24 Haziran 2019 Pazartesi

Pontuslu komünist belediye başkanı: Parçalidis - KAVEL ALPASLAN / duvaR

1903 yılında Trabzon'da dünyaya gelen Parçalidis, çocukluğunu Karadeniz'de geçirir. Ancak aile mübadele yıllarında diğer pek çok Pontuslu Rum gibi bölgeyi terk edip Yunanistan'a göçünce, kendisini memleketinden uzak topraklarda bulur. Selanik'te üniversite eğitimine başlar ancak bu Trabzonlu gencin ilgisi okuldan çok tütün işçilerinin örgütlenmesi üzerinedir...

Tarihe bakarken unutulmaması gereken ilk kurallardan biridir: Muktedir olanın kendi hikayesini yazabilme özgürlüğü! Siyasi ve idari çıkarlar doğrultusunda bir toplumun başlangıcından itibaren yaşadıkları da izlediği yol da hiç ‘olmadığı gibi’ yazılabilir. Bu çerçevede belirlenen ‘milat’la birlikte, aynı toprağın üzerinde yaşayanlar ya da yaşayacak olanlar için tarih kimi ‘keskin anlar’ ve tek bir düzlemden ibaret hale getiriliverir. Oysa tarih aynı zamanda, pek çok toplumsal ilişkinin çözülmeyi bekleyen düğümüdür. Kılıcınızı ortasına vurursanız elinizde sadece bir daha birbirleriyle ilişkilendirmenin mümkün olmadığı yarım yamalak bağlar kalır. Bu bağların doğruluğu yanlışlığı bir tarafa çizilen resim kesinlikle eksik ve dışlayıcıdır. Doğal olarak çemberin dışındaki tarihsel odaklar, özne olmaktan çok ‘yararlı’ ya da ‘zararlı’ olarak kategorize edilebilen bir ‘şeytan’a dönüşür.

Selanik’in doğusundaki Kavala kentinde, 1934 yılında oyların yarısından fazlasıyla ülkenin ilk komünist belediye başkanı seçilir: Yunanistan Komünist Partisi (KKE) liderlerinden Dimitrios Parçalidis. Henüz 30’lu yaşlarının başındayken kazandığı seçimle ‘Kızıl Belediye Başkanı’ lakabını alan Parçalidis’i bizim için özel kılan nedenlerden biriyse Trabzon doğumlu bir Pontus Rumu oluşudur! Muhafazakar hükümet tarafından aylar içinde görevden alınacak olan Parçalidis’i belediye başkanı yapan oylar büyük ölçüde tütün işçilerinin ve kendi gibi Karadenizli ve Egeli Anadolu göçmenlerin oylarıdır. Parçalidis belediye başkanlığı koltuğuna hem Pontus Rum’u, hem de komünist sıfatlarıyla oturunca, şüphesiz resmi tarihin çizdiği çemberin oldukça dışında kalıyor. Bu yüzden bu hikayeyi ucuz komplo teorileri peşinde koşan ‘montajcı/yapımcı’lardan uzak tutmak gerekiyor! Biz aynı toprakları paylaştığımızı unutmadan, Parçalidis’in gerçekten kim olduğuna ve Yunanistan komünist hareketi içinde ses getiren hayatına bakalım.

GÖÇMENLER VE TÜTÜN İŞÇİLERİ
1903 yılında Trabzon’da dünyaya gelen Parçalidis, çocukluğunu Karadeniz’de geçirir. Ancak aile mübadele yıllarında diğer pek çok Pontuslu Rum gibi bölgeyi terk edip Yunanistan’a göçünce, ergenlik yaşlarındaki Parçalidis de memleketinden uzak topraklarda bulur: 1922 yılında Ptolemaida kasabasına, 1924 yılındaysa Selanik’e yerleşirler. İlk duraklarına göre oldukça büyük olan bu kent -ve daha sonra yaşayacağı Kavala- ister istemez Parçalidis’in yaşamında etkili olur. Selanik’te üniversite eğitimine başlar ve KKE’nin gençlik yapılanmasına katılır. Trabzonlu gencin ilgisi okuldan çok tütün işçilerinin örgütlenmesi üzerinedir.
Parçalidis’in hayat hikayesine devam etmeden önce sözkonusu bölgenin demografik yapısındaki değişime dair küçük bir hatırlatma yapmamız gerekli. Tütün endüstrisi özellikle geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında Kavala ve Selanik gibi kentlerdeki ekonomik hayat için çok önemli bir kapıdır. Öte yandan bu kentler işçi sınıfı hareketlerinin Yunanistan’da en güçlü olduğu yerlerdir. Osmanlı döneminde de bu bölgenin sınıfsal, toplumsal hareketlerin oldukça dinamik olduğunu da hatırlayabiliriz. Bu bölge aynı zamanda yoğun bir Pontuslu Rum nüfusa da ev sahipliği yapar ki bu göçmenlerin büyük bir kısmı yerleştikleri kentlerin işçi sınıfını oluşturur. Tabii Karadeniz’den gelen pek çok Rum, denizin bu kıyılarına yerleştiğinde kendi kültürlerini de yanlarında getirmiştir. Bir arada ve gruplaşmış şekilde yaşayan Pontus Rumları, dillerindeki yoğun aksanı -hatta lehçelerini-, enstrümanlarını, yemeklerini ve horonlarını işte böylece bugünlere kadar muhafaza eder. Aşağıdaki videoda karşımıza çıkan, kemençeyle ve Pontus lehçesiyle söylenen Enternasyonal Marşı konumuz çerçevesinde iyi bir örnek olabilir.
BELEDİYEYE GİRİŞ: TOPLAMA KAMPINDAN KAÇIŞ
Sözünü ettiğimiz tütün işçileri özellikle 1920’li ve 30’lu yıllarda bölgedeki sınıf hareketinin öncü güçlerindendir. Bu işçilerin eylemleri, işgalleri çoğu zaman sert ve kanlı bir şekilde bastırılır. Hatta kimi olaylar ‘katliam’ olarak tarihe geçer. Parçalidis’in 1934 seçimlerinde elde ettiği oy çokluğu da (yüzde 50.3) büyük ölçüde bu işçilerin ve göçmen Rumların desteğiyle sağlanır. Ancak belediye başkanlığı koltuğunu eskitemeden muhafazakar Panayis Çaldaris hükümeti tarafından ‘belediye binasını komünizm tahtına dönüştürdüğü’ gerekçe gösterilerek aylar içinde görevden alınır. İşçiler ve göçmenler belediye başkanlarına sahip çıkmak için uzun soluklu eylemler yapsalar da fayda etmez. Üstelik Çaldaris’den sonra gelecek Metaksas diktatörlüğü, çoğu komünist için daha da zorlu bir perdeyi açacaktır.
KKE’nin merkez yönetim kadrosunda yer alan ve Sovyetler Birliği’ndeki Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde eğitim almış Parçalidis de 1938 yılında cezaevine gönderilir. Yunanistan’ın İtalyan-Alman faşist güçlerce işgalinin ardından Parçalidis’in tutukluluk süreci değişmez. İkinci Dünya Savaşı’nın büyük çoğunluğunu ülkesindeki cezaevlerinde geçirir. Ancak 1944 yılında gaddarca uygulamalarıyla kötü bir ün kazanan Haydari Toplama Kampı’ndan kaçmayı başararak komünist güçlere, Ulusal Özgürlük Cephesi’ne (EAM) katılır.
VARKİZA SONRASI ‘OPORTÜNİST’ SUÇLAMASI
Savaşın bitmesiyle birlikte Yunanistan kanlı bir iç savaş döneminden geçer. Komünistlerle Batı destekli sağcı güçlerin çarpıştığı bu savaşın kimi detaylarını daha önce iki farklı yazıda dile getirmiştik. Tekrara düşmemek adına biz Parçalidis üzerinden gitmeye devam edelim. Dileyenler sözkonusu yazılara başvurabilir.
Nazilere karşı kazanılan zaferde aslan payına sahip komünistlerin desteğiyle kurulan Geçici Demokratik Hükümet’de Parçalidis önemli görevler alır. Öyle ki son geçici hükümetin başındaki isimdir. Parçalidis’in Yunan solunda tartışma yaratan bir isim olmasının nedeniyse komünistler için acı verici bir mağlubiyetin resmi olan ünlü Varkiza Anlaşması’dır. 
Savaşın sonu ve teslimiyetin sembolü olarak bilinen bu anlaşmada masada oturan Yunan komünistlerden biri de Parçalidis’tir. Sovyet-İngiliz görüşmelerinin etkisinin büyük olduğu anlaşma sonucunda dağlardaki -ya da komünistlerin deyimiyle ‘Özgür Yunanistan’daki- binlerce direnişçi silahlarını bırakmak zorunda kalır. Elbette muzaffer tarafın masa başındaki ‘uygar’ tutumu anlaşmanın yapıldığı andan ibarettir. Varkiza’nın ardından İngilizlerin silahlandırdığı faşistler, silahını bırakmış komünistlerin pek çoğunu katleder… Bu nedenledir ki Yunanistan’daki bazı sol çevrelerde bugün bile Parçalidis için ‘revizyonist’ ve ‘oportünist’ suçlamaları yöneltilmektedir.
Parçalidis, KKE’nin en önemli isimlerinden Edirne doğumlu Nikos Zahariadis ile karşı karşıya gelince partiden uzaklaştırılır. Daha sonra tekrar KKE’ye döner ancak -özellikle de askeri cunta yönetimiyle birlikte- ömrünün geri kalanını ya sürgünlerde ya cezaevlerinde geçirir, 1980 yılında hayatını kaybeder.
Tarihte bir kimseyi kahraman ya da hain ilan etmek cesaret ister. Doğruları ve yanlışlarıyla ele almak da aynı şekilde. Parçalidis’i bir kefeye koymak, hakkında detaylı ve çeşitli kaynağa kolayca ulaşamıyorken akıl kârı olmaz. Öyle ya da böyle, yanı başımızdaki bir halkın toplumsal mücadele tarihindeki isimlerin ‘tanıdık yerler’den geliyor olması her iki ülke topraklarının aslında ne kadar ‘yakın’ olduğunu gösterir. Tarih, bu ‘detayları’ belli resmi kalıplara sığdırmadan görmeye yarar. Günlük siyasi çıkarlar için tarihi çarpıtarak düşmanlıkları beslemeye çalışanlara cevabı da aynı dertleri, aynı kavgaları, hatta aynı hataları yaşayıp gelen halklar verir…
Kavel Alpaslan / duvaR
Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler:
https://www.lifo.gr/team/sansimera/38137

Gezi’yi yargılayamazlar Gezi onları yargılayacak - MEHMET EMİN KURNAZ

16 kişinin yargılandığı Gezi Davası yarın Silivri’de başlıyor. Kendisi de yargılananlar arasında bulunan Taksim Dayanışması’ndan mimar Mücella Yapıcı, “Gezi’yi hafızalardan silmek istiyorlar. Böyle iddianame olamaz” dedi.

19 aydır cezaevinde tutuklu bulunan Osman Kavala’nın yanı sıra aralarında Mehmet Ali Alabora, Can Dündar, Mücella Yapıcı gibi isimlerin bulunduğu 16 kişi hakkında “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs iddiasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle açılan Gezi Direnişi davası yarın Silivri’de başlıyor. İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Mart ayında kabul edilen Gezi Parkı iddianamesinde, İş İnsanı Kavala’nın “Gezi olaylarının organizatörü” olduğu iddia ediliyor. İki gün sürecek duruşma öncesi BirGün’e değerlendirmelerde bulunan Taksim Dayanışması üyesi Mimar Mücella Yapıcı, “Gezi’yi hafızalardan silmek istiyorlar. Hazırladıkları fezlekede cemaatin yasadışı dinlediği telefon görüşmelerimiz var, ’Ilımlı diktatörlük’ rejimlerinde bile böyle iddianame olmaz” diye konuştu.

İDDİANAMELER KOMİK

Gezi İddianamesi’nin 2013-2014 yıllarına ait birtakım telefon dinlemelerine ve açık kaynaklara bağlı olduğunu belirten Yapıcı, “ İddianamenin en ilginç yanı, onların deyimiyle FETÖ/PDY örgütüne mensup savcıların hazırladığı fezlekeler olması” dedi. İddianamenin hukuksuz hazırladığını belirten Yapıcı, “Dinlenen telefonlarda gündelik konuşmalarımızı iddianameye almışlar. Benimkiler oldukça eğlenceli, ‘Ya dur daha, devrim yapacağız’ gibi ‘Karpuz keseceğiz’ esprisini almışlar. Ben Beşiktaş’ta oturuyordum, Çarşı’ya gidecektim, arkadaşıma ‘Çarşı’ya gideceğim, gelemem’ demişim, ‘Çarşı ile ilişki mi kurdun sen?’ diyorlar. Daha böyle komik bir sürü şey var” diye konuştu.
“Burada yeni olan şey, bir buçuk yıldır iddianame olmadan rehin tutulur gibi cezaevinde tutulan Osman Kavala” diyen Yapıcı, “Onlara bir suç uydurmak ve elbette Gezi Direnişi’ni kriminalize etmek için kurgulanmış trajikomik bir iddianame. 2500 sayfalık fezlekenin 700 sayfası bizim davadan alınmış. Yani aynı fezlekeyle başka bir suçla dava açılmış. Bu bir hukuk garabetidir. Burada ‘hukuk kararlarına güvenmeyin, biz sizi bir şekilde yargılarız’ gibi bir nevi tehditte bulunuyorlar” ifadelerine değindi.

2760 YIL CEZA İSTENİYOR

Kendilerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istendiğini hatırlatan Yapıcı, Anayasa’nın 312. Maddesi’nden yargılandıklarını ifade ederek, “2760 yıl civarında istenen bir ceza var. Onun üzerine de 140 bin lira para cezası isteniyor. Sanırım iddianamenin 146 tane müştekisi var. Magna Carta’dan beri aslında toplumun en demokratik hakkı olan, şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemleri bunlar. Bu eylemler hukukun bittiği yerde başlar, ancak burada bir suç unsuru olarak gösteriliyor. Polislere çiçek verilmesi de bir başlıkla örtüştürülüyor, polislerin protesto edilmesi de. Mehmet Ali Alabora’nın eylemler devam ederken bir süre evden çıkmaması bile ‘evde oturma’ başlığı altında ‘sivil itaatsizlik’ olarak gösteriliyor. Hakikaten ’ılımlı diktatörlük’ rejimlerinde bile böyle iddianame olmaz” diye konuştu.

HUKUKİ DEĞİL POLİTİK BİR DAVA

Gezi Davası’nın hukuki değil, politik olduğuna değinen Yapıcı, “Bütün baskıcı rejimlerin başvurduğu korku ve baskı iklimini topluma yerleştirmek istiyorlar. Yani kendileri uğraşmadan toplumda otokontrol sistemi yaratmak, hak arama mücadelesinden vazgeçirmek gibi amaçlar bunlar. Çünkü Gezi toplumsal bir hareket ama bana göre en büyük kazanımı öncelikle herkesin kendi devrimini yapmasıydı. Yani insanların kendi zihinlerindeki hapishaneleri yıkmasıydı” dedi.
Gezi Direnişi’nin yargılanamayacağını vurgulayan Yapıcı sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu dava sadece bizim değil, bütün bir geleceğimizin yargılanması. Ne yapılıyorsa yapılsın toplumların barışçı, eşitlikçi, özgürlükçü bir dünyayı kavuşma özlemleri hiç bir zaman yok edilemez. Gezi de asla yargılanamaz. Bir gün bu haksızlıkları Gezi yargılayacaktır.”
***

GEZİ’NİN ÇOCUKLARI İÇİN HUKUK İŞLEMEDİ

Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilip yerine Topçu Kışlası yapılmasına karşı başlayıp kısa sürede milyonlarca kişinin adalet, demokrasi, özgürlük talebiyle sokağa çıktığı bir harekete dönüşen Gezi Direnişi’nde Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Medeni Yıldırım, Berkin Elvan, Ahmet Atakan ve Hasan Ferit Gedik katledildi. Dönemin Başbakanı Erdoğan, “Emri ben verdim, polisimiz destan yazdı” itirafında bulundu. Milyonların katıldığı Gezi direnişinde katledilenlerin davalarındaki adaletsizlikler ve hukuksuzluklar son bulmadı. Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük davası AYM’ye taşındı. Ahmet Atakan ile ilgili dava süreci hâlâ başlamadı. Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Berkin Elvan ve Medeni Yıldırım’ın davası sürüyor. Hasan Ferit Gedik’in katledilmesi ile ilgili 35 kişi yargılanırken sadece 3 kişi ceza aldı. Berkin Elvan davasında 6 yıl sonra ancak keşif yapılırken Ethem Sarısülük davası ise 15 bin lira cezayla kapatıldı.
***

ULUSLARARASI DESTEK

Gezi Parkı protestoları davası öncesinde Uluslararası Af Örgütü, Uluslararası Yazarlar Derneği PEN-Almanya Merkezi, Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü ve Türkiye-Almanya Kültür Forumu’nun aralarında bulunduğu sivil toplum kuruluşları ortak bir bildiri yayınlayarak tutuklu yargılanan Osman Kavala ve Yiğit Aksakoğlu’nun derhal serbest bırakılmasını talep etti.
***

BÜYÜK DAYANIŞMA

KESK, TMMOB, TTB, DİSK başta olmak üzere çok sayıda emek ve meslek örgütü ile sol parti ve kurum Gezi Davası’na katılım çağrısı yaptı. Çağrılarda özetle şu ifadelere yer verildi: “Deli saçması iddianame ve davalarla Gezi Direnişi’nin kirletilmesine asla izin vermeyeceğiz. Gezi Direnişi dönemiyle ilgili yargılanması gereken birileri varsa onlar, sabaha karşı çadırları ateşe verenlerdir. İnsanların üzerine on binlerce gaz bombasını atarak arkadaşlarımızı sakat bırakanlardır; Abdocan’ı, Mehmet’i, Ethem’i, Ali İsmail’i, Berkin’i aramızdan alanlardır. Gezi direnişi yargılanamaz. Gezi direnişine sahip çıktığımız gibi, yargılanan arkadaşlarımıza da öyle sahip çıkacağız.”
MEHMET EMİN KURNAZ / BİRGÜN

Sahte minyatürler - Nir Shafir*

İslami bilimi tasvir eden sahte minyatürler karşımıza en çok kütüphanelerde ve tarih kitaplarında çıkıyor. Nasıl mı?

Geçen baharda “Bilim ve İslam” başlıklı dersime hazırlanırken, öğrencilerime önermek üzere olduğum kitap hakkında tuhaf bir şey fark ettim. Arapça bir ortaçağ ansiklopedisinin  harika bir çevirisi olan kitabın metninden çok kapağıydı asıl ilgimi çeken. Çizimde kavuklu, ortaçağ Ortadoğu’suna özgü giyinmiş bilim insanlarının, yıldızlı gökyüzünü teleskopla incelemesi yer alıyordu. Minyatür, modern dönem öncesi Ortadoğu’yu sembolize ediyormuş gibi görünüyordu, fakat bazı şeyler doğru değildi. 
Renklerin normalden çok daha canlı ve fırça darbelerinin çok temiz olmasının yanı sıra, beni asıl rahatsız eden şey teleskop çizimiydi. Teleskop, Ortadoğu’da Galileo’nun 17. yüzyıldaki keşfinin ardından bilinmeye başlandı fakat hiçbir çizim ya da minyatür bu tarz bir objeyi tasvir etmemişti. Görselin tamamını araştırdığımdaysa, iki figür daha ortaya çıktı, bir tanesi teleskopla bakıyor diğeriyse, yine oldukça az çizilen öğelerden biri olan dünya küresini döndürerek notlar alıyordu. Fakat en büyük çelişki dördüncü figürün elindeki tüy kalemdi. Ortadoğu’da yaşayan bilim insanları daima kamış kalem kullanırlardı. Kapak her ne kadar ortaçağ çizimi izlenimi verse de şüphesiz ki günümüze ait bir sahtecilikti.

Ünlenmiş sahte eserler...
Müslüman astronomları tasvir eden sahte minyatür çizimi ne yazık ki bu alandaki tek örnek değil. Facebook ve Pinterest gibi sosyal medyada dolaşan bir diğer görseldeyse azı dişinin içerisinde hareket eden kurtçuklar tasvir edilmiş. Osmanlı’nın “Batı’ya ait olmayan şaheser kitaplar” koleksiyonunun bir parçası olarak Oxford’un Bodleian Kütüphanesi’nde yer alan çizimin dişteki çürükleri canlandırmaya çalıştığı iddia ediliyor. Bir diğer görselse suçiçeği geçiren bir hastanın hekim tarafından tedavi edilişini anlatıyor. Gerçekten uzak bir İslami bilim tasviriyle çağdaş izleyicilere hitap etmeyi amaçlayan günümüze ait bu görseller, gerçek bir eserin çoğaltılmasından ziyade, yeni bir ürün hatta sahtecilik niteliği taşıyor. Bu sahte minyatürler, konferans posterlerinden, müze ve kütüphane koleksiyonlarına kadar eğitim veren internet siteleri de dahil olmak üzere birçok alanda yer alıyor. Bu sorun saf turistlerin ve bazı akademisyenlerin aldatılmasının da ötesine geçti. İslami bilimin tarihini inceleyen ve halka İslami bilimi tanıtıp anlatan kişiler de kendilerini benzeri bir sahtekârlığa adadılar. İslam dünyasının saygıdeğer bilimsel geleneklerini temsil etmeyi amaçlayan müzeler, artık yeniden tasarlanmış ve son 20 yılda ünlenmiş sahte eserlerle dolu. 

Buradaki ironiyse, bu minyatürlerin aslında iyi niyetli bir davranışın sonucunda üretilmesi çünkü bu sahte eserler, Müslümanları uluslararası siyasi topluluğa bilimin evrensel dilini kullanarak entegre etmek için yapılıyor. Bu amaç, İslamofobyanın giderek arttığı dünyada oldukça zorlayıcı görünüyor. Açık konuşmak gerekirse, Müslümanlar, İslamofobiklerin söylemlerinin aksine, daima bilimle ilgileniyorlardı ama çoğu zaman bugün aşina olduğumuz nesnelerle tasvir edilmemişlerdi. Tıpkı sahte eserlerde olduğu gibi nesneleri anlatmak istediğimiz hikâyelere göre uydurmaya başlarsak ne olur? 
Neden, oluşturulan bu benzer sahte eserler için İslami bilimin gerçek kalıntılarını reddediyoruz? İslamın bilimle olan ilişkisi incelendiğinde tam olarak ne bulmayı umuyoruz? Bu sahte eserler gerçeğe karşı kurgunun tercih edilmesinden çok daha fazlasını ortaya koyuyor. Bu alanda çalışan araştırmacıların ve halkın, İslami geçmişe ve bu geçmişin bilimsel mirasına duyduğu beklentilerle ilgili daha büyük bir soruna işaret ediyor.

İstanbul’un sahaflarında fazla kitap kalmadı ama Kapalıçarşı’da turistlere satılan az sayıda sahte minyatür bulunabiliyor. Aradaki farkı bilen gözler için, satılan bu minyatürlerin sahte olup olmadığını ayırt etmek hiç de zor değil. Kullanılan yapay pigmentler gerçeklerinin aksine oldukça parlak ve tasvir edilen konular da çok kaba. Beklenildiği üzere, satıcılar halen daha bu sahte minyatürleri almak isteyen yerli ve yabancı turistler bulabiliyor. Öte yandan, bazı görsellerde, sanatçıların zaman zaman İslami takvimden yakın bir tarihle imza atmaları, görselin modern bir kreasyon olduğunu belirtiyor. Fakat diğerleri oldukça aldatıcı. Sahtekârlar, eski elyazmalarının ve basılmış kitapların sayfalarını ayırarak, üzerlerindeki metni kapatmak için sayfaları boyuyorlar, böylelikle kâğıtta sırlı eski yazı ve kitapların etkisi oluşuyor. Bu işle uğraşan sahtekârlar, görselleri güya sahiplerinin mühürleriyle bile damgalayabiliyorlar.

Bu tarz eklemlerle, yerel pazar sınırlarından çıkıp internette satılmaya başlanan minyatürlerin sahte olarak tanınması ise oldukça zorlaşıyor. Özellikle stok fotoğraf hizmeti veren siteler, bu görsellerin yayılmasında kilit bir rol oynayarak, bloglarda, sunumlarda, makalelerde ve dergilerde kullanılmasına hazır hale getiriyor. Bu sahte minyatür çizimleri yaygınlaşan görsel kültürün ana platformlarından Instagram, Facebook,  Pinterest ve Google gibi alanlara taşınıyor ve İslam dünyasında bu konunun uzmanları bile dijital ortamda dolaşan bu görsellerin antik veya otantik olduğunu ayırt ederken hata yapabiliyor.

Topkapı Sarayı ve Ayasofya
Bu işin en sıkıntılı taraflarından biri de sanatçıların bizim beklentilerimize uyacak şekilde değiştirdiği görüntüler. Mesela, öğrencilerime vermeyi planladığım kitabın kapağında, İstanbul Gözlemevi minyatüründeki figürler kullanılarak, gece vakti gökyüzüne bakan bilim insanları tasvir ediliyordu. Fakat bu kapağı hazırlayan sahtekâr, sekstant yardımıyla astronomik cisimler arası açısal mesafeleri ölçen bir bilim insanın minyatürünü, aynı pozu kullanarak teleskopla gökyüzünü inceleyen bir bilim insanı haline getirmişti. İslami kaynaklarda daha önce tasvir edilmeyen fakat günümüz astronomisiyle oldukça ilişkilendirilmiş bir aleti minyatüre yerleştirerek yapılan bu ince değişiklik bile aslında görselin anlamını büyük ölçüde değiştiriyor. 

İstanbul’da Gülhane Parkı’nın köşesinde, Topkapı Sarayı ve Ayasofya’nın aşağısında İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi yer alıyor. Ziyaretçiler, usturlaplar ve kadranlar gibi astronomi aletlerinin (neyse ki teleskoplar yok) olduğu kısımdan gezmeye başlıyorlar. Müze içerisinde ilerledikçe, sergi savaş araçlarından ve optiklerinden, kimyasal ve mekanik örneklere doğru ilerliyor, her oda giderek daha da fantastik bir hal alıyor. İlerleyen kısımlarda deney şişelerinin, cam kafeslerdeki damıtma sistemini takip ettiği kimyasal bir mekanizma yer alıyor. Yolun sonundaysa, ziyaretçiler mühendislik bölümüne ulaşıyor. Bu kısımda, Müslümanların sıklıkla mühendisliğin babası olarak adlandırdığı İsmail El-Cezeri tarafından 12. yüzyılda tasarlanmış, tuhaf makineler yer alıyor. Tasarladığı mekanizmalar, Rube Goldberg’e ait bir fil ya da başka bir parçanın üzerine fil seyisi şeklinde yerleştirilmiş su kulesi gibi makinelerin ortaçağ versiyonlarını andırıyor.

Müzeleri doldurmak için...
Bu noktada bilinmesi gereken önemli noktalar var. Aslında sergilenen bütün nesneler ya gerçeklerinin kopyası ya da tamamen hayal edilen objeler. Hiçbir nesne on ya da yirmi yıldan daha eski değil ve aslında müzede hiçbir tarihi parça yok. Bunun yanısıra, müzedeki usturlaplar ve kadranlar gibi parçalar başka müzelerdeki örneklerinden esinlenerek yeniden yapılmış. Savaş makineleri ve dev astronomik aletlerse genellikle orta büyüklükteki bir odaya sığabilecek şekilde küçültülmüş modeller. Ortadoğu’da hiç kopyası bulunmayan karmaşık kimyasal mekanizmalarsa, yalnızca müzeyi doldurmak için yaratılmış.

Aslında çoğaltılmış ya da yeniden tasarlanmış bu nesnelerin bir arada toplanması tek başına bir sorun teşkil etmiyor. Müzedeki bazı parçalar oldukça nadir bazılarıysa günümüzde var olmayabilir fakat bu eserlerin modellerle ve minyatürlerle yeniden yaratılması oldukça faydalı. Bu müzeyi eşsiz kılansa, gerçek tarihi objeleri toplamayı reddetmesi. Müze, eserlerin yeniden yapıldığı düşüncesini yaratmadan, Ortadoğu tarihi hakkında herhangi bir bilgi paylaşmaksızın, eserlerin sadece yerlerini belirterek cam vitrinlerde sunuyor. 

İslami bilim tarihini ortadan kaldırıp yerine modern objeler getirdiğimizde bazı şeyler yok oluyor. Zanaatkâr veya skolastik olsun, görsel olarak tasvir edilmemiş olsa da var olan önemli gelenekleri göz ardı ediyoruz. Bununla birlikte, simya ve astroloji gibi irrasyonel veya modası geçmiş kabul edilen alanları da dışlıyoruz. Bu durum bir tercih meselesi olduğu kadar önceliklerimizle de alakalı. Yeniden tasarlanmış ürünleri barındırmak için milyonlarca dolar harcayarak yeni bir bina inşa etmek yerine, müzeler gerçek tarihi eserleri alabilir ya da toplayabilirdi. Örneğin, İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi yeni eserler yaparken, İstanbul’daki Rebul Eczanesi, yakın zaman önce kendi özel tıbbi cihaz koleksiyonunu sergiledi. Bu nedenle müzenin mevcut objeleri görmezden gelerek, müzenin anlatmak istediği içeriğe yönelik yeniden canlandırılan nüshaları tercih etmesi bilinçli bir seçimdi.

Hayal ürünleri ya da sahtecilikle karşı karşıyayız aslında: Teleskop ve alembikleri dehşetle incelerken, Müslümanların bunları nasıl yaptığına şaşkınlık içinde bakıyor ve bu işin aslını yapan Müslüman olan ya da olmayan gerçek zanaatkârlar hakkında edindiğimiz azıcık bilgiyle yetiniyoruz. Aslında bu yaşamlarda İslam dünyasının gerçek bilim tarihi yatıyor, mesela bir ebenin bitkilerle ilaç hazırlaması, bir hekimin dindar fakirlere reçete yazması, astroloğun bir teğmen için burçları incelemesi, bir imamın ezan vaktini belirlemek için astronomik ölçümlerle uğraşması, bir mantık uzmanının kıyaslama işlemleriyle uğraşması, bir gümüşçünün metalurji deneyi, bir ansiklopedi uzmanının bitkileri sınıflandırması veya bir hâkimin mirası bölmek için cebirsel hesaplamalar yapması gibi. Bu alandaki bilgiler yetersiz olduğundan bu yaşamlar kolayca araştırılamıyor. Bununla birlikte, gerçek tarihsel nesneleri toplamayı ve sergilemeyi reddedip ve yeniden canlandırılmış nüshaları tercih ederek, tarihimizi de unutuyoruz. Bu yaşamlara odaklanmak biraz kurgu gerektiriyor açıkçası. Bir müze ya da kitabın o döneme dair eksik bilgileri ve boşlukları doldurması gerekiyor. Gerçek eserleri çekingen bir biçimde gözlerden uzak bir nokataya taşıyıp, boşlukları da fabrikasyon ürünlerle doldurmak yerine, gerçek tarihi eserlerin ön planda olması gerekiyor.

Nir Shafir* - CUMHURİYET

* Modern Osmanlı İmparatorluğu tarihçisi - California Üniversitesi (Aeon adlı dergideki “İslami Bilimi Sahteleştirmek” adlı makaleden kısaltılarak alınmıştır. Çeviri: S. Edanur Erdoğan)

İlk bilgisayarı Sovyetler mi kullandı? - SOL

Geçtiğimiz günlerde Çernobil tartışmaları üzerinden gündeme gelen Sovyet teknolojisi az bilinen birçok parlak başarıya sahip. Bunlardan bir tanesi de, hiç kuşkusuz, bilgisayar teknolojileri ile ilgili. Uzay çalışmalarından tarım uygulamalarına kadar farklı alanlarda Sovyetler Birliği otomasyon sistemlerine ihtiyaç duyuyor ve bu ihtiyaçlara olası çözümler bilgisayar teknolojisinin de başlangıcı anlamına geliyordu.

Sovyet bilgisayarcılığının tarihi batı dünyasında bilgisayar araştırmalarının başlamasından önceye dayanmaktadır. Kısmi diferansiyel denklemleri çözebilen ilk bilgisayar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde (SSCB) 1936 yılında üretilmiştir. Söz konusu makinenin amacı su akışını tam otomatik biçimde kontrol etmekti. Sovyetlerin bilgisayar alanındaki ilkleri oluşturan başarısı sadece bununla da sınırlı değil. Günümüzdeki anlamıyla tamamen programlanabilir ilk bilgisayar da yine 1950 yılında SSCB'de üretilmiştir. Bu bilgisayar batıdaki “Ufak Elektronik Hesaplama Makinası”dır ve daha çok kısa ismiyle, yani MESM olarak bilinir.

1984 YILINDA SSCB'DE 300.000 AKTİF PROGRAM VARDI
İlerleyen dönemlerde ise SSCB'nin aya düzenlenecek uzay programları için tam otomatik bilgisayar yazılımları hazırladığını biliyoruz. Sovyet programcılığının hem reel sosyalizmdeki hem de dünyadaki diğer ilerlemelere paralel olarak gelişme kaydettiğini söyleyebiliriz. Örneğin 1984 yılında SSCB'de 300.000 adet aktif programcı bulunmaktadır. Yine dünyaca bilinen ve 90’lı yıllarda Türkiye’de de çok yaygın kullanılan Tetris oyunu, bilgisayar mühendisi Aleksey Pajitnov tarafından Moskova Bilimler Akademisi'nde geliştirilir.

Öte yandan Sovyet bilgisayarcılığından bahsederken iki özelliğe çok dikkat edilmesi gerekmektedir:
(1) Sovyet dünyası ile Batı dünyası arasında soğuk savaş döneminde ciddi bir kopukluk oluşmuştur. 
(2) Sovyet dünyasının teknolojiye yaklaşımı marksizmin teknolojiye yaklaşımını temel alır, ki bu yaklaşım bizim şu an içinde yaşadığımız kapitalist teknoloji anlayışından alabildiğine uzaktır.

Bu nedenlerden ötürü teknolojinin ilerleyişi kapitalist ülkelerden farklı bir yön izlemiştir. Örneğin Batı dünyası 1980'lere doğru kişisel tüketim amacını temel alarak kişisel bilgisayarları olabildiğince yaygınlaştırmıştır. Hatta bugün, artık her evde bir kişisel bilgisayar değil, her çantada, hatta her elde bir kişisel bilgisayardan söz ediyoruz. Öte yandan SSCB kişisel tüketimi ön plana almadığı için bilgisayarları hep belirli projelerde, belirlenmiş amaçlara ulaşmak için kullanmıştır.

BAZI TEORİLER YENİDEN KEŞFEDİLMEK ZORUNDA KALDI
Antikomünizm, Sovyet bilgisayarcılığı ile kapitalizm arasında en azından teknoloji geliştirmede gösterilebilecek birlikteliğe de engel olmuştur. Dolayısıyla çeşitli farklılıklar oluşmuştur. Örneğin kapitalist programlama BASIC ve C gibi yazılım dilleri üzerinden gerçekleştirirken Sovyet dünyasında bunların bir eşiti olan ALGOL dili yaygınlaşmıştır. Sovyetlerde üretilen bilgisayar donanımları da kapitalist şirketlerin bilgisayarlarına göre oldukça farklı özelliklere sahiptir. Örneğin Batı dünyası sıfır ve bir şeklinde ikili (dijital) sistem kullanan bilgisayarlar üzerine araştırma yaparken SSCB'de üçlü sistem üzerine araştırmalar sürmektedir.
Sovyetlerin dağılmasından sonra Sovyet tipi bilgisayar üretimi ve kodlaması tamamen kaybolur. Sovyetlerde gerçekleştirilen bilimsel araştırmaların ancak bir kısmı çevrilir ve çok az kısmı da bilgisayar bilimcilerinin araştırma radarında kalır. Sırf bu yüzden, belki de Sovyetlerde çok önceden bulunmuş olan, bazı teoriler yeniden keşfedilmek zorunda kalır. Belki de bazıları halen yeniden keşfedilmeyi ya da su yüzüne çıkarılmayı bekliyor.

TEKNOLOJİ İLE GÜNLÜK HAYATI NASIL DAHA KONFORLU HALE GETİRİRİZ?
Konu daha geniş olarak ele alınırsa sadece tarihsel bilgileri değil, günümüz kapitalist dünyasının içinde bulunduğu ideolojik krizi de içermektedir. Söz konusu krizi özetlersek: Klasik 19.yy kapitalizmi insanı “ekonomik bir varlık”tan ibaret görmekteydi. Dolayısıyla o dönemde buharlı makinelerin insanın yerini alacağı öngörülmeye başlanmıştı. Günümüzde ise “yapay zekâ” ve benzeri teknolojilerle bu öngörünün gerçekleşmesi ufukta bir olanak olarak belirginleşmiş gibi tartışılıyor.

Günlük hayatımıza farklı ideolojiler etki etse de, tüm bu teknolojiler kapitalizmin içinde ortaya çıkıyor. Kapitalizmin birçok öncü devletinde “Endüstri 4.0” olarak kodlanan otomasyonun emek gücünün yerini alarak büyük bir işsiz ordusu yaratma tehlikesi tartışılıyor. Sovyetlerin yaklaşımında ise bilgisayar teknolojisi toplumun küçük bir kesimi için çok daha büyük sömürü yolları yaratmak anlamına kesinlikle gelmiyordu. Tam tersine komünist ilerleyişin bir parçasıydı. İnsanlığın makinalar aracılığıyla nasıl daha az fiziksel kuvvet harcayacağı, nasıl gündelik hayatın daha konforlu hale geleceği üzerine düşünülüyordu.


soL - Bilim ve Aydınlanma / Kolektif Yaşamı Kurgulama


Kaynaklar:
[1] ВОДЯНЫЕ ВЫЧИСЛИТЕЛЬНЫЕ МАШИНЫ (Su Hesaplama Makineleri), https://www.nkj.ru/archive/articles/7033/ 
[2] L. R. Graham, Science in Russia and the Soviet Union - A Short History, https://books.google.at/books?id=m_wPpj64GqMC&pg=PA256&redir_esc=y#v=onepage&q&f=false
[3] Wikipedi, Ternary Computer, https://en.wikipedia.org/wiki/Ternary_computer

22 Haziran 2019 Cumartesi

Erdoğan’ın Mursi sevdası - HAYRİ KOZANOĞLU

Artık Müslüman Kardeşler modelinin Tayyip Erdoğan ve Katar şeyhinden başka savunucusu kalmadı. Türkiye de Erdoğan yönetiminde, İslam’la demokrasinin bağdaşmadığını kanıtlayan bir örnek olmaya doğru gidiyor.

Kafesteki bir tutsağın mahkeme salonunda yaşamını yitirmesi, bir insanlık trajedisidir. Adı Mursi de olsa. Her mahkûmun cezaevinde insani koşullar altında süresini durdurması, tıbbi hizmetlerden yararlanması da suçun niteliğine bakılmaksızın savunulmalıdır. Bu evrensel ilkeleri hatırlatmak elbette Muhammet Mursi’yi bir demokrasi şehidi yapmaz. İstanbul’un seçilmiş Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na Sisi yakıştırmasında bulunmanın ne denli abes olduğu, 23 Haziran yaklaşırken nasıl bir aczi yansıttığı gerçeğini değiştirmez. Mısır tarihinden illa bir örnek aranacaksa ne Sisi’ye, ne Mursi’ye ama Bağlantısızlar Hareketi’nin önderlerinden Cemal Abdülnasır’a hatta ilk modernleşme adımlarını atan, kurumsal yapıları oluşturan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya kadar gitmek önerilir. Mursi’nin kısa süreli yönetiminde ilk kendi müttefikleri solcuları, sekülerleri, liberalleri susturması; alelacele topluma İslami kuralları dayatması; en sonunda da yargının yerine kendi iradesini geçirmeye kalkması Müslüman Kardeşler’in demokrasi ile bağdaşmayan zihniyetini ortaya koymaya yetmiştir. Bugün Sudan’daki Cezayir’deki demokrasi ve özgürlük arayışları hazin Mısır deneyiminden hareketle laik niteliklerini vurgulamaya özel bir önem veriyorlar. Artık Müslüman Kardeşler modelinin Tayyip Erdoğan ve Katar şeyhinden başka savunucusu kalmadı. Türkiye de Erdoğan yönetiminde, İslam’la demokrasinin bağdaşmadığını kanıtlayan bir örnek olmaya doğru gidiyor…
6 yıl önce yazılan “Türkiye-Mısır Benzerlikler-Farklılıklar” yazısını bu çerçevede okumanızı öneririm Bu metnin güncellenmeye en fazla ihtiyaç duyulan kısmı 10. madde çünkü o günden bu yana Türkiye’de de büyük katliamlar yaşandı. Baskılar ve suçlamalar toplumsal muhalefetin tümüne yaygınlaştırıldı. Mısır’da da toplantı ve gösteri özgürlüğü tamamen rafa kalkmış durumda. Özetle her iki ülkede de durum 2013’ten parlak değil…

TÜRKİYE-MISIR BENZERLİKLER-FARKLILIKLAR

Türkiye ve Mısır Ortadoğu’nun en büyük ve iddialı iki ülkesi. Türkiye 800 milyar dolarlık ekonomisiyle bu kulvarda Mısır’ı fersah fersah geride bırakıyor. Buna karşın Mısır’ın tarihsel olarak Arap dünyasının lideri olması, ona bölgesel rekabette avantaj sağlıyordu. Tunus, Libya, Fas, Ürdün, Filistin birçok Arap ülkesinde Müslüman Kardeşler (MK) camiasından partilerin iddialı hale gelmesi, Mursi yönetimini tüm ekonomik sorunlarına karşın bu tarihsel rolü oynamaya davet ediyordu. Nitekim Filistin sorununda ve geçen yıl İran’da yapılan Bağlantısızlar zirvesinde sergilediği profille Mursi, Tayyip Erdoğan’ın da heves ettiği bölge lideri tahtının gerçek sahibi izlemini vermeyi başarmıştı. AKP ise, Ahmet Davutoğlu’nun ağzından açıkça 90 yıllık Cumhuriyet parantezini kapatma, halifelik olmazsa bile İslami referanslarla bir yeni Osmanlı politik ve ekonomik etkinlik alanı yaratma niyetlerini ortaya koymuştu. Her iki ülkede de yaşanan politik çalkantı, en azından şimdilik bölge gücü iddialarından vazgeçmeyi gerekli kılıyor. Dünya kamuoyunda da Türkiye ve Mısır’ı karşılaştıran (bazen Brezilya’yı da denkleme dahil eden) yorumlar kol geziyor. İsterseniz “10 madde” formatıyla biz de bu tartışmaya katkıda bulunmaya çalışalım.
1- Gerek AKP gerekse de MK, diğer politik İslam referanslı partiler gibi, eski rejimin başarısızlığı üzerinde yükseldiler. 1967 Arap-İsrail Altı-Gün Savaşı’nda İsrail’in Mısır, Ürdün ve Suriye ordularını ağır bir yenilgiye uğratması, Arap aleminde modern ulus-devletlerin yetersizliklerini teşhir eden bir dönüm noktası oldu. Yaygın başarısızlık duygusu, ulusal kimliklere duyulan güvenin azalması, Batı’yla ekonomik refah farkının giderek açılması, yolsuzluğa ve sefahata batmış hükümetler, yüksek işsizlik yanında yoksullar arasında artan gelir uçurumları, halk kitlelerini ulusal kalkınmacı rejimlere karşı dini referanslı politik hareketlere yönelmeye sevketti. AKP ise 1994, 1999 özellikle 2001 ekonomik krizlerinin yarattığı hoşnutsuzluk dalgası üzerinde yükseldi; AB çıpası da, Batı referanslı partilerin yapamadığını başarma umudunu yayarak seküler kesimlerden bile yer yer destek almasını getirdi. AKP yerel yönetimlerdeki “başarı öyküsü”, MK ise devlet dışı sosyal yardımlaşma ağları referansıyla güven vermeye çalıştı.
2- AKP 2002’de hükümete geldiği dönemde yavaş, temkinli bir rota izledi. Zina yasası benzerlerinde olduğu gibi yer yer geri adım atmayı bildi. Neoliberal ekonomik politikaları ve AB zeminlerindeki meşrulaştırıcı stratejisiyle Batı’nın güvenini kazanmaya öncelik verdi. Tayyip Erdoğan’ın 2012 Ocak’ındaki Kahire konuşmasında, “laiklikle Müslümanlığın bağdaşabileceğine” vurgu yapması ise aslında, “çocuğun adını koymadan bildiğinizi okuyun” anlamını taşıyordu. Bu görüşmeden ve Mursi’nin AKP Kurultayı ziyaretinden iki tarafın da olumsuz etkilendiği anlaşılıyor. Muhammet Mursi’nin AKP’nin 10 yılda aldığı mesafeden başı dönüp yolu daha kısa sürede katetmeye soyunduğu; Erdoğan’ın ise Mursi’nin bir yıldaki hızına özenip vites artırmaya yöneldiği tahmin edilebiliyor.
3- Mursi bir yıllık icraatinde ne kadar otoriter, iktidarı paylaşmaya isteksiz, demokratik bir toplumun gereklerini kavramaktan ne denli uzak olduğunu gösterdi. Ne var ki gücü ve etki alanı, sadece hükümet etmekle ve sandığın meşruiyetini tekrarlamakla sınırlıydı. Buna karşın Tayyip Erdoğan orduyu iğdiş etmesi bir yana, polisten akademyaya, bürokrasiden yargıya, medyadan STK’lere kadar “totaliter bir rejim” kurma yolunda (bazı alanları Cemaatle paylaşarak ve zaman zaman nüfuz mücadelesi vererek) mesafe katetmişti. Bu nedenle AKP rejimine karşı daha kapsamlı ve boyutlu bir mücadele stratejisi gerekiyor.
4- Mısır’da Mübarek yönetimine karşı ilk ciddi protestolar, 2007 yılında temel gıda fiyatlarının yükselmesi üzerine patlak vermişti. Mısır iyice yoksul, ortalama yurttaşın harcama kalıbında yiyecek ve yakacak kalemlerinin belirleyici olduğu bir ülke. Mursi döneminde bir yıllık sürede ekonomik sıkıntıların artması, yakıt darboğazının oluşması muhalefetin ana gündem maddesini oluşturdu. Türkiye ekonomisinin tüm yapısal sorunlarına, işsizlik oranlarının AKP’nin ilk hükümete geldiği dönemden yüksek seyretmesine karşın, Gezi protestolarında ekonomik etmenler belirleyici olmadı. Türkiye ekonomisindeki kötü gidişata bakılırsa, dövizin fırlaması karşısında mevcut şartlara uyum sağlamak için atılacak bir adım bile, örneğin toplu taşıma yapılacak bir zam Brezilya benzeri, doğal gaza uygulanacak bir “fiyat ayarlaması” Mısır tarzı tepkileri tetikleyecektir. Özetle Türkiye’de ekonomi istimi arkadan gelecektir.
5- Mısır’da Mursi hükümeti devrilmesine karşın, İslami kesimin ustalık kazandığı “mağdur” rolü üzerinden MK ahlaki ve vicdani üstünlüğü ele geçirmeye çalışıyor. Son günlerde Tahrir sus pus olmuşken, Adeviye alabildiğine canlı ve heyecanlı. Bizde ise AKP’nin ve Erdoğan’ın “Müslüman demokrat” imajı tuzla buz olmuş durumda. Özellikle ana akım medyadaki, “yandaş olmayan giremez” yollu sıkıyönetim tebliğlerine karşın, hükümetin “rıza ve onay” üretim mekanizmaları işlev yapmıyor. AKP’nin hegemonyası, inandırılıcığını yitirmesi anlamında çökerken; geniş kitleleri arkasından sürükleyebilecek bir alternatifinin yaratılması bağlamında toplumsal muhalefetin daha yaratıcı mesaisini bekliyor.
6- Mısır’da eski rejim toparlanmaya, elinde tuttuğu mevzileri genişletmeye çalışırken, kitleleri “ehvenişer” mantığıyla, Mübareksiz yola devam çağrısıyla yakalamaya çalışıyor. Türkiye’de ise ihya edilecek bir eski rejim yok. Özellikle Gezi parkındaki en genel anlamda sola yönelik hava, Kemalistlerle Kürt muhalefetinin yan yana durabilmesi bize yeni bir Türkiye, özgürlükçü bir cumhuriyet umudunu en azından koruyabilme cesareti veriyor. Türkiye’nin çok kimlikli – çok kültürlü dokusunu kavrayan; emek eksenini ıskalamayan; cemaat-tarikat ağlarına karşı “liyakat” temelinde eğitimli kesimleri yakalayan; bilime ve aydınlanmaya dayanan bir kurgu…
7- Mısır’da (Suriye’de de) siyasal İslam, ülkenin önemli bir bileşeni Hıristiyan (Kıpti) topluluğunu sisteme dahil etme becerisi sergilemek bir yana, onların can güvenliğini bile sağlama konusunda yetersiz/isteksiz kaldı. Türkiye’de ise, dinsel azınlıkların yanı sıra Alevileri tamamen dışlayan, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş biçimde husumeti körükleyen bir zihniyetle karşı karşıyayız. Antakya’da bir Armutlu mahallesi gerçeği varsa, bu tamamen AKP’nin “kindar” politikalarının ürünüdür. Her iki ülkede de kırsal muhafazakârlığın desteğini alarak, kentleri tek tipçi muhafazakârlaştırma politikalarıyla yönetmenin artık kapitalizmin gerekleriyle de uyuşmadığı görülüyor.
8- Mısır’da ordunun ekonomideki yüzde 20-40 arasında tahmin edilen ağırlığı, modernleştirici bir ekonomik sınıf olarak da ülkenin üzerine gölgesinin düşmesine neden oluyor. Tahrir’in tüm zenginliğine ve dinamizmine karşın, ordunun savunma görevine çekilmesi temennisinin yaşam bulmasını zorlaştırıyor. Buna karşın Türkiye’de ordu, OYAK gerçeği, askeri personelin bazı ayrıcalıkları bir yana ekonomide bir belirleyici ağırlık taşımıyor. Bu nedenle askeri ve dini vesayetten kurtulmuş, demokratik bir Türkiye hayali daha gerçekçi görünüyor.
9- Her iki ülkede de sosyal medyaya hakim, dünyadaki muhalefet örneklerini yakından izleyen ve hikayesini küresel boyuta sıçratmayı başaran spontane muhalefet çok başarılı oldu. Ne var ki, tepkiyi örgütlemekteki başarıyı, alternatifleri üretecek boyuta sıçratmak gerekiyor. İsyanı bir kurucu iradeye dönüştürmek için, park forumları, mahalle, okul, işyeri meclisleri doğrudan demokrasinin kalıcı zeminleri olarak korunmalı. Ne var ki, temsili demokrasinin kapıyı çalan gerçeği karşısında, tüm Türkiye’de Gezi ruhunu yansıtacak formları yaratabilmek sorumluluğumuz var. Yoksa yine en örgütlü güçler kazanır, bizler hayıflanırız…
10- Türkiye’de hedef gözeten, hunhar cinayetlere karşın Mısır’daki gibi bir toplu katliam yaşanmadı. Ama bu örnekten hareketle Türkiye’de daha demokratik bir iklimin hüküm sürdüğünü söyleyemeyiz. Askeri müdahaleye karşın, Mısır’da toplantı ve gösteri özgürlüğü fiilen yaşam buluyor. Biz de ise Taksim başta gelmek üzere, en temel demokratik haklarını kullanmak, tepkilerini dile getirmek isteyenler zorbalıkla susturuluyor. TTB, TMMOB gibi yüz akı örgütlerimize yönelik “cadı avı” sürüyor. Bu nedenle liberal çevrelerce yayılmaya çalışılan, “mesaj alındı siz de biraz rahat durun” demagojisine aldanmamak gerekiyor.
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Hürmüz Boğazı saldırılarının faili kim? - Erhan Nalçacı

1898 yılında Küba halkının İspanyol sömürgeciliğine karşı dalgalar halinde gelen başkaldırısı çok gelişkin bir noktaya gelmiş ve bağımsızlığa çok yaklaşılmıştı. İç savaş esnasında ABD’lileri tahliye etmek için gelen ABD savaş gemisi USS Maine Havana Körfezi’nde büyük bir patlama ile sarsıldı ve hızlıca battı. Çoğu Afrika kökenli 168 ABD askeri yaşamını kaybederken Avrupa kökenli olanlar nedense gemide değillerdi!

ABD hemen İspanya’ya sonu başından belli bir savaş açtı. Belki de emperyalist paylaşım savaşlarının ilki olarak kabul edilecek bu savaş İspanyolların yenilgisi, Küba, Filipinler, Porto Riko gibi ülkelerin ABD hegemonyası altına girmesi ile sonlandı.

ABD halkı Vietnam’da savaşa ABD’nin daha fazla dâhil olmasına şiddetle karşı çıkıyordu. 2 Ağustos 1964’te Tonkin Körfezi olayı yaşandı, güya Vietnam savaş gemileri Amerikan destroyerlerine ateş açmıştı. Basının alevlediği infial ile Kongre Vietnam’a daha fazla asker gönderilmesini onayladı. Yıllar sonra olaya karışan Vietnam’a ait bir savaş gemisi olmadığı ortaya çıktı.

Bu tarihsel olaylar unutulmuş olabilir, ama ABD’nin Irak saldırısına kamuoyu desteği oluşturmak için söylediği yalanlar ve uydurulmuş kanıtlar belli bir yaşın üstündekiler tarafından çok iyi hatırlanıyor. Irak’ta nasıl kimyasal silahların depolandığı, bunların uzun menzilli füzeler aracılığı ile nasıl binlerce kilometre ötede etkili olacağı propaganda edildi. Zamanın ABD’li Genelkurmay Başkanı televizyonda Irak’ta saptanmış kitle imha silahları üzerine fotoğraflar gösterdi, yeminler etti. Yaratılan bu atmosferde ABD’nin sayısız Iraklıyı katletmesinin yolu açıldı.

Şimdi ABD hızla İran’ı kuşatıyor ve benzer yalanlar eşliğinde Körfez’e asker yığıyor. Geçenlerde bu köşede bu konuyu ele almıştık.  Aslında Çin’in önemli bir müttefikini etkisiz hale getirmek, Çin’in enerji kaynaklarına ulaşmasını engellemek, petrolün dolar dışı para birimleriyle ticaretini durdurmak, dolayısıyla emperyalist dünyada hızla gerileyen ABD hegemonyasını korumak için İran’ın kuşatıldığını biliyoruz. Bu askeri tehdidin İran’daki gerici rejime müdahale gibi bir motivasyonu hiç olmadı. Olsaydı Suudi Arabistan gibi çağdışı bir devlete sınır çizilirdi.

Şunu unutmayalım, dünya petrol ticaretinin beşte biri kadarı Hürmüz Boğazı’ndan yapılıyor. Sadece İran değil, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin de petrolünü taşıyan tankerler Hürmüz’den okyanusa açılıyor.

Son bir iki ayda giderek sıklaşarak petrol üretimi ve taşınmasına dönük saldırılar oldu. Her birinde ABD dozu artarak ve sahte kanıtlar ileri sürerek İran’ı suçladı. Oysa son saldırı tam da Japonya Başbakanı İran’ı ziyaret ederken Japonya’ya petrol taşıyan tankerlere yapıldı. İran kendisine saldırılması durumunda Hürmüz Boğazı’nı kapatacak şekilde müdahale edeceğini söylüyor, fakat şu anda tehdit altındayken en son başvuracağı şey bir kışkırtma.

ABD geçen hafta İran’ı suçladıktan sonra Ortadoğu’ya bin asker daha gönderme kararı aldı. Ancak ABD’nin İran’a yapacağı kapsamlı bir müdahale bin değil, yüz binlerce askeri gerektiriyor ve ABD’nin bu kadar emekçiyi silah altına alıp bir ülkeyi işgale ikna edebileceği çok şüpheli gözüküyor. Burunlarının dibindeki Venezuela’ya bile ortamı hazırladıkları halde müdahale edemediler.

Ve iki gün önce ABD nükleer silahları savaşta kullanmanın güzellemesini yaptı, sonra hemen bu açıklama silindi. Dünyadaki bütün emekçi halklar bu tehdidi ciddiye almak zorundalar.

Emperyalist dünya topluca derin bir çürümenin doruğunda bulunuyor. ABD kendi tarihinin olağanüstü bir alçaklığa işaret etmesinin yanı sıra emperyalist rekabette sarsılan hegemonyasını korumak için her türlü cinayeti göze almış gözüküyor.
Ancak eskiden emekçi halklar ABD’nin yalanlarından bir şekilde etkilenirlerdi. Şimdi ise hemen herkes ABD’nin yalan söylediğini ve Hürmüz Boğazı’nda kışkırtıcının kendisi olduğunu fark ediyor. Ancak ilkesizlik, örgütsüzlük, adalete inanmama, bütün bunlar harekete geçmeyi engelliyor.

Brecht ünlü şiirinde “Halkın ekmeğidir adalet” diyordu.

İnsanın insanı sömürüsüne, gericiliğe, yalanlara ve emperyalizme karşı olmak…
İlkeli olmak emekçi halkın ekmeğidir bugün.

Erhan Nalçacı / SOL

Hamidiye - ORHAN GÖKDEMİR

AKP’nin Sabah adlı bülteni eşeledi eşeledi, atacak çamur bulamayınca CHP adayı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının sahte olduğu iddiasını ortaya attı. İmamoğlu, iddiayı "Diplomamla ilgili haber yapmışlar ama altını çizelim; olan diplomamla ilgili" diyerek yanıtladı. Güzel, demek CHP yöneticileri ve adayları “olmayan diploma”dan haberdardır.

O “olmayan diploma” ile ilgili iki yeni gelişme oldu yakın zamanda. Türkiye Noterler Birliği “olmayan diploma”nın fotokopisini “aslı gibidir” diye onaylayan noter kâtibine soruşturma açmayan notere uyarı cezası verdi. Demek “olmayan diploma”nın benzeri de olamıyordu. Ülke için ne büyük talihsizlik!

Sonra fotokopiyi notere gerçeğini göstermeden “aslı gibidir” şeklinde tasdik ettiren kişinin, “olmayan diploma”nın sahibinin özel kalem müdürünün şoförü olduğu ortaya çıktı. Şoförün vekâletname olmadan bu işlemi nasıl gerçekleştirdiği muamma. “Reisin selamı var” demiş olabilir, ne bilelim biz. Yeni Türkiye burası, zurnada peşrev aranmaz…

Haber üzerine işbilir şoföre ulaştı gazeteciler, “nasıl yaptın” diye sordular. Fakat âdem vaktiyle Başbakanlıkta çalışırken kaza geçirmiş, özellikle noterde yaptığı işlemleri unutuvermişti. Diplomanın noterde onaylatılmasıyla ilgili süreci de hiç hatırlamıyordu.

Önemi şu: Cumhuriyetlerde bütün olmayan diplomalar araştırılır. Çünkü cumhuriyette iş alınırken-verilirken diploma göstermek esastır. Buna liyakat diyoruz. Araştırılmazsa cumhuriyet yıkılmış yerine eş-dost-akraba düzeni kurulmuş demektir. Nihayetinde işlem basittir, varsa ortalıkta bir diploma, Noterde usulsüzlük olsa bile çıkarır gösterirsin.

Göstermene de gerek yok aslında. Son seçimde YSK isteyince diplomayı taşımak yerine “e-devletten” indirip göndermek istedim. Üniversite henüz e-devlete işlememişti, aradım. Aslının fotoğrafını istediler, gönderdim. 10 dakika sonra belge hazırdı. Bu kadar kolaydır.

Buna rağmen 15 yıldır gösterilemeyen diploma olayları ile karşılaşmak şaşırtıyor insanı. Göstermemekle kalmayıp devlet sırrına dönüştürdüler. Gerek yok bunlara hâlbuki, bir işe talipsen ve o işi alman için diploma gerekiyorsa çıkarıp göstereceksin. Gösterememene rağmen o işi alabilmişsen cumhuriyet yıkılmış demektir. Demek ki yıkılmıştır.

CHP yönetici ve adaylarının “olmayan diploma”dan haberdar olmaları şu açıdan önemli; sorun yaptıklarını hiç hatırlamıyoruz. Demek diplomanın gösterilememesini sorun etmemişler, göz yummuşlardır. Göz yumdukları cumhuriyetin yıkılmasıdır.

***

12 Eylül referandumu, Ergenekon, 15 Temmuz kavgası falan derken Cumhuriyetin gerisine doğru yuvarlanıp duruyoruz. Diplomaların hiç, el etek öpmenin her şey olduğu o karanlık devirde bulduk kendimizi. 1908’in bile gerisindeyiz artık. Bir anayasa var fakat rafta akıbetini bekliyor. Bir meclis var fakat bildiğiniz “meclis-i mebusan”, adı var kendi yok. Yasama yetkisini çoktan Saraya kaptırdı. Meclis-i Ayan, Sultanın adamları hazırlıyor tasarıyı, Sultan onaylayıp yürürlüğe koyuyor. Milletin seçtiği mebusan bizim gibi seyirci, çaresiz, öfkeli tüvitler atmakla iştigal ediyor. 1876 yılının ilk yarısındayız.

Tuhaf benzerlikler var içinden geçtiğimiz dönemle o dönem arasında. Meclis-i Mebusan, Meclis-i Ayan, Hamit, hatta yaklaşmakta olan büyük savaş -Osmanlı-Rus Harbi- her şey tuhaf bir benzerlik içinde. Tek fark ne yaptığını bilen bir Mithat Paşa’nın ortalıkta görünmemesi…

Eski “İslam Ansiklopedisi”ne dayanarak yazıyorum, “kuvvetli bir tahsili yoktu” Hamit’in. “Diploması yoktu” diye anlayabilirsiniz. Okuma yazmasının kıt olduğunu söyleyenler de var ama ihtimal vermiyorum. Tahsilsizdi fakat zekiydi, gerçek karakterini ve düşüncelerini saklamakta pek mahirdi. Dönemiyle ilgili bir seyahatnamede, “Hiç kimse onun güvenini kazanamaz. O, ya hemen güvenir ya da güvenmez biter” deniyor. Çok kuşkucu ve çok korkaktı; böyle birinin bir başkasına güvenmesi düşünülemez. Tam tersini düşünmesine rağmen diplomalı Mithat Paşa’yı meşrutiyet yanlısı olduğuna inandırmayı başarmıştı. Paşa Murat’ı indirdi, Hamit’i bindirdi, mutlakiyeti sınırlayacağını düşünüyordu.

Hamit tahta oturur oturmaz takıyye yaparak ilan ettiği anayasayı rafa kaldırdı. Meclisi tatil ettikten sonra idareyi bütünüyle eline aldı. İçeride ve dışarıda her iş ondan soruluyordu. İtiraz eden okur-yazarları kırdı, kırmadıklarını kovaladı, korkuttu, sansürletti, rüşvete bağladı. Karanlığını diplomalıları kırarak kurmuştur.
1889’da İttihat Terakki’nin kurulması onun diktatörlüğüne duyulan tepkiden ve şahsına duyulan derin nefretten feyz almıştı. Ülkesinin kayıp 30 yılının tek başına sorumlusudur.

***

Fakat kurduğu derme çatma düzeni ancak 1908’e kadar ayakta tutabildi. Öfkeliler “Hürriyet” nidalarıyla gelip sarayının kapısına dayandı. Düştü, hürriyet ilan edildi.
1909’da taraftarları bir kez daha ayağa kalkmayı denedi. Gezi Parkı’nın üzerindeki kışlada topa tutuldular, dönemi böyle kapanmıştır. Hürriyet’in ilanından 10 yıl sonra öldü, tarihin ve talihin garip bir cilvesi Osmanlının en reformcu padişahı olan II. Mahmut’un türbesinin bahçesine gömüldü. Şaka değil, türbe “Yeniçeriler Caddesi” üzerindedir.

Ömrü korku ve vehim içinde geçti. Korkunun ve vehminin tek faydası eceliyle ölmesi oldu. Kişisel amaç ve isteklerini memleket meselesine dönüştürmüştü. Kendisini ülkenin sahibi sayıyor, soymakta, yağmalamakta hiç tereddüt etmiyordu.
Yani sadece işler-güçler değil,kişiler ve karakterler de dönemimize benzemektedir. Diplomalılar kovalanmakta, diplomasızlar korunup kollanmaktadır.

O nedenle tartışmalarımızın önemli bir yanı gerçekte diploma tartışmasıdır. Diplomayı gösterme zorunluluğunun olup olmadığıdır. Göstermek gerekir, gösterilmezse tarihin gerisine fırlatılırsınız. Sultanlar, saraylar, imzasıyla meşhur ümmi 7-8 Hasan Paşalar, acımasız hafiyeler basar ülkeyi. Sansürden nefes alamazsınız, karanlıktan kaçıp kurtulamazsınız.

***

Bundan üç yıl önce de sormuşlardı “hani diploma” diye. Çıkarıp göstermek yerine "Kayıt olduğum, okuduğum ve mezun olduğum okul ortada, sınıf arkadaşlarım ortada. Ayrıca üniversite yönetimi resmi açıklamayı yaptı. Tüm bunlara rağmen birileri hala ısrarla bu meseleyi köpürtmeye devam ediyorlar" dedi. Bunca kelimeye yazık. Sonuçta bir kâğıt parçasıdır, gösterip kurtulacaksın. Sınıf arkadaşlarının şahitliğinin bu bapta hiçbir geçerliliği yoktur. Aksi halde diploma isteyene okul arkadaşlarımızı gösterirdik. 
Öyle yapamıyoruz…
Diploma tartışmasını bir sonuca bağlayamadığımız için o arada 1876’nın gerisine düştük. Diploma gösterme zorunluluğu yoksa, yasaya, anayasaya uyma zorunluluğu da yoktur. Diploma meselesi budur. 1876’dan geriye düşmeyelim diye Cumhuriyet diploma gösterme zorunluluğu getirmiştir. Öğrendiğini, aldığın işi yapmaya ehil olduğunu ispat edeceksin. Takla atarak değil, diploma göstererek…
Birkaç yıl önce o tartışmalar sürerken burada şunları yazmışım: “Bunca hayhuy arasında bir diplomanın ne önemi var diye soranlara tane tane bir kez daha yazayım. Diploman yoksa peygamber olabilirsin, hatta tanrı olabilirsin ama o kural orada durduğu sürece cumhurbaşkanı olman mümkün değildir. Cumhuriyettir o diplomayı gösterme zorunluluğu. Yeterliliğin, liyakatin her şey; soyun, sopun, dinin, inancın hiçbir şey olduğu laik bir yaşam düzleminin basit, sıradan bir yansımasıdır. Ülkenin tapusunu göstersen kabul etmeyiz, göstereceksin o diplomayı!”

***

Yarın oyunuzu atacağınız İmamoğlu "Diplomamla ilgili haber yapmışlar ama altını çizelim; olan diplomamla ilgili" dedi. Olduğundan eminiz, istenirse gösterir. Ama sorun şu ki onun göstermesi yeterli değil, rakiplerinin de göstermesi gerekir. Kim zorlayacak göstermeye göstermeyeni?

Yani, birilerinin bunları dert etmesi, olmayan diplomaların hesabını sorması lazım. Meraktan değil, 1876 koşullarına fırlatılmamak için…

Tekrarlayalım öyleyse; Tanrı olsan, ülkenin tapusunu göstersen kabul etmeyiz. Göstereceksin o diplomayı…

Orhan Gökdemir / SOL

Erdoğan’ın postacısı-Miyase İlknur

Seçilmiş İstanbul Belediye Başkanı’nı ikinci kez seçmek için yarın sandık başına gideceğiz. 31 Mart seçimine giderken Cumhur İttifakı’nın söylemi “Türkiye’nin bekası” üzerine kurulmuştu. Millet İttifakı’nın adayı kazanırsa Türkiye’nin bekası tehlikeye girecek, Kandil kazanacak, İstanbul Belediyesi HDP’lilerin denetimine girecekti. Erdoğan mitinglerde, “Bu ittifak millet değil,zillet ittifakıdır. Kandil ve Pensilvanya’nın güdümündedir. Amacı terör örgütlerinin uzantılarını, belediye meclislerine ve bürokrasisine taşımaktır” diye meydan meydan bağırmıştı. Sonuç: Millet “Geç bunları anam babam, kaç seçim dinledik bu teraneleri” deyip kararını Erdoğan’ın “Zillet İttifakı” dediği ittifakın adayını seçti. 

YSK eliyle malum sandık darbesi yapıldıktan sonra tekrarlanan seçimde, bu kez iktidarın ve payandasının söylemi değişti. Dolmabahçe’de kurulan çözüm masası devrildiğinden beri tecritte olan Öcalan’a ailesi ve avukatları ile görüş izni verildi. Iyi sıhhatte olsunlar. Elbette ki her hükümlü ve tutuklunun ailesi ve avukatlarıyla görüşmesi onun yasal hakkıdır. Bunun tersi, hem hukuka hem insanlığa aykırıdır. Ama ne hikmetse her seçim öncesi aynı senaryoları izlemek zorunda kalıyoruz. Iktidar sıkıştığı anda Imralı kartını devreye sokuyor, Diyarbakır ziyaretleri artıyor, Kürt seçmenlere de “akıllı uslu olursanız ve oylarınızı bize verirseniz yeniden çözüm süreci başlayabilir” mesajları veriyor. Bu yüzden Bahçeli, mehter marşıyla geldiği İstanbul’dan Şamameyle geri döndü. AKP, iktidarının uzattığı şekere Kürtlerin bu kez de koşturacağını sanıyor. Ama artık Kürtleri kandırmak o kadar kolay değil. 

Uyanıklık yapan Erdoğan, “Selahattin Demirtaşla Öcalan’ın arasında rekabet var” gibi söylemlere abanarak aklınca Kürtler arasına nifak sokmaya çalışıyor. Demirtaş’ın duruşmasından bir gün önce yaptığı “Imamoğlu’na oy verin” çağrısını boşa çıkarmaya çalışıyor. Demirtaş’ın bu çağrıyı duruşmadan bir gün önce yapması zekice bir tavırdı. Duruşmadan ne karar çıkarsa çıksın görüşünün değişmeyeceğini ilan etti Demirtaş.
Erdoğan’ın Demirtaş’a garezi, “Seni başkan yaptırmayacağız” söylemini 24 Haziran seçim sürecinde dile getirmesi ve o seçimlerde ilk vurgunu yemesiydi. 

Cumhurbaşkanlığı referandumunda da muhalefetin blok hareket etmesiyle seçimi kaybediyordu. YSK imdada yetişip mühürsüz zarfları saydırarak ancak durumu kurtarabildi. O nedenle Demirtaş’a öfkesi dinmiyor. Demirtaş’ın, Sırrı Süreyya Önder  ve diğer HDP’lilerin şu an cezaevinde bulunmasının nedeni de bu. Zira kendisi ve partisi, çözüm sürecinde bugün cezaevinde bulunan HDP’lilerden daha uç sözler sarf etti. 
Ama onlar dışarıda.
İmralı’dan istediği mesajı alabilmek için bir de postacı bulmuşlar. Doç. Dr. Ali Kemal Özcan. Gerçi Özcan’ın yaptığı ilk postacılık görevi dün aldığı mektup değil. Daha önce de yapmıştı bu postacılığı. Görev yaptığı Tunceli Üniversitesi’nin “Alevilik  Sempozyumu”nda  konuşan Özcan, “Devlet ile Öcalan ve Kandil arasında elçilik yaptığım için ölümün eşiğine geldim” demişti. Gezi olayları sırasında da Dersim News’e yaptığı açıklamada Erdoğan ağızıyla konuşmuş, Gezi olaylarının dış mihrakların işi olduğunu öne sürmüş ve şöyle devam etmişti: “Çevre duyarlılığı ile başladığı söylenen Gezi denemesi asıl olarak ulusal ve uluslararası ‘ulusalcı’ların giriştiği bir darbe denemesidir. Bu iktidarını kaybeden, asker-sivil-bürokratik aygıt dediğimiz, kitlelere yukardan bakan, kitleleri sadece yönetilmeye layık gören, sürü gibi gören, bir iktidar alışkanlığının iktidarını geri alma girişimidir. Bunu seçimle yapamayacağını biliyor.  Taksim’de, Gezi’de selam verilecek, hele hele solculuk adına, hele hele sosyalizm adına ve halk adına selam verilecek bir tek durum yoktur. Devlet Öcalan ile görüşmeye başladı. Bütün hedef bu süreci akamete uğratmaktır. Bu güçler bu hedefin peşini de bırakmazlar. Onun için ben bu bilgilerin Öcalan’a ulaştırılmasını  öneriyorum. Öcalan’ın Gezi’ye selamı Öcalan’ın kendi idam fermanına imza atmasıdır. Maalesef ne kadar kendisi buna inanmış, ne kadar inandırılmış bilmiyorum. Ama sonuç itibariyle Öcalan, kendi idamına imza attı. Gezi’de, öyle bir halk hareketi yok.” 

Kel başa şimşir tarak misali Erdoğan tam kendisine göre bir ulak bulmuş. Bir akademisyenin postacılık yapmasının etik olup olmaması, bir seçim uğruna kendini kullandırması bir yana ne sıfatla Öcalan’la görüştüğü de ayrı bir konu.

***

Son günlerin en tartışılan konularından biri de İsmail Küçükkaya’nın The Marmara Oteli’nde CHP adayı Imamoğlu ile görüşmelerinin kayıtlarını kimin sızdırdığı meselesi. Yahu kim sızdıracak, Kılıçdaroğlu’nun Tivnikli ailesiyle olan yat görüşmesini kim sızdırdıysa bunu da o sızdırdı. Övür’ün yazılarını dikkatle okumuyorsunuz sanırım. En çok hangi bakandan bahsediyor, en çok hangi bakana övgüler diziyor. Onu da mı biz söyleyelim. Bakanlık gücüyle ana muhalefetin her adımını emrindeki devlet görevlilerine izletiyor.

Miyase İlknur / CUMHURİYET