30 Mart 2024 Cumartesi
KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 30 MART 2024 -
Tiyatrolar Günü bildirisini Jon Fosse ve Tamer Levent yazdı: Tiyatro birleştirir - EVRENSEL
27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nde bu yılki uluslararası bildiriyi Jon Fosse, ulusal bildiriyi ise Tamer Levent kaleme aldı.
27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nde bu yılki Uluslararası Tiyatro Bildirisi'ni 2023 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Norveçli yazar Jon Fosse yazdı. Ulusal bildiriyi ise Tamer Levent kaleme aldı.
KHK ile görevinden uzaklaştırılan akademisyenlerden Süreyya Karacabey de bir bildiri kaleme aldı ve "Tiyatro hep orada olacak. Gidenlerin dönmediği yolların açtığı kuytuluklarda, bombalarla yıkılmış bir kentin ara sokaklarında, neden öldüğünü bilmeden yatan insanlarla dolu madenlerin yatağında" dedi.
Uluslararası Tiyatrolar Birliği tarafından 1961'de Dünya Tiyatro Günü olarak belirlenen bu günde, 1962'den beri Tiyatro bildirisi yayımlanıyor.
"SANAT BARIŞTIR"
Bu yılki bildiriye "Tiyatro barıştır" başlığını atan Jon Fosse sanatın birleştirici gücüne vurgu yaptı.Bildiri şu şekilde:
“Her insan benzersizdir ve yine de herkes gibidir. Dış görünüşümüz elbette herkesten farklıdır, bu tabii ki iyidir, ama her birimizin içinde yalnızca o kişiye ait olan bir şey de vardır. Bu şey, kişiye aittir. Bunu ruh olarak adlandırabiliriz. Ya da hiçbir şekilde sözcüklerle etiketlememeye karar verebiliriz, sadece bırakabiliriz.
Ancak hepimiz birbirimizden farklı olmamıza rağmen, birbirimize de benzeriz. Dünyanın her yerinden insanlar temel olarak benzerdir, hangi dilde konuştuğumuz, hangi cilt rengine sahip olduğumuz, hangi saç rengine sahip olduğumuz fark etmeksizin…
Bu belki de bir paradoks olabilir: Aynı anda tamamen aynı ve tamamen farklı olmamız. Belki bir insan temelde paradoksal bir varlıktır, beden ve ruh arasında köprü kurmamızla. Hem en dünyevi, somut varoluşu hem de bu maddi, dünyevi sınırları aşan bir şeyleri içeririz.
SANAT BİZİ BÜYÜLER SINIRLARIMIZI AŞAR
Sanat benzersiz olanı evrensel olanla harika bir şekilde birleştirmeyi başarır. Farklı olanı, evrensel olarak anlamamızı sağlar. Bunu yaparak diller arasındaki sınırları yıkar, coğrafi bölgeleri, ülkeleri bir araya getirir. Sanat sadece herkesin bireysel özelliklerini değil, başka bir anlamda her insan grubunun, her ulusun bireysel özelliklerini de bir araya getirir. Sanat, farklılıkları düzleştirip her şeyi aynı hale getirerek değil, tam tersine, bize bize farklı olanı, yabancı veya yabancı olanı göstererek bunu yapar. Tüm iyi sanat tam da bunu içerir: bir şeyi yabancı kılan, tam olarak anlayamadığımız ve yine de bir şekilde anladığımız bir şey. Yani bir tür gizem içerir. Bizi büyüler, böylece sınırlarımızı aşar.
Zıtlıkları bir araya getirmenin daha iyi bir yolunu bilmiyorum. Bu, dünyada ne yazık ki çok sık gördüğümüz şiddetli çatışmaların tam tersi yaklaşımı. Bu çatışmalar, yabancı, benzersiz ve farklı olan her şeyi yok etme yıkıcı dürtüsüne kapılarak genellikle teknolojinin bize sunduğu en insanlık dışı icatları kullanarak, her şeyi yok etmeyi içerir. Dünyada terör var. Savaş var. İnsanların hayvan tarafı da var. Başkalarını deneyimleme içgüdüsüyle hareket ederler. Yabancı olanı büyüleyici bir gizem olarak görmek yerine endi varoluşları için bir tehdit olarak görürler.
Bu nedenle benzersizlik yok olur. Çünkü farklı olan her şeyin yok edilmesi gereken bir tehdit olarak görüldüğü kolektif bir aynılık ortaya çıkar. Dinden veya siyasi ideolojiden kaynaklanan, dışarıdan görülen bir fark yenilmesi ve yok edilmesi gereken bir şey haline gelir.
Savaş hepimizin içinde derinlerde yatan bir şeyle olan savaştır: Benzersiz bir şey. Ve aynı zamanda tüm sanatın derinlerinde yatan bir şeye karşı bir savaştır. Burada genel anlamda sanattan bahsediyorum, özellikle tiyatro veya oyun yazarlığından değil. Fakat bu tüm iyi sanatın etrafında döndüğü şeyin aynı olmasından kaynaklanır. Özel olanı evrensel ile birleştirerek, bunu sanatsal olarak ifade etmek suretiyle özgüllüğünü ortadan kaldırmadan, bu özgünlüğü vurgulayarak, yabancı ve tanıdık olmayanın açıkça parlamasına izin vererek…
Savaş ve sanat zıtlıktır, savaş ve barış gibi zıtlıktır. Bu kadar basit. Sanat barıştır."
ULUSAL BİLDİRİ TAMER LEVENT TARAFINDAN YAZILDI: "YAŞAMA SANATININ NAVİGASYONU TİYATRO"
Bu yılki Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi ise Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Üniversiteler Türkiye Temsilcisi Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü Başkanı Jason Hale ve enstitünün Türkiye Temsilciliği Yönetim Kurulu’nun aldıkları ortak karar ile Tamer Levent tarafından kaleme alındı. Levent, bildiriye "Yaşama sanatının navigasyonu tiyatro" başlığını attı. Tamer Levent’in 27 Mart Dünya Tiyatro Günü bildirisi şöyle:
"İnsan beyni de hamile olur. Ama bu hamilelik bir merak sorusuyla başlar. Düşünceler ve kaynaklar bir araya getirilir. Geliştirilir.
Eksik bilgi varsa ulaşılmaya çalışılır. Her şey fikir düzeyinde olgunlaşınca sıra doğuma gelir. Hamilelik süreç, doğan bebek üründür. Onun da büyümesi ve gelişmesi gerekir.
Sanat, süreç ve ürün devamlılığının hiç bitmeyen gelişmesidir. Tıpkı insanlık tarihi ve geleceği gibi. Drama insanların iç ve dış aksiyonudur. Bu aksiyon ile yaşadığı durumlardır. Yani düşünce ve onun dışa yansıması. İnsanlık dilsiz olduğu çağlarda birbiriyle drama aracılığıyla anlaşmıştı.
Ses, taklit ve bedensel anlatımlarla doğaçlama olarak durumları canlandırmış, iletişim kurmuştu. Bu iletişim ona düşüncenin ihtiyacı olan deneyimleri ve bilgileri sağlamıştı. Başlangıçta kendisi için rol yapan insan daha sonra tiyatro alanlarında seyirci olmuştu.
Aslında tiyatroda sahnelenen kendi hikâyesidir. Yaşam sahnesinin gerçek oyuncuları, deneyimcileridir onlar. Yaşamlarına ayna tutan sahnedeki insanlar ise yaşam sanatı yolculuğuna onları davet eden rehberlerdir. Yaşam sahnesinde eğitim ve öğretim sistemlerindeki ezbercilik yoktur.
Tiyatro aktörleri durumları yorumlarken deneyimcilerin onlarla empati kurabileceği yorumlar sunmalıdır. Davranışların nedenleri, niçinleriyle farkındalığı uyaran seçilmiş, çalışılmış, inandırıcı gestuslar kullanmalıdırlar..
Tiyatro malzemesini toplumdan alır. Kendi laboratuvarında işlemden geçirdikten sonra tekrar aynı topluma sunar. Süreç ve ürün formülünü harekete geçirir. Yaşamın değişip gelişmesine neden olur. Bu sonu olmayan devinim her çağın durumlarının özen ile seçilmesi ve çalışılması ile gerçekleşir.
Başarı ve başarısızlığın dramalarını seçip inandırıcılığı ile sorgulamayı uyarabilmelidir aktörler.
Her zaman yaşantımızda olan felsefeyi, psikolojiyi, sosyolojiyi, sanat düşüncesinin bütün özelliklerini titizlikle dikkate almalıdırlar.
Her seferinde durumlara özenle ayna tutma sanatını paylaşmalıdır tiyatro. Ancak o zaman sağlayabilir deneyimcilerin ona katılmasını, empati kurmasını. Bilgileri uygulamaya dönüştüren düşünce ortaklığı kurmasını. Gülmesini, ağlamasını, alkışlamasını…
Tiyatro düşünmediklerimizi hatırlatıp bizleri yüzleştirir
Ezberlenmiş bilgilerimizle, din, dil ve ırkla bütünleştiremediğimiz, nedenlerini sorgulamadığımız konuları insan olma ortaklığında ders vermeden sorgular. Tiyatro ve onun mayası olan drama düşüncelerimizi harekete geçirir.
Yaşamın sanatının gelişip değişmesine engel olan unsurları fark etmemize neden olur. Bunlar kişisel ya da dünya genelinde engeller olabilir. İnsanlık bu çağda yaratılan savaşların da, çocuk katliamlarının da kurgulandığının farkında artık. Ama dünyayı var eden insan aklı ve draması bize her dönemde çözümler üretmeyi öğretmedi mi?
Önemli olan bilgileri ezberlemek değil düşünce geliştirmek ve uygulamada kullanmaktır. Tiyatro ve drama bize bunu fark ettirir. Örgün eğitim sistemlerine öneride bulunur. Yaşamda var olan ve çözülmez görülen sorunları irdelemek ve çözüm üretmek süreçleri yaratır.
Süreçleri ve aktörleri hatırlanmayan ürünler kültür oluşturmaz. Bizler bugün yaşadığımız çağda kat ettiğimiz yolu, yaşama kazandırdığımız değerleri, üstlendiğimiz rolleri yeniden değerlendirmeliyiz. Geleceği düşünebilme deneyimleri paylaşmalıyız. Kötü, çirkin ve yanlış ile iyi, güzel ve doğruyu sorgulayabilmek gerçekliğinde yapay zekâdan geri kalmamalıyız.
Çünkü dün olduğu gibi, bugün de; ‘Bütün dünya bir sahnedir. Kadın erkek bütün insanlar da onun aktör ve aktrisleridir.’ Yani sürekli devinim ve yaratıcılık süreçleri oluşturan yaratıklar…
İnsansız bir dünya daha güzel olur muydu? O zaman tiyatro da olmazdı, biz de bunu hiç öğrenemezdik!
Tiyatro ve onun kapsadığı disiplinler, insan yaşamının bütünsel sanat özeni ile düzenlenebilmesinin navigasyonudur. Sanataevet vizyonu yolculuğunun yani..."
SÜREYYA KARACABEY: "TİYATRO HEP ORADA OLACAK"
KHK ile Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi-Tiyatro Bölümü'ndeki görevinden ihraç edilen Doç.Dr. Süreyya Karacabey de bir bildiri kaleme aldı. Karacabey'in bildirisi şu şekilde:
"Tiyatro hep orada olacak. Gidenlerin dönmediği yolların açtığı kuytuluklarda, bombalarla yıkılmış bir kentin ara sokaklarında, neden öldüğünü bilmeden yatan insanlarla dolu madenlerin yatağında.
Hiç gülmeden ölen çocukların, oyuncakları kırık, imlası bozuk çocukların gidemediği parklarda. Binmedikleri atlıkarıncaların ıssız dönüşlerinde, hep bir kederi öğüten su değirmenlerinin önünde olacak.
Işıktan, gölgeden ve seslerden yapacak her şeyi. Sonsuzluk düşlerinin kırıldığı yerde olacak. Her gece toplanan dekorlarla birlikte yıkılacak saltanatlar ve her gece toplanan kostümlerle ölecek krallar. Yapmanın ve yıkmanın eşsiz anında olacak.
Tiyatro hep orada olacak. Kaderin çarkını çevirenlerin yalanlarının döküldüğü yerde, kendini çare diye sunanların açtığı yaralarda kurumuş kanların ta içinde. Kelimelerle kurulanın kelimelerle bozulduğu yerde olacak, binlerce yıldır söylenen yalanların her gece maskesini düşüren sahnede.
Tahtadan, kelimeden ve kağıttan kuracak her şeyi. Ve kurulmuş şeylerin ne kadar kolay yıkıldığını anlatacak. Bir fırtınayla yıkılan saraylardan kendi yenilgisine kibriyle yürüyenler düşerken sahne çukuruna, tiyatro hep orada olacak.
Bazı şeyler nasıl da dayanıksızdır zamana diyen o yaşlı kadını, ve sadece bir kırılganlıktan ibaret insanın demire ve çeliğe yaklaştığında kibrit çöpleri gibi nasıl yandığını, hiç susmayan silah seslerinin babasız bıraktığı evlerde, yabani bir ot gibi büyüyen yalnızlığı anlatacak.
Tiyatro hep orada olacak. İnsan yürüyen bir gölge diyen hep aynı yerde ölecek, o kız hep aynı savaşa kurban edilecek, aynı saatte tekrar edecek her şey, horozlar o ülkede hep erken ötecek, kardeşini gömecek toprak arayacak hep biri, koro ümitsizce, "neydin ne oldun" diye bağıracak. Hamlet aynı yerden alacak yarayı, Ophelia hep o suda boğulacak, Treplev aynı martının kanadında asılı, küs gözleriyle hep yüzümüze bakacak. Hepsi bir masaldı diyecek yine biri, bitmez sanılan aşklar, kavgalar, iktidarlar, hepsi bir masaldı diyecek, değişmez sandığınız bütün hayatlar, belki de bir delinin yazdığı.
Tiyatro hep orada olacak. Bir düşün kıyısında, her şey değişsin diye bağıranların yürüdüğü o çok uzun yolda.
Boyanmış bir bezin içinde durur her şey, çekip indirdiğinizde belki yeni bir hayat başlayacak."
(Evrensel)
Birgün KÖŞEBAŞI - 30 MART 2024 -
Değinmeler, anımsatmalar (Atilla Aşut)
BEDRİ BAYKAM’IN “GİZEMLİ SIRLAR”I
Ünlü ressamımız Bedri Baykam, yazı yazmayı da seven biri. Çeşitli yayın organlarında köşeyazarı olarak görüyoruz onu. Romanları bile var. Ama yazılarından zaman zaman bu köşeye aktardığım örneklere bakılırsa dilde çok özenli değil. Nitekim bir süre önce elektronik posta kutuma düşen, daha sonra Odatv’de de gördüğüm “Amerikan ‘komşu kızı’ Taylor Swift” başlıklı yazısı da bu kanımızı güçlendiriyor:
Yazıdan bir tümce:
“Bana, bize veya kim bilir belki dünyada 100 milyonlarca başka insana çok standart ve sıkıcı bir çizgide, basit pop şarkılar olarak gelen bir dalganın sanatçısı hakkında, dünyanın en büyük üniversitesi bir kürsü açabiliyorsa, sempozyumlar düzenlenebiliyorsa, yarattığı ekonomik patlamanın etkilerinden söz edebiliyorsa, olağan insanların algılayabildiğinden öte olağandışı, gizemli sırlar içeriyor olabileceğini düşünüyoruz artık.”
Bu upuzun tümcedeki anlatım karışıklığı bir yana, “gizemli sırlar” nitelemesi de hayli sorunlu. Çünkü “giz, gizem, sır” sözcükleri yakın anlamlıdır. Çoğu zaman da birbirinin yerine kullanılır. Dil Derneği’nin sözlüğüne göre “sır”, açığa vurulmak istenmeyen, gizli tutulan şey, yani “giz” demektir. “Gizem” de benzer anlamdadır.
O nedenle böyle bir tümcede “sır” ve “gizem” sözcüklerinin birlikte kullanılması uygun düşmüyor. Olayın “giz” ya da “gizem” içerdiğini vurgulamak yeterli bence.
∗∗∗
YAPMAK YERİNE “GERÇEKLEŞTİRMEK”
Günümüzün yanlış kullanılan sözcüklerinden biri de “gerçekleştirmek”. Neredeyse her etkinlik bu sözcükle anlatılıyor artık.
Sözgelimi 16 Aralık 2023 tarihli BirGün’ün 8. sayfasında yer alan “Adalet Nöbeti için çağrı” başlıklı haberde, TMMOB’nin yapacağı bir basın toplantısı şöyle duyurulmuş:
“Basın açıklaması, İstanbul Karaköy’de bulunan TMMOB Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi önünde saat 16.30’da gerçekleştirilecek.”
“Gerçekleştirmek”, ortaya koymak, eski deyişle “tahakkuk ettirmek”tir. Burada gerçekleştirilen, “tahakkuk ettirilen” değil, “yapılan” bir eylem var. Basın toplantısı / basın açıklaması gibi etkinlikler için “gerçekleştirildi” yerine “yapıldı” denmesi gerektiğinin altını bir kez daha çizelim…
∗∗∗
SÖZÜN ÖZÜ
Sen CHP mitinglerinde “Bir oy Kemal’e, bir oy Meral’e” derken iyiydi de şimdi Özgür Özel İYİ Partililerden oy isteyince “cıvık” mı oldu?
∗∗∗
Saray rejimi, yerel seçim sonrasında yeniden “Kürt açılımı”na gidileceği söylentisini yayarak Kürt seçmeni umut tacirliği ile kandırmaya çalışıyor!
∗∗∗
Erdoğan, “Bu benim son seçimim” diyerek İmamoğlu’nun 31 Mart’taki gerçek rakibinin kendisi olduğunu itiraf etti.
∗∗∗
“Mülk Allah’ın” ama tapuları Turgut Altınok’a emanet!
∗∗∗
Son söz: İyilikle kötülüğün çarpıştığı bir dönemeçteyiz. Yarın seçim sandığına giderken herkes aklını ve vicdanını da yanında götürmeli!
HAFTANIN NOTU
Duyarlı bir okurun ardından…
Yüzünü hiç görmemiş, elini sıkmamıştım ama kırk yıllık dost gibi bellemiştim adını. Çünkü o bir Türkçe sevdalısıydı. Yakınlarda ölüm haberini alınca şaşırdım. Bir gece ansızın gidivermiş! Bu dünyanın kötülerine ve kötülüklerine daha fazla dayanamamış duyarlı yüreği…
Ferhat Hançer’den söz ediyorum. Emekli bir yazın öğretmeni, çevre savaşımcısı ve yazardı. Ama hepsinin ötesinde saygın bir devrimci, yiğit bir direnişçi idi. Sinop-Gerze’de termik santral kurulmasına karşı 2009-2015 yılları arasında yürütülen direnişin önderlerindendi. “Direniş Günlüğü / Gerze’de Bir Doğa Mücadelesi” adlı belgesel kitabı NotaBene Yayınları’ndan çıkmıştı…
Ferhat Hançer, BirGün’ün sürekli okurlarındandı. Bize sık sık mektup / ileti gönderir, gazetedeki dil yanlışlarına değinirdi. Yaşarken yer veremediğim son iletisini -onu saygıyla anarak- paylaşmak istiyorum:
“İyi günler Sayın Aşut.
Basında ve yayın dünyasında tanık olduğum dil yanlışları, benim de duyarsız kalmadığım bir konudur. Zamanla dile getiriyorum ve ulaşabildiğim ilgilisine durumu aktarıyorum.
Köşenizde işlenen her ayrıntı, ilgi alanımı kapsadığı için gazeteyi aldığımda ilk okuduğum köşeyazısı oluyor.
Başarı dileklerimle saygılarımı sunuyorum.
Sağlıkla kalın, hoşça kalın…
Ferhat HANÇER”
Yıldızlar yoldaşı olsun!
/././
Böcek olduğumuzu söyleyenler var (Tuğçe Madayanti Şen)
Çinli bilimkurgu yazarı Liu Cixin’in "3 Cisim Problemi" (3 Body Problem) adlı roman serisinden Netflix için uyarlanan aynı isimli dizi fenomen olma yolunda yükselişte.
Dizinin yaratıcıları arasında Game of Thrones’un David Benioff ve D. B. Weiss ile The Terror, True Blood yapımlarından tanıdığımız Alexander Woo yer alıyor. İzleyicileri Newton fiziği, şok edici cinayetler, nano parçacıklı kıyım makineleri, zamanı ve maddeyi manipüle edebilen zihinler ve bize böcek olduğumuzu söyleyen Netflix tweetleri arasında hızlı bir yolculuğa çıkaran dizinin Netflix'teki ilk gösteriminin üzerinden neredeyse bir hafta geçti. Ve şimdiden daha fazlasına açız. Finali ile bize meselenin bitmediğini vaat eden dizinin 2. sezonunu iştahla beklemedeyiz… Bilim insanları arasında sıra dışı intiharlar, bilimsel keşiflerin aniden durması ve genel bir belirsizlik ortamı içerisinde olayların arkasındaki gizemi çözmeye çalışırlarken, bir bilgisayar oyunuyla karşılaşılıyor. Ve bu oyun, oyuncuları gezegenler arası bir uygarlıktan gelen mesajları çözmekle görevlendiriyor. Yazar Liu Cixin’in dünya genelinde büyük beğeni toplamış olan bu üçleme eseri 2015’te Hugo ödülünü kazanmıştı. En iyi bilimkurgu ve fantezi çalışmalarına 1955’ten itibaren aralıksız olarak her sene verilen Hugo ödülü aslında önemli. Zaten ödülün ismi, öncü bilimkurgu dergisi Amazing Stories'in (1926) kurucusu olan Hugo Gernsback'ten geliyor. Kendisi bilimkurgu edebiyatının önemli figürlerinden biri. Hatta 20. yüzyılın başlarında bilimkurgu edebiyatının tanınmasına ve gelişimine önemli katkılarda bulunmuş olan Hugo Gernsback aynı zamanda, "bilimkurgu" terimini de ilk kez kullanan kişi olarak biliniyor.
BEŞİNCİ BÖLÜMÜ ASLA KAÇIRMAYIN
Dizinin şu ana kadar Netflix’in en pahalı dizisi olduğu ve bölüm başına yaklaşık 20 milyon dolara mal olduğu bildirildi. Sekiz bölümden oluşan bu Netflix yapımı, geniş kapsamlı bilimsel kavramları ve karmaşık felsefi düşünceleri içeren derin bir kurguya sahip. Fazla zeki olup, kendi algoritmasına fazla odaklanarak anlaşılması zor hale gelen dizilerden değil. Çok zor konseptleri seyirciye anlatabilmeyi iyi başarıyor ve seyirciyi farklı bakış açılarıyla düşünmeye teşvik edebiliyor. İzleyicilerin, dizinin yaratıcı fikirlerini ve bilimkurgu türünde getirdiği yenilikleri takdir edeceğine eminim. Ayrıca karakter gelişimlerine odaklanan ve izleyicileri karakterlerin duygusal yolculuğuna da bağlamaya gayret gösteren hikâyesi, dizinin bir yanıyla ana dokusunu derinleştirmesini sağlıyor. Şöyle ki; en yakın arkadaşlarının intiharı ile başlayan ve nükleer bomba kullanmaya kadar ilerleyen bir drama var ortada aslında. Seyirciyi düşündüren ve tartışmaya açık kavramlarla dolu oluşu ilham verici olsa da yoğun fizik teorileri bazı izleyiciler için yorucu olabilir. Veya dizinin tempolu başlangıcının ardından daha yavaş ilerleyen birkaç bölümü bazı seyircilerde ilginin kaybolmasına sebebiyet verebilir. Hatta trend olduğu için bu diziden kaçınmak isteyenler de olacaktır. Şunu söylemek istiyorum, ne yapın edin, dizinin beşinci bölümünü asla kaçırmayın. Bu bölümün hissettirdiği o korkuyu deneyimlemeniz gerek.
TARTIŞMALI KIZIL AĞUSTOS SEKANSI
5 Ağustos 1966'da Pekin Üniversitesi'ne Bağlı Deneysel Lise'nin ilk müdür yardımcısı Bian Zhongyun, Mao’nun harekete geçirdiği Kızıl Muhafızlar tarafından dövülerek öldürülmüş ve Kızıl Muhafızlar tarafından öldürülen ilk eğitim çalışanı olmuştu. Dizi tam da bu trajik ölümü hatırlatan/kurgulayan sert bir sahne ile açılıyor. Dönemin önde gelen bir bilim insanının entelektüel olduğu için kalabalığın önünde utanç içinde vahşice dövülerek öldürüldüğü bu beş dakikalık sekans ana akım bir medya platformunun, yaşanmış korkunç olayı bu şiddette tasvir etmesi açısından oldukça önemliydi. Netflix Çin'de resmi olarak mevcut olmasa da, sanal özel ağlar orada yaşayan insanların platforma erişmesine izin verdiğinden bu sahne Çin sosyal medyası başta olmak üzere izleyicileri hızla ikiye böldü. Kanlı siyasi tarihin bu hikâyesi ile ilk kez karşılaşan gençler şaşkına dönmüştü adeta. Açıkçası benim için de TV’de daha önce hiç bu denlisine şahit olmadığım kadar dramatik, sert ve politik bir açılış sahnesiydi. Siyasi nedenle 10.275 kişinin ölümü ile sonuçlanmış “Kızıl Ağustos” gerçeği ile bu denli etkileyici bir görsel eşliğinde yüzleşmek hiç kolay değildi. Hele bir Çinli için çok ama çok daha zor olmuştur. Çünkü devrimin şiddet dolu yüzünü gösteren bu sembolik olay Çin'in modern tarihindeki önemli olaylardan biri ve toplumsal hafızada bir referans noktası oluşturuyor ve adalet arayışı açısından hâlâ önemli bir rol oynuyor. Sahneyi izler izlemez olacakları tahmin ederek sosyal medyadaki paylaşımlara baktım. Reddit ve X’teki paylaşımlarda "Ailemin başına da geldi”, “Kübalıyım ama bunu hissettim," “SSCB'de doğdum ve ben bunu çok iyi anlıyorum” paylaşımları aklıma kazındı diyebilirim. Çinli izleyicilerin Hollywood'un ülkeyi kötü bir şekilde tasvir ettiğini düşünmesi, bazı Amerikalı muhafazakârların bu sahneyi överek Çin Kültür Devrimi'ni ifade özgürlüğünü yok etmekle suçlaması, "woke"un sol ile karşılaştırılmasına kadar vardı konu. Sonuç olarak, "3 Cisim Problemi" dizisi, bilimsel kavramları ve felsefi düşünceleri derinlemesine işleyen, karakter odaklı bir yapısı olan ve izleyicileri düşündürten bir yapım. Ancak dizinin tartışmalı sahneleri, geniş bir izleyici kitlesi arasında farklı tepkilere yol açmayı sürdürecektir.
/././
Erdoğan sıkıntılı, Bahçeli hiç yoktu (Yaşar Aydın)
Son 24 saat olağanüstü bir şey yaşanmasa 31 Mart seçimleri iktidarın en sesiz seçimi olarak tarihe geçebilir. Kampanya dili sözü müziği seçmene ezberletilemedi bile. Adaylar neredeyse yok gibi. Hamza Dağ gibi hafif kıpırdayanlar ise parti amblemi bile taşımıyor.
İktidarın mutlak üstünlük kurduğu il ve ilçe sayısı bir önceki yerel seçime göre çok azalmış görünüyor. Ama yine de son karar seçmenin ve bu ancak 31 Mart gecesi öğrenilebilecek.
ERDOĞAN’IN AÇMAZI
Şubat ayı itibarıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ittifak adına sahaya çıktı. Ülkenin önemli tüm kentlerinde mitingler düzenledi. Daha önce gelmesi beklense de dün itibarıyla Erdoğan artık İstanbul’da. İlk kez büyük projelerin, güçlü vaatlerin, şiddetli saldırının olmadığı bir kampanya yürüttü. Bunun bir tercih mi yoksa zorunluluk mu olduğu tartışması çok su kaldırır. Ama gerçek şu ki son derece etkisiz bir kampanya yürüttü.
Tüm seçim boyunca sürekli tekrarladığı tek gündem CHP İstanbul İl Binasını satışı sırası gerçekleştiği anlaşılan beş yıl önceki para sayma görüntüleri. AKP adayları da kurmayları da bu görüntüler üzerine her mitingde kısa da olsa değindi Ama mevzu o kadar etkisizdi ki onlar bile konuşmalarında en çok birkaç cümle yer verebildi.
EMEKLİLER VE FİLİSTİN
AKP adaylarını ve Erdoğan’ı zorlayan en önemli konulardan biri ekonomik kriz oldu. Bu konu içinde emeklilere de ayrı bir başlık açmak gerekiyor. Tüm muhalefet partilerinin ana gündemi olan yaşlı yoksulluğu” kadar siyasi tarihi boyunca Erdoğan’ı zorlayan bir konu olmadı. Buna 17-25 Aralık operasyonları dahil edebiliriz. Basıncı o kadar kuvvetli yaşadı ki Erdoğan’ın “Kaynağımız yok” açıklamasına rağmen kurmayları son güne kadar ‘müjde’ beklentisini canlı tutmak zorunda kaldı. Geçen hafta gerçekleşen Ankara mitinginde mesele banka promosyonuna kadar geldi. Ama bu müthiş promosyona rağmen çok açık ki Erdoğan seçim sürecinde emeklilerin gönlünü alamadı. Yaklaşık 15 milyon emekli ile gönül köprüsünde ciddi bir tahribat oluştu. Bu tahribatın ne kadarı sandığa yansıyacağını yaklaşık 24 saat sonra göreceğiz.
Yerel seçimin en tartışılan partisi hiç kuşku yok ki Yeniden Refah oldu. Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın tökezlemesini fırsat bilen fatih Erbakan rüzgârı arkasına alıp yelkenlerini şişirmişe benziyor. Yeniden Refah’ı Erdoğan karşısında güçlü kılan en önemli başlıklarından biri de bugüne Filistin ve bu bağlamda Ortadoğu dış politikası oldu. Bugüne kadar her seçimde Erdoğan’ın ağzında sakız olan meseleye ilişkin Yeniden Refah’ın talepleri karşısında geçiştiren bir dil kullanıldı.
Fatih Erbakan Erdoğan’ın açığını bulduğu her an sinir ucuna şöyle bir dokunmayı çok sevdi. Filistin en açık yara gibi orta yerde duruyor.
BAHÇELİ NEREDE?
Biri büyükşehir olmak üzere 11 il belediyesi Cumhur İttifakı’nın diğer ortağı MHP’ye ait. Bu seçimde 2 büyükşehir ve 22 ilde kendi adayları ile seçime giren MHP hem ittifak ortaklarından hem de lideri Bahçeli’den çok fazla destek alamadı. Bahçeli şubat ayı içerisinde bir iki miting ve kapalı toplantı dışında kitlenin karşısına çıktığı tek an partinin kurultayı oldu.
Seçim öncesi Erdoğan ile birlikte planlanan mitinglerin hiçbiri gerçekleşmedi. Seçimin hemen ardından en çok konuşulacak konulardan biri de Bahçeli’nin kurultay sonrası neden seçim çalışmalarının parçası olmadığı olacak.
Bahçeli’nin ağrılığını koymaması-koyamaması örgütü de etkilemişe benziyor. Aday çıkardığı illerde hasbelkader durumu idare ederken onun dışında AKP adaylarına son derece mesafeli bir görüntü verdiler.
Ankara kulislerinde bu fotoğrafın arka planında yenilgiye ortak olmama duygusunun olduğu konuşuluyor. İster bu gerekçe ister başka bir gerekçe olsun olası bir yenilgi durumunda Cumhur içi tartışma beklenilenden hızlı ve sert bir şekilde derinleşebilir.
İktidarın kendini tahkim etmesi üzerine kurulan yerel seçim hikayesinin sonuna renksiz, kokusuz ve siyasetsiz bir şekilde gelindi.
Tüm bu keyifsizlik içinde yerel seçim Erdoğan ve rejimin fütursuzluğuna yanıt vermek için bir fırsat sundu. Görünen o ki halk, muhalefetin tüm hataları ve geç kalmışlığına rağmen iktidara bu yanıtı verecek. Bu yanıtın kuvveti iktidarın önümüzdeki döneme nasıl başlayacağını da belirleyecek.
(Birgün)
Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 30 MART 2024 -
Ense Tıraşını Göreceğiz (Işık Kansu)
Öyle görünüyor ki yarın yapılacak yerel seçimlerin birkaç sonucu olacak:
Başta Adana, Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin olmak üzere önemli illeri yeniden yitirecek olan kibir timsalinin ense tıraşını seçim sonrası hep birlikte izleyeceğiz.
“Sakın bizi bırakıp gitme” diye ağlaşan ortakları ile birlikte siyaseten çok sıkıntıya düşeceği kesin. Çoluğu, çocuğu, damatları, ihalecileri, yağdanlıkları, iliştirilmiş medyası, debdebesi, büyüklenmesi, kini ve de en önemlisi ekonomistliği ile baş başa kalacak.
2023 seçiminde yaşadığı gerileme, geçmişte birlikte yola çıktıkları ile giderek ayrışması, ittifak ortaklarıyla bile benci tutumu yüzünden uzaklaşması sonucu beliren yalnızlaşma; giderek dalga dalga bürokrasi, parti örgütü ve meclis grubuna yansıyacak.
Yerel seçimler öncesi miting alanlarında karşı sloganlar, çığlıklar ve pankartlarla tanık olduğu korku duvarını aşma örnekleri ile daha çok yüz yüze gelecek.
İktidarının gölgesinde beslediği tarikat, cemaatler ve hiç kuşkusuz müzmin ihaleciler, çıkar kapılarının artık kapanmaya yüz tuttuğunu görünce çark edecekler.
Çünkü halk bir kere, “Hadi yürü, anca gidersin” dedi mi, ne zart zurt kalır ne böbürlenme ne de koltuğa yapışma...
CHP açısından da büyük kentlerin kazanılması başka bir ortam yaratacak:
CHP, kendi ilkelerinden ödün vermeden, seçim boyunca dile getirdiği “Türkiye ittifakı”nı, başka bir partiyi yanına almadan tek başına sağlamış olacak.
Bir başka anlatımla, Cumhuriyeti kuran siyasal örgüt olarak CHP, yeniden ulusal birliği oluşturan, yurttaşların büyük çoğunluğunun iradesi ile çoğulcu demokratik sistemi yerine oturtan, Cumhuriyet rejimini onarma görevini üstlenen bir konuma ulaşacak.
Yerel seçimler sonrası, AKP’nin çoğunluğu sağlayıp anayasayı değiştirerek dinsel bir meşruti monarşiyi tam anlamıyla yaşama geçirme tasarımı ise suya düşecek.
Öyleyse, haydi sandığa...
TAŞERONUN KIYIMI
Rusya’da sivilleri hedef alıp toplu öldürüm gerçekleştiren IŞİD (IrakŞam İslam Devleti) adlı terör örgütünü bölgenin başına bela eden ABD’dir.
ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde, Irak ordusundan uzaklaştırılan askerlerin çoğunluğunun katılımıyla ve ABD’nin bölgeye getirdiği silahlarla kuşanarak kurulmuş olan IŞİD, her ne kadar ilk dönemlerinde ABD karşıtı bir çizgi izlese de bugün onun taşeronu konumundadır.
AKP’nin de büyük desteği ile ABD ve diğer sömürgen ülkelerin çıkarları doğrultusunda Irak ve Suriye’de istikrarın bozulmasından yararlanarak on binlerce militan ve milyonlarca dolarlı kaynağa sahip bir örgüt haline gelen IŞİD, Ortadoğu’da tıpkı PKKYPG gibi ABD’nin bölge ve petrol çıkarları için paralı askeri, vurucu gücü durumundadır.
Rusya’daki son eylem de ABD ve ortaklarının, Rusya ile doğrudan dalaşmamak için yarattıkları Ukrayna bunalımı/savaşının bir boyutu olarak görülmelidir.
Bu büyük emperyalist didişme, her zaman olduğu gibi, masum insancıkların topluca ölümüne yol açmıştır.
/././
AKP’nin Amerikan açılımı (Mehmet Ali Güller)
Seçime üç kala, Ankara-Washington hattında dikkat çeken temaslar yaşanıyor.
ABD Temsilciler Meclisi Silahlı Hizmetler Komitesi heyeti Ankara’da. Komite başkanı Mike Rogers, kıdemli üye Adam Smith ile üyeler Salud Carbajal ve Veronica Escobar, sırasıyla Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı Hulusi Akar ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’la görüşüyor.
Öte yandan Dışişleri Bakan Yardımcısı Mehmet Kemal Bozay, ABD Temsilciler Meclisi’nde enerji, ticaret, mali hizmetler ve bütçe komiteleri mensuplarından oluşan bir heyetle görüşüyor.
Tarafların açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla toplamda Erdoğan’ın 9 Mayıs’ta ABD’ye yapacağı ziyaretten Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğine, Ukrayna’dan Gazze’ye, Karadeniz’den Akdeniz’e, Yunanistan’dan AzerbaycanErmenistan konusuna, PKK/YPG’den IŞİD’e, F-16’dan enerji güvenliğine neredeyse her konuyu ele almışlar. Sanırsın Temsilciler Meclisi üyeleri değil, ABD hükümetinin bakanları!
ERDOĞAN’A AÇILAN KAPI
ABD heyetinin Türkiye’nin güvenlik kare ası durumundaki Akar-Güler-Fidan-Kalın dörtlüsü ile görüşmüş olması pek çok açıdan dikkat çekici. Bu dörtlü, belki de AKP içinde Türk-Amerikan ve NATO ilişkilerinin en hararetli savunucuları durumunda...
Bu dörtlünün özellikle İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanması sürecindeki rolleri, Meclis adına muhataplarına söz vermeleri, fazlasıyla dikkat çekiciydi.
Nitekim, ABD’nin talebiyle İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanması, öncelikle F-16 satışı kapısını açtı. Erdoğan şimdi o kapıdan geçerek 9 Mayıs’ta ABD’de, dört yıldır istediği şekilde, Beyaz Saray’da Joe Biden ile görüşmeyi umuyor.
SAVUNMA VE EKONOMİ KAPANI
Arada olanlar mı?
ABD yatırım bankası JP Morgan, “Türkiye’yi 2024’ün potansiyel büyük hikâyelerinden biri olarak görüyoruz” dedi. Bir diğer ABD yatırım bankası Goldman Sachs, seçim sonuçlarından bağımsız olarak Türkiye’de hem parasal hem de mali politikanın devam edeceğini raporladı. Kısacası ABD finans kapitali, 31 Mart sonrası için Erdoğan’a göz kırptı.
Ve yine bu süreçte ABD’nin talebiyle Türk-Yunan normalleşmesi başlatıldı, Doğu Akdeniz’deki “Mavi Vatan” tutumundan geri adım atıldı, 7 Ekim’den bu yana İsrail’e yüksek perdeden sözlü tepki gösterildi ama uygulamada örneğin ticaretin kesilmesi konusunda en ufak adım atılmadı.
Savunma Sanayisi Başkanı Haluk Örgün, 18 Şubat’ta Antalya’da yaptığı konuşmada, başkanlık bünyesinde bir “NATO müdürlüğü” kuracaklarının “müjdesini” verdi. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli, 13 Mart’ta yaptığı açıklamada, stratejik mekanizma altında “Türkiye-ABD Savunma Ticareti Diyaloğu” grubu kurduklarını duyurdu. Ve en önemlisi; NATO’nun yeni planlamalarında Türkiye’ye önemli roller verildi.
31 MART TAKTİĞİ Mİ, MAYIS PROGRAMI MI?
Açık ki son aylarda ortaya çıkan bu tablo, yeni bir duruma işaret ediyor. Siyasi ve ekonomik nedenler, Erdoğan’ı yeniden bir “Amerikan açılımı”na itmiş görünüyor. Bunun ne kadarının gönüllü ne kadarının zorunlu olduğu ayrıca tartışılır.
Kuşkusuz Türkiye’de her “Amerikan açılımı”, aynı zamanda “Kürt açılımı” ve “yeni anayasa açılımı” potansiyeli de taşır. Baksanıza, Erdoğan daha dün oy veren kitlesini bile hedef aldığı DEM Parti’nin yönetimine bugün “Parti yönetimi ülkeye ve kendi tabanına siyasi irade sahibi olduğunu ispatlamalı” çağrısı yapıyor; TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş “yeni anayasa” için hazırlıklara başlıyor.
Peki Erdoğan ve Kurtulmuş’un hamleleri 31 Mart seçim taktiği mi, yoksa “mayıs programı”nın adımları mı? Göreceğiz.
/././
Hisseli seçim kumpanyası (Miyase İlknur)
İki gün sonra yapılacak seçime yönelik öyle bir seçim kampanyası dönemi geçirdik ki uzun yıllar belleklerden silinmeyecek türden.
Ne çok ilk yaşandı bu dönemde. Saymakla bitmez.
Bir partinin adaylaştırmadığı isimleri rakip partinin havada kapıp aday yapması geçmiş seçimlerde de yaşanmıştı. Ama bu seçimde “Partimizden adam aparıyorlar”, “Bizim eskilerimizi bize karşı kullanıyorlar” suçlamaları bu kadar havada uçuşmamıştı doğrusu.
Adayların seçim afişlerinde partilerinin amblemlerine ve genel başkanlarının resimlerine yer vermemeleri de bu seçime özgü bir durum. Geçmişte sadece Bedrettin Dalan, yolsuzluklarla anılan yıpranmış partisi ANAP’ın amblemine yer vermeyerek seçimi kazanacağını ummuş ama hezimete uğramıştı. Bu kez hem iktidar hem muhalefetten pek çok aday, Dalan’ın yöntemini izledi. Umarım akıbetleri Dalan’a benzemez.
Bu seçimin bir başka ilginçliği de başka partilerin seçime girip girmemeleri konusunda diğer partilerin kendilerini karar verici konumda görmeleri. YRP’nin büyükşehirlerde seçime girmesi CHP’nin yüreğine su serperken DEM’in metropollerde kendi adayını çıkarması AKP’nin umudu oldu. Birbirlerinin rakiplerine alkış kıyamet, aynı havuzdan oy alanlara “Bölücü” hakaretleri gırla gidiyor.
MEDET YA DEMİRTAŞ
AKP cumhurbaşkanı seçimlerinde yaptığı gibi, bir yandan DEM Partisi ile işbirliği yaptığı için CHP’yi PKK ile iş tutmakla suçlarken diğer yandan da haksız hukuksuz yere içeride tuttuğu ve “İmralı’dakine hesap vereceksin” diye tehdit ettiği Selahattin Demirtaş’tan mektup bekliyor. DEM Partisi ise “Bizim adaylarımız var. Kendi adaylarımızı destekliyoruz” diyor ama ortada aday yok. Adaylar kendi seçim bölgeleri dışında zaten DEM Parti’nin kazanması kuvvetle muhtemel yerlerde seçim çalışması yapıyor.
Bir pandomim de adayların mal varlıklarını açıklamasıyla koptu. İlk olarak mal varlığını açıklayan ve diğer adaylara da mal varlıklarını açıklamaları için çağrı yapan Mansur Yavaş durup dururken icat çıkardı. Ne gerek vardı mal varlığı açıklamaya ve diğer adayları da buna zorlamaya. Cümle âlem biliyor ki mal varlıkları listesinde olanlar devede kulak. Hangi siyasi ya da belediye başkanı mal varlıklarını kendisinin ya da eşinin üstüne yapar ki?
Ha, geçmişte yakınlarının ve dostlarının üzerine yapan şaşkın belediye başkanlarını biliyorum. Sonradan emanetçileri bu malları geri vermediğinde nüzul inip hastanelik olanları da...
ALLAH’IN YEDİEMİN SEÇTİĞİ AİLE
Mal varlığı tartışmaları sayesinde Londra’da daire, Antalya’da arsa birim fiyatları konusunda emlakçı kadar bilgi sahibi olduk. Bir de Allah’ın en güvenilir emanetçisinin Turgut Altınok olduğunu bu vesileyle idrak ettik. Sadece kendisi değil kardeşleri ve cümle sülalesinin de yaradan tarafından yediemin seçilmesi de ne gurur verici değil mi?
Sanırım peygamberlikten sonraki makam Allah’ın yediemini olmak herhalde. Düşünsenize koca İslam coğrafyasında emanetçi olarak bula bula Altınok sülalesini bulmuş.
Seçim olur da videosuz, sahte pankartsız, afişsiz olur mu?
Çok şükür siyasilerin porno videoları artık out; onun yerine sahte afişler, pankartlar ve gizli kamera kayıtları in.
Kılıçdaroğlu’na yapılan ayıp
KILIÇDAROĞLU’NA YAPILAN AYIP
17/25 Aralık operasyonunda telefon görüşmeleri, video kayıtları FETÖ tarafından piyasaya sürülünce önce bunlara montaj, sonra da yasal olmayan şekilde elde edilmiş deliller dendi. Ama söz konusu CHP olunca gizli ve uzun süre şantaj malzemesi olan görüntülerden dava açılabiliyor.
Bu görüntülerin de pek işe yaramadığı anlaşılınca bu kez “Kılıçdaroğlu Gönüllüleri” adına “İmamoğlu’na oy yok” pankartları çeşitli ilçelere asılıyor. Bunu AKP’nin yaptığını çocuk bile anlarken CHP içinde ya da medyada yeminli Kılıçdaroğlu düşmanları hemen üzerine atlıyor. Merzifon eşeği, utanmaz, pişkin gibi hakaretlere maruz kalan Kılıçdaroğlu’nun en son ölümü için duaya bile çıkılmış demek ki o da sert bir yanıt verdi sosyal medya hesabından.
Edep yahu!...
Çok ilginç bir seçim kampanyası dönemi geçirdik. Umarım seçim günü yeni ilginçlikler yaşamayız.
/././
Seli önlemek için ırmak kenarına cam döşediler (Murat Ağırel)
Bartın’da yaşayan bir arkadaşım, Bartın’da ırmak kenarına yapılan bazı çalışmaları gönderdi ve anlattı. İşin gerçeğini dinleyene kadar sevinmiştim.
Hatırlarsınız çok yakın zamanda Bartın’da yoğun yağmur yağışı nedeniyle sel felaketi yaşanmıştı. Bir daha yaşanmaması için alınan tedbirlerdir diye düşündüm ilk başta.
Ancak anlaşılan durum farklıymış.
Bartın Irmağı, Bartın Çayı Doğal Sit Alanı “nitelikli doğal koruma alanı” olarak 2020 yılında tescil edilmiş. Karar alınırken de ırmağın koruma amaçlı imar planları oluşturulmuş. Hatta ırmak etrafına tesisler de yapılarak turizm hedeflenmiş.
İmar planı yapım işi için de aynı yıl ihale açılmış ve 137 bin Türk Lirası ödenerek Özok Planlama adlı firmaya iş verilmiş. 293 hektarlık alanın planlaması yapılmış.
Umut edilen ve tasarlanan Bartın’ın Venedik gibi olması diye valilik açıklama da yapmış.
Kafam karıştı tabii. Sel, taşma olmasın diye ırmağın ıslahı derken bambaşka işler başlamış.
Bartın Irmağı ve yan kollarının olası sel ve su taşkını gibi afetlere karşı önlem oluşturması için ıslah edilmesi amacıyla etap etap bir çalışma gerçekleştirileceği kamuoyuna açıklanmış. Ardından da hemen işe başlanılmış.
4 Ocak tarihinde Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından ırmağın birinci kısmındaki inşaat işlerinin yapılması için bir ihale açılmış.
İhale “pazarlık” usulü yapılmış yani 21/b ile. Deprem, sel, yangın vb. durumlarda kullanılacak yöntem ile yani. “Eee Bartın’da sel oldu bu maddeye sığınalım” denmiş.
İhale yapılmış ve 21 Ocak tarihinde de sözleşmeye bağlanmış. İhale bedeli 464 milyon Türk Lirası. Bitiş tarihi 18 Kasım 2023.
Ne var bunda ne güzel işte çalışma başlamış, diyorsunuz.
Haklısınız, haklısınız da yapılan iş ırmak kenarındaki yerlere “cam daraba” ile başlamış. Evet bildiğiniz cam set yapılıyor ırmak kenarına!
Eee haklı olarak Bartın halkı soruyor:
Yapılan işlerin olası bir taşkın ya da sel afetini ve onun etkilerini azaltmada nasıl bir faydası olacak?
CHP milletvekili Aysu Bankoğlu da ırmağın Türkiye’nin ender ekosistemlerinden biri olduğunu dile getirerek sorular sormuş:
“Bartın Irmağı’nın ‘kesin korunacak hassas alan’ statüsünün, 2020 yılında ‘nitelikli doğal koruma alanı’ statüsüne indirildiğini biliyoruz. Şimdi ise ırmakta inşaat çalışmaları yapılıyor. Böyle nadir ve özel alanlara verilen tahribat ekolojiyi ve kültürel varlığı çok ciddi şekilde ve belki de geri dönüşsüz bir şekilde etkiliyor. Peki, Bartın Irmağı’nda sürdürülen inşaat çalışmalarının ırmağın ekosistemine zarar vermesi durumunda sorumlu kim olacak?”
CHP’li Bankoğlu uyarısının devamında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki’ye sorular da yöneltmiş.
Özetle şunları soruyor:
“Bartın Irmağı ve çevresinde yapılması öngörülen projeye ilişkin herhangi bir bölge komisyonu raporu, görüşü veya kararı var mıdır?
Proje kapsamında şirketlerin yaptığı çalışmalar nelerdir? Onay kararı olmaksızın yapılan bu çalışmaların, ‘nitelikli doğal koruma alanı’ olarak ırmağa vereceği tahribatın sorumluluğu hangi kişiler veya kuruma aittir?
Son beş yılda, bahsi geçen ihaleyi alan firmalar 21/b olarak bilinen pazarlık usulüyle gerçekleştirilen Bartın başta olmak üzere diğer şehirlerde hangi ihaleleri almıştır?
Proje kapsamında, ırmak kenarlarına kaldırımdan başlayarak bir metreye yakın yükseklikte bir duvar örülmesi ve cam kapak yapılması şeklinde bir ıslahın tercih edilmesinin sebebi nedir?
Gerçekten ırmağın kenarına yapılan bu cam darabaların selleri önleyeceğini düşünüyor musunuz? Bununla ilgili bir tespit var mı?”
Ben konunun uzmanı olmadığım için yorum yapmayı uygun bulmadım. Ancak yapılan uygulama ve ihalenin şekline bakacak olursak biraz “yangından mal kaçırıyormuş” gibi bir durum var ortada.
Ayrıca ilk defa selleri önlemek için ırmak kenarına cam setler yapıldığını duydum. Takdir kamuoyunun.
/././
Soluksuz, iğneyle kuyu kazılmış araştırmalarıyla Prof. Dr. Suat Gezgin (Şükran Soner)
“Bilim insanı, hele de araştırmacı gazetecilik eğitimciliği üzerinden yapılıyorsa, öğrenci yetiştirebilme, hele de doktora çalışmalarında yol göstericiliğin işlevsel olabilmesinin başkaca bir yolu da olamayacağına göre, doğal bir durum değil mi?” der gibi söyleniyor olabilirsiniz.
Günümüzde çoğunluğun profesörlük unvanlarının, dipnotlarla doldurulmuş, alıntılarla donatılmış “araştırmalarıyla” doktora sınavlarını kazanarak bilimsel kariyer unvanlarını yükseltmekte oldukları gerçeğinin bilincinde olarak... Üniversitelerimizin giderek derinleşen çok boyutlu sorunlar yumağında, eğitimsiz diplomalı gençleri toplumun içinde yaşam savaşımına attıklarının sonuçlarını, sorunlarını yaşıyor, bedellerini hep birlikte ödüyorken...
Prof. Dr. Metin Kutal’ın öğrencisi olarak, önce İLO’nun kuruluşunu sağladığı enstitünün mezunu olarak benim gazeteciliğe başlamam sonrası hiç kopamadığım, basın yayın fakültesinden sadece iki değerli, hayranlıkla izlediğim Kutal’dan sonra ikinci kişi Prof. Dr. Suat Gezgin olmuştu. İLO’nun zengin katkıları üzerine, ikisinin birden arka arkaya gelen çabaları ile araştırma, öğrenci, bilim insanı yetiştirme donanımındaki gelişmelerin boyutlarını her gittiğimde hayranlıkla izliyordum.
Bizim hocaların daktilo üzerinden gazete çıkarabilmemiz için kullanmamıza verdikleri dönemlerden sonrasında, öğrencilerin yetiştirilmesi olanaklarında, teknoloji devrimi niteliğinde yapılanlar ile araştırma olanakları sunumunda yok yoktu. Yakın tarihlerde övgüye değer çalışma duyamadığımız gibi, sağlanmış olanakların uçup gittiğini gerçekleriyle de yüzleşiyoruz.
***
Suat Gezgin’in emeklilik sonrası önce Galatasaray, sonrasında Yeditepe üniversitelerine geçiş yaptığından haberliydim. Son iki koca cilt, Osmanlı dönemi ile Cumhuriyet dönemi İstanbul basınının saymaktan yorulduğum akla gelebilecek her yönlerine ilişkin profesörlerden başlayan her kademeden doktoralı uzmanın çalışmalarını, İBB yayımlamayı üstlenince, Cumhuriyet Kitap sayfasında paylaşmayı gönüllü görev bilmiştim. Cumhuriyet YouTube yayınında konuğumuz olurken elbette, geçmişten de parça parça bildiğim yurtiçi, uluslararası araştırmaları, bilimsel çalışmalarını bir kez daha bütünlük içinde paylaşma olanağını bulduk.
Elbette gazetecilik tarihimiz, onurlu araştırmacı gazetecilikte örnek işler, kişiler ile utanılası sahibinin sesi, kirli çıkar ilişkilerinin pazarlamacıları arasında gelgitlerin arasında gibi. Osmanlı döneminde sadece kalmış, padişahların gazabı olarak yaşansaydı anlamak kolaydı. Ne yazık ki Cumhuriyet, Atatürk devrimlerinin sonrasında, kimileri askeri darbelerin ürünü, ne yazık ki çoğunluğu sivil darbeci iktidarların her tür kirliliği pazarlama tutkuları kapsamında yaşananlar... Yaşatılanlar, ülkemiz insanlarının günümüzdeki büyük çoğunluğunun yaşadıkları insanlık dışı kayıplarının yaratıcısı, sivil düzenin sınır tanımaz kirli otoriter ittifaklarının aynası gibiler.
En çok milletvekilliğin kaymaklı nimetlerinden yararlanan gazeteciler de ezilenlerin yanında hak arayışında direndikleri için yaşamlarını yitiren, öldürülen, cezaevlerinde süründülen gazeteciler de bizden... Suat Hoca, bilimsel kariyerlerini ağırlıklı yurtdışında yapmış, ülkemiz basın özgürlüğü sorununun değerini ikili birikimleriyle zenginleştirmiş olarak, uzun soluklu araştırmalara da doyamamış kimliği ile masaya yatırıyor. Seslenişlerine, uyarılarına kulak vermek gerek.
/././
Muammer Aksoy haklı çıktı - Av. Erol Ertuğrul (Olaylar Ve Görüşler-Cumhuriyet)
Cumhuriyet kurulduktan sonra, dev devrimler gerçekleştirildi. Hukuk devrimi bu devrimlerin başında gelmektedir. Din bağlantılı yasalarla bir yere varılamayacağından gelişmiş ülkelerden bize uyarlanarak yasalar alındı. Ceza yasamız İtalya’dan, medeni yasamız İsviçre’den alındı. Hukuk devriminin başında Mahmut Esat Bozkurt bulunuyordu. Dini esaslara dayalı Mecelle’nin yerine getirilen medeni yasamıza unutulmaz gerekçeyi Mahmut Esat Bozkurt yazdı, “Din, vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. Dinin hüküm halinde kanunlara girmesi, çoğu kez hükümdarların, zorbaların, keyif ve isteklerinin tatmin aracı olmuştur. Dini dünyadan ayırmakla yüzyılımızın devleti, insanlığı tarihin bu kanlı sıkıntısından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır.” Ne yazık ki bu unutulmaz gerekçe, medeni yasanın değiştirilmesi sonucunda yasa metninden çıkarılmıştır.
TÜRK AYDINLARI
Ceza yasamızın 141 ve 142. maddeleri bir sosyal sınıfın bir başka sosyal sınıf üzerinde egemenlik kurmasının propagandasını yapmayı suç sayıyordu. Bu madde nedeni ile Türk aydınları geçmişte çok sıkıntılar çektiler. Aziz Nesin, Yaşar Kemal, İlhan Selçuk gibi birçok aydınımız işkencelerden geçirildiler, cezaevlerinde yattılar. 163. madde ise şeriatçı, dinci çalışmaları engelliyordu. Bu maddelerin ceza yasamızdan çıkarılması sırasında birçok aydınımız özellikle 163. maddenin kaldırılmasına karşı çıktılar.
Prof. Dr. Muammer Aksoy, 163. maddenin ceza yasamızdan çıkarılmasına karşı çıkıyordu. Muammer Aksoy 19 Mayıs 1989’da kurulan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu genel başkanıydı. Milli petrol politikasının bayraktarıydı. Sevgili Aksoy, 163. maddenin düşünce özgürlüğü ile ilgisi olmadığını, eğer bu madde kaldırılır, dinci ve bu yoldaki çalışmalar suç olmaktan çıkarılırsa, ülkemizde şeriatın yolunun açılacağını, dinci görüşlerin ülke yönetimine geleceğini, bu durumun Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş anlayışına ve Türk devrimine aykırı olduğunu ileri sürüyordu. Aksoy, 31 Ocak 1990 günü Ankara’da evinin önünde alçakça bir saldırı sonucunda yaşamını yitirdi. Cenaze töreninde onun resmini taşıyan Uğur Mumcu onun için “kalpaksız Kuvayı Milliyeci” diyordu. 12 Nisan 1991’de TCK’nin 141 ve 142. maddeleri ile birlikte 163. maddesi de kaldırıldı.
2002’de ülkemizde Anayasa Mahkemesi kararı ile laiklik karşıtı hareketlerin odağı olduğu belirtilen AKP, ülkemizin yönetimini ele aldı. Tam bir kadrolaşma gerçekleştirildi. Ele geçirilen yargı kullanılarak tüm kurumlar susturuldu, Cumhuriyetin ordusu dahil tüm kurumlar etkisizleştirildi. Dini uygulamalar giderek yol aldı. 163. madde kalktı, 2023 seçimlerinde Hizbullahçı, şeriatçı bir parti TBMM’ye girdi.
Diyarbakır’da “Yaşasın şeriat” afişleri, Şeyh Sait’i öven afişler sokaklara asıldı. Çağlayan Adliyesi’nde şeriat yanlısı sloganlar attılar. Atatürk’e en ağır hakaretleri edenler özgür dolaşırken şeriatı eleştirenler gözaltına alındı. Gözaltı kararı kuşkusuz bir savcı kararıdır. Bizim savcılarımızın sanlarının başında cumhuriyet sözcüğü vardır. Yani savcılarımız Cumhuriyeti korumak görevindedirler. Atatürk’e hakaret edenleri görmezden gelirken şeriatı eleştirenleri gözaltına aldıran savcılar acaba hangi hukuk fakültesinden çıkmışlardır. Kaldı ki yasalarımıza göre şeriat suçtur. Şeriat din değil, dinci bir yönetim sisteminin adıdır. Atatürk’ün “Milleti mahveden, harap eden kötülükler hep din kisvesi altında gelmiştir” sözleri unutulmamalıdır.
LAİK CUMHURİYET
Milli eğitim bakanı tarikatlarla işbirliği yapıyor ve bunu övünerek anlatıyor . Okullarımızda imamlar, tarikatçılar ders veriyorlar. Bunlar çoğu kez de ahlak adına yapılıyor. Nietzsche, “Kim namus ve ahlak şövalyeliği yapıyorsa bilin ki en namussuzu odur” diyor. Ümmetçiliğin öne çıkarılması, demokrasi ve laikliğin geriletilmesi en çok da emperyalizmin işine gelir. Çünkü emperyalizm düşünen, tartışan değil, susan ve biat eden kullar arar.
Okullarda bilimsel yöntemler terk edildi. Dini söylemler öne çıkarıldı. Cumhuriyeti ve laikliği özümsemiş olan toplum şeriat istemiyor. AKP laik Cumhuriyeti yıkıp yerine bir din devleti getirmek için tüm gücüyle çalışıyor. Ulusumuzun güvendiği tüm kurumlar şeriata inanan, anayasayı tanımayan bir kadronun eline geçmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı veren kadroların yaptığından başka bir yol kalmamıştır: Direnmek ve karanlığa, bağnazlığa, dinciliğe karşı bir savaş vermek zorunludur.
35 yıl önce sevgili Muammer Aksoy TCK 163. maddenin kaldırılmasına şeriatın ve dinciliğin önünü açacak diyerek şiddetle karşı çıkmıştı. Sevgili Aksoy haklı çıktı.(Av. Erol Ertuğrul)
(CUMHURİYET)