26 Nisan 2020 Pazar

‘Mutlulukların üzerine çizgi çektik mecburen’ - Emin ÖZGÖNÜL

Duayen gazeteci Bekir Coşkun günler sonra SÖZCÜ HaftaSonu röportajı için güneşe çıktı. Nazım Hikmet’in “Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” şiirini hatırlattı. “Hepimizin morali bozuk, mutlulukların üzerine çizgi çektik mecburen” dedi.



Doğaya aşık biri olarak eve kapanmak sizin için iki misli zor. Bu virüs doğanın intikamı mı?
-Böyle salgınlar hep oldu, olacak da. İnsan beyni nanometre (1 milimetrenin milyonda biri) ile ölçülen bir varlık ile başa çıkamıyorsa, biz buna dünyayı yönetenlerin aptallığı diyoruz. Bu da doğanın işi. Bir solunum cihazına karşı bin mayın üreten beyin de, doğanın eseri değilse ne?…
KİMSE SÖYLEMİYOR
Aslında siz rahatsızlığınız nedeniyle karantinada yaşıyordunuz… Bu rahatsızlık nasıl başladı ve öğrendiğinizde neler hissettiniz? 
- Bir oda tavana kadar bilgisayarlarla dolu, tomografimi çektiler. İçeri girdim, dostlarım radyolog Uzm. Dr. Mehmet Ali Gürses, Prof. Mehmet Tevfik Kitapçı ve kimse yüzüme bakmıyor. Andree'nin yüzü kireç gibi. “Kanser miyim?” dedim, kimse yanıt vermedi. Gece uyumadık, Andree ağladı. Ertesi gün duyuldu. Prof. Mehmet Oral ile Prof Zülküf Önal geldi. Emin Çölaşan hastane-doktor aramaya başladı. Uğur Dündar ile Müjdat Gezen “Amerika'ya gidiyoruz” dedi. Canım gazetem, patronum Burak Akbay, Genel Yayın yönetmenimiz Metin Yılmaz “Ne gerekiyorsa yapılacak” diyorlardı. İkinci günün sabahında bilgisayarımı açtım. Rahmi Koç beyden duygusal bir mektup gelmişti özetle. “Hiçbir yere yönelme, hastanemiz var, Prof. Dr. Nil Molinas Mandel bir numaradır, seni bekliyor” diyordu. Nil Hoca dünyanın en güzel doktoruydu. “Korkma, erken teşhis, robotla seni Prof. Şükrü Dilege hoca ameliyat edecek” dedi ve başladık.
HOŞ GÖRÜNÜN VE İNCE ESPRİLERİN EFSANESİ
Bekir Coşkun ile tanışmam, Ankara'nın Babıali'si Rüzgarlı sokağa dayanıyor. Hoşgörüsü ve ince esprileri efsane ama iş başındayken titiz. Toplantıda bir muhabire “Ne var ne yok'' diye sorup “İyilik sağlık abi'' cevabını alınca “Onu sormuyorum kardeşim, haber ne var” diye sert çıkan, ama önemli haberinde aynı muhabiri ikramiye ile ödüllendiren bir yönetici… Bekir Coşkun 50 yıllık meslek hayatını, Andree'yi, hastalığını, Postal'ı ve bilinmeyenlerini anlattı…
MEMUR ÇOCUĞU GAZETECİLİĞİN EFSANESİ OLDU
1945'te Şanlıurfa'da memur bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Coşkun, Ankara'da Yüksek Gazetecilik Okulu'ndan mezun oldu. Bu fotoğrafı 20'li yaşlarından.
POSTAL ANLIYORDU BİRLİKTE AĞLADIK
Hastalığınıza teşhis konulduktan kısa süre sonra köpeğiniz Postal'ın da kanser olduğu anlaşıldı, bir bacağı kesildi. Şimdi üç ayakla yine koşuyor, havlıyor, mutlu gibi görünüyor. Bu kaderin bir cilvesi mi?
-Postal her şeyi anlıyordu sanki. Sancılarım tuttuğunda o da masanın altına saklanıp ağlıyordu. Zaten hep aynı hastalıklara yakalanıyorduk, mide ilaçlarını ikiye bölüyordum, yarısı ona, yarısı bana. Bir ay sonra o da kanser oldu, kendimi unuttum. Cunda'dan Ankara'ya getirdik. Veteriner Ateş Barut iyi bir ameliyatla ön ayağını aldı, ikimiz birlikte kemoterapiye gidiyorduk bu sefer. Üç ayakla yaşamaya alıştı, şimdi çok iyi. Ondan biliyorum ki ben de iyiyim…
ÖZLEM BİTECEK
Okuyucularınız sizinle ne zaman buluşacak?
- Yazı yazmayı çok özledim, her yazı okurlarla kucaklaşmaktır. Yavaş yavaş başlayacağım.
ANDREE'YE DOYAMADIM
Biz eşiniz Andree'yi tanıyoruz, okuyucular da yazılarınızdan biliyor. Bekir Coşkun adeta iki kişi mi?
-Her şeyi okurla paylaşırım. Ebru'yu, Tolga'yı, kedilerimizi, Pako'yu, Postal'ı, Suşi'yi, kemanlarımı, marangozluğumu, Turna Hanım'ı, tabi ki Andree'yi bilirler. Andree sevgilim. Bu hastalıkta en çok üzüldüğüm şeydi; ona doyamamıştım.

Cunda Adası'nda kıyıda tekne ile dolaşırken fırtına çıkıyor, bütün ışıklar
sönüyor ve bir sürpriz yaşıyorsunuz. Bu nasıl oldu?
- Kaptanlığın ilk günleriydi, Ayvalık koyunda gezerken kasabanın ışıkları sönmüştü, kıyıyı göremiyorduk. Andree “İmdat iste” diyordu. Yunan adalarına sürükleniyoruz sandım. Derken kıyıdaki ışıklar yandı, baktık evin önündeyiz, meğer bir yere gitmemişiz. Türkiye gibi olmuştuk işte, bu karanlıkta kayboluruz. Bize ışık lazım, Mustafa Kemal'in ışığı yandıkça korkmayın.
Muhalif bir yazar olarak çok sıkıntı çektiniz. Ülkenin durumunu nasıl görüyorsunuz?
- Andree'ye, çocuklara hiç zaman ayıramadım. Her şeyimiz yarımdı. Özel yemekleri, evlilik günlerimizi, yaş günlerini hep kaçırdım. Geceleri kabusla geçti. Mahkeme koridorlarından usandım. Evimizi kurşunladılar. Yazarların arabalarına bomba koydukları günlerde önce ben gidip motoru çalıştırıyordum, Andree kucağında Pako ile sonra geliyordu. Ama hiçbir zaman bugünkü kadar acı çekmedik. Hiçbir zaman bu günler kadar saldırı altında değildik. Türkiye hiçbir zaman, kin ve nefret içinde, demokrasiden bu kadar uzaklaşmadı. Hiç olmazsa sığınacağımız mahkemeler vardı, artık yok. Sadece okurlarımız var, yürekli, cumhuriyet sevdalısı okurlarımız. Onlar sayesinde kasabanın ışıkları yanacak.
EVE DÖNDÜM BAHÇEDE İKİ EŞEK VARDI
- Andree de benim gibi hayvan dostu. Gazeteden dönerken markete uğradım. Market sahibi ‘Eşinizin siparişleri oldu eve gönderdim' dedi. Fişe baktım 2 kasa 90 adet maydanoz. Andree'nin Türkçesi iyidir, 9 tane istemiştir dedim. ‘Yok ne kadar varsa istedi, 2 kasa gönderdim' cevabı verdi. Eve geldim bahçede 2 eşek. Maydanoz yiyorlar. Köyden kaçıp gelmişler, Andree de açlar diye maydanoz söylemiş…
KRAL DAİRESİNİN YERİNE SÖĞÜT AĞACI GÖLGESİ
- ‘Ben aslında köylüyüm. Hepimiz kentli olmak isteriz ama içimizde köylülük vardır. Kral dairesi yerine, söğüt ağacının gölgesinde yatmayı severim. Restoran yerine göl kenarında karpuz peynir yemeye bayılırım. Cumhurbaşkanı'nın uçağına binmek yerine, Sultan sazlığındaki çobanla konuşmayı arzularım. Urfa'da çocukken ağalar önde yürür, arkasından 20-30 adamı giderdi. Benim arkamdan 10-15 köpek gelirdi. Babam bana (İt Ağası) adını taktı. Eşeğim, atım vardı. Ekonomi bozuktur, terör vardır, korona vardır, bunlar düzelir. En azından umut vardır. Gelibolu ormanları, Kaz Dağları gittiği zaman geri gelmez.
Emin ÖZGÖNÜL / SÖZCÜ

25 Nisan 2020 Cumartesi

Krizden sonra - Aydemir Güler / SOL

IMF gelecek yıl için normalleşme öngörüsünü işçi sınıfının mevcut koşulları değiştirmeyeceğini varsayarak yapıyor. 

Yalancılar, emekçilerin gerçeği aramak için ayağa kalkmayacağına yaslanıyorlar. Oysa krizler insanı canlandırır, dünya kriz dönemlerinde daha hızlı döner.

Dün Korkut hocanın bu sayfalarda yer alan yazısını okumalısınız. IMF’nin yeni yayınladığı dünya raporunu inceleyen Boratav 2021 için yapılan canlanma öngörüsünün dayanaksız olduğunu söylüyor. 2020’de Çin ve Hindistan dışında her yerin küçüleceği belli de, ertesi yıl büyümeye geri dönüleceği tezi; o dayanaksız. Türkiye içinse külliyen uydurma!
Korkut hocanın defalarca işaret ettiği gibi Türkiye ekonomisine ilişkin AKP döneminde güvenilir veriye ulaşmak aşağı yukarı imkânsız. IMF raporunun ilgili kısmını uydurma hale getiren de bu. Türkiye’nin seneye yüzde beş büyüyeceği öngörüsünün kaynağı herhalde damat, diyor Boratav…
*    *    *
Dün ne olduğunu bilmiyoruz. Bugün nelerin olmakta olduğunu da bilmiyoruz. Sonra geleceği öngörmeye çalışıyoruz. Her kim isek, herhalde o öngörümüze göre de davranışlarımızı planlayacağız. Vay halimize! 
Birincisi, bu işte bir tuhaflık var.
*    *    *
İkinci olarak; AKP sahte bir dünya yaratmış, belli. Üstelik her konuda böyle. Adam çıkıyor, Ermenistan yardım istedi diyor; yok öyle bir şey! Maske dağıtımında sorun yok diyor bir yetkili. Oysa birden fazla kişinin yaşadığı her evde sorun gayet yakından biliniyor! Sokağa çıkmak yasak ve sokağa çıkmamak en önemli önlem diye anlatıyor bakan. Oysa milyonlarca işçi istisna kapsamında olduğunu biliyor; hep birlikte vardiyaya girerken veya kargoları paylaşırken bilmiyor olabilirler mi! “Vaka sayısı” terimi bile yalan. Hasta yakınlarının bile ulaşamadığı testlere tabi tutulanların içinde rastlanan vakalardan söz edebiliriz sadece. Üstelik testin doğru sonuç verme oranı diye bir şey de var. Ölüm sayısı ise deli saçmasına dönüştü çoktan.  
Hani kırk kere söylersen olurmuş… AKP, siyaseti böyle bir oyuna çevirdi. 
İdeolojik mücadelede gerçeklerin yeniden yorumlanması veya çarpıtılması değil, olup biten. Bildiğin çıplak yalan. 
Bu tablo ilkinden de tuhaf. Olmaz, böyle devam edemez. 23 Nisan akşamı Erdoğan saat 9’u dakikalar geçtiğinden “saat tam 9” dedi. O öyle takdir etti diye saatler 21.00 olmadı. Kimse de inanmadı zaten. 
*    *    *
Üçüncü olarak, tuhaflık AKP’ye özgü değil. Bakın IMF Albayrak’ın batık ekonomik paketindeki “çok önemli” lafları istatistik veri sayabiliyor…
IMF aldatılamaz. Zaten Trump, Johnson, Macron veya Bolsonaro da aldatılmış olamazlar. İsimlerini saydığım dünya liderlerini bir yalan söyleme yarışında buluştursak, inanın bizimkiler nal toplar! Ekonomi istatistikleri konusunda AKP rezaletinin benzersiz olduğunu düşünüyorduk. Salgında bizimkileri sollayan çok oldu.  
Yalnız bu durumda, az önce “sürdürülemez” dediğim şey Türkiye’dekinden öte bütün dünyanın güncel çarkları oluyor. “Aleni yalanın evrenselleşmesi”, bizim bir istisna olduğumuz fikrini elimizden alıyor. Ama o halde bu deli saçmalığının bütün dünyada nasıl da sürüp gittiğine ilişkin ek ve yeni bir açıklama getirilmesi gerekiyor. 
Peki açıklamayı neye dayanarak yapacağız? Dedik ya, veri eksik!
Hakikaten dünyanın nasıl böyle ayakta durduğunu tanımlamak, gelecekte ne olacağını öngörmek ve buna göre davranışlarımızı oluşturmak için şu anda mevcut olmayan bir veriye, bir bilgiye, bir deneyime ihtiyacımız var. 
Elbette gerçek ölüm, gerçek işsiz, gerçek gelir sayılarından söz etmiyorum. Bunları bilebilmek için bile daha büyük bir veriye, yeni bir deneyime ihtiyacımız var.
*    *    *
Aydınlanmanın öncesinde, yani topu topu birkaç yüzyıl önce kabaca insanın “maddi gerçekliğin bilgisine” ancak tanrının izniyle veya onun yolundan giderek ulaşabileceği kabul görüyormuş. Yani tanrısal olandan bağımsız bir maddi dünya yok sayılıyormuş. Bu durumda topraksız köylünün neden topraksız olduğunun yanıtı da tanrıda saklıymış tabii.
Sonra insanlık “aydınlanmış” ve aklımız var demişler; gözlemleriz, deney yaparız, aklımızla değerlendiririz, anlarız. Anlayınca da değiştiririz! 
O sıra dünyanın yükselen sınıfını oluşturan kapitalistler bazı şeylerin değiştirilmesini istiyorlarmış gerçekten, ama “neden” sorusunun bir yerde durmasını da istiyorlarmış. Maazallah “ben neden işçiyim de, sen fabrikanın sahibisin” diye sorulmamalıymış! 
Tuhaf ama bu dilekleri gerçek olabilmiş! İnsanlar akıllarını bazı şeyleri anlamak ve değiştirmek için kullanıyorlarmış, ama hassas noktalara dokunmamaları sağlanabiliyormuş. Çünkü aslında anlayan ve değiştiren “özne insan” aynı zamanda o maddi dünyanın bir parçası, bir nesneymiş. Sömürü düzeni emekçileri nesne olarak tutmakta başarılı olduğu sürece varlığını sürdürüyormuş. 
Marksizmin büyük katkısı tam da buraya denk gelir. Meğer akıl gerçekliğin dışında, onu anlamak için kullanılacak bir aydınlatma feneri değil de, gerçekliğin içinde, onun parçasıymış. İnsanın nasıl düşüneceği maddi yaşamının, toplumsal ilişkilerinin bir sonucu olarak şekillenir. Koşullar tarafından kuşatılmış olan insan, koşulları değiştiren öznenin ta kendisidir.
Artık tanrı esinli bir kahraman beklemeye gerek yoktur. Krizin kuyusuna düşen sıradan emekçiler harekete geçerek, mücadele ederek, deneyimleyerek kuyunun ötesini, bütünü anlama ve kendilerini belirleyen koşulları değiştirme gücüne kavuşurlar. Ve değiştirirler!
Bugün insanlığın ihtiyaç duyduğu bilgi, bizden sakınılan eksik veri, mutlaka girişilmesi gereken deneyim bu. IMF gelecek yıl için normalleşme öngörüsünü işçi sınıfının mevcut koşulları değiştirmeyeceğini varsayarak yapıyor. Yalancılar, emekçilerin gerçeği aramak için ayağa kalkmayacağına yaslanıyorlar. 
Oysa krizler insanı canlandırır, dünya kriz dönemlerinde daha hızlı döner. 
 
Aydemir Güler / SOL

24 Nisan 2020 Cuma

IMF’nin 2020-2021 Öngörüleri: Dünya ve Türkiye - Korkut Boratav / SOL


'Altı ayda bir bu dönüşümün bilançolarını çıkaran Dünya Ekonomik Görünümü raporları, bu sorumluluğu yansıttığı için “kronik iyimserlik hastalığı” ile arızalıdır. Dünya görüşü, kapitalizmin doğasından kaynaklanan karşıtlıkları, kriz dinamiklerini algılamaya imkân vermez; kapitalizm, bir sözcük olarak dahi IMF lügatçesinde yer almaz. '

IMF’nin son Dünya Ekonomik Görünümü (“World Economic Outlook”) başlıklı raporu, beklendiği tarihte (Nisan 2020’de) yayımlandı. Bir önceki (Ekim 2019) tarihli rapor ufak tefek revizyonlarla Aralık’ta güncellenmişti.
Korona salgını, aradan geçen dört ay içinde bir önceki raporun (güncellemeler dahil) 2020-2021 öngörülerini ve bunlara ilişkin çözümlemelerini tümüyle geçersizleştirdi.

Şişirilmiş bir belge”: IMF’nin son raporu…

Sözünü ettiğim Nisan 2020 tarihli rapor, korona salgını ortaya çıkarken, tırmanırken kaleme alındı. Herhalde, IMF’nin tarihçesine en aceleye getirilmiş, “şişirilmiş” rapor olarak geçecektir. Raporun uzunluğu (25 sayfa) da bunu gösteriyor. Bir önceki “kardeş rapor” 190 sayfaydı.
Bu kargaşa ortamında tüm dünyayı kapsayacak, iddialı bir ekonomik belge hazırlamak zorunda kalan IMF raportörlerine anlayışla bakalım. Ama, bu uluslararası kurumun kadrolarına, belgelerine damgasını vuran ideolojik konumu da unutmadan…
Bu ideolojik konumun yansımalarından biri, sorumluluk duygusundan kaynaklanır. IMF, son kırk yıldan bu yana dünya ekonomisini ve çok sayıda ülkeyi neoliberal yörüngeye yerleştiren, uygulatan kurumların ön safında yer alır.
Altı ayda bir bu dönüşümün bilançolarını çıkaran Dünya Ekonomik Görünümü raporları, bu sorumluluğu yansıttığı için “kronik iyimserlik hastalığı” ile arızalıdır. Dünya görüşü, kapitalizmin doğasından kaynaklanan karşıtlıkları, kriz dinamiklerini algılamaya imkân vermez; kapitalizm, bir sözcük olarak dahi IMF lügatçesinde yer almaz.
IMF bu nedenle kapitalist dünyayı etkileyen 1998-2002, 2008-2009 krizlerini öngöremedi; son on yılda dünya ekonomisinin, bunalımlara yatkın bir ortama sürüklenmesini algılayamadı. Öngörüleri sistematik olarak aşırı-iyimser kaldı.
Hemen hemen her ekonomik rapor, birkaç ay önceki öngörüleri “aşağı doğru düzeltir.” Bu tespit Nisan 2020 raporu için de geçerlidir. Bu belgede dünya ekonomisi ve Türkiye’ye ilişkin öngörülere bu açıdan bakalım.

Dünya ekonomisi: 2020’de küçülme, 2021’de “eskiye dönüş”…

Son IMF raporunun ayrıntılarına girmeyeceğim. Sadece dünya ekonomisindeki millî gelir (büyüme / küçülme) hareketlerinin 2019, 2020 ve 2021 verileri üzerinde duracağım. Aşağıda bu bilgiler (aynı sırayla) yer alıyor.
İlk üç satır dünya ekonomisi ve onun Merkez / Çevre ayrımını temsil eden iki ana blokudur. Sonraki üç satır çevre ekonomilerine ilişkin üç bilgi içeriyor: Bu blokun en büyük iki ülkesi ve Türkiye’nin de dahil olduğu “gelişmekte olan Avrupa” bölgesi…
Sayılar yüzde (%) değişim oranlarıdır. 2019 gerçekleşmiş bulguları, 2020 ve 2021 ise IMF öngörülerini içeriyor…
  • Dünya ekonomisi: +2,9 → -3,0 → +5,8
  • Gelişmiş ekonomiler: +1,7 → -6,1 → +4,5
  • Gelişmekte olan ekonomiler: +3,7 → -1,0 → +6,6
  • Çin: +6,1 → + 1,2 → +9,2
  • Hindistan: +4,2 → +1,9 → +7,4
  • Gelişmekte olan Avrupa: +2,1 → -5,2 → +4,2
Yaşadığımız salgın (2020) ve sonrasına ait öngörülere göz atalım.
İlk tespit, IMF’nin Aralık’ta öngöremediği 2020 krizine ilişkindir. IMF, krizi fark ediyor ve “The Great Lockdown” olarak adlandırıyor. Türkçe, “büyük karantina” diye çevrilebilir.
Rapor, millî gelir hareketlerinde sert gerilemeler öngörüyor ve krizden kaynaklanacak üretim kayıplarını sorguluyor. Önce “kriz öncesindeki (2019’daki) büyüme eğilimi aynen sürseydi sonraki iki yılın (2020-2021’in) dünya millî geliri nasıl seyrederdi?” hesaplamasını yapıyor. “Böylece varsayılan toplam” ile iki kriz yılının millî gelir öngörüleri arasındaki farkı hesaplıyor.
Sonuç şudur: “2020-2021’de üretim kayıpları birikimli olarak 9 trilyon dolardır ve Almanya ve Japonya ekonomilerinin toplamından daha büyüktür. 2008’deki finansal krizden çok daha sert üretim kayıpları söz konusudur.”
Zira, dünya GSYH’sının 2008’deki küçülmesi, korona krizine göre daha sınırlıydı; ikinci büyük ekonomi olan Çin’e yansımamıştı.
İkinci tespit, krizin coğrafî dağılımı ile ilgilidir: Kapitalist dünya sisteminin merkezi (özellikle AB ve ABD) daha sert etkilenmiştir.

Rapor’un 2021 öngörüleri ciddiye alınamaz…

IMF’nin 2020’deki küçülme tahminleri gerçekçi midir? Birkaç ay içinde ortaya çıkacak. 2021 öngörülerine gelince, IMF kronik iyimserliği kontrol edemiyor: O yıl dünya ekonomisinde hızlı ve yaygın bir telafi süreci başlayacaktır ve bir anlamda “her şey eskisi gibi…” olacaktır.
Yukarıda sayılara bakınız: 2021’de tüm coğrafyalarda millî gelirler hızla yükselecektir. Dahası, büyüme tempoları her yerde kriz öncesini (2019’u) aşmaktadır.
2021’in iyimser öngörüleri, “salgının 2020’nin ikinci yarısında söneceği; dünya çapında izlenecek politikaların yaygın iflasları, kapsamlı istihdam kayıplarını ve finansal gerilimleri önleyeceği” varsayımlarına dayanmaktadır.
Salgının iki ay sonra “söneceği” beklentisini bir yana bırakalım. Kriz hızla telafi edilecekse, kritik belirleyici etken, IMF’ye göre “krize karşı izlenecek etkili politikalar”dır. Rapor, 2020’de krize karşı istisnaî parasal, malî genişleme uygulamalarına, hatta sermaye çıkışlarının denetimine cevaz veriyor; ama ısrarla “geçici olması ve gerekli politikaların korunması koşuluyla…” (Rapor, ss.12-13). “Gerekli politikalar” ifadesi, IMF lügatçesinde tek anlam taşır: “Piyasa dostu reçeteler…”
Nisan 2020 Raporu, bir yıl içinde geleneksel politikalara dönüleceğini; bu sayede “her şeyin eskisi gibi” olabileceğine güvenmektedir. IMF’nin ideolojik gözlükleri, kapitalizmin sistemik zafiyetleri ile korona krizinin birleşmesinden oluşan karanlık bir ekonomik geleceği imgeleyemez.
Bu nedenle de Rapor’un yakın geleceğe ilişkin öngörüleri ciddiye alınamaz.

IMF son raporunda Türkiye öngörüleri

IMF’nin Nisan 2020 tarihli Dünya Ekonomik Görünümü raporunda ve yenilenen veri-bankasında Türkiye ekonomisine ilişkin 2020, 2021 öngörüleri (2019’un resmî verileriyle birlikte) aşağıdaki tabloda yer alıyor.
2019-2121’de Türkiye Ekonomisi: IMF Öngörüleri      (%oranlar)
2019
2020
2021
GSYH büyüme
+0,9
-5,0
+5,0
TÜFE yıllık ortalama
+15,2
+12,0
+12,0
İşsizlik oranı
13,7
17,2
15,6
Kamu dengesi/GSYH
-5,3
-7,5
-6,7
Cari işlem dengesi/GSYH
+1,1
+0,4
-0,2

Rapor’un dünya ekonomisine ilişkin olarak yukarıda belirttiğim özellikleri Türkiye’nin büyüme öngörüleri için de geçerlidir: 2020’de sert gerileme, 2021’de telafi…
IMF veri bankası, 2020’ye ilişkin çok sayıda Türkiye istatistiğini kaldırmıştır. Nedeni ortada: Ekonominin %5’lik küçülmesi kestirilmiş; ama nominal (enflasyon dahil) GSYH yok. Niçin? Ortalama enflasyon (GSYH deflatörü) bilinmediği için… Doların ortalama fiyatı öngörülemediği için dolarlı millî gelir de hesaplanamıyor.
O zaman tabloda 2020’ye ilişkin TÜFE enflasyon oranı nasıl hesaplandı? Ekonominin küçülme temposu ilk üç ayın hangi verilerinden türetildi? Yanıt yok.
2021 sayılarına gelelim. “% 5’lik büyüme nasıl öngörüldü?” Herhalde, YEP’e 2020 ve sonrası için kesintisiz yüzde 5’lik büyüme oranı yerleştiren damat Albayrak’tan aktarıldı…
Rapor’un genel özelliği Türkiye verileri için de geçerlidir: Aceleye getirilmiş; şişirilmiştir…
Sadece IMF’nin değil, bizlerin de Türkiye ekonomisine ilişkin öngörüler yapmamızı köstekleyen istatistik sorunlarına da dikkate çekmek zorundayız.
Örneğin 2013-2019 ödemeler dengesi hesapları geçen ay anlaşılamayan bir revizyondan geçti; kayıt dışı sermaye girişleri sıfırlandı; yedi yılın cari açık toplamı 44 milyar dolar düşürüldü. Bu revizyonun GSYH hesaplarına yansıması kaçınılmazdır.
Son torba yasa ile Varlık Fonu, batık şirketleri kurtarabilecek sınırsız bir kara delik haline geldi. Korona sonrasında Saray’da kararlaştırılan harcamalar denetimden çıktı. Kamu dengesi hesapları izlenemez hale geldi.
IMF’nin 2020-2021 Türkiye öngörülerini ayrıca bu nedenlerle de ciddiye alamayız. Resmî istatistiklerde tahrifatla cebelleşmek, iktidarın kötü niyetli kararlarının izini sürmek, gidişata ışık tutmak bizlere düşüyor.
Korkut Boratav / SOL

23 Nisan 2020 Perşembe

Hâlâ 100 yıl önceki çocuğuz! - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


İnsan, zamanın ölçülebildiğini nasıl fark eder? İçtiği yudumu yutmadan tuttuğu an mı? Seni uyandıran güneşin başka memleketlere sonradan vardığını öğrendiğinde mi? Bir trende ilerlerken yanında oturanın “burası” dediği durakta mı?
Ben o yılların macerasından geldim.
Barut, toz ve ihtilaldi hepten” diye anlatıyor Turgut Uyar. Şimdi korona balkonlarında İstiklal Marşı okuyoruz. 100 yıl önce yorgun söğütlerin, mahzun yılların, kağnıların geçip bir yıldızlı tanyerine at sürenlerin yarattığı binanın harcını unutuyoruz. Hani sen “Şeker Bayramı” dersin; elini öptüğün bir aylık sabrını unutturmamak için “Ramazan Bayramı” diye hatırlatır ya, öyle bir hatırlatma bu:
23 Nisan 1920, bir ihtilal örgütlenmesinin kuruluş günüdür.
Devrimlerin evrensel bazı çizgileri vardır.
Birincisi, ikili iktidar dönemidir. Eskisi gümbür gümbür çökerken, yerine yeni kurulanın çocuk adımları belirir. Haziran 1919 ile Kasım 1922 aralığı Türk devriminin ikili iktidar dönemi sayılabilir. Mustafa Kemal’in Haydarpaşa Garı’na indiğinde gördüğü işgal manzarasıyla “hata ettim, gelmemeliydim” dediği İstanbul’daki hükümet, çürümüş saltanat binasını temsil eder. 100 yıl önce bugün kapısı açılan Meclis, yeni düzenin açtığı sancaktır.
İki, iktidarların kurumlarıyla ayrışmasıdır. İstanbul’da 16 Mart İngiliz darbesiyle yurtsever aydınlar, siyasetçiler sabaha karşı dipçiklerle tutuklandı. 2 Nisan’da Salih Paşa istifa ettirildi. 4 Nisan’da Damat Ferit sadrazam oldu. 11 Nisan’da Mebusan Meclis’i dağıtıldı. Dürrizade Abdullah Efendi’ye hazırlatılan fetva ile Ankara’dakiler “katli vacip” ilan edildi. Divanı Harp gıyaplarında idam kararı verdi. İstanbul’daki iktidar “kara koyun cephesi”ydi. 23 Nisan 1920, karşısındaki cephenin ilanıdır. Hem yasama, hem yürütme kimi de yargı organıydı. 29 Nisan’da Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile Ankara’daki iktidara karşı çıkmak ihanet sayıldı, cezası idamdı. 5 Mayıs’ta Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi, asıl hainlerin Milli Mücadele karşıtları olduğu fetvasını verdi. 6 Mayıs’ta İstanbul ile tüm resmi irtibat kesildi. 24 Mayıs’ta, İngiliz darbesinin ardından İstanbul’da verilmiş tüm kararlar geçersiz sayıldı. 1917 Nisanı’nda Rusya’da “bütün iktidar Sovyetler”e sloganı gibi, 1920 Nisanı’nda Türkiye’de “bütün iktidar Millet Meclisi’ne” deniyordu.
Esareti kabul etmeyen örgüt
Üç, iç savaş. 100 yıl önce kurulan Meclis, ortasına doğduğu iç savaşın tarafı, yöneticisi ve muzafferidir. 1919 Eylülü’nden Ekim 1920’ye Anadolu’nun her yerinde İstanbul destekli güçler ile Ankara’nın millicileri silahlı savaş halindeydi. Kimi Hilafet Ordusu, kimi Delibaş Mehmet gibi isyanlara karşı Kuvayi Milliye, TBMM adına savaştı ve kazandı. İç savaşın fiilen bittiği 16 Ekim 1920’nin ertesi gün Damat Ferit istifa etti. Savaş, politikanın başka araçlarla devamı ise zafer bir politikanın yenilgisi demekti.
Dört, TBMM işgale karşı kuruldu. Emperyalizm çağında her işgalde iki iktidardan biri uzlaşmacı, öbürü reddediciydi. İstanbul’daki iktidar kimine göre “içi kan ağlayarak”, ama bir gerçek var ki açık açık, işgali kabul etti. Sevr’i imzaladı, Türkiye’nin postallar altında ezilmesini onayladı. TBMM, ölümü göze alıp esareti kabul etmeyenlerin örgütlenmesiydi. Olmasaydı, olmazdık!
Beş, evet, açık bir gerçek, yeni Türkiye’yi Türk ordusu kurdu. Ancak işgale son veren düzenli orduyu kurmak TBMM’nin kararıydı. Mustafa Kemal de Meclis’in verdiği yetki ve kararla başkomutanlık yaptı.
Altı, devrimler haritayı değiştiremezler ama ülkelerin yerini yeniden tarif ederler. TBMM hem İslamcı hem Turancı fetihçiliği reddetti. Temel metni Misakı Milli, belirsiz maceralara kapının kapatıldığının ilanıydı. 1. İnönü zaferinin ardından inisiyatifi ele alan Ankara, anlaşmaya Sovyetler ile başlayarak nihayetinde Lozan’a ulaşarak Türkiye’yi dünya üzerinde yeniden tanımladı.
Tabureye atılan son tekme
Yedi, Milli Mücadele’nin zaferini ilan ettiği 13 Eylül tarihli bildirisinin sonundaki imza şöyle: TBMM Reisi Başkumandan Mustafa Kemal. TBMM sıfatı, askeri olanın önündeydi. Mustafa Kemal, Yunan Ordusu Komutanı Trikopis’in generalleriyle birlikte esir alındığını bildiride haber veriyordu. Asıl dikkat çeken şu ifadeydi: “Eğer Yunan kralı da bugün esirler meydanında bulunmuyorsa bu, tacidarların (taç sahiplerinin), şiarı esasen yalnız milletlerinin saflarına iştirak etmek olduğundan ve muharebe meydanlarının felaketli günlerinde onların saraylarından başka bir şey düşünmemek tabiatlarındandır.” Bildirimin devamında İzmir’i düşmana teslim edenin İstanbul’daki iktidar olduğunu hatırlatan Mustafa Kemal, Yunan Kralı ile Vahdettin’in bir madalyonun iki yüzü olduğunu gösteriyordu. Haliyle, İngiliz gemisi ile ülkeden kaçan saltanatı kaldırma kararı da TBMM’de neredeyse oybirliği ile alındı. Tartışma uzayınca Mustafa Kemal, devrimin kanunlarını şöyle hatırlatacaktı: “Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye görüşme ve tartışmayla verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız meselesi değildir. Mesela zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanuna ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada bulunanlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi taktirde, yine gerçek usulüne uygun olarak ifade olunacaktır. Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir.” Mustafa Kemal’in konuşması iki iktidardan birinin taburesine atılmış son tekmeydi.
Sekiz, Cumhuriyetin ilanında laikliğe, yeni anayasadan harf devrimine tümü TBMM kararıyla oldu. Meclis, yeni düzenin yaratıcısıydı.
100 yıl önceki çocuk
Dokuz, adı bile devrim değil mi? Memalik-i Osmaniye yerine ülkenin adı “Türkiye”. Olağanüstünlüğünü anlatmak için “Büyük” Hâkimiyetin kaynağını göstermek için “Millet”. İktidarın yöntemi için “Meclis”.
100 yıl önce iktidar, tek adamın elinden millet adına ihtilalle alınmıştı. Bügün Meclis’i yetkisizleştirenler, bayram kutlamak için mi yoksa cenaze kaldırmak için mi bir araya gelecek bilmem. Ancak eminim ki, söylevlerinde ne İstanbul’un ihanetinden ne Milli Mücadele’ye düşman olanlardan ne de katliam fetvası verecek kadar alçalanlardan bahsedecekler. Ankara’da bir Meclis’in neden toplanmak zorunda kaldığını anlatmayacak, TBMM’nin kuruluşundan Hacıbayram Camii’ne bırakılmış bir bebekten bahseder gibi bahsedecekler.
Biz çılgın bir yürüyüşün en tetik yolcusuyuz” diyen uslanmaz çocukların 23 Nisan’ı kutlu olsun. Hâlâ 100 yıl önceki çocuğuz!
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

23 Nisan, 100 yıl önce... - Taner Timur / BİRGÜN

İktidar, 100. yıldönümünde Türkiye’yi dışarda savaş, içerde ise her türlü baskı ve ekonomik zorluklara hapsetse de karamsar olmayalım. Dedelerimizin 1920’de bile kapılmadıkları umutsuzluğa kapılmayalım. 2020’ler dünyasında, hayale kapılıp kendinde olmadık güçler vehmedenlerin de son tahlilde kendileriyle savaştıklarını unutmayalım.


Devrimci süreçlerde çok sık rastlanan bir durumdur; başlangıçta ikili bir iktidar yapısı ortaya çıkar. Örneğin 1789’da Bastille’i zapteden Fransız devrimcileri, kralın ihaneti açıkça ortaya çıkana kadar, üç yıl boyunca Versailles’a ilişmediler. 1917’de de, Rusya’da Ekim Devrimi, “emekçi şuraları” ile Çarlık oligarşisine karşı ayrı bir iktidar merkezi oluşturdu. İşte bundan tam yüz yıl önce, Ankara’da da benzer bir durum yaşanıyordu.
Gerçekten de 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasıyla ortaya iki ayrı “iktidar” çıkmıştı. İstanbul’da sömürgeci güçlerin merhametine sığınarak kurtulacağını sanan çürümüş saltanata karşı, “bozkırda” yepyeni bir dünya vadeden bir “çekirdek” kuruluyordu. Kendiliğinden oluşan Kuvayı Milliye ile başlayan ve Heyeti Temsiliye ile örgütlenen hareket, sonunda Millet Meclisi ile taçlanmıştı. Hedef ise daha başlangıçta, Amasya’da, ilan edilmişti: “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır!”.
***
Aslında karanlık günlerdi. On yıldır süren savaşın bütün yükünü taşıyan Anadolu tam bir harabe halindeydi. O günleri anlatan Yunus Nadi “denilebilir ki, diyordu, o gün için ordu namına hiçbir şey yoktu. Hatta kadro olarak bile ordu ancak kâğıtlarda vardı (...) Kolordu Komutanı olan Ali Fuat Paşa bile İngilizlere karşı hareketini halk ile yapmıştı”. Üstelik İttihatçı çılgınlık, tüm subayların itibarını neredeyse sıfıra indirmişti. Öyle ki, yıllar sonra anılarında belirttiği gibi, İsmet Paşa, İnönü Savaşları sırasın­da Bursa’dan dönen bir grup subaya şunları söyleyecektir: “İçinde bulunduğu­muz vaziyeti bilesiniz! Padişah düşmanınızdır; yedi düvel düşmanınızdır; bana bakın, kimse işitmesin, millet düşma­nınızdır!” (Ulus, 17 Mayıs 1968).
İşte Ankara’da Meclis açılırken durum buydu ve tam da bu koşullarda, Yunus Nadi, ordunun önceliğini belirtirken Mustafa Kemal Paşa’dan şu yanıtı alıyordu: “Evvela Meclis, sonra ordu Nadi Bey! Orduyu yapacak olan Millet ve ona niyabeten Meclis’tir!”. Yine Yunus Nadi’nin Ankara’yı “çöl” olarak nitelemesini de Kemal Paşa şöyle tamamlamıştı: “Bu çölden bir hayat çıkarmak lazımdır. Sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o saha doludur; çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli hayat vardır; o da millettir!”. (Ankara’nın İlk Günleri, 1955, s. 97).
Kısaca karamsarlığa yer yoktu; moral çöküntü düşman güçler kadar tehlikeliydi. Kaldı ki Ankara halkı 27 Aralık’ta Temsil Heyeti ve Mustafa Kemal Paşa’yı coşkuyla karşılamıştı.
***
Ne var ki bu arada şer kuvvetleri de boş durmuyordu. 16 Mart’ta İstanbul işgal edilmiş, Meclis dağıtılmıştı. Bunu meşru göstermek için de, İtilaf Devletleri, yayınladıkları bildiride “işgalin geçici olduğunu” ve amacının “makamı saltanatın nüfuzunu kırmak değil, aksine Osmanlı idaresinde kalacak yerlerde o nüfuzu takviye ve tahkim etmek olduğunu” ilan etmişlerdi. Falih Rıfkı Atay’ın anlatısıyla o günlerde “Halife fetvalarıyla ayaklandırılan çeteler hemen hemen Ankara tepelerinden görünmek üzere idi. Mustafa Kemal, Meclis’i açacağı zaman şehri basmak üzere ufukta belirdiklerini haber vermek için Ankara sırtlarında nöbet bekletmişti” (Çankaya). Oysa ne yazık ki bunun halkta da bir karşılığı vardı. “Millet ve ordu” saltanat ve hilafete “asırların kökleştirdiği dini ve ananevi bağlarla bağlı” olup, “halife ve padişahsız kurtuluşun manasını anlayamıyor”, buna karşı olanları “derhal dinsiz, vatansız, hain” ilan ediyordu (Nutuk). Kısaca halkın dini duyguları Halife-Sultanı da aşmış, işgal kuvvetlerinin elinde “afyon” ve devrim düşmanlığı haline gelmişti.
***
Aslında bu durum halk çıkarlarına olduğu gibi, yaratıcı ile yaratılan arasına aracı koymayan İslam’ın özüne de aykırıydı. Ne var ki 1920’lerin Anadolu’su özgür felsefe ve laiklik derslerine hiç de elverişli değildi. Üstelik bu durum, belli bir gelişme aşamasında, tüm ülkelerin karşılaştığı bir durumdu ve Kemalist devrimcilere yardım elini uzatan Lenin de bir yazısında, “dini bir kisve altında siyasi pro­testo, gelişmelerinin belli bir derecesinde, bütün halklara özgü bir olaydır” demişti. Bunu da belirleyen daha temeldeki sınıf kavgasıydı. Bu koşullarda yapılacak şey de tüm açıklığıyla ortaya çıktı: Kısasa kısasla yanıt verilecek, halkın kutsal inançları devrimci güçler lehine seferber edilecekti. Zaten Mecliste 60 kadar din adamı vardı ve bu koşullarda Meclis bir Cuma günü, büyük bir dini merasimle açıldı. Aslında asıl savaş daha yeni başlıyordu ve bunun temel ilkesi de konulmuştu: Artık Anadolu topraklarında, egemenlik, “Hakk’ı temsil ettiğini” iddia eden sultan ve oligarşik zümreye değil, “Halk”a ait olacaktı.
***
Mustafa Kemal Atatürk, Meclis toplanmadan bir gün önce, 22 Nisan 1920’de, tüm asker-sivil yöneticilere yolladığı bildiride “Efendiler, diyordu, bilirsiniz ki hayat demek mücadele, müsademe demektir. Hayatta başarı mutlaka mücadelede başarıyla mümkündür ve bu da manen ve maddeten kuvvete, kudrete dayanan bir keyfiyettir”. Sonra da, kendi açısından, Doğu-Batı kavgasında Osmanlıları çöküntüye götüren nedenleri anlatıyor ve Panislamizm ve Pantürkizm gibi hayalci ve yayılmacı tutkuları eleştiriyordu. “Dünyanın bugünkü genel koşulları ve yüzyılların kafalara yerleştirdiği gerçekler karşısında, diyordu, hayalci olmak kadar büyük bir yanılgı olmaz. Tarihin dediği budur; bilim, akıl, mantık da bunu söyler!”. Önerdiği de buna dayanan bir “ulusal politika” ve buna uygun akılcı ve barışçı bir dış politika idi.
***
Fakat hayret değil mi?
Aradan yüz yıl geçti; bu hedefler çoktan ulaşılmış ve -enternasyonalist perspektifte- aşılmaya aday hedefler olarak değil de, adeta çıkarcı bir oligarşinin unutturmaya, kovmaya çalıştığı hedefler olarak hala karşımızda duruyor. Ve bu koşullarda 23 Nisan 1920 de, 100. yıldönümünde, Türkiye’yi, dışarda (Suriye, Libya) savaş halinde, içerde her türlü muhalifi “iç düşman” sayan; hesapsız politikasıyla bir işsizler ordusu yaratan; parası giderek eriyen ve sonunda da bir salgınla mücadeleyi bile “mutlak iktidar” tutkusuna endeksleyen iktidar yapısı ile yakaladı. Kuşkusuz ne tek parti dönemi, ne de çok partili yaşamımız -kuşkusuz farklı nedenlerle- sütten çıkmış ak kaşık sayılabilirdi; yine de daha beş altı yıl öncesine kadar, bu noktaya varacağımızı doğrusu kimse tahmin edemezdi. AKP’nin “ustalığı”, önce liberalleri İslamcılarla, İslamcıları Gülencilerle ve hepsini de “Kürt açılımı”yla uzlaştırarak “vesayet”e (aslında Kemalist laikliğe) karşı cephe kurmak; sonra da cepheyi parçalayarak her unsuru birer birer ezmeye çalışmak oldu. Yıllardır tüm demokratlar bu dönüşümü çözümlemeye çalışıyorlar, daha yıllarca da çalışacaklar ve bu arada özgürlük kavgası da devam edecek! Yine de karamsar olmayalım; hele hele dedelerimizin 1920’de bile kapılmadıkları umutsuzluğa hiç kapılmayalım. Bu arada, 2020’ler dünyasında, hayale kapılıp kendinde olmadık güçler vehmedenlerin de son tahlilde kendileriyle savaştıklarını hiç unutmayalım.
Taner Timur / BİRGÜN

100. yılında 23 Nisan’ın anlamı - Mustafa Türkeş / SOL

'23 Nisan günü Ankara’da açılan BMM yabancı güçlerin işgaline karşı mücadeleyi örgütlemeyi ve yönetmeyi hedefledi, üstlendi, yerine getirdi. Aynı dönemde emperyalizme karşı göbeğinden bağımlı olan Saltanat ise emperyalizmin değirmenine su taşıyan kararlara imza attı.'



Yarın 23 Nisan 2020. Türkiye Büyük Millet Meclisi açılışının yüzüncü yılı. Aradan bir asır geçmiş olması önemli, daha da önemlisi, bir asır önce verilen mücadelenin tarihselliği ve anlamı.
Osmanlı döneminde İkinci Abdülhamid ile 1876 yılında varılan uzlaşıya uygun ilk anayasa kabul edildi ve buna göre meclisin alt ve üst kanatları açıldı. Sözü edilen meclislerin demokratik bir yöntemle oluşturulduğunu söylemek mümkün olmasa da, en azından mutlak monarşiye göre ileri bir adımdı. Yaklaşık bir buçuk yıl sonra II. Abdülhamid Osmanlı-Rus savaşını bahane göstererek meclisin alt kanadı, mebusan meclisini, süresiz tatil etti. Üst kanadı ayan meclisini lağvetmedi, göstermelik tuttu. Sultan güya anayasal düzeni lağvetmemiş olacaktı! Fiili durum; anaysal düzen 32 yıl askıya alındı. Bu duruma çıkarına uygun düşen gericilerin bazıları destekledi, çoğu ses çıkarmadı. Eleştiri sesini yükseltenlerin çoğu cezalandırılacaktı. Bazıları sürgüne gönderildi. Fizan bunların en uzak olanıydı.
II. Abdülhamid’in artan baskıcı yönetimine karşı gizli örgüt olarak kurulan İttihad ve Terakki Cemiyeti 1908’de Sultan II. Abdülhamid’i anayasayı yeniden yürürlüğe koyması için zorladı. II. Abdülhamid isteksizce anayasayı tekrar yürürlüğe koymayı kabul etti, fakat ilk fırsatta ondan kurtulmayı denemekten geri durmadı. Muhafazakâr müttefiklerine yeşil ışık yaktı, onlar da 31 Mart vakası olarak bilinen 13 Nisan 1909 tarihinde karşı devrime kalkıştılar. Bu kalkışma, II. Abdülhamid’in iktidardan indirilip, Selanik’te ev hapsine gönderilmesine yol açtı. Makedonya’dan hareket eden Harekât Ordusu’nun İstanbul’a gelerek karşıdevrimi başarısızlığa uğratması, II. Abdülhamid’i tahttan indirmesi ve anayasanın yeniden yürürlüğe konması Türkiye tarihinde önemli bir dönüm noktasını oluşturur. Bu durum Türkiye tarihinde gericilik ile ilericiliğin ayrıştığı net dönüm noktalarından biri olarak tarihe kayıt edildi.
1909’da karşıdevrim önlendi, II. Meşrutiyet anayasası yürürlüğe girdi, meclis çalışmaya başladı, fakat liberal özgürlükleri öngören devrim kök salamadı. Birinci emperyalist paylaşım savaşı, esasen iki emperyalist güç, İngiltere ve Almanya, arasında ve bunların kendi müttefiklerini de içine çeken büyük savaş, Osmanlı Devleti'ni de içine aldı ve Osmanlı dahil imparatorlukların hepsini tarihe gömdü.
II. Meşrutiyet dönemi (1908-1918) çok sayıda farklı siyasal düşüncenin tartışıldığı, uygulamada bir uçtan ötekine hızlı gel gitlerin yaşandığı oldukça renkli ve karmaşık bir dönemdir. 1908’de devrimi gerçekleştirmekle birlikte iktidarını 1913’e kadar pekiştiremeyen İttihad ve Terakki Cemiyeti örgütü, muhalifleri gibi, esas itibarıyla 1918’de Büyük Savaş’ın, diğerleri gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu da tarihe gömünceye kadar, Osmanlı İmparatorluğu'nu kurtarmayı hedefledi.
İttihad ve Terakki Cemiyeti ne düşünsel bakımdan, ne üyelikleri itibarıyla, ne de koydukları hedefler bakımından yeknesaktı. Osmanlıcılıktan İslamcılığa, Turancılığa, bazen aynı dönemde birden fazlasına yöneldiler. 1912’de Balkan Savaşları başlayıncaya kadar Selanik kentini entellektüel tartışmaların merkezi olarak benimsediler, o dönemde tartışılan bütün ideolojiler Selanik süzgecinden geçerek İstanbul’a ve diğer kentlere ulaşabildi. Selanik’i kaybettiklerinde ise Türk milliyetçiğini öne çıkarmayı önceleseler de İttihadçılar imparatorluk fikrinden hiç vazgeçmediler. I. Dünya Savaşı yıllarında Pan-İslamcı, Turancı ve Pan-Türkçü politikaları gündemde tutmaları İttihatçıların imparatorluk çerçevesine bağlılıklarını gösterir.
1908-1918 arası izlenen politikaların bazılarında iç tutarlılık bulmak zordur, bir uçtan ötekine hızlı geçiş yapıldığını görmek mümkündür. İttihadçılar gericiliğe karşı ciddi direnç gösterseler de onu tasfiye edebildiklerini söylemek mümkün değildir.
İmparatorluk savaş sonunda dağılırken, İttihad ve Terakki Cemiyeti, kuruluş sürecinde olduğu gibi, gizli bir oturumda kendi kendini 1918’de fesh etti. İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne siyasal bir alan kalmamıştı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda kendisine önemli bir siyasal alan açılmış olmasına rağmen, Saltanat, bu alanı öncelikle kendi kişisel sağkalımı için kullanmak üzere emperyalizmle işbirliği yaparak, iyice yüzsüzleşti, halkına daha çok yabancılaştı. Saltanat, emperyalizmin arzusuna uygun olarak Anadolu’da yurtsever direniş örgütlenmesini yasakladığında kendi beynine sıkacaktı.
Saltanat’ın hiç bir güvenirliği ve meşruiyeti kalmamıştı, çünkü halkına karşı emperyalizm ile işbirliği yapmıştı. Muhafazakarlar bu gerçekle yüzleşmeyi hiç denemediler.
İlerde Kemalistler olarak anılacak bir grup yurtsever 1919 yılında Mustafa Kemal önderliğinde Amasya, Erzurum ve Sivas’ta yaptıkları toplantılarda bağımsızlık mücadelesini örgütlediler, topluma duyurdular. Açılan siyasal alanı doğru zamanda ve doğru yerde Kemalistler doldurdu.
Bütün bu süreçte, bırakın liderlik yapmayı, Saltanat her fırsatta emperyalizme karşı halkı örgütlemeye çalışan Kemalistlere karşı elinden gelen yanlışı yapmaktan geri durmadı.
Meşruiyetini kaybetmiş bir siyasal aktörün sefillik simgesi oldu Saltanat. 1922’de ilga edildiğinde onu savunacak elle tutulur, ayakları yere basan bir siyasal gücün bulunmayışı şaşırtıcı değildir.
Saltanatın sefilliğine karşın, Kemalistler başarılı bir örgütlenme örneği verdiler. İttihatçıların bıraktığı hücre direniş örgütlerini, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyetleri adı altında birleştirip bunları yeknesak bir amaca, bağımsızlık mücadelesine yöneltmeyi başardılar.
İşte 23 Nisan, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, direniş güçlerinin birleştirilmesi ve direnişe destek verenlerin temsiliyetinin siyasal simgesi olarak açıldığı ve buna önderlik eden bir grup yurtseverin burada alınacak kararları benimseyeceklerini, yasallığa ve meşruiyete saygı göstereceklerini, böylece direnişe öncülük edeceklerini bütün halka ve dünyaya duyurdukları gündü.
Saltanat emperyalizmle işbirliği içinde iken, Ankara’da BMM’nin açılışına önderlik eden yurtseverler hem emperyalizme hem de Saltanat’ın böylesi politikalarına karşı ciddi mücadele edeceklerini ilan etmekle kalmadılar, yerine getirdiler. Emperyalizmin değirmenine su taşıyanlar o gün bu gerçeği kendi açılarından doğru okudular ve BMM’nin açılışına hiç destek vermediler. Böylece gericiler yüzyıl boyunca BMM’nin açılış mantığını çıkarlarına uygun bulmadıkları için BMM’nin açılışını ve yıldönümlerini siyaseten benimsemediler, savunmadılar.
23 Nisan günü Ankara’da açılan BMM yabancı güçlerin işgaline karşı mücadeleyi örgütlemeyi ve yönetmeyi hedefledi, üstlendi, yerine getirdi. Aynı dönemde emperyalizme karşı göbeğinden bağımlı olan Saltanat ise emperyalizmin değirmenine su taşıyan kararlara imza attı.
BMM’nin açılışının tarihselliğini kavramayan bazı liberaller kendilerini birinci mi ikinci meclis mi demokratikti sorusu ile meşgul etmekteler. Gerçek; ikisi de demokratik değildi, devrimlerin gerçekleştiği dönemde demokrasicilik oyunu oynanmaz…
23 Nisan, eşgüdüm içinde iki mücadelenin yürütülmesini meşrulaştıran temsiliyet kurumu, BMM, açıldığı bayram günüdür. Bayramımız kutlu olsun.
Mustafa Türkeş / SOL