21 Ağustos 2019 Çarşamba

ABD ile iş tutulmaz - İBRAHİM VARLI


İçeride dışarıda yeni savaş/çatışma/kriz politikaları devrede. Seçim yenilgisinin ardından siyasi türbülansa giren siyasal İslamcı iktidar, ekonomik krizin derinleştiği, doğa talanına, adaletsizliğe karşı toplumsal muhalefetin ayağa kalktığı bir süreçte, kendi bekası için kayyum atamaları, Fırat’ın doğusuna operasyon, güvenli bölge hamleleriyle bütün ülkeyi rehin alma hazırlığında.
İç içe geçen her üç sorun da birbirini besleyen özelliklere sahip. Krizi krizle perdeleme gayretkeşliğindeki iktidarın yanlış politikalarının neticesi olarak iç politika dış politika ayrımı çoktan kalmadı. Savaş iklimine sürüklenmek istenen ülkede, ABD emperyalizmiyle girişilen işbirlikleri ülkeye daha fazla kaos ve sorun olarak geri dönecek. Fırat’ın doğusuna yönelik operasyon hazırlıkları ve inşa edilecek güvenli bölge, Suriye krizini daha da büyüteceği gibi, bunun Türkiye'ye yansıması da her anlamda olumsuz olacak.

KRİZ ÜSTÜNE KRİZ
Suriye çoktan bir dış politika sorunu olmaktan çıktı. Her anlamıyla bir iç sorun artık. İdlib'iyle, Fırat'ın doğusuyla, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarıyla oluşturulan tampon bölgeleriyle. Yeni Osmanlıcı hevesler uğruna müdahil olunan savaş, ilk günden bu yana ülkeyi esir aldı. Sadece güvenlik boyutuyla değil, sığınmacı akını ve ekonomik yönüyle de. “Suriyeliler defolsun” söyleminde vuku bulan ırkçı refleks katmerleşirken, İstanbul valiliğinin kentte kaydı olmayan Suriyelilere tanıdığı süre bugün resmen doluyor. Zorla göndermeler başlayacak.

İdlib’te TSK konvoyu Suriye ordusu tarafından bombalandı. En az üç kişi yaşamını yitirdi. Binlerce yeni sığınmacı bir kez daha sınıra yığılmış durumda. Suriye merkezli her türlü gelişme sadece bir dış politika meselesi değil bu nedenle. Güney sınırlarında yaşanan her gelişme bugüne kadar iç siyasette derin etkiler yarattı. Yeni müdahaleler bu etkiyi daha da derinleştirecek.
Fırat nehrinin doğusunda ABD ile birlikte oluşturulacak “güvenli bölge” çalışmaları hız kazanırken, bölgenin derinliği konusundaki anlaşmazlık giderilmiş değil. Buna rağmen çapı, derinliği, zamanı ve yönetimi konusundaki anlaşmazlığa rağmen güvenli bölge çalışmaları başladı. Ortak Müşterek Harekât Merkezi kurulması için ABD askerlerinin sınırda çalışmaları sürüyor.
Fırat'ın doğusuna yerleşen ABD bir taraftan Türkiye ile iş tutarken, diğer taraftan da Suriye Kürtleri ile işbirliğini geliştiriyor. NATO müttefiki Türkiye'nin tüm itirazlarına rağmen... ABD emperyalizminin yaptığı esasında çok basit bir strateji. Bütün yumurtaları aynı sepete koymadan her bir aktöre ayrı ayrı ama değişen miktarlarda yatırım yaparak denklemi kontrol altında tutmak.

HER BAĞIMLILIK TEHLİKELİDİR
Ortadoğu, küresel güç odakları ve emperyalist aktörlerle işbirliğinde dikkatli olmanın ne kadar da elzem olduğunun tarihidir aynı zamanda. Bölgenin siyasi tarihi herhangi bir ülke, etnisite veya topluluğun büyük bir güce yaslanmasının trajik örnekleriyle dolu. Irak, Suriye, Lübnan örnekleri bunun somut göstergeleri. Bölgedeki bütün halkların; Türklerin, Kürtlerin, Arapların yaşananlardan çıkaracak çokça dersi var.

ABD ile ortaklık ülkeyi tehlikeli yeni maceralara sürükleyecek. Gazetemizde yayımlanan BirGünce’den alıntılarsak, “ABD, Türkiye-Suriye sınırının her iki yanında askeri olarak var olmayı, TSK ve SDG/YPG’yi birbirinde uzak tutarak emperyalist hedefleri doğrultusunda her iki “müttefikini” de dengede tutmayı amaçlıyor. Türkiye’deki iktidar bloku ise hem milliyetçi konsolidasyonla ömrünü uzatmayı hem de Kürt siyasetindeki fay hatlarını harekete geçirmeyi planlıyor. Tarafların ABD emperyalizmi ile arasına mesafe koymaması durumunda, önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak sıcak gelişmelerin bölgeye barış getirme ihtimali ise mümkün görünmüyor.”

Bölge sıcak bir sonbahara hazırlanırken, dikkatli olmakta yarar var. İçeride, dışarıda savaş politikalarını boşa düşürmekten, ABD emperyalizminin politikalarını reddetmekten başka çıkar yok. 

Yoksa “bir mermi kaç para” diye meydanlardan seslenen siyasi zatın yarattığı karanlığa teslim olunur.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Türkiye Kayyım Cumhuriyeti / MİNE SÖĞÜT

Artık net bir şekilde kayda geçsin. Bu ülkede bir Kürt-Türk sorunu yoktur. Dünüyle bugünüyle birbirine göbekten bağlı korkunç bir iktidar sorunu vardır. 
Ve barış isteyen Türklerin de Kürtlerin de; 
Her dönem ayağına dolanan... 
Kafasını gözünü kıran... 
Aklını ve kalbini parçalayan... 
Herkesi çıkmazlara sokan bu legal ve illegal iktidarlar;
Kendi bekaları için halkların seslerini bastıran ve gerçekleri çarpıtan sisli ortamlar yaratmakta hep ustadırlar.
O ortamlarda gerçekten göz gözü göremez ve kim kimi neden öldürüyor hiç kimse bilemez. 
Bu sayede katil elini kolunu sallaya sallaya aramızda dolaşır... 
İnsanlık tarihi de o katilin kayda geçirdiği yalan yanlış gerçeklerle oyalanır. 
Bu coğrafyada, yaşanan bunca acıdan ve deneyimden sonra; 
Düzenli ordularla düzensiz ordular arasında süren ve hiç bitmesin diye kâh kurulan tuzaklarla kâh atılan çelmelerle desteklenen korkunç bir savaşın ceremesini çeken onca insan... 
Nicedir mezarların başında ayrı dillerde ağıtlar yakarken... 
Ve çocuklarını öldüren bir diğerine kendi dillerinde lanetler yağdırırken... 
Aslında aynı dili konuşmakta ve aynı acıyla kavrulduklarını fark ede ede birbirlerine yakınlaşmaktadırlar. 
Bu yakınlaşmanın gölgesinde filizlenebilecek ufacık bir zeytin dalını bile kendi bekasına tehdit olarak gören matruşka iktidarların sabotajlarıyla yıkılıp duran irili ufaklı barış kulelerinin altında kala kala öğrenmemiz gereken şey... 
Mutlak bir çözüm için iktidarların çelmelerinin üzerinden atlayabilmek... 
Kazdıkları tuzakları tespit edebilmek... 
Ve barış istemekte ödünsüz inat etmektir. 
İktidar istediği belediyelere kayyım atayabilir. 
Dilediği yöneticiyi gözünü kırpmadan yerinden edebilir. 
O yere dilediği kişiyi memur dikebilir. 
Ama gerçeklere kayyım atayamaz. 
Gerçekler olduğu gibi kayda geçer. 
Yapabildikleri, sırf bunları yapabiliyorlar diye, onları haklı çıkarmaz. 
Bu ülkede asla barış inşa etmek istemeyen irili ufaklı iktidarların laneti var. 
O iktidarlar, Kürt hareketinin, zaten kendi içinde de sancılı olan siyasallaşma çabalarını boşa çıkarmak için olağanüstü gayret sarf ediyorlar. 
Ellerindeki tüm güçleri, barış ihtimalini yerin dibine gömmek için kullanıyorlar. 
Uzlaşma zeminlerini kasten sabote ediyorlar. 
Sorunların barışçıl çözümü için çaba sarf eden herkesi teker teker yok ediyorlar. 
Adliye önünde darp edilen avukatlar... 
Hapislere atılarak gözdağı verilen gazeteciler...
İşlerinden atılan akademisyenler, öğretmenler... 
Gözaltına alınarak terbiye edilmeye çalışılan edebiyatçılar... 
Yapılan haksızlıklara karşı sessiz kalmamayı sonuna kadar savunan ve başlarına gelebilecek her şeyi göze alan insanlar... 
Kayyım atanması mümkün olmayan bir evrende gerçek bir adaletin ne olduğunu... 
Ve barış isteme inadının gücünü haykırmaktalar... 
Bugün Güneydoğu’daki belediye başkanlarını teker teker görevden alanlar ve yerlerine kayyım atayanlar... 

Daha dün HDP milletvekillerini tutuklayıp cezaevine attılar. 
Daha dün HDP eş genel başkanlarını tutuklatıp cezaevine attılar. 
Daha dün barış sürecinde sarf edilen yazıları, söylemleri, haberleri bahane ederek insanlara dava üzerine dava açtılar. 
Tüm bunları rahat rahat yaptılar. 
Çünkü... 
Bu ülkeye en büyük kayyım olağanüstü koşullarda yapılan bir seçim nihayetinde başkanlık sistemiyle atandı. 

Ülke hâlâ buna tam uyanmadı.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Bir "Beraber yürüdük biz bu yollarda" öyküsü daha - Murat AĞIREL

Bir önceki yazımda İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski Genel Sekreteri Hayri Baraçlı hakkında bazı tuhaf gördüğüm durumları sizlere aktarmıştım. Daha önceki yazımı okuyamayan dostlar için konuyu kısaca tekrar hatırlatmam gerekir; Hayri Baraçlı İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreterlik görevinden önce İETT Genel Müdürlüğü görevinde bulundu. Baraçlı bu görevinden önce ise Yıldız Teknik Üniversitesi'nde öğretim görevlisiydi. Üniversitedeki görevinden ayrılıp İETT'de görev almıştı. Ne var bunda diyebilirsiniz. İlgimi çeken husus üniversitede görevli iken okuttuğu öğrencilerden bazılarının kendisini İBB de görev yaparken de  yalnız bırakmamaları.

Bu isimlerden birisi Atakan Genç'ti. Genç bir çok üniversite mezununa nasip olmayacak şekilde ''şanslı'' biri. Düşünseninize kaç üniversite okuyan kişi mezun olduktan sonra üniversite hocasının görev yaptığı yerde şirket kurup milyonluk ihaleleri alabilir ki?

***

Bahsettiğim Atakan Genç'in ortağı olduğu firma ''ABE MEDYA ''
Sahibi ve aynı zamanda ortağı Atakan Genç gözüküyor. Atakan Genç, Yıldız Teknik Üniversitesinden Hayri Bey'in öğrencisi. Hatta Genç'in tez danışmanı da Baraçlı. Baraçlı'nın kitaplarının yayıncısı da ABE Medya.ABE Medya, Yıldız Teknopark'ın, İBB, İSTAÇ, İETT, İSPARK, BİMTAŞ, AĞAÇ PEYZAJ, İstanbul Enerji gibi bir çok belediye şirketinin ve kamu kurumlarının işlerini yapıyor. Şirkete ait internet sitesini incelediğiniz zaman referanslar bilgisini görebilirsiniz.

ABE Medya, Baraçlı İETT'de görevli iken 239 bin TL değerinde iki ihale almış. İBB Genel Sekreteri olunca ise toplamda 12 milyon değerinde 14 ihale daha almış. Son ihalesini 31 Mart seçimlerinin 3 gün öncesinde 2019/140702 ihale kayıt numarası ile almış. ABE Medya'nın adresi "Şişli/Kuştepe"de bir adres gözüküyor.

***

Ne var bunda değil mi?
Peki,  ben size bu adreste başka bir şirket daha var ve bu şirkette sayın Baraçlı'nın akrabalarının şirketi var desem?
Evet.
ABE MEDYA'nın aynı adresinde bir şirket daha var adı da Stratejik Kurumsal Danışmanlık. Sahipleri kim peki?

Hanife Baraçlı, Abidin Cüneyt Baraçlı, Sait Sağlam, Zekeriya Yüksel ve Atakan Genç.
Hanife Baraçlı, Hayri Baraçlı'nın eşi. Abidin Cüneyt Baraçlı ise Hayri Baraçlı'nın kardeşi, AKP İl Başkanlığı Disiplin Kurulunda görevli!..
Peki bu firma İstanbul Büyükşehir Belediyesinden iş almış mı?
Almaz olur mu, BİMTAŞ, İDO, İGDAŞ ve AYEDAŞ olmak üzere toplamda 2 milyon TL'lik iş almış.

***

Bugün ekleme yapacağım durum ise bu genç arkadaşların diğer şirketleri ve aldıkları işler.. Bu şirketlerden birisi Organik İnsan Kaynakları.. Bu firma ABE medya ve Stratejik Kurumlar gibi yine Şişli/Kuştepe'de aynı adreste faaliyet gösteriyorlar. Firma kuruluş sahibi yine Atakan Genç ve Sait Sağlam Gözüküyor. Sait Sağlam da yine Yıldız Teknik Üniversitesi mezunu.

Organik İnsan Kaynakları adlı firmanın faaliyet alana ticaret sicilde yer alan bilgilere göre ''Gerçek ve tüzel kişiler için  personel istihdam sağlamak ve kurumlara hizmet vermek''. Ancak bu firmanın yapmadığı iş yok gibi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bağlı bütün iştiraklerinden iş almış bu firma... İSKİ, İstanbul Enerji, İSTAÇ, İstanbul Otobüs A.Ş., İstanbul Spor, BİMTAŞ ve Orman Su işleri Bakanlığı olmak üzere 33 ihale almış, toplam bedeli ise tam 42 Milyon TL !
Peki Hayri Baraçlı'nın öğrencilerinin, eşinin, kardeşinin İBB den ihale alarak iş hayatında yaşadığı başarılar bu kadarla mı sınırlı? Hayır tabii ki.. Başka firmalardan daha bahsedeyim size.

Bahsedeceğimi firma ise İNFOLOJİ..
İnfo Fuarcılık, İnfoloji Kurumsal Danışmanlık, İnfoloji Teknoloji.. Sahipleri yine Baraçlı'nın öğrencileri Sait Sağlam ve Muhammed Atilla Sevim..
Bu firmalar yine şaşılacak derecede çok başarılı bir iş hayatı geçirmiş. Başarı merdivenlerini birer birer değil üçer beşer atlayarak büyümüş. Sanırsam tesadüf olsa gerek bu arkadaşlar da yine Baraçlı'nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi görev süresi içerisinde muhteşem başarılı işler yapmışlar.

İnfo Fuarcılık,  2016 ve 2018 yılları arasında Metro Ulaşım A.Ş, İETT, BİMTAŞ, İBB Ulaşım, İSKİ başta olmak üzere toplam 8 Milyon TL ilk ihale almış.

İnfoloji Kurumsal Danışmanlık ile BİMTAŞ, İETT, Ağaç Peyzaj, İBB Gençlik ve Spor, İBB Veteriner, İSTAÇ başta olmak üzere 2013-2018 yılları arasında tam 35 Milyon 616 bin TL lik ihale almış, İnfoloji Teknoloji ile 135 Bin TL lik ihale almış..

Yani Hayri Baraçlı'nın Yıldız teknik Üniversitesi'ndeki 3 öğrencisi eşi ve kardeşinin şirketleri Baraçlı'nın görev yaptığı dönem içerisinde toplamda tam 91 Milyon TL lik ihale almışlar..

Hayri Baraçlı'nın eşi, kardeşi,öğrencileri tabii ki iş yapacak. Hatta bir çok kişiden daha başarılı da olmaları söz konusudur. Ancak bu durum hiçbir surette etik ve ahlaki değildir. Şayet ben Baraçlı ile görüşmesem ve ''benim bu firmalar ile organik bir bağım yok'' demese aklıma ilk gelecek olan sanki Hayri Baraçlı bu şirketlerin asıl sahibi, işleri o yönlendiriyor, öğrencileri de Baraçlı'nın sayesinde başarıdan başarıya koşuyor algısı olacaktı.

Tabii yorumlamaları yapmak bizim görevimiz değil ancak yaşanan bu etik olmayan durumları kamuoyuna aktarmak bizim görevimiz.

Ancak şunu öğrendik ki, atalarımız ''Dağ dağ üstüne olur,ev ev üstüne olmaz'' demişler. Şimdi öyle şeyler yaşıyoruz ki artık bu söz AKP döneminde ''Ev ev üzerine olmaz, şirket şirket üzerine olur'' olarak değiştirilmiştir.

Kamuoyunun takdirine..


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

18 Ağustos 2019 Pazar

Yumurta - Mine G. Kırıkkanat

İngiliz yazar Lawrence Durrell ile kendisinden on yaş büyük olduğu için değil, dehasından etkilendiği için “ustası” saydığı Amerikalı yazar Henry Miller arasında dünya edebiyatına yansıyan 45 yıllık bir yazışma ve sarsılmaz bir dostluk vardır. 

Yakınlaşmaları, Lawrence Durrel’in çok beğendiği Yengeç Dönencesi’ni okuduktan sonra Henry Miller’e yazdığı bir mektupla 1935 yılında başlar ve 1980’e kadar sürer. 


Her ikisi de sıra dışı karakterler olan Miller ve Durrel’in en benzeştikleri özellik, anayurtlarına değgin besledikleri aşk ve nefret çelişkisidir. Miller, iliklerine kadar Amerikalı olmasına karşın ABD’de duramamakta; her gittiği yerde Büyük Britanya’nın dışişleri bakanlığına hizmetten geri kalmayan Durrel de “ölü” diye nitelediği İngiltere’de yaşayamamaktadır.

Yıl 1939, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına birkaç ay kalmıştır. Henry Miller, 9 yıldır yaşadığı Paris’i terk edip dostu Lawrence Durrel’in daveti üzerine Korfu Adası’na gider. 
Ömrü boyunca Akdeniz’i mesken tutan, Kıbrıs’ta, İskenderiye’de ilham arayan ve bulan “vatansız” Lawrence Durrel, ailesiyle birlikte 1935’te Korfu’ya yerleşmiştir.

Yöresel tatlarda yoksulluk 
Henry Miller’in Korfu’da başlayıp Girit, Peleponez ve Attik’e uzanan bir yıllık Yunanistan yolculuğu, yazarlığı için bir dönüm noktası olup, “en iyi kitabım” dediği Marussi Devi’nin (The Colossus of Maroussi) esin kaynağıdır. 

Yunanistan gezisinde Miller’in yolu, bir ara kuş uçmaz kervan geçmez bir köye düşer. Köyün tek pansiyonu, yaşlı bir kadının evine yerleşir. 

Yazışmayı sürdürdüğü Lawrence Durrel de birkaç günlüğüne kendisini görmeye gelir. 
Dul kadının tek geliri pansiyon ve tek müşterisi Miller’dir. Eski taş evde boş oda boldur, bir odaya da Durrel yerleşince, yaşlı kadın çok sevinir.

Savaş henüz başlamamış, ama kıtlığı başlamıştır.
 
Tüm ülkeler gibi Yunanistan’da da halk açlık çekmektedir ve turistler için bile yiyecek bulmak kolay değildir. Ancak köylerde durum biraz daha iyidir. 

Pansiyon sahibi kadın, Tanrı’nın kendisine lütfettiği iki varsıl müşterisine “yokluğu” hissettirmemek için bulup buluşturuyor, öyle lezzetli yemekler yapıyordur ki, Miller ve Durrel tabaklarına konulan alaşımlardaki unun çokluğu, yağın ve etin yok denecek kadar azlığını, “yörenin mutfak alışkanlıklarına” bağlıyorlardır. 

Mevsimlerden kış, ama hava ılıktır ve kunt köy evinin ısıtılmadığı da pek fark edilmez.

Rafadan koşturmaca 
İki dost günlerini yazarak, söyleşerek ve her ikisinin de temkinli davranıp yanlarında getirdikleri içkileri pansiyon sahibinin un çorbası ve sade böreklerine, bazen de zeytinyağlı sebze yemeklerine katarak geçinip giderler. 

Bardaktan boşalırcasına yağmur yağan bir sabah, Henry Miller’in canı fena halde “rafadan yumurta” ister, kahvaltıda. Yaşlı kadın, sipariş edilen rafadan yumurtayı getirir, ama yumurta buz gibidir. 

Miller, “Rafadan yumurta soğuk yenmez!” der kadına. “Lütfen yeni bir yumurta pişirin ve sıcak getirin!” 

Gıkı çıkmaz kadıncağızın. Yeni bir yumurta pişirmek üzere kaybolur ortadan. Ne zaman sonra geri gelir, ancak yumurta yine soğumuştur.

Henry Miller, sinirlenir. Pansiyon sahibine iyi bir zılgıt ve rafadan yumurta nasıl yenilir konulu nutuk çeker, üçüncü bir yumurta emreder. 

Miller, yeni rafadan atılımının sonucunu beklerken, Lawrence Durrel’in pencereye gidip dışarı bakacağı tutar. 

Yaşlı kadın, bir elinde şemsiye ötekisinde yumurta tenceresi, köyün çamurlu yollarında koşarak gelmeye çalışıyordur.
 
Durrel ne olup bittiğini kavramış, altüst olmuştur. Henry Miller’i pencereye çağırıp, “Bak!” der, “Yumurtalar bu yüzden soğuk geliyor...” 

Evde odun bitmiş, mutfağın ateşi de sönmüştür.
 
Müşterisini memnun etmek isteyen yaşlı kadın, yumurtaları pişirebilmek için çamurlara bata çıka köyün öteki ucundaki ekmek fırınına gidiyor, ama rafadan yumurtalar dönüş yolunda soğuyordur.


Aferin almak uğruna 
Henry Miller, yaşlı kadını köyün bir ucundan diğerine koşturan anlamsız kaprisinden çok utanmıştır. Üçüncü soğuk yumurtayı sessizce yer ve bir daha da rafadan yumurta, diye tutturmaz ev sahibine. 

İki yazar, Akdeniz insanlarının “aferin almak” ve konukseverlik uğruna yaptıkları fedakârlığa bağlıyarak düşünürler hep bu olayı. Öyle de yazar, Miller.
 
Ama ben yıllar önce okuyup unutamadığım bu anekdotu başka türlü yorumluyorum. 
Geçmişte Yunanistan’daki köyün bir ucundan ötekine koşturan yaşlı kadın, bugün ikinci yumurtayı Miller’in suratının ortasına patlatır. Keza zengin ülkelerin tamamında daha birinci yumurtayı beğenmezliğinizde kapı dışarı edilirsiniz. 

Ama Türkiye’de, Arnavutluk’ta, Romanya’da vb. hâlâ bulabilirsiniz varsıllardan “aferin almak” için çabalayan yoksulları… 

Çünkü yoksulluk, aynı zamanda ezikliktir. 

Eziklik ise geri kalmışlığın en açık göstergesi. 

Ve Türkiye’nin kanını iliğini sömürerek semiren muktedirler; emdikleri kemiği halka atarak, ülkeyi büyüttüklerini iddia edebilmektedirler! Oysa yarattıkları biat kültüründe, ancak eziklik büyür. Ezerek semirenler bile toplumsal ezikliğin, ortağı, paydası ve tutsağıdırlar.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

17 Ağustos 2019 Cumartesi

20 yıl sonra sermaye İstanbul'u depreme teslim etmiş durumda - Kaya Emre Uzmay

17 Ağustos 1999’da gerçekleşen büyük Gölcük Depremi sonrasında resmi rakamlara göre 18 bin 373 yurttaşımız hayatını kaybetmiş, 40 binin üzerinde yurttaşımız yaralanmış ve 505 yurttaşımızsa sakat kalmıştı. Gölcük Depremi’nden 20 yıl sonra İstanbul’da deprem riski güncelliğini koruyor. Hükümet, TOKİ ve inşaat patronlarıyla el ele insanları bir kere daha yıkıntıların altına gömmeye hazırlanıyor.

Alman sismolog Prof. Dr. Marco Bohnhoff, dün yayımlanan bir söyleşide İstanbul'da beklenen depremin kesin olduğunu vurgulamıştı. Sismolog Bohnhoff, depremin 7,0 ile 7,4 arasında bir büyüklükte olacağını söyleyerek “Mesele İstanbul'da bir deprem olup olmayacağı değil, çünkü olacak. Asıl büyük soru işareti ne zaman olacağı konusunda” demişti.

İstanbul’da bir depremin gerçekliği tartışılırken, geçtiğimiz on yıllar kentin sermayeye denetimsiz bir şekilde teslim edilmesine ve deprem için biriktirilen kamu kaynaklarının sermayedarlara teslim edilmesine sahne oldu.

ÇADIR ALANLARININ NEREDEYSE TAMAMI YOK OLDU
18 bine yakın yurttaşımızı kaybettiğimiz Gölcük Depremi’nin üzerinden 20 yıl geçmişken olası depremin zararlarının en aza indirilmesi herkesin kaygısı oldu ama hükümetin ve patronların böyle bir gündemi yoktu. Gölcük Depremi'nden sonra İstanbul’da deprem için 480 tane çadır alanı belirlenmişti. Çadır alanı olarak belirlenen alanlar için genellikle yeşil araziler ve boş araziler tercih edilirken bu alanlar sonraki yıllarda bir rant kaynağı olarak görüldü ve yüzde 90’ına yakın bir bölümü imara açıldı.

Daha önce soL’a konuyla ilgili değerlendirmede bulunan dönemin İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Cemal Gökçe, “Bu alanların kimi AVM, kimi lüks konutlar için kullanıldı. Bu da bir milyon insanın evsiz kaldığı bir ülkede insanların kalabileceği bir çadır alanının bulunmadığı anlamına geliyor. Kalan yüzde 10’luk alanın ise çok büyük bir kısmının sahil bantları olduğu bir gerçek. Bu alanlarda doğa verdiğini geri alabilir” yorumunda bulunmuştu.

ÇADIR ALANINA DEĞİL AVM’YE SIĞINILACAK
İstanbul’daki çadır alanlarının ranta kurban verilmesinin iyi bir örneği Bostancı’daki 180 çadır kapasiteli alana inşaa edilen “Pragon Residence”. Bir başka örnek, Ortaköy’de bulunan 185 çadır kapasiteli Ermeni Vakfı’na ait arazide inşa edilen rezidans. Abide-i Hürriyet Parkı’nda 700 çadır kapasiteli alana inşaa edilen ‘Avrupa’nın en büyük adalet sarayı’ olmasıyla övünülen Çağlayan Adliyesi'ni de unutmamak gerek.

Devlet Malzeme Ofisi’nin Üsküdar’daki 270 çadır kapasiteli alanıysa sonradan özelleştirme idaresinin imar planını değiştirmesi üzerine Medeniyet Üniversitesi'ne dönüştürülmüştü.
1999 yılında belirlenen 480 çadır alanında yapılan incelemeler buralarda bolca AVM, rezidans ve lüks site inşaa edildiğini gösteriyor.

SERMAYE İNSANLARI MOLOZLARA GÖMMEYE KARARLI: ‘KUMU DENİZDEN ÇALDIM’
Ağaoğlu Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu, 2009 yılında yaptığı bir açıklamada 1970’lerde Anadolu yakasında yapılan çoğu inşaatın malzemelerini kendisinin sattığını söyleyerek sorumlu olduğu binaların ‘kağıt gibi yıkılacağını’ söylemişti. İnşaatlar için kumları Marmara Denizi'nden, demirleri hurdadan çektiğini söyleyen Ağaoğlu, “tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul'a ordu bile giremez, ölen şanslıdır” demişti. Bu sözlerdeki ağır trajedi ise Ağaoğlu'nun bunları yeni rant ve yağma alanlarında yapılacak inşaatlara talip olurken söylemesiydi. 

BİNALAR İMAN KUVVETİYLE AYAKTA DURUYORMUŞ
Ağaoğlu aynı demecinde “Tüm firmalar böyle çalışıyordu. Belki karamsar bir tablo çiziyorum ama ilkokuldan bu yana işin içindeyim. İşin mutfağında yetişen biri olarak söylüyorum ki mevcut yapı stoğunun yüzde 70'i deprem açısından güvenli değil. Binalar resmen iman kuvveti ile ayakta duruyor. Binaların 17 Ağustos'ta nasıl karton gibi yıkıldığını unutmamak lazım” sözlerini kullanırken “En lüks semtlerdeki o süslü püslü binalar için konuşuyorum çoğu sadece tuğla üstünde duruyor, içleri gitmiş. 1970'li yıllar, sanayağ ve benzinin karneyle alındığı zamanlardı” demişti.

Ağaoğlu’nun tepki çeken açıklamalarını daha sonrasında diğer inşaat partronları da tekrarlamıştı.

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ: DEPREM VERGİSİ
Gölcük Depremi’nin ardından toplanmaya başlayan deprem vergisi ilk başta geçici olarak toplanıyordu. Daha sonrasında 2009’da kabul edilen bir yasayla vergi devamlı hale gelmişti. Elekronikten gıdaya kadar hemen hemen her üründen alınan ‘deprem vergisi’nin akıbeti gene 2011’de Van Depremi’nin ardından merak edilmişti.

570 yurttaşın hayatını kaybettiği 2 bin 555 kişinin yaralandığı Van Depremi’nin ardından depremzedeler -10 derece sıcaklıkta çadırsız, barınaksız kalmışken tekrar gündeme gelen deprem vergisine dair açıklama dönemin AKP’li Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün’den gelmişti.

Dönemin AKP’li Bakanı Ergün, yaptığı açıklamada “‘Deprem vergisi' diye bir vergi yok” demiş ve Deprem vergisine ne olduğunu sormanın siyasi istismar olduğunu savunmuştu.
1999 yılından 2011 yılına kadar toplanmış olan paranın 40 milyar lira olduğu tahmin ediliyor.

ÖNCE DEPREM SONRA TOKİ
TOKİ’nin ‘deprem konutları’nın güvenilirliği geçtiğimiz yıllarda sıkça sorgulanmıştı. AKP ve TOKİ yetkilileri TOKİ konutlarının dayanıklı olduğunu iddia etse de, fay hattı ve dere yatağı üzerine yapılan konutlar dökülmeye devam ediyor.

TOKİ konutları 2012’de Batman’daki sel sularının ardından kısmi olarak çökmüş, Kütahya’da da fay hattı üzerine TOKİ konutları inşa edildiği ortaya çıkmış Samsun’da yaşanan sel felaketininde TOKİ konutlarında 6’sı çocuk 8 kişi hayatını kaybetmişti.

DEPREMZEDE MİSİNİZ? O ZAMAN TOKİ’YE BORÇLANMAYA HAZIR OLUN
TOKİ, 2012’de Simav’daki depremin ardından evleri ağır hasar görenler için 6 ay gibi kısa bir sürede Muradınlar Mahallesi’nde toplam 928 kalıcı konut yapmıştı. Depremzedeler, büyüklüğüne ve mevkisine göre fiyatı 67 bin lira ile 88 bin lira arasında değişen, ilk 2 yılı ödemesiz 20 yıl vadeli, depreme dayanıklı konutlara kurayla yerleşmişti. Evlere yerleşen depremzedelerden daha sonrasında 12 bin liraya kadar ek ödemeler istenmişti.
2014’teyse Elazığ’da depremzedeler için yapılan konutlar çökmeye başlamıştı. Evler çökmeden önce de konutlarda kalanlar, konutların oturmaya elverişli olmadığını, kaloriferlerin çalışmadığını sürekli dile getirmişlerdi.

AKUT : ‘İNSANLARIN DEPREM HAZIRLIĞI YOK’
AKUT geçtiğimiz günlerde “Deprem Farkındalık ve Bilinçlendirme Araştırması” yayımladı. AKUT’un 26 ayrı bölgede yaptığı araştırmasına göre, olası bir depreme karşı hazırlık durumunun sorgulandığı bölümde katılımcıların yüzde 55’i, “herhangi bir hazırlığının olmadığını” belirtti. 

AKUT’un araştırmasına katılanların yüzde 43’ü olası bir depremde “evlerinin hasar göreceğini- yıkılacağını düşünürken”, bu konuda her 4 katılımcıdan 1’i de kararsız kaldı.

Kaya Emre Uzmay / SOL

15 Ağustos 2019 Perşembe

Can Yücel... Dün gibi... - ZEYNEP ORAL

12 Ağustos 1999... Tam yirmi yıl olmuş Can Yücel aramızdan ayrılalı... Bana sanki dün gibi geliyor... 

İçimden şöyle seslenmek geliyor: Sevgili Can Yücel, bakma “aramızdan ayrıldı” falan diyorum ama, internette her gün senin adına yeni şiirler üretiliyor. Millet benimsediği ve sevdiği sözlerin altına senin imzanı atıyor; işte bir Can Yücel şiiri diye ortaya sürüveriyor

Kimilerini okusan çok öfkelenirsin ya da çok gülersin... Bir, üç, beş, düzelt düzelt başa çıkamaz olduk. Yani öylesine seviliyorsun hâlâ...

Bayram ve barış 
Bu hafta boyunca yine herkes seni andı durdu... Bu yıl Kurban Bayramı’na rastladı bu anmalar... Kurban Bayramı deyince anımsadım senin şu dizelerini: 
“Koyunlar keçiler ve koçlar için 
Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı 
Bu barış var ya, bu barış 
Cephedekiler için o kadar barış” 


Sen gittiğinden beri barıştan söz etmek, “barış istiyoruz” demek daha da tehlikeli oldu bizim buralarda... Barış için akademisyenler, barış isteyen avukatlar, gazeteciler, yazarlar vb. İçeri tıkıveriyorlar... Sonra sen masumiyetini anlat artık...

İçeri düşmek 
Sen varken içeri solculuktan düşülürdü. Şimdi ne sağ kaldı, ne sol. Sadece “bizden olanlar, yani biat edenler” ya da “vatan hainleri yani onun gibi düşünmeyenler var...” 

Sen Che Guevara’nın “İnsan ve Sosyalizm” ile Mao ve Amerikalı bir generalin günlüğünden oluşan “Gerilla Harbi” kitaplarını Türkçeye çevirdiğin için içeri düşmüştün. Amerikalı generalin yazdığı bölümlerden mahkûm olmayı da “CIA’nın bana attığı kazık” diye nitelemiştin!

 Hapisteyken yazdıkların dilimizden düşmez olmuştu. 

“Yaşamak istiyorum /
Yaşamaya bu soğumuş cehennemde / 
Ölü bir dost gibi içim titreyerek düşünmek değil / 
Yaşamayı yaşamak istiyorum” demiştin. 

Elbet dersin: “Yaşamım benim en güzel şiirim” diyen de sendin.

İroni ve humor 
Yaşamında ve şiirinde hep ironi vardı: 
Humor, bir sığınma, savunma mekanizmasıdır. Savunma ama, bir başkaldırıya, bir saldırıya dönüşür... Çok ağır geçen hayatımızın içinde, ironi, bütünselliği bozmayacak ana çaredir. Bir direnç kahkahasıdır” diyordun. 

“Dönülmez Faşizmin ufkundayız / 
Vakit çok geç” derken haklıydın! 

Tencere dibin kara / Seninki benden kara” diye sesleniyordun “Şili’deki Tencereye”. 
Kurtarıcılar kurtara kurtara / Kurtardılar Memleketi memleket olmaktan” derken o günleri arar duruma geleceğimizi elbet bilemezdin. 

Shakespeare Üzre” şiirinde “Türkiye’nin Manimarkası’nda bir şeyler kokuyor / Kimine göre tuz, kimine göre et, / Hamlet! Hamleeet!” derken 12 Eylül faşist darbesini yaşıyorduk. 

“...Garson dedim, bana biraz sabır ver / 
Allah’tan isteyeceğinizi benden istiyorsunuz paşam, dedi. / 
Öyleyse bir Allah ver dedim / Gitti, bir daha da gelmedi”  derken direnç kahkahalarını yeşertiyordun. 

Kim bilir bu günleri görsen neler üretirdin neler...

Her daim afacan 
Can Yücel, şiirimizin hiç yaşlanmayan çocuğu... 
Şiirleriyle kahkaha çiçekleri üreten, sözcüklere takla attıran, dizeleri rengârenk çemberlerde fır döndüren afacan bir çocuk... 
Sokağın diliyle konuşan bir dil cambazı...
İmgelere pabucunu ters giydiren, onları altüst eden sihirbaz... 
Kahkahayı dirence, direnci kahkahaya dönüştüren...
Eleştiriyi hiç ıskalamayan, hedefi hep on ikiden vuran... Amansız bir silahşor! 
İçi gibi şiiri de iyilik ve şefkat dolu... 

Aramızdan ayrıldığında benim yaşımdaydı. O gün bugün benim için hep o “afacan çocuk” kaldı. 

Artık hiç yaşlanmayacak!

Zeynep Oral / CUMHURİYET

Kaz Dağları gerçeği (I-II-III-IV) / MİYASE İLKNUR


Kaz Dağları gerçeği, su ve vicdan nöbeti (I) : Bu vatana nasıl kıydınız?

Son günlerde en çok konuşulan konulardan biri Kaz Dağları’nda siyanürle altın arayacak Kanadalı Alamos Gold Şirketi’ne karşı eylemler. AKP sözcülerinin, milletvekillerinin eylemlere şirketten çok tepki göstermesi ilginç. Önce madenin Kaz Dağları dışında olduğunu öne sürdüler, ardından kesilen ağaç miktarına takıldılar. Maden şirketleri bir ülkeye girmeden önce ülkedeki madencilik yasalarının kendilerine güçlük çıkarmayacak şekilde değiştirilmesi için lobi faaliyetlerine başlarlar. Sonra basını yanlarına çekerler. Türkiye’de de öyle oldu. Maden Yasası, AKP döneminde 14 kez değişti, 118 yabancı firmaya 593 ruhsat verildi.

Keşfedilmiş en değerli on element içerisinde son sırada yer alasa da altın, ademoğlunun en değer verdiği maden olmuştur. Uğruna savaşlar çıkmış, nice cinayetler işlenmiş ve nice göçler yaşanmıştır. Aslına bakarsanız petrol, demir, bakır, alüminyum, kömür gibi gündelik yaşamımızın olmazsa olmazlarından da değildir. Ama gerek ışıltılı görünüşü, gerek nadir bulunuşu ve gerekse paslanmayışı, deforme olmayışı ve kolay işlenmesiyle asırlar boyu insanların en çok sahip olmak istediği meta olmuştur.

Kaliforniya’da altın arayanların öykülerini siyah beyaz filmlerde izlemeyen yoktur. O günlerden bu günlere 150 yılı aşkın zaman geçti. Topraktan altın çıkaran insanların yerini günümüzde çok uluslu şirketler aldı. “Altına hücum” döneminin başladığı 1849-1854 yılları arasında Kaliforniya bölgesinde altın için 4 bin 200 cinayet işlendiği söyleniyor. Tabii bu sadece kayıtlara geçen cinayetler. 

Bir de altın madenlerinde yaşanan ve adına da iş kazası denen cinayetler var. Güney Afrika’ya önce çiftçilik amacıyla giden sömürge ülkeler, bu bölgede zengin altın ve platin rezervlerini öğrenince çiftçiliği yerel halka bırakarak madenlerine hücum etti. ABD, Fransa, İngiltere, Kanada, Brezilya, Almanya, Hindistan’dan sonra Çin de bölgede maden ocaklarına yatırım yaptı.

Madenlerde çalışan işçilerin sık sık direniş yapmaları iş koşulları ve ücretlerinin iyileştirmelerini istemeleri yüzünden Çin’den ucuz kaçak işçi getirdiler. Maden şirketleri bölgede bozulan imajlarını düzeltmek için de “Sosyal Sorumluluk Projeleri” adını verdikleri okul, sağlık ocağı ve içme suyu gibi düşük maliyetli projelerle de göz boyama yolunu seçiyorlar.

Altın için işlenen cinayetler bunlarla sınırlı değil. Toprağa karışık altını diğer madenlerden ayrıştırmak için siyanür kullanımı hem doğa hem de o doğanın nimetlerinden yararlanan insanlar için etkisi yıllar sonra ortaya çıkacak yeni bir cinayet. Hem de toplu cinayet. AB, ABD ve Kanada, siyanür kullanarak altın ayrıştırma yöntemlerini kendi ülkelerinde çoktan terk etmiş. Siyanürle altın ayrıştırma işlemi üçüncü dünya ülkelerine kaymış. Özellikle de Güney Afrika, Meksika, Çin ve Türkiye’deki altın rezervlerine Kanada, ABD ve Avusturalyalı şirketler adeta akın etmiş.

Altın madenleri, özellikle de siyanürle altın ayrıştırma işlemi Türkiye’nin gündemine 1990’larda Bergama’daki altın madeni ile geldi. Almanya ve Avustralya menşeli şirketlerin ortaklığında kurulan Eurogold firması 16 Ağustos 1989’da maden arama ruhsatı aldı, 1991’de tesis inşaatına ve maden için ön hazırlıklara başladı. 2005’ten beri Koza Altın İşletmeleri tarafından işletilen maden ocağı 90’lar ve 2000’lerde birçok kez el değiştirdi, hisseleri Amerika, Almanya, Avusturya, Fransa ve Kanada menşeli şirketler arasında gidip geldi. Önce ağaçların kesilmesi ile başlayan eylemler, daha sonra altının ayrıştırma işleminde kullanılan siyanürün çevre ve halk sağlığını tehdit edeceği konusu öne çıkarıldı. Dünyanın birçok bölgesinde altın madeni işleten şirketlerin çevreci direnişçilere karşı kullandığı savunma tek tepti: “Altının topraktan çıkarılmasında kullanılan siyanür çok düşük miktarda ve siyanürün kullanılacağı havuzlar özel membranlı sızdırmaz malzemelerden yapılıyor.”
Ancak kazın ayağı öyle değil. Dünyada son 25 yıl içerisinde siyanürle altının ayrıştırılması yapılan işletmelerde toplam 30 kaza yaşanmış. En büyük kaza bundan on yıl önce Orta Avrupa’da meydana geldi. Bu kazada, Tuna Nehri’ne 100 bin metreküp siyanürlü atık su karışmış. Kazalardaki en büyük nedenlerin başında da deprem, iklim değişikliği ile ortaya çıkan aşırı yağış sonrası ortaya çıkan havuz taşmaları. Bu kaza sonrası, ortaya çıkabilecek kazalarda sınır ötesi hasarların, olası çevre kirlilikleri nedeni ile çevre ülkelerin de müdahil olabilecekleri yönünde Avrupa Birliği’nde bir fikir birliği oluşmuş.
Altın madeni işleten şirketlerin bir ülkeye girmeden önce birtakım ön çalışmalar yaparlar. Önce o ülkenin madencilik yasalarının kendilerine güçlük çıkarmayacak şekilde değiştirilmesi içen lobi faaliyetlerine başlarlar. Bu lobi faaliyetlerine iktidar muhalefet farketmez parlamentodan yandaşlar devşirilir. Kamuoyunda tepki çekmemesi için ikinci yapılacak iş basını yanlarına çekmektir. 

Madencilik Yasası değişmeden önce basında o ülkenin ne kadar zengin madenlere sahip olduğu, onların çıkarılması halinde ülkenin ekonomik sorunlarının çözüleceği, bölge halkına da geniş istihdam olanakları sağlanacağı yazdırılır. Maden Yasası parlamentoya getirildiğinde artık lobileri sayesinde itiraz eden kalmaz, kalsa da sesi duyurulmaz. Ardından da yerli maden şirketleriyle ortaklıklar kurulur. İlk arama ve sondaj ruhsatları ile ÇED raporlarının hazırlanması işleminde bu şirketler taşeron olarak kullanılır. Sonra asıl şirket, yani yabancılar gelip her türlü bürokratik işlemi tamamlanmış madeni devralırlar. Madeni çıkartıp sona geldiklerinde de madenin kapatılması, kesilen ağaçların yerine yenilerinin dikilmesi gibi kendileri için angarya olarak görülen işlemleri yapması için de madeni yine yerli bir şirkete satarlar.

Nitekim Türkiye’de de öyle oldu. Madencilik Yasası tam 15 kez değişti. Tabi bu değişiklik devletin ve kamunun yararına değil, maden şirketlerinin, özellikle de yabancı şirketlerin lehine oldu. Önce ANAP döneminde 1985 yılında değişikliğe uğrayan yasa, AKP iktidarı döneminde 14 kez değişikliğe uğradı. Bu dönemde 118 yabancı firmaya ait 593 maden ruhsatı verildi. Hükümetler de yabancılar lehine değiştirilen maden yasalarını savunmak için ülkenin yeraltı zenginliklerinin günyüzüne çıkarılması, toprak altında yatan bu zenginliğin ekenomiye kazandırılması ve istihdama katkı sağlanması argümanını sıklıkla kullanırlar. Oysa siyanürle altın ayrıştırma sürecinin istihrama katkısı oldukça sınırlı. Bir altın madeninin işletilmesi 8 ila 16 yıl arasında değişiyor. Hiçbir sigorta şirketinin bu madenlere uzun süreli sigorta anlaşması yapmaması ve üretimi durdurulan işletmeleri ise sigorta etmemesi de ayrı bir sorun.

Türkiye’de madencilik ruhsatı verilmesi konusunda AKP iktidarı oldukça gayretkeş. Özelleştirmeler sonucunda ülkenin yerüstünde satacak bir şeyi kalmayınca gözler yeraltına çevrildi. Üstelik bu çokuluslu şirketlerle yapılan anlaşmalarda da devlete verilecek pay oldukça düşük. Arada başka paylar pazarlık konusu değilse bu anlaşmalara imza atmak ya işbilmemezlikten ya da vatan hainliğinden öte bir şey değil.

Bir yandan kentin orta refüjlerine, yol kenarlarına çiçek ve ağaç dikmekle övünen AKP iktidarı, yeşil alanları imara açmak, HES’lerle dere yataklarını ve akarsuları yok etmek, orman alanlarına ve kamuya açık sahillere imar izinleri vermek konusunda sınır tanımıyor.
Kaz Dağları’nda değilse ağaç kesilebilir    
Son günlerde kamuoyunun en çok tartışılan konularından biri Kaz Dağları’nın Çanakkale tarafındaki Kirazlı bölgesinde siyanürle altın ayrıştırma işi yapacak olan Kanadalı Alamos Gold Şirketi’ne yönelik eylemler. Maden sahasında 150 bine yakın ağaç kesilmesine ve siyanürle altın ayrıştırma işlemine karşı Türkiye’nin her tarafından çevreciler Kirazlı bölgesine günlerdir akıyor. Eylem bölgesi Çanakkale merkezine kaydırılmasına rağmen Kaz Dağları’na ve bölgede yaşayan halkın sağlığına yönelik tehlikelere dikkat çekmek amacıyla başta Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan olmak üzere bölge milletvekilleri, meslek odaları ve çevreci sivil toplum örgütleri seslerini dünyaya duyurmak için her yolu deniyorlar. Üstelik Kaz Dağları’nda 29 arama ruhsatı var. Bunlardan sadece iki tanesi için işletme ruhsatı verilmiş. Bu 29 tane ruhsat verilen alanda maden çıkması halinde Kirazlı bölgesinin başına gelen Kaz Dağları’nın diğer bölgelerinde de yaşanacak demektir.

Alamos Gold şirketlerinden çok AKP sözcülerinin, milletvekillerinin bu eylemlere tepki göstermesi ilginç. Önce maden sahasının Kaz Dağları sınırları dışında olduğunu öne sürdüler. Sanki Kaz Dağları dışında olursa binlerce ağacı kesmek mubahmış gibi. Ardından kesilen ağaç miktarına takıldılar. Bölgede Orman Bakanlığı tarafından kesilen ağaç sayısının 130 bin değil, 13 bin olduğunu öne sürdüler. Oysa maden sahasını gezenler ve bölgede ağaç sıklığını görenler metrekareye düşen ağaç sayısını hesapladıklarında kesilen ağaç sayısının 130 bin ya da 150 binin çok üzerinde olduğunu rahatlıkla görüyorlardı.


Ormanın katledilmesi bir yana bir diğer konu da bölgenin Çanakkale ilinin içme suyunu sağlayan Atikhisar Barajı’nın 8 km. yakınında bulunması. Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, barajın su toplama havzasının korunması için DSİ’nin belediye ile sözleşme imzaladığına dikkat çekerek “Biz bu su toplama havzasını her türlü kirlilikten korumak için sözleşmenin gereğini yerine getirirken bizzat devletin kendisi hem de deprem bölgesi olan bir alanda siyanürle altın ayrıştırma işlemi yapacak maden şirketine ruhsat veriyor” diyor.
Hükümet sözcüleri “Maden şirketine ruhsat verileli yıllar oluyor, akılları şimdi mi başlarına geldi” diyerek yapılan eylemleri küçümsüyor. Oysa Başkan Gökhan, bu konuda yıllardır mücadele verdiklerini, ancak ülke gündemine eylemler sonucunda geldiğini belirtiyor. 


Dışarıdan gelen çevre gönüllülerinin eylemlerine maden sahasına yakın köylülerden çok azı destek veriyor. Bunun bir nedeni köylerde birkaç yaşlıdan başka nüfusun bulunmaması ve maden şirketlerinin köylere, çöp konteynırlarına, cenaze arabaları, muhtarlıklara bağış yapmaları. Muhtarlar aracılığıyla köylülere madende iş verileceği vaadi de etkili oluyor. Ama hakkını yemeyelim, bu konuda duyarlı olan köylüler de yok değil.

Dört ayda bu hale getirdiler
En başından bugüne, süreç nasıl gelişti?
2007 yılından beri bu mücadelenin içindeyiz. ÇED raporu öncesinde biz Kaz Dağları Belediyeler Birliği olarak Kirazlı bölgesine eylem için geldik. Bizi alana sokmamaya çalıştılar, zorla girdik. Bu arada ruhsat verilmemesi için belediye meclis üyeleriyle o zaman 2009 senesinde valiye gittik. Aralarında AKP’li, MHP’li meclis üyeleri de var. O arada yasal süreçler sürerken davalar açmamızın yanında mitingler yapmışız ama daha henüz arama, sondajlar yapılıyor o süreçte. Henüz ağaç katliamı başlamamış. Biz tepkiyi gösterince bazen duruyorlar, sonra yeniden başlıyorlar. Sonunda ÇED raporunu iptal ettirdik. En son bundan iki yıl önce burda ağaç kesmeye başladılar. O zaman buraya bütün meclis üyelerini getirdik, yürüyerek tepeye kadar çıktık. Bir daha itiraz ettik. ÇED bozuldu. Bu arada yerel seçim süreci başladı. Ağaç kesimlerine süratle devam ediyorlardı. Sonuçta seçim sürecinde bir anda yeni bir ÇED raporu hazırlandı ve Çanakkale Valisi de imzaladı.

Vali imzalayınca...
ÇED raporu vali tarafından imzalanınca şirket ormana hurra daldı. O zaman biz “bir dakika bir durun” dedik. Burda böyle bir hamle olunca nöbet tutmaya başladık. Adına “Su ve Vicdan Nöbeti” dediğimiz bu nöbet mahallini Balaban köyü alanına kurduk. Vicdan nöbeti dedemizin gayesi görenin vicdanı sızlıyor. Gelip de görenin vicdanı sızlamıyorsa, “idare edin” diyen varsa gelsin söylesin. Maden alanına gidiyoruz, kapıları açmıyorlar. 

Milletvekilleri ile geldik. Adam ormana büyük makinelerle giriyor, koca alanı bir günde talan ediyor. Bu bölge dört ayda bu hale geldi. Dört ay öncesine kadar böyle bir durum yoktu. Yol yapıyorlardı, ağaç seyreltiyorlardı. Şimdi öyle değil ki. Tek tek ağaç kesmiyorlar makineler bir anda yüzlerce dönüm arazideki ormanı bir anda yok ediyor. Ayın 5’inde bir eylem yapmak için halka çağrı yaptık. Büyük bir katılım oldu. Bu arada uluslararası platformda konuyu dile getirdik. Sosyal medya üzerinden çağrılar yaptık. Johnny Depp dahil ummadığımız herkesten destek geldi.

Ağaç katliamı işin bir yönü. Bir de siyanürle ayrıştırmanın getirdiği zararlar var.
Biz diyoruz ki, tamam bu adiliği yaptınız. Bu da kötü de... Bizim başlıca hedefimiz siyanürün toprağa değmemesi. Maden arama ruhsatı verilen yer Çanakkale ilinin içme suyu ihtiyacını karşılayan Atikhisar Barajı’nın tam tepesi. Hatta buradan bir dere geçiyor, tam maden alanının altından dolanır, doğruca bizim baraja gelir. Sadece bu dışarıdaki dere. Yeraltı sularını saymıyoruz. Benim de sorumluluk alanım burası. DSİ ile bir protokol yapmışız, bu protokolün beşinci maddesi diyor ki, “Burası uzun mesafeli koruma alanı ve burayı koruyacaksın.” Çünkü buradaki birçok dere, derecik hepsi o haritanın üzerinde belli zaten ve onların hepsi bizim baraja akıyor. Bu haritayı ben çizdirmedim. Bunu Çevre Bakanlığı çizdirdi. Nitekim bir sene bir kuraklık oldu, susuzluk başladı o zaman bizim baraj kuruma noktasına geldi. Bu arada toprak ortaya çıkınca yakındaki köylüler o toprağı ektiler. Biz hemen müdahale edip o ekili alanları sürdük, yok ettik. Çünkü sebze ektiği o alana ilaç atıyor. O ilaç atacak, gübre atacak, belki hayvan ve insan dışkısı olacak ve onlar da önce toprağa sonra da yeraltı sularına karışacak. Çünkü Çanakkale halkının sağlıklı su kullanmasını sağlamak benim görevim.

Siyanür dışında burada suya ve toprağa karışması muhtemel ne tür zararlı kimyasallar var?
Şu ardınızdaki tepe yok olacak. Bu tepenin altında sadece altın yok. Civa var, mobilen var bunlar açığa çıkacak. Hatta kazılan yerde sülfür açığa çıktı. Sülfür çıktığında yağmurla tepemize asit şeklinde yağacak.Siyanür yağması başlayacak daha sonra. Şirketin savunması, “Efendim biz bunu betonla mebranla toprağa karışmasını önleyeceğiz, sızmayacak. Ne zaman? Bu yıl sızmayacak, beş yıl sızmayacak, on yıl sızmayacak belki. Ama burası 1. derece deprem bölgesi. Yenice fay hattı buradan 7-8 kilometre uzaktan geçiyor. 1950’li yıllarda büyük bir deprem oldu ve Yenice yıkıldı, 240 insanımız öldü. Bu bölgede iki fay hattı var. Bir tanesi Saros Körfezi’nden geçer. Bir de Edremit’e inen bu fay hattı. Buradaki bir deprem siyanürün sızma ve toprağa karışma riskini canlı tutuyor.

Yüzde 2 için değer mi?
Başka bir gerçek var, buradan çıkarılacak altının beyan edilen değerinin yüzde 2’si. Haydi dördü olsun. Yüzde 96’sını götürüyorsun? Al, 96’sını bize ver. Çocuk aldatır gibi. Burada çıkacak altının değeri kaç tonsa bu doğayı yeniden yaratmaya yeter mi? Efendim, biz ağaç dikeceğiz. Ağaç dikmek mümkün de bu hale getirmek binlerce yıl alır. Bir de suyu zehirliyorsun. Erozyon olmayacağını kim garanti edebilir? Bu orman insan tarafından bu hale getirilemez. Ekosistemi yok ediyorsun. Orada börtü böceğin, floranın, faunanın oluşturulmasını ne siz ne torununuzun torunu görür. Elimizde bu değer varken bunun binde bir değerine burayı feda etmek akıl kârı değil.

                                                                       *
Kaz Dağları gerçeği,su ve vicdan nöbeti (II) : Çakıl taşı vermedik altınları verdik.

Kaz Dağları’nın uzantısı olan Kirazlı orman sahasındaki eylem alanına giderken pek çok köyden geçtik. Hepsi de orman içinde birkaç yaşlıdan başka kimsenin kalmadığı küçücük köyler.


(Osman, Şakir ve Hasan Kayalıdağ kardeşler ormanın köylüsü. Hayvancılıkla geçiniyorlar. Yanı başlarında ormandan 150 bin ağaç kesilmesine isyan ediyorlar.)

Yol sormak için bir köyde arabadan indiğimizde diğerlerine göre daha bakımlı bir köy evinin bahçesinde ektikleri sebzeleriyle uğraşan bir çiftle sohbet ettik. 

Emekli bir astsubay Halil İbrahim Avcı ve eşi Adalet Avcı, altın madeni için ormanda on binlerce ağacın kesilmesinin yanında, altını ayrıştırmada kullanılacak siyanürün hemen olmasa da uzun vadede hem doğaya hem de canlılara zarar vereceği için tepkiliydiler. Adalet Avcı, bahçedeki sebzelerinin yakındaki termik santral nedeniyle zarar gördüğünü, geçen yıl domateslerinin dalında çürüdüğünü, bu yıl ise biberlerinin hiç olmadığını örnek vererek “Bizim toprağımız verimlidir. Ne ekersen olur. Burası domatesi ile ünlü bir bölge. Termik santraldan önce sebze ve meyvelerde iyi ürün alırdık. Ama artık dalında çürüyor. Bunun bir nedeni olmalı. Su ve hava kirliliği buna yol açar. Yağan yağmur nedeniyle termik santralın çıkardığı kimyasallar bizim topraklarımıza düşüyor. Şimdi de altın ayrıştırmada siyanür kullanılmasının zararının olmadığı yalanını söylüyorlar. Açık havuzlarda havaya, suya karışmayacağının garantisi yok ki” diyor.

Halil İbrahim Avcı ise Amerika’da uzun görev yaptığını belirterek şu saptamayı yapıyor: “Bu yabancı maden şirketleri kendi ülkelerinde niye bu kadar ağaç kesemiyor ve siyanür kullanamıyorlar? Çünkü çevreye duyarlı bir halk ve sivil toplum kuruluşları büyük tepki gösteriyor. O yüzden bizim gibi ülkelere geliyorlar. Devlete verecekleri küçük paylar karşılığında yerüstündeki zenginliklerimizi yeraltında küçücük bir miktara talan etmelerine izin veriyoruz da ondan.”

Bahçelerinde yetişen kiraz, şeftali ve üzümleri ikram ederek eylem sahasındaki çevrecilere selamlarını iletmemizi sıkı sıkıya tembih ediyorlar. 

Atatürk ve Pehlevi
Yol tarifini aldıktan sonra eylem çadırlarının kurulduğu yamaca ulaşıyoruz. Çadırlar, Balaban köyünün yamacına kurulmuş. Balaban köyü Atatürk’ün 1934’te İran Şahı Rıza Pehlevi ile bir çınarın altında oturup kahve içtiği köy olarak tarihe geçmiş. O ağaç kurumuş yerine başka bir ağaç dikilmiş. Yeni ağacın üzerine Atatürk ve Rıza Pehlevi’nin kahve içtiği anı görüntüleyen bir pano asılmış. “Bir dağın başında Atatürk ve Rıza Pehlevi’nin ne işi varmış, sadece kahve içmek için mi bu dağın başına gelmişler” diye merak edenler olabilir. Elbette kahve bahane. Asıl amaç, Çanakkale’den bu orman köylerine ulaşan yolu göstermek olduğu için Rıza Pehlevi’ye bu bölgede kahve ikram etmek istemiş. O yol öyle iş makineleriyle değil, köylünün çapa ile kol gücünü kullanarak yapılmış. Kahve içtikleri o ağacın olduğu alanı da çok güzel bir kır kahvesine dönüştürmüşler. 

Biz de eylem çadırlarına uğramadan önce burada bir yorgunluk kahvesi içmek için mola verdik. Yan masada üç köylünün de madeni ve orman yağmasını konuştuklarını duyunca önce masadan masaya konuştuk. Sonra masaları birleştirdik. Gözlerinin içi gülen, nüktedan üç yaşlı dayı. Birbirlerine benzerliklerini görünce akraba olup olmadıklarını sorduk. Üçü de kardeşmiş meğer. Osman, Şakir ve Hasan Kayalıdağ kardeşler ormanın köylüsü. Hayvancılıkla geçiniyorlar. Yanı başlarındaki ormandan 150 bin ağaç kesilmesinden dolayı serzenişte bulunuyorlar. 

Bize ceza yazıyorlar
Büyük kardeş Osman Kayalıdağ, birkaç yıl önce keçileri orman yetiştirme alanına kaçtığı için ceza almış. Hayvanlarının bir daha ormana girip zarar vermemesi için arazisinin etrafı çitlerle çevrilmiş. Gülünce gözleri tek çizgi halini alan Hasan Kayalıdağ, kendi başına gelenle, şu an madencilerin verdiği zararı şöyle kıyaslıyor:  “Biz ormana zarar verirsek birincide uyarı ikincide ceza var. Benim keçilerim orman dikim alanına girmiş. Yetişme sahasına girdiği için ceza aldım. Orman köylerinde tarım zaten yok, hayvancılık da sınırlanınca köylü şehre kaçacak ve devletten iş isteyecek. Ekilecek arazimiz vardı, ama Orman İdaresi ona da el koydu. Eskiden devlet, ormanı biz köylülerden koruyordu. Yani kendi halkından. Haklıydı da yoksa bu orman kalır mıydı böyle. Kadere bak ki, şimdi de biz ormanı devletimizden koruyoruz. Eskiden dedemiz, babamız bu arazilerde boş kalan yerleri sürdü. Orman İdaresi dedi ki, ‘yok arkadaş, burası benim, süremezsin.’ Hatta tapusu ailemize ait arazileri orman kapladığı için elimizden aldılar. Ormanı korumak için kendi arazimizi terk etmek zorunda kaldık. Hayvancılığı da bıraktık. Benim hayvanım o tel örgünün ötesine geçtiğinde ben suçluyum. Madenci girdiği zaman ses yok. Ruhsatı var diye serbest.”

Çıkarılmasın demiyoruz
Sözü bu kez ortanca kardeş Hasan Kayalıdağ alıyor. Madenin hem köylere hem de Çanakkale halkının içme suyuna da zarar vereceğine dikkat çekiyor: “Bu köylerin hatta şehrin bütün suları bu tepenin altındaki derelerden gidiyor. Köyün hayvanları bu sulardan içiyor. Sade doğa bozulmuyor, insan, hayvan bütün canlıların doğası da bozuluyor. 

Hayvancılık yapıyoruz. Ağırlıklı olarak çevre köylerin hepsi hayvancılıkla uğraşıyor. Arazide otlayan bunlar. Bunun sadece etinden faydalanıyoruz. Köyümüz 45 haneli bir köy. Arazi ormanla kaplı olduğu için tarım yapacak alan yok. Burası Altınoluk’la birlikte oksijeni en bol yer. Aşağıda bir termik santral yapıldı. Bize çok zararı yok ama aşağı köylüler zarar gördü. Yetkililer denetlemeyi ihmal ettiğinde filtreyi devre dışı bırakıyor. Tam devre dışı olmazsa o gaz salınır mı? Filtre pahalı geliyor. Sıkıntı o zaman başlıyor. Biz madenler çıkartılmasın, termik santral kurulmasın demiyoruz. Ama doğaya da zarar vermeyin.”
Dedeleri Çanakkale gazisiymiş. Deneyimli asker olduğu için ön cephede savaşmış. Bir İngiliz subayının yaklaştığını görünce elbisesini ve postallarını almak için çekip vurmuş. İngiliz subaydan aldığı elbise ve postalları, köyüne döndüğünde 15-20 yıl giydiğini söylüyor torunları. En küçük torun Şakir Kayalıdağ, “Çanakkale’yi düşman geçemedi ama o ülkelerin şirketleri elini kolunu sallayarak geçtiler. Devlet büyüklerimiz hep söylüyorlar ya ‘Biz bu ülkenin bir çakıl taşını vermeyiz’ diye. Çakıl taşını vermiyoruz elbet, çakıl taşı yine bizde de, altınını, kromunu, borunu veriyoruz” diyor.
YABANCI MADENCİNİN UYGULAMA EYLEM PLANI
Dokuz aşamada maden sömürüsü
Efemçukuru’nda Kanadalı Tüprag şirketiyle alt taşeron olarak çalışan ve davalık olan Doğşen Şirketi Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Doğan, yabancı maden şirketlerinin bir ülkenin siyasetçi, bürokrat, basın mensubu, sivil toplum örgütü ve yerel işbirlikçileri ile madenlerin hangi aşamalardan geçerek sömürüldüğünü anlattı. 

Şirketlerin, madenden devlete verilen paydan, kesilen ağaca kadar yaptığı her açıklamanın yalan olduğunu belirten Doğan, “Yerli işbirlikçiler olmasa bu sömürü düzeni kurulmaz” diyor ve yabancı şirketlerin operasyonlarını sekiz aşamada şöyle sıralıyor:
1- Öncelikle çalışma yapacakları ülkelerde, tabii Türkiye’de de Maden Tetkik Araştırma ‘Daireleri’ndeki maden saha bilgilerine sahip saha mühendisleriyle ilişkiye girerler. Nerede, ne tür maden var ise haritalarıyla birlikte bütün bilgilere ulaşırlar. Tabii ki aldıkları bu hizmetlerin bir bedeli oluyor. Tüprag özelinde, Maden Tetkik Araştırma da hizmet aldıkları kişinin oğlunu işin başına, halkla ilişkiler müdürü olarak görevlendirmişlerdi. Şimdilerde bu kişi Mehmet Yılmaz, Tüprag Genel Müdürlüğü görevindedir.

2- İlgili bakanla (geçmişte Enerji Bakanlığı idi) ilişkiye girerek çalışmak istedikleri maden sahalarını kapatıp ruhsatlandırırlar. Tepki çekmemek için yerli ortaklar bulurlar.

3- Bölgede itibarlı kişilerin ihtiyaç ve zaaflarına göre, köylülerin taleplerine uygun öneri paketleri, projeleri hazırlarlar. Böylelikle madenden olumsuz etkilenen çevreleri nötralize ederler. Çoğu zaman da bu çevrelere verdikleri sözleri tutmazlar.

4- Sivil toplum kuruluşlarını ikna eder, bu kurumların içinden insanlar devşirirler.

5- Yerel bürokrasi, valilik, kaymakamlık, jandarma komutanlığı, orman bölge ve şube müdürleri ve DSİ ile ilişki kurarlar.

6- Yerelde belediye başkanları, meclis üyeleri, parlamentoda hem iktidar hem de muhalefet milletvekilleri ile yakın ilişki kurarlar. Tüprag’ın o dönemde yakın ilişki kurdukları milletvekilleri Hamdi Türkmen, Hakan Tartan, Bülent Zarif ve birkaç kişi daha vardı. Milletvekillerine olabildiğince projede iş olanakları sağlarlar. Onlara yakın müteahhitlere de malzeme tedariki, hizmet alımı gibi işler verirler. Basın mensuplarına ise aylık ödenekler, bağışlar ve gazete ilanları şeklinde ödemeler olur. Milletvekili ve basın mensuplarını gerekirse tek tek isimlendirerek hangi işlerde hizmet aldıklarını belirtebiliriz.

7- Lehlerinde yasa çıkartırlar. Artık iktidar ve muhalefette birçok kanal açtıkları için (buna Adalet Bakanlığı dahil) bir biçimde kendi çıkarlarını koruyucu yasaları da Meclis’ten geçirtirler. 

8- Yasaları uygulamakta direnen mahkeme hâkimi ve başkanlarını, bakanlıktaki ilişkileri sayesinde tayin, sürgün gibi yaptırımlara tabi tutarlar. Bilirkişileri kendilerinin çıkarlarını koruyacak kişilerden oluşmasını sağlarlar. Özellikle bilirkişiler üzerinde çok özenle çalışırlar. Üniversite hocaları başta olmak üzere ciddi bedeller öderler. Davalarına yardımcı olacak özel raporlar hazırlatırlar. Bu raporların bedeli de oldukça uçuk rakamlardır.

9- Devlet kurum ve kuruluşlarına yanıltıcı bilgi ve belgeler sunarlar. Ne yazık ki bu aşamalarda bürokratları çok iyi kullanırlar. Tüprag özelinde bakanlıklara ve kamuoyuna bildirdikleri kesilen ağaç sayısı, gerçek kesilen ağaç sayısının yüzde 25’i kadardır. Ayrıca yeraltındaki cevher madeninin toplam rezervinin yüzde 35’i kayıtlara geçmiş ve devlet bu oranlar üzerinden bedel tahsil etmektedir. Özellikle yeraltı kapalı sistem olması nedeniyle ölçümü çok zordur. Zaten maden sahalarına kimse girememektedir. Yani devletin kaybı yalnızca yüzde oranlarıyla değil, saklı tutulan oranlarda da ayrıca kayıpları vardır.

Katliama karşı çıkınca...
Devletin ve halkın bu kayıplarının yanında bir de doğanın tahribi söz konusudur. Doğada ağaç kesme, bağları tahrip etme konusunda alt yüklenici firmalar itiraz ettiklerinde hemen dayatmalarına itiraz etmeyecek başka müteahhitler bulurlar. Bizimle ilişkisi de öyle oldu. Biz Doğşen firması olarak uygulamanın birçok aşamasında yetişmiş orman ağaçları kesilmek istendiğinde bunun doğru olmayacağını ve bu ağaç kesme, üzüm bağlarını tahrip etme işlemlerini yerine getiremeyeceğimizi belirtmemiz üzerine Tüprag yönetimiyle problem ve çatışmalar yaşadık. 

Sonuçta Tüprag Uşak Eşme’de birlikte çalıştığı müteahhidi bir emrivakiyle Efemçukuru şantiyesine sokmuştu. Bizim uğradığımız hak mahrumiyeti karşılığı bir bedel üzerinden karşılıklı anlaşarak protokol yapıldı ve Doğşen aşamalı olarak şantiye alanından çekildi. Ancak aradan uzunca zaman geçmesine rağmen, tazminat bedelinin bir bölümünü ödeyip önemli bir bölümünü ödememeleri üzerine Ankara 14. Asliye Ticaret Mahkemesi’ne dava açtık. Bu dava sürecinde çeşitli entrikalar çevirdiler. Örneğin bilirkişiler üzerinde etkili oldular. Yine dosyaya bakan bir hukukçu bilirkişi dosyadan çekildi. Bütün sözleşme, hakedişler, geçici kabul tutanakları, kesin hesap hakedişleri ve iş deneyim belgeleri; Tüprag antetli ve Tüprag bilgisayarından kendi formatlarına göre çıkmış olmasına rağmen alacağımız tazminat tutarını ödememekte ve bilirkişiler, ikna edebilmektedirler. Bu anlattığım her aşamanın çeşitli belgeleri mevcuttur.

                                                                               **

Kaz Dağları gerçeği, su ve vicdan nöbeti(III) : Direnköy’ün varoşu bile var.

Kaz Dağları’na sahip çıkmak için kurulan kampta hayat tıpkı çadırların rengi gibi rengârenk.

Kahve molası verdiğimiz Balaban köyündeki kır kahvesinde köylülerle vedalaştıktan sonra yürüyerek “Su ve Vicdan Nöbeti”nin tutulduğu yamaca tırmandık. Alana girdiğimizde rengârenk çadırlar gelişigüzel değil, düzenli bir dağılımla kurulmuştu. Bu çadırlar arasında yollar, kaldırımlar ve dinlenme alanları da yine doğadan toplanan taş ve kütüklerle dizayn edilmişti. Her çadır öbeğinin önünde de bir mahalle adı yazıyordu. “Eylemköy” yazılı pankartın arkasında sıralı olarak dizilmiş çadırların önünde kadınlı erkekli beş çayı içen gruba selam verip oturduk.

Eylemköy’ün muhtarı olduğunu söyleyen Hüseyin Sarı’nın, “Bu mahalleyi bilerek mi seçtiniz yoksa rastgele mi geldiniz” sorusuna bir anlam veremedik. Meğer ben gibi orta yaş ve üstü olanların ikamet ettiği mahalleymiş orası. “Mahallemize mademki kendi ayağınızla geldiniz, o halde muhtar olarak sizin mahallemize kaydınızı yapıyorum” dedi ve hemen ikamet belgemizi doldurdu. Arkasından da yan mahalledeki “Direnköy”ün gençlerine seslendi: “Gençler biz küçük mahalleyiz diye hesaba katmıyorsunuz ama bakın nüfusumuz her dakika artıyor. Bu gidişle biz sizden önce belediye olacağız haberiniz olsun.” Karşı mahalleden yükselen kahkaha seslerinin ardından bir tabak meyve ikramı geldi.

Açılışı Ülgür Gökhan yaptı...
Eylemköy muhtarı ve sakinleriyle yaptığımız sohbette mahallenin 18 konutu, 23 de sakini varmış. Muhtar, çadırları konut olarak sayıyordu. Ama karşı mahallenin de hakkını vererek. “Direnköy bizden daha büyük mahalle. Toplamda 83 konuta sahipler. Nüfusu bize göre daha genç. Yakında belediye olmak istiyorlar. Onlar herkesi mahalleye kaydetmiyorlar. Belli kriterleri var. Biz kim olursa olsun kaydediyoruz. Sonuçta rekabet var. Gençler çadırlarını oraya kurunca her gelen genç de bizim mahalleye değil Direnköy mahallesine gidiyor. Çünkü akranları orada.

O mahallenin çadırları uzana uzana dereye kadar indi. Sizin anlayacağınız Direnköy’ün varoşu bile var. Alan yetmeyince bu kez üst tarafımızdan sola doğru yerleşmeye başladılar. Gençler biz dinozorları çepeçevre sararak güvenlik altına aldılar. Yollarını da taşlar ve ağaçlarla inşa ettiler. Hatta yollarına ve mahalle meydanına açılış bile yaptılar. Kurdeleyi de Çanakkale Belediye Başkanımız Ülgür Gökhan kesti. Biz mahallemizin açılışını başkana yaptıramadık ama gençler yaptırdı. Sonuçta orada daha çok seçmen var.”

Herkes bir şeyler getiriyor...
Geceleri nasıl vakit geçirdiklerini soruyoruz. Akşamları bir saat süren bir forum oluyormuş. Ardından da gençlerin eğlence ve şov gösterileri başlıyormuş. Biz sohbetteyken yan mahalleden bir genç gelip akşam ritim sazlar konseri olacağını duyurdu. Ritim saz dediysek öyle, davul, bongo, bendir ya da bateri gibi aletlerle yapılan bir dinletiden söz etmiyoruz. Bu ritim sazlar tümüyle doğadadan toplanan kütük, ağaç dalı, taş ve diğer materyallerden oluşuyor. Bunun dışında sosyal projeler üzerinde çalışıyor gençler. Eylem alanını daha yaşanabilir kılmak için.

Yemek sorunları da yok. Kampa gelen herkes orada kalanlara bir şeyler getiriyor. Börekler, sarmalar, kekler, kahvaltılık, meyve çeşitleri ne ararsan var mutfakta. Herkese paylaştırılıyor. Belediye de ayrıca her öğün yemek gönderiyormuş. “Otla ilgili zaten problem yok” diyor muhtar Sarı, her türlü otu rahatlıkla yediklerini söylüyor. Et ihtiyacı olduğunda da şehre iniyorlarmış.

İlk mağduru bir oğlak...
Kamp alanında her bölgeden insan var. Çanakkale, Balıkesir, İstanbul, İzmir ağırlıklı. Kars ve Bitlis’ten bile gelenler vardı. Biz oradayken yıllık izinini eylem kampında geçirmek için Zonguldak Ereğli’den biri gelmişti. Almanya plakalı araçlardan anlaşılıyor ki, izine gelen gurbetçiler de bu eyleme destek veriyor. Gece konaklayanlar dışında sadece yiyecek getirip dönen günlük ziyaretçiler de var.

Altın madeninin ilk mağduru da bir oğlak oldu. Maden sahasında açılan çamur dolu çukura düşen oğlak, gençler tarafından çıkarılıp kamp alanına getirildi. Yıkanıp, tedavi edilen oğlak kampta çok mutlu. Ama Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, gençlere oğlağın misafirliğine artık son vermelerini ve çevre köylere haber salıp sahibine teslim etmeleri konusunda uyarıda bulundu.

Vebalini ödeyemeyiz
Kirazlı’dan ayrılıp Kaz Dağları’nın sahil kesimine bakan bölgelerde altın madenine karşı etkiyi de gözlemek istedik. Edremit, Ayvalık, Gömeç hattında zeytin üreticileri ve belediye başkanları ile görüştük. Mihmandarımız CUMOK’un (Cumhuriyet Okurları) ilk kurucularından Ahmet Altıparmak, gazetemiz adına bütün randevuları ayarlamış ve bize araştırmacı bir gazeteci gibi bütün bilgileri ve notları hazırlayıp elimize tutuşturmuştu. Eh Cumhuriyet okuru dediğin de böyle olur zaten. Bu gazetenin niye hâlâ ayakta kaldığını merak edenler için bu not.

Gömeç’te önce zeytin üreticileri ile buluştuk. Edremit Körfezi Zeytin ve Zeytinyağı Dernekler Konfederasyonu Başkanı Yahya Ağacık ve Gömeç Zeytinciler Derneği üyeleriyle yaptığımız görüşmede öğrendik ki, madencilerle zeytinciler tam 9 kez karşı karşıya gelmiş. Madenciler, Kaz Dağları’nın Edremit Körfezi’ne bakan alanlarında ruhsat alabilmek için lobileri aracılığıyla TBMM’de zeytin yasasını değiştirmek için baskı uygulamışlar. Edremit Körfezi zeytin ve zeytinyağı üreticilerinin dernekleri ve konfederasyonu da bu yasayı engellemek için tam 9 kez parlamentoda madencilerle kıran kıran mücadele etmiş.

Yüzlerce deprem oluyor...
Körfezde zeytin alanlarının imara açılması nedeniyle yıllardan beri daralan zeytin alanları yetmezmiş gibi bir de madencilerin bu alanlara girmesi, zeytin ve zeytinyağı üretimini de tümüyle yok edeceği konusunda kaygılılar. Madencilere karşı verilen mücadelenin öyküsünü konfederasyon başkanı Yahya  Ağacık şöyle anlattı:

“Maden lobisinin partisi de yok. Her partiden ağzı laf yapan destekçileri çıkıyor. Bende isimleri de var. Biz hukuk devleti olmazsak iki yakamız bir araya gelmez. Bu maden zaten toprağın altında duruyor, bir yere gittiği yok. Teknoloji geliştiği için gelecekte daha yeni teknikler geldiği zaman çocuklarımız o madeni çıkarır. Bu doğayı bir daha bulamazsınız, bu bize bir emanet. Bunu bitirdik mi bunun vebalini ödeyemeyiz. Bir senede aldığımız değer binlerce aile tarafından paylaşılıyor. Burası tektonik bir bölge olduğu için sürekli bizim hissetmediğimiz yüzlerce deprem oluyor. Sızıntı olmaması, topraktan çıkan ağır metaller, asit yağmurları buranın toprağını, klimasını mutlaka değiştirecektir. 

Dünyanın en kaliteli zeytinyağını bir Toscana bölgesi üretir bir de Edremit Körfezi. Biz bunu iyi kullanamadığımız için zeytinyağımızı Toscana fiyatlarına satamıyoruz. Alpler’den sonra oksijeni en zengin bölge olarak kabul edilen bu bölgenin doğasına nasıl kıyılır anlamak güç. Yanımızda Balya örneği var. Fransız şirketlerin çalıştırdığı ilk elektriğin geldiği yer. Şimdi yağmur yağdığında göldeki balıklar ters dönüyor. Balıkesir’in en çok kanser vakasının yaşadığı ilçe. Kirazlı köyde açılan madenin su ihtiyacı saniyede 58 litre. Bu miktar korkunç. 24 saat aralıksız. Eğer bu madenler bu bölgeye gelirse Gömeç’te bir gram su kalmayacak. Nurol’un Burhaniye Karadere’deki altın madeni o civarın bütün sularını kullanacak.”


Doğa mutlaka intikam alır
Kaz Dağları’nda siyanürle altın ayrıştırma işinde doğa katliamıyla baş başa kalacağız.Edremit Körfezi’nin güzelliğini, doğasını ortaya koyan unsurların başında Kaz Dağları geliyor. Bugün körfezde astım hastalarının kendini iyi hissetmelerinin başlıca nedeni Kaz Dağları’dır. Sadece iyot değil. İyotla beraber o oksijenin birleşmesiyle ortaya çıkan bir hava akımı. Sadece deniz, zeytin değil bu bölgenin özelliği. Kaz Dağları belki bize bir saat uzaklıkta duruyor ama onun esintisi, körfez bölgesine kattıkları gerçekten şehrimize hayat veren unsurların başında geliyor. Siz bunu yok ederseniz sadece ormana değil Kuzey Ege’ye bir darbe vurmuş oluyorsunuz.

Dur demek lazım...
Ben madende ülkemize verilen o yüzde 2’lik paya takılıyorum. Siz geliyorsunuz ülkemizin yeraltı kaynaklarının tahrip edilmesinin önünü açıyorsunuz. Neyin karşılığında? Yüzde 2’lik bir oran karşılığında. Birinin bana bunu açıklaması lazım. O zaman verme. Niye veriyorsun? Bedava veriyoruz. Bedava da kimse kimseye bir şey vermeyeceğine göre işin arka planında birileri bir şey alıyor diye düşünürüm ben.

Türk toplumu olarak devletle mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Altınova’da deniz içinde demir madeni aranıyor.

Altınova denizinin içinden o kumu alacaksınız, böylece Altınova’nın, Sarımsaklı’nın bütün plajlarını bitireceksiniz. Böyle bir dünya var mı? Sadece Kaz Dağları ile de bitmiyor bu iş. Maden adı altında Kuzey Ege’nin çevresine, doğasına büyük bir saldırı var. İnsanların yaşam alanlarını daraltıyorlar. Yerel yönetimler olarak bizler yapıyoruz ama topyekûn bir mücadele şart. Bir şeylere dur demek lazım. Bir maden uğruna insanların yaşam alanlarını daraltmak olmamalı. En ağır yasası Orman Yasası’dır bakıldığında. Tavizsiz bir yasadır, ormanı tahrip edenlere ağır yaptırımlar öngörür. Ama şu geldiğimiz hale bakın. Ormanlarımız devlet eliyle tahrip ediliyor. Bu yasalar delik deşik.

Midilli bile zarar görür 
Bunu uluslararası boyutta bir kampanyaya dönüştürmeliyiz. Salda Gölü ve Kaz Dağları’na saldırı konusunda yurtdışındaki duyarlı insanların da dikkatini çekmeliyiz. Kanada’nın bayrağında yaprak var, ama şirketleri gelip başka bir ülkenin ormanını tahrip etmekte sakınca görmüyor. Emperyalizm sadece silahlı güçle olmuyor, bazen de böyle oluyor. Biz bunların yerli işbirlikçileri ile mücadele etmek zorunda kalıyoruz.

Midilli’deki su kaynaklarının bile doğduğu yer olarak Kaz Dağları gösteriliyor. Maden sahası Çanakkale’nin Bayramiç kazasında olabilir ama siz sadece o bölgeyi değil, Ayvalık, Edremit, Midilli’ye bile zarar veriyorsunuz. Doğayla oynadığınız zaman karşı tepki veriyor. Madra Barajı yapıldıktan sonra Sarımsaklı plajının kumları azaldı. Çünkü o nehrin alüvyonla taşıdığı kumlar o plajı dolduruyordu. Kaz Dağları’nın tahribiyle de karşı tepkiyi doğa mutlaka verecektir.

                                                                     ***

Kaz Dağları gerçeği,su ve vicdan nöbeti(IV) : Tahtacıların yurduna dokunmayın.

Son söz olarak Hasankeyf, Munzur, Zerattepe, Ünye, Kaz Dağları, Salda Gölü ve daha nice doğa harikası yerlerimiz sizin babanızın malı değil. Bu ülkenin ortak tabiat varlıkları. Çekin ellerinizi oralardan. Torunlarınızın yüzüne bakacak yüzünüz olsun.

Kaz Dağları’nın Edremit Körfezi’ne bakan sahil şeridine Gömeçli zeytin ve zeytin üreticilerinin madencilerle uzun yıllar süren mücadelesini dinledikten sonra tarihi bir Rum konağından bozma belediye binasına geçerek Başkan Mehmet İrem Himam’a konuk olduk. Gömeç Belediyesi 15 yıl aradan sonra CHP’ye geçmiş. Belediye Başkanı Mehmet İrem Himam, yurtdışında eğitim görmüş fizikçi olmasına karşın memleketine dönerek zeytincilikle uğraşmış. Gömeç zeytinciler derneğinde yöneticilik de yapan Himam hem zeytincilik hem de madencilik konusuna oldukça vâkıf. Zira babası Tulun Himam, Türkiye’nin ilk maden mühendislerinden. 

Ocakları suyla dolduruyorlar...
2. Dünya Savaşı yıllarında, devletin eğitim için Avrupa’ya gönderdiği 20 kişilik öğrenciden biri olan Tulun Himam, Almanya’da maden mühendisliği okuduğu yıllarda savaş çıkınca devletin yurtdışında eğitim gören öğrencilerine harcırah gönderememesi üzerine Bremen’den bir gemi ile İngiltere’ye geçerek öğrenimlerini bu ülkede tamamlayarak yurda dönüyorlar. Artık bir maden mühendisi olarak ülkesine hizmet verecek olan baba Tulun Himam’ın ilk görev yeri de kapitülasyonlar sonrası, Fransızların terk ettiği Bergama altın madeni. Ancak, Fransızlar, galeri sistemi ile işletilen madenlerin Türkler tarafından işletilmesini önlemek için ocakları su ile doldurup öyle terk ediyorlar. Madenlerin tekrar işletmeye açılması o günün teknolojsiyle mümkün olamıyor.

 İşte Gömeç Belediye Başkanı Mehmet İrem Himam’la, konuyu iki yönünü de bilen biri olarak konuştuk. Zeytinin bu bölgenin en değerli altını olduğunu ve aralıksız her yıl ürün verdiğini belirterek “Altın yumurtlayan tavuğu kesmenin tek açıklaması ya tavuğu kesen burnunun ucunu göremiyordur ya da babasını sevmiyordur” diyor.

Sarı Kız Festivali...
Gömeç’ten sonraki durağımız Edremit. Edremit’te belediye binasının önündeki kazlarıyla birlikte Sarı Kız’ın heykelinin önünde durup seyre daldık bir süre. Sarı Kız efsanesi Kaz Dağları’nı, Kaz Dağları da Sarı Kız’ı anımsatır bizlere. Belediye başkanının makamına girdiğimizde köy muhtarları ile yaptığı toplantı da Sarı Kız ile ilgiliydi. 16 Ağustos’ta başlayacak Sarı Kız Festivali’nin programı tartışılıyordu. Önceleri sadece Tahtacı Türkmenlerin Kaz Dağları’nın tepesinde yaptığı törenler şimdi büyük kitleler tarafından sahiplenilmiş. Belediye Başkanı Selman Hasan Arslan, milli park ilan edilmemiş olsa o bölgenin de madencilerin yağmasına uğrayacağını belirtiyor. 

Bölgede maden arama ruhsatı için yerli firmalar başvursa da sondaj sonrası rezerve rastlanınca hemen arkasından uluslararası bir firma devreye giriyor. Çoğunlukla da ruhsatı alınan madenler Kanadalı şirketlere devrediliyor. Dünyanın pek çok yöresinde olduğu gibi. Maden konusunda Güney Afrika’dan Şili’ye, Meksika’dan Türkiye’ye “altına hücum” eden bu Kanadalı firmaların alameti farikası nedir? Arkasında hangi güçler bulunuyor?

Gömeç Belediye Başkanı Himam:
O TAVUĞUN ADI ZEYTİN
Granitin olduğu yerde altın vardır. Bu matematik kuramı gibi bir şey. Bu dağlar granit dolu. Ama Alp Dağları da granit. Alp Dağları’nda böyle bir faaliyet yok. Dolayısıyla bizim sorunumuz, bizim yönetim sorunumuz haline geliyor. Yönetim bizim altınımızı dış mihraklara peşkeş çekiyor şeklinde yorumlamak istiyorum. Hakikaten mantıksız bir şey. Zaten bizim olan bir şey, zaten altın yumurtlayan bir tavuk var ortada o tavuğun adı da zeytin. Hem de her sene veriyor.

Ya ağır metaller
Az veriyor, çok veriyor. Bu tavuğu kesmenin ve karnındaki altına ulaşmanın bir mantığı yok. Çünkü karnındaki altın kaynağı sınırlı. Bu altın yumurtlayan tavuğu kesen çiftçinin oğlu ya kördür ya burnunun önünü göremiyordur ya da babasını sevmiyordur. Biz elimizde olan ve her sene bize ürün veren zeytinin, dağların, turizmin ortadan kalkmasını istemiyoruz. İş, çünkü altınla bitmiyor. Çalışma yapılan o maden sahasında sadece altın yok. Altının olduğu yerde başka ağır metaller var. Tamam altını çıkarttınız, ama o tozlar, o ağır metaller her bir yere yayılıyor. Bunlar da çok zararlı maddeler. Bir de devletin bundan öyle büyük bir kârı da yok. Yüz milyon dolarlık yatırım yapmışlar 850 milyon liralık teşvik alıyorlar.

Kaz Dağları’nın Gürpınar denilen bölgesinde ağır metaller var ve kanser oranı yüksek. Bu bir gerçek. Gürpınar’ın kuzeyine, Truva’ya doğru çok büyük fosfat yatakları var. Bu da bir gerçek. Ama eğer burdan toryum veya uranyum çıkartmak isterseniz, burayı yok edersiniz.

Edremit Belediye Başkanı Arslan:
RUHSATLAR BİTİRECEK
Biz Tahtacı Türkmenleriz. Çocukluğumuzda ve gençliğimizde her yaz Kaz Dağları’na çıkar, orada bir ay boyunca konaklardık. Kaz Dağı bizim yaşam biçimimiz. Atalarımız 6 yüzyıldan beri bu bölgede. Türkmenler için en önemli gelir kaynağı ormandan kestiği kerestelerdi. Sonra bölge milli park ilan edildi. İyi de yapıldı. Milli park ilan edildiği için maden ruhsatı verilmiyor Allah’tan. Ancak madenciler o milli parklarının etrafını çevirmiş durumda. Bizim bugün Ege ve Marmara Çevre Belediyeler Birliği eskiden Kaz Dağları Belediye Birliği’ydi. Bu dağların bir saldırıya uğrayacağını öngördük. UNESCO’ya başvurarak kültür ve doğa mirası listesine alınmasını istedik ama olmadı.

İçi sızlar...
Vicdanı olan insan bu talana duyarsız kalamaz. İktidar oraya gelse içi sızlayacaktır. Bunun iktidarla, muhalefetle ilgisi yok. Devasa alanları çevrelemiş ruhsatlar vermişler. Bir farkındalık yaratmaya çalışıyoruz. Buna siyasi bir gözle bakmıyoruz. Kaz Dağları ülkemizin ortak değeridir. Bir maden altı yıl çalışıyor. Altı yıl sonra her şeyi bırakıp gidecek. Orda artık bir şey olma imkânı yok.

Eski haline gelecek deniyor hikâye. Yangın olduğunda ağaç tekrar yetişiyor ama maden sahasında olma şansı yok. Kanadalı kendi doğasına dokunmuyor gelip bizim ormanımızı talan ediyor. Ne insan sağlığını, ne bitki örtüsünü ne florayı, ne su kaynaklarını düşünen var. Bu kıyıma son verilmesi gerekiyor. Biz Ege ve Marmara Çevre Belediyeler Birliği olarak bir eylem planı yaptık. Bizim asıl eylem planımız Kanada büyükelçisine bir mektup yazmak, birlik olarak. Kamuoyu oluşturmazsak verilen ruhsatlar Kaz Dağları’nı bitirecek.

KANADALI ŞİRKETLERİN SIRRI
Bu konuda Yüksek Jeoloji Mühendisi Tahir Öngür, yıllar önce sol.org’daki bir yazısında çarpıcı bilgiler veriyor.

“Dünyadaki borsalara kayıtlı aramacı ve işletmeci madencilik şirketlerinin yüzde 60’ı Kanada’da kurulu. Kanada Maden Arama ve Geliştirmeciler Derneği yöneticisi Tony Andrews’e göre Kanada borsalarında kayıtlı dış yatırımcılar arasında en büyük payı madenci şirketler tutuyor ve bunların şimdi 100’den çok ülkede 8 bin kadar yatırımları var. Bunların çoğu Latin Amerika, Ortadoğu ve Asya’da. Türkiye, başını Meksika’nın çektiği ülkeler dizisinde Kanada’nın ilgisini çekebilen ancak 16’ncı ülke.

Kanada 1997’de, o yıl dünyada maden aramaya ayrılan kaynağın yarısı olan 7 milyar dolar harcamıştı. 2005 yılında dünya maden arama yatırımlarının yüzde 45’ini Kanada şirketleri yaptı. Bu kapsamda 22 milyar Kanada dolarlık harcamanın 12 milyarı buradan geldi.

Kimsenin umurunda değil
2000’den sonra Kanada içindeki harcamalar da düzenli olarak arttı, 2006’da bir önceki yıla göre yüzde 32 artarak 1.72 milyar dolara çıktı. Bunun 1.12 milyar dolarını küçük şirketler yaptı. 2007 yılı içinde Kanada topraklarında 734 proje için harcanan kaynak 2 milyar dolara yaklaştı.

Kanadalı madenci şirketler iki grup. Aralarında Teck Cominco, Inco, Placer Dome, Falconbridge vb. bulunan büyükleri, senyörler aramadan işletmeye kadar büyük projelerle ilgileniyor. Ancak küçük, girişimci, junior madenci şirketlerin sayısı bunların 8 katı. Bunlar genellikle azgelişmiş ülkelerdeki arama projelerini yürütüyor. 2005 yılında Kanada’da kurulu 730 küçük madencilik şirketinden yalnızca 2’si beşten çok ülkede çalışıyordu.

130 şirket iki ülkede ve 571 şirket de yalnızca tek ülkede çalışan şirketlerdi. Kanada borsalarıyla, borsalarda paralarını büyütmeye çalışan emekli ve sigorta fonlarıyla, orta sınıf yatırımcıları ve spekülatörleriyle, madencilik makine donanım ve malzeme yapımcılarıyla, araştırma geliştirme kurumlarıyla, hükümetiyle, finans ve dış satım örgütleri ile büyüklü küçüklü madencilik şirketleriyle küresel emperyalizmin bir yanında önemli bir yer tutuyor. Gidilen ülkede yaratılan çevre yıkımı, zarar verilen insan sağlığı, tüketilen ve kirletilen su kaynakları, yerlerinden edilen insanları, az sayıda erdemli Kanadalının dışında kimsenin umurunda değil.”

MİYASE İLKNUR / CUMHURİYET

Fotoğraflar: Vedat Arık