30 Eylül 2024 Pazartesi

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -30 Eylül 2024-

New York Belediye Başkanı Adams'ın rüşvet dosyasında Türkiye bağlantılı yeni bilgiler: Rüşvet ‘küçük’ ve alan Türkler olmayınca rüşvetçilik sorun değil midir? -Cansu Çamlıbel-

Sezgin Baran Korkmaz da Adams’dan nemalanma furyasına katılmak için epey girişimde bulunmuş. Korkmaz, Adams’ın kampanyasına en az 50 bin dolar verme taahhüdünde bulunuyor. Adams ve danışmanı Korkmaz’ın bağışına nasıl kılıfına uyduracaklarını düşünmeye başlıyorlar. Ancak iş uzuyor ve o süreçte Korkmaz hakkında iki ülkede de iddianame hazırlanınca parayı almaktan vazgeçiyorlar

New York Belediye Başkanı Eric Adams’ın yolsuzluk ve rüşvet almakla suçlandığı iddianame nihayet beş gün önce kamuoyuna açıklandı. ‘Nihayet’ diyorum çünkü Adams’ın 2021’deki seçim kampanyasına Türk hükümetinden ve Türk iş insanlarından yasa dışı bağış kabul ettiğine dönük soruşturmanın derinleşmekte olduğunu zaten biliyorduk. Federal Soruşturma Bürosu (FBI), Eric Adams’ı Brooklyn Belediye Başkanı olduğu 2013-2021 dönemden beri yakın takibe almış. Adams’ın ve ekibinin bu süreçteki dijital ayak izleri soruşturmayı kolaylaştırmış. Ancak yine de bir ya da birkaç itirafçı olmasaymış, New York Güney Bölgesi Savcılığı'nın (SDNY) iddianameyi bu kadar berrak bir akışla ve gün saat vererek yazması mümkün olmayabilirmiş.

New York Belediye Başkanı Eric Adams'ın Türkevi'ne ziyaretinden, 2023

57 sayfalık iddianameden benim anladığım, işlerin buraya gelmesini sağlayan şey Adams’ın iddia edilen rüşvet ve bağışları almasını sağlayan danışmanının itirafçı olmaya karar vermesi olmuş. Muhtemeldir ki savcılık kendisine bir ‘uzlaşma’ teklifi götürmüştür ki yine muhtemeldir ki yaşı genç olan bu kişi ‘ötmeyi’ tercih etsin. İddianamede adı geçen Türklerle mesajlaşmalarını savcılığa teslim edenin bu danışmanın bizatihi kendisi olduğu anlaşılıyor. Eric Adams, soruşturma sürerken önce telefonunun şifresini unuttuğunu öne sürmüş, sonra da telefonu resmi makamlara teslim etmeyi reddetmişti.

İddianameyi analiz etmeye başlamadan önce bir hususu hatırlatmak gerekiyor.

ABD’deki 5 Kasım başkanlık seçimine sadece haftalar kala ülkenin en önemli şehirlerinden birinin Demokrat Belediye Başkanı hakkındaki soruşturmanın bu noktaya gelmesinin iki sebebi olabilir. Ya yargı içindeki Demokratlar ‘yolsuz’ olduğunu bildikleri Adams’dan kurtulmaya çalışıyor ya da yargı içindeki Cumhuriyetçiler, Trump dönemine hazır olduklarının sinyalini veriyor. 

Eski New York Başkonsolosu Reyhan Özgür

İddianamede Türkler ‘unindicted conspirator’

Öncelikle söylenmesi gereken, şu anda davanın tek sanığının Eric Adams olduğu. Yani adı geçen Türkler şu an ‘sanık’ konumunda değil ama Amerikan kanunlarına göre hepsi ‘unindicted conspirator’ (organize suça iştirak etmiş ama hakkında resmi suçlama henüz yapılmamış kişi). Dolayısıyla ABD’ye giriş yaptıkları takdirde büyük olasılıkla en azından ifadelerinin alınması istenecektir.

Savcılığın konuyu Türk hükümetiyle bağlamasını sağlayan faktör ise Eric Adams’ın Türkiye’nin eski New York Başkonsolosu Reyhan Özgür ile kurduğu ilişki. Reyhan Özgür, Ağustos 2024’te normal görev süresini tamamlayarak Türkiye’ye dönmüş. Zaten Özgür, şu an ABD topraklarında olsaydı dahi Viyana Sözleşmesi’nin diplomatlara sağladığı dokunulmazlık nedeniyle herhangi bir yargılamaya tabi olmazdı. Ancak şunu da hatırlatmak lazım ki tüm diplomatik ilişkilerin esaslarını belirleyen Viyana Sözleşmesi, ev sahibi ülkeye konuk ülkenin diplomatını ‘persona non grata’ (istenmeyen kişi) ilan etme yetkisi de veriyor.

Reyhan Özgür’ün Eric Adams’ın 2021’deki seçim kampanyasına bağış desteği sağlamak için New York’taki Türkleri koordine ettiği ve Adams’a bedavaya çok lüks Türkiye gezileri organize ettiği iddia ediliyor. Özgür’e atfedilen en önemli rol, Türk Konsolosluğu’nun da içinde bulunduğu Türkevi binasının iskân izni almasını hızlandırmak için Adams’a yapılan maddi jestleri bir baskı aracı olarak kullanmış olması.

Herhangi bir konsolosun, Türk devletine ait bir binanın ruhsat ya da izinlerinin hızlı çıkması için belediye başkanı nezdinde girişimde bulunması yaptığı işin görev tanımında olan bir şey. Amerikan kanunları açısından bunu sorunlu kılansa Adams’ın Türkevi’ne hızla yangın ruhsatı verilmesi için New York İtfaiyesi yetkililerine baskı yapması ve hatta onları işten atmakla tehdit etmiş olması. Adams’ın baskısı üzerine ilk önce “Onay yetişmez, binada 60 kalem eksik tespit ettik” şeklindeki rapor veren itfaiye, bir tür ara belge hazırlamak zorunda kalıyor.

Türk diplomatı ‘al-ver’ potasına sokan o cümle

Türk diplomat Reyhan Özgür’ün 5 Eylül 2021 ile 10 Eylül 2021 arasındaki beş gün içinde Eric Adams’ın kendisi ve danışmanıyla defalarca görüştüğünü anlıyoruz. O görüşmelerden birinde Özgür danışmana “Türkiye onu destekledi, şimdi Türkiye’yi destekleme sırası onda” diyor. Zaten savcıların Türk hükümetinin Eric Adams ile ilişkiyi bir ‘al-ver’ ilişkisi olarak ve rüşvet verdiklerinin bilinci içinde organize ettiğini öne sürmesinin temel dayanaklarından biri de bu cümle.

İddianamede yok ama biliyoruz ki Reyhan Özgür’ün paniğinin sebebi Ankara’nın kendisine yaptığı baskı. Çünkü sadece iki hafta sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan BM Genel Kurulu için New York’a geldiğinde Türkevi’nin açılışını yapmak istiyor. Nitekim Erdoğan 20 Eylül 2021’de yangın testlerini henüz geçememiş olan binayı törenle açıyor ki bu kadar detaya o da bugüne kadar belki vakıf değildi. Vakıfsa bile ancak konsolosu takdir etmiştir heralde. Kendi ülkesinde bir talimatla ‘şak’ ve ‘tak’ diye istediğini yaptırabilen bir lider için, başka bir ülkede kendi yaptıklarının çok küçük bir versiyonunun ‘yasadışı’ olarak görülmesi çok da bir şey ifade etmiyor olabilir.

THY New York Müdürü’nün bu rahatlığı nereden?

Öte yandan, Eric Adams Türkevi’nin açılmasının önündeki belge engelini kaldırmanın rahatlığıyla belgenin verilmesinden sadece dört gün sonra, 14 Eylül 2021’de danışmanından Gana’ya kasım ayında yapacağı ziyareti THY ile planlamasını talep ediyor. Zaten iddianameden anlıyoruz ki Adams 2015 yılından beri Türk Hava Yollarını kendi uçak şirketi gibi kullanabiliyor. ABD yasalarında kamu görevlilerine belirlenen harcama limitinin altında kalacak bir bilet kestiriyor, sonra nasılsa THY New York Ofisi’nin eski müdürü Cenk Öcal ‘gerekeni yapıp’ Adams’ın biletini ‘business class’a yükseltiyor. Öcal’ın Adams’ın aracısı Abbasova ile planlama yaparken sergilediği rahatlık ve transatlantik bir uçuş için sadece 50 dolarlık fatura kesmeyi teklif edebilmesinin ne anlama geldiğini görmek için savcı olmaya gerek yok. Belli ki Öcal’a en yukardan “Eric Adams ne isterse halledin” şeklinde bir talimat verilmiş.

Yıllarca süren bu ilişki dinamiği sayesinde Türkiye sadece Türkevi’nin erken hizmete açılmasını sağlamıyor. Adams’ın 24 Nisan 2022’de Ermeni Soykırımı'nı anma niteliğinde bir mesaj yayınlaması engelleniyor. 

Adams’ın Gülencilerin ABD’deki toplantılarına katılması da engelleniyor. Tüm bunlar ‘diplomatik başarı’ sayılabilecekken bir siyasetçi ‘satın alınarak’ yapıldığı için ABD devletinin arşivlerinde ‘suç’ kategorisinde istifleniyor. Çünkü Adams’ın ‘Türkiye’ye sempatisini’ satın alanlar yasaları ihlal edip etmediklerine dair delil bırakıp bırakmadıklarını pek de umursamıyor.

Ölçek küçükse rüşvet, rüşvet değil midir?

Bazılarınız Türkiye’yi ve Türkiye’nin bayrak taşıyan havayolunu temsil edenlerin, Eric Adams’a yaptıkları toplamda belki birkaç yüz bin doları ancak bulan ‘siyasi yatırımın’ devede kulak olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Dolandırıcılıkla suçlanan bir iş adamının devletle sorunlarını çözmek için 10 milyon Euro talep edebilen ekran yüzleri tanıdınız. Dolayısıyla da memleketteki rüşvet borsasıyla kıyaslarsanız ABD’deki Adams davasını ‘hafif’ bulabilirsiniz, doğaldır. Ancak ölçek ‘küçük’ diye Adams skandalını yok saymak, Türkiye’de alıştırılmaya çalışıldığımız her türlü kanunsuzluk ve yolsuzluğu artık normalleştiriyor oluşumuzun semptomu olabilir maalesef.

Şöyle sorayım; ABD’nin İstanbul Başkonsolosunun bir İstanbul belediye başkanı adayının kampanyasına maddi destek sağlamak için çeşitli organizasyonlar yaptığı ortaya çıksaydı onu da milletçe hafife alır mıydık?

Öte yandan yine Adams iddianamesinden anlıyoruz ki Türkiye’de kaç türlü karanlık işe karıştığını saymakta zorlandığımız Sezgin Baran Korkmaz da Adams’dan nemalanma furyasına katılmak için epey girişimde bulunmuş. Ocak 2019’da New York belediye başkanlığı için yarıştığı kampanyasına bağış toplama hedefiyle İstanbul’a giden Eric Adams, Hürriyet gazetesinde yazar olduğunu bu soruşturmaya kadar bilmediğim Arda Sayıner isimli kişi tarafından Sezgin Baran Korkmaz ile tanıştırılıyor. Bu arada iddianamede ‘Businessman 1’ olarak kodlanan Enver Yücel’i de Adams’la tanıştıranın Sayıner olduğunu son iki günde yaptığım görüşmeler sırasında öğrendim. Sayıner’in gazeteci mi, PR’cı mı, influencer mı, komisyoncu mu olduğunu çözemedim!

SBK’nın Adams’a 50 bin dolarlık bağışı havada kalmış

SBK’ya dönersek… Başkonsolos Reyhan Özgür, “Kendisi hem ABD’de hem de Türkiye’de şüpheli işlerle anılıyor” diyerek Adams’ın Korkmaz ile yapması planlanan görüşmeyi engellemeye çalışıyor. Ancak Adams uyarıya kulak asmıyor ve Korkmaz ile de görüşüyor. Bu arada, Korkmaz konusunda yerinde bir uyarı yapan Reyhan Özgür’ün, Amerikalı bir siyasetçinin bağış toplamak için Türkiye’ye gitmesinin kendisinin bizatihi ‘yasadışı’ olması konusunda da bir uyarıda bulunmak yerine geziyi kolaylaştırmak için çabalaması dikkate değer. Çünkü bu husustaki ABD yasaları gayet açık; Amerikan vatandaşı olmayan kişiler Amerikan siyasetçilerinin siyasi kampanyalarına 1 dolar dahi bağış yapamaz.

Sonuçta Sezgin Baran Korkmaz, o gezi sırasında vuku bulan görüşmede Adams’ın kampanyasına en az 50 bin dolar verme taahhüdünde bulunuyor. Bunun üzerine Adams ve danışmanı ABD vatandaşı olmayan Korkmaz’ın yapacağı bağışı nasıl kılıfına uyduracaklarını düşünmeye başlıyorlar. Ancak iş uzuyor ve o süreçte Korkmaz hakkında iki ülkede de iddianame hazırlanınca Eric Adams parayı almaktan vazgeçiyor. Hatta iddianameye göre Adams, o tarihlerde ABD’ye gelen ve kendisiyle görüşmek isteyen Korkmaz’a randevu vermiyor.

SBK Linkedin hesabındaki o fotoğrafları neden sildi?

İddianamedeki olay örgüsünü, o tarihlerde çıkan haberlerle paralel biçimde ve dijital ortamda bulabildiğim detaylarla birlikte okumaya çalışırken enteresan bir detaya denk geldim. Sezgin Baran Korkmaz’ın Linkedin hesabında paylaştığı fotoğraflar arasında Brooklyn Belediye Binasında çekilmiş iki kare vardı. Beş sene önce, yani 2019’da yüklenen iki karede de Korkmaz tek başınaydı. Belli ki ocak ayındaki o ilk temastan sonra Korkmaz New York’a giderek Adams ile görüşmüştü. Görüşmüş olmasa fotoğrafların altına neden “Brooklyn Belediye Başkanı’na misafirperverliğinden dolayı teşekkür ederim” yazmıştı? Ya da belki Sezgin Baran Korkmaz ‘nasılsa görüşürüm’ umuduyla makamına kadar gitmiş ama Adams ile görüşememiş ama görüşmüş havası yaratmak için binanın içinde tek başına çektirdiği fotoğrafları yayınlamıştı.

İddianamenin Amerikan basınına bomba gibi düştüğü gün (25 Nisan) Sezgin Baran Korkmaz’ın o fotoğrafları Linkedin sayfasında duruyordu, hatta iki gün daha durmaya devam etti. Ancak 28 Eylül’de o fotoğraflar birden buhar olup uçtu. Sezgin Baran Korkmaz, apar topar sosyal medya hesaplarında bir temizliğe girişmişti. Neyse ki Korkmaz’ın beş yıl önceki o Linkedin paylaşımı silinmeden alınan bir ekran görüntüsüne ulaşmayı başarmıştım!

SBK duruşmasını neden erteletmeye çalışıyor?

SBK dosyasını Türkiye’de yakından takip eden kaynaklarım da Korkmaz’ın sosyal medya hesaplarında yaptığı temizliği fark etmişti. Dahası, Korkmaz’ın avukatları kasım ayında yapılacak duruşmanın dört ay daha ertelenmesi için Utah’taki mahkemeye tam da Adams’ın iddianamesinin açıklandığı 25 Eylül tarihinde dilekçe vermişti.

ABD’deki hukuki süreçlerde yapılan hamlelerin ne anlama geldiğini iyi bilen kaynaklarıma göre, Sezgin Baran Korkmaz’ın hem Adams davasında hem de başka davalarda savcılarla iş birliği yapıyor olması kuvvetle muhtemeldi. Her fırsatta ABD’deki Kingstonlar davasında ‘itirafçı’ olmadığını söyleyen Korkmaz’ın hem Adams davasında hem de belki başka davalarda itirafçı olduğunu düşünmelerinin sebebi ise Korkmaz’ın Fatih Altaylı yayınında sergilediği rahat tavırlar ve yeni iş kurmak için özgürce para harcayabildiğini açıklamasıydı. Hukukçu kaynaklarım, Korkmaz’ın Adams davası kapsamında yapabileceği itirafların ‘fındık fıstık’ düzeyinde kalacağını, bu rahatlığın sebebinin başka bir dosyada itirafçılıktan kaynaklanıyor olabileceğine inanıyor.

Maryland’deki Diyanet Merkezi’ne bağışla ilgili söylentiler

SBK’nın Türkiye’deki dosyasının taraflarına ve hatta Ankara’ya kadar ulaşan bazı söylentilere göre Korkmaz kendi davasının savcılarına, 40 yıl hapis cezası alan ortağı Lev Aslan Dermen’in Maryland’de 2016’da açılan Amerika Diyanet Merkezi’ne 1 milyon dolar bağış yaptığı yönünde bazı deliller vermişti.

Son günlerde duyduklarımın ne kadarının doğru ne kadarının spekülasyon olduğunu orta vadede öğreniriz diye düşünüyorum. Ne de olsa ABD yargısının elindekileri peyderpey, zamanlamasını çoğu zaman günün siyasi atmosferine denk getirerek kamuoyuna açıkladığını Zarrab davasından beri biliyoruz. Açıklanan iddianamelerin gizli tutulan pek çok eki var, gizli eklere dahi eklenmeyen gizli ifadeler var, onlar yeni soruşturmalara dönüşüyor. Hele de o dosyaların içinde Erdoğan Türkiye’si gibi Amerikan kamuoyunun antipatisini zaten çekmiş olan ülkelerin nüfuzlu kişilerine değen taraflar varsa, ABD yargısı ‘zamanlama’ mevzusunu adeta bir silah gibi kullanabiliyor.

‘Bağışçılığı’ kendi dönemlerinde Türkiye içindeki siyasetin de görkemli bir sütunu haline getiren AKP hükümetinin ABD’deki Adams skandalını ‘bundan bir şey çıkmaz’ havasında izlediğinden neredeyse eminim. Ancak kendileri de biliyor ki içinden Sezgin Baran Korkmaz geçen ve henüz varlığını dahi bilmediğimiz başka dosyalar çok ‘can sıkıcı’ olabilir.

                                                                  /././

Devlet, çalışanların maaşlarından bu yıl yaklaşık 10 milyar lira fazla vergi aldı…-Murat Batı-

Hesaplamada kullanılan “asgari ücret” hatalıdır. İşveren ile devlet lehine ama çalışanın aleyhine olan bu yazılı olmayan uygulama nedense bir teamül haline gelmiş. Normal bir uygulamaymış gibi sorgulanmadan uygulanmakta.

Ücretli çalışan sayısı yaklaşık 26 milyon civarındadır. Bunların bir kısmı kamuda bir kısmı ise özel sektörde istihdam edilmektedir. Bu kişiler ister kamuda isterse özel sektörde çalışsın sundukları emek karşılığı aldıkları ayni ve nakdi bedele ücret adı verilir. Ücrete ilişkin vergileme esasları ise Gelir Vergisi Kanunu m.61 ila m.63’te düzenlenmiştir. Kanun’un bazı maddelerinde de istisna gibi muhtelif düzenlemeler de bulunmaktadır.

Buna göre alınan ücretlerden (brüt) önce SGK işçi kesintisi (yüzde 14) ardından işçi işsizlik fon kesintisi (yüzde 1) yapılır. Kalan tutar ise vergi kesintisinin yapılacağı tutardır. Hani derler ya maaş elimize geçmeden vergi kesiliyor, işte o söylenen kesintinin yapıldığı tutardır ki buna da matrah deniliyor.

Bu matrah üzerinden kesilecek vergi ise tek ve düz bir oran değil, halk arasında vergi dilimi şeklinde ifade edilen bir tarifeyle vergi hesaplanır. Buna literatürde dilim usulü artan oranlı tarife denilir.

Bu tarife, aşağıda da görüldüğü üzere Gelir Vergisi Kanunu (GVK) m.103’te düzenlenmiştir. Normal koşullarda ücretliler için bu tarife aşağıda da göreceğiniz üzere yüzde 15’lik orandan başlar ve yüzde 40 dahil oranda sona erer. Alınan ücret tutarına göre uygulanan vergi oranları da değişiklik gösterebilmektedir.

Buna göre her ay alınan maaştan SGK işçi kesintisi ve işçi işsizlik fonu kesintisi yapıldıktan sonra kalan tutar bu tarifeye tabi tutulur. Her yıl 1 Ocak'tan itibaren alınan ücretler toplanarak (kümülatif) tarifeye tabi tutulur ve böylece alınan maaşa bağlı olarak yıl içinde üst dilim(ler)e geçilebilmekte.

Ancak hesaplanan (kesilen) bu vergi, ödenecek vergi değildir. Bu vergiden ayrıca asgari ücrete kadar gelir ve damga vergisi istisnası olduğu için asgari ücret tutarı üzerinden hesaplanan gelir vergisi çalışanın maaşından yapılan vergi kesintisinden mahsup edilerek daha az vergi ödememizi dolayısıyla elimize daha fazla ücret geçmesini sağlamaktadır.

Bu oldukça yerinde bir uygulama. Hatta bu yolla 2024 yılında Hazine 590 milyar lira vergi alacağından vazgeçmiştir.

İyi de sorun nerede?

Buraya kadar her şey güzel lakin hesaplamada kullanılan “asgari ücret” hatalıdır. İşveren ile devlet lehine ama çalışanın aleyhine olan bu yazılı olmayan uygulama nedense bir teamül haline gelmiş. Normal bir uygulamaymış gibi sorgulanmadan uygulanmaktadır.

Şöyle ki, asgari ücrete kadar gelir vergisi istisnasını düzenleyen Gelir Vergisi Kanunu m.23/18’inci bentte "asgari ücrete kadar olan ücret” ifadesi bulunmaktadır.

Ancak ülkemizde asgari ücret aylık değil günlük hesaplanır. Asgari Ücret Yönetmeliği’nin 4/d maddesi asgari ücreti; İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti..” olarak tanımlamıştır.

Örneğin 2024 yılında uygulanacak asgari ücret tutarını Resmi Gazete’de ilan eden Asgari Ücret Tespit Komisyonu, Kararında da aylık değil günlük tutarı ilan etmiştir. Kararda “işçinin bir günlük normal çalışma karşılığı asgari ücretinin: 01.01.2024 - 31.12.2024 tarihleri arasında 666,75 TL” olduğu yazılmış. Asgari Ücret Tespit Komisyonu Kararında geçen günlük tutar da brüt tutardır. Önceki tüm asgari ücret ilanlarında da aylık değil günlük ilan edilmiştir.

Buna göre sadece asgari ücret geliri elde edenlerin ücretleri hem gelir hem de damga vergisinden istisna edilerek herhangi bir vergi ödemelerinin önüne geçilmiştir. Ayrıca asgari ücretten fazla gelir elde eden ücretlilerin de net asgari ücrete kadar olan ücretleri hem gelir hem de damga vergisinden istisna edilmiştir.

Ancak istisna edilen tutar esasında SGK matrahı üzerinden hesaplanan tutardır; gerçek asgari ücret değil. Ve bu durum hem fazla gelir ve damga vergisi ödenmesine hem de SGK ve iş mevzuatı açısından ciddi hak kayıpları doğurmaktadır.

Asgari ücret aylık ya da yıllık değil günlük ödenen bir bedeldir. Yapılan hesaplamalara bakıldığında her ay 30 gün olarak dikkate alınmaktadır. Çünkü 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 88’inci maddesi uyarınca her ay 30 gün olarak dikkate alınmaktadır. Yani SGK matrahı ile brüt ücret aynı algılanmaktadır. Bu yazılı olmayan kural çalışana ciddi hak kayıpları yaratmaktadır.

Buna göre 2024 yılı için açıklanan brüt asgari ücret 20.002,50 TL’dir ama bu tutar gerçekte SGK matrahıdır, aylık brüt asgari ücret tutarı değildir. 2024 yılında 31 gün ile biten ay sayısı 7’dir. Yani 7 ay 31 gün ile bittiği için bu yedi ayda çalışanların maaş bordrolarında -özellikle vergi yönüyle- hata yapılmaktadır.

Şöyle ki GVK m.23/18’de yer alan “ödemenin yapıldığı ayda geçerli olan asgari ücretin aylık brüt tutarından işçi sosyal güvenlik kurumu primi ve işsizlik sigorta primi düşüldükten sonra kalan tutarına isabet eden ücretleri” fıkrası uyarınca gelir vergisinden istisna edilecek tutar “…aylık brüt tutarından…” ifadesi gereği “brüt asgari ücrete” isabet eden tutardır, “SGK matrahına” isabet eden tutar değildir.

Bu nedenle asgari ücretten fazla ücret alan herkes fazla vergi ödemektedir. GVK m.23/18’de yer alan “…aylık brüt tutarından…” ifadesi gereği “brüt asgari ücrete” isabet eden tutarın istisna edilmesi gerekmektedir. Ancak uygulamada nedense aylık 30 güne isabet eden yani SGK matrahı kadar olan kısım istisna edilmektedir.

Gelir vergisi açısından istisna edilen tutar her ay için 17.002,12 TL’dir. Oysa asgari ücretin gerçek tutarı doğru saptansa -2024 yılında 31 gün ile biten ay sayısı 7 olduğundan- ortalama 709 TL’ye yakın yıllık fazla gelir vergisi ödenmemiş ve dolayısıyla da çalışanın cebinden aynı tutar eksilmemiş olacaktır. 2024 yılında yaklaşık 26 milyon ücretli çalışan var ve bunun yarıya yakını asgari ücretli olduğunu ve kalanının ise asgari ücret üstü ücret aldığını varsayarsak; 709 lirayı asgari ücretin üstünde ücret elde eden kişi sayısıyla çarparsak 2024 yılında yaklaşık 10 milyar lira fazladan gelir vergisi alınmış olacaktır.

Özetle GVK m.23/18’de düzenlenen asgari ücret istisnası tutarını SGK matrahı gibi düşünüp eksik istisna yapılıp dolayısıyla da fazla vergi alınmaktadır. Bu durumun tez elden düzeltilmesi gerekmektedir.                                     

                                                           /././

‘Barış’ artık bir küfür -Akdoğan Özer-

Kutuplaşmanın tehlikeli bir şekilde derinleştiği Avrupa’da “barış” artık bir küfür sözcüğü olarak algılanır hale geldi. Kıta genelinden gelen son sinyaller kamplaşmanın görünenden derin olduğuna işaret ediyor

Çizim: Tan Oral 

Avrupa’daki kutuplaşma tehlikeli bir şekilde derinleşiyor. AB bürokrasisi ile Rusya arasındaki kutuplaşmada yaşanan bu “derinleşme,” medya manşetlerinde çoğu kez konjonktürel bir çıkışa işaret eden “gerilim tırmanıyor” ifadesinde olduğu türden bir yüklem olarak anlaşılmasın. Bugün bunun son sinyalleri üzerinden konuşunca da görülecek ki, tehlikeli ve derin bir kamplaşmaya sürükleniliyor. İşte son haftalarda benim görebildiğim ciddi sinyaller: 

‘Barış’ küfür ifadesi haline geldi

Avrupa’nın en büyük ülkesinin “nükleer doktrinini” güncellemesi, bu kamplaşma bağlamında belki çok önemli ama ondan önemli sinyal, galiba Avrupa’da “barış” sözcüğünün artık bir küfür olarak algılanır hale gelmesi. Avrupa’da barıştan söz ettiğinizde sanki küfür etmiş gibi algılanarak eleştirilip sövülüyorsunuz. Macaristan’ın Dışişleri Bakanı Peter Szijjarto da geçenlerde tam da bu durumdan söz ederek, uluslararası liberal ana-akım medyada ve uluslararası siyaset sahnesinde “barışın” küfür haline gelmesinin yanlış olduğunu vurguladı. New York'taki BM merkezinde düzenlenen Gelecek Zirvesi'nde yaptığı konuşmada Szijjarto, “Avrupalı ​​siyasetçiler, Avrupa'dan uzakta olduklarında genellikle bazı savaşlar karşısında barışçıl çözümlerden ve diplomasiden yana tavır takınırlar, ancak bugün Avrupa'da bir savaş yaşanıyor ve maalesef barıştan yana tavır takınanlar hemen damgalanıyor, saldırıya uğruyor ve eleştiriliyor,” dedi.

Bu saldırıların bazen fiziksel olduğunun da altını çizen Macar Dışişleri Bakanı, gerginliklerin tırmanmaya devam etmesi halinde insanlığın ikisi de “üzücü” senaryoyla karşı karşıya kalacağını söyledi: “Üçüncü Dünya Savaşı’nın patlak vermesi veya dünyanın yeniden bloklara/kamplara bölünmesi.”

Szijjarto, barışın küfür sözcüğü olarak kabul görür hale gelmesinde hiç haksız sayılmaz. Hatırlanacağı gibi, Temmuz ayında Avrupa Konseyi'nin altı aylık dönüşümlü başkanlığını üstlenen Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın ilk işlerinden biri, Moskova ile Kiev arasındaki anlaşmazlığı çözmek amacıyla bir “barış misyonu” başlatması olmuştu. Orban bu amaçla, Ukrayna, Rusya ve Çin'i ziyaret etmiş, ardından da ABD'de Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump ile görüşmüştü. Ancak, Orban'ın barış girişimi Brüksel'den çok sert eleştiriler aldı. Hatta, AB Dış Politika Şefi Josep Borrell, Macaristan Başbakanı'nın “AB'yi hiçbir şekilde temsil etmediğini” söylerken, Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel de barış misyonunu “bir sorun” olarak niteledi ve “kabul edilemez” olduğunu ileri sürdü.

Avrupa bürokrasinin vassalist sözcülerinin bu tip nitelemeleri şaşırtıcı değil belki ama bu eleştirilerle de sınırlı kalmayıp Orban yönetimini “terbiye etme” yoluna gitmeleri ve Avrupa’yı “savaş psikozu” içine girmiş olmakla, hatta Avrupa Birliği'ni “SSCB'nin kötü bir parodisi” olmakla da eleştiren Macar Başbakanı’na yer yer gözdağı vermeleri ilginç.Bunun yakın tarihli örneklerinden biri, Avrupa Adalet Divanı’nın, Avrupa Birliği'nin iltica kurallarını sistematik olarak göz ardı etmekle suçladığı Macaristan'a Temmuz ayında 200 milyon euro ceza kesmesi oldu. Buna ek olarak, Avrupa Adalet Divanı Macaristan'ın ödemede geciktiği her gün için 1 milyon euro ödemesi gerekeceğini de kayıt altına aldı.

sBudapeşte yönetimi cezayı ödemeyi reddetti ve gerek Ağustos sonunda gerekse de 17 Eylül’de kendisine gönderilen ödeme taleplerini dikkate almadı. Bunun üzerine Komisyon, Macaristan'ın AB fonlarından aldığı paydan 200 milyon euro'luk cezanın düşülmesi için “mahsuplaşma prosedürünü” devreye sokacağını duyurdu.

Bu konudaki anlaşmazlık, mahkemenin Macaristan'da uluslararası koruma/sığınma arayanların iltica prosedürlerine erişimini kısıtladığına hükmettiği Aralık 2020'ye kadar uzanıyor ama “ceza” sürecinin Orban’ın barış misyonunun hemen arkasından hızlandırılması ortada bir “tedip” çabası olduğunu da düşündürüyor.

İsviçre, Rus bilim insanlarını kovuyor

İsviçre’nin Cenevre kenti yakınlarında yer alan ve dünyanın özellikle parçacık fiziği alanındaki en büyük bilimsel laboratuvarlarından biri olan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN), bünyesindeki yüzlerce Rus bilim insanını kovmaya hazırlanıyor. Ukrayna işgali nedeniyle Rusya’ya yönelik tüm uluslararası yaptırımlara uyma kararı almış olan ve 2022 yılı Mart ayında Rusya’nın gözlemci statüsünün yanı sıra Rus kuruluşlarla işbirliğini askıya alan Merkez, bu kez de Rus kurumlarına bağlı yüzlerce bilim insanıyla ilişkisini, başka kurumlara geçmedikleri takdirde 30 Kasım 2024’te sonlandıracak. Nature dergisinin web sitesinde 18 Eylül günü kendisine yer bulan gelişme, laboratuvarın Rusya Federasyonu ile işbirliğinin resmi olarak sona erdiğine işaret ediyor. Rus uzmanlar CERN kapsamındaki işlerini diğer ülkelerden meslektaşlarına devretmeye başlamışlar bile. Böyle bir gelişmenin uluslararası kamuoyunun algısında “tarafsızlığıyla” tanınan İsviçre’de olması elbette manidar.

Rusça yasaklanıyor

Letonya parlamentosu, ülkede en çok konuşulan ikinci dil olan Rusçanın, bankamatiklerdeki (ATM) kullanımını yasakladı. Parlamento web sitesinde yer alan bir açıklamaya göre, Kredi Kuruluşları Yasası'nda geçtiğimiz haftalarda yapılan bir değişiklikle Letonya ticari bankaları bundan böyle ATM arayüzlerinde Rusça dil seçeneği sunmayacak Rus dili ve kültürünü kısıtlama kampanyasının bir parçası olarak yapılan düzenlemede, ATM'lerdeki ekran müşteri arayüzleri için bir yandan “Letonca dilinde olmalı” denilirken bir yandan da "Avrupa Birliği üye devletlerinin veya aday ülkelerinin resmi dillerini de içerebilir," ifadeleri kullanılıyor.

Ne demek? Rusça bu kriterleri karşılamıyor, demek!

Yeni düzenleme 30 Ocak 2025 tarihinde yürürlüğe girecek. Tabii önce Letonya cumhurbaşkanı tarafından imzalanması gerekiyor. Böyle bir gelişmenin Letonya’da olması ilginç. Zira, her dört kişiden birinin etnik Rus olduğu Letonya, 2017 tarihinde yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre, nüfusun yüzde 36’sının ana dilinin de Rusça olduğu bir ülke.

Puşkin heykeline yıkım kararı

Kiev yönetimi, Odessa’daki UNESCO koruması altında bulunan şair Aleksandr Puşkin heykelini yıkma kararı aldı. Rus kültürüne karşı sürdürülen kampanyanın son ayağı 19 Eylül’de Odessa bölge valisi Oleh Kiper tarafından duyuruldu.

Modern Rus edebiyatının kurucularından olan Puşkin, Odessa'yı birkaç kez ziyaret etmiş ve 1823'ten 1824'e kadar bu bölgede yaşamıştı. UNESCO Dünya Kültür Mirası Alanı'nda yer alan heykel, ünlü sanatçının Karadeniz kıyılarında geçirdiği yılların anısına 1889'da bölge halkı tarafından dikilmişti. Sovyetler Birliği'nin izlerini kamusal yaşamdan kaldırmak için bir “dekomünizasyon" kampanyası başlatan Ukrayna yönetimi özellikle Rus tarihi şahsiyetleriyle ilişkilendirilen isim ve anıtları hedefliyor.

Heykelin bulunduğu alan bir dünya mirası alanı olduğu için kent yönetimi anıtla ilgili alacağı bir kararda resmi olarak UNESCO'nun onayına ihtiyaç duyuyor. Ama muhtemelen karar böyle bir onaya dahi ihtiyaç duyulmadan uygulanmış olacak.

Tabii bu, ülkede yıkılan ilk Puşkin heykeli değil. Ukrayna Kültür Bakanlığı geçen yıl yaptığı bir açıklamada, savaşın başlangıcından itibaren 1 yıl içinde ülkenin 14 bölgesinde (Mukachevo, Ternopil, Uzhhorod, Konotop, Chernihiv, Mikolaiv, Belya Tserk, Kropyvnytskyi, Zaporijya, Chernivtsi, Harkiv, Zhytomyr, Kremenchuk, Dnipro, Kramatorsk ve Kiev) 28 Puşkin heykeli yıkıldığını kaydetmişti.

Nükleer doktrinde güncelleme

Avrupa’daki kamplaşmanın tehlikeli bir derinlik kazanmaya başladığının en önemli sinyallerinden biri de Rusya Federasyonu’nun nükleer doktrinini güncelleme kararı alması oldu. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in “nükleer caydırıcılık alanında devlet politikasının temellerinin güncellenmesi” olarak ilan ettiği yeni doktrin ile nükleer silah kullanım eşiği aşağı çekilmiş oldu. Putin'in ana hatlarını çizdiği yeni nükleer doktrine göre, “Rusya’ya karşı yoğun şekilde hava ve uzay saldırı silahlarının fırlatıldığı ve bunların Rusya devlet sınırını geçtiğine dair güvenilir istihbaratın alınması halinde” Moskova’nın, nükleer silahlara başvurabileceğini” kayıt altına alıyor. Ve ayrıca deniyor ki, nükleer silahları olmayan bir devlet, nükleer güce sahip bir devletin katılımı ve desteğiyle Rusya'ya saldırdığında, Moskova bunu “ortak saldırı” olarak değerlendirecek.

Peki Rusya hangi “saldırı silahları” ile saldırıya uğradığında, masada “nükleer seçenek” de olacak?  Bir açıklamasında Putin, söz konusu saldırı silahları için, “stratejik ve taktik uçaklar, seyir füzeleri, insansız hava araçları, hipersonik ve diğer uçaklar” şeklinde bir kapsam çizmişti. Dolayısıyla, Ukrayna'nın Rus stratejik üslerine karşı daha önce çok sayıda İHA saldırısı yapıldığını hatırlayınca, bu güncelleme daha da önem kazanıyor.

Moskova, ayrıca “egemenliğine yönelik kritik bir tehdit durumunda” devreye sokacağı caydırıcılık kalkanını Belarus’u da içerecek şekilde genişletmiş oldu. Zira, güncellenmiş nükleer caydırıcılık doktrini konvansiyonel silahların kullanılması yoluyla Belarus'a yönelik bir saldırı durumunda da geçerli olacak.  

Bu arada, Belarus Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko da NATO’nun Belarus'a yönelik olası bir saldırısının Minsk'i mukabele anlamında nükleer silah kullanmaya sevk edeceği konusunda uyarıda bulundu. Cuma günü üniversite öğrencileriyle yaptığı toplantıda, Lukaşenko, “bize saldırdıkları anda nükleer silah kullanıyoruz. Rusya da bizim adımıza devreye giriyor" ifadelerini kullandı. Lukaşenko, Belarus'a yapılacak herhangi bir saldırının üçüncü dünya savaşını tetikleyeceğini de söyledi.

Peki bu değişiklikler ne anlama geliyor? Bu soruya Rusya tarafında en iyi yanıt verebilecek isimlerden biri Parlamento Savunma Komitesi Başkanı Andrey Kartapolov, geçen cumartesi günü bir Rus yayın organı olan RIA Novosti'ye verdiği röportajda, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in ülkenin nükleer doktrinini güncelleme önerisi hakkında yorumda bulunan Kartapolov'a göre, “Batı, uluslararası hukuk tarafından Rus toprakları olarak bilinen topraklara karşı uzun menzilli silahların kullanılmasına yeşil ışık yakarsa, olası bir karşılık söz konusu olduğunda tüm seçenekler masada olabilecek. Kullanıma [onay verme] kararı Başkomutan’da olacak.”

Yani, Ukrayna, nükleer gücü olmayan bir ülke olsa da ABD ve nükleer güce sahip diğer ülkeler tarafından aldığı/alacağı uzun menzilli füzeler ile Rus topraklarındaki hedefleri vurmaya kalktığında, Rusya ülke egemenliği için “kritik tehdit” olarak yorumlanacak bu yoğun füze atışı, savaş uçağı ve drone saldırısını nükleer güce sahip söz konusu devlet tarafından da gerçekleştirilmiş gibi görecek ve bu ülkelere nükleer silah kullanımıyla karşılık vermeyi de değerlendirecek.

Saldırı konvansiyonel füzelerle yapılmış olsa bile Rusya, buna stratejik nükleer silahlardan daha küçük savaş başlığına sahip ve yaygın radyoaktif serpintiye neden olmadan hedefleri vurmak üzere tasarlanmış taktik nükleer silahlarla karşılık verecek. Ve diyelim ki Rusya içlerine yönelik füze saldırısı uzun menzilli İngiliz- Fransız ortak yapımı Storm Shadow (ya da Fransızların adlandırmasıyla SCALP-EG) füzeleri kullanarak yapıldıysa, kullanım İngiliz ve/veya Fransız uzman askeri personelin aktif katılımını da gerektireceğinden, o durumda Moskova, buna Londra ve Paris’i de vurarak karşılık verebilecek

Bilindiği gibi Kiev hükümeti, ABD ve müttefiklerine silahlarının Rusya topraklarına karşı kullanılmasına yönelik tüm kısıtlamaları kaldırmaları doğrultusunda mayıs ayından bu yana çağrıda bulunuyor. Moskova ise bu kısıtlamaların kaldırılmasının Batı'nın çatışmaya doğrudan dahil olması anlamına geleceğini açıkça ifade ediyordu.

‘Yıkıcı ülkeler’ listelendi

Moskova yönetimi, Rusya’nın değerleriyle çelişen “yıkıcı tutumlar içindeki” 47 ülkeyi listeleyerek, bu ülkelerin vatandaşlarına isterlerse Rusya'ya sığınma başvurusunda bulunma yolunu açtı.

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, geçen ay içinde, kendi hükümetleri tarafından dayatılan “neoliberal” fikirlere karşı olan Rusya'nın geleneksel manevi ve ahlaki değerlerini paylaşan yabancıların, Rusya'ya oturma izni başvurusunda bulunmalarına izin veren bir kararname imzalamıştı. Rusya Federasyonu hükümet portalında yayınlanan listeye göre, Rusya’ya karşı “yıkıcı neoliberal ideolojik tutum” içinde olmakla suçlanan ülke ve bölgeler şunlar:

Avustralya, Avusturya, Arnavutluk, Andorra, Bahamalar, Belçika, Bulgaristan, İngiltere, Almanya, Yunanistan, Danimarka, İrlanda, İzlanda, İspanya, İtalya, Kanada, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Lihtenştayn, Lüksemburg, Malta, Mikronezya, Monako, Hollanda, Yeni Zelanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Güney Kore, Romanya, San Marino, Kuzey Makedonya, Singapur, ABD, Tayvan (Çin toprağı), Ukrayna, Finlandiya, Fransa, Hırvatistan, Karadağ, Çek Cumhuriyeti, İsviçre, İsveç, Estonya ve Japonya. Listede AB ve NATO üyesi Slovakya ve Macaristan’ın yanı sıra NATO üyesi Türkiye de yer almıyor.

                                                                  /././

Yapay zekâ dedikoduları: Sam Altman 10 milyar doları cebine koyuyor, Elon Musk çok öfkeli -Eray Özer-

Şirketin yatırımlarla içine gireceği büyüme sonrası 5 gigawatt enerji tüketen bir tesise sahip olacağı söyleniyor. Hatta rivayete göre OpenAI bu yeni işletmeye dair tekliflerini Beyaz Saray’a sundu bile. İşte bu devasa enerjinin nasıl karşılanacağı henüz belirsiz ama Altman’ın kafasında ne olduğunu az çok biliyoruz: Nükleer enerji! Sam Altman’ın desteklediği nükleer enerji startup’ı Oklo, Idaho eyaletinde kurmayı planladığı ilk -görece küçük- nükleer santral için yola koyuldu bile.

Sam Altman ve Elon Musk

Bugün size yapay zekâ dünyası ve Silikon Vadisi’nde dönen dedikodulardan bahsetmek istiyorum biraz.

Dedikodu diyorum ama anlatacaklarımın kimi söylence kimi vakıa.

Mesela ChatGPT’nin yaratıcısı OpenAI’ın artık tamamen kâr odaklı bir yapıya kavuştuğu bir vakıa.

Oysa açık kaynak olarak gelişecek (o nedenle “open”) ve dünyadaki tüm yapay zeka çalışmalarının insanlığın sonunu getirmesinden korkulan abuk subuk yollara sapmasını engelleyecek kâr amacı gütmeyen bir yapıyla yola çıkmıştı OpenAI.

Başta Microsoft olmak üzere çok önemli şirket ve yatırımcılardan büyük yatırımlar aldı, gittikçe büyüdü.

Hatta o kadar büyüdü ki, bundan bir yıl kadar önce kuruculardan Sam Altman’ı fazla hırslı bulan bir grup iç darbeyle yönetimi ele geçirmeye ve şirketi kurucu hedeflerine uygun yönetmeye yeltendi.

Darbe girişimi başarısız oldu, Altman kısa bir süre ayrı kaldığı CEO koltuğuna yeniden kavuştu.

Şimdi en az 6 milyarlık bir başka yatırım turuna çıkıyor OpenAI.

Bu yatırım turuyla birlikte şirketin değerlemesi 150 milyar dolara ulamış olacak.

Ayrıca Sam Altman’ın da bu değerleme sonrası yüzde 7’lik bir hissenin sahibi olacağı söyleniyor, ki bu da 10.5 milyar dolar demek.

Her ne kadar Altman geçen hafta şirket içi bir toplantıda bu söylentiyi yalanlasa da artık kâr amaçlı bir şirkete dönüşen ve devâsa yatırımlarla büyümeyi hedefleyen bir şirkette kurucunun hisse almaması hayatın olağan akışına pek uygun değil.

Ne yani, kendi kurduğu şirkette hayatına sadece maaşlı çalışan olarak mı devam edecek Sam Altman?

Yola bir STK naifliğiyle çıkan OpenAI’dan 10 milyarlık hisse sahibi olmak…

Sosyal medyada “Altman işini biliyor”, “Tek derdi para”, “Bu adeta bir dolandırıcılık operasyonu” gibi yorumlar almış başını gidiyor.

Yağmur ormanlarını koruyalım derken kereste fabrikası kurmak

Altman’a en çok kurulan da OpenAI’a en başta 50 milyon dolar koyan Elon Musk.

Musk çok öfkeli.

“Ben bu şirkete ana sermayeyi her şey açık kaynak olsun, yapay zekâ denetlensin diye koydum. Benim paramla şirketi büyüttüler. Amaçlarından saptılar. Şimdi de milyar dolarları ceplerine koyuyorlar” diyor.

Şu hayatta Musk’la aynı fikirde olma ihtimalim çok düşük ama bu konuda ona hak veriyorum.

Hatta Musk bir röportajında OpenAI’ın yaşadığı değişimi güzel bir örnekle şöyle anlatıyor:

“Diyelim ki Amazon’daki yağmur ormanlarını korumak için kâr amacı gütmeyen bir kuruluş oluşturuyoruz. Sonra onlar bu kuruluşu alıp bir kereste fabrikasına dönüştürüyor ve yağmur ormanlarını budamaya başlıyorlar. Bu kanuni bir iş olabilir mi?”

OpenAI’ın ve Sam Altman’ın bu girişimlerinden rahatsız olan sadece Elon Musk değil. Yapılanlar şirket içinde de hoş karşılanmadı.

Şirketin üç tepe yöneticisi görevinden ayrıldı fakat bunlar içinde en kritik isim henüz 36 yaşında olan baş teknoloji sorumlusu (CTO) Mira Murati.

Murati ülkesi Arnavutluk’tan çıkan en etkili isimlerden biri ve özellikle Büyük Dil Modelleri’nin (LLM) en popüleri olan ChatGPT’nin geliştirilmesinde büyük katkı sağlamış bir isim.

Murati dahil kimse istifa ederken şirketin amacından sapmasına dair bir açıklama yapmadı.

Muhtemelen çıkışlarında imzaladıkları sessizlik sözleşmeleri yüzünden.

Hepsi “Kendime yeni bir yol çizmenin vakti geldi. OpenAI’da çok güzel zamanlar geçirdim” tadında açıklamalar yaptı ama güneş balçıkla sıvanmıyor tabii…

Tüm ayrılanların Altman’ın kariyer hırsı nedeniyle böyle davrandıkları söyleniyor.

Trump’ın damadının kardeşi ve Birleşik Arap Emirlikleri de yatırımcılar arasında

OpenAI’a 6 milyar dolar yatırmaya karar verenlerin listesi de ilginç.

Örneğin Donald Trump’ın başkanlığı döneminde Orta Doğu’daki kritik görüşmelerden eksik olmayan damadı Jared Kushner’ın kardeşi Josh Kushner yatırım şirketi Thrive Capital ile 1 milyar dolar koymaya karar verdi.

Apple, Microsoft ve AI çipleriyle borsada tavan yapan Nvidia’nın da yatırımcılar arasında yer alacağı söyleniyor.

Ayrıca Birleşik Arap Emirlikleri destekli yatırım fonu MGX’in de yatırım yapacağı iddia ediliyor.

Normalde bu türden şirketler böyle milyar dolarlık yatırımları pek yapmazlar.

Yaptıkları çok daha küçük yatırımlarda bile 1’e 10’la 1’e 100 arasında değişen bir kârlılık ararlar.

Tüm bunlar, yatırımcı tarafında OpenAI’ın hızla minimum 1,5 trilyon dolar büyüklüğe sahip olmasının beklendiği anlamına geliyor.

Bu da şirketin Zuckerberg’in Meta’sından (Facebook ve Instagram) daha büyük bir değere ulaşması demek.

OpenAI da bu büyük yatırımlarla bol bol çip alacak, ekibi genişletecek vs…

“Yapay zekânın enerji ihtiyacına çare nükleer” diyorlar

Fakat bir sorun var: Enerji!

Şirketin yatırımlarla içine gireceği büyüme sonrası 5 gigawatt enerji tüketen bir tesise sahip olacağı söyleniyor.

Hatta rivayete göre OpenAI bu yeni işletmeye dair tekliflerini Beyaz Saray’a sundu bile.

İşte bu devasa enerjinin nasıl karşılanacağı henüz belirsiz ama Altman’ın kafasında ne olduğunu az çok biliyoruz: Nükleer enerji!

Sam Altman’ın desteklediği nükleer enerji startup’ı Oklo, Idaho eyaletinde kurmayı planladığı ilk -görece küçük- nükleer santral için yola koyuldu bile.

ABD’de Enerji Bakanlığı ile santralin yeri konusunda yapılan ilk görüşmeler tamamlandı.

Altman’ın ilk modüler nükleer santraline 2027 yılında kavuşacağı söyleniyor.

İşin ilginci OpenAI’ın CEO’sunun nükleer enerjiyle ilgili hayalleri kendi nükleer santraline sahip olmakla sınırlı değil.

Bu tür adamlar önlerindeki 10 yılı değil, 20-30 yılı planlayarak hareket ediyorlar genelde.

Fisyona değil, füzyona yani geleceğe 375 milyon dolar yatırım

Tam da bu yüzden Altman bugün dünyada henüz deneme aşamasında olan nükleer füzyona da yatırım yapıyor.

Dünyada bugün nükleer santrallerde fisyon teknolojisi kullanılıyor. Yani çok kabaca söylemek gerekirse ağır bir elementi (ki bu da uranyumdur, plütonyumdur) enerji açığa çıkarmak için parçalıyoruz.

Füzyon ise aksine hafif bir elementi (hidrojen) birleştirme şeklinde oluyor. Ortaya helium çıkıyor.

Güneşte durmaksızın füzyon gerçekleşiyor.

Bilim insanlarıysa bunu bomba üretirken becermişler. Bakınız hidrojen bombası…

Bir tesiste, bir şeyleri patlatmadan, bir bombaya dönüşmeden enerjiyi açığa çıkarıp depolamayı insanlık henüz becerebilmiş değil.

Buna karşın çalışmalar sürüyor. Bu yıl, füzyonu gerçekleştirmek için harcanandan daha fazla enerjinin açığa çıktığı (çok küçük bir farkla da olsa) bir model başarıyla çalıştırılabildi.

Yine de nükleer füzyonla elektrik üretecek santrallerin ancak 2050’lerde hayatımızda olacağı söyleniyor.

O noktaya kadar atmosferi dağıtmadan, iklimleri geri dönülmez bir şekilde değiştirmeden gelebilirsek enerji ihtiyacı probleminin çok daha temiz bir şekilde ve sonsuza kadar çözülmesi bekleniyor.

Her konuda olduğu gibi füzyon santralleri konusunda da ABD ve Çin arasında kıyasıya bir rekabet var ve Çin yine her alanda olduğu gibi bu alanda da çalışmalarını çok hızlandırmış durumda.

Sam Altman yapay zekanın hayatın her alanına yayılmasıyla ortaya çıkacak enerji ihtiyacının ancak füzyon santralleriyle çözülebileceğine inanıyor ve bunu da her fırsatta dile getiriyor.

Dile getirmekle de kalmıyor: Tam 375 milyon doları nükleer füzyon denemeleri yapan Helion Energy isimli şirkete yatırmış bile. 

Yani sevgili okur, biz iki yıl sonrası için “İmamoğlu mu, Yavaş mı” diye tartışaduralım elin 39 yaşındaki oğlanı, “yirmi-otuz yıl sonra derdimize fisyon mu, füzyon mu devâ olacak” diyerek milyon dolarları gözünü kırpmadan yatırıyor.

Elli yıldır aynı konuları tartışmaktan bıkmayanların ülkesinden iyi haftalar…

                                                                  /././

                                                 T24 - GÜNDEM

Prof. Taner Demirer: 1 yılda 3 bin 25 hekim gitti, Türkiye'nin en az 70 bin doktor açığı var!

"Devlet sağlıkçıların yurt dışı göçünü tersine çevirmek zorunda"

doktor

İYİ Parti’de Sağlık Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı’yken istifa ederek CHP’ye katılan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi, Tıbbi Onkoloji ve Hematoloji uzmanı Prof. Taner Demirer, geçen yıl 3 bin 25 hekimin yurt dışına göç ettiğini belirterek, Türkiye’nin 70 bin doktor açığı bulunduğunu söyledi. Prof. Demirer, “Bu yetmezmiş gibi her yıl binlerce doktorumuz yurtdışına gidiyor. Devlet bu göçü tersine çevirmek zorunda” dedi.

Sözcü’den Saygı Öztürk’e konuşan Prof. Taner Demirer, 22 yıllık AKP iktidarında Sağlıkta Dönüşüm Projesi’nin geldiği noktayı şöyle özetledi:

“AKP iktidarının başlangıcında büyük övgülerle topluma sunulan Sağlıkta Dönüşüm Projesi sağlıkta şiddette dünyanın önde giden ülkesi olmamıza, sağlık çalışanlarının açlık sınırında yaşamasına, sağlık hizmetlerinin sunumundaki standardın bozulmasına, kuyrukların uzamasına, ucube randevu sisteminin çökmesine ve en iyi hekimlerimizin yurt dışına gitmesine yol açtı.”

“Şehir hastaneleri, Sağlık Bakanlığı’nın bütçesini eritiyor”

Prof. Taner Demirer’in şehir hastaneleriyle ilgili değerlendirmesi de şöyle oldu:

“AKP İktidarı eski Sovyet sisteminin bir ürünü olan, İngilizler tarafından da 1970’li yıllarda denenen ve terk edilen 20’ye yakın şehir hastanesinihizmete açtı. Şehir hastanelerinde vatandaşlarımız randevu alamamakta, mağdur olmakta ve sağlık hizmetlerinin standardı düşük kalmaktadır. Sağlık Bakanlığı bütçesinin 1/5’ini götüren bu hastaneler garantili hasta sayıları, kira ve hizmet bedelleri ile Sağlık Bakanlığı’nın bütçesini eritiyor. Hastane müteahhitlerine kira ve hizmet bedeli adı altında iki ayrı ödeme yapılıyor ve sözleşmelerle hizmet ve kira bedelleri adı altında müteahhitlere milyarlarca lira aktarılıyor. AKP hükûmeti, devleti önümüzdeki 25 yıl boyunca bu paraları ödetmeye mahkûm etti.”

“Yurt dışına çıkmış sağlık çalışanlarının tersine göç ile yurda dönüşü sağlanmalı”

Prof. Taner Demirer, sağlık çalışanlarının yurt dışına göçüne ed dikakti çekti, şunları kaydetti:

“Sağlık Bakanlığı+üniversite+özel hastanelerde istihdam edilmiş 185 bin doktor var. Bir doktor, hemşire ve diş hekimi başına düşen nüfus Türkiye’de sırasıyla 498, 431 ve 2.496 olup OECD ülkelerinde ise bu rakamlar 341, 102 ve 1685 dolayında. 100.000 kişiye düşen hekim sayısı yönünden OECD sonuncusuyuz. Yüz bin kişiye düşen hekim sayısı OECD ortalaması 348 iken ülkemizde bu rakam 187’dir. Mevcut doktor sayısına ek olarak en az 70 bin doktora ihtiyaç var. Hekim göçünün önlenmesi için gerekli tedbirlerin acilen alınması gerekiyor. Geçen yıl 3 bin 25 hekimimiz yurtdışına göç etti, bu artarak devam ediyor. Yurt dışına çıkmış olan hekimlerin ve sağlık çalışanlarının tersine göç ile yurda dönüşü sağlanmalı.”

                                                                     ***

CHP'li Yavuzyılmaz: AKP, yap-işlet-devret köprü, tünel ve otoyol garanti ödemelerine "güncel kur" ayarı yaptı

"Hazine şirketlere tutturulamayan sayıdaki her araç için Osmangazi Köprüsü’nde bin 870 TL Çanakkale Köprüsü’nde 760 TL Avrasya Tüneli’nde 238 TL YSS Köprüsü’nde 204 TL ödemek durumda!"

Osmangazi Köprüsü'ndeki bayram tatili yoğunluğu böyle görüntülendi

                                                         ***

“Bakanlığın ‘Sağlıklı Beslenme Çantası’nın maliyeti aylık 2 bin 662 lira”
CHP Karabük Milletvekili Cevdet Akay, Sağlık Bakanlığı’na bağlı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü’nün "Sağlıklı beslenme çantası" tavsiyesinin maliyetini hesapladı. Buna göre, ürün fiyatlarının sabit kaldığı düşünüldüğü senaryoda, pazartesileri aylık 925 TL tutan menü, salı günleri 570 TL, çarşamba günleri 250 TL, perşembe günleri 388 TL, cuma günleri de 529 TL tutuyor. Bir öğrencinin aylık beslenme çantası 2 bin 662 TL’ye geliyor.(https://t24.com.tr/haber/bakanligin-saglikli-beslenme-cantasi-nin-maliyeti-aylik-2-bin-662-lira,1186823)

(T24)


Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet -30 Eylül 2024-

 

Farklı bir seçmen, yeni bir yol haritası -Ergin Yıldızoğlu-

ABD’de Clinton döneminde klasikleşmiş bir söz vardı: “Aptal, esas sorun ekonomidir.” Gerçekten de seçim dönemlerinde, eğer ekonomik koşullar iyiyse iktidardaki parti kazanıyordu, kötüyse muhalefetteki parti... Ne var ki artık birçok ülkede, giderek artan oranda seçmen bu “klasik” davranışı sergilemiyor. Kapitalizmin krizinin, “çürüme ve alçalma” döneminde karşımızda, artık farklı bir seçmen var: Yine ekonomiden yakınıyor ama oyunu, başka ölçütlere göre kullanıyor.

BELKİ DE ARTIK EKONOMİ DEĞİL!
Biden başkan adayıyken Trump ekonomik konularda açık farkla önde gidiyordu.  “Biden çekildi, Harris aday oldu, ekonomide, ekonomik programda bir değişiklik yok ama ekonomi konusunda Harris Trump’a yetişti ve geçmeye başladı. Esas sorun ekonomi değil galiba.” (The New Republic). “Harris’in ekonomik önerilerinin çoğu çalışanlardan, küçük işletmelerden yana ama o seçmenlerin çoğu hâlâ, büyük sermayeden yana önlemler öneren Trump’ı destekliyorlar.”... “Seçmen neden ekonomide kendi çıkarına önlemleri öneren politikacıyı desteklemiyor?” (The Independent)

Nihayet, New York Times’ın emektar yazarlarından Thomas Edsall (83) soruyor:  “Seçmenler, Trump hakkında artık her şeyi biliyorlar. Buna rağmen, Trump’ın başkanlığı kazanma şansı hâlâ nasıl yüksek olabiliyor? Amerikan tarihinin en kötü başkanı olarak değerlendirilmeye aday bir adama ikinci bir dönem vermemek için neden kesin bir çoğunluk oluşmadı?”

Gerçekten de ABD seçmeninde, Trump’ın ortaya çıkmasıyla katılaşan kutuplaşma her şeye rağmen değişmiyor. Dahası, birçok analist, kıl payı bir farkla sonuçlanması beklenen seçimlerin ertesinde ülkeyi sert çatışmaların, belki de şiddet içeren toplumsal sarsıntıların beklediğin düşünüyor.

NEDEN HÂLÂ TRUMP?
Bu soruya cevap ararken önce, Clinton döneminden bugüne kapitalizmde yaşananları kısaca anımsamak gerekir: Kosova savaşları, “İkiz Kuleler”, Afganistan, Irak savaşları, dinci terörizm, 2008 finansal krizi, uzun durgunluk, göçmen dalgası krizleri, pandemi, hızlı yoksullaşma, nihayet büyük güçler arası rekabet dünyasında yeniden gündeme gelen “Bir küresel savaş çıkar mı” sorusu. Sosyal medya algoritmaları, bu olayların yarattığı kaygı ve korkuları daha da büyütüyor. Bu koşullarda bireyler, bir taraftan güvenlik arzusuyla somut evrenselliklere (ırk, etnisite, dini cemaat) sığınmaya çalışıyorlar, diğer taraftan, çaresizliklerinin, iktidarsızlıklarının ağrılarına çare, güçlü liderleri “özdeşleşme nesneleri” olarak benimsemeye başlıyorlar.

Bu “sığınma” ve “özdeşleşme” katı kimliklerden oluşan bir seçmen kesimi   yaratıyor. Bu seçmen kesimi, karşılarındaki akımları ve önerileri, ekonomik çıkarlarına uyup uymamasına göre değil, kimliklerine ve özdeşleşme nesnelerine olan sadakatlerine uyup uymamasına göre seçiyor. Bu seçmen, “rasyonel” bir yaklaşımla, ekonomik koşullardan yakınıyor, bu kaygılarını anketlerde, hatta protesto eylemlerinde de dile getiriyor ama sandığa gittiğinde oyunu (tercihini),  özdeşleşme nesnesinin “gözü” altında, “aidiyetlerine” ve “sadakatlerine” göre kullanıyor.

Bu dinamiği ABD seçimleri sürecinde açıkça görebiliyoruz. Trump’ı bir kez özdeşleşme nesnesi olarak edinmiş, ırkçı ve dini cemaatlere, aidiyetlere sığınmış bireyler, Trump hakkında tüm öğrendiklerine karşın, “kimliklerini korumak” için ona sadakat göstermeye devam ediyorlar. Bu nedenle her şeye karşın “kemikleşmiş” bir seçmen grubu Trump’ın seçilme, seçilemezse sonuca direnme olasılığını canlı tutmaya devam ediyor.

Türkiye’ye gelince, ana muhalefet partisinin, ısrarla erken seçim istediğini görüyoruz. Doğru, 23 yıl seçmende bir yorgunluk yarattı. Ekonomide geçim sıkıntısı çok ağır. Ancak 23 yıl boyunca önemli ideolojik, kurumsal değişiklikler de oldu, yeni siyaset yapma tarzları, devlet kurumlarında, siyasi partilerde, seçmende “algısal kilitler” yerleşti.

Muhalefetin önce bu diyalektiği, seçimleri kaybederek iktidarı bırakacağı düşünülen yapının elindeki kültürel ve kurumsal olanakları, bu yeni seçmen türünün Türkiye özelindeki özelliklerini göz önüne alan bir yol haritası oluşturması gerekiyor. Böyle bir yol haritasının yokluğunda, erken seçim çağrıları bana, dikkatle oluşmuş  “düşüncelerin” değil,  salt “kanaatlerin"  ürünü fanteziler gibi geliyor.
                                                         /././

‘Çürüme’ ve ‘alçalma’ (2) -Ergin Yıldızoğlu-

Bu kez konu ABD. Tarih bize, imparatorlukların, hatta kimi zaman toplumların çöküşünün, ahlaki bozulmayla, artan eşitsizlikle ve gerici hareketlerin yükselmesiyle, gündelik yaşamda şiddetin normalleşmesiyle birlikte geldiğini gösteriyor. ABD’de filmlere konu olan (“Big Short”) finansal yatırımcı Steve Eisman’ın, Gazze krizinde yaşanan ölümlerden ve yıkımdan sevinç duyduğunu açıkça söylemesi, plütokrasinin içinde kimileri için şiddetin, hatta soykırımın kabul edilebilir bir araç haline geldiğini gösteriyor. Bu çürüme bireysel aktörlerle de sınırlı değil, daha derin bir toplumsal değişimi yansıtıyor. Şiddetin yüceltilmesi, Amerikan kültürünü giderek daha fazla etkisi altına alıyor, çatışmayı yücelten gerici hareketleri ve ideolojileri besliyor; korku ve öfke, ahlaki mutabakatların kalıntılarını daha da aşındırarak toplumsal parçalanmayı hızlandırıyor. ABD toplumu çöküşün eşiğindeki imparatorlukların tarihsel özelliklerini sergiliyor. 

GÜNEY AFRİKA MİRASI...
ABD’de de servet, bir grup milyarderin elinde aşırı şekilde yoğunlaşmışken Amerikalıların çoğu ekonomik durgunluk ve gerileme ile karşı karşıyadır. Bir zamanlar Silikon Vadisi’nin vizyonerleri olarak görülen Elon Musk ve Peter Thiel gibi isimler, şimdi çökmekte olan imparatorluklardaki oligarşileri anımsatan eşitsizliklerin müstehcen simgeleri haline gelmiştir. Musk’ın Güney Afrika’daki ırkçı (apartheid) rejimindeki geçmişi, “faşizmin” eşitsizliği nasıl meşrulaştırdığına dair ürkütücü bir hatırlatmadır. Thiel’in, apartheid’in ekonomik mantığını -zenginlik ve gücün seçkin bir azınlığa ait olduğunu- savunan, “doğal hiyerarşiler” teorisi, günümüz Amerikan plütokrasisinin egemen ideolojisini yansıtıyor, servetin en üst düzeyde yoğunlaşmasını doğallaştırıyor, buna müdahalenin ya da yeniden dağıtım arzusunun doğaya aykırı olduğunu savunuyor. Bu çevrelerde birçok kişi hükümet müdahalesinin ister sosyal refah ister ırksal adalet konusunda olsun, gereksiz hatta tehlikeli olduğunu düşünüyor. Musk, Thiel ve diğerlerinin Güney Afrika deneyimlerinin mirası, aşırı eşitsizlikleri, devlet şiddetini meşrulaştıran duyarlılıklar şimdi ABD’de faşizmi besliyor. Güney Afrikalı bilgisayar yazılımcısı Paul Furber gibi figürler, “Q Anon” gibi komplo teorileri üreterek demokratik kurumlara olan güveni yıkıyor.

Gerçekten de ABD’de son yıllarda yükselen, MAGA gibi ırkçı-faşist hareketlerin ideolojik kökleri, Güney Afrika’nın ırkçı rejimi gibi şiddet dolu dönemlere kadar uzanıyor. Örneğin, Musk’ın “Güney Afrika’da potansiyel bir beyaz soykırımı” konusunda yaptığı uyarılar, MAGA gibi hareketleri besleyen “Beyaz Amerikalılar göçmenlerin tehdidi altındadır” gibi paranoyalarını besliyor. Bu sırada Trump’ın, Yahudi seçmene yönelik  “Kazanamazsam sizi sorumlu tutacağım” tehdidi, Nazilerin, “Bizi arkadan bıçakladılar” propagandasını anımsatıyor.

LİBERAL DEMOKRASİNİN EROZYONU
Son olarak servetin aşırı yoğunlaşmasıyla, yasalar önünde eşitlik ilkesinin aşınması arasında güçlü bir ilişki göze çarpıyor. Milyarderler siyasi kampanyaları finanse eder, politika tartışmalarını şekillendirirken sıradan vatandaşların sesleri giderek daha fazla kısılıyor.

Diğer taraftan, Kuzey Carolina’dan siyah politikacı Mark Robinson gibi köleliğin geri getirilmesini (“O kadar da kötü değildi, ben de birkaç tane alırım”), kadınların oy verme hakkının olmadığı zamanlara dönmeyi arzulayan, “Ben siyah Nazi’yim” ifadeleriyle grotesk faşist görüşler öne süren figürlerin siyasi olarak yükselmesi, “çöküşün” derinliğini, gösteriyor.
 
ABD’de ahlaki çürüme, artan şiddet, aşırı ekonomik eşitsizlik ve yükselen gericilik ile işaretlenen bir varoluşsal kriz yaşanıyor. “İmparatorluğun”, hatta ülkenin çöküş eğilimi, zenginlik yoğunlaşması, siyasi yolsuzluk ve şiddetin normalleşmesiyle, gerici ideolojilerin etkisi altında, büyüyen bir uçurum içinde hız kazanıyor. ABD tarih boyunca çökmüş imparatorlukların izlediği yoldan gidiyor.

Tarih ve ABD örneği bize çürümeyi besleyen güçlere, gericiliğe karşı direnmenin, ekonomik, siyasi ve sosyal reformlarla eşitlik ve adalet umudunu yeniden canlandırmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
                                                   /././

Değişim hızlandı ama yönü belirsiz -Ergin Yıldızoğlu-

20. yüzyıl kapanırken “Komünizm yıkıldı” dünyaya barış, demokrasi geliyor diyenler bugünlerde bir “büyük savaşın” kaçınılmaz olduğuna inanıyorlar (Wall Street Journal, 16/09/24; Ulusal Savunma Stratejisi Komisyonu- 07/2020).

O zaman, “ABD ile aynı takımda olmak için” “Washington Mutabakatını” kabul etmek gerekiyordu. “Bugün, ABD ile aynı takımda olmak, yüksek teknoloji sektörlerine yönelik hedeflenmiş korumacılık ve agresif sübvansiyonlar anlamına geliyor” (WSJ, 15/09/24)
 
“Washington Mutabakatı", ABD Hazine Bakanlığı, IMF ve Dünya Bankası’nın (sonra Dünya Ticaret Örgütü) dayattığı, serbest ticaret, deregülasyon, kısaca neoliberal ekonomi yönetimiydi; “WM”, ekonomik sorunların devletlerin piyasa müdahalelerini en aza indirerek, mal ve sermaye piyasalarının serbestleştirerek aşılacağını söylüyordu. Bu dönem, sermayenin (daha çok merkez ülkelerden egemen sermayenin) ülke sınırlarına takılmadan serbestçe dolaşabildiği bir küreselleşmenin yükselişine tanıklık etti.
 
Bugün farklı bir noktadayız. Serbest ticaret, neoliberal ekonomik yönetimi artık ABD ekonomi politikasının temel direkleri değil. ABD yönetimi bugün, piyasalara güvenmek yerine, stratejik açıdan önemli, yarı iletkenler, yeşil teknoloji ve yapay zekâ gibi alanlarda devlet müdahalesini artırmayı amaçlıyor. ABD’nin “sanayi politikalarına” yönelmesi, neoliberalizmin tükendiğine, küresel rekabetin -özellikle Çin gibi yükselen güçler karşısında- farklı bir yaklaşımı gerektirdiğine ilişkin bir anlayışı yansıtıyor.
 
Çin’in “elektrikli taşıt araçları, güneş panelleri ve diğer ileri teknolojilerle küresel piyasaları doldurması”, Batılı rakipler için karşılanması zor bir maliyet baskısı yaratıyor. Bu maliyet baskısına ABD, Biden döneminde gerçekleşen  “Chips and Science Act” ve “Inflation Reduction Act” gibi yerli endüstrileri geliştirmeyi, kritik tedarik zincirlerine olan dış bağımlılığı azaltmayı amaçlayan yasalarla cevap veriyor. Bu yasalar, ABD içindeki üretimi ve inovasyonu teşvik etmeye, devletin doğrudan yüksek teknoloji sektörlerine yatırım yapmasına, piyasaları korumak için korumacılık uygulamasına olanak veriyor. 

DEVLET KAPİTALİZMİ…
Çin’in, “devlet güdümünde kapitalizm” modeli, Çin sermayesinin, stratejik endüstrilerde küresel pazarlarda baskın olmasını kolaylaştırırken serbest piyasa politikalarına bağlı kalan Batı ekonomileri bu değişime ayak uyduramadılar. Çin’in, ABD merkezli Batı’nın küresel ekonomik siyasi üstünlüğünü tehdit ederek yükselmesi, ekonomik politikaların yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kıldı. 

Şimdi Avrupa’nın da Mario Draghi gibi isimlerin önderliğinde “ABD modelini” benimsemeye çalıştığı görülüyor. Avrupa’nın teknolojik olarak geri kaldığını düşünen bir eğilim, teknoloji sektörlerinde inovasyon ve büyümenin sağlanabilmesi için devlet desteğinin gerekli olduğunu savunuyor; ABD ve Çin’e ayak uydurmak amacıyla devlet merkezli bir endüstriyel politika öneriyor. 

Bu yeni yönelimler, karşılıklı korumacılık uygulamalarını tırmandırarak küresel ticaret ağlarını seyreltme, küresel ekonomik parçalanmayı ve silahlanma yarışını hızlandırma gibi yeni riskleri de getiriyorlar. Bu süre içinde, ABD ve Çin kendi ekonomik ve teknolojik bloklarını inşa ettikçe, diğer ülkeler de iki taraftan birini seçmeye zorlanıyorlar (Financial Times, 19/09/24). Dünya pazarında rekabet sertleşiyor, küresel ekonomik işbirliği zayıflıyor. 

Özetle, ABD yönetimi neoliberalizmin tükendiğini, daha rekabetçi ve parçalanmış bir küresel ortamda ekonomik geleceğini güvenceye almak, küresel güç dengesini korumak için teknolojik hâkimiyetin belirleyici olacağına inanıyor; yüksek teknoloji sektörlerini destekleyerek rekabet gücünü, en azından korumayı hedefliyor. Bu bağlamda, Batı ittifakı içinde “ABD ile aynı takımda olmak” daha stratejik, müdahaleci devlet politikalarını, ABD modelini benimsemeyi gerektiriyor.
 
Bu madalyonun öbür yüzünde, yükselen milliyetçilik, dinci, ırkçı fanteziler, Mussolini özentisi liderler, aniden patlak veren jeopolitik krizler, karmaşıklaşan ittifaklar var. Tarih bize tüm bunların insanlığı savaşa götürdüğünü gösteriyor. “Büyük güçler”, yine gözleri kapalı, yeni bir “büyük savaşa” doğru yürüyorlar.
                                                  /././

Erdoğan’ın Hamas-Hizbullah ayrımı -Mehmet Ali Güller-

İsrail terör örgütü, Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye’den sonra Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı da bir terörist saldırıyla öldürdü.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hizbullah’ın H’sini ve Nasrallah’ın N’sini söylemeden, Lübnan’a başsağlığı diledi. Oysa daha birkaç hafta önce Haniye için yas ilan etmişti.

Erdoğan’ın ikisi de İsrail’e karşı direnen örgütler olan Hamas ve Hizbullah arasında neden bir ayrım yaptığı ortada: Hamas Sünni, Hizbullah Şii.

AKP’NİN PSİKOLOJİK SAVAŞI

Erdoğan’daki bu tutum, haliyle Erdoğan cephesine de yayılıyor. Örneğin AKP’ye yakın A Haber’de Em. Albay Coşkun Başbuğ, Nasrallah’ın Mossad’a çalıştığını iddia edebiliyor, Hizbullah yöneticileri için “satılmış kadro” diyebiliyor.

Başbuğ’un gerekçesi ne peki? Hizbullah, Nasrallah ve komutanları sayesinde İsrail’i cehenneme çevirmiyormuş! Çünkü Hizbullah’ın attığı füzeler havai fişek gösterisinden ibaretmiş! O zaman neden öldürülmüşler peki? Kullanım süreleri dolmuşmuş!

Albay rütbesine gelmiş biri, hepsi bir yana, Nasrallah liderliğindeki Hizbullah’ın İsrail’i 2006’da nasıl yenilgiye uğrattığını bilmiyor olamaz. Tüm bu psikolojik savaş argümanları, Erdoğancılığı, yani Sünni siyasal İslamcılığı savunabilmek  için...

Unutmadan; bu cephenin bir kesimi de Nasrallah’ın ölümünü kutlayan İdlib’de besledikleri cihatçı örgütlerdir.

MEZHEPÇİLİK VE İRAN KARŞITLIĞI

Erdoğan cephesi, TV ve gazeteleri ile aylardır İran karşıtlığı yapıyor. İran’ın neden İsrail’e savaş açmadığını, neden İsrail topraklarına sürekli füze fırlatmadığını sorguluyorlar.

Bunları sorgulayanlar, daha düne kadar İsrail’le ticareti bile savunanlar oysa! Çünkü meseleleri İsrail karşıtlığından çok, Sünni siyasal İslamcı bakışla, Şii İran’a karşı pozisyon almak!

İsrail’e mühimmat taşıyan ABD askeri uçaklarının İncirlik’i kullanmasına itiraz etmezler, İsrail’e istihbarat sağlayan Kürecik Radarı’nın kapatılmasını istemezler, İsrail’e destek için Doğu Akdeniz’e gelen ABD savaş gemisiyle tatbikat yapılmasına itiraz etmezler, İsrail’e destek için İzmir’e demirleyen ABD savaş gemisine karşı ses çıkarmazlar ama İran İsrail’i vurmuyor diye şikâyet eder, Nasrallah’ı Mossad ajanı olmakla suçlamaya kalkarlar. ABD ve İsrail’e karşı mücadele diye de zincir kahve dükkânlarını basıp insanların elindeki kahveyi dökerler.

Kısacası kahve dükkânlarındaki antisiyonist, gazete manşetlerindeki antiemperyalist maskeleri İncirlik ve Kürecik tesislerine kadardır; orada ABD’nin müttefiki olurlar!

İSRAİL ABD-İRAN SAVAŞI İSTİYOR

İsrail, ABD’yi İran’a saldırtabilmek için uğraşıyor. İran’ı önce diplomatik temsilciliğini vurarak, ardından misafiri Haniye’yi öldürerek tahrik etti. Netanyahu’nun amacı ortada: İran saldıracak, ABD İsrail’i korumak zorunda kalacak ve ABD-İran savaşı çıkacak. Tahran bu tuzağa düşmemek için ölçülü yanıt verdi.

Netanyahu bu hedefe ulaşmak için şimdi de Hizbullah’a saldırıyor. Önce Hizbullah komutanlarının çağrı cihazlarını patlattı, ardından Nasrallah’ı öldürdü. Netanyahu’nun amacı yine aynı: Hizbullah ve İran saldıracak, ABD İsrail’i korumak zorunda kalacak ve ABD-İran savaşı çıkacak.

Bunu herkes görüyor ama Sünni siyasal İslamcı iktidar, “İran neden İsrail’i vurmuyor” diye şikâyet ediyor. Netanyahu’dan sonra İran’ın saldırmasını en çok isteyen kesim durumundalar.

ÖLMEYİ GÖZE ALANLAR KAZANIR

Bölgesel savaş riskini görenler için tablo net. Örneğin Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “İsrail’in İran ve Hizbullah’ı tahrik etmeye çalıştığını”, “İran’ın sorumlu bir davranış sergilemeye devam ettiğini”, “bunun gerekli olduğunu ve kayda geçmesi gerektiğini” belirtiyor.

ABD-İsrail-İngiltere cephesine karşı mücadele uzun soluklu ve inişli çıkışlıdır. Kimse Haniye ve Nasrallah suikastlarıyla aldanmasın: Ölmeyi göze alanlar, öldürenleri en sonunda hep yener!

                                                     /././

ABD’ye çok taviz, sıfır kazanç -Mehmet Ali Güller-

Yunan Kathimerini gazetesi günler önce şu iddiayı yazdı: “ABD, S-400’lerin İncirlik Üssü’ne konulması karşılığında Türkiye’yi F-35 programına geri almayı teklif etti.”

Günler geçti ama Ankara bu konuda herhangi bir açıklama yapmadı. Dahası Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın BM Genel Kurulu için bulunduğu New York’ta yaptığı açıklamalarda “CAATSA yaptırımlarını kaldırmaya çalıştıklarını” belirtmesi ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “Amacımız CAATSA’dan çıkmak. Yaratıcı formüller, çözümler neler olabilir, onlar üzerinde duruyoruz” demesi bu bağlamda değerlendirildi. Zira ABD CAATSA yaptırımlarını, Türkiye’nin S-400 alması nedeniyle uyguluyor.

Baştan belirtelim: Ortada Kathimerini gazetesinin iddia ettiği gibi “S-400 İncirlik’e, Türkiye F-35 programına” pazarlığı varsa bu vahimdir, geri adımdır, baskılara boyun eğmektir.

NEO ABDÜLHAMİTÇİLİĞİN SONU
Erdoğan’ın siyaset yapma tarzını yıllardır “neo Abdülhamitçilik” diye niteliyorum. Erdoğan bölgede kendisine alan açmak için Rusya’ya işbirliği yapıyor, bu işbirliğini ABD’yle ilişkilerinde pazarlık kartı olarak kullanmaya çalışıyor ve AB’yi bu iki büyük gücün dengeleyicisi niyetine yedekte tutuyor. 
Elbette çok kutupluluk şartlarında her ülkenin önünde çok taraflı politika uygulayarak kazanç sağlama fırsatı var. Ancak iktidarın uyguladığı “dengecilik”, çok taraftan kazanç yerine, çok tarafa tavize dönüşüyor sürekli. 

Örneğin ABD S-400 aldığı için Türkiye’ye CAATSA yaptırımları uyguladı, Türkiye’yi F-35 programından çıkardı, Türkiye’nin parasını verdiği uçaklara el koydu, parasını da geri vermedi. İktidar ise ABD’nin el koyduğu 1.4 milyar doları kurtarabilmek için karşılığında F-16 alabilmeyi başarı diye pazarladı ve Finlandiya ile İsveç’in NATO’ya üyeliğini bu pazarlığın konusu yaptı. 
Sonuç? 
Finlandiya ve İsveç NATO üyesi, ABD F-16 sözünü tutmuyor  ve  Erdoğan dün yine hâlâ şöyle diyordu: “1 milyar 450 milyon dolar alacağımız var. Şimdi bu alacağımızı tahsil etme noktasında adımlarımızı atmaya devam edeceğiz.”

ABD’YLE SIFIR KAZANÇLI PAZARLIK
Anımsayalım: Aslında füze savunma sistemi ihalesini önce Çin kazanmıştı, bir yıl sonra Erdoğan iptal etti. Bu Pekin’le “güven ilişkilerini” sıkıntıya soktu ve Orta Koridor’un Kuşak ve Yol’daki ağırlığını zayıflattı. Ardından yeni ihaleyi “iki S-400 sistemi ve dört batarya” olarak Rusya kazandı. Ama iktidar ABD’nin baskısı nedeniyle sadece “bir sistem ve iki batarya” aldı. Şimdi de bunun İncirlik’te depolanmasının pazarlığının yapıldığı iddia ediliyor. 

Günlerdir Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’nin Kathimerini’nin iddiasını yalanlamasını bekliyoruz ama sosyal medyadaki mesajlara bile pür dikkat kesilen merkez, Yunan gazetesinin iddiasına sessiz. 

ABD başkanıyla açıkça “Ver papazı, al papazı” pazarlığı yapan bir iktidarın bu konuda da pazarlık yapıyor oluşu elbette sürpriz olmaz. Umarım ABD’li papazı verip Pensilvanyalı papazı alamadıkları gibi sonuçlanmaz yine!

ABD VE RUSYA’DA TÜRKÇE KONUŞABİLMEK
İktidarın bu tutumu, iktidarın politikalarını uzun süredir olumlayan kesimlerde bile rahatsızlık yarattı. Örneğin Aydınlık gazetesi iktidarın bu tutumuna 25 Eylül’de “İşte hükümetin çıkmazı: Amerika’da Amerikanca, Rusya’da Rusça” manşetiyle, 26 Eylül’de de “Boyun eğmenin adıyaratıcı formül’  oldu”  manşetiyle tepki gösterdi. 

Tam da Erdoğan’ın neo Abdülhamitçiliği ile bunu anlatmaya çalışıyoruz yıllardır. Erdoğan başından beri Amerika’da Amerikanca, Rusya’da Rusça, Avrupa’da Almanca-Fransızca, Körfez’de Arapça konuşuyor. Bu tarzı da “çok kazanç” değil, “çok taviz” sonucunu üretiyor.

Çünkü mesele Amerika’da da Rusya’da da Avrupa’da da Körfez’de de Türkçe konuşabilmektir. Çünkü çok taraflılığı sağlıklı uygulayabilmenin şartı, bağımsızlıkçı çizgide yürümektir.
                                                   /././

Küresel düzen savaşsız değişir mi? -Mehmet Ali Güller -

Haklı olarak soruluyor: Mevcut küresel düzen II. Dünya Savaşı’yla oluştu, savaşsız değişir mi? 

Tarihte bu tür değişikliklerin büyük oranda savaşla olduğu bir gerçek. Çağımızdaki son değişim ise bir istisna: İngiltere liderliğini ABD’ye savaşsız teslim etti, daha doğrusu iki savaşla güçten düştüğü için savaşsız teslim etmek zorunda kaldı.
 
Peki ABD savaşmadan liderliğini bırakır mı?

SAVAŞSIZ ÇÖZÜM YOLLARI
Küresel Güney şu üç yolla savaşsız çözüm arıyor:
1) Kolektivizm: Çin başta Küresel Güney ülkelerinin ekonomi ve siyasi ağırlıkları oranında uluslararası örgüt ve kurumlarda temsiliyet istedikleri ortada. Ama bu Çin’in bir dünya liderliği devri istediği anlamına gelmiyor. Zaten çok kutupluluk, demokratik bir küresel yönetişimi gerektiriyor.  Uluslararası düzenin demokratikliği de ülkelerin adil temsiliyetine  dayanacaktır. Kısacası ABD’nin “tek” liderliğine karşı, çok merkezli bir düzen. İşte bu kolektivizm anlayışı, ABD’yi savaşsız çözüme zorlamaktadır.
2) BM’nin rolü: Küresel Güney ülkeleri, uluslararası düzenin adil ve demokratik dönüşümünde BM’nin merkezi bir koordinasyon rolüne işaret ediyorlar. Bu da ABD’yi savaşsız çözüme zorlayacaktır. 
3) Zamana yayma: Bu büyük küresel dönüşümün savaşsız olması için Çin’in izlediği ağır, zamana yayan, kontrollü ve dengeli yol da önemli bir faktör elbette... 

ARTIK 193 ÜYE VAR
BM’de reform çağrıları işte bu şartlarda gelişiyor. 79. BM Genel Kurulu, liderlerin reform çağrılarına sahne oldu.

Çünkü 1945 düzeni artık çalışmıyor, Soğuk Savaş bitti, ABD’nin kısa süreli tek kutuplu dünya hâkimiyeti dönemi de bitti. Artık çok kutuplu dünya döneminin başındayız. BM’nin de buna göre dönüşmesi gerekiyor. 

Daha somut söylersek: BM, 1945’te 50 ülkenin bulunduğu bir dünyada ve II. Dünya Savaşı’nın galiplerinin BM Güvenlik Konseyi’nin veto kartlı 5 daimi üyesini oluşturduğu şartlarda kuruldu. Ancak bugün BM’de 193 ülke var!

REFORM AMA NASIL?
ABD, “reformun şart olduğu” gerçeğini görüyor ve mecbur kalacağı değişimin kontrolünde olmasını, veto gücünü sürdürebilmeyi hedefliyor. O nedenle de BM Güvenlik Konseyi’nin genişlemesinde; birincisi istediği yeni ülkelerin bulunmasını, ikincisi de yeni üyelerin veto hakkının olmamasını savunuyor. 
Evet, BM’de reform şart ama nasıl? 
Artık asıl mesele bu... 
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD’nin bu “kontrollü reform” çabasına karşı uyarıyor; BM Güvenlik Konseyi’ndeki reformun “suni bir şekilde hızlandırılmaya çalışıldığına” dikkat çekiyor ve “Çin’le birlikte sürecin tehlikeli oyunlara dönüştürülmesine izin vermeyeceklerini”  belirtiyor (Sputnik, 25.9.2024)
Lavrov, daha önemlisi, BM’nin bölünmesi yerine ortak mutabakat  sağlanmasına çabaladıklarını vurguluyor.
 
REFORMDA İKİ TEMEL YOL
Sonuç olarak çok kutupluluk şartlarında BM Güvenlik Konseyi’nde reform yapılması artık kaçınılmaz. Küresel Güney ülkeleri, ağırlıklarını elbette temsiliyetlerine yansıtacaklar. 

Reformun önünde iki temel yol var: Kolektif Batı’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki konumunu korumaya çalışan yolu ve Küresel Güney’in BM düzenini demokratikleştirmek yani adil temsiliyeti sağlamak isteyen yolu. 
Bu ikinci yol, BM Genel Kurulu’nun yetkisinin genişletilmesine, kararlarda BM Genel Kurulu ile BM Güvenlik Konseyi arasında sıkı bir ilişki olmasına, vetoda nitelikli çoğunluk aranmasına, azınlık vetolarının işlerliğinin ancak BM Genel Kurulu’nda nitelikli çoğunluk tarafından kabulüne dayanmalıdır.

(CUMHURİYET)