24 Mart 2019 Pazar

Onat Kutlar’ın 'Denizler için yazılan kayıp şiir'i, Süreyya Berfe’nin 'Üç Kardeş'i - SERPİL GÜVENÇ

PEN Türkiye Yazarlar Derneği’nin 2019 ödülünün şair Süreyya Berfe’ye verildiğini gazetede okuyunca iki kaynaktan bize aktarılan, Denizlere ait bir “kayıp” şiir öyküsünü anımsadım. 

Öykülerden ilkini, mimar, TRT çalışanı ve şair Ersin Salman aktarıyor. 1973 yılında Kuzguncuk’ta bir meyhanede birlikte olan Onat Kutlar, Süreyya Berfe ve Salman, Denizler için birer şiir yazmaya karar veriyorlar. Şiirleri önce birbirlerine okuyacaklar ve daha sonra da yayınlayacaklar. Salman ilk şiiri yazma onurunun Süreyya Berfe’ye ait olduğunu ve “Üç Kardeş” isimli şiiri yazıp yayınladığını, kendisinin ve Kutlar’ın ise sözlerini yerine getiremediklerini söylüyor. Ne var ki, 2010 yılında dostum Mete Akalın’ın Cumhuriyet gazetesinde anlattığı öykü Salman’ın bilgisi olmadığı bir gerçeği, Onat Kutlar’ın da Denizler için bir şiir yazdığını ortaya koyuyor.

Mete, arkadaşı Onat’ın yazdığı şiiri çalıştığı şantiyeye getirdiğini ve kendisinden şiiri kopyalayıp saklamasını istediğini aktarıyor. Yıllar sonra hazırladığı bir şiir kitabına koymak için aradığı şiiri bulamayan Onat Kutlar, Mete’den ister kopyayı ama o da bulamaz. Şiir artık “kayıp”tır! Çok değerli bir aydınımız olan Onat Kutlar’ın bombalı bir saldırıda yaşamını yitirmesinin üzerinden on beş yıl geçtikten sonra, günlerden bir gün, Akalın evinde kuytu bir köşede, bir kitabın içine sığınmış olan şiiri bulur!

Onat Kutlar Denizlerin idamının engellenmesi için çalışanlardandır, Berfe de imza kampanyasına imzası ile destek verenlerden. Berfe hakkında, aldığı ödül bağlamında birçok yazı yayınlanmakta ama kimse bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde yitirdiğimiz Denizler için yazılan şiiri anımsamıyor ne yazık ki… O nedenle, bu yazıyı, yakın tarihimizin en büyük adaletsizliklerinden birisi olan 12 Mart idamları üzerine yazılan şiirler arasında Süreyya Berfe’ye ait olanı sizlerle paylaşmaya ayırdık. Ve elbette sevgili Onat Kutlar’ın uzun ve duygulu şiirinden bazı bölümleri de.


“Üç Kardeş”
Eski bozkırda çınsabah
Kırıldı zeytin dalı.
Üç parça güneş
Dünya üç tane.
***
Duymaz halk avcıları
Sesini kanlı günlerin.
Üç boyutlu ufuk
Memleket üç hane.
***
Uzadı harın acım
Yankısı dağlarda.
Yırtıldı üç ak bulut
Büyüdüm üç kere.
***
Dolduysa da yüreğim
Gönlüm göçmedi.
Ağaçta üç fışkın
Dal üç tane.

“Kayıp Şiir”
Ölüleri öylesine gömdüler
İyi ki mayıs ve sabah erken
Keten çiçekleri getirmiş rüzgâr
Başka da kimseler yoktu
Şimdi bazen mayıs mı unutuyorum
İlmeği arkadan vuranın
Kolu bir tane değil ki
Hepsini gördüm hepsini
Ah daracık avludan geçen ses
Oğlumun boynuna dokunamıyorum
Geri gelmeyecek olanı
Nasıl bilir ve oradan vururlar
Denizin yüzü ürperiyor
Kanlı bıçağını su temizlemez
Nereye gidersen git seni tanıyorum
***
Üzülme baba, neredeyse çıkar
Şimdi dağlardan
Gelir serin bir esinti terini siler
Okşar derisini kanı temizler
Biz o rüzgârı biliriz
Rüzgâra parmaklık konur mu?
Kahırlanma baba demir kapılar
Ardından iki türkü şimdi erişir
Biri köpekler üstüne biri aslanlar
Yüzünden sular gibi geçer ölü oğlunun
Biz o türküleri tanırız
Doldurur gökyüzünü, toprağa yeter
Türküye kurşun sıkılır mı?
Unutma baba onun arkadaşları var
Çatlamış nar gibi mayıs ayında
Yazları ürperen zeytin dalları
Altın eylül ağaçları gibi genç kızlar
Alnını çiçeklerle donatırlar
Çiçeksiz düğüne gidilir mi?
Unutma baba onun arkadaşları var
Seyrek ağaçlı korularından yoksulluğun
Ve uçsuz bozkırlardan koşarak
Ölüme açılan yiğit çocuklar
Yaşamanın savaşçısı çocuklar
Tez ulaştırırlar onu güneşe
Kentlerin kanalına dolar balçığı
Güneş balçıkla sıvanır mı?
Hatırlar mısın baba, ninem anlatırdı
Serin yaz sabahlarında Sıvas’ın
Söğüt dallarında bir ak güvercin
Açarmış eski kitabın sayfalarını
Okuuu okuuu… dermiş ağzında can dili
Deniz geçen Yusuf’un sayfalarını
Hüseyin’in Battal Gazi’nin sayfalarını
Her birine Simav’dan bir zeytin dalı
Koysak bir gün okuyan olur mu?
***
Baba Hıdır İlyas kıssadan hisse söyledi
Darağacında can veren çınar bir gün anlar
Bayrağı taşıyan düşerse onu taşırlar
Son yoksul çocuğun yüzü gülünceye kadar

Devrimci mücadelede yitirdiklerimizin anılarına yazılan şiirler de unutulabilir, öyküler de. Ama Türkiye emekçi sınıfları devrimin tarihini yazdıklarında, onların sömürüsüz, sınıfsız bir dünya için verdikleri bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde hiçbir koşulda boyun eğmediklerini mutlaka kaydedecekler sayfalarına.
Saray yollarında ömrünü tüketenlerin, egemenlerin önünde el pençe divan duranların bu kadar bol olduğu günümüzde, onların kararlı, inançlı yaşamlarını sık sık yinelemek aynı zamanda umudu ve direnci ayakta tutmaktır.

Serpil Güvenç / SOL


ÜÇ KARDEŞ (Tam metni)
I.
Ateş sardı kör yılanın gözünü
İspinoz kuşu da ötmez oldu
Kurudu evinizin önündeki asma
Ananızın kurduğu salçalar
Soğuyor kızgın güneşte ve örtüyor
Gözyaşlarının dinmeyen buzları
Sayısız köylerini yoksul doğunun
Yüzünüzün denizinde yapraklanan kan
Şimdi ölü suların dibine çöküyor
Kinin külrengi örümcekleri
Seriyor suların ve şehirlerin
Üstüne unutuşun kefenini
Artık cellatlar sizi hatırlamıyor
Yalnız sessizliğin çınladığı
Avlunuzun taşlarından bir ses
Soruyor belirsiz zamanlarda
“Öldün mü oğul?”
Kim biliyor bu sorunun karşılığını
Ananız kapıları kapatıyor
Kapatıyor yollarını doğunun kan
Kanın kepengini beş bezirgân kapatıyor
Mermer sokaklarda tabutlar gibi
Abanoz renginde bir arabanın
Sıcak koltuğunda yüz ölü vizon
Kayıtsız bir kahkahayı sarıyor
Berber koltuklarında taş orkideler
Bana ne alıyor pazaryerinden
Soyulmuş kabuklarıyla çürürmüş muzlar
Kocaman hesap makinelerinden geçiyor
Rotatifin el değmemiş topları
Matbaa ananın yüksek kapıya
Besleme girdiğinde peydahladığı
Sürüyle pezevenk bağrışarak
Kirli kâğıtlarla kapatıyor
Daracık bir avlunun gerçeğini
Kanlı ve unutulmaz gerçeğini
Sizin için değil artık gölgeli serin
Bir ikindi masası konuşmaları
Oralarda demirden çeneleriyle
Zamanın kahvesini öğütüp içen
Bir yudum kahveye bir yudum acı
Bir yudum kahveye koca bir deniz
II.
Ölüleri öylesine gömdüler
İyi ki mayıs ve sabah erken
Keten çiçekleri getirmiş rüzgâr
Başka da kimseler yoktu
Şimdi bazen mayıs mı unutuyorum
İlmeği arkadan vuran
Kolu bir tane değil ki
Hepsini gördüm hepsini
Ah daracık avludan geçen ses
Oğlumun boynuna dokunamıyorum
Geri gelmeyecek olan
Nasıl bilir ve oradan vururlar
Denizin yüzü ürperiyor
Kanlı bıçağını su temizlemez
Nereye gidersen git seni tanıyorum
III.
Üzülme baba, nerdeyse çıkar
Şimdi dağlardan
Gelir serin bir esinti terini siler
Okşar derisini kanı temizler
Biz o rüzgârı biliriz
Rüzgâra parmaklık konur mu?
Kahırlanma baba demir kapılar
Ardından iki türkü şimdi erişir
Biri köpekler üstüne bir aslanlar
Yüzünden sular gibi geçer ölü oğlunun
Biz o türküleri tanırız
Doldurur gökyüzünü, toprağa yeter
Türküye kurşun sıkılır mı?
Unutma baba onun arkadaşları var
Çatlamış nar gibi mayıs ayında
Yazları ürperen zeytin dalları
Altın eylül ağaçları gibi genç kızlar
Alnını çiçeklerle donatırlar
Çiçeksiz düğüne gidilir mi?
Unutma baba onun arkadaşları var
Seyrek ağaçlı korularından yoksulluğun
Ve uçsuz bozkırlardan koşarak
Ölüme açılan yiğit çocuklar
Yaşamanın savaşçısı çocuklar
Tez ulaştırırlar onu güneşe
Kentlerin kanalına dolar balçığı
Güneş balçıkla sıvanır mı?
Hatırlar mısın baba, ninem anlatırdı
Serin yaz sabahlarında Sivas?ın
Söğüt dallarında bir ak güvercin
Açarmış eski kitabın sayfalarını
Okuu okuuu… dermiş ağzında can dili
Denizi geçen Yusuf?un sayfalarını
Hüseyin?in Battal Gazi?nin sayfalarını
Her birine Simav?dan bir zeytin dalı
Koysak bir gün okuyan olur mu?
IV.
Baba Hıdır İlyas kıssadan hisse söylerdi
Darağacına tahta veren çınar bir gün anlar
Bayrağı taşıyan düşerse onu taşırlar
Son yoksul çocuğun yüzü gülünceye kadar.
Onat Kutlar.

Bu düzenin burnu yukarıya çevrilemez! - ERHAN NALÇACI

Son günlerde teknolojinin de bulaştığı çok trajik iki olay içinde yaşadığımız düzenin yapısı ve geleceğine ilişkin önemli ipuçları sundu.

Kısa bir süre içinde Boeing 737 tipi yolcu uçakları yapım hatası nedeniyle kalkıştan hemen sonra düştüler, çok sayıda kişi yaşamını yitirdi. Geçen Ekim ayı içinde Endonezya’da Lion Air’e ait uçak düşmeden önce pilot köşkünde yaşananlar çözüldü ve basına çok yeni yansıdı.

189 yolcusuyla havalanan uçakta pilotlar bir anormallik fark ederler, uçağın burnu otomatik olarak aşağıya doğrulmaktadır. Ne yapsalar düzelmez, giderek daralan zaman içinde uçağın el kitabını açıp sorunun kaynağını ararlar.

Çözümü bulamazlar.

İkinci olay ise, en az ilki kadar hüzün ve acı verici.
Yeni Zelanda’da biliyorsunuz, katil camiye yaptığı baskını ve insanları katledişini canlı olarak sosyal medyadan yayınladı. Bu yayını daha sonra şu veya bu nedenle siyasi amaçla kullananların çirkinliği bir yana ama neden o anda canlı yayının kesilmediği çok tartışıldı.

Şimdi bu yayına vesile olan uluslararası sosyal medya şirketleri bir açıklama getiriyorlar. Bu tip yayınlanmaması gereken durumlar için bir yapay zekâ algoritması geliştirilmiş, bu devredeymiş ama bir sakınca görmemiş, yani durumu anlamamış.

Ama yapay zekâ ne yapsın, ortamda paylaşılan o kadar çok bilgisayar oyunu var ki, insanların birbirini öldürdüğü, tek tek avlayarak katliam yaptığı. Bu kadar çok sanal düzeyde üretilen insanlık dışı şiddet içeren bilgi akışı içinde bir insan da yanılabilirdi.

Bu iki trajik olay dünyanın nereye gittiğini kavramamıza yardımcı oluyor.

Dünyanın son 250 yılına damgasını vuran kapitalist düzen burnu düzeltilemeyen ve çakılmak üzere aşağı doğru giden bir uçağa benziyor.

Önümüzdeki dönemde açığa çıkacak iktisadi çöküşün ön belirtilerini değil sadece düzenin bütününün bir çöküş içinde olduğunu fark etmek gerekiyor. Emperyalist devletler arasında rekabet görülmedik bir düşmanlık seviyesine ulaştı.
Birbirlerini alt etmek için her şeyi göze almış gözüküyorlar.

Düzen bir yandan her türlü şiddet ve gericilik içinde bir sürü akıl hastasını üretiyor. Ancak önce İran ve Keşmir’de, sonra Yeni Zellanda’da, Belucistan’da, Hollanda ve İngiltere’de arka arkaya gelen her iki taraftan radikal dinci-ırkçı militanların saldırıları tesadüf gibi durmuyor. Özellikle ABD, Pasifikten başlayıp Orta Asya’ya ve Avrupa’ya kadar uzanan bu geniş coğrafyaya müdahale etmesine olanak veren din ve ırk temelli bir kargaşa yaratmaya çalıyor olabilir.

Böyle bir düzenin burnunu yukarı çevirmek bir yerden sonra düzeni yönetenlerin becerebileceği bir şey değildir. İstedikleri kadar el kitaplarına baksınlar. İsterse pilot köşkünde düzenin yönetimine ilişkin el kitapları olsun, faydası yok.
Bazen çöküş esnasında Kapital’e bile başvurdukları oluyor. Ama Kapital neden çöktüklerini söylüyor onlara, nasıl düzeni toparlayacaklarını değil!

Ve bu düzenin içinde ister yapay zekâyla, ister kendi zekânızla, iyisini seçemezsiniz. Düzenin kötülerin içinde iyisini sunma şansı tükenmiştir artık.
Obama daha mı iyiydi Trump’tan? Libya ve Suriye’de işlenen cinayetlerin sorumlusu olarak anılıyor.

Brezilya’da önceki iki devlet başkanı yolsuzluk suçlamasından tutuklu bulunuyor. Hadi Lula bir hukuk darbesine uğradı, onun yerine seçilen Temer geçen gün yolsuzluktan tutuklanmış. Ve şimdiki, başkan gerçek bir halk düşmanı olarak ABD’ye ayağını basar basmaz CIA’yı ziyaret etmiş.

Bolsonaro, Trump, Netanyahu, Macron, Orban, Modi… 

Siz tamamlayın.

Türkiye yerel seçimlere gidiyor. Hatırlatmak görevimiz olsun, bu düzenin içinde daha iyisini seçme şansı kalmamıştır.

Yapılaması gereken şey emekçi sınıfların örgütlülüğüdür, bir gelecek hayaline, bir programa sahip olmasıdır. Emekçi sınıfların kendi programlarını gerçekleştirmek için bir siyasi merkezlerinin olması, bu merkezle çok yönlü bir güven ilişkisi geliştirmesidir.

Bir hafta sonra yapılacak seçimlerin buna hizmet etmesi dileğiyle…

Erhan Nalçacı / SOL

Ekonomist Uğur Civelek: Ne yapacaklarını kendileri de bilmiyor, kuru sıkı atıyorlar - OZAN GÜNDOĞDU

Türkiye'de herkesin gözü dolarda. Dolar dün 5,84’ı gördü. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak dövize yatırım yapanlara ‘pişman olursunuz’ dese de döviz mevduatları artmaya devam ediyor. Ekonomist Uğur Civelek ise “Ne yapacaklarını kendileri de bilmiyor, kuru sıkı atıyorlar” dedi.


Merkez Bankası’nın verilerine göre döviz cinsinden mevduatlar ağustos ayından beri sürekli olarak artıyor. Öte yandan dolar ABD Merkez Bankası Fed’in açıklamalarından sonra tüm dünyada değer kaybederken TL karşısında yine değerlendi. Türk Lirası’nın durumu ekonomist Uğur Civelek ile konuştuk. Civelek Bakan’ın senaryosunun gerçekleşme ihtimalinin siyasi tavizler verilmesine bağlı olduğunu buna rağmen bu ihtimalin yüzde 15-20 ile sınırlı olduğunu vurguladı.

Berat Albayrak’ın seçimden sonra elinde döviz tutanlar pişman olacak mealindeki açıklamaları… Sizce piyasalar Albayrak’ın söylemine karşın dövizde yükselme bekliyor mu?
Bekliyor. Birkaç bilgi vereyim. Bir, şu anda Türkiye’de uygulamada olan yapı şu; talimatla faizler geriletiliyor, talimatla döviz kuru geriletiliyor. Piyasanın açık olduğu dönemde 24 saat nöbet tutup yukarı doğru harekete karşı tepki verip yukarı hareketi önlemeye çalışan görevlendirilmiş kurumlar var. Buna rağmen buralara kadar geldi. Türkiye’nin mevcut kambiyo sisteminde hem faizleri hem kuru belirleyebilmesi mümkün değil. Eğer kambiyo rejiminiz serbestse ya döviz kuru ya da faiz üzerinde belirleyici olabilirsiniz, bunu da özerk merkez bankası üzerinden yapabilirsiniz. Siyasetin bu piyasaya hiç müdahale etmemesi lazım. Bakıyorsunuz, Merkez Bankası’nın faizi 24 ama bankalara talimatla kredi faizini 21-22’ye düşürtüyorsunuz.
Bu çok anormal değil mi? Normalde kredi faizinin Merkez Bankası’nın faizinin üzerinde olması beklenir…
Anormal tabii, normalde tasarruf açığı olan bir ülkede kredi faizleri Merkez Bankası ortalama fonlamasının altında olamaz. Ama zorla altına itilmiş durumda. Böylece TL getirisi azalınca dövize yönelim hızlanır. Bunun içinde dövizin getirisindeki stopaj oranlarını yükseltmeye kalktılar. Yani şu anda görüntüyü kurtarmak için her şey yapılıyor ama bu süreçte Merkez Bankası etkisiz hale getiriliyor. Düzenleyici denetleyici kurumlar sistemin taşıyıcı kolonlarıdır. Siz onları yıkıyorsunuz, üstüne sıva çekiyorsunuz, sonra bina sağlam diyorsunuz. Bunu yabancı yatırımcılara yediremezsiniz.
Peki seçimden sonra BDDK finansal istikrar amacına geri döner mi?
Berat Albayrak seçimden sonra döviz konusuna değiniyor. Haklı çıkabilmesi için IMF ile mi anlaşacak? Bunun dışında hiçbir şey kurun yukarı hareketini geciktiremez. O zaman bu şu anlama gelir, cumhurbaşkanındaki tüm yetkiler yabancı sermayeye transfer olur. O zaman iktidarı nasıl koruyacaksın? Eğer IMF’ye gitmeyeceksen de bu kuru tutamazsın. Kuru tutmak istiyorsan sermaye hareketlerine sınır getireceksin. Bu sefer ikincil piyasa oluşur, resmi kur başka yerde, ikinci kur başka yerde olur.
Belirttiğiniz sermaye hareketlerinin kısıtlanması gibi ihtimal görüyor musunuz ?
Seçim sonrası için çok büyük bir belirsizlik olduğunu biliyorum. Ama Ankara’nın seçim sonrasını seçim sonrasında düşünme eğiliminde olduğunu görüyorum. Ne yapacaklarını kendileri de bilmiyorlar. Kurusıkı atıyorlar.
Hocam dolar alan bu kişiler Bakan’a güvenmiyorlar mı, halbuki bakan Türkiye’nin en yetkili ismi.
Büyük tasarruf sahipleri için söylüyorum, Bakan’la yan yana gelince güveniyoruz derler, yağ yaparlar. Ama kapalı kapı ardında böyle bir güven yok. Herkes kendi derdine düşmüş durumda.
Bakan Eylül ayı itibariyle enflasyon tek haneye düşer diyor. Buna ne diyorsunuz? İhtimaller nelerdir?
Şimdi şöyle, eğer yeni bir kur şoku yaşanırsa tüm iyimser senaryolar çöp sepetine gider. Kur şokunun yaşanmasının her şeyi berbat edeceğini biliyorlar. Çok korkuyorlar. Ama bunu engellemek için ne yapıyorlar derseniz, kısa vadede manipülasyonla engelliyorlar, ama bunu yaparken taşıyıcı kolonları kırıyorlar.
Taşıyıcı kolon derken, zannediyorum kurumsal yapıdan bahsediyorsunuz.
Tabii, BDDK siyasallaşıyor, yapması gerekenin tam tersini yapıyor. BDDK’nın şuanda bankacılık sektörüne daha fazla risk almayın demesi lazım. O daha fazla risk alın, kredi verin diyor.
Bu kredi genişlemesi kamu bankalarında daha çok sanırım değil mi?
Özel bankalar risk almak istemiyorlarsa anlatılanlara itibar etmiyorlar demektir. Kamu bankaları ise emir kuru. Seçim sonrası ilk 1 ay için söyleyeyim. En iyi ihtimal bu düzeyler kalır, en kötü seçenekte hiç düşünmek istemediğimiz durumlar da söz konusu olabilir. İki uç senaryo arasındaki fark çok büyük.
Peki bu krizin 2000-2001’deki gibi finansallaşması mümkün mü? Yani bankacılık sektörüne sıçraması olası mı?
Bir mucize olmadığı sürece, yani dışarıdan sorunu öteleyecek bir kaynak girişi olmadığı takdirde reel kesim krizlerinin finansal kesime sıçraması kaçınılmazdır. Sorunlu kredi hacminin olduğunun çok altında gibi göstererek güvensizliği aşamazsınız.
Peki ne kadarlık bir süre öngörüyorsunuz, bankacılık sektörü daha ne kadar bu resesyona dayanabilir?
Kur şoku yaşanmazsa, eylül enflasyonunda düşük rakamlar gelirse belki idare edilir. Ama eylüle kadar yeni bir kur şoku yaşanmaması ihtimali nedir diye sorarsanız, size derim ki yüzde 15-20’den fazla değil. Yani yüzde 80 Bakan’ın söylediği ihtimaller olmayacak yüzde 20 ihtimalle işler yoluna girecek.
Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

23 Mart 2019 Cumartesi

Karanlıktaki sevgiliye mektup - ORHAN GÖKDEMİR

Dünyanın öbür ucunda, Yeni Zelanda’da faşist itin teki eline silahı alıp camiye daldı ve önüne kim çıktıysa öldürdü birkaç gün önce. Tablo korkunç. 49 ölü, onlarca yaralı. Manifesto da yayınlamış manyak, yaptığı katliamın haklılığından emin. Yakalayıp tıktılar içeri. Kaçtı, göçtü, polisle Yeni Zelanda bayrağı önünde fotoğraf çektirdi, şarkıcılardan biri hakkında parça besteledi gibi sapkınlıklar olmadı.

Tam tersine, saldırıdan sonraki ilk namazda Yeni Zelandalılar namaz kılanların arkasına saf tutup, set oluşturdu, itin biri daha gaza gelip saldırmasın diye nöbet tuttu. Hatta “empati”nin ölçüsünü kaçırdılar bile sayılır. Cuma namazı radyo ve TV'den canlı yayınlandı, canlı ezan okundu. Ülke kadınları ölenlere saygı için başörtüsü örttü. Otomatik silahlar derhal yasaklandı, kişisel silahlar toplandı. Halk, Müslümanlar camilerde güvenle ibadet edebilsin diye nöbet tuttu. Bizim yobazların diliyle ifade edeyim, “Yeni Zelanda Müslüman oldu” özetle, bu tür saldırıları asla kabul etmeyeceklerini, hoş görmeyeceklerini haykırdı hep birlikte.

Hâlbuki “Haçlı seferlerini” hatırlatmıştı saldırı tam da bizimkilere. Fırsatı kaçıramazlardı haliyle. "Dedeleriniz geldi, kimi ayaklarının üzerinde kimi tabutla geri döndü. Aynı niyetle gelecekseniz bekleriz. Sizi de dedeleriniz gibi uğurlayacağız. Kıyamete kadar burada olacağız. İstanbul'u Konstantinapol yapamayacaksınız" dedi reis, 

Yeni Zelandalılara geçen yüzyıldaki talihsiz savaşı hatırlatarak. “Haçlılar” diye ekledi. O savaşta Osmanlı Ordusu saflarında “dindaşlarına” karşı savaşan Hıristiyanları unuttu. İngiliz ordusunda Osmanlılara karşı savaşan Hintli, Pakistanlı Müslümanları da. Hem kim neden hatırlasın onları artık. Milliyetçi dincilikte böyle boş boğazlıklara yer yoktur. “Evliyalar savaştı bizim için evliyalar!” Mustafa Kemal de uzaktan seyretmekle yetindi, malumunuz…

Her şey kabak gibi ortada. Yeni Zelanda’daki saldırının ne halkla, ne devletle en ufak bir ilişkisi yok. Bizde ve bütün dünyada baş gösteren faşizm salgınının her nasılsa yolu oralara düşmüş sapkınlarından birinin marifeti. Hâlbuki o sırada metastaz yapmıştı bizdeki faşist hareket. Bir kısmı iktidarın, bir kısmı muhalefetin yanında saf tutmuştu. Faşizmin dipsiz, karanlık çukuruna doğru yuvarlanıyorduk el ele…

***

Pek hoşumuza gitti haliyle Yeni Zelandalıların bu taşkınlıkları.

Peki, bizdeki durum ne?

13 Ekim 2015... Ankara’da bir miting için toplananların ortasında bomba patlatıldı, 97 yurttaşımız can verdi saldırıda. Pek çok insan kolunu bacağını alanda bırakarak kurtulabildi. Bilemediğimiz, bulamadığımız karanlıktaki yobaz faşistler, kendi halkından, kendi dininden olanların üzerine atmıştı bombayı. Tablo yeterince korkunçtu.

Ama daha korkuncunun olabileceğini kısa sürede öğrenecekti ülke. Konya’da milli maç var. Ankara Katliamında hayatını kaybeden 97 yurttaş için saygı duruşuna çağrılıyor alanda toplanan seyirciler. O anda bir grup seyirci tekbir getirmeye başlıyor, başka bir grup seyirci de tekbir getirenlere ıslıklarla ve yuhalamalarla eşlik ediyor. Ülkenin bir kısım “insanı”, ülkenin bir başka kısım insanın parçalanmasını kutluyor.

Tekil bir örnek olarak kalsa rastlantı sayıp kaçabilirdik belki. Birkaç ay sonra bu kez “Akbilspor” diye ünlenen iktidarın muvazaalı spor kulübünün sahasında yaşanıyor aynı sahne. Türkiye ile Yunanistan arasında oynanan “dostluk maçı” öncesinde bir grup “taraftar” önce konuk ekibin milli marşını ıslıklıyor. Sonra Paris’te IŞİD saldırısında ölenler için saygı duruşunu ıslık ve tekbirlerle protesto ediyor. Binlerce insan, “Şehitler ölmez vatan bölünmez” diye bağırıyor bir ağızdan. Kendi halkından insanların ölümüne alkış tutanların Paris’te ölen “gâvurlar” için üzülecek hali yok ya…

***

Yeni Zelanda saldırısının ardından yazı yazdı iktidar beslemesi utanmaz gazeteciler; “hiçbir Müslüman böyle yapmaz” diye. 18 Nisan 2007’de, Malatya’daki Zirve Yayınevi’ne yapılan baskında Uğur Yüksel, Necati Aydın ve Alman Tilman Geske’nin boğazları kesilerek öldürüldüğü çoktan unutulmuştu tabii. Olayın sorumlusu olarak bir generali tutukladılar. Trabzon’da Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro’yu arkasından vurdurdular bir çocuğa. 16 yaşındaki bir çocuk Glock marka tabancayla 40 metreden 3 el ateş etti ve üçünü de rahibe isabet ettirmeyi başardı. Cinayetin arkasında dönemin Trabzon Emniyet Müdürünün olduğundan şüpheleniliyor hâlâ. O Emniyet Müdürü daha sonra Hrant Dink cinayetinde ihmali olduğu gerekçesiyle tutuklandı.

Geçtik hepsini, 2 Temmuz 1993’te bu ülkenin bir kısım “insanı” sırf inançlarını kendilerinden az çok farklı buldukları için 33 yazarını, düşünürünü diri diri yaktı. Dönemin başbakanı da “çok şükür göstericilerden ölen yok” diye kutladı katliamı. Sonradan katillerinin cezasız kalmasını “devlete millete hayırlı olsun” diye kutlayan da var malumunuz.

Yeni Zelanda Başbakanının “saldırganın adını asla anmayacağım” demesini alkışladılar ama Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın heykelini dikecekler yakında. Bestelenmiş türküleri bile var: İsmail Türüt'ten "plan yapmayın plan", Ozan Arif'ten "Ogün öyle desinler bugün böyle desinler..."

Rastlantı bu ya ikincisi öldü Şubat ortasında. Ağlayanı çoktu arkasından. En içli ağıtı ise ana muhalefetin başındaki zat yaktı. Türkücüyü övdü, arkasından dövündü, rahmet diledi, "Erzurumlu Emrah’tan, Neşet Ertaş’tan bir farkı yok" dedi. İyi de faşist katile türkü yakan ozan olur mu? Cevap hazır; “Ogün öyle desinler bugün böyle desinler…”

Nedir mesele? Haçlı seferi… Gâvurları bertaraf etmek için her yol mubah, bu yolda kurşun atan da kurşun yiyen de makbul.

***

Hrant Dink’in faşist itin teki tarafından vurulup öldürüldüğü günün akşamı yüzbinlerce insan haykırdığında duyuldu o slogan ilk. “Hepimiz Ermeni’yiz” diye bağırıyordu kalabalık. Tarihsel geçmişinde bu konuyla ilgili büyük bir travma yaşamış olan halk o gün bu sloganla kendi yarasını da sarmış oluyordu aslında. Hepimiz Ermeni’yiz madem, demek ki suçlu değil mağduruz…

Ama bir kısım “insan”ımız kabul edemedi o sloganı. Ermeni değil Türk’müşüz, öyle diyorlar. E biliyoruz biz de. Ama sıkıntı şu ki eli silah tutan tek sen değilsin. Haçlı seferine çıktıysan öldürmek de var ölmek de. Hem ne oldu ki Haçlı seferinin sonunda? Tarihin kaydettiği en büyük yağma hareketidir. Sonuçta ne Müslümanlar yok oldu, ne de Hıristiyanlar. Geride nahak yere çekilen acılardan başka hiçbir şey kalmadı.

Islıkladın kendi ülkenin insanlarının ölüsüne saygıyı. Alkışladın ülkenin Hıristiyanlarının öldürülmesini. Fotoğraf çektirdin katilleriyle, bayrak gösterdin geride kalanlara. Rakel Dink’in “bir bebekten bir katil yaratan karanlık” dediği yozlaşmış yapı dimdik ayakta o yüzden.

Bu karanlık böyleyken kim inanır senin yasına?

Faşist faşisttir, yobaz yobaz, orada da burada da. Ve ancak bunu kabul ettiğimizde engelleyebiliriz sevgiliye yazılacak zamansız mektupları. O mektupta denildiği gibi “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşler…”

İnsan olmaya doğru atılacak ilk adım insanın kendini eleştirmesi ile başlar demek ki. Yani demem o ki kardeşlerim, bu karanlık bizim!

Orhan Gökdemir / SOL

IMF Arjantin’de - KORKUT BORATAV

Mart 2019’da dünya ekonomisinin “yükselen piyasalar” diye adlandırılan bölümünde iki ülke kriz içindedir: Arjantin ve Türkiye… İkisi de 2018’in ilk yarısında krize sürüklendi. İkisi de krize karşı neo-liberal reçeteleri (bazı farklarla) uygulamaya başladı.

Bugün Arjantin’in “kriz serencamı” üzerinde duracağım. Türkiye ile bazı benzerlik ve ayrılıklara da değinerek…

Arjantin IMF’ye gidiyor,
Arjantin hızla (Mayıs’ta) IMF’ye gitti. 20 Haziran’da 50 milyar dolarlık bir stand-by anlaşması yaptı. Ekim’de kredi anlaşması 56 milyar dolara çıkarıldı.
IMF ile stand-by anlaşmalarında program takvimi izlenir; hedefler gerçekleştikçe kredi dilimleri peyderpey serbest bırakılır.

2018 sonuna kadar IMF kredilerinin 20 milyar dolarlık bölümü  Arjantin’e ödendi. 17 Mart 2019’da IMF “denetçileri”, program uygulanmasına ilişkin olumlu bir rapor hazırladı; 11 milyar dolarlık bir kredi diliminin daha serbest bırakılmasını önerdi. IMF Yönetim Kurulu’nun   bu ay içinde onaylaması bekleniyor.

Türkiye’de IMF’siz IMF programı
Türkiye’de Cumhurbaşkanı IMF’ye gitmeyi reddetti; ama, Arjantin’den üç ay sonra IMF’nin Nisan 2018 tarihli Türkiye Raporu’nda yer alan önerilerin çoğu kabul edildi. Bunlar, yapısal uyum, kamu maliyesinde kemer sıkma hedefleri ve parasal daralmadan oluşuyordu.

İlk ikisi, Yeni Ekonomi Politikası (YEP) ve  2019-2021 Orta Vadeli Program belgeleri ile Eylül’de  yürürlüğe girdi; 2019 bütçesine de taşındı. İkincisi de  TCMB’nin politika faizini Eylül’de yüzde 24’e çıkarması ile gerçekleşti. 

Böylece Türkiye’de IMF’siz bir IMF programıyürürlüktedir. Bir kredi anlaşmasına bağlı olmadığı için doğrudan bir dış denetim söz konusu değildir. “Dolaylı bir gözetim”, uluslararası derecelendirme kuruluşları ve finans çevreleri tarafından fiilen üstlenilmiştir.

Bu “gözetmenler”, TCMB’nin politika faizini düşürmemesine önem veriyor. Kamu maliyesinde Ocak-Mart’ta OYP hedeflerinin zorlanması, seçim ortamına özgü “geçici bir sapma” olarak görülüyor. Seçim sonrasına bakışı, Batılı bir fon yöneticisi temsil ediyor: “Hükümetin, büyümeyi kamçılamak için malî gevşeme eğilimine geçip geçmeyeceğini yatırımcılar olarak  yakından izleyeceğiz.” (Financial Times, 19 Mart 2019).

2018’de Türkiye, Arjantin gibi 20  milyar dolarlık bir IMF kaynağından yoksun kaldı; ama, 21,2 milyarlık kayıt-dışı döviz girişinden yararlandı. Biri IMF’den, diğeri “esrarengiz”,  bu iki istisnaî akımı karşılaştırmak istiyorsanız, Arjantin ekonomisinin Türkiye’nin üçte ikisi büyüklüğünde olduğunu dikkate alınız.

Arjantin: IMF’nin yanlış  teşhisi…
Türkiye’deki “IMF tutkunu” çevrelerin, Arjantin’deki IMF programının hedeflerini,  revizyonlarını, sonuçlarını izlemesi iyi olur. Belki, tutkunluklarını gözden geçirirler.
Arjantin programında   iki ciddi “arıza” var: Yanlış teşhis ve tutturulamayan hedefler…

IMF, çevre ekonomilerindeki finansal krizlere karşı sürekli “yanlış teşhis” koydu; tedavi reçeteleri de zarar verdi. 1998-2002’de Doğu Asya’da  başlayıp tüm Güney coğrafyasına yayılan krizler ve 2011 sonrasındaki Yunanistan bunalımı örneklerdir.

Bugünkü Arjantin krizinde de teşhis/tedavi hataları depreşmiştir: Ödemeler dengesinden türeyen bir krizi, iç talebi (özellikle kamu bütçesini) kısarak tedavi reçetesi… Bu tedavinin yükü, öncelikle halk sınıflarına yansır. 

Sadece “iyi niyetli bir hekim hatası” söz konusu değildir. Zira, ödemeler dengesi kökenli bir krizde, “reçete” de hastalığın kaynağını hedeflemelidir: Sermaye kaçışlarını, cari işlem açıklarını frenleyen “ulusal” müdahaleler… Böyle bir “reçete”, tedavinin maliyetinin bir bölümünü “dış dünyaya” yansıtır. Krizi oluşturan koşullardan nemalanan dış sermaye çevreleri, zararlarını sineye çekmek zorunda bırakılır…

Bugünkü Arjantin krizi de 2015 sonunda finans kapital ve yerli burjuvazinin ittifakı sonunda Başkan seçilen Mauricio Macri’nin neo-liberal fanatizminin ürünüdür. Peronist iktidarın sermaye hareketleri üzerindeki denetimi, döviz kurunun istikrarlı seyrine imkân veriyordu. Bu kısıtlamaları tümüyle kaldıran Macri, iki yıl içinde dış borçları denetlenemez boyutlara tırmandırdı; ulusal para yüzde 20 oranında değer yitirdi. 2018’in ilk yarısında peso’dan dolara; Arjantin’den dış dünyaya fon akımları hızlanınca kriz patlak verdi.

2014-2015’te Arjantin Merkez Bankası’nın başkanlığını yapmış olan  Alejandro Vanoli’ye göre IMF 2018’de, yirmi yıl önceki Arjantin krizinde uygulattığı hataları tekrarlıyor. Ödemeler dengesinden kaynaklanan sorunların bütçe fazlası yaratarak tedavisi, IMF’nin iç denetimini üstlenen “teftiş kurulu” tarafından 2004’te de açıkça eleştirilmişti. Vanoli 2018 IMF programı için, “sermaye kaçışının IMF tarafından finansmanı” tespitini yapıyor ve bu durumun IMF ana-sözleşmesini dahi ihlal ettiğini vurguluyor. Bunun yerine, “spekülatif sermayenin serbestçe giriş-çıkışına ve sermaye kaçışlarına son verecek önlemler alınmalıydı” (IDEAS, 23 Temmuz 2018).

Tutturulamayan hedefler; ağırlaşan sonuçlar…
2018 ve 2019’da IMF’nin Arjantin programının hedefleri ve uzmanlarının öngörüleri sürekli olarak revizyondan geçmiştir; zira, sonuçlar ilk hedeflere göre daima “daha bozuk” çıkmıştır. En güncel örnekle başlayayım:  
27 Ocak 2019 tarihli Financial Times’ta bir haber başlığı: “IMF, Arjantin ekonomisinde olumlu işaretler görüyor.”Haber metninde IMF’nin Latin Amerika Bölüm Başkanı, “olumlu” işaretleri açıklıyor: “Ekim’den bu yana düşme eğilimi gösteren enflasyon, çok yüksek faiz oranlarının giderek indirilmesini sağlayacaktır.”

Bu “iyimser” olgu ve beklentiler iki hafta içinde geçersizleşti: “Arjantin’de 2018 tüketici fiyatlarının yüzde 47,6’ya sıçradığı belirlendi. Bu ortalama, son otuz  yılın rekorudur.” (Financial Times, 14 Şubat 2019).

Enflasyonun sıçramasını faizler izleyecektir: “Merkez Bankası kısa vadeli faizlerini yüzde 59’a çıkardı. Bu, Ocak başından bu yana en yüksek orandır.”  (Reuters, 8 Mart 2019).

Görülüyor ki IMF’nin hedef ve öngörüleri 2019’da şaşmıştır. Programın ilk altı ayını içeren 2018’de hedefler korunabilmiş mi?

Center for Economic and Policy Research, “Arjantin’in IMF ile Anlaşması: ‘Kemer Sıkıcı Genişleme’ Sonuç Verecek mi?”başlıklı, Mark Weisbrot ve Lara Merling imzalı bir rapor (Aralık 2018)  yayımladı.

Rapor’un başlığı, IMF’nin yakın geçmişte Avro Bölgesi krizinde bir kez daha iflas etmiş olan tezini sorguluyor: Kamu maliyesinde daralma, ekonominin büyümesine yol açar[mış]!

Weisbrot ve Merling açıklıyor ki, IMF programı üç yılda (2018-2020’de) kamu maliyesinde GSYH’nın yüzde 3,7’sine ulaşan bir kemer sıkma hedeflemiştir. Salt bu bütçe hedefi, çok ılımlı (1,3’lük) bir çoğaltan etkisi ile ekonomiyi yüzde 4,8 oranında aşağı çekecektir. (Türkiye’de ise YEP, sadece 2019 için IMF önerilerini benimsemekte  ve bir yılda kamu maliyesinde millî gelirin yüzde 1,7’sine ulaşan “kemer sıkma” hedeflemiştir. YEP’in 2020-2021 sayıları ciddiye alınamaz.)  
Programın tüm diğer öğeleri, Arjantin ekonomisini ayrıca küçültmektedir. IMF de durumun farkına varmıştır ve programın Haziran’da belirlenen hedef ve öngörülerinin  tümünü Ekim’de olumsuz doğrultuda revizyondan geçirmiştir.         
Haziran-Ekim arasında  2018 için büyüme öngörüleri nasıl değiştirildi? Yüzdeler olarak: +0,4 → -2,8.   2018’de Türkiye ekonomisinin küçülmesinin Arjantin gibi tüm yılı kapsamadığını; son üç ayda gözlendiğini hatırlatalım.

IMF 2019 millî gelir öngörüsünü de (% değişim olarak) sert bir revizyonla büyümeden küçülmeye dönüştürüyor: +1,5 → -1,7.  Sonraki veriler, bu öngörünün dahi iyimser olduğunu gösteriyor. Ocak 2019’da Arjantin’de sanayinin 12 ay öncesine göre %10,7, inşaatın ise %15,7 gerilediği haberleştirildi (Financial Times, 12 Mart). Bu oranlar, bu iki sektörün Türkiye’deki küçülme tempolarına yakındır.

IMF’nin Haziran-Ekim ayları içinde Arjantin’in 2018 enflasyon öngörüsünde yaptığı revizyona da göz atalım: %27,0 → %43,8. Bu revizyondan sonra hesaplanan 2018 ortalama enflasyonunun %47,6 olduğuna yukarıda işaret etmiştim. IMF’nin Ekim’deki öngörüsü de iki ay sonra 3,8 puan aşılmıştır.
Arjantin Merkez Bankası için IMF’nin 2018 politika faizi öngörüsü de Haziran’dan Ekim’e tutturulamadı: %37,2 → %69,6.  Arjantin’de politika faizi ile enflasyon arasındaki makasın Türkiye’deki kabaca 4 puanlık farka göre çok daha açık olduğuna dikkat çekelim. IMF’nin Arjantin programı, bizim “IMF’siz IMF programı”na göre daha insafsızdır.

Arjantin-Türkiye: Önemli bir fark
Paul Krugman 11 Ağustos 2018’de   New York Times’ta yayımlanan bir yazısında, Arjantin ve Türkiye’nin bugünkü krizlerinin gelişimini “ölümcül bir girdaba” benzetmişti: Dış borç, ekonomiyi ölümcül bir girdaba mahkûm eder: Güven kaybı paranın değerini düşürür; dövizli borçların ödenmesi daha da güçleşir; dış borç/GSYH oranı fırlar; güven daha da zedelenir ve böylece devam eder…

Arjantin ve Türkiye krizlerinin gelişiminde önemli bir fark ortaya çıkıyor: Arjantin “ölümcül girdaba” sürüklenmiştir; ana nedeni döviz kuru ile bağlantılı kısır döngüdür:  Pahalılaşan döviz → döviz borçlusu şirketlerin iflası → daralan ekonomi → dış borç/GSYH oranının artması → güven kaybı → daha da pahalılaşan döviz…

Türkiye’de ise döviz krizi Eylül’de son buldu; reel ekonominin sert bunalımı ise aynı tarihte başladı. Nedenlerini önceki yazılarımda açıkladım. Sonuç, finansal sistemi de içeren “ölümcül girdap” yerine; üretim, istihdam, gelir düzeylerini küçülten bir bunalımdır.

Arjantin’in IMF programı, Türkiye’deki IMF’siz IMF programına göre daha katı kemer sıkma hedefleri içeriyor. Programın denetlenmesi içinde öngörüler sürekli  yanlış çıkıyor; hedefler ağırlaştırılıyor ve finansal kriz “ölümcül girdap” içinde sürüyor.

Türkiye’de ise ekonomik “gidişat”, döviz krizi frenlendiği ve program biraz daha “insaflı” olduğu için “şimdilik” o kadar kötü seyretmemektedir. Ne var ki, dış borçların döndürülmesinde bir tıkanma patlak verirse, Türkiye de “ölümcül girdaba” sürüklenebilir.

Bu tür krizlerde IMF reçeteleri ise (hangi çerçeve içinde olursa olsun), çare değildir.

Korkut Boratav / SOL

Milli Görüş yöneticilerine hac paralarından vergi kaçırdıkları için hapis cezası - SOL

Almanya’da Milli Görüş derneğinin dört eski yöneticisi hac ve umre organizasyonlarından elde edilen gelirlerde vergi kaçırmaktan suçlu bulunarak tecilli hapis cezasına çarptırıldı. Verilen cezalar 14 ile 24 ay arasında değişiyor.


Almanya’nın Köln kentinde 18 Eylül 2017'de başlayan İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG) derneğine ilişkin davada karar açıklandı. Vergi kaçırmaktan suçlu bulunan dört eski yönetici 14 ile 24 ay arasında değişen tecilli hapis cezalarına çarptırıldı.
Köln Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülen karar duruşmasına sanıklar, eski Genel Başkan Yavuz Çelik Karahan ile aynı dönemde görev yapan Genel Sekreter Oğuz Üçüncü, yönetim kurulunun üyesi Ali Bozkurt ve muhasebeci İsa Erdener katıldı.
Yavuz Çelik Karahan 2 yıl, Oğuz Üçüncü 1 yıl 10 ay, Ali Bozkurt 1 yıl 9 ay ve İsa Erdener 1 yıl 2 ay hapis cezalarına çarptırıldı. Cezalar daha sonra sanıkların iyi halleri ve mahkemeye yardımcı olmaları göz önünde bulundurularak tecil edildi.

YARGIÇ: DOĞRUDAN SORUMLULAR
Yargıç Dr. Marc Hoffmann, Milli Görüş yöneticilerinin, hac ve umre organizasyonlarından elde edilen gelirleri maliyeye eksik bildirmek suretiyle vergi kaçakçılığı yapmaktan mahkum edildiklerini açıkladı. Gerekçeli kararda kaçırılan vergi miktarının 2 milyon 200 bin avro olduğu belirtildi.

DW Türkçe'den Tuncay Yıldırım'ın haberine göre Yargıç Hoffmann, tecilli hapis cezaları alan sanıkların suçun işlendiği dönemlerde teşkilatta üst düzey yönetici olmaları nedeniyle doğrudan sorumlu olduklarının altını çizdi. Hoffmann, “Yöneticiler gelir ve giderleri takip etmek ve bunları maliyeye doğru beyan etmekle yükümlüdürler. Eğer bunu yapmazlarsa suç işlemiş olurlar” dedi.

DİĞER SUÇLAMALAR
Yaklaşık 18 ay süren dava Milli Görüş hakkında üç değişik suçlamayla açıldı. İlk suçlama Milli Görüş’ün çalıştırdığı imamların sosyal sigorta primlerini ödemediği yönündeydi. Ancak bu iddia mahkemenin ilk aylarında delil yetersizliğinden dolayı dosyadan çıkarıldı.

Milli Görüş’e yönelik diğer suçlama ise kurban paralarının amaç dışı kullanıldığına ilişkindi. Teşkilatın kurban kampanyalarında, Avrupa’da yaşayan Müslümanlardan topladığı bağışları sadece kurban kesmek için kullanmadığı, bir kısmını teşkilatın diğer giderleri için harcadığı ileri sürüldü. Ancak bu iddia da delil yetersizliğinden dosyadan çıkarıldı.

Duruşmadan sonra DW Türkçe’nin sorularını yanıtlayan IGMG eski genel sekreteri Oğuz Üçüncü, davanın başında haklarında isnat edilen suçlamaların zaman içerisinde büyük ölçüde çürütüldüğünü belirterek, “Kişisel bir menfaatlenmenin sözkonusu olmadığını, amme hizmetinde bulunduğumuzu, toplumun geneli için hizmet ettiğimizi, bu vesileyle yanlışlar da yaptığımızı mahkeme ortaya koymuş oldu” dedi.

İslam Toplumu Milli Görüş derneği, kaçırılan 2 milyon 200 bin avroyu soruşturma sürecinde maliyeye geri ödemişti.

AVUKATA GÖRE SUÇ DEĞİL İHMAL
Duruşmanın ardından baş sanık Yavuz Çelik Karahan’ın avukatı Mustafa Kaplan, Milli Görüş yöneticilerinin kişisel çıkar elde etmek amacıyla hareket etmemeleri nedeniyle hafif cezalar aldıklarını ileri sürdü. Müvekkili ve diğer sanıkların ihmalleri nedeniyle suçlu duruma düştüklerini savunan Kaplan, bir haftalık itiraz süresinde temyize gidip gitmeme konusunda karar vereceklerini ifade etti. 

NE OLMUŞTU?
Merkezi Almanya’nın Köln kentinde bulunan İslam Toplumu Milli Görüş derneğinin 17 kentteki toplam 26 şubesine 2009 yılında baskın düzenlenmiş, çok sayıda evrak ve bilgisayara el konulmuştu. 

Baskınların ardından özellikle vergi kaçakçılığı ekseninde çok yönlü soruşturmalar açılmıştı. Soruşturma sürecinde genel başkan Karahan ile genel sekreter Üçüncü görevlerinden ayrıldı. Üçüncü’nün genel sekreterlikten istifasının ardından Mustafa Yeneroğlu bu göreve getirildi. Yeneroğlu AKP’den İstanbul milletvekili seçilince onun yerine Bekir Altaş Genel Sekreter olarak atandı. İslam Toplumu Milli Görüş'ün genel başkanlığını ise 2011’den bu yana Kemal Ergün yapıyor.
1995 yılında kurulan İslam Toplumu Milli Görüş derneği, Almanya'da yaklaşık 320 cami derneğini bünyesinde barındırıyor. Teşkilat üye sayısını 120 bin olarak açıklıyor.(SOL)

Zillet- millet ve minnet - Miyase İlknur

Önce meydanlardan, okullardan, kültür ve spor merkezlerinden kazıdılar ismini. Baktılar ki, bir iki cılız sesten başka itiraz eden yok; ardından ikinci adım geldi. Ulusal bayramlar, kimi zaman hava muhalefeti, kimi zaman bir beldemizde meydana gelen sel, dolu ya da heyelan felaketi, kimi zaman da verdiğimiz şehitlerin yası bahane edilerek törenler, alanlardan küçük salonlara taşındı. Kurban olduğum ülkede felaketsiz gün var sanki. Sözüm ona yaslıydılar. O yaslı günlerde yakınlarına düğün yaptırmakta ve o düğünlerde boy göstermekte beis görmediler ama. 

Alternatif kutlamalar falan olduysa da öyle güçlü bir serzeniş olmayınca üçüncü adım geldi. Artık zaferlerimizde de onun adını anmamayı gelenek haline getirdiler.  Atatürk’süz Cumhuriyet Bayramı, Atatürk’süz Zafer Bayramı ve Çanakkale Zaferi kutlanmasına ne de alışır olduk. 

Peki kimin sayesinde kazanılmıştı bu zaferler? Anlaşılan işe Rıfailer karışmış, bulutlar düşman askerlerini yutmuş, kafası gövdesinden kesilmiş evliyalar düşmanı helak etmiştir. Ne hikmetse Çanakkale’de ortaya çıkan bu evliyalar, Sarıkamış’ta, Yemen’de destek vermemişler halifenin ordusuna. Herhalde o gün çarşı iznine çıkmışlar. 
Ulusal günlerde artık marşların ya da zaferi anlatan belgesellerin yerini yasin-i şerifler ve fatihalar aldı. Dualardan kimsenin gocunduğu yok da belgeselleri ve marşları kaldırmak niye? Çünkü ola ki içinde Atatürk’ün adı geçer maazallah! 
Atatürk’süz kutlanan ulusal bayramlarda protokolde askeri ve mülkü erkan da hazır bulunuyor elbette. Vali ve kaymakamların artık devletin değil iktidar partisinin vali ve kaymakamları olduğunu yaşayarak öğrendik. Peki ya askeri erkan? O da mı devletin ve milletin değil de iktidar partisinin askeri oldu?
 
Ben devletin ve milletin askeriyim diyenlerin başına nasıl çorap örüldüğünü Ergenekon ve Balyoz kumpas davalarında gördük. “Efendim onları FETÖ yaptı şimdi artık  yoklar”  diyenler çıkabilir. Devlet içinde yuvalanan başka bir tarikatın gelecekte benzer kumpasları yapmayacağının elbette garantisi yok. Ancak askerlik yemini etmiş olanların bu kadarcık bedeli de göz alması gerekir herhalde. Gencecik öğrenciler bir tweet yüzünden hapislerde yatarken, bedelli parasını yatıramadığı için er olarak askerliğini yapan ana kuzuları şehit düşerken, Türk subaylarından mensup olduğu ordunun Başkomutan’ını yok sayanlara, tarihten kazımak isteyenlere bir itiraz, bir serzeniş bir çıkış da beklemek bu milletin hakkı olsa gerek. Meslektaşları beş yılı aşkın hapislerde yattılar, darbecilikle suçlandılar, apoletleri söküldü, parlak kurmaylar erken yaşta emekli edildi. Varsın omuzlarında kalabalık yıldızlar olmayıversin bu milletin onlara verdiği yıldızlı pekiyi not, o omuzlarındaki pırpırlardan çok daha değerlidir. 

Ne olur itiraz eder, sesini yükseltirlerse? En fazla haklarında tahkikat açılır, erken yaşta emekli edilirler, belki orduevlerine girişleri yasaklanır. Varsın yasaklansın. Bu milletin gönül evleri ardına kadar açıktır onlara. 

Atatürk’ü siyasi kimliği ve siyaseten yaptıkları nedeniyle sevmeyebilirsiniz. Eleştirebilirsiniz de... Kimse dokunulmaz değildir elbet. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin önderi olarak saygı duymak her vatandaşın boynunun borcudur. 

Avcılar’daki Çanakkale Şehitlerini Anma Töreni’nde şehitler için dua okurken Atatürk’ün adını anmayan öğretmene “Sen hiç Atatürk adını duydun mu?” diye çıkışıp salonu terk eden Askerlik Şubesi Başkanı Albay Önder İrevül, bir subaya yakışanı yapmıştır. Komutandan fırça yiyen öğretmen kendini “Dua okurken tüm şehitler adına dedim ya” diyerek pişkince bir savunmaya girişmesi de ayrı bir komedi. Atatürk’ün gazi olduğunu bilirdik de şehit olduğunu duymamıştık.

Komutan İrevül, “Hakkımda tahkikat açarlar, emekliye sevk ederler, orduevine almazlar, makam arabasından, emir subayımdan mahrum kalmak var şimdi” 
diye korkmamıştır. Zaten emekli olduğunda bütün bu ayrıcalıklarından mahrum kalacaktı. Sokakta yürürken ne kimse hazır ol vaziyette selam verecek, ne kimse onu tanıyacaktı. Emekli olan meslektaşları gibi orduevine gidip devresi subaylarla askerlik anılarını paylaşacaktı. Oysa şimdi onu bütün Türkiye tanıyor ve ona emekliliğinde de selam verip saygı gösterecekler. 

Bu tablo karşısında susmak zilleti kabullenmektir. Oysa bu komutan zillet yerine milletine bağlılığını göstermiştir. Bu millet de onu minnetle anımsayacaktır. Bu saygı ve minnet komutanın son şeref madalyası olsun.

Miyase İlknur / CUMHURİYET