13 Haziran 2014 Cuma

Üç Koyup Hiç Almak!-Ahmet Tan

Özal’ın devamıyım!” diye propaganda yaptı. 
Ama Allah’ı var; onun gibi “Bir koyup üç alacağız!” falan demedi. 
Özal bu sözü ABD’nin 1991’deki Irak’a ilk saldırısı sırasında söylemişti. 
“Üç” derken Musul ve Kerkük’ü kastediyordu. 
“Bir”in ne olduğunu kimse tam bile bilemedi. 
Ama sonunda bize düşen “üçün biri” yani PKK olduğu ortaya çıktı. 
Özal, Irak’ın işgaline yardım ve yataklık etme karşılığı Amerika’nın bize Musul ve Kerkük’ü armağan edeceğine inanmıştı. 
Tıpkı Erdoğan’nın Büyük Ortadoğu Projesi ile Ortadoğu’da söz sahibi olmayı umduğu gibi. 
Büyük devlet adamlığı “büyük düşünmek” demekti. 
Özal’a göre Musul ve Kerkük’teki “Kürt akrabalarımız” bizi kucaklamaya hazırdı. 
Tabuları yıkılacak, Türkiye bir federasyona dönüşecekti. 
Ve bizim himayemizde kurulacak “Kürdistan”la barış içinde ve elbette petrol içinde yüzecektik. 
Sonunda “Irak’ın toprak bütünlüğü kırmızı çizgimizdir!” diye diye bu ülkenin fiilen bölünmesine tanıklık ettik. 
Çekiç Güç adıyla ABD’nin ülkemize yerleşmesine ve bu sayede Kuzey Irak’ta sadece Barzani’nin değil, PKK’nin de güçlenip kökleşmesine göz yumduk. 
Bu arada Apo’yu Amerikalılardan teslim aldık. 
Günü gelince de kendisiyle müzakereye oturduk... 
Bir de baktık ki bir dönem PKK’ye destek olan, sonra da yönünü AKP’ye dönen Barzani’nin Kürdistan’ı koskoca Musul’u ve Kerkük’ü “nevzuhur” bir terör örgütüne kaptırmış. 
Bu Ortadoğu, yeryüzünün en şaşırtıcı, en kanlı, en cehenemi coğafyası... 
Tevekkeli değil yüce Tanrı tüm peygamberleri bu bölge için göndermiş. 
Kuran’da adı geçen 25 peygamber var. 
Hiçbirisi Norveçli veya İzlandalı değil. 
Hepsi Ortadoğu’dan ve Ortaoğu’yu adam etmek için gönderilmiş.


Barzani – Nizani? 
Çok değil birkaç yıl önce “Diyarbakır’a uzanmaktan” söz eden Barzani; Musul ve Kerkük’ü niye, nasıl ve ne karşılığı böyle kolayca teslim etti? 
Yoksa o da “2 koyup 10 alma” gibi bir sevdanın mı peşine takıldı?
TSK’ye Kızmayalım 
AKP’ye, RTE’ye dil uzatmayalım. 
Ne olmuş yani?! 
Karargâha sessiz ve kibar bir dalış yapmışlar. 
Kimseye zarar vermemişler. 
Ardından zarif tırmanışla... 
Sadece Türk bayrağını indirmişler. 
Yakmamışlar, çiğnememişler. 
Hatıra olarak alıp götürmüşler. 
Yerine PKK bayrağı falan da çekmemişler. 
Buna şükredelim!

Hayali Cihangir Manşetler:  
Özal’ın bir koyup üç almak hayali uzun bir süre “vizyon” olarak görüldü. Tıpkı Erdoğan’ın BOP eşbaşkanlığı gibi. Ama Musul gibi Kerkük de usul usul elimizden kaydı gitti!!

IŞİD Kopya mı Çekti?! 
Bundan beş yıl önce 20 Temmuz 2009 tarihinde ABD’de bir düşünce kuruluşu (Uluslararası Kriz Grubu-ICG) bir rapor yayımladı. Anadolu Ajansı’nın aktardığı rapor bugün Musul ve Kerkük’ün başına gelecekleri anlatır gibiydi: 
“Barzani kuvvetleri Musul’a giremez durumda. Burada, Arap nüfus çoğunluğu var. Arap direnişi ise ABD birlikleriyle Peşmergeleri çoktan yıldırdı. Barzani’nin Musul’da hiçbir otoritesi yok. 
Kerkük konusunda da rapor şöyle diyor: 
“Peşmergeler her an Kerkük’ü de kaybedebilir çünkü burada da ancak ABD desteğiyle durabiliyorlar. ABD birlikleri Irak’tan çekilince Şii ve Sünni Arapların ilk işi neredeyse Bağdat yakınlarına kadar güneye sarkan peşmergeleri kovalamak olacaktır.”İyi mi? 
Acaba Irak Şam İslam Devleti Örgütü bu raporu okuyup mu yola çıktı? 
Yoksa Amerikan ICG adlı kuruluş, illegal güçlere kopya mı veriyor?

AHMET TAN
Cumhuriyet 

8 Haziran 2014 Pazar

Muhalefetin sözde çatısı!-Ömer Faruk Eminağaoğlu/SOL

Cumhurbaşkanlığı seçimi için strateji geliştirmeye çalışan CHP ve MHP, halkta en çok karşılığı olan ve kendi tabanlarının da birlikte sahiplenebileceği ortak bir adayı belirleme arayışlarını sürdürüyorlar. Bunu da çatı aday diye ifade ediyorlar. Çatı adayın aranması bulunması bir yana, seçime günler de kalmasına rağmen hala daha seçime çatı adayla mı girecekleri ve böyle bir durumda çatı adayın nasıl belirleyeceği konusu belirsizliğini de koruyor. Çatı adaydan uzak dursalar da durmasalar da yaklaşım böyle olunca, seçim sonucunu kestirmek şimdiden zor olmasa gerek…
***
AKP, anayasa değişikliği yoluyla başkanlık sistemini getiremeyince, yine her zaman yaptığı yola başvurup, fiili durum yaratma yoluna gitmiş, birçok görevi yasalarla Cumhurbaşkanının alanına taşıyarak, Cumhurbaşkanını daha güçlü hale getirmiştir. Örneğin artık Genelkurmay Başkanından MİT Müsteşarına kadar bazı görevliler hakkındaki soruşturma izinlerinde son söz hakkı, 2014 yılındaki düzenlemelerle Cumhurbaşkanı'na aktarılmıştır. Değiştirilen seçim yöntemi nedeniyle, artık halkın seçeceği bir Cumhurbaşkanının, sistemde doğal olarak temsili olmaktan çıkacağını ve bu durumun yaratacağı gücü de düşünün…
Bunlar, gözü hep daha fazlasında ve daha yukarıda olan mevcut Başbakanın Cumhurbaşkanı adayı olacağının ve Cumhurbaşkanlığı görevini de adeta bir başkan gibi yürüteceğinin zaten açık ve somut işaretleri de olmuştur. Erdoğan, Cumhurbaşkanı olduğunda tüm görevlerini sonuna kadar kullanacağını ifade etmiştir. Gezi sürecinde her alanda emirler yağdırdığı, bu emirlerin kamunun her birimince uygulandığı da görülmüştür. Erdoğan da, emirlerinin yurdun neresinde ne derece uygulandığı yönünden böylece başkanlığının bir denemesini yapmıştır.
İktidarın her konudaki baskı ve dayatmalarına karşı gezi parkında, halkın üstelik örgütlenmeden bu baskılara karşı durmak şeklindeki ortak payda etrafında kenetlenip bir araya gelmesiyle yeşeren iradenin, ülkenin her yerine kök salmasıyla başlayan gezi direnişi birinci yılını doldurmuş, bu süreçte bir çok bedel de ödenmiştir. Demokrasinin ne hale geldiği, polis devletinin ne kadar derinlerde yapılandığı, merkezi idare karşısında yerel yönetimlerin özerkliğinin kağıt üzerinde kaldığı da, direnişinin yıl dönümünde bir kez daha görülmüştür ki, bunlar da direnişin haklılığını ayrıca ortaya koymuştur.
İktidar, yan yana gelen iki kişiyi bile kendisine tehlike gördüğünden, tamamen silahsız ve saldırısız yani demokratik tepki niteliğindeki davranış içinde olan, bu kapsamda kalınca da kendilerine ihtar bile yapılamayacak kişilere, polis sonraki adımları atabilmek için adeta bir sokağa çıkma yasağı varmışcasına, Başbakanın emrinden de hareketle, keyfi olarak dağılın diye ihtar yapmış ve sonrasında her türlü şiddete başvurma yoluna gitmiştir.
En ilginç örneklerden bir tanesi de sanırım Ankara Büyükşehir Belediyesinin yaptığı uygulama olmuştur. Direnişin yıl dönümünde Kızılay'dan, halkın toplanma saatinde konvoy biçimde sayısızca, boş, servis dışı ya da bir iki yolculu belediye otobüslerini geçirerek halkın alanda, alan kapsamındaki yollarda toplanmasına engel olmuş, polise lojistik destek sağlamış, hem polis devletinin ne kadar yaygınlaştığı, hem de başbakanın emirlerinin bir belediye tarafından bile nasıl doğrudan uygulandığı bir kez daha görülmüştür.
Bugün iktidar karşısında çatı aday arıyoruz diyen CHP ve MHP ise, iktidarın baskıları karşısında kenetlenen bu iradeden ilginç biçimde en başından beri uzak durmuşlar, bürokratik muhalefet anlayışını benimsemişler, şimdi yine mesafe koymuşlar ve bu sürece dahil olmamışlardır. Anılan partiler gezi konusunda örgütsel olarak nasıl bir tutum takınacaklarına ilişkin karar almadıkları için de, mensuplarının tepkileri hep bireysel kalmıştır. Halkın kenetlendiği böyle bir ortama ve böyle bir taban içine, halkın arasına el ele kol kola verip girmeyen ve uzak duran söz konusu parti liderleri, bu tutumlarıyla iktidarın daha rahat biçimde baskılarını sürdürmesine ve şiddetin devam etmesine zemin de yaratmışlar, halkı yalnız bırakmışlardır.
İktidarın hukuk ve demokratik dışı eylemleri karşısında kenetlenen ve şiddete bile maruz kalmalarına rağmen dağılmayan halkın içinde kurumsal boyutta yer almayan söz konusu siyasal partiler, hala iktidar karşısında çatı aday arıyoruz diyerek, gerçekte böyle bir çatının altındaki tabanın içine girmeden, o tabana bakmadan, kendilerinin tepeden tavanda belirleyip dayatacakları adayın, halkta geniş karşılığı olan çatı aday olabileceğini düşünüp, bu yöntemin de halka dayatma değil demokrasinin gereği olduğuna herkesin inanacağını sanıp, rahat hareket edebilmişlerdir.
***
Nasıl ki AKP demokratik olmayan yapısıyla demokratik hükümet görevini yürütüyor ve ülkede bu olaylar yaşanıyorsa, muhalefet de her şeyi görüntü veya söz ile halledeceğini sanıp, demokratik olmayan bakış ve uygulamalarıyla ondan geride kalmıyor. Demokrasi hala daha bu halde ise, kuşkusuz o ortam içindeki iktidar ve muhalefetiyle bu halde…
Ömer Faruk Eminağaoğlu  /  SOL

Bir Ülkenin Ölümü- ÇİĞDEM TOKER

Bittiğinde 2.5 milyon ağaç kesilmiş olacak. 
70’den fazla hayvan türü ortadan kalkacak. 
Kentin hayat damarları olan su havzaları kuruyacak. 70’den fazla sulak alan beton dolgularla kapatılacak.

Leylekler, geyikler, kartallar... 
Onlarca hayvan türü, endemik bitki yok olacak. 
Hiçbir şey onları durduramıyor. 
Önce “acele karar” alıp köyleri kamulaştırdılar. 
Binlerce ağacı kestiler. 70 gölün suyu da kanallarla Karadeniz’e boşaltıldıktan sonra artık İstanbul’un 3. Havalimanı temel atmaya hazır. 
Hiçbir şey onları durduramıyor. 
Ne hukuk, ne mahkeme kararı, ne doğa sevgisi, ne kuraklık... 
İşaretleri gelmeye başlayan, katlettikleri doğanın, günün birinde kimseden izin almadan kendi yasasını uygulayacak olması bile korkutmuyor... 
Doğa bu... Günü geldiğinde ne mahkeme kararı, ne ruhsat, ne lisans, ne ihale, ne rant, ne de pazarlık dinler.
İstanbul ölüyor.
***
Yeryüzünün en eşsiz yaylalarından birinde doğup büyümüş. 
Şimşirdereli Havva Bir’in taşıyamadığı bacağı mosmor. 
HES müteahhidini koruyan jandarmanın copuyla davul gibi şişmiş. 
Tek suçu üçbeş megavatlık bir santral uğruna destursuz girilen hayat alanını savunmak... 
O onurlu kadın İkizdere’de “Bizi susuz bırakmaya ne hakkınız var?” diyedursun, çantacı-rantçı-devlet işbirliğiyle Ankara’daki salonlarda hâlâ “Yatırımcıyı teşvik”, “Enerji ihtiyacı” ezberleriyle anlaşmalar imzalanmaya devam ediyor. 
Bir değil, üç değil, 100 değil. 
Gümüşhane, Trabzon, Rize, Artvin, Ordu, Bayburt ve Giresun’da 2 bin HES planlanıyor. 
Karadeniz ölüyor.
***

Çantacı-rantçı-devlet el ele. 
Enerji ihtiyacı, ÇED raporu, acele kamulaştırma, su kullanım anlaşması, yürütmenin durdurma kararının kaldırılması, jandarma coplarıyla ölüyor bu ülke. 
Meydanlar, salonlar hâlâ utanmadan “Bir karış vatan toprağı” hamasetiyle inlerken, bir santiminin 10 bin yılda oluştuğu topraklar yağmacılara teslim ediliyor. 
Ne içme suyu, ne yok olan balıklar, ne karacalar, ne çiçek kokusu... 
Hiçbir şey korkutmuyor onları. 
Günü geldiğinde ne mahkeme kararı, ne ruhsat, ne lisans, ne ihale, ne rant, ne de pazarlık dinleyecek olan doğanın intikamı bile.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

7 Haziran 2014 Cumartesi

AKP’nin İçi; Kapalı Kutu-ŞÜKRAN SONER



CHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak dünkü gelenekselleştirdiği ekonomik gidişe ilişkin raporunda, Başbakan Erdoğan’ın ekonomi yönetimini 3 ay içinde değiştirebileceğinin altını çiziyor. Zaten periyodik ekonomik duruma ilişkin genel değerlendirme raporları hep ilgimi çekiyordu, dünkünü daha da anlamlı buldum. Biliyorsunuz medyaya güncel en çok yansıyanı, üzerinde tartışma yapılanı, tek konueksenli; Başbakan Erdoğan’ın Merkez Bankası Başkanı ve kararlarını ağır eleştirileri üzerinden...
Sadece özerklik kapsamında geçerli hukuksal düzenlemeler nedeniyle değil,Başbakan’ın fren tutmayan söylemlerine yansıttığı öfkesine karşın, istifası beklenen Başkan Başçı’nın görevden alınması ile ortaya çıkabilecek piyasalardaki güven bunalımı kaygılarıyla, Başçı’ya Bakanlar Kurulu’na sunulan savunması çerçevesinde süre tanındığı biliniyor. Ekonomiden sorumlu bakanlar Babacan ve Şimşek’in Başçı’nın yanında, daha doğrusu kararına ilişkin çok ölçülü desteklerinin haberlerini dinlediğimizde zaten Erdoğan ile ekonomi yönetiminin karşı karşıya geldiklerinidüşünmüştük... Piyasa yorumlarında, Başbakan’ın “faiz indirimi istemininreddedilmesi” tartışmasında, bakılan pencereye göre Cumhurbaşkanı adayı Erdoğan ile uzun soluklu ekonomik veriler üzerinden değerlendirme yapan bankanın, kendi pencerelerinden haklı oldukları vurgulamaları ile söz konusu tartışmanın tatlıya bağlanması, güncel gündemden düşürülmesi yeğlenmişti...
***
Demokrasinin işlediği her ülkede bu türden tartışmaların sağlıklılık işareti sayılması gerektiği, bizde mutlak otorite Başbakan Erdoğan’ın yönetim üslubu yüzünden sorun gibi algılandığı, İktidarlarının 12 yılı içinde çok az da olsa bu türden gelişmelerin görülebildiği anımsatmalarını duyar gibiyim... Özellikle Cumhurbaşkanı Gül ve partininkurucu kıdemlilerinden Arınç için birden fazla örnek verilebilir... En dikkat çekici olanları kuşkusuz Gezi sonrası yaşanan örneklerdi... Ancak Başbakan Erdoğan’ın İktidarlarını yönetme üslubu içinde çok çarpıcı yanıtlarını da unutmamalıyız. Gezi sürecinde önce biraz sessiz kalmış, sonra yurtdışı dönüşünde bir güne, akşamsaatlerine taşırarak sığdırdığı 4 ayrı halka seslenişte, parti içi çatlak seslere karşı öfkesini, tüm muhalefet ve Gezi kadrolarını asıl hedef almış olarak fazlası ile kusmuştu... Kuşkusuz bizler cemaatle bozulan ortaklık kutsal İktidar ittifakında gelinen boyutları, en yakın çevresi, parti kurucusu arkadaşlarının içinden yerine bir başkası getirilerek kendisine yönelik darbe kaygılarını henüz duymamıştık...
***
Diyebilirsiniz ki.. “Doğal ilişkileri nedeniyle en çok karşısında durabilenlerle Gezi sonrası da birden fazla konuda kendi siyasal raconlarına göre ‘edepli’ üslupta karşı karşıya gelişleri oldu. Bugün gelinen noktada Gül ya da Arınç gibi ağır top isimlerin Erdoğan’ın iradesi karşısında kesin bir duruşları asla beklenmemeli... Hele Babacan gibi uzun soluklu gözde velihatı sayılmış isimlerden asla...” AKP’ye en yakın çevrelerin yalancısıyız... Aslında işler sarpa sardıkça, Başbakan Erdoğan’ın fren tutmayan öfkesi, başına buyruk yönetim algılaması... Hele de cemaatle ortaklığın bozulması, 17 Aralık süreci sonrası yaşananlarla.. içerden bizim algılamalarımızın, saklananların ötesinde tahribatlar var...Kirli, ele geçirilmiş sermaye-medya çıkar ilişkilerinin.. binlerce yargı, galiba on binlerce polis, kamu görevlisi temizliği sayesinde, ortaya saçılmış kirli çamaşırların suçlularının yargı önünde hesap vermeleri şimdilik gündemden düşmüş, dosyaları ortalıktan kaldırılmış olsa da kapalı kutu AKP içindeki deprem, tahribat öyle kamuoyuna yansıtılmaya çalışıldığı gibi hafif değil. İçerde tutulmaya çalışılan çatlaklar öyle dışardan sıvayla, badanalarla kapıtalabilecek gibi hiç değil... AKP içinde yaşananları, daha doğrusu dile getirilemeyenleri, kaygı, tepkileri, parti içi demokrasi kültürü sıfır, biat kültürü, hele de kaderini, geleceğini Başbakan Erdoğan’a bağlamışlıkla sınırlı olarak algılamak çok yanlış olabilir... Elbette AKP’nin dağılmamasını duygusal taraf olmanın çok ötesinde, kendi çıkarları ile de bağlantılı olarak da isteyen bir çoğunluk ve de deneyimli siyasetçiler var... Ama Başbakan Erdoğan kimliği üzerinden öylesine bir güç, ağırlık, baskı gerçekliği, örülmüş kader bağları ağı var ki... Ağzını açanın hayatı kayacak. Siyaseten sonunun geleceği baskısı,korkusu öylesine egemen, belirleyici ki... Susmak bugün için yenilgi olsa dagelecekte var olma kapısı... Yine de bu haliyle AKP’nin, İktidarlarının ayakta tutulması sanılandan çok daha zor...


ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

Karabekir Lozan’dır Sakık ise Sevr-ALİ SİRMEN

Dağa götürülen evlatlarını geri isteyen “Diyarbakır Anneleri”yle ilgili sözleriyle bölgede nasıl bir gelecek şekilleneceğini ortaya koymuş bulunan Sırrı Sakık, Ağrı seçimlerinin hemen ertesinde daha ilk demecinde, Ulusal Kurtuluş Savaşı kahramanı Kâzım Karabekir’in adını taşıyan cadde ve sokak isimlerini değiştireceğini açıklamış, daha sonra da kentteki “Hava Şehitleri” anıtını kaldıracağını belirtirken şunları söylemiş:

- Bu kentte ilk gözüme batan bu utanç abidesidir. Bunu hemen kaldıracağız. Sakık’ın anıta karşı olma nedeni de, bunun 1930’larda Kürtleri bombalayan pilotların adına dikildiğini sanması.
Bilginin yanlış olduğu, bu anıtın 1930’da İran Veliahtı’nın düğününden dönerken uçakları düşerek şehit olan Fethi Türker ile Sıddık Uyar’ın anısına dikilmiş olduğu ortaya çıktı. Sırrı Sakık da ofsaytta kaldı.
Doğrusu Sakık’tan biraz daha dikkatli davranması, tepki oluşturmadan önce sorupsoruşturması beklenirdi.
Yanılmışız.
Hadi, Hava Şehitleri Anıtı konusunda Sırrı Sakık hatalı bilgiyle yanıltılmış, ya Kâzım Karabekir konusunda ne demeli?
***
Ulusal Kurtuluş Savaşımızın önde gelen kahramanlarından olan Kâzım Karabekir’ekarşı içimizde ancak minnet duygusu olabilir.Kâzım Karabekir’in siyasi görüşlerini paylaşmamanız, onun kurtuluş kahramanıolmasını inkâr etmenize neden olmamalıdır, olamaz da.Kâzım Karabekir “Lozan”dır, “Lozan” T.C.’nin bağımsızlığıdır.
İlk bakışta, Sırrı Sakık’ın Sevr’in yandaşı olduğu ve tabii ki, Türk’ün bağımsızlığı demek olan Lozan’a karşı olduğunu söylemek haklı gibi görünebilir.
Ama durum öyle değildir.
Çünkü Kürt sorununa barışçıl ve demokratik çözüm, nasıl Kürtlere dillerini ve kimliklerini yadsımaları dayatılarak sağlanamaz ise Türklere varlıklarının reddiniöngören Sevr dayatılarak da sağlanamaz.
Kimse Kürtlerden dillerinden, kimliklerinden vazgeçmelerini istememelidir, kimse deTürklerden varlıklarının temeli olan Lozan’ın bütün kazanımlarından vazgeçmeleriniistememelidir.
Bu gerçekleri kavramadan iki taraf arasında bir ortak zemin bulmak, “modus vivendi”oluşturmak mümkün değildir.
***
Bütün bu hususlar dikkate alınmadan yine de herhangi bir çözüme gidilemez mi?Eğer aranan ortak ve bir arada yaşamayı içeren bir çözüm ise sorunun yanıtı “Hayırbu koşullarda öyle bir çözüme gidilemez!” olacaktır.
Yok eğer böyle bir zorunluluk üzerinde durulmuyorsa, yine bir çözüm mümkündür.Bu “evli evine köylü köyüne” çözümüdür ki, bedeli her iki taraf için de ağırdır.
Çünkü bugün varılan noktada, nasıl kimse Kürtlere kimliklerinden vazgeçmeyidayatamazsa, Sırrı Sakık ya da başka bir Sakık da, Türklere Kurtuluş Savaşlarınınsağladığı bütün kazanımlardan vazgeçmeyi dayatamaz.
Buradaki, “Türklerin Kurtuluş Savaşları” deyimi gayet bilinçli olarak kullanılmıştır venedeni de, Sayın Sakık’ın Kâzım Karabekir düşmanlığıdır.
Kürt kardeşlerimizin Kurtuluş Savaşı’nın Türk ve Kürtlerin kardeşçe dayanışması ileyürütüldüğü ve kazanıldığı yolundaki tezlerini biliyoruz.
Ancak böyle bir tezin savunulması için Kâzım Karabekir’in inkârından vazgeçmek gerekir.
Hem Kurtuluş Savaşı’nın kahramanının adını sokaklardan sileceksin, hem de “Biz bu savaşı birlikte yaptık, yurdun her yerinden hakkımız payımız var!” diyeceksin!
Yok öyle şey!Evet Kâzım Karabekir “Lozan”dır, Sırrı Sakık ise “Sevr”.
Ve biz Lozan’ı Sevr’e karşı koruyacak azme sahibiz. Koşullar“Memleketin bütünkalelerine girilmiş ve bütün tersaneleri zapt edilmiş”ten daha vahim olsa bile.

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

6 Haziran 2014 Cuma

‘A’dan ‘Z’ye Şiddet Uygulamak-Meriç Velidedeoğlu

“13 Mayıs” günü, “Soma”daki kömür madeninde çalışan “301” emekçimizi kaybettiğimizde, “TC Hükümeti”nin başı “R.T. Erdoğan”, dingin (sakin) bir sesle ve görünümle, “Bu işin fıtratında var!” yani “Olacak böyle şeyler!” demişti, “20”yıl önceki “Fransa Cumhurbaşkanı ‘Mitterand’ı anımsatırcasına. 
Bir Afrika ülkesi olan “Ruanda”da başlayan iç savaş katliama dönüşünce,“Fransa”nın bu eski sömürgesinde “yaşananlar” için “Mitterand” -“Afrika’nınfıtratında var!” der gibi- “Afrika’da olağan şeyler!” demişti. 
“Erdoğan” bu mayıs ayının sonunda da yine bir konuşma yaptı, “Gezi Direnişi”nin birinci yılının Taksim’de anılmasına izin verilmeyeceğini, buna kalkışanlar olursa, özel“Çevik Kuvvet Polisi”nin “gereken”“A’dan Z’ye” en sıkı biçimde yapacağını“TV”lerde kıpkırmızı olmuş bir yüzle, “kin” dolu bir bakışla ve taşkın bir “nefret”içeren bir sesle haykırdı... 
Ne ki “polis”i öne çıkarınca, yine, “Ruanda”da olup-bitenlerde büyük payı olan kamusal (resmi) “İnterehamwe” adı verilen “Özel Milis Kuvvetleri” de kuşkusuz anımsanacaktı. 
Öte yanda, “polis”in kendi yurttaşlarına karşı uyguladığı “şiddet”in, “acımasız”lığın -bir bakıma- kendilerini “insanlık”tan uzaklaştıran boyutlara varmasında,“Erdoğan”ın onları desteklerken kendinden geçercesine sergilediği tutumun“etkisi” olduğu da kolay kolay yadsınamaz; öyle değil mi? 
Ayrıca, “dış kaynaklar” da Türkiye’de olan-biteni görüyor; uluslararası kuruluşlar polis örgütüne, polise ağır eleştiriler içeren, “uyaran” raporlar yayınlıyorlar;“Kalabalık grupların dağıtılması için kullanılması gereken ‘biber gazı’nın, protestoculara karşı ‘ölümcül silahlar’a dönüştüğünü” belirtiyorlar.
 
Açıkça Türkiye’de “polis”in, protestocuları “dağıtmak”, “uyarmak” yerine“öldürmeyi” seçtiğini, üstelik sayılar vererek ortaya koyuyorlar. (FIDH raporu). 
Böylece duydukları tedirginliği açıklayarak, Türkiye’deki “yönetim”in yani“Erdoğan”ın da kaygılanması gerektiğini vurguluyorlarsa -Recep Tayyip diliyle-“avuçlarını yalarlar.” 
Çünkü “Erdoğan”da “kaygılanma” bir yana, her “saldırı seferi”nden sonra -ölüm de olsa- “polis”“destan yarattıklarını” söyleyip ödüllendiriyor; gelecek saldırı için kışkırtıp hazırlıyor... Şimdi bir de “açık çek” veriyor, “A”dan “Z”ye diyerek. 
Ayrıca bu özel polisler yetmezmiş gibi; “Gezi Direnişi”nin anılmasını engellemek için, özel “Sivil Polis”ler de türetilmiş; bunlar öncekiler gibi tek tek değil de, gruplar oluşturarak halkın arasına katılıyorlar; yer yer de “polis” arkadaşlarından “üç-beş”inin bir “genc”i, tokat yumruk yere yatırmalarını, tekmelemelerini, ya kollarını kavuşturup ya da bir sigara tellendirerek “keyif”le izliyorlar. 
Bunların sırt çantaları var; bu çantalarına sığmayıp, bir bölümü açıkta kalan -dışardan getirtilmiş, “ithal malı”- özel “cop”ları ya da “sopa”larıyla da dikkat çekiyorlardı ve yine, “Ruanda”nın “özel milisleri”nin “sopa”ları olan, “Çin” ve “Fransa”dan getirtilen sırtlarındaki özel “balta”larını anımsatırcasına... 
Değerli dostlar, bu “Çevik Kuvvet Polisi” ve “Sivil Polis”ler dışında anımsayacağınız gibi bir de “Koruma”lar var; sivil giyiniyorlar ama onlar da “polis”,en ünlüleri “Başbakanlık Koruma Amirliği” polisleri; bunlar yalnızca “Erdoğan”ı değil ailesini de koruyorlar; eşi “Emine Hanım”ı, kızı “Sümeyye”yi, oğlu “Bilal”i vö’leri. “17 Aralık”taki, “Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu” ile artık iyice tanınan“Bilal Erdoğan”ı Süleymaniye’de gören üniversite öğrencisi bir “genç”, -kendisini tutamamışoğul “Bilal”e, “301 madencinin hesabı sorulacak!” diye seslenince“koruma”lar, bir kahvede oturan genci, anında “tehdit” edip “karakol”a götürmüşler; üç saat “gözaltı”nda kalmış... 
Ayrıca bu “genc”e, o bölgedeki küçük çaplı alışveriş yerlerinde çalışanlardan “biri”de “çatalla hücum edip küfür” etmiş. (Cumhuriyet, 30.05.2014) 
Belki, üniversite öğrencisine bu saldırı -“gözaltı”ndan- daha çok dokunmuştur; çünkü görünüşe göre, “saldırgan” da çalışan, emeğiyle geçimini sağlayan halktan biri, tıpkı“genc”in haklarını koruduğu “301” şehit madenci emekçimiz gibi... 
Bu olayın yaşandığı gün, henüz daha sürmekte olan, “İstanbul Tiyatro Festivali”nde“Norveçli” ünlü tiyatro yazarı “H. Ibsen”in “1892”de yazdığı “Bir Halk Düşmanı”adlı oyunu sahneleniyordu. 
İzleyenlerin ya da oyunu okuyanların bildiği gibi, “Ibsen”in bu yapıtında; “halk”ın“hak”larını çiğneyip “sömüren”lere karşı, onların hakkını arayanın -yazarın diliyle-“ülkenin bu kurtlarınca” yönlendirilen “toplum” tarafından nasıl “halk düşmanı”ilan edildiği anlatılır. (E. Çamurdan, Cumhuriyet, 31 Mayıs) 
“132” yıl sonra bir kahvede arkadaşlarıyla birlikte oturan bin “genc”in başına gelen de tıpkı böyle... Kuşkusuz tam bir “Ulûlemr” saydığı “Erdoğan”ın “kul”u yalnızca bu“saldırgan” değil; “Ibsen”in yapıtında tüm “ihaleler”i ve “yönetimler”i elde edenleri adlandırdığı “üstü örtülü bağlantılar yumağı”, “Erdoğan”ın avucundadır, dahası bu yumağın üstü örtülü bile “değildir” ve bu durumu göre göre “kul” olmayı kabul edenlerden oluşan koca bir “ümmet”i vardır... 
Evet, bugün “böyle”yse de, “yarın” böyle olmayacağı üstelik “bugün”den belirmeye başladı bile...  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

AKP Ekonomisi: Kısa Bir Özet-Erinç Yeldan

Ekonomi gündemimizin giderek siyasallaştırıldığı ve bir sis perdesine büründürüldüğü günlerdeyiz. Başbakan Erdoğan’ın “faizlerin yüksekliğini” öne sürerek TC Merkez Bankası’nın faiz politikasını eleştirmesi; TCMB Başkanı Erdem Başçı’nın da Türkiye’nin makro ekonomik dengelerini gözeten bir sunum vesilesiyle karşı-duruşunu şekillendirmesi sonrasında ekonominin üst yönetiminde çatlakların oluştuğu kaygıları yaygınlaşmakta. Bu söz düellosu arasında Başbakan Erdoğan’ın öne sürmüş olduğu“yüksek faizler enflasyonun sebebidir” türü iktisat kuramına ters önermeleri bir tarafa bırakıp Türkiye’nin makroekonomik dengelerini şekillendiren belli başlı verilerin son on yıllık tarihçesini bir anımsatmakta yarar görmekteyim. 
Aşağıdaki tablo, AKP’nin on yıllık ekonomik bilançosunu üç alt dönemde özetliyor: Kriz öncesi, kriz yılı ve kriz sonrası. Ana gözlemlerimiz:

Kriz öncesi 2003-2008 döneminde AKP yönetimi gerek Hazine borçlanma senetleri (DİBS), gerekse Merkez Bankası politika faizleri aracılığıyla yüksek reel faiz sunmuştur. Yüksek faiz politikası 2009’da da AKP yönetiminin ana tercihi idi. Böylelikle yurtdışından çekilen sıcak nitelikli, spekülatif yabancı sermaye sayesinde döviz kuru ucuzluyor (dönem boyunca toplamda reel olarak yaklaşık yüzde 13) ve cari işlemler açığı yaratılabiliyordu. Bu arada söz konusu dönemde Türkiye birikimli olarak 137 milyar dolar net yeni dış borç biriktirmiş idi. 
Yüksek faiz uygulamasının söz konusu dönem boyunca AKP ekonomi programının asıl özü olduğunu bundan önceki yazılarımızda vurgulamış idik. (Bkz. 5 Şubat ‘Faiz Lobisi’ 2003’ten bu yana uygulanan programın ta kendisidir” başlıklı yazımız).
2009 krizi sonrasında AKP ekonomi yönetimi yepyeni bir olanağa kavuştu: özellikle ABD kaynaklı “canlandırma operasyonları” uyarınca izlenen parasal genişleme politikaları sayesinde dünya para piyasalarına üç yılda yaklaşık 2 trilyon dolarlık net likidite sunuldu. ABD Doları’nın arzı 500 miyar dolar düzeyinden 2.5 trilyona çıktı. Faiz oranları tüm küresel piyasalarda geriledi, neredeyse sıfır düzeyine yaklaştı. 
Uluslararası piyasalardan “sıfır” faiz ile borçlanabilme olanağı, AKP’nin imar ve inşaat rantlarına dayalı, taşeron-sanayileşme politikasının parasal kaynaklarını oluşturdu. Ancak, bu tercihin yarattığı dış açık ve dış borçlanma, yerli yabancı, tüm “piyasa aktörlerini” tedirgin eder durumdaydı. Finansal kırılganlık ve dengesiz büyüme üzerine Merkez Bankası “finansal istikrarı gözeten” ve dış açığın derinleşmesini engellemeye yönelik politika arayışlarına yöneldi. Merkez Bankası faiz silahını elinden çıkarmaya niyetli değildi. 
2014’ün ilk yarısında görünen durum şudur: Dün açıklanan rakamların gösterdiği üzere enflasyon yeniden yükselme eğilimini sürdürmektedir. Ucuz döviz dönemine öykünülmekte, ancak dövizin ucuzluğunun ulusal sanayi üzerine yarattığı tahribat (Soma cinayetlerinde yaşandığı gibi) ve ulusal tasarrufların çöküşü, artık bu iktisadi tercihin sürdürülemez olduğunu belgelemektedir. 
AKP’nin çok övündüğü “yüksek büyüme” masalının aslında dövizin ucuzluğundan kaynaklanan, hormonlanmış bir talep patlamasına ve kayıt dışı imar rantlarına dayanmakta olduğu ise defalarca dile getirilmiş idi. Resmi veriler son on yılın ortalama büyüme hızını yüzde 4.9 olarak gösteriyor. Bu rakam tüm Cumhuriyet döneminin ortalamasına ancak ulaşmakta olup Türkiye benzeri gelişmekte olan yükselen piyasa ekonomilerinin söz konusu dönem boyunca sergilediği büyüme performansının altındadır.
***
Geçen haftaki yazımıza ilişkin olarak sayın 1975 Türkiye İşçi Partisi kurucularından Sayın Erşen Sansal’dan bir düzeltme notu aldım. Sayın Sansal Anayasa Mahkemesi’nin 25 Nisan 1962 tarihinde; TİP’in ise 13 Şubat 1961 tarihinde kurulduğunu anımsattı. Yani, Anayasa Mahkemesi, TİP’ten yaklaşık 14 ay sonra kurulmuştu. Yazımızda vurgulanmak istenen, TİP ve diğer sosyalist örgütlenmelerin ancak 1961 sonrasında Türkiye’deki göreceli özgürlük ve aydınlanma döneminin ürünü olduğu idi. Tarihsel dönemlemede bu vurguda hatalı bir değerlendirme ortaya çıkmış. Düzeltir, siz okurlarımdan özür dilerken, Erşen Ağabey’e de titiz gözleminden dolayı teşekkür ederim.  

ERİNÇ YELDAN
Cumhuriyet

3 Haziran 2014 Salı

Müslüman! İşte böyle dolandırılıyoruz - ODATV

Kamuoyunda “Jet Fadıl’ olarak bilinen Caprice Gold’un sahibi M. Fadıl Akgündüz’ün, Bayrampaşa’daki Caprice Gold Palace otelinin yatırımcılarına ödeme yapmadığı ortaya çıktı. Yatırımcılarına gönderdiği mektuplarda ödemelerin gecikmesini Gezi Parkı eylemlerine, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna, 30 Mart yerel seçimlerine ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bağlayan nam-ı diğer Jet Fadıl, hadis ve ayetlerle de göz boyuyor.
İşte Jet Fadıl’ın ilk mektubu…
Tarih: 22 Nisan 2014…
Yani 30 Mart seçimlerinde yaklaşık bir ay sonrası. Bakın Jet Fadıl yatırımcılarına ödemelerin gecikmesini nasıl açıklıyor:
“Hepinizin bildiği üzere ‘Gezi olayları’  ve ’17 Aralık operasyonu’ piyasayı ve özellikle mülk satışlarını son on aydır çok etkiledi. ..
Özellikle 17 Aralık operasyonundan 30 Mart seçimlerine kadar “Vergi Barışı” taksitlerinin son ödemesinin de 30 Nisan’da yapılacak olması eklenince, piyasadaki nakit ihtiyacı daha da artmıştır…
Bu önemli dönemeci geçerken sizlerin aylık gelirlerinizi birkaç haftadır geç yatırdığımız için sizlerden özür diliyoruz. İnşallah Mayıs ayından itibaren bu ödemeleri tekrar günlük hale getirecek ve hatta eskiden olduğu gibi hesaplarınıza erken yatıracağız. Liderlerimizin deyimiyle 30 Mart’ta bir istiklal mücadelesini başarıyla geçen ülkemizin önünde çok güzel bir gelecek bizleri bekliyor.”
(Belgeyi büyütmek için lütfen üzerine tıklayınız)
Şimdi gelelim Mayıs ayına. Jet Fadıl yatırımcılarına ödemeleri daha sağlıklı bir şekilde yapacağını taahhüt ettiği Mayıs ayında ödemeleri yapmış mı?
Tarih: 16 Mayıs 2014
Jet Fadıl yatırımcılarına ikinci bir mektup gönderiyor. Ödemelerdeki sıkıntının devam ettiğini belirten Jet Fadıl, Kuran’dan alıntılar yapıyor.
İşte Jet Fadıl’ın ikinci mektubundan çarpıcı cümleler:
“30 Mart seçimlerinden sonra piyasalara bir hareket gelmesi bizi oldukça sevindirmiş ve satışların eski yüksek seviyelerine geleceği yönünde bizi ümitlendirmişti. Bundan dolayı size gönderdiğim yazıda Mayıs ayında aylık ödemelerinizi günlük düzeye çekebileceğimizi bildirmiştim. Ancak  Nisan ayının son haftasından beri piyasayı tedirgin eden bazı gelişmelerin olması ne yazık ki vatandaşın tekrar bir bekleme sürecine girmesine neden olmuştur. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ve Barolar Birliği Başkanı’nın konuşmaları ve Soma’daki son elim kazanın belli mihraklar tarafından hükümet aleyhtarı provakatif eylemlere dönüştürülmesinin üzerine Cumhurbaşkanlığı seçim süreci ile ilgili belirsizlik de eklenince, gayrimenkul satışları başta olmak üzere piyasalardaki satış hareketleri tekrar bir durgunluğa girmiştir…
Şirketimize telefon ederek her gün aynı soruları sormanız, telefonun diğer ucunda bulunan personelimizin size yeni bir cevap vermesini sağlamayacaktır. Çünkü personelimiz de size belli aralıklarla gönderdiğim bu bilgiler dışında başka bir bilgiye sahip değildir…
Yüce Allah’ın Kuran’ı Keriminde buyurduğu gibi “Her zorluğun arkasında bir ferahlık vardır.” ayeti kerimesindeki hikmetin en kısa zamanda tecelli edeceğine olan inancımızı zikrederek sizleri Allah’a emanet ediyorum.”
(Belgeyi büyütmek için lütfen üzerine tıklayınız)
Jet Fadıl yatırımcılarına gönderdiği bir başka mektubunda da ödemelerdeki sıkıntıyı ayetlerle açıklıyor.
İşte Jet Fadıl’ın ödemelerdeki sıkıntıyı ayetlerle açıkladığı o mektubundan dikkat çeken noktalar:
“Şirketimizin faize bulaşmadan bu önemli ödemeleri yapması esnasında, içinizden aylık gelir alanların ödemelerinin üç aydır hesaplarına gecikmelerle yatırılması karşısında, Allahu Teala’nın Bakara Suresi 280. Ayetindeki “Eğer borçlu darlık içindeyse ona eli genişleyinceye kadar süre vermek vardır.” hükmüne göre gösterdiğiniz anlayış ve şirkete karşı sürdürdüğünüz güçlü güven için sizlere sonsuz teşekkürler ediyoruz.”
(Belgeyi büyütmek için lütfen üzerine tıklayınız)
Cemaat'e karşı AKP'nin yanında saf tutuan Jet Fadıl, dönemin atmosferine uygun olarak başarısızlığının faturasını Türkiye'deki siyasi krizlere dayandırıyor. Yetmiyor, üzerine bir de, muhafazakar kitlenin hasas olduğu din argümanını öne sürüyor.
Onur Özcan
Odatv.com

Köşkün kapısından - ERBİL TUŞALP

Türkiye cumhurbaşkanı seçim ortamına girmemek için örtülü bir direnç içinde. Adı ister arayış, ister pazarlık olsun fiskos sürüyor. Ama köşkün yeni sahibinin kim olacağını merak eden yok gibi.
Aday “kuvvetli bir ihtimalle” belli olduğu için olsa gerek; yeni cumhurbaşkanının kim olacağı değil, ne getirip ne götüreceği konuşuluyor. Getirecekleri değil, götürecekleri sıralandığında yüzyıllık cumhuriyetin köküne kibrit suyu dökmek için sabırsızlanan bir kadronun işbaşı yapması bekleniyor.
İmamdan bozma sultan, diyanetten yapma halife, seraskerden çakma sadrazam düşledikleri modele pek bir yakışıyor. Elbette kimsenin eli armut toplamıyor. Ama siyasete yön veren büyük çoğunluk Çankaya’nın yeni patronunun nitelikleri üzerinde durmuyor, en azından bilinen özelliklerini gözden geçirmiyor.
Sanki bir standardı varmış gibi bir suskunluk egemen. Mayasıllı bir üslupla durup dinlenmeden “ben de ben, elbette ben” diye konuşan güçlü aday Tayyip beyin özellikleri yediden yetmişe herkesin malumu. Bir tek onun tahsili terbiyesi, eni boyu kilosu belli. Bir de elbette Gezi’den Gezi’ye geçen sürede açığa çıkan insana “düşmanımın başına...” dedirten göz ardı edilemeyecek “korkutucu” ve “hatta teşhis ve tedavi gerektiren” özellikler söz konusu.
Tekme tokat, küfür hakaret, yalan dolan, bitmeyen öfke ve eskimeyen kin elbette standart dışı. Evet, belki kayda alınmış bir standardı yok ama cumhurbaşkanının niteliklerini belirleyen hukuk var. Halâ var mı, kaldı mı kuşkulu ama genel ahlak kuralları da var. Hatır için biraz da gelenek görenekten de söz edilebilir.
Ben değil biz
Eğer konuşulup tartışılacaksa masada öncelikle pastel özellikler olmalı. Önemsenmeli.
Türkiye’nin on ikinci cumhurbaşkanı iskambilden şato kurmamalı. Sövene dilsiz, dövene elsiz bir halk oluşturmayı düşlememeli.
Yaşam hakkını her şeyin önünde tutmalı. Yaşamayı asıl hak edenlerin, asla tutsak alınamayanlarla, ölümü göze alabilenler olduğuna inanmalı.
Çadır tiyatrosunda Hamlet, satranç masasında pişpirik oynamamalı. Müslüman mahallesinde salyangoz satmamalı.
İslam dünyası liderliği, genişletilmiş Ortadoğu eş başkanlığı gibi düşlerin peşinde koşan sazan olmamalı. Şalvarı şaltak, eğeri kaltak Osmanlı’ya özenilmemeli.
İti ite kırdırtmamalı, ölmüş atı kırbaçlamamalı. Davulla tokmak el değiştirmeli. Tokmağa göre zıplayanlardan uzak durmalı.
Şeriatın kestiği parmağı acımalı. Of demeli, insaf demeli, yeter demeli. Bağımsız yargının yerine kadı ile ulema geçmemeli. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi yüksek yargı organlarının kestiği parmak acımamalı. Hak, hukuk devleti demeli.
Bir kısım medyayı düşman bellememeli, bir kısım medyayı silah gibi kullanmamalı. İfade ve anlatım özgürlüğünü alınıp satılan bir meta haline getirmemeli. Yasaklamadan değil, özgürleştirmeden yana olmalı.
Kralın çıplak olduğunu haykıranlarla, kralın çıplaklığını örtmeye çalışanlar arasında taraf olmamalı. Yandaşlarına değil karşıtlarına karşı da hoşgörülü ve alçak gönüllü olmayı düşünebilmeli.
Özgürlüğün bir bedeli olduğuna inanmalı. Daha fazla özgürlük için korku, yılgınlık, teslimiyet duymayanlara saygı duymalı. Herkes için özgürlük istemeli, özgürlüğü kollektifleştirebilmeli.
“Ben” değil “biz” diyerek yaşamanın üstesinden gelenlerden yana olmalı. Bireycilikten değil, bireyden yana olmalı. Kayıtsız boyun eğmeye, koşulsuz sadakata karşı çıkmalı. Soranın sorgulayanın, hayır diyenin yanında yer alabilmeli.
Siyasal yelpazesinde tüm siyasal görüşler; din ve inanç yelpazesinde tüm dinler ve inançlar, etnik yelpazesinde tüm ırklar yer almalı. Alevi’yi, Kürt’ü, Türk’ü, Ermeni’yi, Yahudi’yi, inanmayanı, namaz kılmayanı, oruç tutmayanı, içki içeni, mini etek giyeni, dans edeni, örtünmeyeni, muhalif olanı, yolsuzluğunun üzerine gideni düşman görüp yok etmek isteyen anlayışı reddetmeli, karşı çıkmalı.
Aklın, bilginin, bilimin ve duyarlığın insancıl bir değeri olduğunu bilmeli. Aşkı, tutkuyu, coşkuyu, hüznü, acıyı, direnci, inancı, paylaşmanın coşkusunu tatmalı.
Ütopyalara, romantizme, özleme ve elbette sevgiye sevdaya evet diyebilmeli. İnsanların düş kurma hakkı olduğuna inanmalı.
Köşkün kapısı
10 Ağustos 2014 tarihinin yanına, hiç kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne “cumhurbaşkanı” değil; Türkiye İslam Cumhuriyeti’nin “ilk başkanını” seçmek için halkın sandık başına sürüklendiği bir gün notu düşülecek.
“Avrupa Birliği Hıristiyan birliği” diyen de, “Elhamdülillah şeriatçıyız” diyen de; “Biz İslam’ı hayat tarzı olarak görmek istiyoruz” diyen de,”biz referansı İslam olan bir düşünceyi temsil ediyoruz” diyen de halkın oylarıyla Köşk kapısından yüz geri edilmeli.
Birine “hayat tarzı” ötekine “referans” olarak çağ dışı değerler yükleyen emperyalizmin oyunu bozulmalı.

ERBİL TUŞALP
SOL