31 Ocak 2022 Pazartesi

Bir günah keçisine iade-i itibar denemesi-SİNAN ODABAŞI / SOL

 



Netflix’te yayınlanan Münih: Savaş Yaklaşıyor’un iki aksından birisi Alman ordusunda savaşa karşı olan bir grup subayın bir hükümet darbesiyle Hitler’i etkisiz hale getirme ihtimaline dayanıyor.

İkinci Dünya Savaşı filmografisinde yer alan bazı filmler, Savaş öncesinde ya da sırasında meydana gelen bazı olayların daha farklı sonuçlanması halinde felaketin önlenebileceği ya da etkilerinin bir nebze hafifletileceğine ilişkin varsayımları ele alır. Klasik dramatik anlatımlarda bu varsayımların akıbetini, karakterlerin tercihleri ve eylemleri belirler. Nazilerin iktidara gelişini önlemeyi başaramayan siyasetçiler, Hitler’i hedef alan darbe girişiminden son anda cayan yüksek rütbeli subaylar, tetiği çekmede bir an tereddüt yaşayan suikastçılar, izleyiciye, “öyle olmasaydı, ne olurdu” sorusunu sordurur.


Netflix’te yayınlanan Münih: Savaş Yaklaşıyor’un (Yön: Christian Schwochow) iki aksından birisi, böylesi bir soruya, Alman ordusunda savaşa karşı olan bir grup subayın bir hükümet darbesiyle Hitler’i (Ulrich Matthes) etkisiz hale getirme ihtimaline dayanıyor. Ancak bu ihtimalin gerçekleşmesi, Almanya’nın Çekoslovakya’yı işgal harekâtını başlatmasına bağlı. Sadece bu gelişme, Wehrmacht’taki Hitler karşıtı grubu harekete geçirebilir. Ne var ki, İngiltere ve Fransa’nın, Almanya’nın Çekoslovakya’daki Südet bölgesini işgalini kabul ettiği Münih Konferansı, darbe planının ölü doğmasına yol açıyor. Konferans’ın uzlaşmayla sonuçlanması, filmin diğer aksında anlatılan İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’in (Jeremy Irons) “savaş çıkmaması” için ortaya koyduğu çabanın ürünü. Bu noktada, filmdeki iki ana karakterin tarihteki politik figürler değil, filme ve esas aldığı romana kurmaca unsurlar olarak eklenen Hugh Legat (George MacKay) ve Paul von Hartmann (Jannis Niewöhner) adlı, biri İngiliz diğeri Alman Dışişleri’nde görevli iki eski üniversite arkadaşı olduğunu belirtmek gerekiyor. İktidara gelişinden önce, ulusun ihtiyaç duyduğu önder olduğuna inandığı Hitler’i destekleyen ancak Yahudilere uygulanan zulüm nedeniyle hayal kırıklığına uğrayan Paul, ele geçirdiği ve Almanya’nın genişleme politikasının Südet bölgesiyle sonlanmayacağını kanıtlayan bir konferans tutanağını, okul arkadaşı Legat aracılığıyla Chamberlain’e ulaştırmak istemektedir. Böylece İngilizler, Nazilerin gerçek niyetlerini öğrenecek ve Konferans’ta herhangi bir anlaşmaya imza koymayarak Hitler’i askeri harekata mecbur bırakacaktır. Orduya verilecek olan harekât emri, Wehrmacht içerisindeki Hitler karşıtı grup tarafından Hitler’i tutuklama ve iktidara el koyma emri olarak algılanacaktır. Ne var ki İngiliz Başbakan, bu ihtimaller zinciri karşısında ilgisizdir.

Chamberlain filmde, tek amacı 1. Dünya Savaşı’nın dehşetinin yeniden yaşanmasını engellemek olan yaşlı ve yorgun bir politikacı olarak resmediliyor. Bu tasvirin, Hobsbawm’ın tabiriyle ismi “yatıştırma” ile özdeşleşen muhafazakâr Başbakan’ın siyasi gerçekliğiyle ancak kısmen örtüştüğü söylenebilir. Güç kaybetmek olan Britanya’nın, eşi benzeri görülmemiş bir silahlanma sürecinden geçen Almanya’ya karşı, hem de Birinci Savaş yıkımının üzerinden henüz yirmi yıl geçmişken bir savaşa tutuşmaya istekli olmadığı, kamuoyunun ise buna şiddetle karşı olduğu doğrudur. Bununla birlikte, dönemin siyasi elitlerinin gerçekçi beklentisinin, Almanya’nın iki savaş arası dönemde güttüğü revizyonist ve yayılmacı politikalarının hedefini Doğuya yöneltmesi olduğu ortadadır. Elbette burada Doğu’dan esas olarak anlaşılması gereken, Sovyetler Birliği’dir.

Bunu söylerken, Britanya’nın Münih Konferansı’nda aldığı tutumun ilham kaynağının, yaklaşmakta olan savaşa hazırlıkla hiçbir ilgisi olmadığı da düşünülemez. 1930’lu yıllarda uluslararası silahsızlanmanın uzak bir hayal olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, bütün büyük güçler yeni savaş gereçleri ve teknolojilerine muazzam yatırımlar yapmaya başlamıştı ve 1930’ların ikinci yarısıyla birlikte, yayılmacı “Lebensraum” siyasetini gütmekte olan Almanya’nın bu alanda öne fırladığı da herkesin malumuydu. Dolayısıyla Britanya, tıpkı Sovyetler Birliği ve Fransa gibi zaman ihtiyacını duyumsuyordu.

Ancak Britanya’nın İkinci Dünya Savaşı süresince askeri anlamda kayda değer bir başarısına rastlamak güçtür. Polonya’nın işgali üzerine Fransa’yla birlikte Almanya’ya karşı savaş ilan edilmesinden sonra geçen ve “sahte savaş”, “komik savaş” ya da Almanların ünlü doktrini üzerinden yapılan bir kelime oyunuyla, hareketsizliği ifade eden sitzkrieg gibi çeşitli terimlerle anılan dönem, bu dönemin sonunda İmparatorluğun Sefer Kuvvetlerinin Dunkirk’ten çekilişi, Rommel’in Kuzey Afrika’daki kuvvetleri karşısında ABD çıkarması gerçekleşene kadar yaşanan kayıplar, zafere giden yolun taşlarını döşememişti. Hatta Britanya’nın ikinci cephenin açılmasında ayak direyen tutumu ve Churchill’in, Almanya’ya giden en kısa yol olan Fransa’nın kuzey kıyıları yerine, Ukrayna ve Romanya üzerinden ilerleyecek olan Kızıl Ordu’yu Avrupa’nın kapısında tutmak amacıyla Balkanlar’a yapılacak bir çıkarma önermesi, Britanya’nın müttefiklerin galibiyetindeki rolünün önemini tartışmalı kılar. Bir başka deyişle, Münih Konferansı’yla kazanılan hazırlık süresinde Britanya’nın gerçekleştirdiği askeri hazırlığın, Savaşın sonuçlanmasında belirleyici bir etkide bulunduğunu söylemek güçtür. Ne var ki film, kazanılan zamanın Almanya’nın yenilgisine yol açtığını anlatan bir bilgi notuyla bitmektedir. Gerçekteyse, Münih Konferansı’yla kazanıldığı söylenen yaklaşık 1,5 yıllık zaman dilimi içerisinde Almanya, Orta ve Batı Avrupa’daki tüm hedeflerine kolayca ulaşmış, İngiltere Kıta Avrupası’ndaki kuvvetlerini kaçırmak durumunda kalmış, başlıca müttefiki Fransa ise kırk gün içerisinde teslim bayrağını çekmiştir. Almanya’nın savaş meydanlarındaki büyük yenilgileriyse, Moskova önlerinde, Stalingrad cephesinde ve Kursk muharebelerinde gerçekleşecektir.

Filmin tarihsel gerçeklik çerçevesindeki bir diğer sorunu, Chamberlain ve beraberindekilere bir naiflik atfetmesidir. Genç Alman diplomat adayı Paul’ün bir belge aracılığıyla farkına vardığı ve Nazilerin Yahudilere uyguladığı zulüm nedeniyle gerçekliğine daha da inandığı Üçüncü Reich yayılmacılığı, her nedense kurt İngiliz politikacıların gözünden kaçmıştır. Oysa, Nazilerin yayılmacı amaçlarından haberdar olmak için gizli bir görüşmeye dair raporlara ihtiyaç duyulmamaktadır. Zira bu düşünceler, sonraki yıllarda sıklıkla ifade edilmesi ve eylemlere ortaya konması bir tarafa, yirminci yüzyılın en tartışmalı kitaplarından (Kavgam) birisinde yıllar önce, düşüncelerin sahibi tarafından yayımlanmıştı.

Film bir anlamıyla, yaratıcılarının böyle bir niyeti olup olmadığından bağımsız olarak, İkinci Dünya Savaşı öncesi yılların siyasi ataletini temsil eden Chamberlain’e bir iade-i itibar denemesi olarak değerlendirilebilir. Filmin belki de en önemli zayıflığı, bu denemeyi oldukça sıradan bir ana fikir aracılığıyla yapmasındadır. Chamberlain elinden geleni yapmış ve savaş kararı almaktansa, geçici ve kırılgan da olsa, bir ülkenin feda edilmesi anlamına da gelse, barışı sağlayarak masadan ayrılmıştır. Ertesi gün ya da yıl ne olacağı bilinemez, önemli olan, elinizdeki imkanlarla en iyisini gerçekleştirmeye çalışmaktır.

Bu eleştiriler bir yana, film izleyiciyi, sahiciliği azımsanamayacak bir soru üzerine düşünmeye de sevk edebilir. Esas olarak İngiltere nezdinde önemli olan bu soru, pek hatırlanmak istemeyen bu politikacıyla halefi hakkındaki genel kanıya ilişkindir. Chamberlain öngörüsüz, niteliksiz bir politikacıdır da Churchill, savaş zamanı ulusu arkasına toplayacak bir lider midir? Chamberlain’in Londra’ya dönüşünde, Münih Konferansı belgelerini elinde sallaması acınası bir görüntüdür de, Churchill’in “…Denizlerde savaşacağız, Sahillerde savaşacağız, Adamızı savunacağız…” diye devam eden ünlü konuşması bir kahramanlık manzumesi midir? (Son derece öznel bir yorumla, ikincisinin Aces High adını taşıyan Iron Maiden şarkısının giriş bölümüne belirli bir hava kattığını ifade etmek isterim). 

İki farklı politika ve bunları temsil eden iki figür arasında bir süreklilik ve kopuş ilişkisinden bahsedilemez mi? İkisi arasındaki kopuş noktasının fiili savaş olduğu aşikardır. Öte yandan, Almanya ve Sovyetler Birliği arasındaki savaşın galibi kim olursa olsun, her ikisinin de mümkün olduğunca zayıflayacağı bir senaryoyla bitmesine dönük İngiliz yönetici sınıfları arzusu süreklidir ve yukarıda da değindiğim gibi bu arzu, ikinci cephenin açılmasında ayak direyen ve sürekli yeni tartışma konuları çıkaran Churchill tarafından defalarca ima edilmiştir. Filmin izleyicisinin, “Canım bu Neville Amca o kadar da kötü birisi değilmiş” hissiyle koltuğundan kalkması, onu kendiliğinden Churchill’in tarihsel konumunu ve Britanya’nın savaş politikasını sorgulatmaya itmeyecektir elbette. Yine de bu duygu, tarihsel süreçleri kavramada kişilerin oynadığı role gereğinden fazla önem atfedilmeyip, nesnel koşullara, çelişkilere ve sınıfsal ilişkilerin anlaşılması gerekliliğinin hatırlanmasına yardımcı olabilir.

SİNAN ODABAŞI / SOL

Arap Coğrafyasında Geçen Hafta | Cezayir zirvesi Arap Birliğinin kapılarını Suriye’ye açar mı? - EVRENSEL

 

     Cezayir Cumhurbaşkanı Tebbun, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile Kahire'de bir araya geldi. | Fotoğraf: Mısır  Cumhurbaşkanlığı

Mart ayında Filistin gündemiyle Cezayir'de toplanacak Arap Birliği zirvesine Suriye yönetimininde katılması bekleniyor. Cezayir Cumhurbaşkanının Kahire ziyareti de bu süreçte dikkat çekti.

Önümüzdeki mart ayında Arap Birliği zirvesinin Cezayir’de toplanması planlanıyor. Cezayir yönetimi yaklaşan zirveyi “Filistin Zirvesi” olarak adlandırıyor. Toplanacak zirve Filistin sorununun tartışılmasının yanı sıra, iki noktada oldukça büyük bir önem arz ediyor. Bunlardan ilki, şüphesiz uzun zamandan beri sandalyesi boş olan Suriye’nin çağrılarak Birliğin üyeliğine yeniden kabul edilmesi. Diğeri ise uzun süreden beri Arap dünyasında varlığı pek hissedilmeyen Cezayir’in yeniden sahneye dönmesi.

Suriye’nin üyeliği 16 Kasım 2011 tarihinde askıya alınmıştı. Arap Birliği 6 Mart 2013 tarihinde Suriye Ulusal Koalisyonunun sandalyesini Suriye’yi temsil ettiği gerekçesiyle muhalefete vermişti. Ancak Birlik Genel Sekreteri Nebil el Arabi, 9 Mart 2014 tarihinde kurumlarının oluşumunu tamamlayana kadar Suriye’nin sandalyesinin boş kalacağını ifade etmişti. Cezayir uzun süreden beri ev sahipliği yapacağı zirveye Suriye yönetiminin katılmasında ısrarlı.

ŞAM’A KARŞI DEĞİŞEN TAVIR

Rai al Youm gazetesinin baş yazısında belirtildiği üzere Birliğin birçok üyesi Şam’a karşı tavırlarını değiştirdi. Suriye’nin geri dönüşüne karşı çıkmayan Mısır Dışişleri Bakanı Semih Şükri, geçen eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun oturum aralarında Suriyeli mevkidaşı Faysal Mikdad ile bir araya geldi. Üyeliğin dondurulmasının arkasında olan başta Suudi Arabistan ve BAE bile bu tutumlarından vazgeçtiler ve Şam ile diyalog kanallarını yeniden açtılar. Geçen yılın sonunda bir Suudi güvenlik heyeti, Suriye’nin başkentini ziyaret etti ve Beşar Esad ile görüştü. BAE ise büyükelçiliğini yeniden açtı ve Dışişleri Bakanı Şeyh Abdullah bin Zayed’i, Esad’ı Abu Dabi’ye davet etmesi için Şam’a gönderdi. Katar ise, Suriye’nin Arap Birliğine bu dönüşüne şiddetle karşı çıkan neredeyse tek ülke olmaya devam ediyor. Suriye’nin toplantılara yeniden katılması, yönetimin Arap dünyasında resmen tanınması anlamına geldiği için kritik.

CEZAYİR YENİDEN SAHNEDE

Cezayir, İran’ın liderlik ettiği Direniş Ekseni’ne yakınlığıyla biliniyor. Ancak ’90’da başlayan ve on yıl süren iç savaşın ardından bugüne kadar yaşanan birçok krizde etkin bir rol oynamadı. Suriye krizinde başından itibaren Esad yönetimini destekledi. Yemen savaşında ortaya çıkan bölgesel bölünmede İran’ın yanında yer aldı. Ancak varlığı pek hissedilmedi. Rai al Youm’da yer alan başyazıya göre Arap Birliği zirvesi öncesi Cezayir Cumhurbaşkanı Abdulmecid Tebbun’un pazartesi günü 14 yıl aradan sonra Kahire’ye başladığı ziyaret,  sahneye yeniden dönmenin önemli adımı. Ayrıca toplantının “Filistin Zirvesi” adıyla toplanması, bölgenin yaşadığı sorunlardan artık uzak kalmayacağının emaresi.

MISIR DEVRİMİ, SİNA VE FİLİSTİN

Geçtiğimiz hafta 25 Ocak günü Mısır’da, 30 yıl hüküm süren Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin yıl dönümüydü. Lakin temmuz 2013’te Genelkurmay Başkanı Abdülfettah el Sisi komutasındaki Mısır Silahlı Kuvvetlerinin gerçekleştirdiği darbeyle rejim yeniden kendisini inşa etti. İnşa sürecinin Sina Yarımadası’nda özel bir misyonu vardı. Al Araby al Cedid gazetesinden Mahmut Halil, darbe rejiminin İsrail’in güvenliği için Gazze Şeridiyle sınır olan Refah’tan yüz bin kişiyi göç ettirdiğini hatırlattı. Ulusal Güvenlik Servisinin darbeden sonra halka yaşattığı zulme dikkat çekti.

LİBYA VE IRAK’TA BİTMEYEN KRİZ

Geçtiğimiz haftanın diğer önemli gündemi bir türlü seçim yapamayan Libya’dan ve seçim yapmasına rağmen bir türlü hükümet kuramayan Irak’tan geldi. Al Arab gazetesinde yer alan manşet haberine göre Libya parlamentosu, geçtiğimiz salı görevden ayrılan Başbakan  Abdülhamid Dibeybe’nin muhalefeti içerecek ve yıllarca sürecek yeni bir dönemin kapılarını açacak bir hükümet değişikliği yoluyla iktidarda kalma çabalarını engelledi. Meclis Başkanı Akile Salih’in açıklamaları, özellikle teklifin BM Temsilcisi Stephanie Williams’ın yeni bir geçiş aşamasını reddetmesiyle aynı zamana denk gelmesi nedeniyle dikkat çekti.

Hükümetin bir türlü kurulamadığı Irak’ta ise Meclis Başkanı Muhammed el Halbusi’nin  Anbar’daki evine Katyuşa füzeleriyle saldırı düzenlendi. Al Araby el Cedid gazetesinden Adil el Navvab bu saldırının, Hamis Hanjar liderliğindeki Sünni siyasi güçleri bir araya getiren ve yaklaşık 70 milletvekilini içeren bir siyasi ittifakın açıklanmasından birkaç saat sonra gerçekleştiğini aktardı. El Navvab, İran’ın sürece müdahale etmek için Kudüs Gücü eliyle toplantılar yaptığını vurgularken, saldırının Mukteda Sadr’ın, ulusal çoğunluk hükümeti kurmak istediği bir süreçte geldiğine dikkat çekti. Sadr, İran’a yakınlığıyla bilinen eski Başbakan Nuri el Maliki liderliğindeki “Hukuk Devleti” koalisyonu hariç isteyen güçlerle hükümet kurabileceğini açıklamıştı.

                                                                            ***

CEZAYİR’DEKİ ZİRVE NEDEN ÖNEMLİ?

Rai al Youm / Başyazı

Cezayir Cumhurbaşkanı Abdulmecid Tebbun’un pazartesi günü Kahire’ye ziyareti, 14 yıl sonra ilk kez gerçekleşiyor. Cezayirli misafir, Mısırlı ev sahibi Cumhurbaşkanı Abdulfettah el Sisi ile İttihadiye Sarayı’nda buluştu. Tartışılan birçok konu ve dosya ile ilgili anlaşmaya varıldığı anlaşılıyor. Özellikle önümüzdeki mart ayında bir sonraki Arap Birliği zirvesinin Cezayir’de toplanması konusunda.Mısır cumhurbaşkanlığının resmi sözcüsünün, pek çok haberde ertelenme ihtimalinin teyit edildiği bu zirve hakkında çok fazla ayrıntı vermediği doğru. Hatta özellikle Suriye’nin zirveye katılması ve Arap Birliğindeki koltuğunun geri verilmesi konusundaki bölünmeler nedeniyle iptali söz konusuydu. Ancak Cumhurbaşkanı Sisi, Cezayir’in bu zirveye ev sahipliği yapmasını memnuniyetle karşıladı ve Cezayir’e olan güvenini dile getirdi. Arap devletlerinin vizyonlarını çeşitli konularda birleştirmek ve Arap ülkeleri arasındaki iş birliği ve koordinasyon çerçevelerini güçlendirmek için önemli bir istasyon olarak kabul ettiğini ifade etti. Bu paragraf ilk bakışta Sisi’nin bu zirveyi ve toplanmasını desteklediğini ve kendisinin buna katılmaya hazır olduğunu gösteriyor. Bu da belki de Cezayir Cumhurbaşkanının gezisindeki en önemli başarısıdır.

İster geçen yüzyılın doksanlarındaki kanlı “kara on yıl” yüzünden, isterse de eski Cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika’nın kötüleşen sağlık durumu nedeniyle olsun, neredeyse otuz yıldır Arap arenasında yok olan Cezayir, şimdi Cumhurbaşkanı Tabbun ile rolünü, güç ve etkinliğini ve ortak Arap eylemini yeniden tesis etmek istiyor. Bu nedenle Cezayir cumhurbaşkanı, bu dönüşün en geniş ve en önemli kapısı olduğu için ana Arap istasyonu olarak Kahire’yi seçti.

Cezayir Cumhurbaşkanının, Mısır’ın Filistin uzlaşmasını sağlamak için üstlendiği samimi çabalar için dile getirdiği övgü, Gazze Şeridi’nin yeniden inşası alanındaki çabalarını methetmesi ve Sisi’nin Cezayir’in barışın önünü açma çabalarını memnuniyetle karşılaması; bütün bunlar iki taraf arasındaki farklılıkların giderildiğinin ve bu konudaki çabalarının birleştirildiğinin göstergeleri.

Mısır’ın zirveyi memnuniyetle karşıladığı ve Cezayir’in bunu başarılı kılma yeteneğine güvendiği yönündeki bu olumlu açıklamaları, önünde duran engelleri, özellikle de Cezayir-Fas anlaşmazlığı nedeniyle Arap arenasında hüküm süren kutuplaşma durumunu hafife almak ya da Suriye’nin Arab Birliğindeki sandalyesinin almasının zorluklarını yok saymak anlamına gelmiyor. Yemen’deki savaşı ve çevresindeki bölünmeleri de unutmayalım. Ancak aynı zamanda, Mısır-Cezayir yakınlaşmasının bu engellerin hepsini olmasa da çoğunu aşmadaki etkisini hafife almamak gerekir.

Yaklaşan zirveyi “Filistin Zirvesi” olarak adlandıran Cezayir liderliği, Suriye’nin katılımı ve direkte bayrağını yükseltmeden zirveyi gerçekleştirmeyecek. Görünen o ki, özellikle iki ülkenin ortak ekonomik iş birliğini geliştirme, Libya’da parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimleri düzenleme ve Nahda Barajı’yla ilgili ihtilaflarda adil bir ittifaka varma ihtiyacı konusunda anlaştıktan sonra Mısır tarafından güçlü bir destek aldı.

Mısır, Suriye’nin Arap Birliğine dönüşüne karşı çıkmadı ve Dışişleri Bakanı Semih Şükri, eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun oturum aralarında Suriyeli mevkidaşı Faysal Mikdad ile bir araya geldi. Başta Suudi Arabistan ve BAE olmak üzere Suriye üyeliğinin “Dondurulmasının” arkasında duran ülkelerin çoğu bile bu tutumundan vazgeçti ve Şam ile diyalog kanallarını yeniden açtı.

Geçen yılın sonunda bir Suudi güvenlik heyeti, Suriye’nin başkentini ziyaret etti ve Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüştü. BAE ise büyükelçiliğini yeniden açtı ve Dışişleri Bakanı Şeyh Abdullah bin Zayed’i, Esad’ı Abu Dabi’ye davet etmesi için Şam’a gönderdi. Katar, Suriye’nin Arap Birliğine bu dönüşüne şiddetle karşı çıkan neredeyse tek ülke olmaya devam ediyor.

Arap zirvesi ister zamanında yapılsın ister ertelensin, Cezayir, Arap dünyasındaki rolünü yeniden kazanmak için geri dönüyor. Bu başlı başına küçümsenmemesi gereken önemli bir gelişmedir. Bu zirvenin, tüm Arap halklarının Filistin halkının meşru haklarını yeniden kazanması temelinde hükümetler arasında uzlaşma sağlama yönünde arzuladığı hedefe ulaşması umulmaktadı


OCAK DEVRİMİ YIL DÖNÜMÜ: UMUTTAN İSRAİL GENİŞLEMESİNE KADAR SİNA

Mahmud HALİL - al Araby al Cedid

Geçtiğimiz on yıllar boyunca, Mısır’ın doğusundaki Kuzey Sina, ihmal ve adaletsizlikten en çok zarar gören Mısır vilayetlerinden biri oldu. Ancak 25 Ocak 2011 devrimi, Sina halkının ihmal tünelinden çıkma ve Sina vatandaşına diğer Mısır vatandaşları gibi davranma umudunu yeşertti.

Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in iktidardan düşüşünden ve merhum Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin devrilmesine kadar uzanan ve Sina’nın yaşam tarihinden bir parantez olan iki yıllık süre, rahat bir nefes aldılar. Ancak bu dönem Devrimden öncekinden daha kötü koşullarda yaşamaya dönmeleriyle sona erdi.

Devrim sırasında Sina halkı, eylem özgürlüğü, mülkiyet, eğitim, seyahat, etkinlik düzenleme ve dini ayinleri canlandırma gibi temel haklarından tüm biçimlerinden yararlanabildi. Bu temel haklar ve diğerleri, Ulusal Güvenlik Servisleri (eski devlet güvenliği) ve Kuzey Sina’daki vatandaşları izlemek için oluşturulan genel istihbarat ve askeri istihbarat tarafından ellerinden alınmıştı.

Temmuz 2013’te devrime son veren Mısır rejiminin Sina’ya özgü bir misyonu olduğu ve yeni rejimin masasındaki en önemli dosyaları arasında yer aldığı açıktı. Mursi’nin görevden alınmasıyla birlikte ordu, hayati malzemeleri Gazze’ye taşıyan tünelleri kapatmaya, onlarca evi yıkmaya ve vatandaşları takip etmeye yöneldi.

Aynı zamanda terör Sina’da aktifleştirildi ve Sina halkının bedelini ödediği bir araç haline geldi. Birkaç ay sonra, sınır kenti Refah’ta ikamet eden 100 bin Mısırlının zorla yerinden edilme süreci başladı. Sonrasında yerinden edilme hayaleti; Şeyh Züveyd, al Ariş, Biraa al Abed ve Orta Sina köylerine yayıldı.Al Araby al Cedid, geçen ekim ayındaki ölümünden önce Sina Kabile Birliği Başkanı İbrahim Al Munai ile bir röportaj gerçekleştirmişti. Al Munai bu mülakatta; “Sina halkına yapılan haksızlık nedeniyle Devrim Kahire’de başlangıcından doruk noktasına ulaşana kadar özellikle Refah ve Şeyh Züveyd’te sokağın hareketlenmesine neden oldu. Devrimin ilk cuma günü doruk noktasına ulaştı” ifadelerini kullanmıştı. “Sina vatandaşları, Ocak Devrimi’nde polisin önünde durdu, çünkü konuşlandırılmış güçler vatandaşları vahşice bastırmaya hazırlanıyorlardı” dedi. “O zamanlar Sina halkının talepleri, yüzlerce Sina tutuklusunu haklarında suçlamada bulunmadan serbest bırakmak ve ailelerinin onları yıllarca ziyaret etmesine izin vermeden askeri hapishanelerde tutmakla özetleniyordu” diye ekledi.

SİNA’DA GERÇEK BİR İLERLEME YOK

Bugün Sina’daki duruma gelince, Şeyh Züveyde’deki aşiret şeyhlerinden biri olan Abu Salman al-Sawarka, al Araby al Cedid’e şunları söyledi: “En kötü durumdayız ve Devrim ve Cumhurbaşkanı Mursi’nin iktidarı sırasında yaşadığımız nimetler üzerimizde bir lanet haline geldi. Şimdi tadını çıkardığımız özgürlükten sorumlu tutuluyoruz.”

Sina’nın tarım, ekonomik ve endüstriyel yönlerden tüm Mısır’a hizmet edebileceğine dikkat çekti. “Ve eğer Mısır rejimi isterse, takip etmek, evlerini ve çiftliklerini yok etmek, onları kaçırmak ve kaybetmek yerine, halkıyla yola çıkıp yeniden inşa etmesi için kapıyı sonuna kadar açabilir. Gerçek gelişme, insana saygı duymakla ve tüm Mısır’ın ilk savunma hattı olan topraklarda yaşamını sürdürebilmesi için ona gerekli desteği sağlamakla başlar. Ancak devlet, Sina vatandaşına hakaret etmekte ısrar ediyor. Vatandaşlarını ikinci ve üçüncü derece vatandaş, hatta devlet nazarında vatandaşları sınıflandırmada sonuncu sayma tutumunda” dedi.

İSRAİL DURUMDAN MEMNUN

Devrimden sonra belki de en tehlikeli şey, işgalci İsrail devletinin artık Mısır’ın tamamından ve özellikle de kendisine rahatsızlık veren Sina topraklarından hiçbir hamle beklememesi.

Mısır’ın Refah kenti sakinlerinin ekim 2014’ten bu yana Gazze Şeridi sınırında bir tampon bölge oluşturma bahanesiyle yerinden edilmesinin ardından İsrail işgal ordusu ve güvenlik güçleri, Filistin direnişiyle ilgili istihbarat ve askeri görevleri yerine getirmek için Sina’ya girmekten korkmuyor.

Ayrıca İsrail uçakları 2012’den bugüne Sina’ya baskınlar düzenliyor ve Sina halkı İsrail’in topraklarını bombalamasını her zaman Mısır ordusunun gözü önünde gerçekleşti. Öte yandan Sina’daki yeni düzenlemeler, özellikle ekonomik düzeyde, İsrail-Amerikan emellerini uygulamaya yönelik bir planın korkularını yeniden canlandırıyor. Mısır Sina’sının bir kısmını nüfusun bir kısmını barındıran bir yere dönüştürmek.

EVRENSEL

Bir bir batırıyorlar - Murat Ağırel / YENİÇAĞ

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları, yani kısa adıyla TCDD.

Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasında büyük önem taşıyan ve Cumhuriyet döneminde borçlarından arındırılarak ülkemize kazandırılan güzide kurumumuz.

Ne yazık ki çiftlik gibi yönetiliyor. Hatta çiftlik gibi yönetilse yine iyi...

Bilerek söylüyorum bunu. Yıllardır demiryolları ve bağlı şirketler ile ilgili raporları okuyorum. Hani bir kurumu batırmak için ne yapılır diye sorsak cevabını TCDD'de bulabiliriz.

Amaç özelleştirmeden önce değerini düşürmek mi?

Anlatayım...

TCDD'nin 2020 yılı faaliyetleri sonucunda, 13 bin 494 personel istihdam edilerek 1.8 milyar TL personel gideri yapılmış, 444 milyon TL alım gerçekleştirilmiş, üretimi gerçekleştirilen hizmet karşılığında 4 milyar TL üretim maliyeti yapılmış, satışı gerçekleştirilen muhtelif hizmetler karşılığında 1.1 milyar TL de satış hasılatı elde edilmiş. 9.6 milyar TL tutarında ise nakdi yatırım harcaması gerçekleştirilmiş. TCDD'nin 2020 yılı üretim ve satış faaliyetleri sonucunda toplam 3.8 milyar TL dönem zararı oluşmuş.

Yani kurum 2020 yılında 3.8 milyar TL zararda. Akıl alır gibi değil...

Neden zarar ediyor sorusunun cevaplarını arayalım gelin hep birlikte.

TCDD'nin İstanbul'da toplamda 100 bin metrekareyi aşan taşınmazları var. Bu taşınmaz araziler 107 adet parsele bölünmüş. İmar uygulaması sonucu araziler nerede, ne durumda diye bakıyorlar.

Ne görsünler? Arazi üzerinde başka taşınmazlar var. Adamlar gelip bedava arazilerin üzerine kurulmuşlar. Ne kira, ne ecrimisil hak getire. Öyle gecekondu falan da değil hani. Bildiğin organize sanayi merkezi kurmuşlar. Yüzlerce fabrika kurulmuş. Hatta yetmemiş petrol istasyonu da açılmış.

Bu araziler üzerinden yasal kesintiler yapılmış ve TCDD hissesine 76 bin metrekare imar parseli hakedişi doğmuş ve TCDD adına 26 Şubat 2018 tarihinde de tescil edilmiş. Tahsis edilen hisselerden 81 adedi 100 ile 1000 metrekare arasında 26 adedi ise 1000 ile 2500 metrekare arasında.

İmar uygulaması sonucu oluşan parseller, sanayi ve ticaret alanlarında kalırken, 107 adet parselin 106 adedinde üçüncü şahıslara ait yapılar çıkmış. Üzerlerinde üçüncü şahıslara ait bir adet benzin istasyonu, 104 adet fabrika bulunmasından dolayı an itibariyle kurum tarafından kullanılması da mümkün değil. Dediğim gibi TCDD'ye ödenen kira filan da yok. Babalarının malı gibi konmuşlar.

Haliyle kurum tarafından 14 Nisan 2018 tarihinde bir gayrimenkul değerleme şirketine yaptırılan değer tespitindeki 107 adet taşınmazın satış bedelinin yaklaşık 162 milyon Türk Lirası olduğu da tespit edilmiş.

Peki, TCDD arazine Organize Sanayi Bölgesi kurulurken, hatta ve hatta üzerine benzin istasyonu kurulurken, kurum yetkilileri neredeydi?

Sadece bu bölge mi söz konusu?

TCDD 1. Bölge Müdürlüğü bünyesinde bulunan 472 bin metrekare değerli araziye belediyeler yeşil alan vs. gibi imar düzenlemeleri yapmış.

Bu taşınmazların karşılığında herhangi bir bedelin ödenmediği ve TCDD Genel Müdürlüğü'nce bu yönde herhangi bir hukuki girişimde de bulunulmadığı Sayıştay raporlarına girmiş.

Yani anlayacağınız TCDD arazilerini, taşınmazlarını yağmalayan yağmalayana. Kurum sahipsiz bırakılmış.

Gelgelelim toplamda 51.8 milyon lira sadece alınmamış kira gelirinin olduğu anlaşılmış.

Dahası var.

2017-2020 yılları arasında üç senede bu kurum, Hazine tarafından yatırım giderleri ve cari giderler farkı için 39.6 milyar TL nakit para almış. Buna rağmen 2020 yılı sonu itibarıyla da TCDD'nin 7.4 milyar TL devreden KDV alacağı bulunmakla birlikte, 2021 yılı başı itibarıyla yaklaşık 4,5 milyar borç stoku oluşmuş.

Kurumda adam kayırma ve liyakatsizlik de had safhada. Zaten bu kadar batırmanın sebebi liyakatsizlik.

Çünkü "Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Yönetmeliğine" tabi olmayan kadrolara atama yapıldıktan kısa bir süre sonra, görevde yükselme sınavına tabi olan kadrolara sınavsız olarak atama yapıldığı tespit edilmiş.

Tablodaki söz konusu atamalar incelendiğinde, mühendis, şef, memur, tekniker, teknisyen vb. kadrolarda yer alan söz konusu kişilerin, önce görevde yükselme sınavı ile atama yapılacak kadrolar arasında yer almayan yöneticilik kadrolarına atandığı görülüyor. Akabinde bu kişilerin uzun süre geçmeden görevde yükselme sınavı ile atanabilecek müdürlüklere sınavsız olarak atandığını görüyorsunuz.

Mesela bir kişi önce "Misafirhane Müdürü" yapılıyor. Sonra aynı gün "Koruma ve Güvenlik Müdürü" olarak başka göreve atanıyor. Sınav? Hak yeme? Liyakat?

Yine aynı tabloda biri "Teslimalma Müdür Yardımcısı" olarak atanıyor sonra aynı gün "Şube Müdürü" olarak atanıyor.

TCDD Taşımacılık A.Ş.'de de durum aynı.

Atama yapılan ve sonrasında atanılan müdürlüğün atama tarihlerine dikkatlice bakın.

Sonra KPSS'den bölüm birincisi olup. Mülakatta puanı düşürülerek elenen kişileri düşünün.

Uzun lafın kısası…

ÇAYKUR, TEİAŞ, şeker fabrikaları, termik santraller ve devletin elindeki diğer halkın malı olan kurumlar adeta bir bir batırılıyor.

Bakın raporlar bunu bize söylüyor, göz göre göre batırılıyorlar. Amacın ne olduğunu siz çok iyi biliyorsunuz.

Murat Ağırel / YENİÇAĞ


 

'Troçki'nin Yalanları' üzerine - SOL

 'Grover Furr bize özellikle Sovyetler Birliği’nin erken Stalin dönemine dair yapılan anlatımların gerçek yüzünü anlatıyor.'

Sosyalist mücadelenin tarihinde önemli figürlerinden birisi Troçki.

Bolşeviklerin önderliğindeki Ekim Devrimi'ne kattıklarıyla da, karşı devrimci bir pozisyona düşüşüyle de işçi sınıfının mücadele tarihinin bir parçası.

Yazılama Yayınevi, Troçki'nin karşı devrimci bir pozisyon aldığı dönemi, Sovyetler Birliği'ne karşı faaliyetlerini gösteren, bu süreçte de söylediği yalanlara odaklanan bir kitabı, Grover Furr’un ‘Troçki’nin Yalanları’ başlıklı kitabını Türkçe'ye kazandırdı.

Kitabın çevirmeni Ogün Eratalay'la kitabın içeriğine ve okurların ilk kez karşılaşacağı bazı başlıklara dair konuştuk.

Geçtiğimiz haftalarda ABD’li yazar Grover Furr’un ‘Troçki’nin Yalanları’ başlıklı kitabı Yazılama Yayınevi tarafından, sizin çevirinizle okurlarla buluşturuldu. Öncelikle neden bu kitabı çevirdiğinizi sorarak başlasak?

Çeviri eserlerde aslında işleyiş karşılıklı görüşmeler ve ortak kararlarla ilerliyor. Kendi örneğimden devam edeyim, gündemde olan veya ilgi alanımda olan bir eserin çevirilmesi için yayınevine önerebiliyorum. Benzer şekilde Yazılama Yayınevi'ndeki dostlarımız da gündemlerindeki eserlerin çevirisi için bizlerin görüşlerini isteyebiliyor. Bu kitabın çevirisi benim gündemime gelmeden önce kitabın varlığından haberdardım ancak okumamıştım. Eserin yayınlanmasıyla birlikte hem benim hem de Türkiye'deki okurlar için iyi bir adım atıldığını düşünüyorum.

Daha önce Furr’un iki ayrı kitabı daha Türkçe’ye yine Yazılama Yayınevi tarafından çevrilmişti. Yazara dair neler söylersiniz? Okurların biraz daha yakından tanıması için sorsak, nasıl bir tarihçiden/yazardan söz ediyoruz?

Grover Furr ilginç bir kişi. Öncelikle ABD’li ve saygın bir akademisyen. New Jersey eyaletindeki Montclair Devlet Üniversitesinde Orta Çağ Edebiyatı alanında uzman. Bilimsel araştırma yöntemlerine ve bilim felsefesine büyük önem veren bir akademisyen. Son dönemde ilgi duyduğu Sovyet tarihi konusundaki araştırmalarında da bu yanını ortaya koyuyor. Tekrarlana tekrarlana adeta bizlere zorla kabul ettirilen “gerçeklerin” aslında öyle olmadığını ortaya koyuyor. Bunu yaparken de çok basit şekilde ilerliyor. Tarafsız bir şekilde ilk elden kaynakları araştırıyor ve her bilgiyi teyit edene kadar sorguluyor. İyi de bir ekibi var, örneğin Sovyet arşivlerini birlikte araştırıp değerlendirdiği Rus çalışma arkadaşları, ABD’nin farklı kütüphane arşivlerinde çalışma yapabilen meslektaşları var. Bu anlamda başarılı bir ekip çalışması sonucunda vardığı sonuçlar bazıları için nefret uyandırıcı oluyor. Kendisi hakkında özellikle yurtdışındaki kaynaklarda yazılanlara baktığınızda ne kadar çok düşmanın olduğunu görürsünüz. Bu önemli çünkü “Batı” camiasının üzerine inşa edildiği temel ideolojik argümanları yerle bir ediyor. Hele hele bunu emperyalizmin merkezi konumundaki ABD’de yapabiliyor olması takdire şayan.

Kitabın girişinde yer alan çevirenin ön sözünde “kılı kırk yararcasına ortaya konulmuş bir eser”, “Sovyet tarihini yeniden yazıyor” gibi vurgular yer alıyor. Kitap hangi açılardan önemli sizce, okur Troçki konusunda hangi bilgilere ve belgelere ilk kez ulaşıyor?

Bu soruya cevap verirken kitabı henüz okumamış olanlara haksızlık etmemeye çalışacağım. Dolayısıyla sadece bir iki temel konuya değinip bırakacağım. Ancak burada haddimi aşma çekincemi de okurlarınıza iletmiş olayım. Ben yazarın görüşlerine katılsam da sadece kitabın çevirmeniyim. Dolayısıyla tarih alanına olan kişisel merakım dışında alanın uzmanlarının işine burnumu sokmak istemem. Bunları belirttikten sonra kişisel düşüncemi paylaşayım.

Özellikle Batı Avrupa ve ABD kamuoyu Sovyetler Birliği’ni 20. yüzyılın başlarında ağırlıklı olarak Troçki’nin yazdığı eserlerle tanıyor. Bu açıdan bakıldığında yanlı bir anlatım olduğu, tarihi olayların akışının çarpıtıldığı ve kişiliklerin karalandığı çok açık. Grover Furr bize özellikle Sovyetler Birliği’nin erken Stalin dönemine dair yapılan anlatımların gerçek yüzünü anlatıyor. Örnek vermek gerekirse sağ muhalefetin Sovyetler Birliği içinde çoğaltılmak üzere basıp yaydığı muhalefet bülteni bile görmek isteyenler için çok şey anlatıyor. Ayrıca Troçki’nin Stalin yönetimine karşı terör eylemlerine başvurmayı kategorik olarak reddettiğini söylemesi ve yazmasına rağmen gerçekte bunların doğrudan merkezinde olduğunun ifşası da bence önemli. Muhalefetin iktidara gelebilmek için emperyalist Almanya ve Japonya ile kurduğu bağlantılar ise korkunç…

Kitap adı üstünde, “yalanlardan” oluşuyor. “Stalin’in acı yemekleriyle” başlayan ve sonrası çok daha sert mücadelelere konu olacak başlıklarda dikkat çekici yalanların, birden çok kaynaktan teyit edilerek ortaya konulduğu vurgulanıyor. Burada dikkat çekici olan, söz konusu yalanların kaynağı olarak 'ünlü' iki Troçkistin de yer alması. Sanıyoruz bu tablo kitabı daha da ilgi çekici kılıyor. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?

Yazar bu konuda da aslında bence iyi bir sınav veriyor. Dünya görüşünü gizlemeyen diğer yazarlara ön yargıyla yaklaşmıyor, yaptıkları analizlerden kullandıkları kaynaklara, bilerek veya bilmeyerek gündem dışında tuttukları başlıklara bakıyor. Bahsettiğiniz gibi bu konuda eser yazan pek çok isim var ve çoğu yanlı bir anlatım yapıyor. Ancak yalnız doğruları ve gerçekleri okurlarına aktarma peşinde olan namuslu yazarlar da var. Bunların içine düştükleri durum oldukça çelişkili. Ya doğruyu söyleyip çok değer verdikleri kişilerin gerçek yüzünün ortaya çıkmasına vesile olacaklar ya da sessiz kalacaklar ancak vicdanları rahat olmayacak.

Peki, kitapta yer alan bu tartışmalı konulara Troçkistlerden gelen yanıtlar var mı, kitap nasıl bir tartışmanın konusu oldu?

Yazar biraz önce de söylemeye çalıştığım şekilde hedef tahtasına konmuş durumda. Bunu sadece Troçkistler yapmıyor, genel anlamda Troçkizmi sahiplenen bir idelojik ortam mevcut, topyekün olarak yapılıyor bu saldırı. Sadece bu eser olarak bakmayalım konuya, Grover Furr eserlerinde o kadar konuya değiniyor ve yerleşik “şehir efsanelerini” çürütüyor ki! Çeşitli farklı eserlerinde Katyn Katliamını Nazilerin yaptığını, Moskova Mahkemeleri'nin gerçekten var olan bir komployu ortaya çıkarttığını, Hruşçov’un Stalin ve dönemine dair apaçık yalan söylediğini kanıtlıyor. Son dönemde adeta bir neo Nazi devletine dönüşen bugünkü Ukrayna’nın kuruluş felsefesini ve argümanlarını sorguluyor. Yaptığı analizlerin ne kadar doğru olduğunu tarafsız bakabilenler görecektir.

Kitabın yarattığı tartışmaya geri dönelim. Elbette yalanlamalar, küfürler, tehditlerin dışında akademik olarak gelen eleştirilere yazar cevap veriyor. Ancak bunlar kitapta bahsedilen genel yönelimi değiştirecek önemde değil. Troçki, Troçkizm, Stalin ve Sovyetler Birliği düşmanlığı beğenelim beğenmeyelim bugün başka bir işe yarıyor egemenler için.  Tarihten örnek isteyenlere sayısız örnek verilebilir ancak sanırım “İspanya İç Savaşında Komünistler” adlı kitapta yazar Juan Ambou Troçkizmin karşı-devrimci rolünü en iyi anlatanlardan.

Önsözde de belirtmeye çalıştığım gibi samimi olarak konuya dair bilgi edinmek ve bize öğretilen yalanların perdesini aralamak için zihinlerini açabilenler kitaptan çok şey öğrenecektir…(SOL)


30 Ocak 2022 Pazar

Mübadelenin hüzün yüklü gemileri+Mübadelenin iki vatan yorgunları+Mübadele değil, insan ziyanlığı (İskender ÖZSOY-EVRENSEL)

 1) Mübadelenin hüzün yüklü gemileri (İskender ÖZSOY-EVRENSEL/30 Ocak 2022)

İskender Özsoy, 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan Yunan ve Türk Ahalinin Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol'ün yıl dönümünde mübadillerin yolculuğuna tanıklık eden gemileri yazdı.

Rumların İzmir’den Epiniki gemisiyle İzmir’den tahliyesi 23 Eylül 1922 tarihli L’Illustration dergisine kapak olmuş. (İskender Özsoy arşivi)

O koca köhne gemi homurdanarak çalışmaya başlayıp, ciğerlerindeki kara dumanları göğe savura savura demir alırken yolcuları ayrılık gözyaşlarını içine akıtıyordu.

Kaptan yol verdikçe köhne vapur inliyor, yolcuları yaşın yaşın ağlıyordu.

Köhne gemi suları yara yara yol alıyor; aşılan her milde yolcularının yürekleri doğdukları toprakları terk etmenin acısıyla biraz daha dağlanıyordu.

Gemi meçhule gitmiyordu belki ama yolcularının hayatlarının ne olacağı meçhuldü.

Yunanistan’ın Kavala, Selanik, Preveze limanlarıyla, Sakız, Limni, Midilli ve Girit adalarından kalkan hüzün gemilerine binenler günlerce kara bulutlara bakarak yol aldı.O limanlardan yola çıkarılan kader yolcusu on binler, mübadildi.

On binler, 30 Ocak 1923 tarihinde TMBB hükümetiyle Yunanistan arasında imzalanan Yunan ve Türk Ahalinin Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol gereğince topraklarından zorunlu olarak koparılanlardı.

KAMARALAR HASTALARA

O on binler, köhne gemilerle arkalarından bir mendil sallayanı olmadan yola çıkarıldılar ve çok zor koşullarda geçen yolculuklardan sonra yeni vatanları Türkiye’nin çeşitli limanlarına ayak bastılar.

1923 yılının ekim ayında başlayan mübadillerin taşınması işi için önceleri yabancı gemilerden faydalanma düşünüldü.

Ancak Mübadele, İmar ve İskân Bakanlığının Türk armatörleri ve Seyr-i Sefain İdaresiyle yaptığı anlaşmadan sonra taşımada büyük oranda Türk bayraklı gemiler kullanıldı. Bu gemilere İstanbul Liman İdaresinden uygunluk belgesi alma koşulu getirildi. Uygunluk belgesi alan gemilerde yolculuğun kolaylaştırılması için bazı düzenlemeler yapıldı. Kamaralar hastalarla, kadınlar, hamileler, yaşlılar ve çocuklar için ayrıldı.

Bu gemilerde mübadillerden asgari taşma ücreti isteniyor, çocuklardan ücret alınmıyor, fakirler indirimli olarak taşınıyordu. Hiç para veremeyecek kadar fakir olanların ücretlerini Mübadele, İmar ve İskan Vekâleti karşılıyordu. Mübadil taşıyan gemilerin hemen hemen hepsinde Hilal-i Ahmer (Kızılay) heyetleri vardı.

Mustafa Necati Bey’den sonra Mübadele, İmar ve İskân Bakanlığına getirilen Refet Bey'in (Canıtez) verdiği bilgiye göre, mübadele günlerinde bindirme ve indirme limanları arasında yolculukta gemilerde 269, gemilerden indirilip misafirhaneye götürülürken dokuz, misafirhanelerde de 870 mübadil öldü.

İlk mübadil kafilesi Midilli’den 1923’ün ekiminde Ayvalık’a geldi. Midilli mübadilleri cumhuriyetin ilanına Ayvalık’ta tanık oldu. O günlerin İleri gazetesinde Midilli’den gelecek yedi bin kişilik kafilenin yemek, barınma, yerleştirilme ve sağlık sorunlarıyla ilgilenmek üzere İstanbul’dan iki doktor, iki hastabakıcı ve yedi hademeden oluşan ekibin Milas vapuruyla Ayvalık’a hareket ettiği haberi yer aldı.

Aralarında özel kumpanyaların gemilerinin de olduğu gemilerden adlarını tespit edebildiklerim şunlar: (*)Ankara,  Altay, Bozkurt, Barış, Arslan, Rumeli, Akdeniz, Bahr-i Cedit, Bahri Kemal, Anadolu,  Adana,  Antalya, Amid, Asya, Cumhuriyet, Canik, Dumlupınar, Giresun, Gülnihal, Gülcemal, Gelibolu, Hacıpaşa, İstanbul, İsmetpaşa, İnönü, İstiklal, İnebolu, Teşvikiye, Dumlupınar, Kırzade, Mahmudiye, Millet, Kartal, Milas, Mahmut Şevket Paşa, Reşid Paşa, Kocaeli, Kızılırmak, Nilüfer, Nimet, Sakarya, Samsun, Rumeli, Timsah, Sürat, Salih, Suat (yandan çarklı), Türkiye, Trabzon, Rize, Sulh, Sürmene, Tevfik Elbari, Turan, Sadıkzade, Şam, Uğur (Oğuz), Üsküdar, Ümmet ve Ümid.

YABANCI GEMİLER

Türk bayraklı bu gemilerin dışında Kuzey Yunanistan’ın limanlarından ve adalardan yabancı bayraklı gemi ve botlar da mübadil getirdi.

Bu gemilerden bazıları şunlar:

Maryano, Jeanne, Pirenista, General Andon, Jenatu (Zanetta da olabilir.), Arşipogolos, Kirason, Klora, Dafenman, Rodanya, Rodina, Adriya, Corc, Teytis, Jan, Veladimpo, Prezya, Marunyan, Thetis, Vladmir.

Yunanistan’dan mübadilleri getiren Türk ve yabancı bayraklı bu gemilerin dışında bir de iç denizlerde mübadil taşıyan gemiler vardı.

Bu gemiler de şunlardı:

Drama’nın Kozluca köyü (Karyofito) sakinlerini Sirkeci’den İzmit’e götüren Karabiga, Drama’nın Darova köyü (Kechrokambos) mübadillerini yine Sirkeci’den Sinop’a götüren Vatan ve Kavala mübadillerini Sirkeci’den Samsun’a götüren Reşadiye.Rumları Türkiye’nin çeşitli limanlarından Yunanistan’ın liman kentleriyle adalara ve Kıbrıs’a taşıyan gemilerden bazılarının adları şöyle:

Mersin, İstanbul ve İzmir’den Yunan bayraklı Archipelagos, Erdek’ten Propolis , Mersin’den Yunan bayraklı Pantelis, Selanik, Patris, Antalya’dan Yunan bayraklı Andros/Andreas, Alanya’dan Türk bayraklı ırmak gemisi Azaklar ve Silifke’den motorlu/yelkenli Karadağ.

Bu arada Rumların, bazı İngiliz ve İtalyan bayraklı gemilerle kayıtlara girmeksizin Türkiye’den ayrıldığını da belirtelim.

İstanbul’un mübadele harici tutulan yerleşimlerindeki Rum mübadiller de Türk bayraklı Tire ve İsmetpaşa’yla Yunan bayraklı Venizeles, Toskana, Kavala, İyopolis, Nikomedya, Archipelagos ve Ünyanos adlı gemilerle Yunanistan’a gitti. Mimarsinan’dan da Jüpiter adlı römorkörün çektiği birbirine bağlanmış 23 yelkenliyle Selanik’e uğurlandı Rum mübadiller.

Mübadele günlerinde adı geçen üç gemiyi daha analım.

Bu gemiler Abazya, Dalmaçya ve Famaka.

Bu iki gemiden Abazya’nın adı İleri gazetesinin 21 Ekim 1339 (1923) tarihli sayısında ikinci yardım heyetinin Selanik’e gitmek için yola çıkmaya hazırlandığı haberinde; Dalmaçya’nın adı da Cumhuriyet gazetesinde karma mübadele komisyonu üyelerinin Rumların mübadelesine nezaret etmek üzere İstanbul’a gelişleriyle ilgili haberde geçiyor.

Famaka’ya gelince.Bu geminin adı da 23 Ocak 1924 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde bir Hilal-i Ahmer heyetinin Hindistan’daki Müslümanlardan mübadiller için yardım toplamak üzere bu ülkeye gitmek üzere yola çıktığı haberinde yer alıyor.

(*)Gemi adlarının dökümünde birinci kuşak mübadillerle 1999 yılından bu yana yaptığım röportajlardan elde ettiğim bilgilerin yanı sıra Doç. Dr. Cahide Zengin Aghatabay’ın Mübadelenin Mazlum Misafirleri,  Prof. Dr. Kemal Arı’nın Büyük Mübadele’yle Türk Ticaret-i Bahriyesi ve Mübadele Gemileri, Baki Sarısakal’ın Belge ve Tanıklarla Samsun’da Mübadele, Dr. Önder Duman’ın Rumeli’den Samsun’a Göç ve Küçük Asya Araştırmaları Merkezinin Göç/Rumların Anadolu’dan Mecburi Ayrılışı ( 1919-1923) adlı kitaplarından da yararlandım.

                                                                      ***

2) Mübadelenin iki vatan yorgunları  (İskender ÖZSOY-EVRENSEL-07/02/2016)


Bir rüzgâr esti, Ege’nin mavi suları karardı; on binler ayrılık acısına kelepçelendi.

30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da TBMM Hükümeti’yle Yunanistan Hükümeti arasında imzalanan Yunan ve Türk Ahalinin Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol’e göre Yunanistan’dan Türkiye’ye yaklaşık 500 bin kişi geldi.

Mübadele büyük bir travmaydı; hem de aradan 93 yıl geçmesine karşın özellikle birinci kuşaklarda etkisi hâlâ devam eden travma.

Mübadeleyi “orada” ve “burada” yaşayan iki “asırlık çınar”ın tanıklıkları travmaya dair bazı ipuçları veriyor.
15 Mayıs 1909 tarihinde Yunanistan’ın Preveze kentinde doğan Salih Engeç bunca yıldır çocukluk vatanının hayaliyle yaşamış, kentini yanında taşımış.
……….

1924’ün temmuzunda Preveze limanından iki gemi kalktı.

Gemilerden Sulh Pendik’e, yandan çarklı Bahri Kemal Gemlik’e bıraktı yolcularını. O iki gemiden Bahri Kemal’in bugün 107 yaşında olan yolcularından Salih Engeç, geçmişini tarihin emaneti olara saklıyor hafızasında.

Üç yaşına varmadan yetim ve öksüz kalan Salih Bey’i anneannesi Fatime Hanım’la teyzesi Zülfide büyütmüş.

KARDEŞÇE YAŞAMAK

Artık Salih Engeç’in Preveze’deki çocukluk günlerinden başlayarak anlattıklarına kulak vermenin zamanıdır: 

“Preveze’de çocukluğum hep okulda geçti. Gemlik’e gelene kadar Kuran okulunda okudum. Preveze’deki camide müezzin yardımcılığı yaptım, ezan okudum. Okul hayatımın dışındaki hayatımız şatafatlı bir hayat değildi. Ama bayramları hatırlıyorum. Bayramlarda belimize yeşil-kırmızı kuşak bağlayıp gezerdik. Preveze’de Türk Rum kardeş gibi yaşıyorduk. Ta ki Türkiye’den kaçan Rumlar Preveze’ye gelene kadar. O Rumlar geldi bizi bozdu.”

Bozulan sadece Türklerle Rumların komşuluk, arkadaşlık ilişkileri değil; dirlik, düzendir.

Kaçak Rumlar iki de bir “Mustafa Kemal yakalandı. Demir kafese konuldu.” diye tellal çıkarmakta, moral bozmaktadır.Huzursuzdur Preveze. Aileler huzursuzdur.

İşte böyle bir ortamda bir gerçekle tanışır Salih Engeç.

Preveze’ye veda gerçeğiyle.

AMBARDA YOLCULUK

Engeç anlatıyor:

“Huzursuzduk. Bir şeyler bekliyorduk ama adını koyamıyorduk. Limanda balık tuttuğum günlerden bir gündü. Yandan çarklı bir geminin ağır ağır yol aldığın fark ettim. Oltayı topladım koşarak eve gittim ve teyzeme haber verdim. Teyzem sevinçle, ‘Haydi gözümüz aydın. Vatanımıza gidiyoruz. O gemi bizi Türkiye’ye götürecek…” dedi. Bir hafta bekledikten sonra Bahri Kemal’e bindik. Yanya’dan, Lorus tarafından da gelenler oldu. Onlar Sulh gemisiyle Pendik’e gitti. Ambarda zahmetli bir yolculuktan sonra bir gece yarısı İstanbul’a geldik, ertesi gün de Gemlik’e. İlk bir hafta açıkta geceledik. Sonra evler verilene kadar böcekhanelerde kaldık. Gemlik’e bizden önce Vodina ve Girit mübadilleri gelmiş. Onlar değil ama yerliler bizi hoş karşılamadı. Tek kelime Türkçe bilmiyorduk. Ana dilimiz Rumcaydı. Bize o yüzden olsa gerek gâvur dediler.  Aramızda büyük kavgalar çıktı birbirimize girdik. Ama zaman geçti bizden iyisi olmadı.”

Uzun yıllar İstanbul’da marangozluk yapan Salih Engeç’in bugün Preveze hakkında neler düşündüğünü öğrenmenin zamanıdır şimdi:

“ Preveze’yi özlemiyorum, ama görmek isterim doğrusu. Çünkü hep hayalimde. Gidebilsen eğer –tabii hâlâ duruyorsa - bir rüya gibi hatırladığım annemin, babamın ve kardeşim Namık’ın mezarını ziyaret etmek isterim. Evimi elimle koymuş gibi bulurum. Ezan okuduğum camiyi bulurum.”

GÖNÜL GÖZÜYLE GÖRÜYOR

Mübadelenin diğer tanığı Ayşe Çam Erdek’teki en yaşlı mübadil.

104 yaşında.

1912 yılında Kavala’nın Kokala (Kokkala) köyünde doğan Çam’ın gözleri uzun yıllardır görmüyor.

Gözleri görmüyor ama gönül gözü açık Ayşe Nine’nin.

Gönül gözüyle görüyor Kokala’yı.

Sorularımı can kulağıyla dinledi, bana gönül gözüyle bakarak ana dili Pomakçayla yanıtladı.(*)
Kokala’nın sakinleri Akdeniz gemisiyle 1924’ün martında önce Bandırma’ya, oradan da tepelerinde karların henüz erimediği Erdek’e gelmiş.

Şimdi gelelim başında yaşlı Pomak kadınlarının taktığı geleneksel sarı yemenisiyle köşesinde oturan mübadelenin asırlık tanığı dört çocuk, 30 torun, torun çocuğuyla torununu torunu gören Mollaalilerden Ayşe Çam’ın anlattıklarına:

AKDENİZ’LE MARMARA’YA

“Atatürk nurlarda yatsın. Bizi o kurtardı da getirdi buraya. Mübadil olmadan önce köyümüze Rumlar geldi. Galiba Bursa’dan gelmişlerdi. Bize ‘Bursa’ya gidin, güzeldir oraları…’ diyorlardı. Rumlar dinimize karışmıyordu, o bakımdan rahattık ama köy halkına çok eziyet ettiler. Evlerde hep silah arıyorlardı. Vermeyene işkence ediyor, zeytinyağında kaynattıkları yumurtaları koltuk altlarına koyuyorlardı. Köyün muhtarı olan dedem Ali aynı zamanda pehlivandı. O yüzden Rumlar bize dokunamıyordu. Mübadele olduğunda annem Fatma, dedem Ali ve amcalarımla Bandırma’ya geldik. Gelirken ev eşyalarımızı ve hayvanlarımızı da getirdik. Bizi Akdeniz gemisi getirdi. Yolda zorluk çektiğimizi hatırlamıyorum. Herkes erzağını hazırlamıştı. Erzağı bitenlere yardım ediliyordu. Ortak sofra kuruluyordu. Bandırma’ya gelince doktorlar bize baktı. Aileyi Erdek’e vermişler, Yukarıyapıcı köyüne. Ama orada kar vardı geldiğimizde. Onun için önce Aşağıyapıcı’da kaldık, karlar eriyince yukarı çıktık.”
…..

(*)Ayşe Çam Türkçe biliyor. Ama Pomakça düşündüğü ve daha çabuk konuşabildiği için sorularıma ana diliyle cevap ermeyi tercih etti. Konuşmayı torunu Şeref Aldırmaz çevirdi.

                                                                                       ***

3) Mübadele değil, insan ziyanlığı (İskender ÖZSOY-EVRENSEL/ 30 Ağustos 2015)


Türkiye’nin tanık olduğu göç dalgalarından en önemlisi, etkileri bugün de devam eden mübadeledir.

Türkiye’yle Yunanistan arasında 30 Ocak 1923’te imzalanan protokolle Türkiye’deki Ortodoks Rumlarla Yunanistan’daki Müslümanların zorunlu göçü öngörüldü.

Sözleşmenin imzalanmasından sonra Yunanistan’a yaklaşık 1 milyon 200 bin Ortodoks Rum gitti, yaklaşık 500 bin Müslüman da geldi.

Balkan Savaşı’yla sözleşmenin imzalanması arasındaki 11 yılda Yunanistan’ı terk eden Müslümanlarla Yunan ordusunun 1922 yenilgisi sonrası Türkiye’yi terk eden Rumlar da mübadele kapsamına alınınca her iki ülkeden iki milyonu aşkın insan mübadil sayıldı.

Din temelli sözleşmenin birinci maddesi “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine girişilecektir. Bu kimselerden hiçbiri, Türk Hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye, Yunan Hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyecektir.” diyordu.

Dünya tarihinde ilk kez uluslararası bir sözleşme imzalanmış zorunlu göç konusunda. Hem de kimseye sormadan, “Gitmek istiyor musunuz?” diye.

93. yılın eşiğindeki mübadelenin kısaca özeti böyle.

Mübadillere bir daha asla “memleket”lerine dönememe, yerleşememe yasağı, hatta cezası getiren sözleşme tarih sayfalarına bir “acı” olarak geçti.

Bunlar, mübadelenin kâğıt üstündeki gerçekleri.

Mübadelenin bir de insan odaklı tarafı var ki, o tarafta dram var,  orada ve burada yaşanan sıkıntılar, çileler, ölümler, hastalıklar, özlemler, acılar var; iskân edildikleri yerlerde “yerli” halkla uyum sorunu var, horlanmalar, ötekileştirmeler var.

ÖTEKİLEŞTİRME SORUNU

Yunanistan’dan gelen 500 bin civarındaki mübadil, geride ülke tarihinin yanı sıra aile tarihleriyle kişisel tarihlerini de bıraktı.
Mübadiller bir gece yarısı kandilleri dahi söndürmeye fırsat bulamadan; anne babalarının mezarı başında son kez dua edemeden yola çıkarıldıklarında özlemlerin acısını yaşamaya başladılar. 

Bu özlem; eve, bahçesindeki kiraz ağacına, dağ taşa, toprağa, hatta gölgesinde yatılan ağaca özlemdi ve katlanarak büyüdü yıllarca birinci kuşağın yüreklerinde.

Bir de “ötekileştirme”yle sınavı var mübadillerin.

“Memleket”lerinden koparılan yorgun ve öksüz çocukların yerleştirildikleri yerlerde karşılaştıkları en önemli sorun, bugün belki de nefret suçu sayılması gereken aşağılanma, ötekileştirmeydi.

Türkiye’de mübadillere gâvur, yarım gâvur, gâvur tohumu, biberci, tarhanacı, macır, bitli macır denildi.

Macır (muhacir) genel adlandırmayken mübadillere iskân edildikleri yerlere göre çeşitli adlar takıldı.

Örneğin İstanbul’un Tuzla ilçesindeki Kılkış mübadillerine kahvaltıda çay değil, tarhana çorbası içtikleri için “ tarhanacı”; Mudanya’da, Darıca’da, Gemlik’te, Ayvalık’ta ana dilleri Yunanca olan Girit mübadillerine de “gâvur, yarım gâvur” denildi. Bazı yerlerde de Girit mübadilleri için “gâvurlar gitti, gâvurlar geldi” denilmiş.

Bir değişik yaftalama da Vodina (Edessa) mübadilleri içindi. 

Vodina’nın bazı köylerinden gelenlere de, memleketlerinde geçim kaynakları bibercilik olduğu için “biberci” yaftası takıldı.

‘PATRİYOTLAR GELİYOR’

Peki, Nasliç ve Grebene’den gelip ağırlıklı olarak İstanbul’un Silivri, Büyükçekmece, Çatalca ilçeleriyle Eskişehir, Isparta, Bursa ve Aydın’ın ilçe ve köylerine yerleştirilen Patriyotlara karşı takınılan tavıra ne demeli?

Ana dilleri Yunanca olan Patriyotlar’a da yarım gâvur denildi.

Bu aşağılama yetmezmiş gibi Silivri’de “yerli” anneler yaramazlık yapan çocuklarını “Patriyotlar geliyor.” diye korkuttu.
…………
Mübadiller “insan ziyanlığı” deyimini çok sık kullanır.
Bu deyimin derin manasını onlardan başka kim bilebilir ki?
Ne ziyanlıktır mübadele; ne kıyımdır.
Sadece bizim için mi?
Hayır elbette.
Rumlar için de -belki daha fazlasıyla- mübadele insan ziyanlığıdır.  
Mübadele, bir başka deyişle “Küçük Asya felaketi” Rumlar için daha büyük bir dramdı.
Yunanistan yerli ahalisi Türkiyeli Rumları çok zor kabul etti. 
Türkiye’den giden Rumlara Yunanistan’da genellikle tek bir ad takıldı:
Türkosporos, yani Türk dölü.
Bir de “Temiz.”
Temiz; genel anlamıyla “vesikalı.” 
Onlar dramı yokluğu yoksulluğu daha çok yaşadı.
 ……….

Bugün Türkiye’de tarihin tanığı birinci kuşak mübadil sayısı kadar az ki.
Cumhuriyetin yapı taşları arasında önemli yeri olan birinci kuşak mübadilleri saygıyla anıyorum.

(İskender ÖZSOY-EVRENSEL)




İktidarın sanatçıya bakışı: Yandaş ya da düşman - İsmail AFACAN / EVRENSEL

 


İsmail Afacan, iktidarın sanatçılara olan yaklaşımını yazdı.

Sanat, AKP iktidarının hegemonya mücadelesi verdiği; sonuç alamadığında kimseyi şaşırtmayacak biçimde “yandaş ve düşman hukuku”nu devreye soktuğu “soğuk savaş” alanı…

Özellikle “soğuk savaş” alanı diyorum, iktidarın sanatçılara reva gördüğü muamele yargı tehdidi, karalama kampanyası, sosyal medya linci ve devlet olanaklarından tam izolasyon…

20 yıllık iktidarında AKP “yandaş ve düşman hukuku”nu nasıl işletti?

“Yandaş hukuku”yla başlayalım…

MFÖ’nün M’si… Mazhar Alanson…

28 Temmuz 2018... İktidarın gazetesi Sabah’a verdiği röportajda “Ülkede laiklik sorunu olmadığını” söylüyordu: “Bu ülkenin çoğunluğu Müslüman ve Müslüman hayatı yaşıyor. Olayımız bu. Karşı tarafın kızmasının, dövünmenin alemi yok. Bu topraklarda o söyledikleri gibi ‘Laiklik de elden gitmez’, gitmedi de. Kimse korkmasın. Ülkemizin gerçeklerini kabul edersek hepimiz daha mutlu olacağız.”

Üzerinden çok geçmedi, röportaj meyvesini verdi. 2019’da MFÖ müzik dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülüne değer görüldü! AKP, iktidarının 17. yılında nihayet MFÖ’yü keşfetmişti. Erdoğan bir tane MFÖ şarkısı biliyor mudur? Prompterda yazmıyorsa, sanmıyorum.

Hatta Alanson Saray’dan aldığı ödülün mutluluğunu şu sözlerle ifade etti: “Bu ödülü ömrümün sonuna kadar saklayacağım.”

Bu flörtleşme burada kalmadı.

Çok geçmedi. 26 Mayıs 2020’de Cumhurbaşkanlığı tarafından düzenlenen “Türkiye’nin Kültür Hazineleri Sahnesinde Evde Bayram Konserleri”nde sahne aldı.

7 Haziran 2020… Sabah gazetesi bir röportaj daha patlattı! Koronanın “korkutucu” olduğu günlerde yapılan röportajda Mazhar Alanson, pandemi günlerini ve sanatsal faaliyetlerini anlattı. Ama iktidarın koronaya karşı “mücadelesini” övmekten geri durmadı: “Geçenlerde haberlerde duydum. San Francisco’da bir genç sigorta kartı olmadığı için hastaneye alınmamış ve altı saat sonra ölmüş. Bizde koronaya yakalananlar devlet güvencesine alınıyor. Hatta bazı özel sigorta şirketleri bile sigorta kapsamına alıyorlar bu rahatsızlığı da.” 

Alanson’un verdiği her röportaj kendisine “yol, su, elektrik” olarak döndü. 

2021 ağustosundan bu yana TRT Müzik’te “Mazhar Alanson ile” adlı programı yapıyor.

İkinci isim Şükriye Tutkun…

Geçtiğimiz yıla gidelim. Twitter hesabından şu paylaşımı yaptı Tutkun: “Sene 2017? ‘Keşke benim de böyle bir babam olsa?’ demiştim sene 2021 oldu, linç edileceğimi bile bile, aynı cümleyi tekrar kurmak istiyorum? Keşke benim babam olsaymış? Ama benim değil tüm Türkiye’nin Babası. Babasızların babası?”

2017’de Erdoğan’ın torununa ders çalıştırırken çektirdiği fotoğrafı paylaşan Tutkun, Erdoğan gibi bir babasının olmasını istemişti.

Aslında verdiği mesaj basitti: “Ben uzun zamandır Erdoğancıyım”… 2017’deki paylaşım daha “duygusal” bir içeriğe sahipken 2021’deki tweet daha siyasaldı. Erdoğan “Türkiye’nin babası” olmuştu. 

Çok geçmeden Tutkun da iktidar güzellemesinin meyvesini topladı. Güzellemeyi mayısta yaptı, ağustosta TRT Müzik’te “Serenat” programına başladı.

Yaptığı açıklamalarda Emine Erdoğan’la muhabbetinin olduğunu şu sözlerle anlatıyor: “Sağ olsun sever, destekler beni, ben de kendisini çok severim.”

Üçüncü ismimiz Muazzez Ersoy…

Ersoy’un AKP’liliği herkesin malumu… Tipik bir AKP’li olduğunun en güzel örneğini geçen yıl Posta’ya verdiği röportajda görebiliriz: “Cumhurbaşkanı nezdinde olan davetlere Süleyman Demirel, Turgut Özal döneminden beri katılıyorum. Sanatçı muhaliftir, evet! Bugün en muhalif insan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır!”

Hem bütün iktidarların yanında yer al hem de muhalif ol!

Ersoy, TRT Müzik’in gözdelerinden… 7 Kasım 2018’den bu yana “Sevgilerimle” isimli program yapıyor. Programı yapmaya başladıktan kısa bir süre sonra 25 Kasım 2018’de A Haber’e yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı: “Halbuki bükemediği bileği öpmeleri gerekiyor. Ama onu bile yapmayı kendilerine yediremiyorlar. Sayın Başkan’ımız, Sayın Reis’imiz Recep Tayyip Erdoğan bir dünya lideri. Görmek istemeyenler görmeyebilir belki ama kör olmayan herkes görür.”

Program başladıktan üç hafta sonra teşekkür niteliğinde açıklamalar yaptı.

Bu listeyi uzatabiliriz: Hülya Avşar, Ajda Pekkan, Yavuz Bingöl, İbrahim Tatlıses, Coşkun Sabah, Orhan Gencebay, Hülya Koçyiğit… 

Akıllara şu sorular gelebilir. Sanatçıların siyasi görüşü olamaz mı? 

Siyasi görüşü doğrultusunda açıklamalar yapamaz mı?

Yanıt kısa: Elbette…

İktidarın sanata ve sanatçıya yaklaşımında “yandaş hukuku”nu nasıl işlettiğine dair örnekler verdik. Erdoğan’a ve iktidara yapılan güzellemelerden sonra bu isimlerin önlerinin nasıl açıldığını, devlet olanaklarının nasıl seferber edildiğini hep beraber görüyoruz.

Birçoğuyla kurulan sadece müzikal bir ilişki değil… Meslek örgütü seçimlerinden devlet ihalelerine kadar uzanan çıkar ortaklığı… Kendileri şatafat içinde yaşarken boşuna halka simit yemeyi önermiyorlar…

Burada Ajda Pekkan’ın, MFÖ’nün ülke müziği, Hülya Koçyiğit’in Türkiye sineması açısından önemini ve özgünlüğünü kim yadsıyabilir.

Bugün biat bildirdikleri siyasal anlayışla; sanat üretimleri ve yaşam tarzları ne kadar örtüşüyor. Burada büyük bir mesafe var. Bu mesafeyi çıkar ilişkisiyle kapatıyorlar ve kameralara mutluyuz pozu veriyorlar.   

Ya da

MFÖ’den sonra MFÖ şarkılarını kimler dinleyecek ve yaşatacaktır?

Hülya Koçyiğit’in “Susuz Yaz” ve “Kurbağalar” gibi filmlerinin ülke sineması açısından önemini kimler dile getirecektir?  

Ajda Pekkan şarkıları kimlerin hafızasında kalacaktır?     

Yanıtı belli sorular bunlar…

Formül basit…

İktidara yakın gazetelerden Erdoğan güzellemesi yap!

Sosyal medyadan Erdoğan’a iltifatlar et!

Bu iltifatı yaparken “Linç edileceğimi bile bile” notu düş!

Erdoğan’ın doğum günlerinde Saray’a ziyarete git, poz ver!  

Sanatsal üretimine ihanet et!

Bal tutan parmağını yalıyor sonuçta!

Haftaya iktidarın muhalif sanatçılara uyguladığı “düşman hukuku”nu tartışacağız.

İsmail AFACAN / EVRENSEL