7 Eylül 2014 Pazar

‘Biz Bir Rüya Görüyoruz!’-Meriç Velidedeoğlu

“1908 İkinci Meşrutiyet” devriminden sonra padişah olan “V. Mehmet Reşat”ın sadrazamlarından biridir “Said Halim Paşa.” 
İlkin, “reisulküttap” yani dışişleri bakanı olmuş, ardından da “sultan” tarafından“sadrazam”, başbakan yapılmış. 
İsviçre’de “Siyaset Bilimi” öğrenimini bitirince, bu konuda özellikle de “Osmanlı”nın siyasetine bir “strateji” sağlayacak makaleler yazmaya başlar, daha sonra da bunları “Buhranlarımız” adı altında bir kitapta toplar. 
Sadrazam olduğu süreç (1913-1917), “Osmanlı”nın tam bir “kaos” yaşadığı, iyice derinleşen sorunlara “çözüm” arayışının ve parçalana parçalana “yok” olmasını“önleme”nin en yoğun, en yaygın tartışıldığı dönemdir. 
“19.” yüzyılın sonlarına doğru ortaya atılan “üç çözüm” önerisini oluşturan“İslamcı”, “ademimerkeziyetçi” ve “merkezi imparatorluk” görüşleriyle ortalık çalkalanırken; ülkede bir “Ermeni Milleti”, bir “Rum Milleti”nden açıkça söz edilirken, “Türk Halkı” adının da yer yer duyulmaya başlamasına “İslamcılar”ın çok kızdığı belirtilir. 
İzninizle burada bir ayraç (parantez) açalım; bilmem anımsar mıyız “TC Devleti”nin önceki imam Başbakanı “R.T. Erdoğan”ın, “Ne mutlu Türküm diyene!”seslenişinin dağlara taşlara yazılmasını “İlkellik” olarak dile getirmesini... 
Ayracı kapatıp konumuzu sürdürelim; “İslamcılar”ın -“Erdoğan’ınki kadar ‘hakaret’boyutunda olmasa da- kızmalarının nedeni, “İslam Milleti”, dahası “İslam Ümmeti”varken “Türk Milleti”nden söz edilmesiydi... 
“20. yüzyıl”a girildiğinde de, devleti çöküşten kurtaracağı düşünülen çözüm yolları, dönemin siyasetçi yazarı “Yusuf Akçura”nın, “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı ünlü makalesinde “Osmanlılık”, “İslamcılık” ve “Türkçülük” olarak ortaya konur (1904). Bu akımlar Batı’da “Panislamizm”, “Panottomanizm”, “Pantürkizm”olarak adlandırılıp belirtilir. 
“Osmanlılık”; ona göre “yeni” bir anlamda “Osmanlı Milleti” oluşturmaktır; bunun için de din, mezhep ayrımı gözetmeksizin tüm “Osmanlı Halkları”, “eşit” duruma getirilecekti; böylece “Osmanlı Devleti” parçalanmaktan kurtulacaktı. 
Ne ki, “Akçura” bu yaklaşımın, Türklerin “aleyhine” olduğunun altını çizer; çünkü imparatorlukta çoğunlukta olan halk “Arap”tı, “Ortadoğu” halklarıydı ve bu durumda egemenlik Arapların eline geçecekti; ayrıca yazar “Osmanlı Halkları”nın birbirleriyle kaynaşmayı istemeyeceklerini, nedenleriyle de bir bir anlatır. 
Akçura, “Batı”nın bu birliğe karşı çıkacağını ileri sürüp: “Zannımca artık Osmanlımilleti meydana getirmekle uğraşmak boş bir yorgunluktur!” diyecektir... 
Yaşayıp, tanık olarak yapılan bu “boş bir yorgunluk” değerlendirmesinden tam“110” yıl sonra; TC Devleti’nin Başbakanı “A. Davutoğlu”, bu “Osmanlılık”ülküsünü, Türkiye için gerçekleştirilecek bir “düş” olarak kabullenir ve bunu “Biz bir rüya görüyoruz!” diye seslendiriverir büyük bir keyifle... 
Davutoğlu’nun bu “rüyasını”, “İslamcılık” (Pan İslamizm) görüşüyle oluşturmak istediği açıkça biliniyor; oysa Akçura: “Böyle bir birlik tarihin hiçbir dönemindeortaya çıkarılamamıştır!” diyerek tarihsel bir “uyarıda” bulunmuştur... 
Akçura; “110 yıl” sonra dünya Müslümanlarının birbirini vahşice öldürdükleri bir sırada, “laik TC Devleti”nin iktidarında tam bir “Panislamist” birinin başbakan olması karşısında ne yapardı dersiniz? 

Bilmem ki bu soruya Akçura’nın “İslam Birliği siyasetinin tatbikinde, dahili mânileraz güçlükle katlanılabilecek surettedir. Lakin harici mâniler pek kuvvetlidir” görüşü yanıt olabilir mi? 
Akçura ayrıca; “harici mâniler”in, “bütün İslam devletleri” üzerindeki nüfuz ve iktidarları sayesinde bu “İslam Birliği” siyasetinin tatbikini önleyeceklerini de bildirir; her ne kadar “Her Müslümanın, Türk veya İraniyim demekten evvel‘elhamdülillah Müslümanım’ dese de” bu birliğin kesinlikle sağlanamayacağını '2Dbugün de geçerli olan pek çok neden sayarak- açıkça ortaya koyar. 
Yazının başında sözünü ettiğimiz, dışişleri bakanıyken sadrazam olan “Said HalimPaşa” da “Panislamist” görüştedir; ne ki “Birinci Dünya Savaşı”nda Arapların, ‘Halife’nin ordusunun askerlerine yaptıkları karşısında, bunun yalnızca bir “rüya”olduğunu anlar ve çekilir... 
“Türkçülük” ülküsünü başka bir yazıda ele alalım derim. 
Tatil bitti sanırım; öyleyse yarın Beşiktaş’ta çoğalarak buluşalım!  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

Tarihsel Önemde İki Gün-CÜNEYT ARCAYÜREK

Cumartesi günü TV’lerin haber büroları gün boyunca aralıklarla ya kurultayda ya da Galler’deki NATO zirvesindeydi. 

Kurultay haberleri genel başkanlık seçimi sonuçları açıklanıncaya dek olağan, durgun. 
Medya; Genel Başkan KK’nin (Kemal Kılıçdaroğlu) yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimindeki genel merkezin başarısızlığını savunan, parti içi muhalefete saldırılarını içeren konuşmasıyla... 
...rakibi Muharrem İnce’nin, sözünü sakınmadan KK’ye ve yönetimine doğrudan sert eleştirilerini kimilerine yorumlatıyor. 
Haberlerin bir gözü Galler’de. Bir buçuk saat bir araya gelen Başkan Obama ile Cumhurbaşbakan RTE arasındaki görüşmeye çevrili. 
Önemli haberlerle dolu dolu iki gün.
***
CHP Kurultayı ile ilgili yorumsal görüşleri PM seçimlerinde alınacak sonuçlara bırakalım. KK’nin genel başkan seçimi hiç ummadığı biçimde sonuçlandı. 900 küsur delege imzasıyla aday oldu. Bu kadar oyla genel başkan seçilmesi bekleniyordu. Rakibi ise 170 imza ile ama sonuçta KK 740 oyla genel başkan seçilerek kazandı. Rakibi İnce ise sürpriz bir sonuçla oyunu 415’e yükseltti... 
KK’deki bu iniş, İnce’deki bu yükseliş hem gelecek günlere sarkacak eleştirilere uzandı, hem de bir gün sonra yapılacak PM seçiminde genel başkanın listesini muhalefetin delebileceğine işaret sayıldı. 
KK’nin bundan sonra, önüne gelenin mikrofunu kaptığı gibi parti kararlarını eleştirmesini engelleyeceğini, böylelerine yumruğunu masaya vuracağını vurgulamasını... 
...İnce, KK’nin parti içi muhalefeti engelleyemeyeceğini ve vurduğu yumruğun canını acıtacağını söyleyerek yanıtladı. 
Hele KK’nin neye dayanarak söylediği kestirilemeyen 2015’te kuşkulu iktidardayız vaadi gerçekleşmez ve bu seçimde CHP oylarında önemsenecek bir yükseliş olmazsa... 
...bu kurultay KK’nin gelecek kurultayda genel başkanlığa veda edebileceğini gösteren işaretleri içeren... 
....KK’nin her çevreden oy iddiasıyla sağ isimlere açılışını delegenin onaylamadığı ve partinin gerçek yörüngesinde sola açılan, sosyal demokrat bir parti olmanın özlemini çektiğini vurgulayan bir kurultay bu olağanüstü kurultay!
***
Yandaş yalaka medyanın dünkü manşetleri ve haberleri: Cumhurbaşbakan RTE’yi,Obama’yla görüşmeden sonra çok kez görüldüğü gibi göklere çıkarmadı. RTE’nin zafer kazandığını bu kez yinelemedi. 
Obama’yla görüşmede RTE zaten övünülecek sonuçlar elde etseydi; Galler’den ayrılmadan önce basına ya da özel uçağındaki özel seçtiği gazetecilere aldığı sonuçları ballandıra ballandıra anlatır ve dün yalaka olsun olmasın istisnasız medyamız bu açıklamaları manşetlerden duyururdu. 
Oysa Cumhurbaşbakan Galler’de basın toplantısı düzenlemedi. Uçağındaki gazetecilere özel bilgiler vermedi. Yurda döndü, havaalanında da hiç konuşmadı.
***
Çevreden alınan bilgiler, Obama’nın görüşmeden sonra basın toplantısındaki açıklamalar Cumhurbaşbakan’ın köşeye sıkıştığı izlenimi veriyor.
Zira Türkiye kaçamak yapması zor IŞİD tehlikesini yok etmek için uluslararası bir koalisyona katılması önerisiyle karşı karşıya. 
ABD Dışişleri Bakanı Terry, IŞİD’e karşı asker karaya ayak basmayacak diyor ama Türkiye için pek çok tehlikelerin kaynağı IŞİD’le savaşan peşmergelere koalisyon ülkelerinin yapacağı elbette silah yardımını Türkiye üzerinden göndermesi bile başlı başına bir sorun. 
RTE’nin IŞİD’e karşı yarın ola ki askeri müdahaleye dönüşecek koalisyona sıcak bakmadığını söyleyenler var ama Türkiye burnumuzun dibindeki tehlikeye bigâne kalabilir mi? 
Cumhurbaşkanı koalisyondaki yükümlülüklerin ne olacağını henüz bilmiyor. Bugün çekimser bir tavır takınıyorsa, şimdilik öne sürdüğü gerekçe IŞİD’in elindeki 49 rehinemizin hayatı. 
Ama bu gerekçe nereye kadar?
***
Cumhurbaşbakan ve buyruğundaki hükümet, uluslararası olası koalisyon üyesi ülkelerin, başta ABD’nin baskısına daha ne kadar dayanabilir? 
Çok değil kısa süre bekleyip medyamız yazmazsa Amerikan gazetelerindeki haber ve yorumlardan hem Obama görüşmesinin içyüzünü hem de koalisyonla ilgili görüşlerini ve gelişmeleri nasılsa öğreneceğiz!  

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet

1 Eylül 2014 Pazartesi

Davutoğlu’nun Sırrı-ÖZGÜR MUMCU

Bundan dört sene evvel Davutoğlu yeni bakan olmuş ve yıldızı parıl parıl parıldarken, Oxford’da Türk dış politikası hakkında üç gün süren uzun bir toplantı yapıldı. Toplantının kapanış konuşmasını Davutoğlu yaptı. O toplantıda ben de bir sunum yapmıştım. O sebeple kendisinin kitap ve makalelerini okumuştum. 
Fark ediliyordu ki “Stratejik Derinlik” üç ana noktaya dayanmaktaydı. Komşularla sıfır sorun, Türkiye’nin tarihi ve coğrafi derinliğinden faydalanma ve İslam medeniyetinin tarihin akışında önemli bir aktör olarak yeniden sahne alması. 
İlk iki noktanın geleneksel dış politikadan fazla ayrılmadığı açıktı. Özellikle tarihi ve coğrafi derinlikten faydalanma, dünya Soğuk Savaş parantezinden çıktıktan sonra yoğun bir şekilde başvurulan bir yöntemdi. 
Komşularla sıfır sorun için ise İsmail Cem dönemini hatırlamak kâfi. Yunanistan Dışişleri Bakanı Papandreau ile Filistin meselesini çözmek için kolları sıvadıkları hâlâ akıllarda. 
Yani aslında o konularda Davutoğlu pek yeni bir şey söylemiyordu. 
Asıl mesele İslam medeniyetinin uyanışıydı. Yeni Başbakan’ın o konuyu, dış politikayı şekillendirirken nasıl ele alacağı çok belirligin görünmüyordu. 
Bazı fena işaretler yok değildi. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında yakalama emri çıkardığı Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir’i hükümetimiz pek seviyordu. Hatta Erdoğan bir Sudan ziyaretinde “Müslüman soykırım yapmaz” diyerek kendisine sahip çıkmaktan çekinmemişti. 
Sunumumu “İslam medeniyetinin uyanışı” söyleminin uluslararası aktörlerin dini inançlarına göre bir çifte standart getirebileceği kaygısıyla bitirmiş ve bu durumun“medeniyetler çatışması”na inananları mutlu edeceğini söylemiştim. 
Davutoğlu’nun İslami vurgusunun dış politikaya damga vurması gecikmedi. “Arap Baharı” ile beklediği fırsatın ayağına geldiğini düşünmüş olsa gerek. Netice ortada. Libya’ya NATO girmesin dediler, sonra bunu hiç dememiş gibi davrandılar. Mısır’daMursi’nin yanlış yönlenmesinde belli ki payları var. Suriye meselesine girmeye bile gerek yok. 
Ne öngörüler tuttu ne tespitler. Sebep ise çatışan aktörler arasında her daim mezhebi kendinden olanı kayırarak Türkiye’ye yeni etki alanları açma hayali. 
Erdoğan boşuna “Müslüman soykırım yapmaz” demedi ya da IŞİD’in akıl almaz katliamlarına yok yere sessiz kalınmıyor. 
Bakın bugün “paralel” diye çarmıha germeye çalıştıkları eski dostlarının televizyonunda henüz 2001’de ne demişti Davutoğlu: 
“Modernitenin dini dışlayan bir ontoloji arayışı içindeki insanoğlu nihayet bedeninedönüyor (...) Modern ideolojilerde aşırı faşizan temayüllerin ortaya çıkışında bu seküler narsisizmin önemli bir yeri var. Kendi kendini aşırı beğenmeden kaynaklanan düşünceler, etnik kıyımları (....) beraberinde getiriyor.” 
Kendini aşırı beğenme demişken. Bir gün uluslararası bir kongrede Davutoğlu’na“Bunları nasıl bu kadar emin söyleyebiliyorsunuz” diye sorarlar. Cevabı şu olur: “En büyük beyinler, en bunalımlı dönemlerde çıkar.” Verdiği örnekler ise Rousseau, Hobbes, Hegel ve Kant
Peki, bu dış politika anlayışı iç politikada Başbakanlık’a nasıl yansıyacak? Bir örneğimiz var. Örnek Konya’nın Çeltik ilçesinden. Davutoğlu konuşuyor: 
“Afyon, Eskişehir, Ankara’ya komşusunuz, Konya’nın da bir parçasısınız. Türkiyede dünya coğrafyasında birçok bölgenin kesişme noktası. Dolayısıyla Çeltik’in kaderi ile Türkiye’nin kaderi bir anlamda birleşir. Bu çerçevede Çeltik’e özel önem veriyoruz.” 
İşin sırrı Konya’nın Çeltik ilçesinde yani.  

ÖZGÜR MUMCU
Cumhuriyet

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Cumhuriyet’i Çok Ararız, Çok!-ALİ SİRMEN

İleride “2. Cumhuriyet”in başlangıç tarihi olarak, hangi günü kabul ederler bilemem.
Ama ben 1. Cumhuriyet’in son Başbakan Babası, 2. Cumhuriyet’in ilk Başkan Babası 1. Tayyip’in cülusu, 28 Ağustos 2014’ün 2. Cumhuriyet’in başlangıç tarihi olarak kabul edilmesinin doğru olabileceğini düşünüyorum. 2. Cumhuriyet’in niteliklerini ve gelişmesini ilk irdeleyen de, cülusla aynı gün Cumhuriyet’teki çok önemli yazısıyla Prof. Dr. Emre Kongar oldu.
Toplulukların yaşamında önemli gelişmelerin başlangıcını tarihlemenin alışkanlık haline gelmesi, illa büyük değişimin o gün olup bittiği anlamını taşımaz.
Nasıl ki, 29 Ekim 1923’te ilan edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşum sürecinin uzun bir geçmişi varsa, 2. Cumhuriyet’e giden yolun taşları da uzun süreden beri döşenmekteydi.
Türkiye Cumhuriyeti’ne giden yolu 84 yıl öncesine, bu topraklar üzerinde yaşayan insanların ilk kez kulluktan tebalığa terfi tarihine kadar uzatmak biraz zorlama bulunsa bile, herhalde 1876 1. Meşrutiyet’in ilk kez Cumhur’un temsilcilerini seçerek Meclis’e göndermelerine kadar uzatılmasına bir şey denemez. Cumhuriyet’in hitama ermesi ile 2. Cumhuriyet’e geçiş de uzun bir sürecin birikimlerinin, büyük çabaların eseri olmuştur ve herhalde bunu “Ben odunu aday göstersem seçtiririm” dediği milletvekillerine dönerek, “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz!” diyen Menderes’e kadar uzatmak yanlış olmasa gerek.
***
TC’ye giden yolla Emre Hoca’nın deyimiyle TSİC’ye (Türkiye Sünni İslam Cumhuriyeti) giden yol aynı hızla, hemen hemen aynı sürede katedilmiştir.
Osmanlı kendi küllerinden Cumhuriyet’i yaratmayı başarmış, ama Cumhuriyet kendi niteliğini, emeğe dayalı özgürlükçü bir rejime dönüştüremediği gibi ve de o yüzden laik TC’yi yaşatmayı bile başaramamıştır.
Toplum çok partili rejim ile çoğulcu rejimi de birbirine karıştırınca, yalnızca sandık yanı vurgulanan bir rejimi demokrasi sanmış ve ileri gideceği yerde, geriye basmıştır.
Çok partili dönemin “demokrasisi!”, orta sağ partilerin Cumhuriyet’in değerlerine karşı politikalarını parlamentoya taşımasına izin vermesine mukabil, emek tabanlı üretime dayalı sosyal içerikli politikaların önünü sürekli tıkayarak, Cumhuriyet’in ve özgürlüklerin hayat damarlarını, sosyal ve ekonomik desteklerini keserek, kendi bekasını kendi baltalamıştır.
Cumhuriyet değerleriyle bir türlü barışamamış orta sağ, uzun yıllar, laiklik karşıtı güçleri de kanatları altında palazlandırmıştır.
Zamanı geldiğinde, işlevi tamamlandığında, orta sağ silinerek yerini laiklik karşıtı akımlara bırakmıştır.
***
Kendinde Cumhuriyet’in korunması ve kollanması işlevi vehmedenler ise sürekli olarak sağın politikaları doğrultusunda yol almış, özellikle 12 Eylül 1980 darbesinde siyasal ekolojik dengeyi de bozarak, uluslararası konjonktürün de yardımıyla laik cumhuriyet karşıtlarının gelişecekleri ortamı oluşturmuştur.
Emeğe dayalı üretim temelli sürdürülebilir bir kalkınma modelini egemen kılacak olan Cumhuriyetçi güçlerin, bu ilkelerin çevresinde örgütlenmek yerine, Cumhuriyet değerlerine karşı politikaların dümen suyuna girmeleri, Cumhuriyet’i iyice savunmasız bırakmış ve kısacası Mustafa Kemal’in ilelebet payidar olacağını ileri sürdüğü Cumhuriyet bitmiştir.
İkinci Cumhuriyet’in ne olduğunu Türk halkı yaşayarak öğrenecektir.
Ancak onu yaşamaya başlayınca da Cumhuriyet’in ne olup ne olmadığını tam olarak anlayabileceğiz.
Biz yaşatamadığımız “Cumhuriyet”i çok ararız, hem de çok!..
AÇIKLAMA: 07.08.2014 tarihinde bu köşede çıkan, “IŞİD militanları İstanbulValiliği’nin izniyle Ömerli’de bir açık hava toplantısında cihat çağrısı yapıyorlar”cümlesi de geçen yazımla ilgili olarak, İstanbul Valiliği’nden gelen açıklamada şu ifade yer almaktadır: “Konu ile igili olarak Valiliğimize müracaat olmadığı gibi izin de söz konusu değildir.”
Açıklamayı yayımlarken, IŞİD’i hafifsemenin ne denli vahim olaylara yol açabileceğini bir kez daha vurgulamak isterim. A.S.  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

26 Ağustos 2014 Salı

Türkiye Sultanlığı!-ÖZGEN ACAR

“Türkiye Cumhuriyeti”nin yerini, bu hafta “Türkiye Sultanlığı” alacak! Recep Tayyip Erdoğan, AKP Genel Başkanı, Başbakan ve ‘cumhurun başı’ olarak herhalde “Çok Yaşa Padişahım!” haykırışları arasında tahta çıkacak...
***
Biri Amerika’dan, ötekisi İngiltere’den olmak üzere basından alıntılar yapalım. Yorumlarında genelde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın katkıları olan başkentin Vaşington Post gazetesindeki “Türkiye’nin Erdoğan’ın Baskısından Kurtulması Gerekiyor”başlıklı değerlendirmeden:
(...) Başbakan Erdoğan’ın dengesiz ve rahatsız edici davranışları sebebiyle Türkiye, Avrupa ve Ortadoğu’da önemli rol oynama fırsatını kaçırdı. Gezi Parkı protestolarında hükümet, tüm konuşma ve toplanma özgürlüğü gibi değerleriparamparça eden önlemler aldı (...).
Ses kayıtlarında oğlunu paraları sıfırlaması için uyardığı, Tvitter ve YouTube yasaklamalarının anımsatıldığı yazı “Sayın Erdoğan’ın sözünü ettiği ‘Yeni Türkiye’ bu mu” sorusu sorulduktan sonra şöyle devam ediyor: (...) 

Cumhurbaşkanına daha fazla yetki verilecek herhangi bir anayasal değişikliköncesinde, Başbakan Erdoğan’ın temel demokratik ilkelere saygı duyduğunugöstermesi gerekiyor. Türkiye Başbakanı Erdoğan ilk kez halkın seçimiyle oyların yüzde 51.7’sini toplayıp cumhurbaşkanı seçildi.
Ülkenin 12 yıldan beri lideri konumundaki Erdoğan, ‘Yeni Türkiye’yi inşa etmekistediğini ve seçimden sonraki konuşmasında derin bir şekilde kutuplaşmış ülkenin tümünün taleplerine saygı duyacağını duyurdu.
Ancak geçen yılki eylemleri Sayın Erdoğan’ın demokrasiye yaklaşımı veötesindeki dünyaya ilişkin bakışının sorgulanmasına yol açıyor. Yeni Türkiyeeskisinden farklı mı olacak? (...) Ne dersiniz farklı olacak mı? Bize göre daha kötü olacak... Gazete de aynı kanıya ulaşıyor: (...) Sayın Erdoğan, Türkiyecumhurbaşkanlığını daha yetkili bir makam konumuna getirecek biçimde güçlendirmeye yönelik arzusunu saklamadı. Anayasayı değiştirmede başarılı olupolamayacağı henüz net değil. Ancak böylesi bir çabadan önce Sayın Erdoğan, temel demokratik ilkelere saygı duyduğunu göstermelidir. Aksi halde, cumhurbaşkanlığına daha fazla yetki verilmesi sadece bir adamın önemini arttırmak için kullanılacaktır. Bu ise bir ülke olarak Türkiye’nin çıkarına en uygun olanı değildir! (...)
Dünya ekonomisini yakından izleyen haftalık İngiliz Economist dergisinin, “Erdoğan dorukta” başlıklı değerlendirmesi ise şöyle:
(...)Erdoğan, son seçimle birlikte 9 seçimden de zaferle çıkmayı başardı ve 11 yıllık Başbakanlığı boyunca Türkiye’yi hiçbir liderin yapamadığı büyük bir değişimden geçirdi. Erdoğan’ın iktidara geldiğinden bu yana ekonomik ve siyasalalanda değişimler yaşandı. Bütün bunlara karşın Erdoğan’ın, Çankaya Köşkü’ne çıkması kaygı verici!
Cumhurbaşkanlığı makamının simgesel kalması Türkiye için daha iyi olacak. Asker, laik yapılanma ve siyasi muhalefet sindirilince Erdoğan giderek otoriterleşti(...).”
***
Zeytinburnu’nda görüntü kirliliği yarattığını söylediği 16/9 gökdelenlerinin silueti bozan katlarının yıkılmasını istemişti. Gerçekten gecikmiş, ama olumlu bir karardı. Yıkım kararı alındı, henüz uygulamaya geçilmedi.
Ama Ankara’da sit kararına karşın Atatürk Orman Çiftliği’nin yeşilliğini yok eden AKSaray’ını 1 milyar lira harcayarak yaptı. Her türlü yasal yıkım kararlarını bu kez kendisi takmadı. Çünkü Çankaya Köşkü Atatürk’ün “Cumhuriyeti” idi, AKSaray ise ‘cumhurun başı’nın...
İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’ndaki çalışma alanı artık uzun adamın boyuna göre değil. Çengelköy’de hem devlet konukevi hem de ‘cumhurun başı’nın yazlık çalışma yeri ve ikameti hazırlanıyor.
Osmanlı sultanları nerede yaşardı? Elbette İstanbul’da... O da sultan olduğuna göre, ona da İstanbul’da bir saray gerekliydi. 65 dönüm koruluk içindeki Köçeoğlu Köşkü, Kadın Efendi Köşkü, Ağalar Dairesi ve tahta çıkmadan önce Vahdettin’in yaşadığı köşk de onarılıp emrine verildi. Özel kişilere satılan bazı bölümler kamulaştırıldı. Elbette o, Atatürk’ün değil Vahdettin’in köşkünü tercih eder.
***
‘Cumhurun başı’ olunur da ABD Başkanı’nın uçağından geride bir uçağa binmek elbette doğru olmaz. 120 milyon dolara “Airbus 330-200 Prestige (itibar)” modeli uçak alındı.
Alman ve Fransız dekoratörler, ABD’nin San Antonio kentinde iç düzenlemesini özel olarak hazırlıyorlar.
Gereğinde 382 yolcu taşıyabilen bu model uçak, ‘cumhurun başı’ için 50 kişiye indiriliyor. İki yatak odası, bir banyosu bulunuyor. Gereğinde uçak harem-selamlık da olabiliyor!
Ayrıca Savarona yatı da yabancı konuklarını ağırlaması için emrine veriliyor!
***
Alışılmışın dışındaki bir protokol uygulamasıyla “tahta çıkma törenine”, başta ABD’den Barack Hussein Obama ve Rusya’dan Vladimir Putin de olmak üzere yabancı devlet başkanlarını davet etti. Ancak bu iki başkan bakanlarını gönderiyorlar.
İzmir Fuarı’ndaki Lunapark bölümünde bir zamanlar “Kahkahalar Evi” adlı bir yer vardı. İçbükey ya da dışbükey aynalarda insanlar kendilerini çeşitli biçimlerde görürlerdi. Kısa bir insan çok uzun ya da çok şişman bir kişi zayıf olarak aynaya yansırdı. Galiba ‘cumhurun başı’ kendisini dev aynasında görmeye başladı. Güleriz ağlanacak halimize...
***
Acaba Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) Halifesi Ebu Bekir Bağdadi de davet edildi mi? Belki gelirken aralarında 10 aylık Ela bebeğin de bulunduğu 49 Türk rehineyi de getirir!
Bir Kitap
Adı: Millî Mücadele
Yazarı: Teoman Ergül
Yayımlayan: AkılÇelen Kitaplar
Sayfa: 663
Bağımsızlık Savaşı “Vahideddin-Mustafa Kemal Ekseninde” okura anlatılıyor. 69. Yunus Nadi Sosyal Bilimler Araştırma Ödülü’nü kazanan kitabın ikinci baskısı. Günümüzdeki gelişmelere bakınca insanın acaba tarih tekerrür mü ediyor, diyeceği geliyor!  

ÖZGEN ACAR
Cumhuriyet

Katakulli Düzeni-ALİ SİRMEN

Rivayet edilir ki, “katakulli” sözcüğünün dilimize girişinin öyküsü, aynı zamanda, Osmanlı’nın biçarelik dönemlerinin de ibretlik öyküsüdür. Tarihimizde öyle bir zaman gelmiş ki, Osmanlı’nın dayatmaları karşısında çaresiz kalanlar artık güçlenmiş, Osmanlı ise onların eski durumuna düşmüş, dayatmaların öznesi ile nesnesi yer değiştirmişlerdir. Artık anlaşmalarda varılan mutabakata uysa da uymasa da dayatan Batı’dır ve reisülküttaplar, diplomatik görüşmeler sırasında, hiçbir mutabakata uymayan dayatmalar karşısında “Bu ne iştir” diye sual eylediklerinde “emri vaki”nin diplomasi dilindeki yanıtını alırlardı: “Faitaccompli” (fetakompli okunur).
Çok sık tekrarlanır olmuş olan bu fetakompli sözcüğü, Osmanlı tarafında katakulli olarak algılanmış ve ne zaman bir “fait accompli” ile karşılaşsa Osmanlı aynı feryadı basmıştır:
- Yine mi katakulli?!...
Kökeninin öyküsüne bakınca, “emri vaki”den gelen sözcüğün, “ben yaptım oldu”, “uysa da yaptım uymasa da yaptım!” gibi dayatmaları, kaşkariko gibi aldatmaları bir araya getiren bir kavram haline gelip yaygınlaştığını, hele hele günümüzde hukuk devletinin yerini alan despot katakullisi olarak egemen düzen olduğunu söyleyebiliriz.
***
Anlattıklarımın bir örneğini yakından ve net biçimde görmek isterseniz eğer, Kuzey Ormanları Savunması ve İstanbul Kent Savunması aldı sivil toplum örgütlerinin son girişimlerini izlemenizi salık veririm.
Amaçları kısaca “sermayenin tarım alanlarımızı ve su havzalarımızı kirleten mega yağma projelerine karşı savunma” olarak özetlenebilecek bu iki kuruluş 3. köprü, buna bağlı otoyollar ve 3. havaalanı projelerine de saydığımız nedenlerle karşılar. Ayrıca bu vesileyle burada bir düzeltme yapalım. “3. havaalanı” söylemi yanlış, çünkü yapılacak olan ve adı RTE olan havaalanı hizmete girer girmez Atatürk devreden çıkacak ve yine iki havaalanı kalacak: RTE ve Sabiha Gökçen.
Her neyse, Tayyip Yönetimi bu havaalanı ve 3. köprünün inşasını da içerecek şekilde 2013’te çıkardığı bir yasa ile “planlama aşaması geçmiş ve ihale sürecine girmişprojelerde çevre riski taşıyan inşaatlarda aranan ÇED (Çevre Etki Değerlendirmesi)” zorunluluğunu kaldırmıştı.
Anayasa Mahkemesi ise 3 Temmuz 2014 tarihli bir kararıyla bu yasal düzenlemeyi iptal ederek ÇED zorunluluğunu yeniden getirdi.
Şimdi Kuzey Ormanları Savunması ve İstanbul Kent Savunması kuruluşlarının avukatıFevzi Özlüer, bir kampanya başlattıklarını açıklayarak, inşaatın hemen durdurulmasını istediklerini bildiriyor.
***
Talep bir hukuk devleti için yadırgatıcı değil. Ama yine de hemen söyleyeyim ki, Türkiye’de hiçbir güç, 3. köprü ve yeni havaalanı inşaatını durduramaz. Sakın “Olayın hukuki yönünü inceledin mi ki böyle emin konuşuyorsun?” demeyin! Hukuki yön, yargı bağımsızlığının olduğu hukuk devletlerinde geçerlidir; Türkiye’de öyle bir durum söz konusu değildir.
Şimdi söyler misiniz bana arkasına koca bir iktidarı, rant çevrelerini ve Tayyip’i almış olan bir projenin hukuksuz yönlerini belirten bir karar verecek mahkemenin encamı ne olur?
Böyle bir mahkeme bulunsa bile yine bir şey değişmeyecektir. Çünkü mahkeme kararları, ancak iktidarın onlara uyma zorunluluğunun olduğu rejimlerde geçerlidir. Eğer iktidar ya da başındaki ona uymuyorsa, mahkeme kararının ne önemi olur ki? AOÇ’deki Başbakanlık binası yapımı olayında da görüldüğü gibi, bizde de durum budur.
Çünkü bizde yürürlükte olan düzen katakulli düzenidir.
Osmanlı katakullinin anlamını zevali pahasına kavradı. Bakalım Cumhuriyet nasıl anlayacak?  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

24 Ağustos 2014 Pazar

Davutoğlu Kıyameti-ÖZGÜR MUMCU



Başbakan yeni başbakanı atadı. Yeni başbakan, başbakana cumhurbaşkanı diye hitap etti. Memleketimizde önceki gün iki cumhurbaşkanlı, iki başbakanlı tuhaf bir rejim ilan edildi. Belli ki ayın 28’ine kadar, Erdoğan’ın dokunulmazlık kalkanı inmesin diye de böyle devam edecek. Erdoğan rejimi böyle bir şey. Beyefendi neyi nasıl isterse o.
Adlı adınca bir “tek adam” ülkesinde yaşıyoruz. AKP’nin kurucu kadrosundan aktif siyasette sadece Erdoğan kaldı. Abdüllatif Şener başarısız bir siyasi hamleyle yitti gitti. Bülent Arınç“özgül ağırlığıyla” ve artık kimsenin ciddiye almadığı sitemleriyle kariyerini yavaş yavaş sonlandırmakta. Abdullah Gül ise çoktan tasfiye edildi.
Geri kalan birçok kişi de “üç dönem” kuralıyla sönük birer hatıra olarak gazete arşivlerinde kalacak.
Erdoğan, atmosferden çıkmak için kullandığı parçaları yavaş yavaş bırakarak yükselen bir roket gibi ilerlemekte. Safralarını atıp kendince hafifleyip ilerlerken de partisine ve hükümetine bir mutemet bulması gerekiyordu. O mutemedi deDavutoğlu’nun şahsında buldu.
Böylece cumhuriyet tarihinin açık ara en başarısız dışişleri bakanı başbakan olmuş bulundu. Kendisiyle ne kadar övünse azdır. Musul’da kifayetsizliğiyle tesbih çeker gibi kafa kesen canilere ülkenin diplomatlarını teslim eden bir ihtiras küpünün bile başbakan olabileceğini cümle âleme ispat etti. 


Reise tam sadakat ve onun emellerinin emir eri olmak ilerlemek için tek kıstas. Davutoğlu, dış politikada meşhur masaldaki öküze özenen kurbağa gibi şişinerek çatladı.
Başbakanlığı da çok farklı olmayacaktır. Zaten muhtemelen tepesinde hep hissedeceği Erdoğan gölgesiyle demokrasiye geçildiğinden beri en güçsüz başbakan olacak.
Erdoğan’ın giderek dozu artan ve Gezi sürecinden bu yana artık tedavisi imkânsız halde görünen paranoyak hayalperestliğine çok uygun biri Davutoğlu.
Hiçbir temeli olmayan garip bir fantezi dünyası kurmuş, gerçekliğe de kendi fantezilerine uymadığı için isyan eden biri. Dünyayı din eksenli medeniyet alanları arasında bir çatışma alanı olarak gören ve İslam medeniyetinin liderliğine kafayı takmış olan Davutoğlu’nun siyasette ilerlemesi memleketin başına gelmiş en berbat talihsizliklerden sayılır.
Gördüğü halisünasyonların neticesini dış politikada gördük. Şimdi Erdoğan’la beraber görecekleri ortak halüsinasyonları tecrübe edeceğiz.
AKP içinde görece makul sayılabilecek olanların da hızla tasfiye olacağını izleyeceğiz. Hükümet ve parti muhtemelen iyiden iyiye Erdoğan’ın sözünden çıkmayacak bir yapıya bürünecek.
Bu da daha sert, daha ayrıştırıcı ve daha kamplaştırıcı bir siyasi iklim anlamına geliyor.
Stratejik derinliklerde ülkeye defalarca vurgun yedirmiş başarısız bir hayalperest, IŞİD’i dahi zulüm görmüş Sünnilerin tepkisi olarak değerlendiren bir mezhep siyasetçisi yeni başbakanımız.
Davutoğlu, Erdoğan tarafından başbakanlığa atanmasından sonra AKP’yi “kıyamete kadar sürecek olan bir adalet ve hak mücadelesi” olarak tanımladı.
Başbakanlığı da dışişleri bakanlığı gibi olursa, merak buyurmasın kıyamet pek yakındır.

ÖZGÜR MUMCU
Cumhuriyet

Türkiye Kokuyor mu?- MİNE KIRIKKANAT

İngiliz istihbarat örgütü MI-6’nın, 20. yüzyıl ortalarında jargonuna girmiş ve casusluk operasyonlarında kimin ne işe yaradığını belirtmek için kullanılan iki şifresi vardır: Jacobson’lar ve Feromon’lar.
Sözcük anlamıyla Feremon, pek çok hayvan türünde dişilerin üreme döneminde salgıladıkları hormonal koku olup; erkeklerin bu kokuyu algılayıp çiftleşebileceği dişiyi saptamasını ve dişilerin de erkeği idrar ya da ter kokusundan tanımasını sağlayan burun içi organına da Jacobson denir.
Kolayca anlayacağınız gibi MI-6, biyolojiye değgin bu iki sözcüğü istihbarat toplamakta “koku salan av” ile “avını kokudan tanıyan avcı”ları ayırt etmek için kullanır.
Son yıllarda adeta uluslararası casusluğun fokur fokur kaynadığı dev bir kazana dönüşen Ortadoğu’da, Türkiye’nin Feromon mu, yoksa Jacobson diye mi anıldığına, toparlayacağım bilgilerin ışığında, buyrun siz karar verin:
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, IŞİD’le mücadelede İran’la işbirliği yapmaya hazır olduklarını açıkladı. ABD’nin Avrupa’daki ileri karakolu ve AB’nin bir numaralı gücü Almanya, IŞİD’e karşı savaşan İran’daki ve Irak’taki Kürt peşmergelere silah yardımı yapıyor.

İşte bu Almanya’nın istihbarat örgütü BND’nin 2009’dan beri Türkiye’yi dinlediği ortaya çıktı.
Herhalde sizi, beni dinlemiyor, kimi dinledikleri çok belli. Başbakan Merkel“Neler öğrendiğimizi bilseniz, niçin dinlediğimizi anlar ve hak verirsiniz” anlamına çekilecek bir yorumla, özür dilemeyi bile reddetti!
***
2009 öncesi ne oldu da Almanya’nın kulakları Türkiye’ye doğru dikildi?
Elbetteki Deniz Feneri yolsuzluğu oldu! Almanya, 2008’de bu derneği kapattı, mallarına el koydu ama Türkiye’deki uzantılarını gayet iyi biliyordu ve bizim ellerde örtbas edilen kumpasın peşini bırakması söz konusu olamazdı. Başbakan Erdoğan, Davos’ta Şimon Peres’e “One minute!” deyince Türkiye’yi dinlemek uluslararası gerekçe kazandı ve 2009’da düğmeye basıldı.
Peki, 5 yıldır neler takılmış olabilir bu dinlemeye?
Örneğin 2010’da İHH’nin Gazze’ye Mavi Marmara turunun finansman ve organizasyonu… 2011’den öteye Libya’dan tedavi için getirilen milislerin, silahların ve mühimmatların Suriye’ye sevki ve bittabi, İran’ın uluslararası ambargoyu Türkiye’nin aracılığıyla delerek altın karşılığı petrol ihraç yöntemleri…
Özetliyorum, son beş yılda Türkiye ne yaptıysa ya da dinlemelere ne takıldıysa, Batı dediğimiz küresel ittifakın güvenini yitirdi. Ve bu ittifak, 2013’ten öteye denize düşenin yılana sarılması gibi daha düne kadar düşmanı İran’a sarıldı ve bölgede“ılımlı” başbakan Ruhani’yi resmen muhatap makamına yükseltirken, “hışımlı”Başbakan Erdoğan’ı da tam anlamıyla karantinaya aldı.
***
Arkasına ABD’nin ve AB’nin rüzgârını alan İran, FARS haber ajansını kullanarak, geçen ay Türkiye’yi THY uçaklarıyla IŞİD’e militan taşımakla suçladı. Zaten Türkiye’de iç edilen petrol parasının peşini de 17 Aralık 2013’ten beri bırakmıyor. İranlı milletvekili Emir Abbas Sultani, Şark gazetesine verdiği demeçte bir parlamento heyetinin “İran’ın çalınan parasını araştırmak üzere” çok yakında Türkiye’ye geleceğini açıkladı.
Babek Zencani’nin kendi ayağıyla gidip teslim olduğu İran makamları, Rıza Sarraf’ı istiyor Türkiye’den.
Fakat bizim muktedirler, akıl almaz bir hızla Türk yurttaşı yaptıkları Sarraf’ı, isteseler de veremeyecek bir pozisyona girmiş bulunuyorlar.
İki ara bir dere diyebileceğimiz bu hızlı süreçte, Alman istihbaratı BND’nin İran ile yakın işbirliği içinde olduğunun açıklanmasının, bilmem şaşırtıcı bir yanı var mı?
Batı istihbarat ittifakının İran’ı “jacobson”, Türkiye’yi “feromon” olarak nitelediği çok açık.
Anımsayın.
Libya diktatörü Kaddafi, 24 Eylül 2009’da BM’nin kürsüsünden ona buna caka satıyor, Batı’ya meydan okuyordu. 2011’de NATO’nun bombardımanıyla tahtından indirilip öldürüldü.
Suriye diktatörü Beşşar Esad’ın tepesine 2010 yılında Fransa’da devlet konuğu olarak ağırlandıktan sadece 1 yıl sonra binildi.
Türkiye’yi babasının çiftliği gibi yönetenler, bilmem haklarında “kanıt” toplandığının farkındalar mı?
Y.N. Devamı haftaya.
G NOKTASI
Ayrılığımız
Ağlamıştın gözlerinde kiraz çiçeklerinin kırmızısı kalmıştı kıştan beter bir bahardan çıkmıştık senin gideceğin şehirler vardı benim de keşke dolu cümlelerim
Ankara akşam üzerlerinin yağmurlarına benziyordu ayrılığımız geçer bekleyelim biraz ne yağmurlar kesildi ne beklemelerimiz
İstanbul’da nasıl yaşanıyor hasretler gecelerden sonra da geceler başlıyor kayboldu sabahlar diye kimlere yazıyorsun yoluna çıkıyor mu kumrular zamanın ve hayatın hükmünü ölümler verir duyduğunda üzülme uzak denizlerdeki dalgaların düğünlerini anlatırdım sana rüzgârlarla danslarını büyük özgürlüğümüzü onları hatırla ağlama sakın gözlerinde kiraz çiçeklerinin kırmızısı kalsın.
A. KADRİ ERGİN
“Güven suiistimalinin bayrak altına alınmasına casusluk denir.”
ALAIN  

MİNE KIRIKKANAT
Cumhuriyet

Davutoğlu ve Türkiye...- MUSTAFA BALBAY

Başbakan tarafından Başbakanlığa atanan Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabını, hapislik günlerinde aylık planlama yaparken bir haftamı ayırıp okumuştum.
Kitabı okuyunca Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’nı deyim yerindeyse Düşişleri Bakanlığı’na çevirmesinin ve her alanda batağa saplanmasının rastlantı olmadığını, özel bir eğitimle gerçekleştiğini görüyorsunuz.

Davutoğlu kendisini iyi yetiştirmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine ve geleneksel politikalarına karşı i-kinci cumhuriyetçileri de gölgede bırakan politikalar, senaryolar üretmiş bir akademisyen siyasetçi.
Staretjik Derinlik kitabında sadece ana konulara ayrılan sayfaları aktarmak bile Davutoğlu’nun ana hayal coğrafyasının neresi olduğunu göstermeye yeter. 563 sayfalık kitapta aslan payını Ortadoğu alıyor. 130 safya yani kitabın dörtte biri bu coğrafyaya ayrılmış. Balkanlar 30, Orta Asya 40, Avrupa ise 50 sayfada özetlenmiş.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan Stratejik Derinlik’te Türkiye’nin kuruluş süreci tamamen küçümsenmiş, örneğin 69. sayfada şu saptamaya yer verilmiş:
“Uluslararası alanda iddialı bir konum yerine Misakı Milli sanırlarını tercih ettik...”
***
Davutoğlu’nun gerek sözünü ettiğimiz kitabı, gerek son 15 yıllık dilim içinde yazdığı makaleler, gerekse Dışişleri Bakanlığı süreci bir bütün olarak ele alındığında önümüzdeki dönemin yeni maceralarla dolu olacağını söyleyebiliriz.
Önümüzdeki 10 aylık dilimde bunları topluma anlatmaya çalışacağız. Zira 2015 genel seçimlerinde bugünkü yapının alacağı sonuç, sonraki 10 yılı biçimlendirecek.
Davutoğlu bundan sonra ne yapacak sorusunun kestirme yanıtı şudur:
Bugüne kadar yaptığını.
Dışişleri Bakanlığı dönemindeki icraatına ilişkin akılda kalan sözlerinden ikisi şu:
Komşularla sıfır sorun ve değerli yalnızlık.
Birbirini sıfırlayan iki söz! İlki, Türkiye’nin öncelikle etrafında çoğalacağını, tüm komşularla ilişkilerinin en üst düzeye çıkacağını müjdeliyordu. İkincisi ise sorunların hemen hiçbirinin çözülmediğini, aksine yeni krizlerde Türkiye’nin aldığı tavrın komşular dahil kimse tarafından benimsenmediğini itiraf ediyordu.
Bu yalnızlık beraberinde Cumhuriyet tarihinde ilk kez Ortadoğu’daki üç önemli ülkede büyükelçimizin olmayışını getirdi. Suriye, İsrail ve Mısır’da artık sıfır sorun değil, sıfır ilişki var.
Aslında Irak’la da ilişkilerimizin büyükelçilik düzeyinde olduğu söylenemez. Musul Başkonsolosluğumuz ise hâlâ rehin.
***
Davutoğlu bütün bu mirası arkasında bırakıp Başbakanlık koltuğuna oturacak.
Tarihini benimsemediği bir ülkenin iki numaralı koltuğunda görev yapacak. Bir numarasında ise kendisini buraya atayan kişi yani yukarıdaki sürecin ana mimarı var.
Davutoğlu Dışişleri Bakanlığı yaparken aslında Türkiye Cumhuriyeti’ne başka bir ülkenin bakanı gibi bakıyordu. Çünkü bu ülkenin tarihinin dışındaydı. Kafasında başka bir tarih vardı. Son 100 yılı neredeyse yaşanmamış saymak, yeni bir tarih yaratmak istiyordu. O yüzden 26 Şubat - 1 Mart 2013 arasında Yeni Şafak gazetesine verdiği seri röportajda şöyle diyordu:
“Yüz yıllık parantezi kapatmanın zamanı geldi!”
Bugün kendisini o demeci verdiği günden daha güçlü hissedebilir...
Gerçekten yüz yıllık parantezi kapatabilir mi?
Bunun zamanı geldi mi?
Son yüz yıl bir parantez kapatır gibi yok sayılacak basitlikte mi?
Bu soruların tümüne yanıtımız şu:
Hayır...
Türkiye Cumhuriyeti’ni parantez içine alacak kadar küçümseyenler o parantezin içinde kaybolur.
Bakmayın bu kör karanlığa...
Anadolu’nun gücü bunu da aşar!  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

17 Ağustos 2014 Pazar

Bir burjuva masalı-Erhan Nalçacı/SOL

Burjuvazi cumhurbaşkanlığı seçimleri adı altında düzenlenen bir ava çıkmış ve bir taşla üç kuş avlamış.
Birinci kuş:
Birinci Cumhuriyeti yıkarken güçlü bir lidere ihtiyaçları vardı, fiili olarak zaten başkan olarak davranan, şiddetli bir toplumsal yarılmayı tetikleyen ve elde ettiği güçle bir burjuva siyasetçisinin doğal bağımsızlık alanını fazlasıyla ihlal ederek sermayenin ayağına takılan Erdoğan’ın törpülenmesi gerekiyordu. Bunu, hem onu onurlandırarak, hem ölümüne korktukları halkı sokağa dökmeden, en emin oldukları alanda, sandıkta başardılar.
Üstelik hala Erdoğan’ın diktatörlüğünü bir tehdit olarak her olasılığa karşı ceplerinde taşıyorlar.
İkinci kuş:
Ekmeleddin’in çatı adaylığı ile Birinci Cumhuriyet’in siyasi refleksleri ve Haziran direnişinin barutu olan düşünceler geniş bir kesimde iğdiş edilmiş oldu.
Bundan 10-20 yıl önce kurt işareti yapan bir CHP lideri hemen akıl hastanesine kapatılır, bir gericinin adaylığının desteklenmesine gülünür geçilirdi.
Yine her olasılığa karşı, ister ana muhalefet, ister koalisyon hükümetleri için hizaya çekilmiş bir merkez sağ ve ikinci Cumhuriyet’in pragmatizmine alıştırılmış, “tıpış tıpış” bir seçmen kitlesi yaratıldı.
Üçüncü kuş:
Türkiye’de çaptan düşmüş, itibar kaybetmiş ve artık sol ile adı birlikte anılmayan liberalizme, yeni bir soluk verildi ve taze bir liberal sol tasarımı oluşturuldu. Kürt ulusal hareketinin merkezinde durduğu, özgürlük ve demokrasiyi hedef alan, ama mülkiyet ilişkilerini değiştirmeyi arkaik veya ütopik kabul eden bir liberal bayrağın altında Türkiye Syriza’sını inşa etme şansını doğurdu.
Köşe yazarlarından oluşan tazı sürüsü kuşları yakalayıp sahibinin ayaklarına getirmiş. Avcı memnun, üç kuşu kemerine asmış avdan dönerken, attığı taş dönmüş, dönmüş kafasına çarpmış ve sekerek üç yerden kafasını yarmış:
Birinci yarık:
Artık 12 yıldır süren burjuva siyasi alanındaki istikrar korunamayacaktır, kendi içinde çalkantılara, kısa erimli hükümetlere ve giderek büyüyen siyasi krizlere gebedir. Erdoğan’ın diktatörlüğü ise bir barut fıçısıdır.
İkinci yarık:
Ana muhalefetin geçirdiği dönüşüm ve terbiye, burjuva siyasetine kapsadıkları büyük yığınları ortaya saçmış, liderlerinin nasıl kusursuz bir burjuva ajanı olduğunu Bilal’e bile anlatabilmiştir. Ortaya saçılan ve aranış içindeki milyonların sosyalizme kazanılma olasılığı vardır.
Üçüncü yarık:
Yaratılan ve bir geleceği olan liberal cephe Türkiye tarihinde bir kez daha komünistlerle liberal solun sınırlarının netleşmesine yol açacaktır. Netlik ve sadeleşme her zaman burjuvazinin esas düşmanı olan komünist siyasete yarar.
Sonuçta; avcının avladıkları ile rahatlaması mümkün değil, ava giderken avlanma olasılığı her geçen gün artmaktadır. Bu masalda hiç kimse kerevete çıkmamış, gökten üç elma düşmemiş, tazıların vaat ettiği sonsuza kadar mutlu bir birliktelik sadece köşe yazılarında kalmıştır.
Aksine sınıf mücadelesi yeni ve heyecan dolu bir evreye girmektedir.
ERHAN NALÇACI / SOL

Bu kez bölecekler-ALPER BİRDAL/SOL

Emekli Korgeneral Jay Garner, Irak işgali sonrasında atanan ABD’nin ilk sömürge valisiydi. İşgalin ardından iki ay gibi kısa bir süre görev yaptı. Ama Irak’la, özellikle de Kürtlerle halen devam eden pek derin bir ilişki kurdu. Merkezi hükümetle Barzani yönetimi arasında petrol yasası tartışmalarının en yoğun olduğu dönemde, Kanadalı petrol tekellerine Irak Kürdistanı’nda iş bağlıyordu. “Kürtlerden tek kuruş almadım, hiçbir zaman da almam” diyor. Kanadalılardan almıştır, Kürtler petrolü veriyor zaten…
Vali Garner efendi geçen hafta Irak’taydı. Guardian gazetesine konuştu ve “Bildiğimiz Irak artık yok” dedi. Devamında da şunları: “Kişisel olarak eski Irak’ın artık yok olduğunu ve geri de gelmeyeceğini düşünüyorum. Şii Irak ve Şiilerin önderliğindeki hükümet İran tarafından kontrol ediliyordu ve halen de ediliyor. Irak, geçmişte olduğu gibi bir reformdan geçirilecekse yine İran’ın olacak, bizim değil.”
“Ya benimsin ya da kara toprağın”, bu kez bir ülke söyleniyor. Eski sömürge valisi, “eski ülke bitti” diyor, “bir bütün olarak yenisini kurmaya kalkarsak ellerin olur” diye ekliyor.
O zaman ne yapmalı? Bir değil, üç ülke kurmalı…
Guardian’dan aktaralım: “Garner’a göre ABD’nin, Irak’ın birliğini korumasına ilişkin umabileceği en iyi ihtimalle ‘Sünnilerin, Kürtlerin ve Şiilerin bir konfederasyonu’ olabilir. Garner, ‘Irak’ın artık parçalandığını ve bunu kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum’ diyor. ‘Yeniden entegrasyon işe yaramazsa,’ diye ekliyor, ‘bağımsız Kürdistan’ı desteklemeliyiz.’”
Bağımsız Kürdistan, Sünni ve Şii Irak’ın da ayrışması demek elbette…
Bunlar basitçe emekli bir generalin hezeyanları değil, Irak Kürdistanı’nda petrol tekellerine iş bağlayan eski bir sömürge valisinin sözleri… Şimdilerde Ortadoğu’nun her tarafı yine “neocon” kaynıyor. Ve onlara savaş uçaklarının sortileri, sandık sandık silah ve mühimmat ve toplantı üzerine toplantı eşlik ediyor.
Sandık sandık silah gidiyor: Hafta içi Amerikan yönetimi peşmergeye kalaşnikof ve kalaşnikof mermisi yolladığını açıkladı. IŞİD de Amerikan silahlarıyla savaşıyor. Suriye’deki muhaliflerden “ele geçirdikleri” ve Irak ordusundan yağmaladıkları silahlarla…
Uçaklar inip kalkıyor: Obama geçen hafta Sincar Dağı’ndaki IŞİD kuşatmasını kırdıklarını söyledi. Yan, kısacık bir cümleye iki yalan sığdırdı. Kuşatma aslında yoktu, çünkü dağda olduğu söyleyen Ezidiler ABD uçakları daha havalanmadan PKK tarafından Suriye ve Türkiye’ye geçirilmişti. Ayrıca Amerikan uçakları Sincar Dağı’ndan çok daha fazla Kerkük ve çevresinde sorti yapmakta, bu bölgedeki CIA üssünü ve havaalanını korumaktaydı.
Toplantı üzerine toplantı yapılıyor: Amerikan yönetimi Kürtlerin yanı sıra, Nineve, Selahadddin, Diyala ve Anbar’daki Sünni aşiretlerle ve savaş ağalarıyla da işi pişiriyor. 2006-2008 arasında da bu aşiretleri silahlandırdılar, sözde El Kaide’nin üzerine saldılar. Aynı El Kaide artık Irak’ın yarısını kontrol ediyor. Şimdi ekibi yine topladılar, ama savaş ağaları bu kez ödemeyi peşin istiyor. 2008’de başlarına Maliki gelmişti… Örneğin bu toramanlardan biri, Ali Hatem, “IŞİD’e karşı savaşırız ama önce Maliki milislerini çeksin” diyerek peşinat talep ediyor.
Bu Ali Hatem kişisinin mensubu olduğu Dulaim aşiretinin de aralarında olduğu bir dizi Sünni aşiretiyle CIA arasında ay başında görüşmeler oldu. O toplantılardan sızanlara göre savaş ağaları bu defa tek tek aşiretlerin silahlandırılmasını değil, yerel ve profesyonel askeri birlik oluşturulmasını istiyor. Başka bir deyişle bir ordu…
ABD işgali sonrasında Irak’ın bölünmesi hep gündemde olan bir konuydu. Bu defa cihatçı sürüsünün gayreti, işbirlikçilerin hizmetleri, petrol tekellerinin çıkarları ve emperyalizmin demir yumruğuyla bu gerçekleşecek gibi.
Bu durumun IŞİD adına tabur tabur militan toplayan AKP’ye, halen açık duran Kürt masasına etkisi ne olur? Bu da başka bir yazının konusu olsun.

ALPER BİRDAL
SOL

Yılmaz Özdil’i Savunmak-AYDIN ENGİN

Evet, Yılmaz Özdil’i savunmak!.. Bu meslek ahlakımızın da düşünce özgürlüğünün de ertelenemez bir gereğidir. 
“Benim gibi düşünmeyen gebersin… Bizden olmayan yok olsun…” mantığının dört nala kalktığı şu dönemde hemen her konuda benim neredeyse tam zıddımda yer alan Yılmaz Özdil’i savunmak, onun ideolojik çizgisini, siyasal tercihlerini değil, düşüncelerini açıklama, yayma özgürlüğünü savunmak, mesleğimizin olmazsa olmaz ilkelerine sahip çıkmaktır… 
Nedir olay? 
Yılmaz Özdil, daha önceki yazılarına benzer bir yazı yazmış. Kendine özgü ironinin yeni bir örneğini vermiş. Hürriyet yönetimi müdahale etmiş ve yazı yayımlanmamış. Kapalı kapılar ardında ne konuşuldu bilemem. Kimilerine göre Hürriyet Yılmaz Özdil’in işine son vermiş; kimilerine göreyse Yılmaz Özdil Hürriyet’ten istifa etmiş. 
Olayın “istifa etmiş, hayır işine son verilmiş” tartışması beni ilgilendirmiyor ve bu yazının konusu da değil. 
Konumuz: AKP elebaşılarının medyayı iyiden iyiye dikensiz gül bahçesine çevirmek için kolları sıvayıp pervasızca harekete geçtiği, Başbakan’ın miting meydanlarında medya gruplarına tehditler savurduğu, çok bilir ve anlarmış gibi medyanın nasıl olması üstüne inciler yumurtladığı şu günlerde bir gazetecinin yazısının gazetenin sahibi tarafından sayfadan çıkarılması, yayımlanmaması… 

Hürriyet’in bu konuyla ilgili resmi açıklamasına bakalım:
Yazarımız Yılmaz Özdil’in bugün yayımlanması gereken yazısında, Doğan Yayın İlkeleri’ne aykırı bazı ifadeler yer alıyordu. Ancak Özdil, değişiklik yapmak yerine yazısının yayınlanmamasını tercih etti. Okurlarımızla bu bilgiyi paylaşırız.” 
Argodaki “Ufala da civcivler yesin” deyimi tam da böyle durumlar için kullanılır. 
Öyle ya Yılmaz Özdil, daha önceleri Hürriyet’te, ırkçılık sınırında, aşırı faşizan tınılar taşıyan çok yazı yazdı. O yazılar için işlemeyen “Doğan yayın ilkeleri”nin bugün hınzır bir ironinin ötesine geçmeyen bir yazı için işletilmesine bakıp Hürriyet yönetiminin açıklamasına “Ufalayın da civcivler yesin”den daha uygun bir cevabı olan var mı? 
Yılmaz Özdil yazmaya devam eder mi bilemem. Sözcü’den hemen bir “Gel bizde yaz”çağrısı geldi. Yakışır. Ama daha önemlisi yazma olanağı elinden alınan bir gazeteciye Sözcü’nün kucak açmasıdır ve bu iyidir. 
Özdil’in siyasal tercihlerinden, ideolojik çizgisinden nefret edebilirsiniz (ben onlardan biriyim); Sözcü’nün yayın çizgisinden, ideolojik tercihinden nefret edebilirsiniz (ben onlardan biriyim); ama bu bana ve -eğer mutabıksak- size de iktidar baskısından yılıp diz çökenlere sessiz kalma; Tayyip Erdoğan’da cisimleşen “Yalnızca benim yandaşlarım özgür olabilir” saldırısına kayıtsız kalma hakkı vermez. 
Yarın benim ya da benim gibi bir gazetecinin yazma olanakları elinden alınırsa“Özdilgiller” beni, bizi savunur mu, savunmaz mı? Bu sorunun cevabını zerre kadar merak etmiyorum. Umurumda da değil. 
Bildiğim, şiddet içermedikçe gazetecilerin yazma özgürlüklerinin bırakın engellenmesine, o özgürlüğe ucundan kıyısından dokunulmasına göz yumma hakkım yok. 
Demokrasiyi, düşünce özgürlüğünü savunanlar için öyle günler gelir ki susmak da suça katılmak olur. 
Bu yazı “susmadığımı” belgelemek için yazılan kişisel bir yazıdır. Öyle okuyun e mi?..  

AYDIN ENGİN
Cumhuriyet