30 Nisan 2024 Salı

T24 KÖŞEBAŞI - 30 Nisan 2024 -



Gabonlu Dina’nın ölümüyle ilgili ırkçılık iddialarına mahkeme başkanının yorumu: Yükümüzü ağırlaştırıyorsunuz (Candan Yıldız)
                                                           
Fotoğraf: Candan Yıldız

“Gidip geliyoruz ama Gabon’a sonuç almadan dönüyoruz. Kızım Karabük’te öldürüldü. Okumaya gönderdiğim kızımı tabutla geri aldım.”

Tereddüt Çizgisi filmi iyi anlatıyor taşrada adaletin nasıl seyrettiğini… Sistemin dışına azıcık da olsa kafasını çıkaranların nefes almakta zorlandığı, boğucu taşrada bir kadın avukatın “hayatı değersiz görülen” genç bir işçiyi savunurken tosladığı düzeni anlatır film…

Taşrada olmak, taşrada hakikat ve adaleti aramak zordur. Zira kurumları temsil edenlerin karşılıklı çıkar ve bağımlılık ilişkileri, söz konusu yargı olunca kaygıları derinleştirir. “Hayatı değersiz görülenlerin” hakkını arayanlar hep var oldu bu topraklarda. Gabonlu Dina için hakikat-adalet arayışını kilometrelerce yol gelerek sürdüren, Dina’nın anne ve babasını yalnız bırakmayan Dina İçin Feministler grubu olmasaydı Karabük’ün Karadeniz’e has puslu havası nasıl olurdu bilinmez…

İşçi, esnaf ve aynı zamanda bir öğrenci kenti olan Karabük, Türkiye’nin ırkçılık laboratuvarı gibi… Seçimlere bir hafta kala HIV ve HPV vaka artışları iddiası, ki sonradan yalanlandı, Karabük Üniversitesi’ne okumaya gelen Afrikalı öğrencileri hedef aldı. Karabük Üniversitesi, teşvik politikasının bir sonucu olarak göçmen öğrenciler için odak bir üniversite. Yıllar içinde öğrencisi sayısının 50 bine, göçmen öğrencisi sayısının 10 bine çıktığı Karabük’te farklı Afrika ülkelerinden gelen öğrencilerin yaşadıkları 17 yaşındaki Gabonlu Dina’nın ölümüyle görünür oldu. 26 Mart 2023’te Filyos Çayı’nın kenarında cansız bedeni bulunan Teknoloji Fakültesi Enerji Sistemleri Mühendisliği öğrencisi Dina nasıl öldü?

Bu sorunun peşine düşen Dina İçin Feministler grubu olmasaydı soruşturmadaki yüzeysellik, ifadelerdeki çelişkiler, nitelikli delil olabilecek olguların araştırılmaması, ‘ırkçılık’ ihtimalinin zinhar konu edilmek istenmemesi gibi noktalar açığa çıkmayacaktı.

Nitekim davanın üçüncü duruşmasında bu davayı politik olarak takip eden kadın avukatlardan birinin göçmen düşmanlığına dikkati çeken sözlerine mahkeme başkanının “Bunlar sosyal işler, yükümüzü ağırlaştırıyorsunuz” yorumu “ırkçılık” gerçeğine kapı aralamayan bir bakışı yansıttı.

Dina’yı ölüme götüren süreç bütünüyle araştırılsın talebi üçüncü duruşmada da karşılığını bulmadı. Dina’nın ölü bulunduğu pazar gününün (23 Mart 2023) saatler öncesinde yani cumartesi gecesi arkadaşlarının evinin bulunduğu Han Apartmanı’nın bodrum katından Dina çığlıklarla, ayakları çıplak bir şekilde kaçtı. Bu olayın tanıkları var. Görüntülerle de can havliyle kaçtığı sabit. Görgü tanığı kişi, Dina’yı iki kişinin bodruma doğru çekmeye çalıştığını söyledi ilk duruşmada. “Ne yapıyorsunuz, polisi arayacağım” diye bağırmasa belki Dina o gece kaçamayacaktı.

İşte Dina için adalet arayan kadın avukatlar Karabük 1. Ağır Ceza Mahkemesi heyetine ısrarla, o bodrumda yeniden ve etkin bir keşif yapılmasını talep etti. Çünkü o bodrumda Dina’nın cep telefonu ve bir tutam saç bulundu. O saçın kime ait olduğuna ilişkin DNA incelemesi yapılmadı. Üstelik Dina’nın bodrum katından kaçtığı anda orada bulunduğu HTS kayıtlarıyla da sabit olan iki erkeğin tanık olarak da dinlenmesi talep edildi. Dina neden kaçıyordu, kimden kaçıyordu, kaçarken imdat istediği ve arabasına bindiği Dursun Acar’la bodrumdaki o iki kişinin bir bağlantısı var mıydı ? Bu soruların sorulması ve bu sorulara yanıt bulunmak istenmesi etkin ve adil bir yargılamanın gereği değil mi? Mahkeme bu talepleri üçüncü celsede de reddetti. Filyos Çayı’nda yeniden bir keşif yapılması, kabul edilen tek talep oldu. Dosyada tek sanık var. Adı Dursun Acar ve tutuklu. “Kendini savunamayacak durumda olan kişiyi, suçu gizlemek ya da yakalanmamak amacıyla kasten öldürme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis ve 'cinsel istismara teşebbüs' suçundan 15 yıla kadar hapsi isteniyor.

Dursun Acar

60 yaşlarında olan Dursun Acar, Dina’nın bodrum katından çıktıktan sonra önüne çıkan otomobili kullanan kişi. Duruşmaya SEGBİS’le katıldı. Kendi ifadesine göre Dina ondan yardım isteyerek hastaneye gitmek istedi çünkü ellerinde kan vardı. Her nedense yol üzerindeki en yakın hastaneye değil de daha uzakta olan devlet hastanesine doğru götürdü Dina’yı o gece… Dina her nedense hastaneye varmadan bir anda araçtan indi ve karşı yola geçip Filyos Çayı’nın kenarına doğru gitti. Kısa bir savunma yapan Acar, Dina’yı merak ettiği ve şeker hastası olduğu gerekçesiyle tuvalet ihtiyacını gidermek için Dina’nın gittiği yöne doğru gittiğini iddia etti. Feminist avukatlar bu ifadeye karşın “Yol boyunca o kadar tuvalet varken Filyos Çayı’nın kenarını tercih etmesinin şüphe uyandırdığını” savundu. Dursun Acar’ın daha önce Dina’nın arkasından gitmediği yönündeki yalan beyanını hatırlattı. Dursun Acar’ın müdafileri ise müvekkillerinin işçi emeklisi olarak aklına devlet hastanesinin geldiğini, o nedenle en yakın hastaneye götürmeyi düşünemediğini öne sürdü.

Duruşmayı ilk kez Gabon Büyükelçisi de takip etti

Gabon Dışişleri Bakanlığı’nın görevlendirmesiyle duruşmayı Gabon Ankara Büyükelçisi de takip etti. Mahkeme, Büyükelçi’nin Gabon öğrenci temsilcisi iki öğrencinin de duruşma salonuna alınmasını istedi. Mahkeme başkanı talebi kabul etti. Duruşma çıkışında sorularımızı yanıtlayan Büyükelçi, Türkçe nedeniyle duruşmayı anlayamadığını söylemekle yetindi. Afrikalı öğrencilerin Karabük’teki durumuyla ilgili fikrinin olmadığını ifade ederken, diplomatik bir krize neden olmak istemediği çok hissediliyordu. Konuşmak istemedi.

Dina'nın annesi ve babası Jessica ve Guy Serge, fotoğraf: Candan Yıldız

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın da müdahil olduğu davada bakanlığı temsilen katılan avukat da duruşmada hazır bulundu.

“Kızımızı üniversiteye gönderdik, tabutu geldi”

Anne Jessica ve baba Guy Serge yine üzerlerinde kızlarının gülen fotoğrafının baskısının olduğu tişörtü giyerek geldiler duruşmaya. Onlar da dosyada ilerleme görmek istediklerini söyledi:

“Gidip geliyoruz ama Gabon’a sonuç almadan dönüyoruz. Kızım Karabük’te öldürüldü. Okumaya gönderdiğim kızımı tabutla geri aldım.”

Annenin bir köşede yüzünü elleriyle kapattığı, babanın ise kızının hakkını aramak için kararlı ve dikkatli cümleler sarf ettiği duruşma salonunda, başkalarının acısına bigane kalan bir tavır vardı mahkeme heyetinde.

Dina’nın dosyasında bu celsede kritik bir ilerleme olmadı.

Sanık Acar’ı savunan avukatlar müvekkillerinin mağdur edildiğini savunarak tahliyesini ve beraatini talep etti. 1. Ağır Ceza, sadece Filyos Çayı’nda yeniden keşif yapılmasını, Dina’nın arkadaşlarının yurt dışına çıkıp Türkiye’ye dönüp dönmediğinin tespit edilmesine karar verdi. Tahliye talebini de reddetti. Bir sonraki duruşma 5 Ağustos’ta…

“Afrikalı öğrenciler için artık marsık ifadesi kullanılıyor”

Adalet için atılan her adım Karabük’teki diğer Afrikalı öğrencileri de ilgilendiriyor.

Zira HIV ve HPV bulaştırdıkları söylentisiyle hedef alınan Afrikalı öğrenciler o günlerde 2-3 gün evlerinden çıkamamışlar. Çünkü Afrikalı öğrencilerin yoğun yaşadığı Yüzüncü Yıl Mahallesi’nde bir grup, bu söylentileri gerekçe yaparak Afrikalı öğrencileri hedef alan bir eylem yapmışlar. Adını vermek istemeyen Afrikalı Müslüman bir erkek öğrencinin aktardıkları ilginç:

“Her şeyin politik olduğunu biliyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Karabük’e geldiği gün HIV ve HPV söylentileri dolaşıma sokuldu. Çünkü AKP’li adayın kazanmaması çıkarıldı o söylentiler. Afrikalı öğrencilerin buranın kültürünü değiştirmek burada kalıcı olmak gibi bir derdi yok. Okulumuzu bitirip gideceğiz.”

Sorularımıza kadın öğrenciler daha cesur yanıtlar verdi. Üstü kapalı konuşmadılar. Zira taciz ve rahatsız edilmeleri onlar daha çok yaşıyor. Bıçak kemikte gibi onlar için…

“Arabayla evlerimize kadar takip ediyorlar. Sosyal medyadan hakaret ediyorlar. Ama bunlar organize bir şekilde mi yapılıyor bilmiyoruz. Artık kendi kültürümüzün parçası olan eğlenceler düzenlemekten, ibadetlerimizi bile yapmaktan çekiniyoruz.”

Dayanışma için gelen Türk bir öğrencinin iddiaları Karabük’e ilişkin şüpheleri daha da perçinledi:

“Uyuşturucu ve fuhuş üzerinden işlerini yürüten bir mafya var Karabük’te… Esnaf da yerel halk da bunu biliyor. Bir öğrenci arkadaşımdan devlet yurdunun bahçesinde bile uyuşturucu satıldığını duydum.

Irkçılık öyle bir noktaya vardı ki, Siyah öğrenciler için artık ‘marsık’ kelimesi kullanılıyor. Bu kelime yaygınlaştı. Siyah öğrencilerin yüzüne de söylüyorlar. Bu son söylentilerden sonra arkadaş grupları dağıldı. Eskiden çok uluslu arkadaş grupları vardı ama artık yok. Herkes kendi arasında gruplaşmış durumda. Onların barındıkları yerde, Yüzüncü Yıl’da, sık sık onlara polis kontrolleri sıklaştı."

Eski Fransız sömürgesi Gabon, son aylarda askeri darbeyle uğraşıyor. Vatandaşı öğrenciler “beyaz” dünyanın tacizini yaşıyor. Dina’nın ailesi de bir umut çocuklarının ölümündeki gerçeğe ulaşmak için her duruşmada 5 bin kilometre yolu aşındırıyor.

*Marsık argoda kara renkli, kapkara demek ve aşağılamak amaçlı kullanılıyor.

CANDAN YILDIZ YAZDI - Öldürülen Gabonlu Dina’nın annesi: Türkiye biraz Allah’tan korksun! 

                                                            /././

Özel Harekât'ta neler oluyor? (Tolga Şardan)

Spor ayakkabısı alımına müfettiş incelemesi, Özel Harekât'ın dikkat çeken ziyaretçileri, yemek ihalesindeki isim, hibe alınan zırhlı araçların hurdaya yakın çıkması ve dahası...

Emniyet teşkilatının en önemli birimlerinden Özel Harekât Başkanlığı'ndan ilginç bilgiler geliyor, bir süredir.

Emniyet üst yönetimi farkında mı? Emin değilim. Ancak, hem merkez hem de taşrada görevli Özel Harekât personelinde son dönemde dikkat çekici huzursuzluk haberleri geliyor.

Huzursuzluk kaynağını bulmak için biraz kaynaklarımı yokladım. İşin arka planını öğrenmek pek de zor olmadı doğrusu.

Birden fazla konu başlığı var bu süreç çerçevesinde.

Tek tek anlatmaya başlayım.

Emniyet teşkilatıyla bağlantısı bulunan hemen herkesin bildiği üzere, bir 'Garson' kabusudur sürüyor halen.

MİT Başkanlığı'nın sonradan elde ettiği yeni veriler ışığında Emniyet'te teni bir tasfiye süreci başlatıldı, yılbaşından bu yana.

FETÖ'nün gizli tanığının verdiği bilişim materyallerinin çözümlenmesinin ardından yaşananları daha önce de Büyüteç'te aktardım.

Bu yeni veriler sonrasında Özel Harekât kadrosundan bin 200'den fazla personel çıkarıldı. Bu çıkarılanların bir kısmının, Emniyet içinde "sarı liste" olarak bilinen FETÖ'yle bağı olanlar listesinde olduğu ifade ediliyor.

Halen 17 bin 600 dolayında personeli bulunan Özel Harekât kadrosundan çıkartılanlar içinde kıdemli polislerin yer aldığını belirteyim.

Bu uygulamanın başlamasıyla beraber özellikle sosyal medyadan yapılan paylaşımlarda, kadrodan çıkartılanlar arasında geçmişte hendek ve barikat operasyonları başta olmak üzere terörle mücadelede aktif görev alanların bulunduğu iddia ediliyor.

İçişleri Bakanlığı veya Emniyet Genel Müdürlüğü'nün bu konuda muhataplarına ve kamuoyuna bilgilendirme yapması şart.

Tabii Garson'dan elde edildiği belirtilen kodların, kimi isimler gündeme geldiğinde değiştirildiği iddiaları devam ediyor halen.

Böyle bir durum varsa süreç daha vahim boyutlara ulaşır ki, telafisi olmaz.

Spor ayakkabısı alımına müfettiş incelemesi

Özel Harekât'ta yaşanan ve personel tarafından dikkatle takip edilen diğer süreç, personele spor ayakkabı alınması.

Özel Harekât kadrosunda görev yapan personelin kullanımı için kısa süre önce ihale açıldı. İhale çerçevesinde 20 bin çift spor ayakkabısı, 87 milyon 890 bin lira karşılığında satın alındı.

Alım, Emniyet personelinin ortak olduğu Polis Sandığı üzerinden gerçekleştirildi.

Fakat ihaleden sonra, ihaleye giren bir firmanın şikayeti oldu. Emniyet Genel Müdürlüğü'nden sorumlu İçişleri Bakan Yardımcısı Münir Karaloğlu'nun devreye girmesiyle konu İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'ya aktarıldı.

Bakan Yerlikaya'nın talimatıyla birlikte bakanlık Mülkiye Başmüfettişleri, ihale süreciyle ilgili inceleme başlattı. Müfettişler, bir süredir Gölbaşı'daki Özel Harekât Başkanlığı'nda belge incelemesi yapıyor, ifade alıyor. Müfettişlerin raporu hazırlamasıyla sıkıntının ne olduğu daha iyi anlaşılacak.

Hibe alınan zırhlı araçlar, hurdaya yakın çıktı

Özel Harekât Başkanlığı, geçtiğimiz günlerde Ziraat Bankası'ndan hibe olarak zırhlı aracı envanterine katmak istedi.

Bankanın para taşımada kullandığı Ford Transit Custom modeli 25 araç Özel Harekât Başkanlığı'na alındı.

Amaç, bedavaya alınan araçları, modernize edip birimin çalışmalarında kullanmaktı. Bu konuda bakana da sunum yapıldı!

Ancak, işler pek yolunda gitmedi. Zira, hibe alınan araçların ekonomik ömrü tükenmek üzereydi. Zaten Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesindeki Destek Dairesi, on yılı geçmiş araçların hurdaya ayrılması yönünde uygulaması var.

Söz konusu zırhlı araçların da 2014 yılında üretilmiş olması ve her birinin ortalama 300 bin kilometre yapması, en geç yıl sonunda hurdaya ayrılacağı anlamına gelecek doğal olarak.

İşin özü, başka kamu kurumunun hurda araçları da Emniyet'e hibe edilmiş oldu!

Bu sebeple, Destek Dairesi Özel Harekât Başkanlığı'nın araçların modernizasyonu için gereken bütçeyi "kamu zararı oluşacağı" gerekçesiyle uygun bulmadı.

Şimdi, yaklaşık on milyon liralık bütçe için Polis Vakfı devreye sokulmak isteniyor. Vakıftan hurda sınıfına girecek araçlara yenileme bütçesi verilip verilmeyeceği önümüzdeki günlerde belli olacak.

Yemek ihalesindeki isim

Bir başka konu başlığı ise, Gölbaşı'daki Özel Harekât Başkanlığı'nın yemek ihalesi meselesi.

Birimin yemek ihalesi, yıllık 80 milyon 845 bin lira karşılığında, merkezi Şırnak'ta bulunan Ş.N. adlı yemek firmasına verildi.

Firma, başkanlık personeline günde 4 bin 500 kalorilik yemek ihtiyacını karşılama çerçevesinde sözleşme yaptı.

Gelin görün ki; burada da işlerin yolunda girmediği bilgisine ulaştım.

Personel için çıkarılan yemeğin niteliğinin istenilen ölçüde olmaması nedeniyle, yine personel tarafından sık sık tutanak tutuluyor.

İşin ilginci Ankara'da yemek firması kalmamış gibi, ihalenin Şırnaklı bir firmaya verilmiş olması!

Yemek talebinin ihaleyle verilmiş olması kuşkusuz kurala uygun. İhale süreçleri belli.

Buna karşın, işin aslını araştırınca başka bir boyut karşıma çıktı. Firma sahibi M.İ.'nin AKP Şırnak Milletvekili Aslan Tatar'la yakınlığı bulunduğu iddia ediliyor.

Ve yemek ihalesinin söz konusu firmaya verilmesi için İçişleri Bakan Yardımcısı Mehmet Aktaş'ın devreye girdiği iddiası var. Bu konu bakanlıkta epeyce konuşuluyor.

Aktaş, Emniyet Genel Müdürü olmadan önce Şırnak Valisi olarak görev yaptı. Bakan yardımcısı olduktan sonra da Emniyet Genel Müdürlüğü'nün bağlı olduğu bakan yardımcısıydı yakın zamana kadar.

Bu konuyu da buraya not etmiş olayım.

Özel Harekât'ın dikkat çeken ziyaretçileri

Özel Harekât'ta yaşananlar bununla sınırlı değil.

Şimdi sizinle bazı fotoğraflar paylaşacağım. Kimi zaman bir fotoğraf sayfalarca yazıyı anlatır.

İlk fotoğrafın çekildiği yer Ankara Emniyet Müdürlüğü Özel Harekât Şubesi. Tarih ise, 2022 olması lazım.

Fotoğrafa dikkatli bakıldığında kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim var.

Evet, Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş'in öldürülmesinde adı gündeme gelen Eski MHP Milletvekili Olcay Kılavuz.

Yanında ise, kamuoyunun çok da tanımadığı, ancak teşkilatın yakından tanıdığı bir polis şefi var.

Şimdi, diğer iki fotoğrafa sıra geldi.

Söz konusu iki fotoğrafın açıklamasından da anlaşılacağı üzere, çekildiği yer Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekât Başkanlığı'nın Gölbaşı'ndaki ana karargâhı.

Mesajları paylaşan ise, Galatasaray'ın tribün lideri Sebahattin Şirin. Ya da asıl ismiyle Muzaffer Şirin.

Şirin, destek verdiği Galatasaray'ın Ankaragücü maçı için geldiği başkentte yakın dostu olarak açıkladığı polis müdürünü ziyaret etti. Ve birlikte görüldüğü iki ayrı fotoğrafı da kendi adıyla kullandığı sosyal paylaşım sitesinden yayımladı.

 

Şirin'in misafiri olduğu Özel Harekâtçı polis müdürü, daha önce de MHP'li Kılavuz'a ev sahipliği yaptı.

Galatasaraylı olması sebebiyle sarı kırmızılı camiayı yakından tanıyan gazeteci Fatih Altaylı, Ocak 2023'te kaleme aldığı bir yazısında Şirin'in asıl isminin Muzaffer Şirin olduğunu açıkladı.

Altaylı, Şirin'in, FETÖ'yle bağı olmasının yanı sıra, Sinan Ateş cinayeti soruşturması çerçevesinde halen tutuklu bulunan Avukat Serdar Öktem'in aynı zamanda Sebahattin (Muzaffer) Şirin'in de avukatı olduğunu iddia etti. Şirin'in ayrıca İsmailağa cemaatiyle de bağının olduğunu öne sürdü.

Kaldı ki; yine Sinan Ateş cinayetinde kapsamında iki Özel Harekât Polisi'nin tutuklu konumunda cezaevinde bulunduklarını hatırlatayım.

Şimdi bu üç fotoğrafı beraberce nasıl okumak lazım sizce?

"Kimler, kimlerle beraber" demek yanlış olur mu?

Ve, her üç fotoğraftaki ortak kişi, halen Özel Harekât Başkanlığı'nda üst düzeyde görev yapıyor.

Tayine kimler, neden imza koydu acaba? Makul bir açıklamasının olabileceği kuşkusuz!

Yeri gelmişken geçmişten de bir örnek vereyim.

Fetullah Gülen cemaatinin henüz FETÖ olmadığı günlerde, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Kılıçlar'ın döneminde, şimdilerde FETÖ'cü olduğu için aranan futbolcu Hakan Şükür de Özel Harekât'ın müdavimlerindendi.

İşte o günlerden bir fotoğraf daha...

Şükür, dönemin Özel Harekât Dairesi Başkanı Cemil Tonbul ve ekibinin misafiri. Sık sık Gölbaşı'na gelen Şükür, bizzat başkan tarafından ağırlanıyordu.

Polisevinden Özel Harekât'a

Hep söylerim, uzun yıllardır yakından takip ettiğim Emniyet teşkilatı, hakikaten ilginç ve dikkat çekici bir kurum.

Kendisini yönetenleri / yönettiğini düşünenleri bir gecede vezir de eder, rezil de.

Gerçi bu kadar yaşanmışlıklara karşın rezil olanı pek de göremedim son dönemde ama neyse konumuz bu değil.

Son cümlelerde, mevcut Özel Harekât Başkanı hakkında birkaç not vereyim. Peşinen söyleyim, kendisi ile kişisel hiç bir sorunum olmaz, olamaz. Odak noktam, her zaman olduğu gibi sistem.

Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun ekibin tasfiyesi çerçevesinde Özel Harekât Başkanlığı'na getirilen yeni Başkan, uzun yıllar önce bu işi bırakmış durumdaydı. Özel Harekâtçı olmasına karşın yanlış hatırlamıyorsam 2010 ya da 2011'de ayrılmıştı.

Epeyce zamandır İzmir'deki polis evinin sorumlusuydu. Ve mevcut Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız'ın İzmir Valiliği döneminden tanıştıkları için Ayyıldız'ın tercihi olarak yeni görevine atandı. Tabii sadece Ayyıldız'ın referansının yeterli olmadığını söylememe sanırım gerek yok. Başka isimlerin de desteği var kendisinde.

Belki biraz garip örnek olacak; dün, polis evinin gıda başta olmak üzere lojistik ihtiyaçlarını karşılamakla görevli olan Başkan, bugün kamuflajı giyip yeni Özel Harekâtçıların eğitimini planlayıp organize ediyor, yeni teknolojileri öğrenmeye çalışıyor, yeni sistem silah ve mühimmat satın alıyor vs.

Liyakat standardının böylesi de ancak Emniyet'e yakışır! Tercih böyle olunca, yazının önceki bölümündeki yaşananlar da kaçınılmaz oluyor maalesef.

(T24)


29 Nisan 2024 Pazartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 29 Nisan 2024 -



Taksim 1 Mayıs’la özdeştir! (Aziz Çelik)

AYM kararında vurgulandığı gibi Taksim Meydanı 1 Mayıs İşçi Bayramı ile özdeştir ve Taksim’de 1 Mayıs kutlamasını engellemek hak ihlalidir. Hükümetin görevi işçilerin ve yurttaşların 1 Mayıs’ı Taksim’de ve her yerde güvenli ve barış içinde kutlaması için gerekli önlemleri almaktır.

1 Mayıs 2024’te yine keyfi bir “Taksim yasağı” gündemde. DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve TDB’den oluşan emek örgütleri bu yıl 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı İstanbul’da Taksim Meydanında kutlama kararı aldı. Geçmişte sayısız kez engellenen Taksim’de 1 Mayıs kutlaması bu yıl da keyfi bir yasak ve engelleme ile karşı karşıya. Üstelik 2023 tarihli yeni iki Anayasaya Mahkemesi (AYM) kararına rağmen! İstanbul Valiliği AYM kararlarını hiçe sayarak 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasını engellemek istiyor. Oysa AYM kararında açıkça belirtildiği üzere Taksim Meydanı Türkiye’de 1 Mayıs’ın hafıza mekanıdır ve 1 Mayıs ile özdeşleşmiştir.

İstanbul Valiliği Taksim’de 1 Mayıs kutlamasını güvenlik ve şehrin en işlek yeri olması bahanesiyle engellemek istiyor. Valilik Taksim’de güvenliği sağlamanın zor olduğunu iddia ediyor. Nereden baksanız tutarsız ve inandırıcı olmayan bir gerekçe!

GÜVENLİK BAHANESİ

İstanbul Valiliği DİSK’in Taksim’de 1 Mayıs kutlaması bildirimine verdiği yanıtta  “Taksim Meydanı, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamında belirlenen yer ve güzergâhlar arasında bulunmamaktadır. Bu nedenle, Taksim Meydanı ve çevresinin konumu itibari ile toplantı ve gösteri yürüyüşü için uygun olmadığı, araç ve yaya akışının çok yoğun olduğu, güvenlik tedbirlerinin alınmasını zorlaştıracağı ve kişi hak ve özgürlüklerinin korunmasında zafiyet oluşturabileceği aşikardır” denmekte ve “güzergâh sınırlaması” getirildiği iddia edilmektedir. Oysa bu “sınırlama” hakkın özünü ortadan kaldırıyor.

Valilik sözlü olarak ise “Taksim’de yeterince önlem alınamaz, Taksim’de yapmayın ama İstanbul’da istediğiniz başka bir meydanda yapabilirsiniz” diyor. Taksim’de güvenliği sağlamak konusunda tereddütlü olan İstanbul Valiliği kentin başka büyük meydanlarında (40 adet) güvenliği nasıl garanti ediyor? Sözün özü hükümet isterse İstanbul’da herhangi bir yerde güvenliği sağlayabilir. Geçmişte İstanbul’u 1 Mayıslarda hayalet şehir haline getirebilecek gücü olan hükümetin “Taksim’de güvenliği sağlayamayız” iddiası kof bir iddiadır. Dahası bu inanılmaz bir skandal ve aczin ifadesidir. Bir hükümet nasıl olur da “ biz orada güvenliği sağlayamayız” diyebilir!

AYM 2023 tarihli iki kararında Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının engellenmesini şu ifadelerle hak ihlali olarak gördü: "İşçi ve sendika kültürünün yapı taşlarından biri olan Taksim Meydanı yalnızca 1 Mayıs günü orada bulunanların dayanışmasını değil aynı zamanda emekçilerin ortak hafızasının varlığını göstermektedir. Bu durumda kendisini o kültürün bir parçası olarak gören her kişinin 1 Mayıs günlerinde Taksim Meydanı'nın ifade ettiği anlamı doğrudan tecrübe etmek ve edindiği tecrübeyi kuşaklar boyunca aktarmak için orada bulunma hakkı vardır. 1 Mayıs'ın Taksim Meydanı ile özdeşleştirilmesi nedeniyle anılan mekânın sınırlanması aktarılmak istenen düşüncenin de sınırlanmasına neden olmaktadır."

İstanbul Valiliği Taksim’i yasaklayarak AYM kararını hiçe sayıyor. AYM Taksim’de 1 Mayıs kutlanmasının sınırlanmasının aynı zamanda ifade özgürlüğünün sınırlaması olarak görmektedir. İdarenin yapması gereken AYM’nin bu kararının gereğini yapmak ve yeni bir hak ihlalinin önüne geçmektir.  DİSK makul bir süre önceden Valilik ve Hükümetle görüşerek bunun için yeterli zaman önceden bildirimde bulunmuştur. Hükümetin hiçbir bahanesi yoktur.

TAKSİM RİYASI!

Öte yandan siyaseten dün Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının propagandasını yapıp bugün karşı çıkmak riya değilse nedir? 2010’da bizzat AKP İstanbul İl Başkanlığı İstanbul’un pek çok yerine “1 Mayıs hem Taksim hem bayram” şeklinde pankartlar astı. 1 Mayıs 2009’da Taksim’de fiilen kutlandı. 2010, 2011 ve 2012’de ise üç kez izinli olarak devasa mitingler yapıldı. Kimsenin burnu kanamadı.

Hükümet üç yıl üst üste Taksim Meydanı’nda güvenliği sağladı. Hükümet Taksim’de 1 Mayıs kutlamasıyla övündü. Hatta Başbakan Erdoğan 2 Mayıs, 2010 günü AKP grup toplantısında yaptığı konuşmada Taksim Meydanı’nda 32 yıl önce 1977’de yaşanan acı hadisenin ardından, ilk kez bu alanın resmi kutlamaya ev sahipliği yaptığını vurgulayarak hayatını kaybedenlerin saygıyla anıldığını, yakınlarının bir nebze olsun gönül rahatlığına kavuştuğunu söylüyordu.

"Dün Taksim Meydanı’nda yaşanan o tarihi an, 2010 yılı 1 Mayıs’ı asla ve asla bir tesadüfün eseri değildir" diyen Erdoğan, 2010 yılı 1 Mayıs’ının mutlaka hafızalara kazınacağını, tarihte kendisine unutulmaz bir yer bulacağını da ekliyordu. Erdoğan aynı konuşmada 1 Mayıs 2010’un, Türkiye’nin nasıl değiştiğinin, olgunlaştığının, tabularını nasıl yıktığının, statükoyu nasıl aştığının, tahrik ve provokasyon korkularından nasıl sıyrıldığının, somut bir abidesi olduğunu söylüyordu (2.5. 2010, Milliyet).

Sonra birden bire 1 Mayıs 2013’ten başlayarak AKP hükümetinin 1 Mayıs fobisi nüksetti! Taksim’de miting yapmak “güvenlik”, “kalabalık” ve benzeri gerekçelerle engellenmeye başlandı. Taksim’de 1 Mayıs kutlamak isteyenlere karşı şiddet kullanılmaya başlandı.

Oysa Taksim Meydanı geçmişe göre çok daha büyük. Önemli ölçüde trafikten arınmış durumda. Çevre düzenlemesi 1 Mayıs kutlaması için çok daha uygun. Mitinge ulaşım ve dağılım çok daha kolay. Kısaca Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının engellenmesinin nedeni “güvenlik” değil.

Şu sorunun yanıtı yok: 2010, 2011 ve 2012’de güvenliği sağlayan Valilik şimdi güvenliği sağlamaktan aciz mi? Oysa emniyetin gerek personel ve gerekse teknik donanım açısından 10 yıl öncesine göre çok daha geniş olanaklara sahip olduğu biliniyor. İstenirse 1 Mayıs’ta Taksim’de güvenliği sağlamak mümkün.

Öte yandan “Taksim’de güvenliği sağlamak zor, Taksim riskli” demenin hiçbir inandırıcı yanı yok. İzinli meydanlarda ve mitinglerde de ciddi güvenlik zaafları ve ihlalleri söz konusu oluyor. Dahası izinli mitinglerde büyük katliamlar yaşanıyor. 10 Ekim 2015 Ankara Gar Meydanında miting için toplanan kalabalığa yönelik İŞİD katliamı hafızalarda. 1996’da Kadıköy’de izinli 1 Mayıs mitinginin bizzat güvenlik kuvvetlerinin provokasyonu sonucu kana bulanması da bir diğer örnek.

Maksat güvenlik ise İstanbul Valiliği ve Hükümet bunu sağlayacak kadro ve teknik kapasiteye sahiptir. Hükümet ve Valilik isterse İstanbul’un herhangi bir yerinde güvenliği sağlayabilir. Bunun aksini iddia etmek devleti “zaaf içinde” göstermek değil midir?

1 MAYIS MEYDANLARI

AKP hükümeti 1 Mayıs’ın İstanbul’un en önemli ve merkezi meydanında kutlanmasını engellemeye çalışırken 1 Mayıs dünyanın önde gelen şehirlerinde, bu şehirlerin en önemli meydanlarında ve en merkezi yerlerinde kutlanıyor. Bizdeki gibi fobiler ve tabular pek yok “Trafik aksar, şehir merkezinde gösteri olmaz” diye saçma sapan gerekçeler pek yok. Tersine dünyanın büyük şehirlerinde 1 Mayıs gösterileri en merkezi ve en önemli meydanlarda yapılıyor. İşte dünyanın 1 Mayıs meydanları:

Londra’nın Trafalgar Meydanı: Londra’nın merkezindeki en büyük ve en önemli meydanlardan biri. Sadece 1 Mayıs’a değil geçmişten bugüne çeşitli siyasal ve toplumsal gösterilere de ev sahipliği yapıyor.

Paris’in Bastille Meydanı (Place de la Bastille): Paris’te 1 Mayıs gösterilerinin yapıldığı meydan Paris’in en merkezi yerlerinden biri ve aynı zamanda 1789 Fransız devriminin simgesi. 

Washington DC’de Union Station, Capitol Building, Beyaz Saray güzergahı: 1 Mayıs gösterileri bu güzergahta yapılıyor. Bu güzergah Washington DC’nin kalbi sayılır. Ankara’da TBMM veya Anıtkabir’in hemen yanında 1 Mayıs gösterisi yapmakla eşdeğer.

New York’ta Union Square: New York Manhattan’daki önemli ve tarihi meydanlardan biri. Bu meydan da geçmişten bu yana gösterileriyle meşhur.

Moskova’da Kızıl Meydan: Siyasal ve tarihsel önemi ve konumu üzerinde fazla söze hacet yok. Sadece Moskova’nın değil Rusya’nın hatta dünyanın en önemli meydanlarından biri ve Kremlin’in önü.

Berlin’de Alexanderderplatz (Alexander Meydanı): Berlin’in önemli meydanlarından biri, Roma’da San Giovanni Meydanı, Sidney’de Macquarne Caddesi ve Parlamento önü; Viyana’da City Hall (Belediye Önü), Atina’da şehir merkezi, Barcelona’da şehir merkezi, Belfast’ta Art College Square (şehir merkezi),  Havana’da Devrim Meydanı,  Hong Kong’da Victoria Park ve Hükümet Meydanı,  Los Angeles’ta şehir merkezi, Manila’da City Hall (Belediye) ve Başkanlık Sarayı Ön. Tel Aviv’de Rabin Meydanı.

1 Mayıs dünyanın önde gelen şehirlerinin en merkezi ve en önemli meydanlarında kutlanıyor. İşçiler, emekçiler şehirlerin en merkezi yerlerinde seslerini yükseltiyor.  Görüldüğü gibi bizdeki saçma sapan takıntılara pek rastlanmıyor. Dünyanın önde gelen şehirlerinde en işlek ve kalabalık merkezler 1 Mayıs için uygun ama İstanbul’da Taksim uygun değil. Oralarda trafik ve “kamu güvenliği” sorun değil ama Taksim’de sorun!

ÇALIŞMA BAKANI NEREDE?

Memleketin çalışma hayatında 1 Mayıs gündemi varken, Taksim’de 1 Mayıs yasağı gündemdeyken konunun asıl muhataplarından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı nerede ve ne yapıyor? Çalışma hayatı ile ilgili sorunlar Çalışma Bakanının gündeminin ilk sıralarında olmalıdır. Oysa Çalışma Bakanı 1 Mayıs’ın kutlanması konusunda taraflarla görüşüp çözüm aramak yerine hariçten gazel okumayı tercih ediyor.

Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan geçtiğimiz günlerde Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen DİSK ile polemik yaparcasına "İşçimizin alın teri, Taksim Meydanı'na sığmayacak kadar büyük" deyivermiş. İlginç bir tutum! Taksim’de 1 Mayıs kutlamak isteyenlerle görüşmek onları anlamak ve çözüm aramak yerine demagoji ve polemiği yeğleyen, 1 Mayıs'ın ve Taksim'in anlamından ve öneminden bihaber bir Çalışma Bakanı!

Bakan polemikte ve demagojide sınır tanımıyor ve şöyle diyebiliyor ‘‘1977 yılında Taksim'de kaybettiğimiz 34 işçimizi, emekçimizi rahmetle yad ediyorum. Ancak Taksim'de hayatlarını kaybeden emekçilerimizin isimlerini bile hatırlamayanların, onların aziz hatıralarını kullanarak, bu alanda kitlesel kutlama inadı, 1 Mayıs'ın dayanışma ruhunu zedelemektedir.’’ Acaba kendisi 1 Mayıs 1977'de öldürülenlerin birinin bile adını biliyor mu? Hiç sanmam. Dahası 1 Mayıs 1977'de öldürülenlerin sayısını bile yanlış biliyor. 1 Mayıs 1977’de 34 değil 41 yurttaş katledildi.

Çalışma Bakanı tam 1 Mayıs haftasında içi boş bir Çalışma Meclisi toplayarak zevahiri kurtarmaya çalışıyor. Türk-İş, Hak-İş, Memur-Sen, Kamu-Sen ve işveren örgütleri arasında mekik dokuyor, İstanbul Sanayi Odası toplantısı için İstanbul’a geliyor, bir parti faaliyeti için Samsun’a gidiyor.  Ancak yaklaşık bir yıldır görevde olan Bakan Işıkhan DİSK'e bir kez bile gitmiyor. Böylesine kritik bir 1 Mayıs öncesinde bile ziyaret etmiyor. Tuhaf değil mi? Bir çalışma bakanı neden böyle bir ayrımcılık yapar? Ziyaret etmediği gibi daha da ilginç olanı 1 Mayıs üzerinden DİSK'le tuhaf polemiklere girmesi!

AYM kararında vurgulandığı gibi Taksim 1 Mayıs ile özdeştir ve Taksim’de 1 Mayısı engellemek aynı zamanda ifade özgürlüğünü engellemektir. Valiliği, Emniyeti, İçişleri ve Çalışma Bakanlığıyla hükümetin görevi işçilerin ve yurttaşların 1 Mayıs’ı Taksim’de ve istedikleri her yerde güvenli ve barış içinde kutlaması için gerekli önlemleri almaktır. Aksi bir tutum bir kez daha hak ihlali olacak ve 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasını engelleyenler hukuk karşısında sorumlu olacaktır.

Bırakın 1 Mayıs, 1 Mayıs olsun!

                                                          /././

Lübnan karışırsa Ortadoğu yanar (İbrahim Varlı)

İsrail’in Gazze saldırılarının ve İran ile hesaplaşmasının ikinci cephesi olan Lübnan çok aktörlü bir denklemin merkezinde. Dr. Sezer, Lübnan’daki çok boyutlu kapışmanın sönümlenmeyeceğini vurguluyor.

Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonrası İsrail’in Gazze Şeridi’nde 34 binden fazla Filistinliyi katlettiği savaşın bir diğer cephesinde çatışmalar şiddetleniyor: İran destekli Hizbullah’ın güçlü olduğu, yıllardır kemikleşen iç krizleriyle boğuşan kuzeydeki Lübnan.

Savaşın ilk günlerinden bu yana çatışmanın yayılmasına yönelik endişeler her geçen gün daha yüksek sesle dile getirilirken, son haftalarda İran ile İsrail arasındaki saldırılar, bu korkuların hiç de yersiz olmadığını gösterdi. Uluslararası toplumda çığ gibi büyüyen tepkiye karşı İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için de bu durum, çatışmayı bölgeye yayarak üzerindeki baskıyı azaltmak ve Ortadoğu’daki krizin yükünü bölgeye paylaştırmak için bir fırsat.

İsrail’in Şam’daki İran Büyükelçiliği’ne düzenlediği ve Devrim Muhafızları’ndan 2’si üst düzey olmak üzere 7 komutanın öldürüldüğü saldırıya İran ilk kez direkt olarak füzelerle İsrail topraklarını vurarak yanıt verdi. İsrail’in bu saldırıya İran’ı kamikaze İHA ile karşılığı sonrası bu çatışmanın nereye evrileceği tartışmaların merkezinde.

Lübnan Hizbullah’ı ile İsrail ordusu arasındaki çatışmalar hız kazanırken sınırda yeni bir göç dalgasına yol açtı.

İstanbul Gedik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Dr. Öğr. Üyesi Selim Sezer, Lübnan cephesindeki çatışmaları BirGün’e değerlendirdi.

İsrail-Filistin savaşının/krizinin bir diğer önemli cephesi de Lübnan. Lübnan neden önemli?

Lübnan her şeyden önce konumu itibarıyla bölgede önemli bir yer tutuyor. Batı Akdeniz’in en önemli limanlarından bazılarına ev sahipliği yapan ve geçmişte bölgenin ticaret ve finans merkezi olan Lübnan, şaşaalı günlerini geride bırakmış olsa da halen pek çok bölgesel ve uluslararası aktörün kontrol altında tutmak istediği bir ülke. Aynı zamanda Lübnan açıklarında önemli doğalgaz kaynakları bulunuyor ve önümüzdeki on yıllar boyunca Akdeniz gazı, Ortadoğu’nun en önemli iktisadi ve siyasi meseleleri arasında yer alacak.

Bunun dışında din ve mezhep yönünden heterojen bir nüfusa sahip olan Lübnan’da farklı cemaatler geçmişten beri farklı bölgesel aktörlerin etki alanı içinde yer aldı. Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren başlayan ve manda döneminde derinleşen Fransız etkisi ve özellikle kültürel nüfuzu da, en azından toplumun bir kısmı nezdinde bugünlere kadar devam etti.

Bu saydıklarımız Lübnan’ı genel olarak Ortadoğu’nun önemli ülkeleri arasına yerleştirirken, özel olarak İsrail’in bu ülkeye olan “ilgisinin” çok açık bir sebebi var: 1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı’ndan sonra Filistinliler dışında İsrail’le savaşan sadece Lübnanlılar oldu ve sayısız girişime rağmen tasfiye edilemeyen Lübnan direnişi, bugünlere kadar daha da güçlendi.

İsrail’in savaşı yayma planlarının en kırılgan halkası olan Lübnan’a savaş sıçrar mı?

Ekim ayından beri hem İsrail’in hem de Lübnan Hizbullahı hareketinin çatışmayı asgari düzeyde tutma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Yapısı itibarıyla sadece kısa süreli ve odaklanmış savaşlara hazır olan İsrail ordusu, kuzeyde ikinci bir cephenin açılmasından her zaman endişe etti. Üstelik bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde söz konusu cephe Gazze cephesinden tamamen farklı olacaktır; olası bir İsrail-Lübnan savaşı halinde İsrail karşısında en az konvansiyonel bir ordu kadar güçlü, ama aynı zamanda “gerilla” savaşı konusunda da deneyimli bir kuvvet bulacaktır. Hizbullah’ın 2006 yılından bu yana askeri kapasitesini tam olarak hangi düzeye getirdiği de İsrail tarafından bilinmiyor. Dahası, İsrail Gazze’de uyguladığı kuşatmayı Lübnan’da uygulayamayacak, ayrıca savaşa Hizbullah’la birlikte başta Emel olmak üzere farklı siyasi grupların milis güçleri, hatta belki de Lübnan ordusunun en azından bir kısmı katılacaktır. Bu, İsrail’in kolayca göze alabileceği bir şey değildir; Gazze Savaşı devam ederken kuvvetlerinin önemli bir bölümünü kuzeye kaydırmayı da istemeyeceklerdir.

HİZBULLAH’IN ÇEKİNCELERİ

Öte yandan Hizbullah’ın da tam kapsamlı bir savaşa girmekten kaçınmak için sebepleri var. Lübnan’daki siyasi ve iktisadi kriz ortamında yeni bir savaş her şeyi daha da ağırlaştıracaktır. Ayrıca 2006 savaşında Lübnanlı güçlerin önemli bir bölümü Hizbullah’ın yanında yer almış ya da sürecin dışında kalmıştı. Ancak son yıllardaki iç siyasi denklem Hizbullah’ı bazı açılardan sıkıştırdığından, Hizbullah çeşitli güçlerin (özellikle sağcı Maruni güçlerin ve genel olarak 14 Mart İttifakı’nın) kendilerini “ülkeyi savaşa sokmakla” itham edeceği ve/veya Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını isteyeceği bir tablonun oluşmasını istemeyecektir.

Bütün bunlara rağmen Hizbullah, Gazze Savaşı sürerken İsrail güçlerinin bir kısmını oyalamayı ve zayıflatmayı bir görev olarak kabul etti ve altı ayda iki yüzden fazla kadrosunu kaybetti. İsrail de Hizbullah saldırılarında kesin sayısı bilinmemekle birlikte çok sayıda askerini kaybetti ve Lübnan’ın güneyine yönelik hava saldırıları da dahil olmak üzere çeşitli biçimlerde karşılık verdi. Olağan koşullarda beklenmesi gereken, Gazze’de ateşkes sağlanıncaya kadar kuzey sınır bölgelerinde de düşük yoğunluklu çatışma halinin devam etmesidir, ancak bölgedeki denklemler hızlı bir şekilde değişebilmektedir.

Washington’dan dahi “Lübnan-İsrail sınırında ‘sert bir gerilim’ yaşanabileceği uyarısı” gelirken savaşın Lübnan’a sıçramasının sonuçları ne olur?

Bu uyarılara ilave olarak cuma günü Lübnan basınında, Hizbullah’a yakın bir kaynağın “Çarpışmalarda yeni bir safhaya geçmeye hazırlanıyoruz” dediği bilgisi de yer aldı. Eğer durum benim tanımladığım “düşük yoğunluklu çatışma” halinden çıkıp “tam kapsamlı savaş” halini alırsa, her şeyden önce bunun yıkıcı sonuçları olacaktır. Başkent Beyrut’un bile elektrik de dahil olmak üzere temel imkanlardan kısmen yoksun olduğu kriz koşullarında savaş Lübnanlılar için – can kayıpları ve göçlere ilave olarak – hayatın daha da zorlaşması anlamına gelecektir.

Benzer bir durum İsrail için de geçerlidir. Gazze’deki soykırım sebebiyle yapılan boykot ve yatırımların geri çekilmesi çağrılarının kayda değer bir karşılık bulmasının sonucunda zaten zor bir durumda olan İsrail ekonomisi daha da ciddi düzeyde hasar görecek, halihazırda önemli ölçüde boşalmış olan kuzey bölgelerinden göçler daha da artacaktır. Dahası, eşzamanlı iki savaş, İsrail’den dışarıya göçleri de artıracak, İsrail’e göçleri ise bir süreliğine de olsa sıfıra yakın bir noktaya getirecektir. Bu da İsrail’in varoluşunun temellerinden olan Yahudi nüfus çoğunluğunu kendileri bakımından tehlikeye atacaktır.

‘MAĞDUR’ OLMAK İSTEYEBİLİR

Ancak anlaşıldığı kadarıyla Netanyahu ve hükümetindeki isimlerin en azından bir kısmı (özellikle de Ben-Gvir ve diğer “aşırılıkçılar”) yeni savaşlar istiyor. Zira yeni bir savaş ve özellikle İsrail’in “saldırıya” uğraması dikkatleri Gazze’den uzaklaştırabilecek, İsrail’in dünya kamuoyuna kendisini “mağdur” olarak lanse etmesine zemin sağlayacak, aynı zamanda da çeşitli faktörlerin etkisiyle sınırlı hale gelmeye başlamış Amerikan desteğini yeniden konsolide etmeyi sağlayacaktır. Her ne kadar Joe Biden yönetimi Lübnan’la yeni bir savaşı istemediğini defaatle ifade etmiş olsa da, tam kapsamlı savaşın patlak vermesi halinde ABD’nin İsrail’e askeri, mali ve siyasi destek sağlayacağı kesindir.  

Kimlik siyaseti üzerinden bölünmüş, çok etnili, çok dinli, çok kültürlü Lübnan’ın olası bir çatışmanın/savaşın içine çekilmesi Suriye’yi nasıl etkiler?

Önceki on yılda bazı bakımlardan bunun tersi denebilecek bir süreç yaşandı. Suriye çatışması Lübnan toplumunu da ikiye böldü. 1 milyondan fazla Suriyeli mültecinin gelişi de bu bölünmeyi güçlendirdi, zira Lübnan’a göç eden Suriyeliler arasında hem Beşar Esad yanlıları hem de Beşar Esad karşıtları vardı ve Lübnan, kendi nüfusuna oranla en fazla Suriyeli mülteci kabul eden ülke oldu. Şimdi bunun tersini, yani farklı din ve mezheplerden, farklı siyasi çizgilerden Lübnanlıların olası büyük çaplı bir savaşta Suriye’ye göç etmesini görür müyüz bilmiyorum, buna fazla bir ihtimal vermiyorum. Ancak her durumda bu iki ülkeden birinde yaşanan gelişmeler, sınırın diğer tarafına çok doğrudan şekilde yansır. Zaten Suriye-Lübnan sınırı Fransız mandası zamanında keyfi olarak çizilmiş, yapay bir sınırdır ve aslında Suriyeliler ile Lübnanlılar, heterojen bileşimlerine rağmen, en geniş haliyle tek bir toplumun parçasıdır.

LÜBNAN ÇIKMAZDA

İran-İsrail arasında siyasi-askeri hesaplaşmaya sahne olan Lübnan’ı nasıl bir gelecek bekliyor?

Lübnan’ın geleceğin dair kimsenin pozitif öngörüleri olmadığı gibi, herhangi türden bir gelecekten bahsedebilenlerin sayısı da giderek azalıyor. Bu yalnızca yakın zamanda ya da yalnızca İran ve İsrail arasında yaşanan süreçlerden kaynaklı değil. Öncelikle Lübnan siyasetinde etkili olan başka dış aktörler de var, bunların başında da Suudi Arabistan ve Fransa geliyor. İkinci olarak sistem yıllardır tam bir açmaza girmiş durumda.

2019 yılında başlayan ve tabandan gelişen protesto hareketleri, Lübnan siyasetini bir anlamda tekeli altına almış tüm siyasi aktörlerin sahneden çekilmesini talep etmesi ve geleneksel mezhep temelli mekanizmaların aşılması talepleriyle heyecan yaratmıştı. Ancak bu hareketler zaman içinde sönümlendiği gibi, 4 Ağustos 2020 tarihinde gerçekleşen Beyrut Limanı patlaması, bir anlamda ülkenin tabutuna son çiviyi çaktı. Hiç kimsenin bir çıkış planının olmadığı koşullarda Lübnan’ın yeniden Fransız mandası altına girmesini talep edenler bile çıktı – ki aslında mevcut sorunların derin kökenleri tam da bu manda döneminde inşa edilen mekanizmalar olduğundan, bu talep epey ironikti.

Geride kalan dört yıl boyunca liman patlamasıyla ilgili soruşturmada yol kat edilememiş olması, sistemdeki genel çürümemin göstergelerinden biri. Ayrıca son yıllarda siyasi kriz ve ekonomik kriz birbirini karşılıklı olarak besleyip derinleştirdi ve son yıllarda Lübnan’ı terk edenlerin sayısı, 1860-1914 yıllarındaki uzun süreli büyük göç dalgasında o dönem Cebel-i Lübnan olarak adlandırılan bölgeden göç edenleri geride bıraktı. Mevcut çatışma durumu ve çatışmaların derinleşmesi ihtimali, tablonun daha da kötüleşmesi anlamına geliyor.  

Hizbullah’ın iç ve dış politikadaki varlığı-gücü Lübnan’ı nasıl etkiliyor?

Hizbullah’ın Lübnan iç siyasetinde oynadığı role dair çokça eleştiriler var ve bunlar tamamen haksız değil. Özellikle 2019-2020 sürecinde ve sonrasında Hizbullah’ın da dahil olduğu 8 Mart koalisyonunun çürümüş bir düzenin bekçisi konumuna düşmesi büyük bir talihsizlik.

Ancak Hizbullah’ın silahlarını bırakması talebi adil ve makul bir talep değil. Zira Hizbullah, Lübnan ordusunun sahip olmadığı bir güce ve caydırıcılığa sahip. Hatta geçmiş süreçleri, esas olarak da 1980’lerin ortalarından itibaren Güney Lübnan’da gelişen direnişi ve 2006 Temmuz Savaşı’nı düşününce, “Hizbullah olmasaydı bugün Lübnan’dan geriye bir şey kalır mıydı ki” demek de mümkün. Aslında diğer taraflar da bunu biliyor, keza Lübnan Kuvvetleri gibi sağcı oluşumlar Hizbullah’ın silahlarını kendisine karşı kullanmayacağını da biliyor. Ancak siyasi hasımlarını zayıflatmak için bu argümanı kullanmaktan da geri durmuyorlar. 

LİDERLİK DÜĞÜMÜ

Lübnan’da cumhurbaşkanlığı krizi ABD, Fransa, Suudi Arabistan, Mısır ve Katar’ı içeren Beşli Komite’ye rağmen aşılabilmiş değil. Kriz ne kadar derinleşecek?

Lübnan daha önce de cumhurbaşkanlığı ve krizleri yaşamıştı. Son Cumhurbaşkanı Mişel Aun, Baabda Sarayı’nın 2 yıl 5 ay boş kalmasından sonra göreve başlamıştı. Ondan önceki cumhurbaşkanı Mişel Süleyman da altı aylık bir krizden sonra cumhurbaşkanı olmuştu. Bu durum, biraz iç siyasi hizipleşmelerden, biraz da Lübnan’ın sorunlu siyasal sisteminden kaynaklanıyor. 1943 tarihli Ulusal Pakt’tan beri Lübnan’da Cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyan, Başbakan Sünni Müslüman, Meclis Başkanı ise Şii Müslüman olmak zorundadır. Ancak bir kişinin cumhurbaşkanı seçilebilmesi için 128 sandalyeli Lübnan parlamentosundan en az 65 milletvekilinin bu kişi için oy vermesi gerekir. Meclis’te de dinler ve mezhepler için belirlenmiş kotalar vardır ve Marunilere ayrılan sandalye sayısı 34, Hıristiyanların toplam sayısı 64’tür.

İşi daha da karmaşıklaştıran durum, Lübnan siyasi tablosunun, her ikisi de farklı mezheplerden partileri barındıran iki ana koalisyon (8 Mart ve 14 Mart) arasında bölünmesi, 13 milletvekilinin ise tüm geleneksel çizgilere karşı olması, bazı başka milletvekillerinin de iki ana çizginin dışında kalmasıdır. Bu tablo içinde 65 kişinin birden onaylayacağı bir isim bulmak hemen hemen imkansızdır. 14 Martçıların kendi adaylarını seçtirmesi mümkün değildir; Hizbullah’ın da dahil olduğu 8 Mart da Meclis’te çoğunluğa sahip değildir ve önceki Cumhurbaşkanı Aun gibi hem Maruni olup hem Hizbullah’ın desteğini alacak bir isim bulmak pek kolay değildir. Dolayısıyla mevcut tablo altında krizin çözülmesini beklemiyorum.

                                                            /././

Büyük güçler ne kadar büyük? (Selçuk Candansayar)

Yerel seçimler sonrası siyasal alanın kurum ve aktörlerinde anlaşılabilir bir dalgalanma oluştu. Giderek derinleşen ekonomik krizin çaldığı felaket tamtamlarının sesi daha da yükseliyor. Bu gürültünün bir değişimin habercisi olduğu konusunda hemen herkes hemfikir. Birbirinden çok farklı gibi olsalar da hemen tüm yorumlarda bir ortak nokta var: Büyük güçler Türkiye’yi “dizayn” ediyorlar!

İstanbul’daki 23 Nisan törenlerinde İmamoğlu’nun yanına gelen çocuk ve babaannesi hikâyesini hemen herkes okudu. Babaanne, bir sosyal medya trolünce Alman ajanlığıyla suçlandı! Yetmedi, Almanya Cumhurbaşkanı’nın İmamoğlu ve Yavaş ile görüşmesi çok ama çok manidar bulundu. Basit dezenformasyon, algı oluşturmadan öte bir durum var burada. Sosyal medya olmasaydı, kahvehanede bir kaç kişinin “Vay anasına” diye kuracağı komplocu düşünceler olur geçerdi bunlar. Ama mesele biraz daha derin. “Büyük güçler Türkiye’yi dizayn ediyor, her şey bir plana bağlı işliyor” inancı trollerle sınırlı değil.

“Kılıçdaroğlu’nu kimler getirdiyse, onu gönderip yerine Özel’i getirenler de aynı!” ya da “RTE’yi getirenler şimdi onun yerine kimi getireceklerini planlıyorlar!” benzeri çözümlemeler “okumuş yazmışlarda” da çok yaygın. Bu düşünceye göre kendi içlerinde bazen çatışsalar da, dünyada büyük güçler var, olup bitenler de hep onların planı!  Bu inancın karikatür hali “illüminati” ise, daha ayakları yere oturanı “büyük sermaye.”

∗∗∗

Olup bitenlerin büyük güçlerin planladığı doğrultuda işlediği düşüncesinin kaderci bir yanı var. Her hamlenin bir sonraki hamleyi de belirleyecek şekilde yapıldığına inanıyorsak, bir “büyük plan” olduğuna da örtük olarak inanıyoruz demektir. Örneğin, daha ABD Afganistan’da Sovyetler’e karşı mücahitleri örgütlerken, ilerde mücahitlerden Taliban ve El Kaide’yi kurmayı planladığını da düşünebiliriz. Bu durumda, 11 Eylül İkiz Kule saldırılarının da büyük güçlerce Afganistan’ı işgal etmeye bahane olması için planlandığı sonucuna varan bir komploya inanmaktan başka çaremiz kalmaz.

Büyük sermayeye, kapitalizme Allah muamelesi yapmaya gerek yok. Büyük güçler var ve planlar da yapıyorlar. Ama kapitalist aklın işleyişine uygun, kısa vadeli ve faydacı planlamalar yapabiliyorlar. Sovyetler, Afganistan’ı mı işgal etti? Yerelde neyi kışkırtabiliriz? Siyasal İslamcılığı o zaman hemen kışkırtalım. Sonra Taliban ve El Kaide ortaya çıkınca her iki yapıyı da istenmeyen etki (collateral damage) olarak yorumluyorlar ve bu kez ona yönelik yine tek atımlık plan yapıyorlar. Kapitalist aklın kısa vadeli, en hızlı ve o an en faydalı olan mantığı bu şekilde işliyor.

Geçmişe bakarken, önce gelenin kendinden sonrakini içerdiğini “sanmak” başka, önce gelenin kendinden sonrakinin nedeni olduğunu anlamak ise bambaşka. İlki insan zihninin bir işleyiş özelliği, ikincisi ise bir düşünme yöntemi. Tarihte bir şey olmuşsa ancak başka türlü olamayacağından olmuştur demek başka, tarih sonu belli bir olaylar zincirinden başka bir şey değil demek başka. Nesnel gerçek dünyada toplumsal ve siyasal dinamikler nedenin sonucu içerdiği şekilde işlemiyor. İşlese zaten “devrim” dediğimiz o büyük an olamazdı.

∗∗∗

İnsan zihninin işleyişinin bir özelliği daha var: İnsan, kendisini ve dünyayı “kendine özgü” bir kerteriz noktasından anlamlandırabiliyor. Deneyim ve bilginin inşa ettiği bir görme açısı. Çok sayıda etmenle ve egemen ideoloji tarafından biçimlenen bir nokta. Olup bitenler ve olmakta olacak olanlar hakkındaki yargıları bu kerteriz noktasına göre algılayarak anlamlandırıyor. “Senin bakış açından öyle görünüyor” denir ya… O bireysel bakış açısını belirleyen temel etkenlerden biri de kişinin dünya üzerindeki kendi konumlanması hakkındaki özgül inancı.

Kendisini içten içe sevilmeye değer bulmayan biri, başkalarının eylemlerinde sevgi işaretlerinden çok sevilmediğine dair işaretler bulmaya yatkındır. Çünkü kerteriz noktası sevilmeye değer olmadığıdır. Kendisini güçsüz, çaresiz hisseden biri de olup bitenlerin arkasında çok ama çok büyük güçler olduğuna dair örtük bir inanışa tutunmak zorunda kalır. Olup bitene müdahale edemeyecek kadar zayıf olan benim duygusunun yıkıcılığından sıyrılmanın yolu, olup bitenlerin planlayıcılarının (büyük güçlerin) kimsenin baş edemeyeceği kadar güçlü olduğuna dair düşünceler geliştirmektir.  Bu düşünme biçimi bireye, topluma siyasal özne olma imkânı tanımıyor.

Türkiye, zayıf düşmüş, düşürülmüş bir ülke. Derin bir ekonomik-politik krizin içinden geçerken, siyasetçisinden sokaktaki insanına kadar kendisini güçsüz hissediyor. Büyük güçlerin bir planı olduğuna dair inanç, giderek, umarız bir planları vardır inancına evrilebilir. Asıl kriz o zaman ortaya çıkacaktır, içinde umut kadar karanlığı da içeren bir kriz. Çünkü büyük güçler o kadar da büyük olmayabilir ve insanları dayanışmacı siyasal öznelere çevirecek örgütlenmelerin yokluğunda devrim potansiyeli yıkım fantezilerine dönüşebilir.

(Birgün)


Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 29 Nisan 2024 -

 

Ölen yine öldüğüyle kaldı (Barış Terkoğlu)

“Yaşarken durumunuz kuşkuludur” diyor Camus“Öldüğünüzde inanırlar” diye devam ediyor.

Ne acı. O ölümü Türkiye’ye ben duyurmuştum. İktidar ve FETÖ’nün işbirliğiyle, intikam davası nedeniyle hapiste tutulan 85 yaşındaki emekli Korgeneral Vural Avar, 20 Aralık 2022’de koğuşunda ölü bulunmuştu.

Aslında beklenmedik bir şey değildi. Defalarca “Ölüm geliyor” demiştim.

Vefatından sadece iki ay önce bu köşede okumuştunuz. Onu ziyaret eden Ahmet Zeki Üçok durumunu şöyle anlatmıştı:

“Yüksek tansiyon, kalp, demans, prostat, işitme kaybı hastalıkları var. Günde 10 hap kullanıyor. Sürekli eski söylediklerini tekrar ediyor. İsimleri unutuyor. Koğuş arkadaşının ismini hatırlamadı. (...) Çok zayıf ve kırılgan. Bu kışı çıkaramaz.”

Gerçekten dediği oldu, o kışı çıkaramadı.

‘DURUM KÖTÜ’ DİLEKÇESİ

Önümde bir dilekçe duruyor. Ölümünden önce Avar’ın avukatı Ümit Kara tarafından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na verilmiş. Görünen vahameti anlatmış. Kara, Vural Avar’ı 30 Eylül günü ziyaret ettiğinde gördüklerini de aktarmış:

“Günlük konuşmalarda cevap vermede zorlandığı, hukuki konuları da hiçbir şekilde idrak edemediği, tutarsız cevaplar verdiği, konuşmaların anlam ve önemini kavrayamadığı, muhataplarını tanımadığı, infaz personeli ile iletişimde zorlandığı, koğuş arkadaşları ile ortak yaşamı kestiği, yemek yeme istek ve dürtüsünü yitirdiği, zaman zaman yemeklerin dokunulmamış halde olduğu...”

Avukat Kara, dilekçesinde Avar’ın götürüldüğü hastane ile kaldığı cezaevinin ayrımının dahi farkında olmadığını anlatmış. Avar’ın infazının ertelenmesini talep etmiş.

Sonra...

Savcılık Avar’ı Ankara Bilkent Şehir Hastanesi’ne sevk etmiş. Avar için 22 Kasım tarihli doktor heyeti incelemesinin sonucunda “ceza ertelemesi gerektirecek hastalık durumu bulunmadığı” kararı alınmış. Cezaevine geri gönderilmiş. Belki de “Ölürse ölsün” denmiş.

SORUŞTURMA İZNİ VERİLMEDİ

İşte Avar’ın ölümünden sonra ailesi ve avukatı, bu kez göz göre göre gelen ölümün sorumluları için harekete geçti. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na “Sorumlular yargılansın” başvurusu yaptı.

Aradan 1.5 yıl geçti. Geçen günlerde Vural Avar’ın eşi Tuna Avar’ın kapısı çalındı. Postacı zarfı uzattı. Gelen evrak, özetle “Ölen öldüğüyle kaldı” diyordu.

Zira savcılık, Avar’ın cezaevinde kalmasına neden olan doktorlar hakkında soruşturma yapmak için Sağlık Bakanlığı’na yazı yazmıştı. Bakanlık ise dosyayı Mesleki Sorumluluk Kurulu’na sevk etmişti. Kurul, 10 doktor hakkında ön inceleme yapmış, sonucu şöyle duyurmuştu: “Soruşturma izni verilmemesine...”

Söz konusu raporu okuyorum. Doktorlar, Avar için verdikleri raporun gerekçesini aynı şekilde açıklıyorlar:

“Vural Avar, heyet odasına getirildikten sonra yardım almadan kendisine gösterilen sandalyeye oturmuş ve gene yardım almadan sandalyeden kalkarak kendisine sorulan sorulara cevap vermişti. (...) Postürü düzgündü. Özbakımı iyiydi. İletişiminde bir sıkıntı yoktu. Verdiği cevaplar anlamlıydı.”

Genel gözlemin dışında, Avar’la ilgili detaylı bir inceleme yapılsa, belki de cezaevinde ölebileceği öngörüsünde bulunulabilecekti. Zira ecel, tam da bu aralıkta sinyalini vermişti. Avar, henüz heyetin önüne çıkmadan, 30 Ekim’de banyo yaparken düşmüştü. Hastaneye kaldırılmış, kaburgasının kırık olduğu anlaşılmıştı. Tedavisinin ardından hastaneden taburcu edilmişti. Otopsi raporunda yazan ölüm nedeni olan akciğerdeki “pulmoner emboli” muhtemelen bununla bağlantılıydı. Daha önceki hastalıkları da bu riski büyütüyordu. Ancak heyetin önüne çıktığında buna bakılmamıştı. Doktorlar gerekçesini şöyle anlatıyordu: “Sağlık kurulu değerlendirilmesi için başvuru sebebi kaburga kırığı değildi. Kendisi, sağlık kurulu başvurusu için özellikle bir hastalık belirtmedi.”

İnceleme raporuna göre Ankara Bilkent Şehir Hastanesi, o yıl 22 bin 105 heyet raporu vermişti. Avar, inceleme raporundaki ifadeye göre “yoğun tempoda bakılan” hastalardan sadece biriydi. Nitekim bir doktor, o raporda salonun durumunu şöyle anlatıyor: “Aynı anda odada hekim ve kurul görevlisi dışında 20-25 hasta ve yakını, tekerlekli sandalyeler ve sedyeler olmaktadır.”

Sonuç olarak bürokratıyla, yargısıyla, doktoruyla devlet görevlileri, sorumluluklarını bir kez daha “ecel” diyerek temizledi. 85 yaşında mahpustaki ölümün dosyası kapanıp gitti. İçerde kalanlar ise aynı hikâyeyi yaşamak için sırasını bekliyor.

Ölüm için ağladığımızı sanırız. Oysa gözyaşı dökülen, ölüm kadar ikna edici olamayan yaşamdır.

                                                          /././

Yapay zekâ - büyük paradoks (II)- (Ergin Yıldızoğlu)

Yapay zeka (YZ) hem yaşamı iyileştirme olanağı getiriyor hem de küresel ısınma ve içme suyu sıkıntısı gibi iki alanda sorunları derinleştiriyor. Bu paradoksu genişletmeye çalışacağım. 

TEKNOLOJİ VE 'TEKİLLİK' ’(SİNGULARİTY) 

Teknoloji, insan çevresinin değiştirilmesi, manipüle edilmesiyle ilgilidir; araçların, makinelerin yanı sıra yönlendiren yöntem ve süreçlere kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Teknoloji, dünyayla etkileşim kurma, yaşama, çalışma pratiklerimiz üzerinde derin bir etkiye sahip (Britannica, Cambridge Sözlüğü) bir “toplumsal ilişkidir.” 

YZ ile insanlık, tarihte ilk kez kendini geliştirebilen, bir aşamada insan iradesi karşısında otonomi kazanma, insanın yaratıcı iradesinin denetiminin dışına çıkma potansiyelleri taşıyan bir teknolojiyle yaşamaya başladı. Bir aşamada, YZ’nin insan zekâsını aşarak teknolojide insanların ayak uyduramayacağı üstel bir büyümeye yol açtığı “tekillik” (singularity) denen durumun ortaya çıkma olasılığı (riski) de doğdu. Bu “tekillik” olasılığının/riskinin merceğinden bakınca, YZ’nin, su gibi doğal kaynaklar üzerinde insanla rekabet ediyor olması, iklim krizini kendisi için yaşamsal bir tehlike olarak görmeme olasılığı ile birleşerek insanı dışlayan tehlikeli senaryolara yol açıyor.

Aslında, insanlık YZ’nin kimi özellikleri taşıyan bir “teknolojiyle” ilk kez karşılaşmıyor: Bir “kâr-makinesi” olarak sermaye de insanı, toplumu, doğayı, kültürü değiştiren, dönüştüren, zaman içinde evrimleşen bir “teknoloji” olarak görülebilir. “Kar makinesi” çoktan insanın kontrolünden çıktı (öngörülemeyen krizler), kültürü metalaştırarak etkisi altına aldı, doğal kaynaklar üzerinde insanla, çoğu zaman insanın gereksinimlerini dikkate almadan rekabet ediyor (iklim krizi, çevre kirlenmesi, betonlaşma artık önlenemiyor). 

VE ÖBÜR PARADOKS

YZ insanlığa bir Genel (tüm alanlarda uygulanabilir) Amaçlı Teknoloji (GPT: General Purpose Technology) getiriyor. Buna karşılık YZ kapitalizm altında onun gereksinimlerine, önceliklerine uygun ve onun çelişkilerinin, kültürünün izlerini taşıyarak gelişiyor. Bugün YZ alanında egemen 46 büyük şirketin toplam piyasa değeri (market capitalization) 9.2 trilyon dolar. Beşinin (Microsoft, NVIDIA, Google, Meta, Tesla) toplam piyasa değeri 8.6 trilyon dolar. Bu beş büyük tekelci “kar makinesi” (şirketler), rakiplerini, piyasaya çıkan yenilikleri satın alarak adeta “yutarak”, kültürü, günlük yaşamı şekillendirerek büyümeye devam ediyor. 

Bu şirketler, insanın bilişsel yeteneklerine benzeyen bir akıl yürütme, problem çözme, algılama, öğrenme ve dil anlama gibi yeteneklere sahip Genel Yapay Zekâ (AGI) düzeyine ulaşmak, piyasadan sermaye, kaynak -bu yarış büyük mali, fiziki kaynak gerektiriyor- çekmek için çok yoğun bir rekabet içindeler. 

Bu şirketlerin yöneticileri, risklerin ayırdında olarak, hem durup bir denetin modeli oluşturmaktan söz ediyorlar hem de devletlerin denetleme çabalarına şiddetle direniyorlar. Bir başka deyişle, şirketleri yönetenler de YZ ile “kar makinesi” arasında oluşan simbiyoz ilişkinin egemenliği altına girmiş görünüyorlar. Bu sırada YZ, emek vasıflarını yok ederek ve istihdamı tehdit ederek ekonomiye derinlemesine nüfuz ediyor. 

YZ ile “kâr-makinesi” olarak sermaye arasında oluşan simbiyoz ilişki, son derecede tehlikeli genişleme dinamikleri içeriyor. Birincisi güvenlik, denetleme, disiplin ve cezalandırma mimarisi içinde YZ hızla egemen teknoloji olmaya, (oralarda öğrenerek gelişerek) başlıyor. Bu simbiyoz ilişki, kaçınılmaz olarak devleti de içine çekiyor. İkincisi sermaye grupları, blokları arasındaki rekabetin etkisiyle hem ülkelerin içinde hem de uluslararası alanda paylaşım ilişkilerinin yerleşik dengeleri değiştikçe büyük güçler arası dengeler değişmeye başladı. Artık, verili düzen dağılıyor, bu güçler birbirleriyle, kaynaklar, teknolojik gelişme (özellikle GYZ) alanlarında rekabet ederken giderek yerel çatışmalarda taraf olmaya başlıyorlar. YZ teknolojileri de askeri teknolojinin gelişmesi içinde, “savunma-haberleşme-şifreleme”, “Savaşta Devrim” tartışmalarında geleceği belirleyecek etken olarak öne çıkıyor. 

YZ ile “kâr makinesi” arasındaki simbiyoz ilişki kırılmadan YZ’nin getirdiği tehlikeleri önlemek olanaksız görünüyor.

                                                       /././

Çin’den El Fetih-Hamas barışı hamlesi (Mehmet Ali Güller)

Reuters duyurdu, Amerika’nın Sesi şu başlıkla haberleştirdi: “Çin, Filistin için birlik görüşmelerinde Hamas ve El Fetih’e ev sahipliği yapacak.” (26.4.2024)

Reuters haber ajansına konuşan bir El Fetih yetkilisi, Azzam el Ahmet başkanlığındaki El Fetih heyetinin Çin’e gitmek üzere yola çıktığını söyledi. Bir Hamas yetkilisi de Musa Edu Marzuk başkanlığındaki müzakere ekibinin gece geç saatlerde Çin’e yola çıkacağını belirtti.

Aynı gün Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Vang Venbin’in olağan basın toplantısı vardı. El Fetih-Hamas toplantısına hiç değinmemiş ama şunu söylemişti: “Filistin Ulusal Otoritesi’nin yetkililerinin güçlendirilmesini destekliyoruz. Tüm Filistinli grupların diyalog ve istişare yoluyla uzlaşma sağlamasını ve dayanışmayı artırmasını destekliyoruz.”

ÇİN ABD’Yİ GAFİL AVLADI

El Fetih ile Hamas’ı bir araya getirmeye çalışan, görüşmeler yapan başka devletler de var ama Çin’in bu konuda hamle yapması iki temel nedenle hepsinden önemli:

1) Bir kere Çin Halk Cumhuriyeti, karşıt ülkeleri uzlaştırabilme becerisini hem de en kritik bir ilişkide gösterdi: İran-Suudi Arabistan barışı.

Çin, sürpriz bir şekilde bu iki ülkeyi Çin’in başkenti Pekin’de bir araya getirmiş ve 10 Mart 2023’te anlaşma sağlamıştı. Servis edilen üç ülke yetkilisinin el ele tutuşma görüntüsü, başta ABD olmak üzere Batı’da şok etkisi yaratmıştı.

CIA Direktörü William Burns, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammet bin Selman’a “Suudi Arabistan’ın izlediği dış politika çizgisinden duyduğu hayal kırıklığını” (Harici, 7.4.2023) dile getirmiş, “Çin’in aracılığında İran’la anlaşarak bizi gafil avladınız” (WSJ, 7.4.2023) demişti.

ABBAS’IN Şİ’DEN TALEBİ

2) Çin’in bu barış kapasitesi, elbette öncelikle barışa ihtiyacı olan Filistinlilerin ilgisini çekti. Çin’in arabuluculuk ettiği Suudi Arabistan-İran barışından üç ay sonra Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, Pekin’i ziyaret etti. Şi Cinping ve Mahmut Abbas bu ziyaret sırasında “stratejik ortaklık” ilan ettiler (CGTN Türk, 14.6.2023).

Daha önemlisi de şuydu: Çin’in Ortadoğu’da izlediği barışçı rolü öven Mahmut Abbas, Şi Cinping’den Filistin- İsrail meselesinde de arabuluculuk yapmasını istedi.

Şi Cinping bu talep üzerine, “adil çözüm” için üç öneri açıkladı:

i) Filistin sorununu çözecek tek yol, 1967 sınırları temelinde, başkenti Doğu Kudüs olan tam egemen ve bağımsız Filistin Devleti’nin kurulması.

ii) Filistin’in ekonomik gereksinimleri ve halkın yaşamına ilişkin talepleri güvence altına alınmalı.

iii) Barış görüşmelerinin doğru yönüne sadık kalınmalı.

İKİ PARÇALILIK SORUNUNA ÇÖZÜM

El Fetih ile Hamas arasında uzlaşı sağlayabilmek, bugünün koşullarında kritik önemde. Çünkü iki parçalı (Batı Şeria ve Gazze), iki yönetimli (El Fetih ve Hamas) Filistin’in varlığı, İsrail- ABD ikilisinin ince ince işlediği bir stratejiydi. Çin’in arabuluculuğunda El Fetih-Hamas uzlaşısı, Aksa Tufanı’nın yeniden dünyanın gündemine getirdiği Filistin Devleti’nin tanınması yolunu kolaylaştıracaktır.

Ve daha genel tabloya bakarsak: Küresel Güvenlik İnisiyatifini açıklayan Çin’in kritik düğüm noktalarında barış için peşpeşe hamleler yapması önemli. Nitekim Çin’in Ukrayna-Rusya savaşına barış önerileri de masada...

Bu durum, ABD’nin Çin’le küresel güç ilişkilerindeki şu zıt konumlanışlarını ortaya koyuyor: ABD bir süredir savaşı çıkaran ama barışı kotaramayan büyük ülke konumunda. Çin ise ABD’nin çıkarları için altına benzin döktüğü karşıtlıkları ortadan kaldırmaya çalışan ve bunun için barış masası kurabilen büyük ülke konumunda.

(Cumhuriyet)