? - Funda Başaran / duvaR

Zararlı çıkan yine sıradan kullanıcı oldu bile. Adil kullanım kotası kalkarken internet tarifelerine gelen olağanüstü zam, Türk Telekom’un toptan hat kiralama bedellerine yaptığı yüzde 66 zam ile tüm hizmetlere yansıyacak. Bu yansımanın ilk göstergelerinden birisi, Turkcell’in mobil cihazlardan kişisel erişim noktası özelliğinin kullanımını ücretli hale getirmesi. Daha nelerle karşılaşacağımızı ilerleyen zamanlarda göreceğiz.
Türk Telekom’da Ojer Telekomünikasyon A.Ş.’nin yüzde 55’lik hissesinin Garanti Bankası, İş Bankası ve Akbank ortaklığında kurulan Levent Yönetim Yapılandırma A.Ş.’ye devredilmesiyle zorlu bir dönem başladı. Türk Telekom’un özelleştirilme ihalesi 2005 yılının Temmuz ayında tamamlanmış ve aynı yılın kasım ayında da şirketin yönetimi, TV kameraları ve yoğun bir izleyici kitlesi önünde törenle Muhammed Harriri’nin OGER Telecom firmasına devredilmişti.
Beş yılda 6 milyar 550 milyon dolar karşılığında Türk Telekom’un yüzde 55 oranındaki hissesinin blok olarak sahibi olan Oger Telecom, Türkiye’de 600 milyon TL sermaye ile kurduğu ve yüzde  99’una sahip olduğu Ojer Telekomünikasyon A.Ş. (OTAŞ) aracılığı ile Türk Telekom’u devir aldı. Türk Telekom A.Ş.’nin 2005 yılı sonundaki kârı 2,1 milyar dolar olarak açıklandı. Devir esnasında ilk peşinat olarak 1,3 milyar dolar ödeyen OTAŞ, ikinci taksidi de ödedikten sonra 2007 yılında üçüncü taksidin yerine geri kalan parayı tek seferde ödemeyi önerdi. Çok sayıda bankanın oluşturduğu bir konsorsiyumdan aldığı kredi ile 4,3 milyar dolarlık ödemeyi yaptı. 2013 yılında bu kredinin sadece 900 milyon dolarının ödendiği, gerisinin ödenmediği anlaşıldı. OTAŞ, Akbank, Garanti Bankası ve İş Bankası’nın liderlik ettiği 29 yerli ve yabancı bankanın oluşturduğu konsorsiyumdan, 4,75 milyar dolarlık bir kredi daha aldı. 2016 yılında ise bu ikinci kredinin ödenmediği ortaya çıktı. Sonuçta bugüne dek Türk Telekom A.Ş. hisselerini karşılık göstererek aldığı kredilerle devlete olan borcunu ödeyen ve kendi kâr payını da alan OTAŞ firmasının yüzde 55 hissesi, 25 milyar liraya yakın borcu karşılığında bankalara devredildi. Ancak Füsun S. Nebil’in haberi borcun sadece bankalara olan 25 milyar liradan ibaret olmadığını ortaya koyuyor. Ayrıca bu yılın eylül ayı itibariyle şirket 3,6 milyar lira zarar etmiş durumda. Bütün bunlar Türkiye’de telekomünikasyon alanında zorlu bir dönemin başladığını gösteriyor.
PTT’DEN TÜRK TELEKOM’A
Türk Telekom’un özelleştirilmesi 1990’lı yılların ortalarında konuşulmaya başlandı. Elbette ki bu, dünyada esen küreselleşme rüzgarları ve neoliberal yeniden yapılandırma söyleminden bağımsız değildi. Ayrıca konuşulmaya başlandığında Türkiye’de telekomünikasyon alanının yeniden yapılandırılması süreci çoktan başlamıştı. Yeniden yapılandırmanın serbestleştirme, kuralsızlaştırma, şirketleştirme ve özelleştirme diye takip edilecek bir süreci izlediği düşünüldüğünde epey de yol alınmıştı. Yani eskiden PTT tarafından sağlanan uç cihazlar piyasası, yani telekomünikasyon ağına bağlanmak için son kullanıcının kullandığı cihazlar piyasası serbestleştirilmiş, telekomünikasyon cihazları alanında ulusal üretim yapan NETAŞ ve TELETAŞ özelleştirilmiş, yeni telekomünikasyon hizmetleri alanında yap-işlet-devret, gelir paylaşımı gibi yöntemler uygulanmaya başlanmış hatta 1994 yılında PTT’nin ikiye ayrılması ve Türk Telekom A.Ş.’nin kurulmasını öngören yasada yer alan “Bakanlık, mobil telefon, çağrı cihazı, data şebekesi, akıllı şebeke, kablo TV, ankesörlü telefon, uydu sistemleri, rehber basım ve benzeri katma değerli hizmetler konularında sermaye şirketlerine tekel oluşturmayacak koşulları da dikkate almak suretiyle işletme lisans ve ruhsatı (sermaye şirketlerinin devralacakları ve bizzat kuracakları tesislerin işletilmesine yönelik olarak) verebilir” hükmü ile lisans ve ruhsat devirlerinin önü açılmıştı. Bu yasal değişiklik sonrasında 1995 yılında o zamana dek PTT tarafından verilen posta ve telekomünikasyon hizmetleri ayrıştırılarak, telekomünikasyon hizmetleri yeni kurulan Türk Telekom A.Ş.’ye devredildi. İlerleyen yıllarda düzenleme işlevini yerine getirecek kuruluşlar oluşturuldu. Özelleştirme için uygun koşulların yaratılabilmesi için telekomünikasyon sektörü farklı katmanlara ayrıldı. Aslında hepsi aynı telekomünikasyon altyapısının unsurları olan internet, cep telefonu, uydu ve kablo hizmetleri ayrıştırılarak kimi özelleştirildi, kimi de şirketleştirildi.
Bu arada da gerekli yasal altyapı hazırlanmadan Türk Telekom A.Ş.’yi özelleştirmek üzere girişimlerde bulunuldu. Ancak bunların hepsi Anayasa’ya aykırı bulunarak durduruldu.
İYİMSER SENARYONUN İFLAS YILLARI
O yıllar telekomünikasyon alanına dair iyimser bir senaryonun hâlâ egemenliğini sürdürdüğü yıllardı. Bu iyimser senaryoya göre telekomünikasyon sektöründe özelleştirme ve serbestleştirmeyi içeren bu politikalar bütünü işletilebildiğinde, sektör rekabetçi bir piyasa olacak, yabancı sermayenin yatırımının önündeki engeller kalkacak, telekomünikasyon hizmetleri rekabet sonucunda ucuzlayacak, telekomünikasyon ağlarında teknolojik gelişmelere uygun iyileştirmeler gerçekleşecek ve hatta bütün bunların sonucu olarak gelişmekte olan ülkeler bu telekomünikasyon ağları üzerinden akan bilgi sayesinde hızla gelişecekti.
Egemen senaryo bu olmasına rağmen, 90’ların sonlarına doğru durumun pek de bu kadar mükemmel olmadığı yavaş yavaş açığa çıkmaya başladı. Hatta 1998 yılı itibariyle Türk Telekom’un özelleştirilmesi önünde engel kalmamış olmasına rağmen, özelleştirme gerçekleşemedi. Türk Telekom’un özelleştirilememesinin nedeni genellikle işçi sendikaları ve sivil toplum örgütlerinin muhalefeti, siyasi kargaşa, bürokratik hantallık ile açıklansa da, asıl neden o günlerde alarm vermeye başlamış olan ve 2000 yılında NASDAQ’da görkemli bir biçimde çöken iyimser senaryonun iflasıydı.
İYİMSER SENARYO TÜRKİYE’DE DE ÇÖKTÜ
İyimser senaryonun iflas etmesi tabii ki Türk Telekom’un özelleştirilmesinin önüne geçemedi. Ancak 2005’te Türk Telekom A.Ş.’nin özelleştirilmesi öncesine, cep telefonu alanına, hatta alanda yaşanan tekil bir olaya Turkcell ile Aria arasında yaşanan roaming sorununa da bir bakmak gerekiyor. (Roaming, bir GSM işletmecisine ait hizmetlerin, diğer bir işletmeciye ait ekipmanlar üzerinden çalışmasına veya bir diğer sisteme ara bağlantısına imkan sağlayan sistemler arası dolaşım anlamına geliyor). Çünkü telekomünikasyon alanında uygulamaya koyulan neoliberal politikaların anlaşılabilmesi, nedenlerinin ve sonuçlarının ortaya koyulabilmesi için, cep telefonu hizmet alanı özelleştirme, serbestleştirme ve kuralsızlaştırma politikalarının ilk kez denendiği bir alan olarak son derece önemli.
Türkiye’de dijital cep telefonu hizmeti GSM 900 standardıyla, PTT ile iki ayrı konsorsiyum arasında imzalanan sözleşme uyarınca 1994 yılında verilmeye başlandı. Bu iki konsorsiyum Turkcell ve Telsim’di. İmzalanan sözleşmeler ise o dönemin telekomünikasyon mevzuatı başka bir yönteme izin vermediği için “Gelir paylaşımı” esas alınarak hazırlandı. “Yasal düzenlemelerle daha sonra lisansa dönüştürmek üzere” hazırlanmış olan sözleşmeler, 1998 yılında 500 milyon dolar bedel karşılığında lisans sözleşmesine dönüştü. Böylece, 500 milyon dolar karşılığında, cep telefonu pazarına, çoğunluğu Uzan Ailesi’ne ait Telsim ile Çukurova Grubu, Murat Vargı, Ericsson, Kavala Grubu ve Telecom Finland’ın ortak olduğu Turkcell hakim oldu. Ancak bu süreçte yapılan asimetrik arabağlantı sözleşmesinin devlet aleyhine hükümler içermesi ve lisans bedellerinin objektif ve reel bir biçimde belirlenmemesi nedeniyle devletin zarara uğratıldığı meclis soruşturma komisyonunda bile kabul edildi.
1999 yılının son günlerinde Ulaştırma Bakanlığı, GSM 1800 hizmetlerini başlatma ve biri TT’ye olmak üzere üç yeni lisans verme kararı aldı. Yeni ihale, alanda büyük heyecan yarattı. Cep telefonları alanının gelişme hızı ve potansiyeli, Türkiye’de bütün sermaye çevrelerinin dikkatini alana yöneltmiş durumdaydı. GSM 1800’de ilk lisansı ihalede en yüksek bedeli veren alacak, ikinci GSM lisans devri için de birinci ihaleye katılan şirketler davet edilecek ve bu şirketler birinci GSM lisansı ihalesinde belirlenen tutar ya da onun üzerinde teklif vereceklerdi. Türk Telekomünikasyon A.Ş.’ye verilecek üçüncü GSM lisansı için de, birinci GSM lisansı için belirlenen en yüksek fiyat Türk Telekom tarafından Hazine’ye ödenecekti.
TAHKİM VE BİRLEŞME
İlk lisans 12 Nisan 2000’de İş Bankası, Telekom Italia konsorsiyumuna 2 milyar 525 milyon dolar karşılığında verildi. İkinci ihaleye ise, hiç bir konsorsiyum teklif sunmadı. Böylece Türkiye cep telefonu pazarında Turkcell, Telsim, İş Bankası-Telekom İtalia konsorsiyumunun GSM 1800 operatörü Aria ve Türk Telekomünikasyon A.Ş.’nin kurduğu Aycell’le birlikte dört operatör hizmet sunmaya başladılar.
Aria, Ulaştırma Bakanlığı ve Telekomünikasyon Kurumu’na roaming başvurusu yaptığını duyurdu. Yani bu dolaşım konusu çözüldüğü takdirde, Aria dört ilde altyapı kurmuş olmasına rağmen, rakipleri olan Turkcell ve Telsim’in altyapısını kullanmak yoluyla tüm Türkiye’de hizmet verebilir hale gelecekti. Ancak Turkcell böyle bir anlaşmayı imzalamayacağını belirterek yasal yollara başvurdu ve bir ihtiyati tedbir kararı aldırdı. Telsim ise anlaşma için çok yüksek bir bedel önerdi. 2002 yılının Şubat ayına gelindiğinde, roaming sorunu hâlâ çözülememişti. Araya o dönemin düzenleyici kuruluşu olan Telekomünikasyon Kurumu girdi. Şirketleri anlaşma yapmaya çağırdı. 2002 yılının Nisan ayında mesele hükümete aksetti. Dönemin Devlet Bakanı Kemal Derviş, 1 Nisan 2002’de ulusal dolaşım anlaşması yükümlülüğünü yerine getirmemeleri durumunda, Turkcell ve Telsim’e idari para cezası uygulanabileceğini bildirdi. Ancak bütün bunların Turkcell üzerinde herhangi bir yaptırımı olmadı.
Roaming sorunu çözülemeyince 27 Mart 2003’de Aria, Paris’teki Tahkim Komisyonu’na başvurdu. 8 Nisan 2003 tarihli gazetelere, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İş-Tim’in Aria için Türkiye Telekomünikasyon Kurumu aleyhine ICC Tahkim Divanı’nda açtığı ‘‘2.5 milyar dolarlık zararın tazmini davasını’’ çözmeye çalıştıkları açıklaması yansıdı. Mayıs ayında, Aria’nın İtalyan ortağı TİM, “Türkiye’den çekilebilecekleri” açıklamasını yaptı. Bu açıklamadan bir hafta sonra Türkiye’yi ziyaret eden dönemin İtalya Başbakanı Berlusconi ile Recep Tayyip Erdoğan Aria ile Aycell’in birleşmesi kararını aldıklarını 13 Mayıs 2003 tarihinde açıkladılar. Basına yansıyan haberlere göre, birleşmenin koşulları arasında Aria’nın Uluslararası Tahkim Yasaları çerçevesinde Kurum’a karşı yapmış olduğu her türlü hukuki takibi sonlandırması, yani Telekomünikasyon Kurumu aleyhine açtığı 4.3 milyar dolarlık tahkim davasını geri çekmesi de bulunuyordu.
SADECE BECERİKSİZLİK VE KÖTÜ NİYET Mİ?
Türkiye’de ilk özelleştirilmiş telekomünikasyon hizmeti olan cep telefonları alanında bu yaşananlar, aslında özelleştirmenin ve serbestleştirmenin rekabete neden olacağı, böylece de hizmet kalitesinin artması ve fiyatların düşmesi ile sonuçlanacağı senaryosunun geçerli olmadığını, yaşanan gerçekliğin piyasada özel tekeller tesis etmekten öte bir şey olmadığını açıkça ortaya koymuştu.
Bütün bunları hatırlatmamın nedeni, 2005 yılında Türk Telekom özelleştirmesine çıkılırken iyimser senaryonun hem uluslararası düzeyde çöktüğünü hem de ulusal düzeyde inandırıcılığını yitirdiğini bir kez daha göstermek. Sadece bu tekil olay bile, bugün Türk Telekom A.Ş.’nin başına gelenlerin o günden görülebilir olduğunu, hatta görülmüş olduğunu, görülmüş ve buna ilişkin herhangi bir önlem alınmamış olduğunu söylemek için de yeterli görünüyor.
Tekrar Türk Telekom A.Ş.’de yaşanan hisse devri ve yeni dönem bahsine dönersek, bütün bunlar şirketin hisselerinin yüzde 55’ine sahip olan ve şirketin yönetimini üstlenen Oger Telecom’un beceriksizliği ve kötü niyeti ile açıklanabilir mi? Özellikle de 2005 yılında Türk Telekom A.Ş.’nin özelleştirilmesinden bu yana yaşanan taşeronlaştırma, siyasi kadrolaşma, hizmet fiyatlarının artışına karşılık, kalitenin düşmesi süreçleri düşünüldüğünde…
Füsun Nebil’in yukarıda bahsettiğim yazısından Türk Telekom A.Ş.’nin borsa değerinin son on yılda dörtte birine düşmüş olduğunu, bunun sadece Türk Telekom için geçerli olmadığını, sektördeki tüm şirketlerin borsa değerlerinde benzer bir kayıp yaşandığını, sektörde büyümenin tamamen durduğunu da öğreniyoruz. Tabii ki bütün bunların sonunda zararlı çıkan yine sıradan kullanıcı olacak. Hatta oldu bile. Adil kullanım kotası kalkarken internet tarifelerine gelen olağanüstü zam, Türk Telekom’un toptan hat kiralama bedellerine yaptığı yüzde 66 zam ile tüm hizmetlere yansıyacak. Bu yansımanın ilk göstergelerinden birisi, Turkcell’in mobil cihazlardan kişisel erişim noktası özelliğinin kullanımını ücretli hale getirmesi. Daha nelerle karşılaşacağımızı ilerleyen zamanlarda göreceğiz.
Sonuçta neoliberalizm tüm dünyada çöküyor, neoliberal politikaların yarattığı sonuçlar tüm dünyada tartışılıyor, serbestleştirme ve özelleştirmelerin sonuçlarını artık dışarıdan verilen örneklerle anlamaya çalışmak yerine bizzat deneyimliyoruz.
Funda Başaran / duvaR