23 Eylül 2016 Cuma

Tarık Akan ve ‘13 Aralık’- Meriç Velidedeoğlu

Geçen hafta cuma günü çok erken saatlerde tüm Türkiye’ye yayılmıştı “Tarık Akan”ın bedensel olarak aramızdan ayrılışı; bu üzücü duyuruyu “TV”de izlerken,“Ergenekon Kumpas Davası”na karşı Cumhuriyet’in bahçesinde okuyucularla birlikte (5.3.2009) başlattığımız eyleme Tarık Akan’ın daha ilk günlerde katılmasını anımsadım. 
Bu destek bizim için çok önemliydi, çünkü henüz kırk, elli kişiydik; gazetenin yazarlarının bile hemen hemen hiç dikkatini çekmemiştik. 

Tarık Akan’ın -zaman zaman da olsa- aramızda oluşuyla bir kıpırdanış başladı; gittikçe çoğaldık; bahçeye sığmaz olunca da, henüz başlamış olan “Silivri Çadır Mahkemesi”ndeki duruşmalara katılmaya karar verdik; “Simgesel Eylem Grubu”muzun düzenlemesiyle kesintisiz gidiyorduk. 

Tarık Akan da duruşmalara katılırdı, sessiz, ama kararlı, dimdik bir duruşla; onun katılışı basının ilgisini artırıyordu kuşkusuz; ne ki basına, “TV” kameralarına öyle uzun uzun demeçler verdiğine, konuşmalar yaptığına -duruşmaların sıkı bir izleyicisi olarak- hiç tanık olmadım desem yeridir.
 
Anımsanacağı gibi, bir süre sonra, duruşmalara halkın katılımının engellenmesi, “13 Aralık 2012” günkü “Barikat Savaşımı”nı yarattı; duruşmayı izlemeye gelenlerin yolu, mahkeme binasından iki ya da üç yüz metre uzaklıkta ve aşağıda kalan bir alanda, yoğun jandarma erleriyle korunan, çelik tel örgü engellerle kesilmişti. 
Engellere yüklenen on binlerin attığı sloganlar mahkeme salonuna dek ulaşıyor, yoğun önlemlere karşın sesler kesilemiyordu.
 
Oysa mahkemede de benzer bir durum yaşanıyordu, üstelik duruşma salonunu savaş alanına çeviren bu durum daha mahkeme binasının bahçe kapısında başlıyordu; demir parmaklıklı giriş kapısı, jandarma erlerince tutulmuştu, giriş izni onlara bağlıydı; kapıdan geçip bahçeye girince de yine bir jandarma taburunu aşmak gerekiyordu, binanın kapısına varıp içeri girince, durum daha da çetinleşirdi, çünkü çelik zırhlar içinde çelikten yapılmış insanlara benzeyen eli silahlı“robokop”lar arasından onlara değmeden salona girip oturmak oldukça ustalık isterdi... 

Aslında bu düzenlemeye alışmıştık, ama “o”, “13 Aralık” günü silahlı robokoplar göze batacak kertede çoğalmıştı, nedenini duruşma sırasında anlayacaktık. 
Duruşma başladığında, “yargıç heyeti”nin, altı aydır, artık iyice çığrından çıkan tutumlarını, “savunma hakkı”nı tanımamayı sürdürmeleri karşısında, iyice bunalan bir “savunman”, bu temel haklarını yüksekçe bir sesle dile getirince, “Başkan”, bu savunmanı “dışarı atmak” için robokopları çağırıp üzerine yolladı; çelikten oluşan bu kuşatmaya karşı tüm savunmanlar da bu arkadaşlarının çevresinde toplanıp onu koruyan bir duvar oluşturdular. 

Kuşkusuz salonu dolduran izleyiciler ile “40”ı aşkın (CHP) milletvekili de hep birlikte ayağa kalktı; ne ki anında robokoplar iki sıra oluşturarak, halka ve halkın vekillerine karşı kürsüyü dolaysiyle yargıçları, savcıları korumaya aldılar; hemen ardından da izleyicileri jandarmalar sarıverdi; ayrıca sanıkların bulunduğu bölüm de, yine jandarma erlerince kuşatıldı; yetmedi, mahkeme salonunun her iki kapısı da kapatılıp içten ve dışarıdan yığınla jandarma eri tarafından tutuldu... 

Duruşmaları ve bu duruşmayı izleyen bizler, dışarıdakilerden nasıl kesintisiz haber alabiliyorsak, onlar da duruşmada olan biteni anında öğrendiklerinden, salondaki bu son durumu duyar duymaz, vargüçleriyle çelik engellere yüklenmeye başlamışlar. 
İşte bu inanılmaz kasırganın en önünde olan, öncülerden biriydi Tarık Akan.
 
Üstelik engelleri devirmekle iş bitmiyordu mahkeme binasına doğru yola çıkabilmek için; anlaşılacağı gibi bu engelleri koruyan silahlı, coplu görevlilerle de çatışmak gerekiyordu, dolaysiyle -neredeyse-boğaz boğaza bir dövüş başlamıştı ve Tarık Akan yine en öndeydi... 
Bütün bunları, geçen pazar günkü, Tarık Akan’ı uğurlama töreninde bir kez daha yaşadım; cami avlusunda başucuna ulaşınca da, “bir kez daha yazacağım” diye söz verdim!.. 
Umarım çok eksik yazmamışımdır...

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

22 Eylül 2016 Perşembe

Hukuk devleti olsaydı eğer…- ALİ RIZA AYDIN

Sınıflı toplumu, hukukun eşitsizliğe ve sömürüye dayalı toplum düzeni içinde şekillendiğini bir an için kenara koyarak, evrensel ilkelere göre “demokratik ve laik hukuk devleti”nin kurum ve kurallarıyla yaşadığını varsayarsak;
Hırsızlar, katiller, tecavüzcüler, sapıklar tehditler savurarak ortalarda dolaşamazdı.
Anayasayı, hukuku ve yargı kararlarını tanımayanlar siyasi iktidarda olamazdı.
Halkın direniş hakkını engelleyenler, emekçilere baskı ve şiddet uygulayanlar seçimle çoğunluğu sağlayamazdı.
Hak ve özgürlükleri halk için sınırlayıp kendileri için sınırsız kullananlar iktidar koltuğunu süreli işgal edemezdi.
“Demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine” aykırı fiillerin odağı haline geldiği, 2008 yılında Anayasa Mahkemesi kararıyla saptanan; o günlerden bu yana Anayasa’ya aykırı eylemleri kat kat artan parti iktidarda kalamazdı.
Hukuksuz sokağa çıkma yasakları, baskı ve şiddet uygulamaları, göçe zorlamalar yaşanmazdı.  
Suriye halkına karşı işlenen savaş suçları sürekli artan hükümet ve sorumlular,  yargılanmaları gerekirken, aynı halka ve devletine karşı silahlı çetelerin yanında olamazdı.
Laiklik ayaklar altına alınmaz; gericilik toplumun, devletin ve hukukun her yerine yağ lekesi gibi yayılmazdı. Din, topluma, siyasete ve devlete sokulmaz; dinsel davranışlar hukuk kuralı yapılmazdı.  
Demokratik ve laik hukuk devleti olsaydı eğer;
15 Temmuz darbe girişimi yaşanmazdı, OHAL ilan edilmezdi.
Varsayalım ki yaşandı ve ilan edildi, OHAL KHK’lerine olağanüstü halin gerekli kıldığı konular dışında maddeler yazılamazdı; OHAL konusu ve süresini aşacak şekilde kurumlar kapatılıp, çalışanlar sorgusuz sualsiz kapı önüne konulmaz ve insanlar suçlulukları mahkemelerce hükmen sabit olunmadan cezalandırılmazdı.
TBMM tatile girmez, muhalefet partileri ile AKP eküri olmazlardı. OHAL KHK’leri, duraksamaya ve mahcubiyete düşülmeksizin TBMM’de otuz gün içinde görüşülüp ya reddedilir ya da tüm hukuksuzluklardan arındırılarak kabul edilirdi. Anamuhalefet partisi otuz gün içinde görüşülmeyen KHK’leri meşru kabul edip Anayasa Mahkemesi’ne götürmeye kalkışmazdı.     
Zaten, tüm suçlar yargılanacağı, suçlular cezalandırılacağı için, meşruiyeti olmayan AKP’ye meşruiyet kazandırma yarışına girilmezdi.
AKP, aynı AKP ve şimdi kendi suçlarını örterek, kendilerine destek vermeyen, biat etmeyenleri suçluyor ve cezalandırıyor.
Yıllarca, AKP/cemaat birlikteliğinde yaratılan siyasi davalarda da hukuk ve yargı oyunları oynandı. Kanıtlar yaratıldı, davalar birleştirdi, cezalar verildi. Tuzak kurarken de, tuzaktan bırakırken de aynı pişkinlikle hukuk devletinden ve bağımsız yargıdan söz ettiler. Cemaatçi yargıç ve savcılar önceleri kahramandı, şimdi suçlu ve kaçak…
Yıllarca altüst olmuş, tutuklanmış, mağduriyeti sonuna kadar yaşamış insanlar “hak yerini buldu” diye sevinebiliyor. Şimdi darbe girişimi önlendi, demokrasi geldi, milli irade çalışıyor diye sevinenler var. İşsiz kalan, hakları ellerinden alınan emekçilere de “mutlaka bir şeylere bulaşmıştır” yanılsamasıyla bakanlar var. 
Paralel denilenler harıl harıl AKP için çalışırken onları kahraman ilan edenlerin niyet ve söylemleri tarihte yazılı. Kimse kimseyi kandırmadı bu ortaklıkta. Hepsi oradaydı.
AKP/cemaat ortaklığı, sömürü düzeninin ve gericiliğin tüm gereklerini yerini getirirken hepsi sermayenin ve siyasal islamın yanındaydı.
Şimdi hırsızların, cinayetlerin, talan ve yolsuzlukların sorumlulukları perdelenmeye çalışılıyor. Hem de ince çıkar pazarlıklarıyla…
Pazar açık, pazarlık açık…
Sermaye palazlandıkça palazlanıyor; mülkiyet devirleri, bir kısım patronun gözden çıkarılması onları ilgilendirmiyor bile…
Pürüzlerden ve yandaş olmayan emekçilerden arındırılmış işyerlerine, temizlenmiş üretim araçlarına bu kadar kolay kavuşamazlardı. Üretim ilişkileri bu kadar sorunsuz önlerine serilemezdi.
Siyasal iktidara kazandırılan her meşruiyet, sermaye iktidarına da kandırılıyor. Hem de devletin ve hukukun sınıfsal karakteri perdelenerek; işçilere, emekçilere işten çıkarma, soruşturma, hak ihlali, gözaltı ve tutuklama yollarıyla baskı yapılarak…
Yazının başına dönersek, Türkiye‘nin sınıflı toplum olduğunu, hukukun eşitsizliğe ve sömürüye dayalı toplum düzeni içinde şekillendiğini bir an için koyduğumuz kenardan almamız gerekiyor.
“Türkiye bir hukuk devleti olsaydı eğer, çarpıklıklar, ihlaller, keyfilikler, yolsuzluklar, kıyımlar bu derecede olmazdı” diyenlerin, normale dönmeyi hedefleyenlerin yanıldığı yer kapitalist bir toplum olduğumuz ve emperyalizme göbekten bağlılığımız.
Ekonomi politiği “sömürü”, toplum politiği “gericilik” olan düzen, hukuk devleti ilkelerine uysa da uymasa da, sermaye sınıfına istikrar vadeder, emekçileri ezer. Uyduğu zaman iyi polis, uymadığı zaman kötü polis oyunu hep pis oyundur. Bu pis oyun emekçi sınıfın piyon rolüne yerleştirilmesiyle, demokrasi ve hukuk vitrinleriyle bozulamaz.         
Bugün paralel diye tanımlanan failler varsa aynı suça AKP de ortak; buradan kimseye kaçış yok. Asıl kaçışı olmayanlar ise her şeyin emirlerine amade olduğunu sanan, krizlerden kurtulma pahasına her şeyi geçerli sayan sermaye düzeninin kendisi.
Sermaye sınıfı, gericilerin kabadayılığına sığınıyor ama korkudan titriyor.
Tarihin, “sınıf mücadeleleri tarihi” olduğunu kimse unutmasın. Herkes “Komünist Manifesto”yu okusun, finalini defalarca okusun: “Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır.”     

 ALİ RIZA AYDIN/SOL

Bosna’ya sahte umut-Mustafa Türkeş

Ana akım medya “Bosna Hersek'in Avrupa Birliği'ne yaptığı tam üyelik başvurusu[nun] kabul edildi[ği]” haberini 20 Eylül günü duyurduğunda bazıları “Bosna-Hersek dahi AB üyesi olacak, vah halimize …” diye hayıflandı. Muhafazakarların bir kısmı “Bosna’yı Hıristiyan kulübüne kaptırdıkları” için üzüldü.

Haber mi, yorumlar mı, analiz mi yanlış? Öncelikle işin aslını kavramak gerekir.
Peki işin aslı ne? İşin aslı uzun hikaye; kısaltmaya çalışalım …

Bosna-Hersek (BiH) yönetimi Avrupa Birliği’ne üye olmak için 15 Şubat 2016’da başvurdu. AB Genel İşler Konseyi 20 Eylül 2016’da BiH’in başvuru hakkını kullanabileceğini kabul etti.
Şimdi bu ne demek? Dalga geçtiğimi düşünmeyin lütfen. Genel İşler Konseyi bu başvuru hakkını reddedebilir veya cevabını geciktirebilirdi. Geçmişte örnekleri mevcut. Makedonya’ya uzunca bir süre cevap bile vermemişlerdi. BiH konusunda AB kısa süre içinde cevap verdi. Bosnalılar buna sevinebilirler.

Peki Genel İşler Konseyi’nin aldığı kararın içeriği ne? Beş maddeden oluşuyor. İlkin, AB Antlaşmasının ilgili 49. maddesinin işletileceği belirtilip, Komisyon’un AB Konseyine sunulmak üzere görüş raporu hazırlaması isteniyor. Önemli bir adım; umut veriyor!
İkinci maddede Batı Balkanlar’ın geleceğinin Avrupa Birliği’nde olduğu belirtiliyor. Tabi bu da şarta bağlanıyor: Kopenhag kriterlerine uyulması ve İstikrar ve Ortaklık Süreci şartının yerine getirilmesi ön şart. Hatırda tutalım; önceki genişleme süreçlerinde Kopenhag kriterlerini yerine getirmek yeterli idi. Batı Balkanlar için bir ön şart – İstikrar ve Ortaklık Süreci.

Üçüncü maddede öncelikle BiH’in bütün, üniter, egemen bir devlet olarak muhatap alınacağının altı çiziliyor. Bu da oldukça önemli, çünkü Bosna-Hersek devleti Boşnak-Hırvat Federasyonu ve Bosna-Sırp Cumhuriyeti adlı iki birimden oluşturuldu ve özellikle Bosna-Sırp Cumhuriyeti birimi sıkça ayrılmaktan söz ediyor. Bu durum Hırvatlara da sirayet ettiğinde tatsızlık artıyor. AB, üç alt kimlikler esasına dayanan yeni bir ayrışma süreciyle karşılaşmaktan kaçınmaya çalışıyor, çünkü bu durum yeni bir mülteci sorununa yol açabilir. AB’nin sunduğu üyelik umudu BiH’de üç alt kimlikleri bir arada tutabilecek mi? Bunu zaman gösterecek.

Ayrıca bu maddede ikinci maddede belirtilen şart koşma politikasının yalnızca AB ile sınırlı kalmayacağı, uluslararası finansal kuruluşlar ve sivil toplum örgütlerinin istediği ve isteyeceği reformları da kapsayacağı vurgulanıyor. Görüş raporu hazırlanırken, Komisyonun, özellikle Sejdić-Finci olayı üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararın yeterince iyi uygulandığından emin olunması doğrultusunda ön uyarı yapılıyor. Diğer bir ifade ile her konu yeniden gündeme getirilebilir.

Dördüncü maddede Hırvatistan ile parafe edilen İstikrar ve Ortaklık Andlaşmasının BiH için adapte edilmesi doğrultusunda alınan karar olumlulanıyor.
Beşinci maddede fonsiyonel ve etkili bir AB koordinasyon mekanizmasının kurulup çalıştırılması iyi niyeti belirtilmektedir.

Yukarıda belirttiğimiz üzere, AB umut vermek istiyor. Ne umudu? AB’ye üyelik umudu mu? Yakın ve orta vadede bunun mümkün olmadığı mesajı şart koşma politikasıyla veriliyor.
Daha açık ifade edersek, önceki AB üyelik süreçlerinde Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi adaylardan istenirken, Batı Balkanlar’da daha katı, yeni bir şart koşma politikası önerilmişti, şimdi bu BiH vakasında sınanıyor. İstikrar ve Ortaklık Süreci adıyla bilinen ön şartlar önceki genişleme süreçlerinde uygulanmamıştı. İstikrar ve Ortaklık Sürecinin başarı ile tamamlanması, yani İstikrar ve Ortaklık Andlaşmasının imzalanması şu anlama gelmektedir. Diğer Batı Balkan devletleri bu süreci tamamlamışlardı, şimdi BiH de AB’ye başvurabilme aşamasına gelmiş olduğunu AB Kabul etmiş oluyor.

Açık bir ifade ile söylemek gerekirse, Avrupa Genel İşler Konseyi’nin 20 Eylül’de aldığı karar BiH’in İstikrar ve Ortaklık Sürecini tamamlayıp, AB’ye başvurabilme yetisine haiz olduğunu ifade eder. BiH için bundan sonraki süreç çok daha çetin, yakıcı ve yıkıcı olabilir. Bir yıl içinde Komisyon’un hazırlayacağı görüş raporu önce Konsey’de tartışılıp kabul edilmesi gerekir, daha sonra Konsey kararı  BiH yönetimine yerine getirilmesi gereken şartlar olarak sunulacak. Uluslararası finansal kuruluşların istekleri de burada devreye sokulacaktır.
 Buraya kadar söylediklerimiz sistem içine yerleştirdiğinde durumun vehameti daha iyi anlaşılmaktadır. Avrupa Genel İşler Konseyi’nin 20 Eylül tarihli kararı
BiH’in Avrupa kapitalizmine nasıl eklemleneceğinin çerçevesini çizmekte,
uluslararası finansal kuruluşların isteyeceği reform reçeteleri ile ilişkilendirilmekte,
neo-liberalizmin yol açtığı toplumsal maliyet Bosnalı işçi sınıfının üstüne yüklenmektedir.
Peki BiH yurttaşları bütün bunları taşıyabilecek mi? Yardım bağımlısı haline getirilen BiH yurttaşlarının bu yükü taşıyabilmesi hiç kolay gözükmüyor.

Bu yazıda ayrıntısına girmemekle birlikte kısaca belirtmek gerekirse, AB’nin genişleme süreci tersine dönüp, büzülme sürecine girdiği bilinmektedir. Genişleme-daralma süreçleri Avrupa tarihinde zaman zaman yaşanmıştır. Napolyon savaşları önce genişlemeyi, yenilgisi de daralmaya işaret eder. Hitler’in politikası da önce genişleme, sonra yenilgi ile küçülmeye işaret eder. Avrupa’nın geçmişinde bu tür gel gitlerin olduğu bilinmektedir. Şimdilerde AB daralma süreci yaşıyor; BiH’in üyeliği AB için bir öncelik olamaz.

Kısaca, AB sahte umut dağıtmakta, bu manevra ile BiH’te biriken-artan krizi dönüştürerek ötelemek istemektedir. Liberal zevat burada da aynı teraneyi yinelemekte, BiH’in kurtuluşunun AB üyeliğinde olduğunu ileri sürmekte. Sahte umutlarla sorunlar çözülmüyor; dönüştürülüyor. 

Mustafa Türkeş/SOL

21 Eylül 2016 Çarşamba

Eğitim, darbe ve umut-TURGAY BİNYAZAR

Eğitimdeki evrensel ölçüt, düşünen, okuyan, sorgulayan, araştıran, öğrenmeyi öğrenen, sanatı, çevreyi, doğayı seven, insan haklarına saygılı özgür bireyler yetiştirmektir.


Son günlerde gördüklerimiz, fütürist Thomas Frey’in “Bitirmekle yetkinlik aynı şeyler değildir”* savını bir kez daha doğruladı. (Cumhuriyet, 24.5.2011) Yargıç, savcı hukuk fakültesini bitirse de; albay, general harp okulundan mezun olsa da yetkin olamıyormuş demek ki. Olgun olsalardı onca eğitime karşın cahillerin karanlık dünyalarında yaşamazlardı.
Eğitimdeki evrensel ölçüt, düşünen, okuyan, sorgulayan, araştıran, öğrenmeyi öğrenen, sanatı, çevreyi, doğayı seven, insan haklarına saygılı özgür bireyler yetiştirmektir. Toplum, bireylerine bu nitelikleri kazandırdığında zaten orada kötü bir şey olmaz.

Nitelikli eğitim yok
Yurdumuzda okullar var ancak nitelikli eğitim yok. Bu yüzden sürekli kötülüklere uğruyoruz. Askeri okullar subayların omzuna yıldızları, fakültelerin diplomaları hukukçulara cüppeyi veriyor vermesine de halkına ateş etmeyen bir aklı, askere; düğmesiz cüppenin önünün hiç kimsenin karşısında kapanmayacağı düşüncesini hukukçuya veremiyor.
Özgür düşünmenin aşılanamadığı kafalarda korku egemendir. Korkan birey kendine güvenmez, bir topluluğa, kendi yarattığı şeyhe bağlanmak ister. Dinsel cemaatleri var eden nedenlerden biri budur. Diğeri de siyasal erklerin, cemaatlerin desteğiyle iktidar olmayı istemesidir. Bunun karşılığında cemaatlerin isteği de sonsuzdur. Bir siyasetçinin “Ne istediler de vermedik” sözü bunun kanıtıdır.
Yerli ve yabancı edebiyat yapıtlarını okumayan, tiyatroya gitmeyen, müzik duyarlılığı oluşmamış, sinemaya ilgi göstermeyen bireyler okulları bitirseler de yetkin olamazlar. Çünkü sanat özgürleştirir, düşündürür, sorgulamayı öğretir. Sözgelimi OHAL fırsatçılığıyla Genco Erkal gibi dev sanatçıyı engellemeye çalışanlar, onun oynadığı “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni izlemiş olsalardı, yaşamı ve oluşturduğumuz sahte değerleri sorgulayabilme erdeminden bir pay alabilirlerdi. Yine bu oyunu anlayabilselerdi şeyhin aslında uçmadığını, müritlerin yani kendilerinin o dini ve siyasi şeyhleri uçurduğunu fark edebilirlerdi belki.

Köy Enstitüleri
Yakın tarihimizde Köy Enstitülerini bitiren herkesin erdemli, bilge insanlar olduğunu görmüştük. Bu nasıl gerçekleşmişti? Enstitülerde, çalışmayı hak eden, başarılı hocalar görev yapıyordu. Şimdiki gibi iktidara yakın sendikanın vasıfsız elemanları iyi okullarda görevlendirilmiyordu. Resim derslerinde resim, müzik derslerinde müzik öğretiliyordu, şimdi ise bu derslerde ilkokuldan başlayarak çocuklara test çözdürülüyor.

Özgür düşünmek yasak!
Enstitülere öğrenciler zorla alınmıyordu, öğrenciler kendi istekleriyle o okullara girmeye uğraşıyorlardı. Şimdi ise her mahalleye imamhatip lisesi açarak istemeyen öğrenciler de zorunlu olarak imamhatipli yapılıyor. Köy Enstitüleri bilimin, sanatın, üretimin arka bahçesiydi. Şimdi ise okullar iktidarın arka bahçesi olma yarışında. İsteniyor ki öğrenciler itiraz etmesinler, dayatılanı alsınlar, özgürce düşünmesinler.
İşte geldiğimiz durum ortada. Bilim üretemeyen kafalar, cemaatlerin tutsağı diplomalılar, çıkarları çatışınca halkını öldüren rütbeli askerler, siyasi liderinin kulu kölesi olan politikacılar, iktidar erkinin karşısında cüppesinin önünü kapatmaya çalışan hukukçular, sanatçısından ve sanattan korkan yasakçılar... Bunların her biri darbe vurduğunuz eğitimin doğurduğu çocuklardır.
Sevgili ozanımız M. C. Anday “Umut bir ağaçtır/Gökleri sarar” der bir şiirinde. Bu ülkede ne mutlu ki bilimden, sanattan, insanlıktan, barıştan, özgürlükten yana olan milyonlarca insan var. Aydınlık günler için umutlu olacağız, çok çalışacağız ve kesinlikle başarıya ulaşacağız.

TURGAY BİNYAZAR Eğitimci/Yazar

Olaylar Ve Görüşler/Cumhuriyet

20 Eylül 2016 Salı

Kurban-Nevzat Evrim Önal

Geride kaldığına göre, tartışabiliriz: Kurban Bayramı’nda, uygarlıktan biraz nasibini almış herkesin (kavurmayı çok sevenlerimizin bile) tüylerini diken diken eden bir uğursuzluk var. Nedir?

Mesele hayvanların öldürülmesi ya da onlara acı çektirilmesi olamaz. Hayvanlar Kurban Bayramı dışında da her gün öldürülüyor ve bu yapılırken kurban olarak öldürüldüklerinde çektiklerinden daha az acı çekmiyorlar. Mesele, Kurban Bayramı’nın kentli insanlar olarak genelde görmezden geldiğimiz bu gerçeği gözümüze sokuyor olması da olamaz. Çünkü hayvanların salt insana hizmet etsin diye yaratıldığına inanan islamcı vahşilerin sandığı ve iddia ettiğinin aksine uygarlık, çirkinliklerin gizlenmesinden, ikiyüzlülükten ibaret değil.
Tüylerimizi diken diken eden şey Kurban Bayramı’nın ideolojik içeriği: İnanç, itaat ve teslimiyeti gösteren bir ibadet biçimi olarak kan dökerek öldürme eylemi. İslamiyet’in Yahudilikten iktisap ettiği (“kurban” kelimesi dahi İbranicedir), ancak İbrahim’in öyküsüyle anlamlandırarak yeni bir bağlamda içselleştirdiği bu ritüel insan öldürmenin bir provası; kanı akıtılarak öldürülen hayvan da insan dublörüdür. Öykü malum: İbrahim’e oğlunu kurban etmesi emredilir, baba oğul bu emre boyun eğerler, biri bıçağı kapar, öteki bıçağın altına yatar; böylelikle tanrıya olan imanlarının tam olduğunu bu sorgulamayan itaatle ispat ederler.

Modern (ya da tarihsel) insanı, ilkel (ya da tarihsiz) insandan ayıran en temel özellik ölüm ve kader kavramları ve buradan yola çıkarak otoriteyle kurulan ilişkidir. İnsanı modernleştiren eylem, ona “kader” olarak, “göklerden gelen bir karar” diye dayatılan ve varoluşunu cendereye alan toplumsal düzene başkaldırmasıdır. Bu başkaldırı, tarih yapma yetkisini zorba egemenlerin, kralların, sultanların, peygamberlerin ayrıcalığı olmaktan çıkartır ve büyük çoğunluğun, ezilen emekçi kitlelerin gücü ve hakkı haline getirir.
İnsan, devrimle insan olur; nesneden özneye dönüşür.

Bu, aynı zamanda ölüme isyandır, çünkü insanlığı sınıflara ayıran toplumsal düzenin her zaman ve yerde en büyük dayanağı “nasılsa sonunda hepimiz öleceğiz” hissiyatıyla ürettilen kayıtsızlık ve kabulleniştir. İnsan buna başkaldırdığı, kaderini kendi eline almak için eyleme geçtiği anda tarihsel bir varlığa dönüşür ve bu tarihselliğin bilincine vardığı anda ölümü de, ölüm korkusunu da aşar. Aşar, çünkü eyleminin sonuçlarının, doğanın ona “ömür” olarak dayattığı biyolojik sınırların çok ötesine uzanacağını ve ölümü gerçekten yenmenin tek yolunun da bu olduğunu anlar. Pazar günü Tarık Akan’ın son yolculuğunda iliklerimize kadar hissettiğimiz budur. “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ama…” diye başlayan cümlede bu bilincin verdiği özgüven vardır.

Kurban ideolojisi, bu bilincin tam tersidir. Bir yanda bıçağın altına yatanın ölmeye kayıtsızlığı, diğer yanda bıçağı ele alanın öldürme eylemine, bu eylemle gelen ağır sorumluluğa kayıtsızlığı ve hepsinden beteri, her ikisinin birden hayata, varoluşa, tarihe kayıtsızlığı. Ölüme böylesine yabancılaşan, hayata da yabancılaşır. Ölüme kayıtsızlık ölmek kadar öldürmeyi de kolaylaştırır. Gözünü kırpmadan öz oğlunu kesmeye kalkan İbrahim’i örnek alan, tohumuna para saymadığı kâfirin tekini çok daha kolay keser. Akan, akıtılmaması durumunda ibadet yerine getirilmemiş sayılan, avuçlanıp alna sürülen kan, bu nedenle kasaplıktan fazlasıdır, cinayet provasıdır. İlla insan katili olmayı gerektirmez, ama ideolojik açıdan o yönde atılmış bir adımdır, hazırlıktır.

Bu bağlamda, geçtiğimiz aylarda gösterime giren Yolculuk filmindeki en vurucu unsurun kurbanlık ile canlı bomba arasında kurulan benzeşim olduğunu, bu benzeşimin yüzde yüz doğru olduğunu düşünüyorum.
Bu yüzden, insan eyleminin (yani hayatın) içerdiği tarihsellik potansiyelinin biraz olsun farkındaki herkes, ailevi ya da geleneksel nedenlerle parçası olsa dahi, kurban ritüelinde dibi görünmeyen bir karanlık kuyuya bakarmışçasına bulantı hisseder. Bu insanın hiçleşmesinin, nihil’in, ölümseverliğin yarattığı bulantıdır.
Ne mutlu ki, insanın tarihsel eylemi bu karanlığı aşalı çok oluyor. Ve şeriatçılar ölümü, bizim hayatı sevdiğimiz kadar sevse da; insanlık bu uygarlık çıtasının gerisine asla düşmeyecek. Ölüm hayata, ölümseverlik yaşam sevgisine galip gelmeyecek.
“Gelemeyeceği” için değil… İzin vermeyeceğiz.

İtirazlara peşinen yanıt: Kurbanın yoksullara et dağıtılması üzerinden savunulması işin özünü kamufle etme çabasından başka bir şey değil. İslamcıların yoksullukla ilgili gerçek bir derdi olsaydı, Kurban değil Zekât bayramı kutlar, ne kadar para babası, tüccar Müslümanı servetinin kırkta birini yoksullara dağıtmaya zorlarlardı. Kuşkusuz izlemesi eğlenceli olurdu.

Nevzat Evrim Önal/SOL
evrimonal@gmail.com
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal

Erdoğan ABD’de olamayacakları öğrenecek..- ŞÜKRAN SONER

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM’nin bizim için de çok önemli özel gündemi bağlantılı, dün ABD’ye uçarken yaptığı basın toplantısında, dünyanın Suriye gelişmeleri odaklı beklentilerini, önceliklerini özetlerken;
 
Özal’ın kuşkusuz çok farklı gündemli, ancak Türkiye’ye özgü yine yaşamsal gündemli beklentilerinin söz konusu olduğu açıklamalarını, sonuçlarıyla birlikte çağrıştırdı.. Profesyonel bir gazeteci için şans sayılabilecek bir raslantı ile Özal’ın New-York’a ayak bastığı, BM’de yapacağı konuşma ile birlikte ABD başta kritik ülke liderleriyle görüşmelerinin olduğu güne denk düşmüş, Türkiye ile ilişkilerin odağındaki Türkiye Masası’nın başındaki ABD’nin en yetkili resmi görevlisi ile özel randevumuz vardı. Sonrasında bunun rastlantı değil, Türk gazetecilere dönük kamuoyu oluşturması amaçlı olduğunu düşünmüştüm.. 
Bugüne yönelik söylemek istediklerime yer kalması için en özet haliyle paylaşmak istiyorum: “Kuşkusuz çok yararlı görüşmeler olacak. Türkiye, Özal, nelerin olabileceği, nelerin olamayacağı konularında, ayrıntılı bilgilenmelerle aydınlanmış, gelecek siyasetlerini buna göre belirleme şansını yakalamış olacaklar..” noktalamasını yapmıştı. 12 Eylül darbesine verilmiş sıkı siyasal destekler bir yana, Özal’ın ekonominin başında alkış tuttukları serbest piyasalara açılışının, önce işin doğası gereği parlak yıllarının ardından gelen tıkanmada, nefes alabileceği ABD tekstil kotalarının açılmasına kapıların kapanacağını ilan etmişti. Bize sunulan gerekçelendirmeler; insan hakları, demokrasi, sendikal haklar odaklıydı.. 
1983’ün ay olarak bugünle yakın tarihler çakışmasında, 4 yıl tutuklu kalan DİSK yönetim kadrolarının çok yakın gelecekte serbest bırakılacakları ön bilgisine ulaşmış, dönüşte cezaevinde yatan yöneticilerine müjdeli haber bile ulaştırmıştım. Aynı yıl aralık ayında pat diye tahliye olmuşlar, idamları istenen terör örgütü davası da sonradan düşmüştü. 12 Eylül darbesi sonrası 3 yıl sessiz kalmış ABD, sendikal hareketi, bize açıklanan boyutu ile AB sendikal hareketinin duyarlılığı karşısında, onların daha fazla üzülmemesi için, Türkiye’deki sendikal haklar gasplarına karşı eyleme geçmişler, tekstil kotalarında korunmaya mazhar ülkeler listesine alınması kararına karşı ABD meclisindeki güçlerini kullanmışlardı..
***
Suriye politikaları odaklı son yıl yoğunlaşmış, hele de son aylarda katlanmış ABDTürkiye siyasetleri odaklı gelişmelerin çelişkilerine, çatışmalarına bakıldığında, 1983 12 Eylül’ü Özalizm siyasetleri odaklı çelişkilerin ne kadar hafif, yaşamsal olmaktan uzakta kaldığı gerçeğine de bakılırsa.. Tek başına Cumhurbaşkanı, fiilen AKP İktidarları, Hükümet için başkanlık rejiminin geçerli olduğu koşullarda,Erdoğan’ın dünkü açıklamaları ile, seçim sürecinde siyasetin devre dışı kaldığı, ABD’nin derin devleti gücündeki odaklardan gelen resmi açıklamaların arasındaki çok derin çelişkiler değerlendirildiğinde, kamuoyuna dönük stratejik ortaklık çerçevesinde verilecek bilgilendirmeler ile gerçekler arasındaki derinleşen uçurumlar kaygılandırıyor.. 
FETÖ darbesi, FETÖ’nün Türkiye’ye iadesi konularında, ABD cephesinin ilan edilmiş gerekçeleri, alınmış gardların geri dönüşü, seçimi kazanacak siyasi erkin Türkiye, Erdoğan Liderliği ile uzlaşma eğilimi artsa da kolay iş değil.. İki tarafın da açık açık gündeme getirdiği üzere, ABD siyasetlerinin bütününde, İslam dünyasının yüzlerle ülkesinde geçerli olmak üzere, ABD sermayesi, resmi bütçelerinden çok ciddi kaynaklarla öncelik tanınmış sivil toplum örgütlenmeleri adına, bankerSoros’un sermaye dünyasına dönük örgütlenmeleri, demokrasi grupları kadar paralel desteklenmiş ılımlı İslam projelerinde öncülük verilmiş Cemaat hareketi okullarının bir kalemde silinecek olmalarını bekleyebilir miyiz?
 
Hele de BM gündeminin odağındaki Suriye, Ortadoğu odaklı gelişmelerde, ABDRusya değil sadece, Suriye-Irak’ın sallandıkları varsayılsa da çelişkiler yumağında dengeleri kullanmada hâlâ var yönetimleri, İran-Türkiye.. dahası Çin-AB ülkeleri de içinde var olmakta iddialı tüm ülkelerin çelişkili, çelişkiler yumağı üretilmiş çıkar çelişkileri bir yana.. Yüz binlerle can kaybı, yıkım, terör örgütlerinin vahşetinden, yandaşım, kanlım terör örgütleri çatışmacılığından da beslenen kördüğümde, Erdoğan’ın, “çözüm reçetesini bize bırakın” çağrısına yanıt gelir mi? “Olamayacakları öğrenmek..” işe yarayacak mı?

Şükran Soner/Cumhuriyet

19 Eylül 2016 Pazartesi

Rojava’da özgürlük: Amerikan bayrağı-İLKER BELEK

Hikaye kısaca şöyle:
AKP Erdoğan’ın Putin özründen sonra, ABD’nin de onayı ve fiili desteğiyle Cerablus’a girdi, ardından da Kürtlerin Fırat’ın doğusuna çekilmesi yönünde ABD’ye basınç oluşturmaya başladı.

Hemen hemen eş zamanlı olarak Suriye’nin kuzeyindeki birleşik Kürt bölgesinin en batı kısmı olan Telabyad’a saldıracağı yönünde söylentiler piyasaya salındı. Olacak iş değildi ama maksat yine aynı,  Afrin’e uzanacak Kürt hattının engellenmesiydi.

Bunun üzerine Telabyad’ın Türkiye sınırındaki kimi binalara Amerikan bayrakları çekildi. Kim yaptı bu işi diye tartışılırken, muhtelif rivayetler ortalığı sardı. Pentagon önce haberimiz yok, gereğini yaparız dedi. YPG binalarda yaşayanların kendilerini koruma amaçlı çektiklerini belirtti. Arkasından yine aynı Pentagon bayrak işini üstlendi.

Neresinden baksanız tam bir sefaleti belgeliyor. YPG’nin bu işi ABD’den habersiz ya da ABD’nin onay vereceği konusunda kanaate sahip olmaksızın yapması olanaksız. ABD’nin önce reddedip, sonra sahiplenmesi ise YPG’yi ne olursa olsun orada desteksiz bırakmamak yönündeki kararlılığının kanıtı.

Kim kimin kulağına ne fısıldadı türünden ayrıntılarda boğulmanın alemi yok. Özel kuvvetler ya da YPG fark etmez. ABD burası benim toprağım, ayağını denk al manasında Telabyad’ı sahiplenmiş.
Emperyalizm Suriye’yi parçalıyor. En baştaki Amerikan planı en azından Esad’ın indirilmesini hedefliyordu. Rusya’nın oyuna girişiyle durum değişti. Ancak parçalama ve/veya federatif bir yapıya dönüştürme fikri sabit kaldı.

Kürtler kaostan kendilerine bir alan yaratmak için yararlanmaya giriştiler. Bu arada Esad AKP’nin cihatçıları destekleyen tutumundan fırsat yaratmak için ülkesinin kuzeyinden fiilen vazgeçti. Kürtlerin Rojava’ya yerleşmesinde bu taktiğin önemli etkisi oldu. Esad güçlerini kendisi bakımından en kritik bölge olan Şam-Halep çevresinde konsolide etme olanağını böyle elde etti. Yaşananlar Kürtler ile Esad arasında adı konulmamış bir anlaşma niteliğindeydi. Esad aynı zamanda AKP’yi korkulu rüyası Kürt devletleşmesiyle burun buruna bırakmış oluyordu.

Şimdi YPG sahada Rusya ve ABD için en güvenilir aktör. AKP ÖSO’sunun, Amerikan desteğini bahane ederek Cerablus operasyonunda kıvırtmaya başladığı haberleri gelirken bu gerçek bir kez daha teyit edilmiş oluyor. Korkarız Cerablus’ta Türkiye yapayalnız kalacak, belki IŞİD AKP’yi yolda bırakan ÖSO gruplarını da kendisine katmış olarak Cerablus’a yeniden dönecek.

Şunu söylemeye çalışıyoruz: YPG Suriye’deki Amerikan planının bir parçası olarak desteklendi. Hazindir ki IŞİD de aynı planın başlangıç hamlesi olarak Kaide’den devşirilerek sahneye sürülmüştü.

Emperyalizmin sahnesinde, senaristin belirlediği rolü yüklenmeyi kabul edenlerin, senaryoyu değiştirme kudretinde başka bir güç ortaya çıkmadığı taktirde, senaryoya da senariste de itiraz etme ihtimalleri yoktur.
Emperyalist aktörün zaaflarından yararlanmak, emperyalist aktörler arasındaki çelişkilerin yarattığı boşluklara yerleşmek gibi taktiklerin etkisi ancak bir noktaya kadardır.
Daha doğrusu, o boşlukların da bir noktadan sonra emperyalist aktörlerden birisi tarafından doldurulacağı gerçeğidir.

Emperyalizmin yazdığı oyunda, onun verdiği silahlarla, onun verdiği rolü yerine getirirken, özgürlük mücadelesinden söz etmek trajediydi ve yalnızca özgürlük kavramının içinin boşaltılmasına hizmet etti.

YPG’nin, AKP’nin olası bir saldırısına karşı Amerikan bayraklarını kalkan olarak kullanmak mecburiyetinde kalmış olması aslında bu konuda yapılabilecek bütün tartışmaları nihayete erdiren bir sondur.

Amerikan bayrağıyla devrim ?

İlker Belek/SOL

18 Eylül 2016 Pazar

Çekirdeğin umudu-NİHAT BEHRAM

Meyve olsun, sebze olsun, yediğim hiçbir şeyin çekirdeğini çöpe atmam. Yuvasına salarım, yani toprağa. Çöpe atmak, onu daha doğmadan boğmak, filizlenmeden yolmak anlamındadır.

Çünkü çekirdek canlıdır, can taşır. ‘Binde biri bile toprağa tutunsa, yeter, yeşerir, boy verir’ diye düşünürüm. Can taşıyan her tohum, her canlı için böyledir, çok azı hayata tutunup boy verir. Yumurtasından çıkan her yüz deniz kaplumbağası yavrusundan sadece birkaçı denize ulaşabilse de, yeterlidir, nesli onlarla sürüp gider.
Deneyin: her gün, birkaç karpuz, kavun, elma, erik gibi yediğiniz meyvenin çekirdeğini yanından geçtiğiniz boş bir arsaya, toprağa atın; bir süre sonra boş arsanın yeşerip kıpırdadığını, bostan olduğunu göreceksiniz.
Anam karpuz, kavun çekirdeğini atmazdı; yıkar, kurutur, çıtlamamız için ceplerimize doldururdu. ‘Can cana misali’ bu da can taşıyan çekirdeği değerlendirmenin, yani hayata katmanın bir yoludur.
Çekirdeği toprağa atarken, kafesteki kuşu göğe salıyormuşum gibi heyecanlanırım. Öyle ya, çekirdeğin göğü de topraktır. O da toprakta kanatlanır, kökleri kanatlarıdır, dalları kolu, filizi gözleri, yaprakları dudağı...
Toprağa düşen çekirdekle, yuvasında kanatlanıp göğe çıkan kuşun bağrında aynı kıvılcım saklıdır. Bu kıvılcım umuttur. Yaşama umudu. Çekirdeğin özgürlüğü toprağa kavuşmasıdır. ‘Çekirdeği hayata salın’ sözümdeki anlam budur.
Çekirdekte sancı gizlidir. Doğum sancısı. Bu sancının sesini kulağınızla değilse bile, varsa eğer, kalbinizle duyabilirsiniz. Dinlemesi doyumsuzdur. Öpülesidir. O yüzden ki ben, çekirdeği toprağa salarken öperek vedalaşırım, buluşmak üzere.
Çekirdeği çöpe atmak, doğum sancısına sağırlık anlamına gelir. Vicdan sağırlığıdır. İnsan kılıklı yaratık dışında hiçbir canlıda bu sağırlık yoktur. Vicdanı sağır olan, cana karşı duyarsızdır. Bu duyarsızlığı besleyen birçok neden sayılabilir. Korku, kuşku, çıkar, tembellik...vb gibi. Fakat ‘kâr, kazanç hırsı, doymazlık’ ilk sırada gelir ki siyaset dilinde ‘kapitalizm’ diye adlandırılan sistemin özellikleridir. ‘İnsan sistemi’ olması ‘insani’ olması anlamına gelmez. Tam tersidir.
Bu sistemin hayat ve umut düşmanlığına yüzbinlerce kanıt sayabilirim. Diyelim ki ‘karagül kuzusu’.  Bu kuzucuk, bu sistemin en hazin ‘kurbanlarından’ biridir. Çekirdeğin içindeki kıvılcım gibi, daha anasının karnındayken, ‘astragan’ kürkçüleri, onun kürkünü çalmak için sabırsızlanır. Kürkü simsiyah, kıvır kıvır, ipek ışıltılıdır. Doğunca anası yalayıp da siyah ipek ışıltılı kıvırcıkları bozulmasın diye, gün ışığıyla buluşmasına, yaşama umuduna sarılmasına, anasınca yalanmasına bir hafta kala, anasının karnı yarılarak çıkarılıp yüzülür. Karagül koyunun analık içgüdüsü ve tehlike sezgisi kuvvetlidir. Tehlike anında çember olup, yavruları ortalarına alırlar. Fakat eli bıçaklı, palalı yaklaşan adama karşı “kesMEEEE” diye inlemekten başka çareleri yoktur. Peki, karagül kuzuyu, daha doğmadan, anasının karnından çıkarıp yüzen kişi ‘vicdan sağırı’ da, o kürke sarınıp salına salına gezen kişi ve ona karşı sessiz olan nedir? Ben şu satırları yazmasam, yani şu kuzucuğun safında durmasam, yani onun yaşama umudu için bir şey yapmamış olsam, karagül koyunla göz göze bakamam, insanlığımdan utanırdım!
Çekirdeği çöpe atmayışım da çekirdeğe karşı utanmak istemeyişimden, daha doğrusu can taşıyan umuda karşı insan sorumluluğumdandır. 
Dedim ya, çekirdeği hayata salmak gerekir. Umuttur. Hayata salınmayan umut kanatlanır mı?
Hayat umudun bileği taşıdır!
Son zamanlarda moda oldu: insanlar birbirini arayıp, ‘bu ülkede benim hiç umudum kalmadı, tükendi’ diye birbirinde ‘umut yoklaması’ yapıyor! ‘Umudun tükenmesi’ benim anlayabileceğim bir şey değil. Çünkü hayata salınan umudun ölümsüz olduğunu bilirim. Gökyüzünün, gün doğumunun, baharın, yağmurun, rüzgârın, toprağa salınan çekirdeği beslediği gibi, hayat da ona salınan umudu besler. Çöpe atarsan ölür.  Umutsuz insanın içi çöplük gibidir ya da umut mezarlığı!
Çöpe atılan çekirdeğin ‘kaderi’ ile karagül kuzunun kaderi ‘ikizdir’! Bu hazin kaderin küreği ise bilinçsiz insan elidir! Bilinçsiz insan: yani canlılar aleminin en duyarsız, en hayatsız, en hayasız, en doymaz; en saldırgan ama en korkak, en tehlikelisi.
Umut, tıpkı çekirdeğin can kıvılcımı gibi, insan canındaki yaşam kıvılcımıdır. Yangına döndürmezsen kararır. ‘Karamsarlık’ dediğimiz şey de zaten umudun kararmasıdır.
“Umudum tükendi” diye yakınanlara, “Tükenmemesi için çöpe atmayıp hayata salmayı dene!” diyorum. “Bu da zor değil, çekirdeği toprağa salmak gibi, biraz bilinç, biraz emek işidir! Söz gelimi, en son hangi devrimci etkinliğe, mitinge katıldın; hangi devrimci yayını alıp okudun; hangi devrimci çabaya omuz verdin; hangi devrimci kuruluşa destek oldun, görev istedin, üç kuruş yardım ettin?” diye soruyorum. Çok açık görüyorum: umudu tükenenler hep kendi içine gömülü! Eylemsiz, uyuşuk, korkak, tembel; ya da bilgiç! Oysa minicik bir elma çekirdeğini toprağa salmak bile eylem işidir ve ‘bilgiçlik’ değil bilgi işi. Sen git, ‘tanrıdan bekler’ gibi zalimden kurtulma umudunu köşende eylemsiz bekle! Öyle ‘umudun’ çöpe atılan çekirdekten ne farkı var! Umut taşımak duayla değil, eylemle olur; bilinç ve çaba ister! Umudun güveni bilinç ve eylemdir!
Karamsarlıkta can yoktur! Karamsarlık soluksuzdur. Boğucudur. Karanlık çöpte tohum kanatlanmaz ki, karamsarlıkta umut kanatlansın. Sözgelimi devrimci şiirin çekirdeği umuttur. Karamsarlıkta devrimci şiir kök tutmaz.  
Bu yazının başlığı, 4 Eylül’de Kartal’daki “Gericiliğe, emperyalizme, darbecilere boyun eğmeyeceğiz” mitinginde aklıma düştü! Gözleri ışıl ışıl, gencecik bir öğrenci kardeşimle konuşurken. Mitingin güvenliğinde görev üstlenmişti. “Gelecekten umutlu musun?” diye sorduğumda, “Elbette umutluyum, olmasam burada işim ne?” dedi. “Tersinden düşün, belki de burada olduğun için umutlusun!” dedim. “Birbirinin zıddı değil, umutlu olduğum için buradayım, burada olmakla umudum çoğalıyor!” dedi. “Bileği taşının üstündeki bıçak gibisin” dedim, “ya da toprağa salınmış çekirdek gibi!” 

Nihat Behram/ SOL

Şort dayağı ‘terör’ değil mi?-Nilgün Cerrahoğlu

“Terörist” yaftası yemekten kolay şey yok bu ülkede… 
Barış bildirisine imza atan bir akademisyene göz açıp kapayana dek “terörist” etiketi yapıştırılıyor da otobüste uçan tekmeyle kadın döven adama “terörist” denmiyor. 
Bu ne iş? 
Acaba sol omuzdaki meleğin, kadına dehşet yaşatan adamın kulağına “Bakkarşında şimdi bir şeytan oturuyor!” diye işaret verdiği mi varsayılıyor? 
Kadın “şeytan”… Çünkü “şort” giymiş… 
Bunun çok benzeri bir olay, beş yıl önce yaşanmıştı...

Kadın uğursuz… 
Ramazanda şortla otobüse binen voleybolcu bir kıza, durumdan vazife çıkartıp hızla müdahil olan bir erkek yolcu, “Çıplak bacaklarınla ne hadle bize gösterişyapıyorsun? Terbiyesiz!” diye atarlanmış, yumruklarını konuşturmuştu. 
Özgürlük bu ülkede sadece “türban” denince akla gelen bir sözcük ya… Adam karşısındaki kızın otobüste uzattığı bacaklarından, bir tedirginlik duymamasını düzene ve kendisine karşı yapılmış bir “provokasyon” olarak algılamıştı. 
Bu defa da Kurban bayramının ilk günü, Maslak’taki evine gitmek üzere otobüse“şortla” binen genç bir kadına; “had bildirmeyi” kendine iş edinen bir şahıs önce sözlü sataşmada bulundu. Sonra üşenmeden yerinden kalkıp genç kadının koltuğuna yönelerek “Bu kadınlar şeytan, uğursuzluk saçıyor!” sözleri eşliğinde tekmeyle saldırdı. 
Batı’da böyle bir şey olsa, saldırgan hem otobüs şoförü ve hem de otobüs halkı tarafından derhal “terörist” muamelesi görür ve polise teslim edilir. 
Bizde çoğunluk tavana bakıyor. Şoför de ilk durakta mağduru indiriyor. 
Bayramı zehir olan, başına ağır darbe alan, yüzünde hâlâ morluklar görülen şiddet kurbanı genç hemşire şoku hâlâ atlatamamış: Başından geçenleri “Sürekli ağlamaatakları geçiriyorum” diye anlatıyor: “Sürekli biri bana bir şey yapacakmış gibihissediyorum. Saldırgan bulunmaz ve bana yine saldırır diye çok korkuyorum!” 
Bu terör değildir de nedir? 
Genç hemşire hem fiziki, hem psikolojik terör kurbanı olmuş. “Başörtülü bacımıyerlerde sürüklediler!” diye sanal Kabataş saldırısında yeri göğü inleten iktidar temsilcilerinden çıt yok.

Şiddete ‘kültürel dokunulmazlık’ 
Uluslararası Af Örgütü, otoritelerin bu durumlardaki edilgenliğini kadına karşı şiddete verilen “açık kart” ve “kültürel dokunulmazlık”la açıklıyor. 
“Yasalar ve pratikte kadına karşı ağır ayrımcılığın olduğu; bu ayrımcılığın kurumsallaştığı, yetkililerin ayrımcılık ve kadına karşı şiddeti önlemek, cezalandırmak, şiddetle mücadele etmek, kadın hakları aktivistlerince önerilen taciz karşıtı mevzuatı yaşama geçirmek konusunda sergiledikleri sistemli vurdumduymazlığa”, “şiddete tanınan kültürel dokunulmazlık” deniyor. Ve bu“kültürel dokunulmazlığın” bizdeki gibi “kadın düşmanlığını” meşrulaştırdığı ifade ediliyor. 
“Kadın (=şeytan) düşmanlığı” Türkiye’de o raddeye gelmiş ki, toplu taşıma aracında elin kızının beynini dağıtmaya kalkışanlar yadırganmıyor. 
Başı sert bir şekilde cama çarpan hemşire kız, ölümcül yara da alabilirdi. Bir otobüs insan önünde dövülen kadın yaşadıklarını, “Erkek kavgasında böyle vurulmaz.Sanki öldürmek istiyordu” diye anlatıyor. 
Beş yıl önce şort dayağı “yumruk”ta(!) kalmıştı. Bugün çıta “ölümcül tekme”ye yükseltildi. 
Dün “terbiyesiz” çıkışmasıyla yetinilirken(!), bugün kadına “şeytan” diye saldırılıyor. 
Kadına karşı şiddete bu “kültürel dokunulmazlığı” sağladığınızda, sonuç daima“görüyorum ve arttırıyorum” şeklinde tırmanıyor. 
Onun için siz de evinizin sıcak koltuğunda otururken sakın ola, “Canım efendimhemşire hanım da bayram günü otobüse şortla binmeyiverseymiş. Burası Türkiye. Şortla otobüste ne işi var” demeyin. 
Ok yaydan bir kez böyle çıktı mı, nerede duracağı belli olmuyor. 
Bugün şorta yumruk/tekme sallayan zihniyetin, yarın kısa kollu giyene de “şeytan”diye saldırması işten değildir. 
“Kadına karşı terör”ü, ön şartsız ve “ama”sız lanetlemeliyiz.


Nilgün Cerrahoğlu/Cumhuriyet

17 Eylül 2016 Cumartesi

Sürü - Orhan Gökdemir/SOL

12 Eylül’e gidiyor ülke koşar adım. Çünkü sola kırmış dümenini yollar, sokaklar. Faşizme karşı sokak sokak bir direniş var. Pırıl pırıl gencecik çocuklar, yoldaşlarımız, bir bir düşüyor yere. Aramızdan birileri her gün eksiliyor. Giresun’da bir lisedeyim. Belde silah, elde yürek dolaşıyoruz her gün kendimizi korumak için. Sinemaya “Sürü”nün geldiği yayılıyor tam da o günlerde kulaktan kulağa. Toplaşıp gidilecek mecburen. Ama okulu boş bırakmamak gerek. “Nöbetçi” kalmayı kabul ediyorum gönüllü.
Arkadaşlar dönüyor akşam üzeri. Hepsinin yüzü allak bullak. Aralarında “yakışıklı jön” Tarık Akan’ı ilk kez böyle bir filmde görenler var. Onların yüzündeki şaşkınlık ifadesi biraz daha belirgin. “Maden”i izlememişler belli ki. Yılmaz Güney’in “vurdulu kırdılı” filmlerden, “sosyal içerikli” filmlere geçişi gibi bir gelişim süreci gösteriyor Tarık Akan. Yakışıklı jönün sıkı bir devrimciye dönüşümünün tanıklarıyız. Hepimiz kendimizi birer Yılmaz Güney ve Tarık Akan gibi hissediyoruz. Hepimiz, onlarla birlikte sıradan çocuklar olmaktan çıkıp olağanüstü bir şeye, birer devrimciye dönüşüyoruz çünkü.
***
Giresun’daki liseden 12 Eylül’e günler kala kovuluyorum. Sürgün gidiyorum İstanbul’a. İstanbul’un benim için bir büyük ödül olduğunun farkında değil kovanlar. Çünkü Giresunluyum ve beni akıllarınca en uzak noktaya gönderiyorlar. Hâlbuki Giresun’da o lisede bulunmam tamamen bir rastlantının eseri. Tutuyorum yolu. O sürgünün hayatımı kurtaran bir tasarruf olduğunu çok kısa süre sonra anlıyorum.
İstanbul’un uzak banliyölerinden birinde yeni lisem. Ben liseye varmadan 12 Eylül geliyor. Kapatıyorlar Giresun’daki liseyi, kışlaya dönüştürüyorlar. Arkamdan 30 arkadaş daha geliyor mecburen. Gelenlere gülümsüyorum kapıda. Sonra Tunceli’den de sürgünler geliyor okula. Banliyödeki sakin lise ana baba gününe dönüşüyor bir anda. Çoğu Trakya kökenli eski öğrenciler yeni gelenlerin enerjisi karşısında şaşkın. 12 Eylül falan dinlemeden boykotlar, direnişler başlıyor okulda. Kovulacak bir yer kalmadığını bilmenin rahatlığı içindeyiz hepimiz. Çocukluk işte!
Şişli Siyasal Bilimler Fakültesi hepimizin hayali. Ankara uzak, yetişmez ailemizin parası, Şişli iyi. Server Tanilli hocanın orada olması heyecanlandırıyor hepimizi. Ziraat okulundan oraya geçmek zor olmuyor. Gerçi ilk tanıştığım yeni arkadaşlarım şaşırıyor bu geçişe ama işte buradayım. Bizim devrimci hocalar çoktan atılmış okuldan. Bir kısmı masasını topluyor gelen fırtınadan haberli.
Ama vazgeçecek değiliz. Yasaksa yasak. Bir arkadaşım Yılmaz Güney’in yasak filmlerinin kasetlerini bulmuş. Kaset dediğim her biri hacimli bir kitap kalınlığında şeyler. Duvar var, Zavallılar var, Sürü var aralarında. Kocamustafapaşa’da, televizyonu ve video oynatıcısı olan bir arkadaşın evinde üç beş arkadaş toplanıyoruz. Perdeler kapalı, basıyoruz düğmeye. Sürü’yü ilk kez orada seyrediyorum.
***
12 Eylül’ün çok uzun olduğunu anlıyorum sonra. Uzun, ışık geçirmez bir karanlık bu. Sürü, çobanın sopasının hareketine göre oradan oraya salınıp duruyor yine. Sevgili arkadaşım Enver Aysever’le “Aykırı Sorular” programını yapıyoruz CNNTürk’te. Enver’in tanışıklığı var Tarık Akan’la. Ben Enver’i sıkıştırıyorum programa gelmeye ikna etsin diye. “Gelirim” diyor ama bir türlü gelmiyor. Biliyorum, bize değil ayak sürümesi, kanala karşı bir tutumu var.  Ali İsmail Korkmaz’ın doğum günü. Gürkan Korkmaz konuğumuz. Doğum günü pastasını Tarık Akan gönderiyor. Programda hep birlikte kesiyoruz.
Birkaç hafta önce öğrendim hasta olduğunu. Enver, “yeni değil uzun süredir hasta ama sakladı, bilinmesin istedi” diyor…
Budur işte Tarık Akan. İnsandır, devrimcidir, inceliktir.
***
Bu ülkenin karanlığı yeni değil. İnsana, hayata, inceliklere düşman bir güruh yönetiyor çok uzun zamandır ülkeyi. Onların sopasının hareketlerine göre salınan büyük bir sürü insanlığın, inceliklerin, devrimciliğin üzerine yürümek için işaret bekliyor.
Ama işte hayat böyledir. Bazıları Sürü'yü oynar, sürüler anlasın, sürü olmasın diye. Bazıları ise sürüdür, kendini oynayan sanatçısının ölüsüne küfreder. Alçaklar sürüsüdür çünkü.
Bu yolcu ettiğiniz bu ülkenin en yakışıklı insanı nihayetinde. Ama asıl önemlisi yüreğini ezenlerin yanına koymuş bir yüce gönüllü.
Sürünün nefreti de bu boyun eğmeme haline işte. Saraylarında soytarı olmayı reddettiği için bu kinleri.
Güle güle Tarık Abi. Rakıyı sensiz içeriz artık. İlk kadehler senin için!

Orhan Gökdemir/SOL

Tarık Akan: Cumhurbaşkanı çocuklarının ne acılar çekeceğini düşünmüyor mu?-CEREN ÇIPLAK/SÖYLEŞİ

Tarık Akan, yazılı basındaki son röportajında "Yapılan bütün hataların önünde sonunda bir şekilde hesabı soruluyor. Peki senden sonra çocukların var, bu hesap çocuklarına sorulduğu zaman düşünmüyor musun onların ne acılar çekeceğini. Geriye kalan Cumhurbaşkanı’nın yakınlarının çok acı çekeceğine eminim. Hesapları sorulacak" demişti.

Sinemanın büyük ustası, özgürlük ve hak mücadelesinin neferi Tarık Akan'ı yitirdik... Tarık Akan yazılı basındaki son röportajını Cumhuriyet'ten Ceren Çıplak'a vermişti. İşte o röportajın tamamı:
Tarık Akan’ı, gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Bakırköy’deki okulu Taş Mektep’te ziyaret ettik Akan bizi önce okulun hemen yanındaki balıkçıya götürdü. Balıkçının sokağındaki sarı tekir kedi bizi görünce Tarık Akan’a imza isteyecekmiş gibi baktı. Güldük.. Sofrada Dündar, Silivri’de eski Türk filmlerini yayınlayan bir kanalda Tarık Akan’ın da filmlerini izlediğini, o filmlerin kendisine terapi gibi geldiğini söyledi.
Balıkçıdaki manzaramız da Taş Mektep’ti. Yemekten sonra, Hababam Sınıfı’nın okulunun merdivenleri gibi olan merdivenlerde öğrencilerle hep beraber hatıra fotoğrafı çekildik. Can Dündar gazeteye döndü. Biz de söyleşi yapmak üzere okuldaki odasına çekildik. Hemen kaydı açınca, Tarık Akan, “Kaydı kapat. Önce Aşık Veysel’in Atatürk’e yaktığı ağıtı dinleteceğim” dedi. Dinledik. Sonra İlhan Selçuk’un ona armağan ettiği şapkayı gösterdi. Şapkayı kafama taktım. Masasındaki fotoğraflara baktım... Çocuklarıyla bir akşam yemeğinden fotoğraf var. Başka kimler yok ki... Demirtaş Ceyhun, Zeki Ökten, Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Zeki Alasya. Bahçeden gelen çocuk sesleri eşliğinde sohbete başladık. Ama bu sohbette Tarık Akan’ın az bildiğimiz yönlerini kurcalamak istediğimde beni çok kıvrandırttı.
 Yılda 12 film
- Sinema kariyerinize Yeşilçam’ın jönü olarak başladınız. Salon filmlerinin yıldızıydınız. “Maden”, “Sürü” ve “Yol” filmleriyle keskin bir viraj aldınız. Bu filmlerden sonra bir bilinçlenme oldu sizde, bu dönüşüme nasıl girdiniz?
1970’te sinemaya başladığım zaman yalnızca yakışıklılığımdan dolayı salon filmlerinde oynadım. O zaman oyunculuğun, sanatın ne olduğunu bilmiyordum. Her yıl yaklaşık 12 film çektim. Aradan dört yıl geçtikten sonra sonra şunu sorgulamaya başladım: zengin aile çocuğunu oynuyorum ama ben öyle değilim ki! Öyle de büyümedim... O zengin sınıfı da bilmiyorum. Bunları sorguladıktan sonra yaptığım işten dolayı rahatsız olmaya başladım. Hayatımı değiştiren insanlardan biri Vasıf Öngören’dir. Öngören, Brecht’i en iyi bilen, sosyalist bir kişi. Gecem gündüzüm onunla geçmeye başladı.
- Ne öğrendiniz ondan?
Her şeyi, ama her şeyi. Farklı bir sınıfın farklı bir kişisini canlandırmak istersen bu kişiliğin içi ve dışı nasıl doldurulur, hangi değerlere bakarak onu yaşatabilirsin gibi soruların yanıtlarını somut olarak bana verirdi. Ben de bunların içine kendi varlığımı ve kendi düşüncelerimi koyarak onları sinemada yaşatmaya, canlandırmaya çalıştım.
 Smokin giyen çoban
- Bir rolü canlandırabilmek için o sınıfın içinden mi olmak gerekir?
Şöyle söyleyeyeyim: Vasıf Abi ile Beyoğlu’na çıkardık. Beyoğlu’nda karşıdan gelen adamı bana gösterir ve o adama bakıp kıyafetinden, duruşundan, halinden hangi yöreden olduğunu, hangi mesleği yaptığını, kültürünü tahmin etmemi isterdi. Sonra o adamı çevirip konuşurduk ve yanlış tahminler yaptığımı anlardım. Bir adamı bu şekilde tanıma şansı verirdi. Bu bakıp tahmin etmelerin her biri bir kişiyi sinemada canlandırmanın içine girer... Yani dağdaki bir çobana smokin giydir ve bak. O smokinle nasıl oturup kalkıyor, bak. Gerçek smokin giyen insanla aradaki farkı hemen anlarsın.
- Salon filmleri için hissettiğiniz duygu da smokin giydirilen çoban örneği gibi mi?
Anadolu’da büyüdüm, albay çocuğuyum. Orta sınıfın altında geliri olan bir ailenin çocuğuydum. Öbür kısmı bilmem, tanımadım da. O günler Yeşilçam’ın en önemli yedi büyük şirketi beni protesto etti.
- Sizin dönemin sinemasını tekelinde bulunduran isimlerden Ertem Eğilmez (Hababam Sınıfı’nın yönetmeni) size yasak mı koydu?
Evet. Salon filmleri çekmek istemediğim için Ertem Eğilmez bana yasak koydu. “Aç kalacaksın, benim dediğimi yapacaksın” dedi. İnat ettim... Ve hiç film teklifi gelmiyordu. Bir buçuk yıl hiç film çekemedim. Bir buçuk yıl boyunca elimde biriktirdiğim paraları yavaş yavaş yedim ve bitirdim. Bu dönemde de Yavuz Özkan’ın bana vermiş olduğu “Maden”in senaryosunu okudum. Ama para yoktu. Yavuz Özkan, “Cüneyt Arkın’a da teklif edelim iki star ilk defa Türk Sineması’nda yan yana gelirse ortalığı karıştırırız” dedi. Cüneyt, senaryoyu okudu ve kabul etti. Anlaşma yaptık, şirkete ortak oldu. Ben o anlaşmayla Anadolu’da film satın alan bütün şirketlere gittim ve “Maden”i sattım. Torbalar dolusu senetlerle Yeşilçam’a geldim. Bu fimle büyük iş çıkardık! Bana ambargo koyan yedi şirketin ağzı açık kaldı, onların ambargosunu tamamen yıktım.
- Kör bir testereyle oğlunu kurban eden adamı oynadığınız Atıf Yılmaz filmi “Adak” size ne hatırlatıyor?
1979 yılında Hatay taraflarında çektik. Adam, beş vakit namaz kılıyor, dindarın Allah’ı, cahil. Allah’a “bu işim olursa çocuğumu adak edeceğim” demiş ve çocuğun gırtlağını keserek adak etmiş. Şimdi bu filmin en önemli mesajı topluma inancın eğitimini yanlış verirsen işte sonuç bu olur, çocuğunu adak eder. IŞİD’de aynı mantıktır. Biz bunu 1979 yılında söyledik.
Sevgi kadar mutluluk
- Sette özellikle öpüşme sahnelerinde kadın oyuncuların ayağının altına takoz konurmuş... Başka detay var mı?
Bacaklarımı yanlamasına açardım, bacağımı hafif kırınca boyum kısalıyordu, kadınlar da ayağının altına takoz koyardı.
- Gülşen Bubikoğlu ile çok yakışıyordunuz... Ona âşık oldunuz mu?
Salon filmlerini bırakınca Gülşen’le aynı filmlerde karşılaşmadım çünkü ondan bir köy kızı, Anadolu’nun yaşayan bir insanını yaratmak çok zor. Onun için her şey koptu... Âşık olsam da olmasam da bunu söylemem. Hem aşk hayatımı yazmak yakışmaz.
- Aşk o kadar güzel bir şeyken yazmak neden yakışmasın ki?
Aşk sevginin bir üst basamağıdır. Sevmeden hiçbir şey güzel değildir. Sevmeyi fazlalaştırdığın zaman aşk başlar. Bir insanda sevgi ne kadar varsa o kadar mutlu yaşar dünyada.
- Kalp kıranlardan mı yoksa kalbi kırılanlardan mı oldunuz daha çok?
Mümkün olduğunca kalp kırmamaya çalışırım. Bir hayvanı da mutlu etmek isterim. Mutlu etmek için elimden geleni yaparım. Bazı insanlar vardır ki karşı tarafa kötülük yapmayı kafasına takmışlardır, onları da bir çarpıyla hayatımdan siler çıkarırım. Her kim olursa olsun çünkü başka türlü baş edemezsin.
- Tarık Akan çapkın mıdır? Öfkeli midir? Hangi yönlerini törpülemiştir? Size dair hasır altı bilgiler duymak istiyorum.
Anlattım ya...
- Anlamadım hocam. Burası okul değil mi? Bir daha anlatın, biraz açar mısınız kendinizi hocam?
Taktın bana ya. Diğer röportajlarını okuyorum hiç böyle şeyler sormuyorsun. Gelip bana soruyorsun... Efendiydim...
- Çünkü bu yönünüze dair bilgiler az, sizi eksik biliyoruz o yüzden soruyorum.
Dünyanın lafını ettim yeter.
- Olur mu daha gündeme gelmedik...
Atla gel çabuk.

'Cumhurbaşkanının sözleri beni çıldırtıyor'
- Peki. Gündemde en çok ne canınızı sıkıyor? Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “vatandaşlıktan çıkarma” demeci sizde ne gibi çıkışlar yaptı?
Her gün şehit haberi almak perişan ediyor beni. Cumhurbaşkanı’nın konuşmaları beni çıldırtıyor. Bu kadar yanlış bir düşünce olabilir mi? Hangi yetkiyle, hangi hakla vatandaşlıktan çıkarma lafını kullanabilirsin. Olacak şey değil. Çok acı çok.
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmaları neden çıldırtıyor sizi?
Bu kadar temelsiz, bu kadar hedefi olmayan, bu kadar muhalefete küfür edercesine konuşma... Bu eleştiri değil, konuşmak değil. Bu yaşıma kadar hiçbir iktidardan muhalefetle ilgili bu tür Türkçeyi duymadım. Konuşulmadı da. Bu kadar ağır, küfüre yakın konuşmayı mantığım, aklım almıyor. Sıkıştıkça muhtarları topluyor... Topluyor muhtarları, kaymakamları, polisleri ağzına gelen her lafı söylüyor. Bir Cumhurbaşkanı’na yakışmayan bir hareket. Bu yaşıma kadar ülkemde şunu gördüm ki hesabı sorulmayan çok az ve küçük şeyler var. Yapılan bütün hataların önünde sonunda bir şekilde hesabı soruluyor. Peki senden sonra çocukların var, bu hesap çocuklarına sorulduğu zaman düşünmüyor musun onların ne acılar çekeceğini. Elinde hiçbir kanıt, belge yok. Aldığı yanlış tüyolara göre yorum yapmak kadar yanlış bir şey olamaz. Onun için Cumhurbaşkanı bugün var yarın hiçbirimiz olmayacağız. Sırayla gidelim yeter ki. Sonra geriye kalan Cumhurbaşkanı’nın yakınlarının çok acı çekeceğine eminim. Hesapları sorulacak.

‘Bravo Kılıçdaroğlu’na’
- CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun söylediği “önüne yatma” lafı üzerine çıkan tartışmayı siz nasıl görüyorsunuz?
Kılıçdaroğlu çok güzel cevaplar verdi. Aile Bakanı “Bir kereden bir şey olmaz” diyor. İnanılır gibi değil. Nasıl bu lafı söylüyor? Önüne yatmak demek onların aklına gelen değildir. Bunu da Kılıçdaroğlu çok güzel izah etti. Harika güzel cevaplar veriyor, bravo Kılıçdaroğlu’na.
- Sizinle senelerdir sanata yapılan baskılara tepki göstermek için katıldığınız pek çok etkinlikte bir arada oluyoruz. Hiçbir şeyin değişmemesini görmek nasıl bir duygu?
Bu ülkede hiçbir şeyin değişmemesi acı veriyor bana. Ülkemin değil düzelmek, şu günden çok daha kötüye gittiğini görüyorum. Beş yıl önce liselerde felsefe, sosyoloji ve mantık derslerini kaldırdılar, yok ettiler. Bir toplumun var olması için bu üç ders o kadar önemli ki...
Bu dersleri kaldırdılar. Atatürk’le ilgili her şeyi yasaklamaya başladılar, o yüzden yokuş aşağı yuvarlandıkça yuvarlanıyoruz... Bu ülkenin vatandaşlarıyız. Bu ülkede doğduk bu ülkede öleceğiz. Çocuklarımı, çocuklarımın çocuklarını düşünüyorum... Facia bir mutsuzluk yaşıyorum. Onların geleceğinin olmaması beni kapkaranlık bir noktanın içine sokmaya başlıyor. Türk toplumu mutlu değil. Bu karanlık noktadan dolayı mutlu değil.

'Şekil değişir ama ben değişmem'
- Yaşadıklarınızdan öğrendiğiniz ne var?
Kendi doğrularım var ve bu doğrularımdan taviz vermem. Şu ana kadar ne yapmak istediysem yaptım.
- Hiç pişmanlık yok mu?
Yok. Büyük hatalar yapmadım.
- İçinizde kalan bir şey yok mu?
İçimde bir ağrı var... Yaşam yaşla orantılı gidiyor. Her yaşın kendine göre bir hırsı, başka bir koşu alanı var. Her yaşın başka bir rengi var.
- Şu an hangi rengi yaşıyorsunuz?
Şu anda noktayı koymak üzereyim. Ölümden bahsetmiyorum. Artık aktif olarak bir şey yapmayı düşünmüyorum. Doğru bulduğum eylemlerin içine girerim ama artık ben yapmam... Ne kadar çok konuşturdun beni yeter.
- Tarık Akan’ı film kimlikleri üzerinden tanıyoruz. Gerçek Tarık Akan’ın duygu yönünü de yakalamaya çalışıyorum.
Hiçbir röportajımda kişisel duygularımı okuyamazsın.
- Ama sizi okumak istiyoruz. Sanatla kendinize dair neler keşfettiniz? Çok sevdiğiniz İlhan Selçuk’un da dediği gibi insan yaşarken kendi heykelini yontarmış. Siz şu hayatta kendinizi nasıl yonttunuz?
Bilinçlendiğim noktadan bugüne kadar hep kendimi sorguladım. Kendini sorgulayan bir kişiliğe sahibim. Önce kendimi sonra karşı tarafı sorgularım. Sorgulama neticesinde çıkan sonuç her an değişkendir. Doğru diye bir şey yoktur. O bugün doğrudur, süreç içerisinde o doğru başka bir doğruya oturur. Tek doğru diye bir şey kişiliğimde yoktur. Onun için sürekli sorgularım, yorumlarım. Şekil değişir ama ben değişmem.
Hayal benim yaratımda yok. Ben hayal etmem gerçeği yapmaya çalışırım, gerçeğe inanırım. Hayal hayaldir. Hayal bana çok fazla bir şey vermez.

Ceren Çıplak/Cumhuriyet
Söyleşi