Project Syndicate'te Daron Acemoğlu ve Cihat Tokgöz'ün kaleme aldığı makalede, 'Türkiye'nin artık kapsamlı bir siyasi ve ekonomik dönüşüme ihtiyacı olduğu açık' yorumunda bulunuldu.
Çevirmenin notu: Project Syndicate medya kuruluşunun internet sitesinde Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nun danışmanı olarak lanse edilen ve son olarak bu çerçevede CHP'nin İkinci Yüzyıla Çağrı toplantısına katılan MIT Ekonomi Profesörü Daron Acemoğlu ile finans uzmanı Cihat Tokgöz'ün kaleme aldığı "Türkiye'yi yeniden inşa etmek için demokrasi yeniden kurulmalı" başlıklı makalede, 6 Şubat'ta meydana gelen depremlerin Türkiye'de çok daha büyük bir soruna işaret ettiğini belirtiliyor.
Acemoğlu ve Tokgöz makalelerinde, "Türkiye'de Şubat ayında meydana gelen depremlerden kaynaklanan büyük ölü sayısı çok daha büyük bir soruna işaret ediyor. Aşırı güçlü bir inşaat lobisinden ve palazlanmış yolsuzluğa, demokratik kurumların sürekli erozyona uğramasına kadar, Türkiye'nin artık kapsamlı bir siyasi ve ekonomik dönüşüme ihtiyacı olduğu açık" yorumunda bulunuluyor.
Batı medyası ve düşünce kuruluşları, depremin ve sonuçlarının Türkiye'de "siyasi değişimin gerekliliği" ve "demokrasinin yeniden tesis edilmesi" noktasında elverişli bir siyasal ve toplumsal zemin sunabileceği yönünde yayınlarına devam ediyor. Bu yayınlar, Türkiye'de depremin seçimler sonrasında iktidar değişikliği ile bir "restorasyon" sürecini başlatabileceği saptamasında birleşiyor. Bu restorasyonun öznesi olarak doğrudan ya da dolaylı olarak işaret edilen Millet İttifakı'nın asıl bileşeni CHP'nin danışmanları arasında adı geçen Daron Acemoğlu da, bu ortak makalesinde "Beşli Çete" söylemini inşaat lobisi, "restorasyon" ihtiyacını ise kurumların restore edilmesi biçiminde ifade ederek yukarıdaki çerçeveyi somutluyor ve yeniden üretiyor. Bu açıdan deprem, seçimler ve restorasyon bağlantısını tartışan bu makaleyi soL okurlarına tipik bir örnek olarak sunuyoruz.
Türkiye'de 50 binden fazla (ve Suriye'nin kuzeyinde de en az 7 bin) insanın ölümüne neden olan Şubat ayında meydana gelen yıkıcı depremler, 14 Mayıs'ta potansiyel olarak çığır açabilecek cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesinde, köklü sorunları açığa çıkardı. Artık açıkça görülüyor ki, Türkiye'nin bir hükümet değişikliğinden daha fazlasına ihtiyacı var; siyasette ve ekonomide köklü bir dönüşüme ihtiyaç var. Bu durum, son derece güçlü inşaat lobisiyle yüzleşmek ve ülkenin yalpalayan demokrasisini yeniden inşa etmeye çalışmak anlamına geliyor.
Depremlerin kendisi birer doğa olayı olsa dahi, neden oldukları yıkım, inşaat sektöründeki ve ötesindeki yozlaşmanın sonucu. Buna rağmen karşı karşıya gelinen durum, yetkililer hazırlıksız yakalandığını kabul etse bile, Türkiye'nin güçlü cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı muazzam seviye ölümler için doğayı suçlamaktan alıkoymadı. Türk halkından, artık her şeyin kontrol altında olduğuna ve deprem sonrası yeniden yapılanma konusunda, Erdoğan'a güvenilmesi gerektiğine inanmaları talep edildi.
Yine de, Türkiye 1999'da İzmit şehri yakınlarında (Richter ölçeğine göre 7,6 büyüklüğünde) büyük ölçekli bir deprem yaşadığında, o zamanki devasa can kaybının (yaklaşık 18 bindi) haklı olarak, kalitesiz inşaatlara ve kötü şehir planlamasına atfedildiğini hatırlamakta fayda var. [O dönemki] hükümet, en yüksek riskli alanlarda yeniden inşaatları önlemek için yeni bina yönetmelikleri ve düzenlemeleri hayata geçirerek adım attı.
Peki niçin, meydana gelen son depremler 18 binden fazla binayı yıktı ve 280 binden fazla binada da kullanılmaz derece hasara neden oldu? Kısa yanıt, bina yapım yönetmeliklerine uyulmaması. Son depremlerde yıkılan binaların çoğu 1999'dan sonra inşa edildi, ancak belediye yönetimleri ve müfettişler müteahhitlere izin verdiği için (gerekli en düşük seviye çimento kullanılmaması sebebiyle zayıf temellerle) hâlâ güvensiz olarak yapılmaya devam edilmişlerdi.
Yolsuzluk, Türkiye'deki inşaat lobisinin son yirmi yılda geniş çaplı yükselişinin yalnızca bir yüzü. İnşaat sektörü an itibariyle toplam sabit sermaye yatırımının yüzde 40'ından fazlasını oluşturmakta ve siyasi etkisi bu verilerin gösterdiğinden çok daha fazla. İnşaat şirketleri, tüm büyük siyasi partilerin önde gelen bağışçıları konumunda ve hangi partinin kontrolünde olduğu önemsiz olarak tüm belediye yönetimleriyle yakışı kalmayan şekilde yakın ilişkilerini sürdürüyorlar.
İnşaat sektöründeki yolsuzluk diğer birçok ülkede de önemli bir sorun, lakin özellikle Türkiye tehlike arz ediyor. İnşaat sektörü, ekonominin boyutuna göre orantısız bir şekilde büyük olmakla kalmıyor, aynı zamanda Erdoğan'ın 20 yıllık otokratik yönetiminin ardından ciddi şekilde zayıflamış olan demokratik kurumları da sömürüyor.
Erdoğan hükümetinin 2018'deki garip “imar affı” da inşaat lobisinin gücünü gösteriyor. İmar affı fay hatları, sulak alanlar, havzalar ve diğer yüksek riskli alanlar boyunca inşa edilmiş yapılar söz konusu olduğunda bile, bina sahiplerinin sadece ek bir vergi ödeyerek kurallara uygun olmayan yapıları yıkmak veya yenilemek zorunda kalmamalarını sağladı.
Son depremlerde en çok yıkıma uğrayan 10 ilde, şok edici şekilde 294 bin yapı affa tabi oldu. An itibariyle, imar affının öldürücülüğünü değerlendirecek kesin veriler bulunmamakla birlikte, bu binaların birçoğunun çöken ve sakinlerinin ölümüne neden olan yapılar arasında olduğunu varsayımında bulunabiliriz. Türkiye'de 1999 yılında çıkarılan ve 2021'de Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile artırılan "deprem vergisi"nin, binaların sismik olaylara karşı dayanıklılığını güçlendirmeye yönelik iyileştirmeleri finanse etmesi bekleniyordu. Lakin bu fonların nerelere harcandığı konusunda ciddi bir belirsizlik hakim.
Böylesine sarsıcı seviyede bir ölü sayısının ortaya çıktığı ve yüz binlerce kişinin evsiz kaldığı bir ortamda, Türk seçmenin 14 Mayıs'ta toplu halde hükümete karşı çıkması beklenebilir. Fakat en azından şu ana kadar, medya ve sivil toplumun hükümet ve belediye politikacılarını sorumlu tutmaya hevesli olduğuna dair çok az kanıt mevcut. 1999 yılındaki depremlerde çoğu medya kuruluşunun ortaya çıkan zararı bir yönetim başarısızlığı olarak lanse ettiği ortamdan farklı olarak, bugün Türk medyasında son yaşanan depremlerin "Tanrı'nın işi" olduğu, yani Erdoğan ve hükümetinin suçsuz olduğu yönünde neredeyse kesin bir fikir birliği var.
Erdoğan'ın, televizyon kanalları ve yüksek tirajlı gazeteler de dahil olmak üzere tüm ulusal medya kuruluşları üzerinde neredeyse doğrudan kontrol sahibi olduğu düşünülürse, bu tür bir haber anlayışı şaşırtıcı değil. [Erdoğan'a] açıktan muhalefetse giderek daha tehlikeli hale geldi: Eleştirel haber yapan gazeteciler rutin bir şekilde hapse atılıyor ve Erdoğan'ı eleştirdikleri için de internet siteleri ve sosyal medya platformları kapatılıyor.
Artan baskılar Şubat ayında istenmeyen sonuçlara yol açtı. Dört ay önce, Ekim 2022'de Meclis, çevrimiçi sansürü önemli ölçüde derinleştiren "sansür yasası" çıkarmıştı. Yeni yasayı kullanan hükümet, depremlerin hemen ardından sosyal medya sitelerine erişimi engelledi ve bu hamle de kurtarma çalışmalarının zora girmesine yol açtı.
Medya üzerindeki kontrolün hayret verici seviyesi ve de bunun yol açtığı kutuplaşma, muhalefet partilerini ve siyasetçileri, özellikle yaygın yolsuzluğu ve hükümetin beceriksizliğini ortaya çıkarmaya çalıştıklarında, mesajlarını seçmenlere iletmek için mücadele etmelerine yol açtı.
Lakin muhalefet partilerinden oluşan bir koalisyon kazansa bile, hükümetin değiştirilmesi Türkiye'nin sorunlarını çözmeyecektir. Ülkenin kurumlarının yeniden inşa edilmesi gerekiyor ve inşaat lobisi küçültülmeden de bu süreç sağlanamaz.
Dönüşüme yol açacak bir değişimin başarılmasının olasılığı düşük olsa dahi, Erdoğan'ın medya ve devlet kurumları üzerindeki kontrolü yeniden seçilmesini garanti etmiyor. Medyaya yansımasa bile, seçmenler arasında gözle görülür bir değişim isteği var. Bunun karşınıza çıkacağı bir yer de futbol stadyumları. Ülkenin en çok taraftarı bulunan takımlarından ikisinin stadyumlarında oynanan son karşılaşmalarda binlerce taraftar, "Yalan yalan yalan, dolan dolan dolan, 20 sene oldu istifa ulan" sloganı attı.
Pek tabii ki, bu hikaye Türk medyası tarafından hafife alındı, Erdoğan yanlısı yetkililer ve gazeteciler bu tür bir muhalefete terörizm diyerek kara çalmaya çalıştı. Kulüplerin kendileri para cezalarıyla karşı karşıya kalırken, taraftarlarının birçoğunun deplasman maçlarına gitmesi yasaklandı. Bu hamlelerle birlikte, bu görüşler ortadan kalkmıyor ve sandıkta geniş çaplı yankı bulabilir.
Siyasi değişim talepleri beklenmedik yerlerden çıkabilir ve ortaya çıktıklarında da milyonlara umut olabilir. Türkiye'de gerçek değişimin gerekliliğiyse yeni bir hükümetten daha fazlası. Türk demokrasisini yeniden inşa etmek için Türk halkının Erdoğan'ı görevden alması, inşaat lobisiyle yüzleşmesi ve ardından belki de medyadan başlayarak temel kurumları restore etmeye başlaması gerekecek.
SOL/Çeviri