Netflix’te yayınlanan Münih: Savaş Yaklaşıyor’un iki aksından birisi Alman ordusunda savaşa karşı olan bir grup subayın bir hükümet darbesiyle Hitler’i etkisiz hale getirme ihtimaline dayanıyor.
İkinci Dünya Savaşı filmografisinde yer alan bazı filmler, Savaş öncesinde ya da sırasında meydana gelen bazı olayların daha farklı sonuçlanması halinde felaketin önlenebileceği ya da etkilerinin bir nebze hafifletileceğine ilişkin varsayımları ele alır. Klasik dramatik anlatımlarda bu varsayımların akıbetini, karakterlerin tercihleri ve eylemleri belirler. Nazilerin iktidara gelişini önlemeyi başaramayan siyasetçiler, Hitler’i hedef alan darbe girişiminden son anda cayan yüksek rütbeli subaylar, tetiği çekmede bir an tereddüt yaşayan suikastçılar, izleyiciye, “öyle olmasaydı, ne olurdu” sorusunu sordurur.
Netflix’te yayınlanan Münih: Savaş Yaklaşıyor’un (Yön: Christian Schwochow) iki aksından birisi, böylesi bir soruya, Alman ordusunda savaşa karşı olan bir grup subayın bir hükümet darbesiyle Hitler’i (Ulrich Matthes) etkisiz hale getirme ihtimaline dayanıyor. Ancak bu ihtimalin gerçekleşmesi, Almanya’nın Çekoslovakya’yı işgal harekâtını başlatmasına bağlı. Sadece bu gelişme, Wehrmacht’taki Hitler karşıtı grubu harekete geçirebilir. Ne var ki, İngiltere ve Fransa’nın, Almanya’nın Çekoslovakya’daki Südet bölgesini işgalini kabul ettiği Münih Konferansı, darbe planının ölü doğmasına yol açıyor. Konferans’ın uzlaşmayla sonuçlanması, filmin diğer aksında anlatılan İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’in (Jeremy Irons) “savaş çıkmaması” için ortaya koyduğu çabanın ürünü. Bu noktada, filmdeki iki ana karakterin tarihteki politik figürler değil, filme ve esas aldığı romana kurmaca unsurlar olarak eklenen Hugh Legat (George MacKay) ve Paul von Hartmann (Jannis Niewöhner) adlı, biri İngiliz diğeri Alman Dışişleri’nde görevli iki eski üniversite arkadaşı olduğunu belirtmek gerekiyor. İktidara gelişinden önce, ulusun ihtiyaç duyduğu önder olduğuna inandığı Hitler’i destekleyen ancak Yahudilere uygulanan zulüm nedeniyle hayal kırıklığına uğrayan Paul, ele geçirdiği ve Almanya’nın genişleme politikasının Südet bölgesiyle sonlanmayacağını kanıtlayan bir konferans tutanağını, okul arkadaşı Legat aracılığıyla Chamberlain’e ulaştırmak istemektedir. Böylece İngilizler, Nazilerin gerçek niyetlerini öğrenecek ve Konferans’ta herhangi bir anlaşmaya imza koymayarak Hitler’i askeri harekata mecbur bırakacaktır. Orduya verilecek olan harekât emri, Wehrmacht içerisindeki Hitler karşıtı grup tarafından Hitler’i tutuklama ve iktidara el koyma emri olarak algılanacaktır. Ne var ki İngiliz Başbakan, bu ihtimaller zinciri karşısında ilgisizdir.
Chamberlain filmde, tek amacı 1. Dünya Savaşı’nın dehşetinin yeniden yaşanmasını engellemek olan yaşlı ve yorgun bir politikacı olarak resmediliyor. Bu tasvirin, Hobsbawm’ın tabiriyle ismi “yatıştırma” ile özdeşleşen muhafazakâr Başbakan’ın siyasi gerçekliğiyle ancak kısmen örtüştüğü söylenebilir. Güç kaybetmek olan Britanya’nın, eşi benzeri görülmemiş bir silahlanma sürecinden geçen Almanya’ya karşı, hem de Birinci Savaş yıkımının üzerinden henüz yirmi yıl geçmişken bir savaşa tutuşmaya istekli olmadığı, kamuoyunun ise buna şiddetle karşı olduğu doğrudur. Bununla birlikte, dönemin siyasi elitlerinin gerçekçi beklentisinin, Almanya’nın iki savaş arası dönemde güttüğü revizyonist ve yayılmacı politikalarının hedefini Doğuya yöneltmesi olduğu ortadadır. Elbette burada Doğu’dan esas olarak anlaşılması gereken, Sovyetler Birliği’dir.
Bunu söylerken, Britanya’nın Münih Konferansı’nda aldığı tutumun ilham kaynağının, yaklaşmakta olan savaşa hazırlıkla hiçbir ilgisi olmadığı da düşünülemez. 1930’lu yıllarda uluslararası silahsızlanmanın uzak bir hayal olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, bütün büyük güçler yeni savaş gereçleri ve teknolojilerine muazzam yatırımlar yapmaya başlamıştı ve 1930’ların ikinci yarısıyla birlikte, yayılmacı “Lebensraum” siyasetini gütmekte olan Almanya’nın bu alanda öne fırladığı da herkesin malumuydu. Dolayısıyla Britanya, tıpkı Sovyetler Birliği ve Fransa gibi zaman ihtiyacını duyumsuyordu.
Ancak Britanya’nın İkinci Dünya Savaşı süresince askeri anlamda kayda değer bir başarısına rastlamak güçtür. Polonya’nın işgali üzerine Fransa’yla birlikte Almanya’ya karşı savaş ilan edilmesinden sonra geçen ve “sahte savaş”, “komik savaş” ya da Almanların ünlü doktrini üzerinden yapılan bir kelime oyunuyla, hareketsizliği ifade eden sitzkrieg gibi çeşitli terimlerle anılan dönem, bu dönemin sonunda İmparatorluğun Sefer Kuvvetlerinin Dunkirk’ten çekilişi, Rommel’in Kuzey Afrika’daki kuvvetleri karşısında ABD çıkarması gerçekleşene kadar yaşanan kayıplar, zafere giden yolun taşlarını döşememişti. Hatta Britanya’nın ikinci cephenin açılmasında ayak direyen tutumu ve Churchill’in, Almanya’ya giden en kısa yol olan Fransa’nın kuzey kıyıları yerine, Ukrayna ve Romanya üzerinden ilerleyecek olan Kızıl Ordu’yu Avrupa’nın kapısında tutmak amacıyla Balkanlar’a yapılacak bir çıkarma önermesi, Britanya’nın müttefiklerin galibiyetindeki rolünün önemini tartışmalı kılar. Bir başka deyişle, Münih Konferansı’yla kazanılan hazırlık süresinde Britanya’nın gerçekleştirdiği askeri hazırlığın, Savaşın sonuçlanmasında belirleyici bir etkide bulunduğunu söylemek güçtür. Ne var ki film, kazanılan zamanın Almanya’nın yenilgisine yol açtığını anlatan bir bilgi notuyla bitmektedir. Gerçekteyse, Münih Konferansı’yla kazanıldığı söylenen yaklaşık 1,5 yıllık zaman dilimi içerisinde Almanya, Orta ve Batı Avrupa’daki tüm hedeflerine kolayca ulaşmış, İngiltere Kıta Avrupası’ndaki kuvvetlerini kaçırmak durumunda kalmış, başlıca müttefiki Fransa ise kırk gün içerisinde teslim bayrağını çekmiştir. Almanya’nın savaş meydanlarındaki büyük yenilgileriyse, Moskova önlerinde, Stalingrad cephesinde ve Kursk muharebelerinde gerçekleşecektir.
Filmin tarihsel gerçeklik çerçevesindeki bir diğer sorunu, Chamberlain ve beraberindekilere bir naiflik atfetmesidir. Genç Alman diplomat adayı Paul’ün bir belge aracılığıyla farkına vardığı ve Nazilerin Yahudilere uyguladığı zulüm nedeniyle gerçekliğine daha da inandığı Üçüncü Reich yayılmacılığı, her nedense kurt İngiliz politikacıların gözünden kaçmıştır. Oysa, Nazilerin yayılmacı amaçlarından haberdar olmak için gizli bir görüşmeye dair raporlara ihtiyaç duyulmamaktadır. Zira bu düşünceler, sonraki yıllarda sıklıkla ifade edilmesi ve eylemlere ortaya konması bir tarafa, yirminci yüzyılın en tartışmalı kitaplarından (Kavgam) birisinde yıllar önce, düşüncelerin sahibi tarafından yayımlanmıştı.
Film bir anlamıyla, yaratıcılarının böyle bir niyeti olup olmadığından bağımsız olarak, İkinci Dünya Savaşı öncesi yılların siyasi ataletini temsil eden Chamberlain’e bir iade-i itibar denemesi olarak değerlendirilebilir. Filmin belki de en önemli zayıflığı, bu denemeyi oldukça sıradan bir ana fikir aracılığıyla yapmasındadır. Chamberlain elinden geleni yapmış ve savaş kararı almaktansa, geçici ve kırılgan da olsa, bir ülkenin feda edilmesi anlamına da gelse, barışı sağlayarak masadan ayrılmıştır. Ertesi gün ya da yıl ne olacağı bilinemez, önemli olan, elinizdeki imkanlarla en iyisini gerçekleştirmeye çalışmaktır.
Bu eleştiriler bir yana, film izleyiciyi, sahiciliği azımsanamayacak bir soru üzerine düşünmeye de sevk edebilir. Esas olarak İngiltere nezdinde önemli olan bu soru, pek hatırlanmak istemeyen bu politikacıyla halefi hakkındaki genel kanıya ilişkindir. Chamberlain öngörüsüz, niteliksiz bir politikacıdır da Churchill, savaş zamanı ulusu arkasına toplayacak bir lider midir? Chamberlain’in Londra’ya dönüşünde, Münih Konferansı belgelerini elinde sallaması acınası bir görüntüdür de, Churchill’in “…Denizlerde savaşacağız, Sahillerde savaşacağız, Adamızı savunacağız…” diye devam eden ünlü konuşması bir kahramanlık manzumesi midir? (Son derece öznel bir yorumla, ikincisinin Aces High adını taşıyan Iron Maiden şarkısının giriş bölümüne belirli bir hava kattığını ifade etmek isterim). İki farklı politika ve bunları temsil eden iki figür arasında bir süreklilik ve kopuş ilişkisinden bahsedilemez mi? İkisi arasındaki kopuş noktasının fiili savaş olduğu aşikardır. Öte yandan, Almanya ve Sovyetler Birliği arasındaki savaşın galibi kim olursa olsun, her ikisinin de mümkün olduğunca zayıflayacağı bir senaryoyla bitmesine dönük İngiliz yönetici sınıfları arzusu süreklidir ve yukarıda da değindiğim gibi bu arzu, ikinci cephenin açılmasında ayak direyen ve sürekli yeni tartışma konuları çıkaran Churchill tarafından defalarca ima edilmiştir. Filmin izleyicisinin, “Canım bu Neville Amca o kadar da kötü birisi değilmiş” hissiyle koltuğundan kalkması, onu kendiliğinden Churchill’in tarihsel konumunu ve Britanya’nın savaş politikasını sorgulatmaya itmeyecektir elbette. Yine de bu duygu, tarihsel süreçleri kavramada kişilerin oynadığı role gereğinden fazla önem atfedilmeyip, nesnel koşullara, çelişkilere ve sınıfsal ilişkilerin anlaşılması gerekliliğinin hatırlanmasına yardımcı olabilir.SİNAN ODABAŞI / SOL