30 Mart 2023 Perşembe

Özelleştirme fırtınası geliyor + Özelleştirmeye ret - Ali Rıza Aydın / SOL

 Özelleştirme fırtınası geliyor (SOL-Özel)

Seçimlerden sonra Erdoğan gitse de kalsa da özelleştirme tam hız sürecek. Düzen partileri ekonominin uğradığı yıkımdan yerli ve yabancı patronlara daha fazla kaynak aktararak çıkmayı vaat ediyorlar.


Ekonomide uygulanan yanlış politikalar sonucu giderek büyüyen finansman ihtiyacı, seçimlerden sonra işbaşına gelen hükümeti kaynak sorunu ile karşı karşıya bırakacak. Bir yanda piyasa ekonomisi tercihi nedeniyle ülkenin kaynaklarının yerli ve yabancı sermayeye aktarılırken diğer yanda bu ekonomide çarkların dönmesi açısından mahkûm hale gelinen bu mekanizmanın sürmesi gerekecek. 

Yıllarca ülkeye sermaye çekmek için sanayinin belkemiği niteliğinde olan kamu kuruluşlarını satan AKP, Cumhur İttifakı seçimi kazandığı takdirde en iyi bildiği “kaynak çekme” yöntemi olan özelleştirmelere devam etmek durumunda kalacak. Halihazırda Körfez sermayesi ve Rusya ile ikili anlaşmalar yoluyla ülkeye para girişini sağlayarak ekonomiyi tutmaya çalışan AKP hükümeti, bu çabaların “yapısal” bir nitelik kazanamayacağını ve ancak seçimlere kadar idare edeceğini biliyor. Finansal piyasaların ve sermaye çevrelerinin tanıdığı Mehmet Şimşek’in yeniden ekonominin başına getirilmek istenmesi, bu gerçeğin farkında olduklarını gösterirken seçim sonrası ekonomi politikaları tercihlerine dair de güçlü bir ipucu veriyor.

İktidar alternatifi olan Millet İttifakı ise deprem öncesinde ilan ettiği programla tüm hesaplarını yurtdışından ciddi ölçüde sermaye çekmek üzerine yaptıklarını ortaya koymuş oldu. Dünya ekonomisindeki konjonktür düşünüldüğünde, bu tür bir hesabın hem ekonominin birçok alanında daha fazla serbestleştirmeye hem de yeni özelleştirme planlarına dayandığı anlaşılıyor.

Yaptıkları yapacaklarının teminatı

AKP iktidarı boyunca gerçekleştirdiği özelleştirmelerle ülke tarihinin en fazla satış yapan iktidar partisi unvanına sahip bulunuyor. Türkiye’de başından bu yana yapılan özelleştirme tutarı 71,4 milyar dolara ulaşıyor. Bu meblağın 63,3 milyar dolarlık kısmını yani yüzde 89’u AKP döneminde gerçekleştirilen özelleştirmelerden oluşuyor. 

AKP döneminde birçok stratejik sektörde kamu varlığı tasfiye edilirken, ülke sanayisinin lokomotifi olan kuruluşlar özel sektöre devredildi, cumhuriyeti sırtlayan fabrikalar yok edildi. AKP döneminde ülkenin en önemli kuruluşları, yok pahasına ya da birkaç yıllık gelirleri karşılığında patronlara devredildi. Erdemir, Telekom, Tüpraş, Petkim ve Tekel satıldı, devlet birçok sektörden çekildi. Rafinaj, gübre, telekomünikasyon, demir-çelik gibi sektörlerde yatırım ve üretim kararları, tamamen yerli ve yabancı sermayeye bırakıldı. Enerji sektöründe elektrik dağıtımı tümüyle özel sektöre devredildi. Bu özelleştirmelerden, Koç, Sabancı, OYAK gibi büyük gruplar alabildiğine yararlanırken, bazı gruplar da bu özelleştirmeler sayesinde hızla büyüdü.

Yıllar İçerisinde Özelleştirme Uygulamaları (Milyon $)-.Kaynak: ÖİB


Son dönemde özelleştirmelerde ivme kaybı yaşanıyor görünmesinin temel nedeni, AKP’nin içeride ve dışarıdaki şartlar nedeniyle geleneksel özelleştirme yöntemleri yerine farklı yöntemlerle yoluna devam etmesi.

Son yıllarda özelleştirme yöntemleri arasında sayılan ve çoğu yap-işlet-devret biçiminde düzenlenen kamu-özel işbirliği projelerine ağırlık veren AKP hükümeti, bu projelerle “Beşli Çete” olarak adlandırılan sermaye gruplarını ihya etmişti. Ancak ihya olan sadece bu beş grup değil. Tüm inşaat sektörü ve bağlantılı olarak diğer sektörlere kaynak aktarmayı hedefleyen bu projeler çarkların dönmesi için tercih edilmişti.

Programda özelleştirmeler var

Kasım ayında ilan edilen 2023 yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nda bir yandan özelleştirme hedefleri korunurken bir yandan da halen Türkiye Varlık Fonu’nda yer alan stratejik KİT’lere sermaye aktarımı yapılması hedeflendi. soL yazarı Kadir Sev, bu aktarımların ileride özel tekellere devredilecek KİT’lerin yeniden yapılandırılması hedefiyle ilişkilendirmişti.

Öte yandan, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın (ÖİB) 2022 yılı faaliyet raporunda 2023 yılında gündeme geleceği belirtilen özelleştirmeler şöyle sıralandı.

Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ), 2021 yılında Cumhurbaşkanı kararı ile özelleştirme kapsamına alınmıştı. Bu karar çerçevesinde TEİAŞ’ın halka arz yoluyla özelleştirilmesi için çalışmalar sürdürülüyor. ÖİB, bu özelleştirme uygulamasına ilişkin “bu halka arz işleminin ülkemiz adına değerli bir hikâyeye dönüşmesi amacıyla” çalıştıklarını ifade ediyor.

2023 yılı ikinci çeyreğinde Fenerbahçe-Kalamış Yat Limanı için “işletme hakkının verilmesi” yoluyla özelleştirme ihalesine çıkılacağı duyuruldu.

Tekirdağ Çeşmeli Limanı için imar planı hazırlıkları yapıldı ve burasının karma yük limanı olarak projelendirilmesi işlemleri sonuçlandırıldı. Potansiyel alıcılarla tanıtım toplantıları yapıldı. Limanın 2023 yılında özelleştirilmesi planlanıyor.

2018 yılında yeterli teklif alınamadığı için ihalesi iptal edilen Çanakkale Gökçeada Kuzu Limanı’nda 2023 yılında yeniden özelleştirme ihalesine çıkılması hedefleniyor. Yine Çanakkale Kabatepe Limanı’nın özelleştirilmesi için hazırlıklar sürüyor.

Millet İttifakı da özelleştirme yapacak

Korkut Boratav soL’da, Millet İttifakı’nın programını ortaya koyan Mutabakat Metni’ni ele almış ve bu programın Türkiye’ye önemli bir sermaye girişi beklentisine dayandığını yazmıştı. Yüksek ölçekte ve iyimser beklentilerle hedeflenen sermaye girişinin en kolay yolunun özelleştirme ve serbestleştirmeler olduğu düşünülürse Millet İttifakı’nın açık ve örtük bir özelleştirmecilik yapacağının işaretleri mevcut.

Millet İttifakı'nın, söz konusu metninde “sermayenin tabana yayılması” amacıyla kamunun kontrol ettiği şirketlerin ve kamu bankalarının halka arz edileceği belirtiliyor. Yani özellikle finans ve bankacılık alanında özelleştirmelere “halka arz” yoluyla devam etmeyi hedefliyor.

Ayrıca, yine metinde “KİT yönetişim reformu” gerçekleştirileceği de belirtiliyor. Söz konusu reform, ayrıntısı verilmemekle birlikte KİT’lerin yeniden yapılandırılması anlamına gelecek ve AKP’nin bir süredir KİT’lerin “özel sektör mantığıyla” yönetilmesi için gündeme getirdiği uygulamalarla bir süreklilik taşıyor. Nitekim 20 yıl boyunca AKP, KİT’leri satışa çıkarmanın yanı sıra KİT’leri yeniden yapılandırıp bu kuruluşların faaliyet gösterdiği alanları serbestleştiren düzenlemelere imza atmıştı. Millet İttifakı bu politikaya devam edeceklerini beyan etmiş oluyor.

Millet İttifakı’nın ekonomi politikalarının dümenine uzun süre DEVA Partisi lideri Ali Babacan’ın geçeceği belirtiliyordu. Her ne kadar İYİP’li Bilge Yılmaz’ın ismi de geçmeye başlamış olsa da, gerek ittifakın mutabakat metni gerek de ismi geçen Babacan ve Yılmaz’ın profili iktidar değişirse özelleştirmelerin süreceğini gösteriyor. Ali Babacan, AKP hükümetinin yıllık özelleştirme rekorları kırdığı yıllarda o hükümetlerin ekonomiden sorumlu bakanı konumundaydı. Geçtiğimiz günlerde elektrik sektöründeki özelleştirmelerin yanlış olduğunu kabul edip pişmanlığını ortaya koysa da Babacan’ın bu pişmanlığı, kamuoyunda büyük tepkiye yol açan faturalar nedeniyle oluşan tepkiden kaçınmak için bir manevra niteliğini taşımaktan öteye geçmiyor.

                                                                           /././

Özelleştirmeye ret - Ali Rıza Aydın / SOL

Bağımsızlık, laiklik, kamuculuk diyen komünistler özelleştirmeyi şiddetle reddediyor, sömürüsüz düzen için emekçileri örgütlü siyasete çağırıyor. 

“Seçimlerden sonra Erdoğan gitse de kalsa da özelleştirme tam hız sürecek. Düzen partileri ekonominin uğradığı yıkımdan yerli ve yabancı patronlara daha fazla kaynak aktararak çıkmayı vaat ediyorlar.” 

Girişteki spotu alıntıladığımız, soL’da yayımlanan “Özelleştirme fırtınası geliyor” başlıklı haber, seçimler öncesi düzen partilerinin ortak noktalarından birine, özelleştirmeye dikkat çekiyor. Seçmeni siyasetin isimlerle değil ideoloji, siyaset ve programlarla ilkeli olarak yapılması gerektiği konusunda uyarıyor.

Haberdeki “Yıllar İçerisinde Özelleştirme Uygulamaları” grafiğinde de görüldüğü gibi 1986-2022 döneminde AKP ağırlığı büyük. Bir yandan da AKP’nin Özelleştirme İdaresi kayıtlarına girmeyen çeşitlilikte özelleştirme yöntemleri kullandığını unutmamak gerekiyor. 

Kabaca özetlersek; 

  1. Kamusal olanın özele aktarılması ya da kamu hizmetinin özel tarafından yerine getirilmesi ne AKP’nin, ne de 12 Eylül 1980 darbesi sonrası siyasi iktidarların başlattığı bir uygulama. Ağırlığı bu dönemlere yığılsa da Türkiye’deki burjuva iktidarlar, merkezi veya yereliyle, kapitalizmin özüne uygun olarak özelleştirmeyi kullandı.   
  2. Özel tarafından ya da aracılığıyla yapma işinin kamu hizmeti/özel, kamu yararı/kâr, kamu mülkiyeti/özel ayrımlarıyla, kamu işletmeciliğinin tasfiyesiyle, verimlilik kıyaslamalarıyla, devlet yapamaz özel yapar önyargılarıyla açıklanması ve tartışmaların buralara sıkıştırılması eksik kalır. İşgücünü piyasa olarak görenlerin, bu piyasayı hukukun da kuşatmasıyla “emek karşıtı” olarak düzenlemesinde, çalışma hukukunun biçimlendirilmesinde kapitalizmin istek ve gereksinmelerine uygunluk özelle/özelleştirmeyle koşut olarak planlandı.   
  3. Konu ulusal alanlarla sınırlı değil. Emperyalizmin etkisi yüksek. Kamuculuğun alaycı tavırlarla kötülenmesi ve reddi, 24 Ocak 1980 kararları, 12 Eylül darbesi ve yönetimi, 1982 Anayasası ve değişiklikleri, parlamentonun işlevsizleştirilmesi, güçlü yürütme modeli, yakın tarihli başkanlı/başkancı rejim geçiş, hukuk ile keyfiliğin bir arada yürütülmesi, başta yargı olmak üzere onay denetimi ya da denetimsizliği, Dünya Bankası ve IMF bağlantıları bütünsel olarak okunmalı. Düzen siyasetinin (CHP/DP kökenli) geleneksel iki partisinin milliyetçi ve dinci partilerle, sendikalarla, dernek ve vakıflarla, hukuk dışı tarikat ve cemaatlerle dallanıp budaklanması, “Türk-İslam”, “Kürt-İslam”, “ılımlı İslam” sentezleri de buraya eklenmeli.    
  4. Sermayenin saldırısı bir yandan ilerici, aydınlanmacı Cumhuriyetin “devletçi” politikalarına, diğer yandan emekçilere yönelirken hukukun desteğine, bu hukuka göre karar veren yargıya gereksinmeleri de vurgulanmalı. 1982 Anayasası sözünde olmasa da özünde buna uygundu. Özelleştirme yasalarla yürütüldü. Ancak Anayasa Mahkemesinin kısmi denetimleri/önermeleri engel olarak görüldü. Sonuçta, AYM’nin “Anayasada devletleştirme var, karşıtı olarak özelleştirmenin varlığı da kabuldür” görüşü, özelleştirmeyi Anayasaya yerleştirmenin dayanağı olarak kullanıldı. 1999’un Ağustosunda, DSP-MHP-ANAP Koalisyonu döneminde “özelleştirme” anayasal güvenceye kavuşturuldu. 
  5. 1999 Anayasal düzenlemelerinde “özelleştirme”, kamu yatırım ve hizmetlerinin “özel”e yaptırılması ve “tahkim” olmak üzere üç konuya yer verildi.
  6. Devletin, kamu iktisadi teşebbüslerinin ve diğer kamu tüzelkişilerinin mülkiyetinde bulunan işletme ve varlıkların özelleştirilmesine ilişkin esas ve usuller yasa koyucuya, yasaya bırakıldı. Bu düzenlemeyle ilkesiz, belirsiz, sınırsız bir yetki devrinin yolu açıldı. 
  7. İkinci olarak daha geniş bir alana girildi. Devlet, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen yatırım ve hizmetlerin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek ve tüzelkişilere yaptırılmasının veya devredilmesinin yolu açıldı. Burada da kamu yatırım ve hizmetlerinden hangilerinin bu yöntemle yürütülebileceği yine ilkesiz, belirsiz, sınırsız olarak yasa koyucuya, yasaya bırakıldı.
  8. Yetmezdi. Anayasaya göre “idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açık”tı. Bunun da aşılması gerekiyordu. Yargının özelleştirilmesi diye tanımlayacağımız bir yöntem Anayasaya yerleştirildi. Kamu hizmetleriyle ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların ulusal ve uluslararası tahkim yoluyla çözülmesi, uluslararası tahkime ancak yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilmesi öngörüldü.
  9. Özelleştirmeler konusunda Özelleştirme İdaresi Başkanlığının görev ve yetkilerine, istatistiklerine bakmak yeterli olmuyor. ÖİB bu konuda tek yetkili değil. Bir örnek, 15 Temmuz 2016 sonrası OHAL döneminde el konulan kurum ve kuruluşlar için Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun (TMSF) devreye sokulması. FETÖ/PDY terör örgütlerine aidiyeti, iltisakı veya irtibatı nedeniyle Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 133’üncü maddesi uyarınca kayyım atanan/atanacak olan şirketlerdeki kayyımlık görev ve yetkileri TMSF’ye devredildi, söz konusu şirket ve varlıkların satış ve tasfiyesine ilişkin özel hükümler getirildi. Bir başka örnek, Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi. 

Devletin kurum ve kuruluşlarının şirketler gibi stratejik yönetime geçirilmesi,  piyasalaştırılması, ticarileştirilmesi de yukarıdaki değinmelerle birlikte analiz edilmesi gereken konuların başında yer alıyor. 

Özelleştirme konusunda Dayanışma Meclisi üyelerinin çalışmalarının yer aldığı Dayanışma Meclisi Forum Dergisinin, “özel güzeldir’den çökme’ye: özelleştirmeler ve yağma ekonomisi” konulu 2. sayısı önemli bir kaynak. Dergideki yazımda da vurguladığım gibi, özelleştirme yasal ya da yasadışı olması fark etmeden aynı kapıya çıkıyor: yağma ve sömürü.

Düzen siyaseti özelleştirme konusunda ortak. Farklı siyasi partiler aynı siyaseti savunuyor. Bağımlılığa, yağma ve sömürüye, sermayenin emekçiler üzerindeki baskı ve denetimine devam diyorlar, emekçilerin genel oy hakkını çalmaya yelteniyorlar. Bağımsızlık, laiklik, kamuculuk diyen komünistler özelleştirmeyi şiddetle reddediyor, sömürüsüz düzen için emekçileri örgütlü siyasete çağırıyor.

Ali Rıza Aydın / SOL  




Depremzedeler enkaz altındayken PTT yöneticileri marka mont ve ayakkabı peşindeymiş- SOL

 PTT’nin daire başkanlarına 8 bin liraya mont, 7 bin liraya da ayakkabı aldığı ortaya çıktı.

TBMM’de basın toplantısı düzenleyen CHP Mersin Milletvekili Alpay Antmen PTT yöneticilerinin kendileri için aldığı ve PTT'ye gider olarak yazdırdıkları marka mont ve ayakkabılarının faturalarını basın mensuplarıyla paylaştı. Antmen, PTT’nin daire başkanlarına 8 bin liraya mont, 7 bin liraya da ayakkabı aldığı bildirdi.

PTT İnsan Kaynakları Daire Başkanı Ali Yaz’ın ve daire başkanlarının deprem bölgesinde satın alınan bu montlarla görüntülerini gösteren Antmen “PTT’ye ödettiğiniz bu 8 bin liralık kayak montuyla deprem bölgesine kayak yapmaya mı gittiniz?” diye sordu.

'İktidara geldiğimizde PTT'yi Sayıştay denetimine açacağız'

Antmen, asırlık tarihi bir geçmişe sahip PTT'nin ciddi zararlara uğratıldığını söyledi PTT şubelerinde malzeme eksiğinin bulunduğunu hatırlatan Antmen, "Kağıt varsa kalem bulamıyorlar. Temizlik maddesi her zaman gelmiyor. PTT'nin dağıtım merkezlerinde pek çok malzeme eksik olduğu gibi hijyen anlamında da posta emekçilerinin pek çok şikayeti var. Posta memurlarına, sırtlarında ağır kargo yükleri dayatmaları yapılıyor. Araç ve ekipman yetersizlikleri de bulunuyor" ifadesini kullandı.

CHP'li Alpay Antmen, "İktidara geldiğimizde PTT'yi Sayıştay denetimine açacağız" dedi.

'İç çamaşırlarını bile PTT'ye ödetmişler'

Alpay Antmen’in açıklamasında öne çıkan başlıklar şu şekilde:

Diyarbakır PTT Başmüdürlüğü bu pahalı mont ve ayakkabıları alıyor, Genel müdür yardımcısı Fatih Tezcan’a ye gönderiyor. Bu kişi de daire başkanlarına ve müdür yardımcılarına bunları dağıtıyor. Tezcan aynı zamanda AKP Keçiören belediye başkan aday adayı. Kendisi hem renkli hem de siyah iki tane kayak montu aldırmış. Ben söylerken utanıyorum; iç çamaşırlarını bile PTT’ye ödetmişler. Daha ne diyeyim?

'Depremzedeler enkazdayken bunlar mont derdine düşmüş'

Bu faturalarda dikkat çeken başka bir detay var: 13 Şubat’ta kesilmiş bu faturalar. Yani daha depremin 6’ıncı günü. Enkaz altında insanlar varken. O esnada kurtarılan çocukların ayağında çorap bile yok. Beyler ise Boyner’den 7 bin liraya ayakkabı almışlar ve faturayı da PTT’ye yani halka ödetmişler. Bunun yerine depremzede çocuklara ayakkabı ve çorap alsaydınız? Ama tabi bunu yapmak için vicdan lazım.”

Üzerinde incecik gömleği ve tişörtüyle depreme yardıma koşanlar insan değil mi? Üzerinize 8 bin liralık mont almadan yardıma gidemiyor mu bu beyler? Aman ha üşümeyin aman ha o kıymetli ayaklarınıza yağmur çamur değmesin. Koşun 8 bin liralık mont, 7 bin liralık ayakkabı alın faturayı da PTT’ye kesin!” Enkazların altından sağ kalan canları çıkarmak için üşümesine rağmen hemen deprem bölgesine gidip aç susuz üşüyerek çalışan gönüllülerden de mi utanmadınız?

'Halka fatura edilen bu montla deprem bölgesine kayak yapmaya mı gittiniz?'

Antmen, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, "PTT İnsan Kaynakları Müdürü Ali Yaz'ın üzerindeki kayak montu. Google'ye "Valley Point Mont" yazdığınızda direk "Kayak montu" olarak karşınıza çıkıyor. PTT'ye, yani halka fatura edilen bu montla deprem bölgesine kayak yapmaya mı gittiniz?" diyerek söz konusu görselleri paylaştı.

Antmen bir diğer paylaşımında da, "PTT Genel Müdürü kendine hem renkli, hem bordo kayak montu aldırmış. Faturayı tabi ki PTT'ye, yani halka kesmiş. Montun tanesi 8 bin lira. Hayırlı işler sayın genel müdür!" diyerek tepki gösterdi.

(SOL)

Daron Acemoğlu: Türkiye'yi yeniden inşa etmek için demokrasi yeniden kurulmalı - SOL/Çeviri

Project Syndicate'te Daron Acemoğlu ve Cihat Tokgöz'ün kaleme aldığı makalede, 'Türkiye'nin artık kapsamlı bir siyasi ve ekonomik dönüşüme ihtiyacı olduğu açık' yorumunda bulunuldu.


Çevirmenin notu: Project Syndicate medya kuruluşunun internet sitesinde Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nun danışmanı olarak lanse edilen ve son olarak bu çerçevede CHP'nin İkinci Yüzyıla Çağrı toplantısına katılan MIT Ekonomi Profesörü Daron Acemoğlu ile finans uzmanı Cihat Tokgöz'ün kaleme aldığı "Türkiye'yi yeniden inşa etmek için demokrasi yeniden kurulmalı" başlıklı makalede, 6 Şubat'ta meydana gelen depremlerin Türkiye'de çok daha büyük bir soruna işaret ettiğini belirtiliyor.

Acemoğlu ve Tokgöz makalelerinde, "Türkiye'de Şubat ayında meydana gelen depremlerden kaynaklanan büyük ölü sayısı çok daha büyük bir soruna işaret ediyor. Aşırı güçlü bir inşaat lobisinden ve palazlanmış yolsuzluğa, demokratik kurumların sürekli erozyona uğramasına kadar, Türkiye'nin artık kapsamlı bir siyasi ve ekonomik dönüşüme ihtiyacı olduğu açık" yorumunda bulunuluyor.

Batı medyası ve düşünce kuruluşları, depremin ve sonuçlarının Türkiye'de "siyasi değişimin gerekliliği" ve "demokrasinin yeniden tesis edilmesi" noktasında elverişli bir siyasal ve toplumsal zemin sunabileceği yönünde yayınlarına devam ediyor. Bu yayınlar, Türkiye'de depremin seçimler sonrasında iktidar değişikliği ile bir "restorasyon" sürecini başlatabileceği saptamasında birleşiyor. Bu restorasyonun öznesi olarak doğrudan ya da dolaylı olarak işaret edilen Millet İttifakı'nın asıl bileşeni CHP'nin danışmanları arasında adı geçen Daron Acemoğlu da, bu ortak makalesinde "Beşli Çete" söylemini inşaat lobisi, "restorasyon" ihtiyacını ise kurumların restore edilmesi biçiminde ifade ederek yukarıdaki çerçeveyi somutluyor ve yeniden üretiyor. Bu açıdan deprem, seçimler ve restorasyon bağlantısını tartışan bu makaleyi soL okurlarına tipik bir örnek olarak sunuyoruz.


Türkiye'de 50 binden fazla (ve Suriye'nin kuzeyinde de en az 7 bin) insanın ölümüne neden olan Şubat ayında meydana gelen yıkıcı depremler, 14 Mayıs'ta potansiyel olarak çığır açabilecek cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesinde, köklü sorunları açığa çıkardı. Artık açıkça görülüyor ki, Türkiye'nin bir hükümet değişikliğinden daha fazlasına ihtiyacı var; siyasette ve ekonomide köklü bir dönüşüme ihtiyaç var. Bu durum, son derece güçlü inşaat lobisiyle yüzleşmek ve ülkenin yalpalayan demokrasisini yeniden inşa etmeye çalışmak anlamına geliyor.

Depremlerin kendisi birer doğa olayı olsa dahi, neden oldukları yıkım, inşaat sektöründeki ve ötesindeki yozlaşmanın sonucu. Buna rağmen karşı karşıya gelinen durum, yetkililer hazırlıksız yakalandığını kabul etse bile, Türkiye'nin güçlü cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı muazzam seviye ölümler için doğayı suçlamaktan alıkoymadı. Türk halkından, artık her şeyin kontrol altında olduğuna ve deprem sonrası yeniden yapılanma konusunda, Erdoğan'a güvenilmesi gerektiğine inanmaları talep edildi.

Yine de, Türkiye 1999'da İzmit şehri yakınlarında (Richter ölçeğine göre 7,6 büyüklüğünde) büyük ölçekli bir deprem yaşadığında, o zamanki devasa can kaybının (yaklaşık 18 bindi) haklı olarak, kalitesiz inşaatlara ve kötü şehir planlamasına atfedildiğini hatırlamakta fayda var. [O dönemki] hükümet, en yüksek riskli alanlarda yeniden inşaatları önlemek için yeni bina yönetmelikleri ve düzenlemeleri hayata geçirerek adım attı.

Peki niçin, meydana gelen son depremler 18 binden fazla binayı yıktı ve 280 binden fazla binada da kullanılmaz derece hasara neden oldu? Kısa yanıt, bina yapım yönetmeliklerine uyulmaması. Son depremlerde yıkılan binaların çoğu 1999'dan sonra inşa edildi, ancak belediye yönetimleri ve müfettişler müteahhitlere izin verdiği için (gerekli en düşük seviye çimento kullanılmaması sebebiyle zayıf temellerle) hâlâ güvensiz olarak yapılmaya devam edilmişlerdi.

Yolsuzluk, Türkiye'deki inşaat lobisinin son yirmi yılda geniş çaplı yükselişinin yalnızca bir yüzü. İnşaat sektörü an itibariyle toplam sabit sermaye yatırımının yüzde 40'ından fazlasını oluşturmakta ve siyasi etkisi bu verilerin gösterdiğinden çok daha fazla. İnşaat şirketleri, tüm büyük siyasi partilerin önde gelen bağışçıları konumunda ve hangi partinin kontrolünde olduğu önemsiz olarak tüm belediye yönetimleriyle yakışı kalmayan şekilde yakın ilişkilerini sürdürüyorlar.

İnşaat sektöründeki yolsuzluk diğer birçok ülkede de önemli bir sorun, lakin özellikle Türkiye tehlike arz ediyor. İnşaat sektörü, ekonominin boyutuna göre orantısız bir şekilde büyük olmakla kalmıyor, aynı zamanda Erdoğan'ın 20 yıllık otokratik yönetiminin ardından ciddi şekilde zayıflamış olan demokratik kurumları da sömürüyor.

Erdoğan hükümetinin 2018'deki garip “imar affı” da inşaat lobisinin gücünü gösteriyor. İmar affı fay hatları, sulak alanlar, havzalar ve diğer yüksek riskli alanlar boyunca inşa edilmiş yapılar söz konusu olduğunda bile, bina sahiplerinin sadece ek bir vergi ödeyerek kurallara uygun olmayan yapıları yıkmak veya yenilemek zorunda kalmamalarını sağladı.

Son depremlerde en çok yıkıma uğrayan 10 ilde, şok edici şekilde 294 bin yapı affa tabi oldu. An itibariyle, imar affının öldürücülüğünü değerlendirecek kesin veriler bulunmamakla birlikte, bu binaların birçoğunun çöken ve sakinlerinin ölümüne neden olan yapılar arasında olduğunu varsayımında bulunabiliriz. Türkiye'de 1999 yılında çıkarılan ve  2021'de Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile artırılan "deprem vergisi"nin, binaların sismik olaylara karşı dayanıklılığını güçlendirmeye yönelik iyileştirmeleri finanse etmesi bekleniyordu. Lakin bu fonların nerelere harcandığı konusunda ciddi bir belirsizlik hakim.

Böylesine sarsıcı seviyede bir ölü sayısının ortaya çıktığı ve yüz binlerce kişinin evsiz kaldığı bir ortamda, Türk seçmenin 14 Mayıs'ta toplu halde hükümete karşı çıkması beklenebilir. Fakat en azından şu ana kadar, medya ve sivil toplumun hükümet ve belediye politikacılarını sorumlu tutmaya hevesli olduğuna dair çok az kanıt mevcut. 1999 yılındaki depremlerde çoğu medya kuruluşunun ortaya çıkan zararı bir yönetim başarısızlığı olarak lanse ettiği ortamdan farklı olarak, bugün Türk medyasında son yaşanan depremlerin "Tanrı'nın işi" olduğu, yani Erdoğan ve hükümetinin suçsuz olduğu yönünde neredeyse kesin bir fikir birliği var.

Erdoğan'ın, televizyon kanalları ve yüksek tirajlı gazeteler de dahil olmak üzere tüm ulusal medya kuruluşları üzerinde neredeyse doğrudan kontrol sahibi olduğu düşünülürse, bu tür bir haber anlayışı şaşırtıcı değil. [Erdoğan'a] açıktan muhalefetse giderek daha tehlikeli hale geldi: Eleştirel haber yapan gazeteciler rutin bir şekilde hapse atılıyor ve Erdoğan'ı eleştirdikleri için de internet siteleri ve sosyal medya platformları kapatılıyor.

Artan baskılar Şubat ayında istenmeyen sonuçlara yol açtı. Dört ay önce, Ekim 2022'de Meclis, çevrimiçi sansürü önemli ölçüde derinleştiren "sansür yasası" çıkarmıştı. Yeni yasayı kullanan hükümet, depremlerin hemen ardından sosyal medya sitelerine erişimi engelledi ve bu hamle de kurtarma çalışmalarının zora girmesine yol açtı.

Medya üzerindeki kontrolün hayret verici seviyesi ve de bunun yol açtığı kutuplaşma, muhalefet partilerini ve siyasetçileri, özellikle yaygın yolsuzluğu ve hükümetin beceriksizliğini ortaya çıkarmaya çalıştıklarında, mesajlarını seçmenlere iletmek için mücadele etmelerine yol açtı.

Lakin muhalefet partilerinden oluşan bir koalisyon kazansa bile, hükümetin değiştirilmesi Türkiye'nin sorunlarını çözmeyecektir. Ülkenin kurumlarının yeniden inşa edilmesi gerekiyor ve inşaat lobisi küçültülmeden de bu süreç sağlanamaz.

Dönüşüme yol açacak bir değişimin başarılmasının olasılığı düşük olsa dahi, Erdoğan'ın medya ve devlet kurumları üzerindeki kontrolü yeniden seçilmesini garanti etmiyor. Medyaya yansımasa bile, seçmenler arasında gözle görülür bir değişim isteği var. Bunun karşınıza çıkacağı bir yer de futbol stadyumları. Ülkenin en çok taraftarı bulunan takımlarından ikisinin stadyumlarında oynanan son karşılaşmalarda binlerce taraftar, "Yalan yalan yalan, dolan dolan dolan, 20 sene oldu istifa ulansloganı attı.

Pek tabii ki, bu hikaye Türk medyası tarafından hafife alındı, Erdoğan yanlısı yetkililer ve gazeteciler bu tür bir muhalefete terörizm diyerek kara çalmaya çalıştı. Kulüplerin kendileri para cezalarıyla karşı karşıya kalırken, taraftarlarının birçoğunun deplasman maçlarına gitmesi yasaklandı. Bu hamlelerle birlikte, bu görüşler ortadan kalkmıyor ve sandıkta geniş çaplı yankı bulabilir.

Siyasi değişim talepleri beklenmedik yerlerden çıkabilir ve ortaya çıktıklarında da milyonlara umut olabilir. Türkiye'de gerçek değişimin gerekliliğiyse yeni bir hükümetten daha fazlası. Türk demokrasisini yeniden inşa etmek için Türk halkının Erdoğan'ı görevden alması, inşaat lobisiyle yüzleşmesi ve ardından belki de medyadan başlayarak temel kurumları restore etmeye başlaması gerekecek.

SOL/Çeviri

29 Mart 2023 Çarşamba

80 kişi öldükten sonra hastane ihalesi - Çiğdem Toker / T24

 


"Her biri 25 yıllık, gizli sözleşmelerle yaptırılan şehir hastaneleri tamamlanırken, koca 11 yıl boyunca İskenderun Devlet Hastanesi depreme dayanıksız olduğu biline biline neden yenilenmedi?" sorusu AKP'nin nasıl bir sistem kurduğunun sorusudur aynı zamanda. Onca insan enkaz altında öldükten sonra bugün yapılacak depreme dayanıklı yeni hastane ihalesinin, şehir hastanesi müteahhitlerine verilmesi de aynı sistemle ilgilidir.


Seçime haftalar kalmışken AKP iktidarı tükenmiş vadesini uzatmaya yönelik siyasi ve mali inşa operasyonlarını eş zamanlı sıklaştırıyor. Kameralar önünde Cumhuriyet'in 100 yıllık tarihinde en gerici, en kadın düşmanı ittifakını kurarken; sessiz ve duyurusuz bir üslupla da deprem bölgesinde büyük tutarlı ve adeta fabrikasyon ihaleleri sürdürüyor. Her iş günü sekiz on ihale, kendisine siyaseten eklemlenen şirketler, planlanan hakedişler, bütçe kaynakları ve kamuoyunun bilmediği (önemli bir seçmen tabanının ise bilse de bilmese de önemsemediği) pazarlıklar anlamına geliyor.

Şeffaf yürümeyen bu süreçler içinde, sahne dekoru gibi taşınabilir (!) bina temelleri yer alsa da toplamda AKP'nin seçim kampanyalarına destek işlevi görüyor.

* * *

TOKİ'nin 21 Şubat'tan bu yana her gün dörder beşer yaptığı deprem konutları ihalelerine, bu hafta Sağlık Bakanlığı'nın hastane ihaleleri eklendi.

Devlet eliyle "Zamana yayılmış bir cinayet" diye tanımladığım, tamı tamına 11 yıldır depreme dayanıksızlığı bilindiği halde açık tutulan, ihale girişimleri sürekli yarım kalan, ağırdan alınan İskenderun Devlet Hastanesi, enkazında en az 80 kişi öldükten sonra nihayet hatırlandı. Yoğun bakım ünitesinde doktor, hemşire sağlık çalışanları, ve hastaların enkaz altında kalarak yaşamını yitirdiği İskenderun Devlet Hastanesi'nin "yenisi", iki gün önce ihale edildi.

Kiracısı olduğu müteahhide davet

İskenderun Devlet Hastanesi yoğun baktım servisinin içindeki hasta ve sağlık çalışanlarıyla enkaz altında kalması hakkında, idari cezai ve vicdani sorumluluk üstlendiğini duyamadığımız Sağlık Bakanlığı, pazarlık usulüyle yaptığı ihaleye daha önce 25 yıllık şehir hastanesi sözleşmeleri imzaladığı, her yıl kira bedeli ödediği müteahhitleri çağırdı.

Sağlık Yatırımları Genel Müdürlüğü'nün, pazarlık usulü ve e-ihale biçiminde yaptığı ihalenin adı: "Hatay İskenderun 600 yataklı devlet hastanesi Yapım İşi" ihalesini evvelsi gün yaptı. Yaklaşık maliyeti 2 milyar 310 milyon 861 bin 617 TL olarak belirlendi.

Katılıp teklif veren firmalara bakalım:

Biri; Eskişehir, Isparta, Tekirdağ şehir hastanelerini yapıp işleten Akfen İnşaat ile ortağı Dost İnşaat,

Diğeri Konya ve Manisa şehir hastanelerini yapıp işleten YDA

Üçüncüsü ise Ankara Bilkent Şehir Hastanesi'ni yapan CCN Altyapı ile onun doğduğu asıl şirket İçtaş İnşaat.

Tabii Sağlık Bakanlığı'nın pazarlık usulü yaptığı bu ihalelerde hangi iki firmanın yan yana gelerek teklif vereceğini nasıl bildiğini bilmiyoruz… Normalde böyle olmaması gerekiyor çünkü. Ancak birlikte çağrılmaları kadar, firmaların isimleri de bu yeni hastane ihalelerinin önce konuşulup tasarlanıp sonra ihale edildiği izlenimi veriyor.

11 yıl gecikmeyle yapılan ve çağrılan şirketlere bakılırsa (şehir hastanesi deneyiminden dolayı) depreme dayanıklı olacağı anlaşılan İskenderun Devlet Hastanesi ihalesi iki tur gerçekleşti.

İhalede en düşük teklif 2 milyar 289 milyon 966 milyon 419 bin TL, 88 kuruş ile Akfen İnşaat- Dost İnşaat verdi.

- İhaleye katılan diğer firmalarla birlikte gelen teklifler şöyle: 

Yatak başı maliyet 3,8 milyon TL

Akfen-Dost Ortaklığının verdiği teklif üzerinden yatak başına maliyetin 3,8 milyon TL olarak çıkıyor. (3 milyon 816 bin 610 TL) Bu da bugünkü ABD doları kuru üzerinden yatak başına yaklaşık 200 bin ABD doları maliyet demek oluyor. na karşılık geliyor.

Hatay Erzin Acil

Sağlık Bakanlığı aynı gün bir hastane ihalesi daha yaptı: "Hatay Erzin 50 Yataklı Acil Durum Hastanesi Yapım İşi"

Yine pazarlık usulü ve e-ihale şeklinde yapılan ihalede bu kez yine bilinen 2 şirket teklif verdi. ("Bilinen" ifadesiyle şehir hastane müteahhitleri olduklarını kastediyorum.)

Yaklaşık maliyeti 341 milyon 462 bin 500 TL olarak belirlenmişti. Ancak her iki şehir hastanesi müteahhidinin de verdiği teklifler, yaklaşık değerin epeyce üzerine çıktı. Burada kim hesap hatası yapıyor, kamu kaynakları şirketlere haksız olarak mı aktarılacak, soruları meşrudur.

Mesele tercih

Sağlık Bakanlığı, en az 80 kişi ölmeden İskenderun Devlet Hastanesi'ni depreme dayanıklı kılmak, ya da tamamen yeni bir hastane yapmak için yeterli zamana sahipti. Bakanlık, İskenderun Devlet Hastanesi'ne "bakmadığı", ihalesini tamamlamadığı bu uzun 11 yıl içinde, hepsi de depreme dayanıklı 14 şehir hastanesi yaptırdı hizmete açtı. "Her biri 25 yıllık, gizli sözleşmelerle yaptırılan şehir hastaneleri tamamlanırken, koca 11 yıl boyunca İskenderun Devlet Hastanesi depreme dayanıksız olduğu biline biline neden yenilenmedi?" sorusu AKP'nin nasıl bir sistem kurduğunun sorusudur aynı zamanda. Onca insan enkaz altında öldükten sonra bugün yapılacak depreme dayanıklı yeni hastane ihalesinin, şehir hastanesi müteahhitlerine verilmesi de aynı sistemle ilgilidir.

Bir sistemin bizi öldüren mi yoksa yaşatan bir sistem mi olacağı ise enikonu basit bir soruyla biçimlenir:

"Bütçenin ne kadarını kimin için, nasıl harcayacaksın?"

İskenderun Devlet Hastanesi'nin uzun ve ağır hikâyesi, bu basit sorunun cevabını bize net gösteriyor.

Çiğdem Toker / T24

28 Mart 2023 Salı

11 katlı ‘imar affı’ rezaleti - Bahadır Özgür / BİRGÜN

 


‘İmar affı’nın başlı başına bir facia olduğu depremle ortaya çıktı. İmar rezaleti öyle büyük ki, af yasasına dahi uyulmadan affedilen kaçak yapıların olduğu ortaya çıkıyor. Bunun bir örneği de Antakya’daki 11 katlı apartman.

                                  İmar affından yararlanan 11 katlı bina depremde ağır hasar aldı. (Fotoğraflar: BirGün)

Depremde yıkılan ve ağır hasar gören binaların tek tek hikayesi, iktidarın 21 yılının serencamı gibi. Hangisine baksanız ardından bir suç zinciri çıkıyor. İşte bunun bir örneği daha: Antakya’da depremde ağır hasar gören bir binaya, ‘imar affı’ndan sonra af getirmişler. Yani kendisi başlı başına bir felaket olan ‘imar affı’ kanununa dahi uyma gereği duymamışlar.  Antakya’da depremin simgelerinden birisi haline gelen Rönesans Rezidans’ın 300 metre yakınında, Ekinci Mahallesi’nde inşa edilmiş bir başka lüks bina olan Nasa Kent Apartmanı, depremde ağır hasar aldı. Bina sakinleri içinin çöktüğünü, şans eseri hayatta kaldıklarını söylüyorlar.

11 KATLI KAÇAK BİNA

Nasa Kent 2020 yılında bitmiş. Binada kiracı olan Görkem Ulaş, bölgedeki imar planlarına bakınca bazı katların kaçak olduğundan şüpheleniyor. Ve Cimer üzerinden Hatay Valiliği Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne başvuru yapıp, şu soruları soruyor: “Bu parsel üzerinde 11 katlı bina yapılması, parselin kar irtifakı izni için uygun mudur? Parsel üzerinde en fazla kaç katlı bir bina yapılabilir?”

Cimer üzerinden soruların iletildiği Antakya Belediye Başkanlığı İmar ve Şehircilik Müdürlüğü, 5 Ağustos 2022 günü yanıt gönderiyor. Yanıtta şöyle deniliyor: “789 ada 568 parseli kapsayan alanda Uygulama İmar Planı 1 Ağustos 2022 tarihi itibariyle askıya çıkarılmış olup, askıda bulunan planda en fazla 8 kata izin verilmiştir. Söz konusu parselde yapılmış olan 11 katlı binanın geçerli bir yapı ruhsatı bulunmadığından dolayı kat irtifak izni için uygun değildir. İlgili Cimer başvurusuna istinaden Zabıta Müdürlüğüne şikayet sevkedilmiş olup tespitlerin yapılıp Müdürlüğümüze bilgi verilmesi istenmiştir.”

Kısaca Antakya’nın en merkezi ve lüks konutlarının satıldığı bir bölgesinde, üstelik yeni imar planı hazırlanmışken 11 katlı kaçak yapı dikilivermiş. Organize imar suçu silsile halinde tam da böyle işleniyor. Önce göz yumma, denetimsizlik. Ardından, biriken suçların iktidarın çıkardığı iki cümlelik kanunla yasallaştırılması…

Antakya Zabıta Müdürlüğü inceleme sonucunda belediyeye 23 Ağustos günü gönderdiği resmi yazıda, yapı sahiplerinin 18 Mayıs 2018 günü Resmi Gazete’de yayınlanan ‘imar affı’na başvuru yaptığını ve bunun sonucunda ‘yapı kayıt belgesi’ aldığını bildiriyor. Böylece kentin göbeğindeki koskoca kaçak bina, İmar Kanunu’na eklenen geçici 16’ıncı madde sayesinde, hiç zahmete girmeden, uğraşmadan bir çırpıda tertemiz bir sicile kavuşuyor. İktidarın ‘imar affı’ getirirken yaptığı manipülasyonu da görüyoruz burada. Sanki fakir fukara küçük bir ev yapmış, evini bir kat çıkmış veya tarlasına bir çiftçi ev kondurmuş da onların çıkarına düzenleme yapılıyormuş gibi anlattı hep. Oysa ‘imar affı’ milyonlarca liralık inşaatları yapanların, bunlara göz yumanların kazancını artırmaya dönük bir uygulama.

Ne var ki suç silsilesi burada da bitmiyor. ‘İmar affı’, beyana dayalı olarak getiriliyor. Ne demek bu? Yapı sahibinin dediği kabul ediliyor demek.

11-katli-imar-affi-rezaleti-1143424-1.

‘AF’TAN SONRA ‘AF’!

Depremin bir felakete dönüşmesinin başlıca sebeplerinden birisinin ‘imar affı’ olduğunun söylenmesi boşuna değil. “Affettim gitti” denilerek izin verilen binaların kurala, yasaya, mühendisliğe uygun olup olmadığına dair hiçbir şey yapılmadı. Üstelik Antakya’daki örnekte, ‘beyana dayalı af’ uygulamasının nerelere kadar varabileceğini görüyoruz. Devam edelim…

Cimer’e başvuran Gökhan Ulaş ve avukat eşi Ebru Ulaş, belediyeden gelen yanıta rağmen işin peşini bırakmıyor. Bu arada Avukat Ebru Ulaş, Antakya’da pek çok bina ve müteahhit için davalar açmış, binaların sağlıksız olduğunu bilirkişi raporlarıyla kanıtlamış, denetim yapmayan, sahte denetim raporlarına imza atan belediye yetkililerini isim isim ortaya çıkarıp mahkemelere taşımış birisi. Ve dava açtığı binaların çoğu depremde yıkıldı, onlarca kişi öldü. Depremden sonra müteahhitler ve belediye görevlileri hakkında yeniden suç duyurusunda bulundu.

Nasa Kent Apartmanı konusunda da işin peşini bırakmayan Ulaş, burada çok daha vahim bir usulsüzlüğün olduğuna dikkat çekiyor. Öyle ki, resmi yazışmalarda binanın ‘imar affı’ndan yararlandığı belirtilse de kaçak katların yasadan sonra yapıldığını söylüyor. Nitekim gerekli kanıtları da toplamışlar. Ulaş’ın sunduğu 7 Ocak 2018 tarihli uydu görüntüsünde binanın sadece 3 katının tamamlandığı görülüyor. Mayıs 2020 yılında çekilmiş bir fotoğrafta ise bina 11 kata kadar yükseltilmiş. Oysa ‘imar affı’ kanunu, 31 Aralık 2017’den önce yapılmış binaları kapsıyor. Ulaş, kanıtlara bakıldığında aleni şekilde ‘imar affı’ başvurusunun sahte olduğunu vurguluyor. Müteahhit tam 42 daire için ayrı ayrı af almış.

ORGANİZE SUÇ ŞEBEKESİ

Müteahhitler şehrin göbeğinde kaçak yapıyı göz göre göre dikiyor. Belediye yeni imar planı çıkardığı yerde bile buna göz yumuyor. Denetim firması uygun raporlar veriyor. Sonra suçlar birikince siyaset işe el atıyor ve milyonlarca kaçağı, birkaç cümlelik yasayla aklıyor. Yapı sahiplerinin beyanı, kanıt için yeterli sayılıyor. Yapı sağlam mı, güvenli mi gibi soruların yanıtı da muhatabı da kalmıyor. Zira belediyelerin, affa uğramış binada sorumlulukları bulunmuyor. Nihayetinde bir doğa olayı, felakete dönüşüp insanların canını alıyor.

Bundan daha acımasız, daha tehlikeli bir organize suç şebekesi olur mu?

Bahadır Özgür / BİRGÜN


İki resim ve bir gerçeklik duygusu - Aydemir Güler / SOL

 Bu ikincisi halkın salak olmadığına, kendisini hiçe sayanları süpürmeye hazırlandığına tanıklık ediyor. 

Depremi izleyen günlerde Deprem Takip Merkezi olarak bölgede bir gözlem gezisi gerçekleştirdik. 21 Şubatta Adana’dan başlamıştık. En sinir bozucu gözlemlerden biri, belediye başkanı imzalı afişler oldu. İç karartıcı olsun diye seçilmiş donuk ve koyu renk bir zemin üstüne “Geçmiş olsun” yazılıp devamında o ilin, şehrin adıyla devam ediliyor. Altta da imza; falanca bilmem kim, bilmem nere Büyükşehir Belediye Başkanı… 

Düşünün; kent merkezinde sadece sokak lambalarının yandığı, sakinlerin göç ittiği veya çadırlara sığındığı bir yerleşimden geçiyorsunuz. Issız caddelerin devasa reklam tabelalarında afişler… Bu başkanlar kime geçmiş olsun diliyor? 

Yıkımın iki hafta sonrasında devlet daha uyuz ilacı bulamamış. Kimi çadır kentlerde bir kenarda bilmem hangi nedenle kullanıma sokulamayan çamaşır makineleri terk edilmiş duruyor. Kent merkezlerinde sıradan parklara AFAD’ın atıp gittiği çadırlara başını sokabilmiş talihliler tuvalete nereye gideceklerini bilmiyor… 

Ama belediye başkanları yememiş içmemiş, afiş bastırmışlar. Başkandan selam var: Geçmiş olsun.

Geçip giden bir şey var tabii: Devlet veya burjuva siyaseti gerçeklik duygusunu yitirmiş. 

Sosyal medyaya bakarsanız, belediyeler arası bir yarışma var; görebilirsiniz. Bayram kutlaması için uzun protokol listelerine kart yollamayı alışkanlık edinmiştir ya bilumum kurum; bu da öyle. Depremin acısını bir türlü atlatamayan yurttaş, 1500 kilometre öteden bir yetkilinin, ilçesine yolladığı geçmiş olsun dileğini izleyip mutlu olur mu? Yoksa kutlamacı yetkilinin hemşerileri bu incelikten gururlanır mı? 

Suyumuz yokmuş, paramız yokmuş, çamurlu sular çadırları doldurmuş; ama ne gam. Mutluyuz, gururluyuz, bir hayal âlemindeyiz… 

Halkımızın da kendileri gibi bir hayal âleminde yaşadığını sanıyorlar. 

Kampanya devam ediyor ve gerçeklikten kopuşun yeni rekorlarını kırıyorlar. Anlatmayayım, görsel bir örnek vereyim; başlıkta bahsi geçen birinci resim olsun aşağıdaki:


Malatya ve diğer yıkılan kentlerimiz eşsiz, ama bu başkanlar hep birbirlerine benziyor. Sadece iktidar partilerinin belediyeleri değil, kervana katılanlar. Bir CHP’li başkan, haftalardır, yok olan kasabasını sokak sokak gezip yıkıntılar arasında depremzedelerle fotoğraf çektiriyor. Gezinin amacı anlaşılan bundan ibaret, çünkü icraat namına “acıları paylaşmaktan” öte bir şey söylenmiyor! 

Oysa kimse aptal değil. Durumu düzeltecek bir girdide bulunur umuduyla misafiri hoş karşılayan halkımız acısının paylaşılmasıyla yetinildiğini göremeyecek kadar aptal değil. Hazırlanan afişler, çekilen fotoğraflar çeşitli “halkla ilişki” çalışmaları, Pi-aR dedikleri yani. Ama kimse aynı partinin yıllardır o kasabada yerel iktidar olduğunu unutmuyor!

Reklamcılığın gerçeklikten kopuş haline önceki akşam TRT’de de denk geldim. Deprem bölgesinden taşınanların seçim takvimi uyarınca ayın 17’si ve 18’ine kadar yapmaları gereken işlemler bir kamu spotuyla anlatılıyordu. Gelecek zaman kipi kullanılıyordu. Ne çare ki tarih 23 Mart olmuştu çoktan! 

Yoksa birileri halk diye bir şeyi mi unutmuştu? 

Böyle olacağı aslında Erdoğan’ın depremzedelere banknot dağıtmasından belliydi! O bölgede bundan memnun olacak, devlet tarafından sahip çıkıldığını düşünecek tek bir kişi bulamazdınız… 

İşin bu kısmını bu köşede daha önce dile getirmiştim. Seçime doğru siyasi iktidarın popülist işler yapması, “seçim ekonomisi” gütmesi beklenir ya... Ama neoliberalizmin yağmacı imamlarının aklına, sonradan geri almak üzere, yani göstermelik bir cömertlik bile gelmedi. Her şeyin ticaretinin yapıldığı bir düzen kurmak için gelmişlerdi ve seçim olacak diye bazı şeyleri bedavadan dağıtmak, zekâtın ve sadakanın suyunu çıkartmak fıtratlarında yoktu. Onlar, evi yıkılana çadır satmakla ve bir imparatorluk hayali uğruna dünyanın bütün cihatçılarına yardım sağlamakla görevliydiler. 

Ancak kopuş büyüktür. Pandeminin, sonra görülmemiş yoksulluk patlamasının yetmediği yerde deprem ve ardından sel bile İslamcı liberal düzene halkı hatırlatamadı. Büyük bir propaganda makinesi çalışıyor ve bir garibanla Erdoğan’lı video çekiliyor. Belli ki ince bir senaryoya dayanan bu propaganda videosunda afetzede Reis’e, kendisine yardım için HDP’li olma şartı dayattığını söylediği CHP’yi şikâyet ediyor! Yazım hatası aramayın bu cümlede. CHP afetzedeye yardım için HDP’li olmayı dayatmış. İktidarın propaganda filmi bunu anlatıyor. Yani iktidar Türkiye’yi akıldan büsbütün yoksun sayıyor… 

Oysa Türkiye’de başka fotoğraflar da çekiliyor…


Pazarcık’ta bir çadır kentte TKP Dayanışma Merkezi’ni Aziz Seçilmiş süslemiş, Cahit Atmaca da resmini çekmiş. 

Bu ikincisi halkın salak olmadığına, kendisini hiçe sayanları süpürmeye hazırlandığına tanıklık ediyor. 

Aydemir Güler / SOL

İhale oyunları + İlaç krizi büyüyor (Murat Ağırel+Cumhuriyet)

 


İhale oyunları

Geçen hafta Şanlıurfa’da meydana gelen sel felaketinde vatandaşlara adeta mezar olan Abide Kavşağı altgeçit ve üstgeçit yollarını yapan firmalara ait bilgilere yer vermiştim.

Kavşağın üst yollarını yapan Gürbağ Grup’a bağlı Ohitan adlı firma hakkında Kamu İhale Kurumu’nun verdiği ihale yasağı kararını ve yapılan suç duyurusunu yazmıştım.

Özetle sahte iş bitirme belgesiyle milyonluk ihaleler almışlar.

Sahte iş bitirme belgesi sadece bu firmaya özel değil.

Bu olağan bir uygulama!

Elime bir mahkeme kararı ulaştı. Mahkemenin dava konusu “sahte iş bitirme belgesi”. Bahse konu firma ise Bayburt Grup...

Odatv’de 30 Mayıs 2018 tarihinde yayımlanan “Bizi yandaşlarınızla karıştırmayın” başlıklı, Soner Yalçın imzalı makalede şu ifadeler yer alıyor:

“Bayburt Grup milyar dolarlık işler aldı. Bu işleri alırken benzer büyüklükte iş yaptığını gösteren şu belgeyi sundu:

Dübendi Havalimanı yapımına ilişkin iş bitirme belgesi...’

‘Dübendi Havalimanı’ adında Azerbaycan’da havalimanı bulunmuyor!”

Benim ulaştığım mahkeme kararlarındaki olayları anlatayım. Belgelere de ulaştım.

Bayburt Grupta çalışan M.Ö., grup firması olan Özgün Yapı adlı firmanın ihalelere katılmak için sunduğu iş bitirme belgelerinin sahte olduğunu ihbar ediyor ve suç duyurusunda bulunuyor.

İddianame ve mahkeme evraklarında geçen ihaleler hangisi?

(2010/504896 ihale kayıt numaralı) Adapazarı-Karasu Limanları ve Sanayi Tesisleri Demiryolu Bağlantısı Altyapı İnşaatı ihalesi.

(2010/70892 ihale kayıt numaralı) Bandırma-Bursa-Ayazma-Osmaneli Hızlı Tren Projesi. Bursa-Yenişehir Kesimi Altyapı İnşaat İşlerinin Yapımı işi.

(2011/21054 ihale kayıt numaralı) Çandarlı Limanı İnşaatı ihalesi.

(2012/16925 ihale kayıt numaralı) Türkiye-Gürcistan (Kars-Tiflis) Demiryolu Alt ve Üst Yapı İkmal ihalesi.

(2013/19537 ihale kayıt numaralı) Viranşehir-Kızıltepe-Oyalı Yolu ihalesi.

(2013/154451 ihale kayıt numaralı) Kütahya-Simav-Demirci Yolu ihalesi.

Mahkeme bahse konu iş bitirme belgesini bilirkişiye gönderiyor. Belge Azerbaycan Ulaştırma Bakanlığı tarafından düzenlenmiş. Belgenin içeriği ise Azer İnşaat’ın iş deneyim belgesi olarak gözüküyor.

Bakû-Büyükkesik arası 317 km demiryolu yapımı inşaatının 2004-2006 arasında bitirildiğini gösteriyor. Oysaki bahse konu demiryolu ihalesi 21 Haziran 2010 yılında Dünya Bankası kredisiyle ihale edilmiş ve yapımı bitmemiş.

Belgenin Ankara 57. Noterliği’nce tasdik edilmiş olduğunu tespit ediyor. Ancak noterde bulunan suret ile ihale komisyonuna sunulan belge arasında fark var.

İhaleye sunulan belgelerden birinde “09/10/2006” tarihi yer almasına rağmen noterdeki tarihin “09/10/2007” olduğu, bir başka belgede ise ihaleye sunulan belgenin tarihinin “27/04/2006”, noterde bulunan suretinde ise “27/04/2007” olduğu görülüyor.

Başka bir belgenin ise “12. Yanvar.2003” noterde bulunan suretinde ise “12.yanvar.2004” olduğu, bilirkişi tarafından sahtecilik yapıldığı tespit ediliyor.

Yargılanan kişi Güngör Şentürk.

Yaptığı savunmada şunları söylüyor:

“İhalelere girdiğimiz doğrudur, belgelerimizi şirket çalışanımız E.V. hazırlamaktadır, ben bu belgelerin tarihlerinin niçin farklı olduğunu bilmiyorum. Müşteki M.Ö. ile E.V’nin birlikte hareket ettiği kanaatindeyim, zira belgeleri hazırlayanlar onlardı, amaçları sahte belgelerle dava açılmasını sağlayıp şantajla maddi menfaat elde etmekti, suçlamaları kabul etmiyorum.”

İstanbul Başsavcılığı’na da M.Ö. hakkında dolandırıcılık iddiası ile suç duyurusunda bulunulmuş.

M.Ö. ise ifadesinde şöyle demiş:

“Sanık Güngör Şentürk’ten alacak davalarım vardı, bu dosyalarla ilgili icra işleriyle ilgili takipleri oldu, bundan dolayı dosyalara imza incelenmesi için ihale dosyalarındaki belgelere celp edildi, ben bu şekilde bazı belgelerin sahte düzenlendiğini öğrendim, E.V’yi tanımıyorum, birlikte de çalışmıyoruz. Kendisi hakkında suç duyurusunda bulunmuştum.”

Ankara 48. Asliye Ceza Mahkemesi kararını vermiş ve 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezasına hükmetmiş.

Peki hangi ihaleleri yapmış bu firma?

Kars-Tiflis Demiryolu Alt ve Üst Yapı İkmal ihalesi ilk 2007 yılında ihale edildi.

İşi 283 milyon TL bedel ile Özgün Yapı adlı firma kazandı. O günkü kur ile 200 milyon dolar.

Değerli dostlar, gösterilen sahte iş bitirme belgeleri ile milyarlarca TL tutarındaki ihalelere girmiş ve bazılarını da kazanmışlar.

Cezası sadece 3 yıl.

Amacım, insanlar 50 gün sonra bile çadır ararken nasıl bir çadır devletinde yaşadığımızı anlatmak.

                                                    /././

 İlaç krizi büyüyor 

Bu köşeden sahte kanser ilacı rezaletini ve aktörlerini yazmıştım.

Yazım sonrasında kamuoyu büyük tepki verdi. Sağlık Bakanlığı, TİTCK, SGK açıklama yaptılar. Şu anda çok daha büyük bir sorunumuz var.

İlaç yok.

Bu kurlardan dolayı yaşanan bir ilaç krizi değil. Devamlı kullanılması gereken hayati öneme sahip ithal ilaçlar bitmek üzere.

İlaç ithal edilmiyor. Anlatayım.

Yazmış olduğum haber neticesinde Sağlık Bakanlığı “Yurtdışından İlaç Temini Yönetmeliği” yayımladı. Şu ifadeler kullanıldı:

“Hastalar için sağlığın yüksek seviyede korunmasını esas alarak, ülkemizde henüz ruhsatlı olmayan veya ruhsatlı olup da çeşitli sebeplerle piyasada bulunmayan beşeri tıbbi ürünlerin, yurtdışından şahsi kullanım amacıyla reçeteli olarak temin edilmesi ve hastanelerin yurtdışından toplu olarak ilaç teminine ilişkin usul ve esasları belirlemek amacıyla hazırlanan Yurt Dışından İlaç Temini Yönetmeliği, 3 Şubat 2023 tarihli ve 32093 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 23/10/2021 tarihli Yurtdışından İlaç Temini ve Kullanımı Kılavuzu ve ekleri yürürlükten kaldırılmıştır. Kamuoyuna saygıyla duyurulur.”

Bu yönetmelik ile bakanlık, SGK ve TEB’e (Türk Eczacıları Birliği) çeşitli sorumluluklar yükledi.

Yani Sağlık Bakanlığı aslında yayımladığı yönetmelikle yurtdışından gelen ilacın üretiminden son tüketim anına kadar kayıt altına alınmasını istiyor ve “Her aşamasını takip etmek istiyorum” diyor. Mesela yönetmelikte ilaç takibini sağlamak adına sekonder ambalajlama tesisi ile imzalanmış sözleşmeyi istiyor.

Amaç, ilaçların güvenliğini tanımlamak ve “onların daha güvenli ve etkili kullanımlarını sağlamak”...

Özetle bir denetim sistemi getirmek istiyor bakanlık.

SGK yılda en az iki defa ithaline izin verilen ilaçları ihtiyaç doğrultusunda ihale yolu ile temin edip hastalara ulaştırıyor. Daha doğrusu ulaştırıyordu...

SGK 2023 yılında ihale yapmadı. Stokları kullanmaya başladı ve stoklar bitmek üzere.

Seçimler mi bekleniyor? SGK batırılarak Kılıçdaroğlu’na seçilir seçilmez iftira mı atılacak bilemiyorum.

KILAVUZ NEDEN YOK?

Ben hem SGK içinden hem de sektördeki ilaç temsilcileri ile görüştüm. Aldığım cevaplar şöyle:

“Her yönetmelik gibi bu yönetmelikte de geçici madde, süreli uygulama geçişleri, genel hükümlerde yoruma açık maddeler içerdiğinden SGK, TEB ve tedarikçi firmalar bu yönetmeliğin uygulamasını net olarak açıklayan kılavuz yayımlanması beklentisi içerisine girdiler. Yönetmeliğin yayım tarihinden bugüne kadar 2 ay geçmesine rağmen henüz bir kılavuz yayımlanmadı. Ayrıca 27 Ocak 2023’ten beri ithal izni verilen ve ticari isimleri belirlenen güncel bir ilaç listesi de yayımlamamıştır ki bu liste yıllardır her hafta cuma günü TİTCK resmi web sayfasından kamuoyuna duyuruluyordu. Gelinen noktada yurtdışından ilaç tedarik işleyişi durmuş, yılın başında yapılması planlanan SGK yurtdışı ilaç ihalesi yapılamamış, geçen yıl ağustos ayında yapılmış olan ihale ile alınan stokların hemen hepsi neredeyse bitmiş durumdadır.”

YURTTAŞIN SAĞLIĞI TEHLİKEDE

SGK tarafı mağdur olmuş binlerce hasta başvurularında şifahi olarak TİTCK’nin kılavuz yayımlamasını beklemekte olduklarını belirtiyor.

TİTCK ise bu yönetmeliğin çalışması sırasında kendilerine görüş sorulmamasını, kendilerinin yok sayılmaya çalışıldığını söylüyor.

Aklım almıyor inanın. Kurumlar arasında yaşanan bu durum neticesinde yurttaşların sağlığı ile oynanmakta.

Sağlık Bakanlığı bir daha kanser ilacı diye ağrı kesici satılmasın diye bir yönetmelik yayımlamış; SGK “Ben nasıl uyayım, uydurayım” diye hastaların sağlığını hiçe sayıyor. Tam bir kaos var yani.

SGK yetkilileri bir çözüm aramak veya bulmaya çalışmak yerine hastalara kendi imkânları ile parasını önden ödeyerek alacakları ilaçların bedelini geri ödeme fiyatı üzerinden bir ödeme yapabileceğini belirtiyor.

Söz konusu ilaçlar 3-5 liraya alınacak ilaçlar değil. Zaten canı ile boğuşan vatandaş hastalığı ile mücadele etmeyi bırakıp ilaç almak için para arayışına mı girecek?

Söz konusu ilaçların bazıları yüz binlerce lira tutuyor.

Özet olarak parası olan ilacı bulamıyor, ilacı bulan parasını bulamıyor.

(Murat Ağırel+Cumhuriyet)