27 Eylül 2016 Salı

Balık Baştan Kokmaz mı?- ÖZGEN ACAR

15 Temmuz FETÖ darbesi Türkiye Cumhuriyeti’nin iki “milli” kurumuna olan güveni sarstı.
Birincisi “Milli Savunma”… Öyle ki 1 Ekim’de TBMM’nin açılış töreninde, Cumhurbaşkanı’nı karşılayacak tören kıtasındaki 160 er “güvenilir askerlerdenseçilmiş” olacakmış! Allah bilir, tören kıtasındaki askerlerin tüfeklerine mermi bile verilmez…
İkincisi “Milli Eğitim”… AKP iktidarının bakanı İsmet Yılmaz bile “Milli Eğitim adı kaldırılsın maarif olsun!” demez mi?
***
Osmanlı’da ilki 1910 olmak üzere iki kez Maarif Vekili olan Emrullah Efendi’nin şaka amacıyla söylediği “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim!” sözü günümüzde de çeşitli ortamlarda söylenir… [Haber görseli]
Emrullah Efendi’nin ilginç bir eğitim yöntemi önerisi vardı. Cennette var olduğu söylenen, “kauçuk bitkisi” benzeri“kökü yukarıda tuba ağacı” gibi bir yöntem, eğitim alanında uygulanmalıdır.
Bu yönteme göre önce “birikimli bir öğretici kadrosu”yetiştirilmeli. O öğreticiler; ilkokul ve ortaokul öğretmenlerini, onlar da öğrencileri eğitmeli… Bu görüşüZiya Gökalp de benimsemişti.
Aynı uygulamayı Mustafa Kemal Atatürk de uygulayarak, sınavları kazanan yetenekli kişileri, Avrupa’ya eğitime gönderdi. Dönüşlerinde üniversitelerde genç öğreticileri ve onlar da Cumhuriyet’in genç yöneticilerini yetiştirdiler.
İsmet İnönü de 2. Dünya Savaşı’ndan kaçan Alman bilim insanlarını üniversitelerimize aynı amaçla kazandırdı.
***
19 Eylül’de okullar açıldı, açıldı ama! Basına yansıyan haberlere göz atalım:
• 20 Temmuz – Sözcü: Milli Eğitim Bakanlığı 15 bin 200 personelin açığa alındığını duyurdu…
• 24 Temmuz – Haber Türk: 138 bin öğrenci devlete ya da özele geçecek…
• 24 Temmuz – Sözcü: 934 okul ve 109 yurdun kapısına kilit vuruldu…
• 27 Temmuz – Haber Türk: Kapatılan okullardaki 138 bin öğrenci için yol haritası…
• 3 Eylül – Hürriyet: En büyük tasfiye 28 bin 163 kişi ile MEB’de oldu…
• 10 Eylül – Cumhuriyet: Milli Eğitim’de açık 130 bini aştı…
• 20 Eylül – Cumhuriyet: Öğrenci var, öğretmen yok…
• 25 Eylül – Cumhuriyet: 11 bin öğretmen için Danıştay’da dava…

***
Emrullah Efendi’nin “tuba ağacı” konumundaki üniversitelerden basına yansımalar:
• 21 Temmuz – Sözcü: 4 rektör açığa alındı, 1577 dekan istifa etti…
• 21 Temmuz – Cumhuriyet: Gazi ve Dicle üniversitesi rektörleri gözaltına alındı…[Haber görseli]
• 24 Temmuz – Sözcü: 15 üniversiteye el konuldu…
• 26 Temmuz – Cumhuriyet: 31 akademisyen göz altına alındı…
• 13 Ağustos – Hürriyet: Tam 4 bin 225 akademisyene uzaklaştırma…
• 9 Eylül – Hürriyet: 17 üniversitede rektör belirsizliği…
***
Eğitim üzerine çeşitlemeler:
• 28 Ekim 2015 – Milliyet: İlkokul 2. sınıftan itibaren seçmeli Arapça dersi konuluyor…
• 13 Şubat – Cumhuriyet: Milli Eğitim Bakanı Avcı’dan öğretmen ve öğrenci intiharlarına yönelik şok sözler:“İntiharlar gösteriş için!”
• 24 Eylül - (CHP) İzmir Milletvekili Atilla Sertel: İlkokul 2’nci sınıftan itibaren seçmeli olarak verilecek Arapça dersinin İzmir Karaburun’daki bir okulda öğrencilere zorunlu olarak dayatılmasını Meclis’e taşıdı…
• 26 Eylül – Sözcü: Burdur Milli Eğitim Müdürü: “Bir kadın evinden süslenip çıkıp,evine dönene kadar kaç erkeğin şehvetini tahrik etmişse, o kadar erkekle zina yapmış gibidir!”

***
Bunlara karşılık imam hatip okullarındaki gelişmeye yandaki çizelgede göz atabiliriz… Ayrıca yansıyanlar:
• 29 Nisan – Cumhuriyet: Erdoğan, 60 bine düşen imam hatiplilerin sayısının 1 milyon 200 bine çıktığını söyledi: “Gelecek imam hatiplerde!”
• 4 Eylül – Sözcü: Niğde Çamardı İmam Hatip Lisesi Müdürü, kız öğrencileri harf gibi dizip R.T.E. yazdırdı…
Türkiye Cumhuriyeti’nin laik temelli “milli eğitimi” nereye götürülüyor diye sorarsanız,“Bunlara FETÖ yol açtı…” yanıtını alırsınız, tabii bal gibi yutanlara da tanık olursunuz! Peki FETÖ, kimin şemsiyesi altındaydı?

Özgen Acar
Cumhuriyet

Yaşanmaz dev İstanbul’u nasıl dağıtacağız?- ORHAN BURSALI

İstanbul’un nasıl yaşanmaz hale geldiğini anlatmak için, geçen cumartesi ve pazar günleri trafikte yaşadığımız kaostan bahsetmeliyim. Cumartesi günü öğleüzeri iki kitabım, Aziz Sancar ve Nobel’in Öyküsü ile yaşadığımız darbenin gelişini haykıran Çatışmanın Anatomisi üzerine tartışma için aldığımız davete doğru yola çıktık. İstikamet Şile. 
Asla bilemeyeceğim bağlantı yollarında çakılıp kaldık, mesela ikinci köprüye çıkış mümkün değil. Otoyollarda arabalar gıdım gıdım ilerliyor. AVM’lerin önünden geçiyoruz. Arabalarda dolaşan simitçiye sorduk ne oluyor diye.. Cumhurbaşkanı için yollar kesilmiş (Niye helikopter kullanmaz!) Kurtuluşumuz 40 dakika aldı..

İstanbul her an dört tekerlek üzerinde 
Sadece cumartesi mi, pazar sanırım daha beter. 
O gün öğleyin sevgili Cem Say’ın genç yaşta kaybettiğimiz eşi Prof. Arzu Say’ın cenaze töreninden Levent’ten dönüyorum. Her yer kalabalık, yollar, metrolar, minibüsler, otobüsler.. Zincirlikuyu metrobüsünde bekleme halindeyiz. Ne kalabalık! Metrobüsler geç geliyor, üstelik de hepsi tıkış tıkış. Yarım saat bekliyoruz binebilmek için! 
Saat 4-5’ten sonra Kadıköy kilit. Milletin arabası var ya, binip gezecek, gidecek.Fenerbahçe maçı için yollar kesilmiş. Her maç zamanı benzeri durum. Bir de üzerine milletin arabasıyla pazar gezisi! Kadıköy çevresinden herhangi bir yöne gitmek mümkün değil. Batu ve arkadaşı akşam 6-7’de Bauhaus’a gitmek için yola çıktılar, çakılıp kaldılar. Millet kontağı kapatmış sağda solda atıştırıp bira içiyor! Kadıköy’den Metro’ya bindiler.

Trafiğin temel nedeni 
Pazar günü ne gecesi var ne gündüzü insancıkların, sürekli koşuşturma halindeler. İlk gençlik dönemimde pazar günleri çalışma yasağını anımsadım. Dükkân açmak yasaktı! Devlet sopasıyla insanlar dinlenmek zorundaydılar! 
Trafik ve kalabalık, şüphesiz ki aynı zamanda ekonomik faaliyete boğulmuş büyük bir kentin yaşanmaz çilesi. Siz istediğiniz gibi yollar yapın, köprüler, bağlantı yolları… boşa kürek çekiyorsunuz. 
İstanbul’un bu trafik çilesinin kaynağı şüphesiz ki salt arabalar değil. 
İstanbul’un tüm Türkiye’nin ekonomik merkezi olması. 
Bu merkez tüm ekonomik faaliyetleri buraya çekiyor. Bu da insan çokluğu demek. 
İnsan çokluğu ise giderek çoğalan araba sayısı demek, binek ve ticari. 
Araba yoğunluğu, daha geniş yollar, daha çok köprü, daha çok yan yollar, yeni ve durmadan yeni çevre yolları demek..

4. köprü ne zaman? 
Soruyorum: Dördüncü köprü ve dördüncü çevre yolu için ne zaman kazmayı vuruyorsunuz? 
Ülkemizin milli geliri yollara gömülüyor.
Yollar, köprüler milli geliri büyütmüyor, azaltıyor, ayrıca milletin parasını ütüyor.. 
Üretmiyor bir şey, katma değer, sürekli iş alanları, aş- işekmek yaratmıyor. 
Tüm bunlar enine boyuna 200 km’ye ulaşan İstanbul için şüphesiz daha çok otomobil demek. Bunun bir milli gelir artışı yarattığını düşünmeyin. 
Kaosun yarattığı benzin-mazot, zaman israfının ve psikolojik yıpratmasının günlük, aylık, yıllık zararını hesap eden var mı? 
Üçüncü köprünün ve Kanal İstanbul gibi zırvalıkların İstanbul’a yükleyeceklerini hesap eden var mı, ekonomik faaliyet, rant ve kenti ve insanları tüketmesi açısından? 
İstanbul önümüzdeki 5 yıl içinde ne kadar daha yaşanmaz hale gelecek.
Bu ülkenin bilimcileri, ekonomistleri yok mu? Borsa çıkacak, inecek, dolar ne olacak, Fed kararları bizi şöyle etkileyecek yorumlarının dışında, ciddi bir ekonomik değerlendirme?!

İstanbul dağıtılmalı 
İstanbul’da toplanan ekonomiyi Anadolu’ya dağıtmadığınız sürece, kamunun milyarları durmadan toprağa gömülüp gidecek ve yoksullaşıp duracağız. 
Herkese Bilim Teknoloji’nin gelecek sayısındaki yazıya bakıyorum: İstanbul’un ihracattaki payı yüzde 52.1, ithalattaki ise yüzde 56.2 (2014). Yani Türkiye’nin 158 milyar dolar ihracat 82 milyar doları İstanbul’a ait. 242 milyar dolar ithalatın 136 milyar doları da. 
İstanbul, hizmetlerin yüzde 31’ini, sanayi ve gayrisafi katma değerin yüzde 27’sini üretiyor. 
İstanbul demek Türkiye’nin yüzde 30’u demek… Bizi izleyin, önerileri tartışmaya açacağız..

Orhan Bursalı
Cumhuriyet

26 Eylül 2016 Pazartesi

Bu kapitalizm... Bu kriz-Ergin Yıldızoğlu

Geçen pazartesi yazımda bir “büyük savaş” olasılığına işaret eden gelişmelerden söz etmiştim. Kapitalizmde büyük savaşların arkasında her zaman büyük ekonomik krizler yatar. Çarşamba günü, yayımlanan OECD, UNCTAD raporları, ABD merkez bankasının eski başkanı Bernanke ve şimdiki başkanı Yellen’in sözleri, yalnızca böyle büyük bir kriz içinde olduğumuzu vurgulamakla kalmıyor, krizin çok daha sert bir aşamaya girmek üzere olduğunu düşündürüyor.

Üretim, yatırım ve ticaret 
UNCTAD raporu, 2016 yılında global ekonomik büyüme, 2014 ve 2015 yıllarında tutturulan yüzde 2.5’in altına düşecek; gelişmiş ülkelerde 2008-2009 döneminde yerleşen düşük büyüme hızı kalıcı; Çin’de, gelişmekte olan ülkelerde son yıllarda görülen momentum kaybı beklenenden daha da büyük olacak, diyor. 

OECD raporu da kötümser: Dünya ekonomisinde büyüme hızı 2015’te yüzde 3’ten 2016’da yüzde 2.9’a gerileyecek, 2017’de biraz toparlanarak yüzde 
3.1 olacak. OECD’ye göre bu zayıf performansın arkasında, ABD’de yatırım, Avrupa’da tüketim yetersizliği var. 

Bu raporlardaki dünya ticaret verileri, kötümserliği derinleştirecek nitelikte. Tarihsel olarak ticaret büyüme hızı, ekonomik büyüme hızının iki katı düzeyinde seyrediyor. Mali krizle birlikte bu oran 1.5 katına gerilemişti. Bu yıl dünya ticareti büyüme hızı olağanüstü bir zayıflık sergileyerek ekonomik büyüme oranlarının gerisine düşmekle kalmamış, bu yılın ilk dört aylık döneminde negatif olmuş.

Özetle, dünya ekonomisi, merkez bankalarının “olağanüstü düşük faizler, niteliksel genişleme” gibi önlemlerine karşın hâlâ resesyonda (yüzde 2.5-3 sınırının altına). Dünya ticaretindeki daralma küreselleşmenin gerilemeye devam ettiğini gösteriyor. 
Egemen ekonomi teorilerine (bizim “mahallede” buna “kaba iktisat” denir) göre, merkez bankaları bu “olağanüstü” önlemlerden bir süre sonra çıkarak normale döneceklerdi. Aksi halde, bir enflasyon riski oluşabilirdi. Sekiz yıl sonra, ekonomik toparlanma hâlâ başlamadığı gibi, enflasyon riski bir yana, deflasyonist bir ortam söz konusu. Geçen hafta Yellen, “Biz ekonomide ‘yeni normal’ denen şeyle boğuşuyoruz” diyordu: “Olağanüstü önlemlerden” çıkış görünmüyor. Bernanke’ye göre de “belki de bu, o asla eve dönülmeyen durumlardan biridir”. 

Ama, tüm bu olağanüstü önlemler, mali krizde mali sistemi ayakta tuttu” diyebilirsiniz. Ancak bu durum 2001-3 resesyonundaki müdahaleye çok benziyor. O zaman dünya ekonomisinin 1929 benzeri bir depresyona düşmesini önlemek için olağanüstü bir parasal genişlemeye gidilmişti. Ancak “bastırılan” mali kriz eğilimi 2007-8’de çok daha güçlü biçimde geri geldi. 
Bu kez, “olağanüstü” önlemlerle bastırılan eğilimler yine geri geldiğinde, merkez bankalarının elinde, devreye sokacak araçlar da olmayacak. Fırtına vurduğunda dünya ekonomisinde artık sığınacak yer de yok. 

Fırtına yolda, hiç şüpheniz olmasın! UNCTAD’a göre bu “olağanüstü” önlemlerle piyasaya giren fonların yönlendirildiği gelişmekte olan ülkelerde, 2008’de toplam 9 triyon dolar olan (mali sektör dışı) özel sektör borçları 2015’te 25 triyon dolara yükselmiş. The Democracy Journal’da yayımlanan “Özel sektör borç krizi” başlıklı bir araştırma da dünya ekonomisinin yüzde 50’sini oluşturan ABD, Avrupa, Japonya ve Çin’de bu borçların GSMH’ye oranlarının, 2008-9 döneminde yüzde 120-25 dolayında iken 2015’te sırasıyla, 150, 162, 167, 231 düzeyine ulaştığını gösteriyordu. HSBC’ye göre aynı dönemde bu oran Türkiye’de 80’den 125.3’e yükselmiş.
 
Sonuç olarak, 2007 mali krizine yol açan borç köpüğü olduğu gibi duruyor; bu kez yükselen piyasaları da kapsıyor. Merkez bankaları daha etkisiz. Yatırım, üretim, ticaret geriliyor. Yeni bir dalga geliyor. Evet, “bu kapitalizm bu krizden çıkamaz” ama çıkmaya çabalarken büyük felaketlere yol açmayı başarabilir.

Ergin Yıldızoğlu/CUMHURİYET

25 Eylül 2016 Pazar

Yaşasın 23. Uluslararası Adana Film Festivali!-Işıl Özgentürk

Hani acaba sevindirik mi oldum? Çünkü bir haftadır Adana’dayım ve yurdumun şu karanlık günlerinde, kendimi yeniden o eski güzel günlerde olduğu gibi, inançlı, keyifli ve hayata dair yüzlerce soru soran, yanıt bulmaya çalışan filmler içinde kaybolmuş gibi hissediyorum. Her yerde, her köşede Tarık Akan bana eşlik ediyor. Bu güzel bir kayboluş, Derviş Zaim’in yarışma filmi gibi bir Rüya’dayım sanki. İşçi sınıfının has yönetmeni Ken Loach’un “Ben, Daniel Blake” adlı filminde bir İngiliz inşaat işçisinin, hastalanınca işsizlik parası alabilmek için yaptığı mücadelede nasıl yenildiğini izleyip, Kıvanç Sezer’in İstanbul’daki bir inşaat işçisinin, hâlâ memlekette deprem konteynırında yaşayan ailesinin bir TOKİ evine geçip o evin taksitlerinin ödenebilmesi için kendini feda etmesini anlatan “Babamın Kanatları” adlı filme giriyorum. Her iki film de epeydir unuttuğumuz işçi sınıfından ve yoksulluktan söz ediyor. Kapitalizm kırbacını acımasızca indiriyor. Dünyanın her yerinde!
 
Bu arada, her şeyin zıvanadan çıktığı toplumsal hayatımıza el atanlar da var.Mehmet Can Mertoğlu’nun “Albüm” filmi bunun başarılı bir örneği. Bir ilk film. Antalya’da otuzlu yaşlarında bir çift var, çift doğal yollarla çocuk sahibi olamadıkları için, yeni doğmuş bir çocuğu sahiplenmeye karar verirler. Ama çocuğun kendilerini gerçek annebaba olarak bilmesini de isterler. Peki, ne yaparlar? Efendim, çiftin kadın kahramanını hamileliğin çeşitli aşamalarında gösteren bir albüm oluşturmaya başlarlar. İş bu kadarla bitmez, yeni doğum ünitesinde başarılı bir mizansen hazırlayıp albümlerini tamamlarlar. Evlenemediği için damatsız düğün yapan kadınların yaşadığı bir ülkede bu neden olmasın? Harika bir iş. Üstelik sosyal medyada artık bebişinizin bütün gelişim fotoğraflarını paylaşıp mutlu olabilirsiniz. 

Onlarca kısa film, belgesel ve uzun metrajlı filmin gösterildiği festivalde, ben ancak bunları izleyebildim. Çünkü dört yıldır bir hafta boyunca sürdürdüğüm Altın Koca Kısa film atölyesi bu yıl da beni bekliyordu. Ben bu “Bereketli Toprakları” seviyorum, atölye her yaştan, her meslekten Adanalılar ve konuklarla doluydu. Dolu olan sadece atölye mi? Yarışma filmleri, kısalar, belgeseller de doluydu ve yer bulamayanların epeyce şikâyet ettiği söyleniyordu. Ne derseniz deyin Adana bir sinema ülkesi. Burası benim sevdiğim bir deyişle Adana Cumhuriyeti! Örneğin üç yıldır atölyemize devam eden bir fotoğrafçı dostumuz var, adı Serdar Kırkbabaoğlu. “Kimsin Sen Lan” adlı kendi imkânlarıyla bir saat otuz dakikalık bir film çekmiş, bir başka Adanalı oyuncu Aytaç Arman da onu kırmamış, küçük bir bölümünde oynamış. Bu kentte çocuklar daha sekiz yaşında film yapmaya, senaryo yazmaya başlarlar. İşte onlardan biri Pelinsu’ydu. İlk Tokat adlı projemiz için öyle bir hikâyeler getirdi ki, 16 yaşındaki Pelinsu’nun cesareti, çok görmüş çok geçirmiş beni bile etkiledi.


Tam beş gün, kapandık bir salona ve Prof. Dr. Savaş Arslan bize alışılmışın dışında bir sinema tarihi anlattı ve küçümsenen Yeşilçam filmlerinin değerinden söz etti. Yönetmen ve senarist Hakan Haksun bir senaryonun nasıl filme uyarlanabileceğini örneklerle gösterdi, oyuncu Aytaç Arman oyunculuğun özellikle de objektif oyunculuğun püf noktalarından söz etti, konservatuvar öğrencileri onu bırakmak istemediler, avukat ve bir sanat aktivisti Sedef Erken, özellikle sinema dalındaki örgütlenmelerle neler başarıldığını, aylardır alınamayan kaşelerin nasıl alındığını anlattı. Harikaydı. Sonra görüntü yönetmeni Gökhan Atılmış, kamerayı, kurgucu Ali Ağa kurgunun bir filmi nasıl yüceltip nasıl batırabileceğini örneklerle aklımıza soktu. Sonra ben ve ekibim, Pelinsu’nun öyküsünü çekmek için yola çıktık. Biz şu anda filmi çekiyoruz. Neşeyle, umutla... Ve her yıl ilk kez yapıyormuşçasına... Çalışan tüm festival ekibine, geçen yıl pek çok sinema festivali yapılamazken, “sinema eğlence değil sanattır” diyerek festivali yapma kararı veren Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü’ye teşekkür ediyoruz. Devamlılık esastır, iş sinema festivali olduğunda!

Işıl Özgentürk/CUMHURİYET

Pablo Neruda'nın son yılları-Levent Özübek/SOL

Şilili sosyalist şair Pablo Neruda’nın ölümü üzerindeki sır perdesi kaldırılamadı. Şili yetkili mahkemesi bir süre önce, şairin ‘Casa de Isla Negra’ (Kara Ada Evi) adı verilen son evinin bahçesinde bulunan mezarının açılmasına ve naaşının incelenmesine karar vermişti. Mezar 2013 yılı Nisan ayı içinde, değişik kuruluşlardan birçok gözlemcinin huzurunda açıldı ve incelemeye alındı.

Şili Komünist Partisi’nin 2011 yılında yaptığı bu yoldaki başvuruyu inceleyen mahkeme, uzun bir sürenin sonunda bu tarihi kararı vermişti. Şili Komünist Partisi başvurusunu, Neruda’nın sağlığında kendisi için parti tarafından görevlendirilmiş olan şoförü Manuel Arraya’nın, yıllar sonra açıkladığı ihbarına dayanarak yapmıştı. İhbara göre, Neruda hayatının son günlerinde tedavi için yattığı Santiago’daki Santa Maria Kliniği’nde, o zaman resmen belirtildiği gibi kalp krizi ve prostat kanserinden değil, General Pinochet’nin ajanlarınca zehirlendiği için ölmüştü. Kısacası, şair faşistlerce öldürülmüştü. Manuel Arraya, daha sonra 2011 yılında yayınlanan anı kitabında da bu iddiasını tekrarlamıştı.
Mahkemenin kararının gecikmesinin nedeni, benzer başvuruların bir hayli fazla olması

Faşist askeri darbenin yıllarca süren korkunç baskı rejiminde General Pinochet’in ajanlarınca zehirlendiği iddia edilen yüzlerce kişinin dosyaları ve inceleme başvuruları birleştirilmiş olduğundan, bu incelemelerin sonuçlanmasının zaman aldığı anlaşılıyor.
Naaş mezarından çıkarıldıktan sonra üzerinde yapılan tıbbi incelemelerden, zehirlenme iddiası hakkında yeterli bir sonuç elde edilememiş olsa da, son günlerde ortaya çıkan başka bazı deliller, Neruda son günlerinde hastanede yatarken onun yakınlarında hep esrarengiz bir doktorun –veya doktor kılığında birinin- bulunmuş olduğunu gösteriyor. Bu şahıs, o zaman hastanede çalışan diğer doktorların tanımlamalarına göre kendisinin bir Amerikalı olduğunu düşündüren kişisel özelliklere sahipmiş.  Esrarengiz doktor, hastanede çalıştığı sıralarda Dr. Price ismini kullanıyormuş. Hastane kayıtlarında böyle bir isim elbette bulunamadı ama o tanımlamaların şimdi bir başka faile, o zamanlar Şili’de yapılan bir sabotaj cinayetine adı karışmış, daha sonra bu sebeple hapis cezasına çarptırılmış olan Amerikalı bir şahsa çok uyduğu anlaşıldı ve tüm şüpheler bu kişiye yöneldi.  Bu kişi halen kayıp, bulunamıyor.

Şairin vefatı hangi sebepten olursa olsun, onun son günlerinin acılar içinde geçtiği bir gerçektir. Faşistler onun varlığından çok büyük rahatsızlık duyuyorlardı. Ölümünden sonra bile şairin anıları faşistlere rahatsızlık vermeye yetiyordu, anılara bile saldırdılar.
Pablo Neruda, 1970 yılındaki Şili genel seçimlerinde devlet başkanlığı için aday gösterilmişti. Ancak o, kısa bir süre sonra bu adaylıktan çekilerek seçimde Salvador Allende’yi destekleyeceğini açıklamıştı. Seçimden galip çıkan Şili Komünist Parti’si, Salvador Allende önderliğinde sosyalist Şili’yi kurmaya girişmişti.

Seçimden hemen sonra Pablo Neruda Paris’e büyükelçi olarak atanmıştı. Yine bu dönemde, 1971 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı şair. Ancak ödül komitesi bu kararı almakta epeyce zorlanmış, uzun süre kararsız kalmıştı. Ödül Komitesi üyelerinin çoğu onun vaktiyle Stalin’i öven konuşmalarını anımsıyorlardı. Ancak yine de, şairin şiirlerini İsveççeye çevirmiş olan Artur Lundkvist’in yoğun çabaları sonunda ödül Neruda’ya verilmiş oldu.
Paris’te Büyükelçi olarak yaklaşık üç yıllık bir görev süresinden sonra Neruda, sağlığındaki belirgin kötüleşme yüzünden, 1972 yılı sonlarında ülkesine dönmeyi arzu etmişti. Prostat kanserine yakalanmıştı. Artık evine dönecek, sağlığı ile ilgilenecekti. Ne var ki, 11 Eylül 1973 günü uğursuz bir darbe ülkedeki her şeyi mahvetti. 
Yakın arkadaşı Salvador Allende, darbenin olduğu gün askerlerce katledilmişti. Neruda, arkadaşının acı ölümüyle daha da sarsıldı.

Levent Özübek/SOL

24 Eylül 2016 Cumartesi

Silahın kârı yoksulun canı..-ŞÜKRAN SONER

Uluslararası sendikal örgütlenmelerin, dünya sendikacılığının güçlü olduğu 1970-80’li yıllara kadar dünya sendikacılık hareketlerinin silah sanayii, silahlanmaya karşı çok etkin kampanyaları vardı.. Anı gibi söz ediyor olmam, evrensel, hele de ülkemiz için çok daha ağır boyutları ile geçerli olmak üzere sınıf örgütlülüğü gücünün dibe vurmasından.. 1980’li yıllarda küresel emperyal saldırının güçlenmesi yetmezmiş gibi Türkiye’ye özel 12 Eylül tırpanı; en acımasızından yoksul ile zengin arasındaki uçurumları katlayan sağ liberal, siyasal İslamcı iktidarlarının önünün açılması.. Dünyamızın geneli yanında ülkemizde yaşamakta olduğumuz travmatik geriye gidiş, dibe vuruşun da sonuç açıklaması.. 

Sözün özü silahlanma yarışında, silah sanayii odaklı emperyal sermayenin vahşi, acımasız kârları karşılığında, yoksul dünyasının kaç çocuğunun, insanının aç kaldıkları, milyarlar için sürekli katlanan yoksullaşma, yoksunlaşma, işsiz kalma, kanlı savaşlarda kırılmanın; katlanan vahşet boyutlarını sergileyecek, günümüze uzanan etkili, savaş, silahlanma karşıtı kampanyalar ne ülkemizin ne de dünyanın gündeminde...

***
Kimileri diyecekler ki.. “Vicdansızlık yapma, BM’nin son toplantısının gündemindeyoksul güney dünyasını kasıp kavuran savaşlardan, açlıktan kaçmaya çalışanlarınyarattığı travmatik göç dalgaları, ölenler, sorunları masaya yatırıldı. Obama çokinsancıl, duygusal söyleminde 6 yaşındaki bir ABD’li çocuğun, Suriye’de kanlı katliam, ölüm ortamında yaşayan görüntüleri insanlığın vicdanını kanatan çocuğa sahip çıkan, kendi evlerine davet eden duygulu çağrısı ile prim yaptı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, yoksul güney dünyası, İslam dünyası, Ortadoğu odaklı iç savaş bataklıklarına insancıl çözüm üretilmemesi, Türkiye’nin içine çekilme ataklarına isyan halinde, geçmişin antiemperyalist sol söylemleriyle yarışan bir çerçevedeki çıkışıyla ‘dünya 5’ten büyük’ sloganı var.” İktidarlarının yönetiminde yolu açılmış ağır insan hakları gasplarının, geriye gidişin sorumluluğundan aklanabilirler mi?..

***
Siyasal kimlik, sorumluluk, kitlelerin ne kadar etkilendiği, sandıktan oy çıkarılmasına yaradığı ile değil, bir tek sonuçları ile ölçülebilir gerçekliklerdir.. Çağın silahlı güçten daha etkin güç haline gelebilmiş medyatik manipülasyon gücü karşısında, evrensel insan hakları, hukuk devleti düzenleri, ezilenlerin haklarını ölçebilecek adalet terazileri öylesine bozuldu, gerçekler öylesine çarpıtılarak insanların kendi çıkarlarının bile bilinç çarpıtılmaları yaşatılabiliyor ki.. 
Yakın tarihin en kaba gerçeklikleri içinde, tek kutuplu dünyanın süper gücü ABD, kendi yaşadığı 11 Eylülü’nün travmasını halkına, dünyaya onaylatarak, kendi kurdurduğu sonra kendisine tepen silaha dönüşen siyasal İslamcı radikal terör örgütleriyle kendi topraklarında savaşma, diktatörlükleri yıkıp, demokrasi getirme.. adına.. Afganistan, Irak işgalleri projelerini sahneye sokmuştu. Türkiye üzerinden işgale onay vermeyen Ecevit koalisyon hükümetinin acil yıkılıp siyasal İslamın dönem partisi Fazilet’in içinde AKP’nin kurdurulup iktidara taşınması projesi, “Etkin role varız” sözüyle, stratejik ortak tadında kurdurulup birkaç ay içinde iktidara taşınmasının önü, iç-dış ittifaklar eliyle böylece açılmıştı.
 
Evdeki hesap çarşıya uymamış, Bush’un savaş ganimetleri düşü, bölgede ırklar, İslamın kanlı mezhepler odaklı iç savaşlar bataklığını üretmişti.. Paralı asker bile olsalar, Vietnam sendromu boyutunda ABD iç kamuoyunda travma yaratıcı güçleri zayıf kalsa da asker tabutları ABD iç siyasetindeki dengeleri sallamıştı. Üstüne kanlı petrolün, iç savaşlar bataklığında ateşi sönmeyen rafineri yangınları, paylaşım kavgalarının katlanan etkisi ile, zengin kuzey dünyasını da sarsan büyük ekonomik krizi üretmişti. Sonrası gelişmeler çok daha can yakıcı. Obama projesi ile askeri gücü çekme ABD’yi rahatlatsa da, yerine savaşacak, ölecek silahlı güç yaratma sorunu iç savaş bataklığını derinleştirirken, dünya çıkar dengeleri savaşlarını da büyütmüştü.. Yoksul güney dünyasını parçalaya parçalaya beslenen zengin kuzey dünyası, ölümden kaçabilenlerin göç yükünü bile kaldıramaz oldu.. 
Silah sanayii kanlı kârdan vazgeçemiyor.. Çıkarlar kördüğümünde,  “Benim için ölecek asker”, “Ama benim ülkemi yakan terörist..” noktasına gelinmiş bulunuluyor..

Şükran Soner/Cumhuriyet

Binali Yıldırım’ın şortla imtihanı-Nilgün Cerrahoğlu

Tam Gülse Birsel’den Binali Yıldırım’ın “uzlaşmacı mizacına” dair bir güzelleme okumuş, Hürriyet yazarının “Bize böyle insan lazım. Uzlaşan, çözüm üreten, güler yüzlü, kibar…” tespitleriyle havaya girmişken; Ahmet Hakan’ın Yıldırım söyleşisiyle karşılaştık. 
Meğerse Gülse Birsel boşa konuşmamış. 

Başbakan’ın sahiden postmodern denebilecek bir uzlaşmacılık anlayışı var. Gerçi bu defa mesele bir Ege kentinde, Başbakan ve heyeti için özel olarak kapatılan bir deniz mahsulleri restoranında, inançlar gerekçesiyle tercih edilmeyen deniz ürünleri yerine “menemen” ısmarlamaya benzemiyor. 

Konu daha karmaşık. 
Ama belli ki Yıldırım’ın kafası böyle çalışıyor. İstenmeyen deniz mahsulleri yerine nasıl “O halde menemen yap!” orta yolunu buluyorsa, Başbakan muhafazakâr kesime de şimdi “tekme” yerine “mırıldanma” yöntemini hatırlatıyor. 
Çıtayı böylece tek hamlede “tekme”den, “mırıldanma”ya indiriyor Başbakan. 
Bundan iyisi Şam’da kayısı.
 
Kadınlar böylece sokakta şort dayağından kurtulacak. Ama ense köklerinde “Tuuu!Utanmıyor musun? Rezil. Bu şekilde nasıl çıktın?” diye mırıldanan insanlara muhatap olacaklar. 
O kadar olur… Gülü seven dikenine katlanır misali. Buna da razı olacaklar. Serde Binali Yıldırım uzlaşmacılığı var.

Bisikleti yasaklayan kafa 
Yıldırım’ın Ahmet Hakan söyleşisinde bir de “yaşam tarzıyla” ilgili sözleri var.
Türkiye’de yaşam tarzıyla igili kaygılar, sıralama yapsanız 15. sırada gelir. Türkiyegerçekliğiyle alakası yok. CHP’nin yegâne sermayesiydi bu ama bitti. İnsanların önceliği terör, ekonomi, işsizlik, gelir dağılımı sorunu” diyor Başbakan. 
Çözüm üreten, güler yüzlü, kibar” Yıldırım, üç cümle içinde Türkiye’de yaşam tarzlarıyla ilgili kaygıları olan herkesi yok saydığı gibi ana muhalefet partisini de bir kalemde harcamış. 
Uzlaşmacılıkta level atlayıp, zirve yapmış. 
Bizler “şort saldırısının” bu şok…şok… şok sonuçlarını tartışırken, komşu İran’da mollalar kadınlara bisikleti yasakladı. Bisiklete binen kadınlar “erkeklerin dikkatiniçekiyor, toplumda ahlaki yozluk ve hayâsızlık” yaratıyormuş. Yobazlığın nerede duracağı hiç belli olmuyor. 
Türkiye’de şort “mırıldanma kriteri” sayılırken, İranlı gericiler de “bisikletli kadından” tahrik oluyor. 
Tahrik” skalası kadını kamu alanından tümden silip eve kapatmaya dek varıyor. Dini lider Hamaney nitekim yeni bir “kadının yeri evidir” fetvası vermiş. Sünniler, Şiiler çoğu defa her mevzuda kapışıyor. Ama “kadın”ı görünmez kılmakta hemfikirler!

Zamanın ruhu: Kadın 
Ancak hesaba katmadıkları bir şey var. Dünya bambaşka bir yere gidiyor. Zamanın ruhu kadın. Bu yüzyıl kadınların çağı. ABD’nin başına muhtemelen bir kadın gelecek. Almanya, İngiltere “kadın başbakanların” yönetiminde. IMF’nin başında kadın var. Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi CERN’i de bir kadın fizikçi yönetiyor. 
Gericilere rağmen şortuna, bisikletine sahip çıkan kadınlar, bugün ne tür bir dünyada yaşadıklarının farkındalar. 
Bakın İran’da Mollarla karşı kadınlar sosyal medyada isyan bayrağı açtılar. “Yasağıtanımıyoruz!” diyorlar. 
Türkiye’de de şort saldırısının kurbanı olan genç hemşire Ayşegül Terzi susup evinde oturmuyor. Büyük bir cesaretle hakkını arıyor. Özellikle sosyal medyalardaki kamuoyu desteğiyle gündemden düşmüyor. 
Binali Yıldırım o nedenle “yaşam tarzı 15. sıradadır” diye bugün bizi küçümsemesin. Birinci dereceden bir “kimlik” meselesi olan yaşam tarzı mücadelesi, artık güçlü bir kamuoyu oluşturma alanı olan internette veriliyor. 
Şort kavgasında da böyle oldu. CHP’den-heyhat!- ses yükselmedi ama sosyal medyalar ortalığı yıktı. Böyle bir kamuoyu gücü olmasa zaten tekmeci serbest bırakıldıktan sonra tekrar tutuklanmazdı. 

Diyeceğim o ki Binali Bey bu konuları yeniden düşünsün. Bu iş, deniz ürünleri restoranında “menemen” ısmarlamaya benzemiyor.
Nilgün Cerrahoğlu Cumhuriyet

23 Eylül 2016 Cuma

Erdoğan: Normal zamanlarda yapamayacağımız şeyleri yapabilme gücüne sahip olduk-Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD'de de STK toplantısında konuştu. Erdoğan konuşmasında "Normal zamanlarda yapayacağımız pek çok şeyi yapabilme gücüne sahip olduk dedi.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, New York'ta STK temsilcileriyle bir araya geliyor. Erdoğan, "Darbe girişiminin arkasında Fethullah Gülen'in olduğunu Amerikalı dostlarımıza anlatamadık" dedi. Erdoğan, "Şu andaki süreç içerisinde normal zamanlarda yapamayacağımız birçok şeyi hamdolsun yapabilme imkanına, gücüne sahip olduk. Ne oldu? Biz bunlara araziler verdik, arsalar verdik. Ne diye verdik? Gelin bu ülkede eğitim için okul yapın dedik. Ülkenin ekonomisine katkı olsun diye verdik. Normal şartlarda bunları geri alabilir miydik? Alamazdık. Ama şimdi KHK ve OHAL ile bunların hepsini toparlayarak bu okulları devlete teslim ettik" diye konuştu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan öne çıkan açıklamalar şöyle:

"Türk-Amerikan ulusal yönlendirme komitesinin faaliyetlerinden duyduğum memnuniyeti dile getirmek istiyorum. ABD'deki Türk-Amerikan derneklerini esnek bir çerçeve içinde ortak bir paydada birleştirmeyi hedefleyen bu komiteyi hep birlikte desteklemeliyiz. Bu komitenin amacı diğer derneklerin yerini almak değildir. Komite önde gelen dernek ve çatı kuruluşlarının ortak meselelerde hep birlikte süratle ve etkin şekilde harekete geçme kabiliyetini hedefliyor. Bu komiteyi sahiplenerek etkin şekilde işleyen bir mekanizma haline getirmek sizleriny ararına olacaktır."

"Türkiye'de olan bitenleri sizlerin de buradan çok yakından takip ettiğini biliyorum. Son olarak 15 Temmuz gecesi milletçe darbe girişiminde bulunan teröristlerle mücadele ederken sizlerin de burada kalben bizimle beraber olduğunuzdan şüphem yok.

"Dünyada bunun benzeri başka bir millet yok"

"Türkiye 17-25 Aralık'ta yargı ve emniyet bürokrasisi içindeki örgüt mensuplarının darbe girişmine muhatap olmuştu. 15 Temmuz'da ise TSK içindeki askeri üniformaya bürünmüş bir azınlık terörist grubunun darbe girişimiyle karşı karşıya kaldı. Can alan, kan döken gözü dönmüş terörristler hüsrana uğradılar. Ele geçirdikleri, gasp ettikleri silahlı görünce dağılıp gideceklerini sandıkları aziz milletimiz sokaklarda, caddeelerde darbecileri kovalamış ve dünyayı onlara dar etmiştir. Dünyada bunun benzeri başka bir millet yok. Dolayısıyla milletimle iftihar ediyorum. Bu millet karakteriyle üstün millet, farklı millet. Benim milletim şehadete yürüdü. Benim milletim demokrasisini, iradesini kimseye teslim etmeyeceğini göstermek suretiyle yürüdü"

"Biz bunlara araziler verdik, arsalar verdik, ne diye verdik?"

"Güç silahlarda değil. Onların tankları, topları helikopterleri varsa, benim milletim de 'benim imanım var' dedi. Şairimizin de dediği gibi 'İmandır o cevher ki ne yüktür, imansız olan paslı yürek sinede yüktür.' Şu andaki süreç içerisinde normal zamanlarda yapamayacağımız birçok şeyi hamdolsun yapabilme imkanına, gücüne sahip olduk. Ne oldu? Biz bunlara araziler verdik, arsalar verdik. Ne diye verdik? Gelin bu ülkede eğitim için okul yapın dedik. Ülkenin ekonomisine katkı olsun diye verdik. Normal şartlarda bunları geri alabilir miydik? Alamazdık. Ama şimdi KHK ve OHAL ile bunların hepsini toparlayarak bu okulları devlete teslim ettik"

"Bir meczubun, şarlatanın arkasına takıldılar"

"İhanet şebekesinin üzerindeki mal ve mülk varsa devlet el koymaya başladı. Bunlar kendilerini akıllı zannettiler. Buradaki bir meczubun, şarlatanın arkasına takıldılar. Zannettiler ki biz gideceğiz. Hayır gidemeyeceksiniz. Hesapların üzerine bir hesap vardır o da Allah'ın hesabıdır. Bunun için milletimle ne kadar iftihar etsem azdır. Bu ihanet teşebbüsünü milletimizin destansı direnişi, siyasi partilerimizin ve medyamızın ilkeli duruşu sayesinde bertaraf ettik."

"Seninle oturup ayrı konuşacağız dedik"

"Şehit ve gazilerin evlerini dolaşıyoruz. Bir tanesine 'Sen nereden mezun oldun' dedim. Ben imam hatip ve sonra ilahiyat bitirdim dedi. Ne yapıyorsun dedim. 6 yaşından beri savunma sistemlerinin yazılımlarıyla uğraştım dedi. Tahsilinin bununla alakası yok. Şimdi özel sektörde bir firmada bu sistemlerin yazılımlarıyla ilgileniyormuş. Çok başarılı da bir yazılımcı. Bir an önce rabbim şifayı versin, seninle oturup ayrı konuşacağız dedik. Bir başka Sivaslı genç. Köprüye doğru herkes yürüyünce eşine 'hanım ben çıkıyorum' diyor, abdestini alıyor, iki rekat şehadet namazı kılıyor. Eşi 'ben de geliyorum' diyor. Beraber köprüye gidiyorlar. 15 Temmuz Şehitler Köprüsü'ne gidiyorlar. Bu kardeşimiz Çetin orada şehit oluyor. Eşi dönüp geliyor. İnşallah bunların hepsini kaleme alıyoruz. Tarihçilerimiz bunu yazacak. Bunun yanında gençliğimiz bizim göremediğimiz bu tür darbe girişimini yaşamış olduğu için bunun bir tarih olarak da kaleme alındığını görmek suretiyle farklı yaşamış olacak"

"Biz bunun Amerikalı dostlarımıza anlatamadık"

"O gece Türk milleti sadece ülkemiz içindeki vesayet odaklarına değil, tüm dünyadaki şiddet yanlılarına ders verdi. 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında FETÖ ve Pensilvanya'da yaşayan kişi var. Biz bunun Amerikalı dostlarımıza hala anlatamadık, kabul ettiremedik. Hala yargı vesaire vesaire. 85 koli dosya gönderdik. Ama bu dosyalar onun size iadesini gerektirmiyor. Bizden 10 teröristi yakalamamızı istediler. 9'unu yakaladık teslim ettik. Kendileri hala bu teröristi saklıyorlar."

"Böyle bir şey olamaz"

"Ne yaparlarsa yapsınlar. Bu şahsın iadesini veya tutuklanmasını kendilerinden istedik. Aramızdaki suçluların aidesi sözleşmesine göre tutuklamaları gerekir. Ama bunlar bunu hala temin ediyorlar. Bu ilişkilerimize er veya geç zarar verecektir. Biz stratejik ortağız. NATO'da beraberiz, birçok ikili bağlantılarımız var ve hala bu konuda gerekli adımların atılmasını sabırla bekliyoruz. ABD'deki FETÖ unsurları tarafından özellikle kongre nezdinde ülkemiz aleyhinde karalama faaliyetine girişileceği anlaşılıyor. Orada FETÖ'cüleri konuşturuyorlar. Biz ABD düşmanı birisini çıkartıp parlamentomuzda konuştursak ABD yönetimi buna nasıl bakacak? Herhalde pek de memnun olmayacaklar. Bize kendileri anti-Amerikancılık yaygın diyorlar. Kusura bakmayın. Bu milletimizin kararıdır. 15 Temmuz'u darbeye maruz kalan milletimizden değil, bizzat darbeyi yapanlardan dinleyecek kadar siyasi iradelerini kaybetmişler. Böyle bir şey olamaz."

"Sizlerden terör örgütü elebaşının ve FETÖ bağlantılı kuruluşların ülkemize karşıt çabalarına engel olmanızı bekliyorum. Dik durmanız lazım. Dik duracağız eğilmeyeceğiz. Bu bizim şanımızdandır. Milletimizin şanındandır. 15 Temmuz gecesi gördüğünüz millet neyse inanıyorum ki siz de o'sunuz. Yapmanız gereken her yerde, her pozisyonda doğruyu anlatmanızdır. Yalan yanlış anlatmanıza gerek yok. Olanları anlatın yeter.

"ABD'deki okullarının kârı 25-300 milyon dolar"

"Türkiye'de yaşanan hadisenin demokrasi ve hukuk dışı bir darbe girişimi, daha da ötesi terör eylemi olduğu konusunda ABD kamuoyunu ikna etmek mecburiyetindeyiz. Bu yapının dini, ekonomik, eğitim ya da yardım kuruluşu olmadığın muhataplarınıza göstermelisiniz. 170 civarında ABD okullarındaki karı yılda 250-300 milyon dolar. Fazlası var azı yok. Onlar da bu imkanlarını bu komisyondaki bazı kişilerle irtibat kurmada kullanabiliyorlar"

"Şu anda güneye doğru iniyoruz"

Suriye'de yaşanan trajedi dünyanın gözü önünde yaşanıyor. Hep sabrettik, ne oldu? Gaziantep'te 14 yaşında bir çocuğun gövdesine bombaları bağladılar ve çocuğu bir kına törenine saldılar. Ve çocuk da Messi'nin formasını giydirmişler. Daha sonra bomba patlatıldı 56 kişi öldü, 100'e yakında kardeşimiz yaralandı. Bu ölenlerin 29'u çocuk ve genç. Dedik artık bitti. Şimdi biz ılımlı muhaliflerle Cerablus'a gireceğiz dedik ve girdik. DAEŞ'i oradan attık. Rai'den de girdik. Bitmedi, daha ineceğiz dedik. Şu anda güneye doğru iniyoruz. Azez'le Fırat'ın arasını birleştirdik. Buradaki hat artık terör koridoru olmayacak. Biz istiyoruz ki Suriyeli kardeşlerimiz ülkelerine dönsünler."

"Bunu göremiyorsak yazık olsun bizlere"

"Halep'e insani yardım yollandı ve konvoy Halep'e girerken vuruldu. Rejim tarafından. Bunu görmemiz lazım. Göremiyorsak yazık olsun bizlere. Hedefimiz şu; 95-45 km hesabıyla 4 bin, 5 bin km karelik güvenli bölge ilan edelim. Buna da bizler mülteci kardeşlerimizi yerleştirelim. Bize iltica etmek isteyenleri ve iltica edenleri buraya yerleştirebiliriz. Yerli mimariyle buralarda konutlar yapalım ve Suriyeli kardeşlerimiz de burada yerleşmiş olsun. Kendi topraklarımızda konutlar yapmaya da hazırlanıyoruz. Vakit kaybına tahammülümüz yok. Uçuşa yasak bölge ilan edelim diyoruz yaklaşmıyorlar. Karayla ilgili adım atalım diyoruz işi gevşek tutuyorlar. Öyle veya böyle, bu işi başaracağız"

"PYD'yle YPG'yle DAEŞ'i bitiremezsiniz"

"Koalisyon güçlerinin içinde 65 ülke var. Bir DAEŞ'i halledemeyeceğiz öyle mi? DAEŞ'in şu an Suriye'de 10 bin rakamı var. Irak'ta orda da bi 10 bin var. Ben kendilerine defaatle söyledim. Verelim el ele, bu DAEŞ'i bitiririz, kaçacak delik ararlar. Yine söylüyorum. Ama siz kalkar da bir başka terör örgütüyle pazarlığa girerseniz, PYD'yle YPG'yle bitiremezsiniz. Çünkü onlar da terör örgütü. Hepsi terörist, hepsi kötü. El Nusra da DAEŞ'e karşı savaşıyor. Ona iyi demiyorsunuz. Ama YPG, PYD'ye iyi diyorsunuz. Gelin bunu kendimiz yapalım. Terör örgütlerine Kobane'ye silah indirdi ABD. Dün de sayın Biden'e söyledim, 'haberin var mı?' dedim, 'yok' dedi. 'Benim haberim var' dedim. Aynı şey daha önce de oldu. Yine Kobane'ye 3 uçak indirdiler, silahların yarısı DAEŞ'e yarısı PYD'ye gitti. Ortada böyle acı bir tablo var. Sağlıklı şekilde ABD ile el ele vermek suretiyle bu bölgedeki sıkıntıyı aşmamız lazım. ABD'den samimiyet bekliyoruz. Türkiye'nin hassasiyetlerine yeteri kadar dikkat gösterilmediğini biliyoruz. Daha önce de böyle oldu."

Alıntı/CUMHURİYET

Tekme ve Kabataş yalanı-EMRE KONGAR

Erdoğan/AKP iktidarı, şort giydiği için genç bir hemşire kızımızın suratına otobüste atılan tekme olayını “münferit” yani bireysel bir hadise olarak görüyor... Oysa olay, iktidarın siyasal, hukuksal ve kültürel politikalarıyla güçlenen bir ortamdan; ayrıca, kadınların türban haklarını savunurken gösterdikleri kararlılığı, tesettürsüzlerin hakları için de göstermemesinden kaynaklanmıştır.

 
1) Bir yandan din diye dayatılan birtakım hurafelerin desteklenmesi... 
2) Öte yandan zaten azgelişmiş ülkelerin en büyük sorunlarından biri olan erkek egemen feodal kültürün sürekli olarak pompalanması... 
3) Geniş kitlelerin “demokrasi” adı altında mukaddes değerlerinin gıcıklanarak“demagoji” yoluyla seferber edilmeye çalışılması... 
4) Gittikçe otoriterleşen siyaset ve yeme içmeden, giyim kuşama, doğum yapma biçiminden çocuk sayısına kadar yaşamın her alanına karışan bir liderlik... 
5) Kabataş yalanının galeyana getirdiği duygular... 
6) Okulöncesi ve okul düzeyindeki kursların getirdiği giyim kuşam anlayışı; resmi öğretim ve eğitim kurumlarında yapılan uygulamalarda ve kullanılan kitaplarda kadına karşı görülen cinsiyetçi ayrımcılık... 
7) Bugüne kadar, sergilere, gazetelere ve içki içilen yerlere yapılan saldırılara gösterilen müsamaha... 
8) Taciz ve şiddet eylemleri yapan iktidar yandaşı kişilerin adalet karşısında müsamaha göreceği anlayışı... 
9) Mahkemelerde, “iyi hal indirimi” denilen takdir hakkının kötüye kullanılışı... 
10) Toplumu sürekli geren, bölen, çeşitli kesimleri birbirine düşmanlaştıran bir genel siyaset...

***
“Kabataş yalanına” göre, güya üstleri çıplak, deri eldivenli 70/80 kişi, bir anneye türbanlı olduğu için saldırmış, hırpalamış, yanındaki bebeği sağa sola fırlatmış, annenin üzerine idrarlarını yapmışlardı. Grubun Gezi Direnişi’ni de yapanlar olduğu söyleniyordu. 
Haberi, Gezi Direnişi sıralarında, kamuoyuna ilk duyuran, 7 Haziran 2013’te parti grubunda yaptığı konuşmayla, bizzat Erdoğan olmuştu; elbette bunun üzerine tüm kamuoyu ayağa kalkmış, tüm ülke nefretle irkilmişti. 

Haberin uydurma olduğu iddiaları üzerine birçok gazeteci olayın gerçek olduğuna tanıklık etmiş, iktidar yandaşı medya, koro halinde bu yalanı ısrarla tekrarlamıştı. 
Gazeteler, olayın gerçek olduğunu kanıtlamak için tahrif edilmiş görüntü fotoğrafları bile yayımlamışlardı. 
Oysa, Emniyet’in uzun ve derin soruşturmaları sonunda böyle bir olayın yaşanmadığı anlaşılmış, sonra da bu haberin yayımlandığı gazetenin editörü, 
o haberi yazanın bunu uydurmuş olduğunu açıklamıştı.

***
Burada asıl belirtmek istediğim nokta, iktidarla yandaş medyanın ve kadınların, şort saldırısına ortam hazırlayan çelişkili tutumlarıdır: 
Türban üzerinden üretilen bir yalan haber dolayısıyla toplumu galeyana getirmek isteyenler, şort üzerinden yapılan gerçek bir vahşi saldırı karşısında cılız yorumlarla, adeta “mırıldanmakla” yetinmişlerdir. 
Türbanlıların hakları için yeri göğü inleten kadınlar ise tesettürsüz kadınların hakları konusunda suskundurlar. 
Özet olarak sorun, “münferit bir saldırı” değil, bir insan hakları, bir kadın hakları ve bir yaşam biçimi özgürlüğü sorunudur: 
Keşke kadınlarımız, tesettürlülerin haklarını savundukları enerjiyle tesettürsüzlerin haklarına da sahip çıksalar! 

Emre Kongar
Cumhuriyet

Tarık Akan ve ‘13 Aralık’- Meriç Velidedeoğlu

Geçen hafta cuma günü çok erken saatlerde tüm Türkiye’ye yayılmıştı “Tarık Akan”ın bedensel olarak aramızdan ayrılışı; bu üzücü duyuruyu “TV”de izlerken,“Ergenekon Kumpas Davası”na karşı Cumhuriyet’in bahçesinde okuyucularla birlikte (5.3.2009) başlattığımız eyleme Tarık Akan’ın daha ilk günlerde katılmasını anımsadım. 
Bu destek bizim için çok önemliydi, çünkü henüz kırk, elli kişiydik; gazetenin yazarlarının bile hemen hemen hiç dikkatini çekmemiştik. 

Tarık Akan’ın -zaman zaman da olsa- aramızda oluşuyla bir kıpırdanış başladı; gittikçe çoğaldık; bahçeye sığmaz olunca da, henüz başlamış olan “Silivri Çadır Mahkemesi”ndeki duruşmalara katılmaya karar verdik; “Simgesel Eylem Grubu”muzun düzenlemesiyle kesintisiz gidiyorduk. 

Tarık Akan da duruşmalara katılırdı, sessiz, ama kararlı, dimdik bir duruşla; onun katılışı basının ilgisini artırıyordu kuşkusuz; ne ki basına, “TV” kameralarına öyle uzun uzun demeçler verdiğine, konuşmalar yaptığına -duruşmaların sıkı bir izleyicisi olarak- hiç tanık olmadım desem yeridir.
 
Anımsanacağı gibi, bir süre sonra, duruşmalara halkın katılımının engellenmesi, “13 Aralık 2012” günkü “Barikat Savaşımı”nı yarattı; duruşmayı izlemeye gelenlerin yolu, mahkeme binasından iki ya da üç yüz metre uzaklıkta ve aşağıda kalan bir alanda, yoğun jandarma erleriyle korunan, çelik tel örgü engellerle kesilmişti. 
Engellere yüklenen on binlerin attığı sloganlar mahkeme salonuna dek ulaşıyor, yoğun önlemlere karşın sesler kesilemiyordu.
 
Oysa mahkemede de benzer bir durum yaşanıyordu, üstelik duruşma salonunu savaş alanına çeviren bu durum daha mahkeme binasının bahçe kapısında başlıyordu; demir parmaklıklı giriş kapısı, jandarma erlerince tutulmuştu, giriş izni onlara bağlıydı; kapıdan geçip bahçeye girince de yine bir jandarma taburunu aşmak gerekiyordu, binanın kapısına varıp içeri girince, durum daha da çetinleşirdi, çünkü çelik zırhlar içinde çelikten yapılmış insanlara benzeyen eli silahlı“robokop”lar arasından onlara değmeden salona girip oturmak oldukça ustalık isterdi... 

Aslında bu düzenlemeye alışmıştık, ama “o”, “13 Aralık” günü silahlı robokoplar göze batacak kertede çoğalmıştı, nedenini duruşma sırasında anlayacaktık. 
Duruşma başladığında, “yargıç heyeti”nin, altı aydır, artık iyice çığrından çıkan tutumlarını, “savunma hakkı”nı tanımamayı sürdürmeleri karşısında, iyice bunalan bir “savunman”, bu temel haklarını yüksekçe bir sesle dile getirince, “Başkan”, bu savunmanı “dışarı atmak” için robokopları çağırıp üzerine yolladı; çelikten oluşan bu kuşatmaya karşı tüm savunmanlar da bu arkadaşlarının çevresinde toplanıp onu koruyan bir duvar oluşturdular. 

Kuşkusuz salonu dolduran izleyiciler ile “40”ı aşkın (CHP) milletvekili de hep birlikte ayağa kalktı; ne ki anında robokoplar iki sıra oluşturarak, halka ve halkın vekillerine karşı kürsüyü dolaysiyle yargıçları, savcıları korumaya aldılar; hemen ardından da izleyicileri jandarmalar sarıverdi; ayrıca sanıkların bulunduğu bölüm de, yine jandarma erlerince kuşatıldı; yetmedi, mahkeme salonunun her iki kapısı da kapatılıp içten ve dışarıdan yığınla jandarma eri tarafından tutuldu... 

Duruşmaları ve bu duruşmayı izleyen bizler, dışarıdakilerden nasıl kesintisiz haber alabiliyorsak, onlar da duruşmada olan biteni anında öğrendiklerinden, salondaki bu son durumu duyar duymaz, vargüçleriyle çelik engellere yüklenmeye başlamışlar. 
İşte bu inanılmaz kasırganın en önünde olan, öncülerden biriydi Tarık Akan.
 
Üstelik engelleri devirmekle iş bitmiyordu mahkeme binasına doğru yola çıkabilmek için; anlaşılacağı gibi bu engelleri koruyan silahlı, coplu görevlilerle de çatışmak gerekiyordu, dolaysiyle -neredeyse-boğaz boğaza bir dövüş başlamıştı ve Tarık Akan yine en öndeydi... 
Bütün bunları, geçen pazar günkü, Tarık Akan’ı uğurlama töreninde bir kez daha yaşadım; cami avlusunda başucuna ulaşınca da, “bir kez daha yazacağım” diye söz verdim!.. 
Umarım çok eksik yazmamışımdır...

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

22 Eylül 2016 Perşembe

Hukuk devleti olsaydı eğer…- ALİ RIZA AYDIN

Sınıflı toplumu, hukukun eşitsizliğe ve sömürüye dayalı toplum düzeni içinde şekillendiğini bir an için kenara koyarak, evrensel ilkelere göre “demokratik ve laik hukuk devleti”nin kurum ve kurallarıyla yaşadığını varsayarsak;
Hırsızlar, katiller, tecavüzcüler, sapıklar tehditler savurarak ortalarda dolaşamazdı.
Anayasayı, hukuku ve yargı kararlarını tanımayanlar siyasi iktidarda olamazdı.
Halkın direniş hakkını engelleyenler, emekçilere baskı ve şiddet uygulayanlar seçimle çoğunluğu sağlayamazdı.
Hak ve özgürlükleri halk için sınırlayıp kendileri için sınırsız kullananlar iktidar koltuğunu süreli işgal edemezdi.
“Demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine” aykırı fiillerin odağı haline geldiği, 2008 yılında Anayasa Mahkemesi kararıyla saptanan; o günlerden bu yana Anayasa’ya aykırı eylemleri kat kat artan parti iktidarda kalamazdı.
Hukuksuz sokağa çıkma yasakları, baskı ve şiddet uygulamaları, göçe zorlamalar yaşanmazdı.  
Suriye halkına karşı işlenen savaş suçları sürekli artan hükümet ve sorumlular,  yargılanmaları gerekirken, aynı halka ve devletine karşı silahlı çetelerin yanında olamazdı.
Laiklik ayaklar altına alınmaz; gericilik toplumun, devletin ve hukukun her yerine yağ lekesi gibi yayılmazdı. Din, topluma, siyasete ve devlete sokulmaz; dinsel davranışlar hukuk kuralı yapılmazdı.  
Demokratik ve laik hukuk devleti olsaydı eğer;
15 Temmuz darbe girişimi yaşanmazdı, OHAL ilan edilmezdi.
Varsayalım ki yaşandı ve ilan edildi, OHAL KHK’lerine olağanüstü halin gerekli kıldığı konular dışında maddeler yazılamazdı; OHAL konusu ve süresini aşacak şekilde kurumlar kapatılıp, çalışanlar sorgusuz sualsiz kapı önüne konulmaz ve insanlar suçlulukları mahkemelerce hükmen sabit olunmadan cezalandırılmazdı.
TBMM tatile girmez, muhalefet partileri ile AKP eküri olmazlardı. OHAL KHK’leri, duraksamaya ve mahcubiyete düşülmeksizin TBMM’de otuz gün içinde görüşülüp ya reddedilir ya da tüm hukuksuzluklardan arındırılarak kabul edilirdi. Anamuhalefet partisi otuz gün içinde görüşülmeyen KHK’leri meşru kabul edip Anayasa Mahkemesi’ne götürmeye kalkışmazdı.     
Zaten, tüm suçlar yargılanacağı, suçlular cezalandırılacağı için, meşruiyeti olmayan AKP’ye meşruiyet kazandırma yarışına girilmezdi.
AKP, aynı AKP ve şimdi kendi suçlarını örterek, kendilerine destek vermeyen, biat etmeyenleri suçluyor ve cezalandırıyor.
Yıllarca, AKP/cemaat birlikteliğinde yaratılan siyasi davalarda da hukuk ve yargı oyunları oynandı. Kanıtlar yaratıldı, davalar birleştirdi, cezalar verildi. Tuzak kurarken de, tuzaktan bırakırken de aynı pişkinlikle hukuk devletinden ve bağımsız yargıdan söz ettiler. Cemaatçi yargıç ve savcılar önceleri kahramandı, şimdi suçlu ve kaçak…
Yıllarca altüst olmuş, tutuklanmış, mağduriyeti sonuna kadar yaşamış insanlar “hak yerini buldu” diye sevinebiliyor. Şimdi darbe girişimi önlendi, demokrasi geldi, milli irade çalışıyor diye sevinenler var. İşsiz kalan, hakları ellerinden alınan emekçilere de “mutlaka bir şeylere bulaşmıştır” yanılsamasıyla bakanlar var. 
Paralel denilenler harıl harıl AKP için çalışırken onları kahraman ilan edenlerin niyet ve söylemleri tarihte yazılı. Kimse kimseyi kandırmadı bu ortaklıkta. Hepsi oradaydı.
AKP/cemaat ortaklığı, sömürü düzeninin ve gericiliğin tüm gereklerini yerini getirirken hepsi sermayenin ve siyasal islamın yanındaydı.
Şimdi hırsızların, cinayetlerin, talan ve yolsuzlukların sorumlulukları perdelenmeye çalışılıyor. Hem de ince çıkar pazarlıklarıyla…
Pazar açık, pazarlık açık…
Sermaye palazlandıkça palazlanıyor; mülkiyet devirleri, bir kısım patronun gözden çıkarılması onları ilgilendirmiyor bile…
Pürüzlerden ve yandaş olmayan emekçilerden arındırılmış işyerlerine, temizlenmiş üretim araçlarına bu kadar kolay kavuşamazlardı. Üretim ilişkileri bu kadar sorunsuz önlerine serilemezdi.
Siyasal iktidara kazandırılan her meşruiyet, sermaye iktidarına da kandırılıyor. Hem de devletin ve hukukun sınıfsal karakteri perdelenerek; işçilere, emekçilere işten çıkarma, soruşturma, hak ihlali, gözaltı ve tutuklama yollarıyla baskı yapılarak…
Yazının başına dönersek, Türkiye‘nin sınıflı toplum olduğunu, hukukun eşitsizliğe ve sömürüye dayalı toplum düzeni içinde şekillendiğini bir an için koyduğumuz kenardan almamız gerekiyor.
“Türkiye bir hukuk devleti olsaydı eğer, çarpıklıklar, ihlaller, keyfilikler, yolsuzluklar, kıyımlar bu derecede olmazdı” diyenlerin, normale dönmeyi hedefleyenlerin yanıldığı yer kapitalist bir toplum olduğumuz ve emperyalizme göbekten bağlılığımız.
Ekonomi politiği “sömürü”, toplum politiği “gericilik” olan düzen, hukuk devleti ilkelerine uysa da uymasa da, sermaye sınıfına istikrar vadeder, emekçileri ezer. Uyduğu zaman iyi polis, uymadığı zaman kötü polis oyunu hep pis oyundur. Bu pis oyun emekçi sınıfın piyon rolüne yerleştirilmesiyle, demokrasi ve hukuk vitrinleriyle bozulamaz.         
Bugün paralel diye tanımlanan failler varsa aynı suça AKP de ortak; buradan kimseye kaçış yok. Asıl kaçışı olmayanlar ise her şeyin emirlerine amade olduğunu sanan, krizlerden kurtulma pahasına her şeyi geçerli sayan sermaye düzeninin kendisi.
Sermaye sınıfı, gericilerin kabadayılığına sığınıyor ama korkudan titriyor.
Tarihin, “sınıf mücadeleleri tarihi” olduğunu kimse unutmasın. Herkes “Komünist Manifesto”yu okusun, finalini defalarca okusun: “Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır.”     

 ALİ RIZA AYDIN/SOL

Bosna’ya sahte umut-Mustafa Türkeş

Ana akım medya “Bosna Hersek'in Avrupa Birliği'ne yaptığı tam üyelik başvurusu[nun] kabul edildi[ği]” haberini 20 Eylül günü duyurduğunda bazıları “Bosna-Hersek dahi AB üyesi olacak, vah halimize …” diye hayıflandı. Muhafazakarların bir kısmı “Bosna’yı Hıristiyan kulübüne kaptırdıkları” için üzüldü.

Haber mi, yorumlar mı, analiz mi yanlış? Öncelikle işin aslını kavramak gerekir.
Peki işin aslı ne? İşin aslı uzun hikaye; kısaltmaya çalışalım …

Bosna-Hersek (BiH) yönetimi Avrupa Birliği’ne üye olmak için 15 Şubat 2016’da başvurdu. AB Genel İşler Konseyi 20 Eylül 2016’da BiH’in başvuru hakkını kullanabileceğini kabul etti.
Şimdi bu ne demek? Dalga geçtiğimi düşünmeyin lütfen. Genel İşler Konseyi bu başvuru hakkını reddedebilir veya cevabını geciktirebilirdi. Geçmişte örnekleri mevcut. Makedonya’ya uzunca bir süre cevap bile vermemişlerdi. BiH konusunda AB kısa süre içinde cevap verdi. Bosnalılar buna sevinebilirler.

Peki Genel İşler Konseyi’nin aldığı kararın içeriği ne? Beş maddeden oluşuyor. İlkin, AB Antlaşmasının ilgili 49. maddesinin işletileceği belirtilip, Komisyon’un AB Konseyine sunulmak üzere görüş raporu hazırlaması isteniyor. Önemli bir adım; umut veriyor!
İkinci maddede Batı Balkanlar’ın geleceğinin Avrupa Birliği’nde olduğu belirtiliyor. Tabi bu da şarta bağlanıyor: Kopenhag kriterlerine uyulması ve İstikrar ve Ortaklık Süreci şartının yerine getirilmesi ön şart. Hatırda tutalım; önceki genişleme süreçlerinde Kopenhag kriterlerini yerine getirmek yeterli idi. Batı Balkanlar için bir ön şart – İstikrar ve Ortaklık Süreci.

Üçüncü maddede öncelikle BiH’in bütün, üniter, egemen bir devlet olarak muhatap alınacağının altı çiziliyor. Bu da oldukça önemli, çünkü Bosna-Hersek devleti Boşnak-Hırvat Federasyonu ve Bosna-Sırp Cumhuriyeti adlı iki birimden oluşturuldu ve özellikle Bosna-Sırp Cumhuriyeti birimi sıkça ayrılmaktan söz ediyor. Bu durum Hırvatlara da sirayet ettiğinde tatsızlık artıyor. AB, üç alt kimlikler esasına dayanan yeni bir ayrışma süreciyle karşılaşmaktan kaçınmaya çalışıyor, çünkü bu durum yeni bir mülteci sorununa yol açabilir. AB’nin sunduğu üyelik umudu BiH’de üç alt kimlikleri bir arada tutabilecek mi? Bunu zaman gösterecek.

Ayrıca bu maddede ikinci maddede belirtilen şart koşma politikasının yalnızca AB ile sınırlı kalmayacağı, uluslararası finansal kuruluşlar ve sivil toplum örgütlerinin istediği ve isteyeceği reformları da kapsayacağı vurgulanıyor. Görüş raporu hazırlanırken, Komisyonun, özellikle Sejdić-Finci olayı üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararın yeterince iyi uygulandığından emin olunması doğrultusunda ön uyarı yapılıyor. Diğer bir ifade ile her konu yeniden gündeme getirilebilir.

Dördüncü maddede Hırvatistan ile parafe edilen İstikrar ve Ortaklık Andlaşmasının BiH için adapte edilmesi doğrultusunda alınan karar olumlulanıyor.
Beşinci maddede fonsiyonel ve etkili bir AB koordinasyon mekanizmasının kurulup çalıştırılması iyi niyeti belirtilmektedir.

Yukarıda belirttiğimiz üzere, AB umut vermek istiyor. Ne umudu? AB’ye üyelik umudu mu? Yakın ve orta vadede bunun mümkün olmadığı mesajı şart koşma politikasıyla veriliyor.
Daha açık ifade edersek, önceki AB üyelik süreçlerinde Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi adaylardan istenirken, Batı Balkanlar’da daha katı, yeni bir şart koşma politikası önerilmişti, şimdi bu BiH vakasında sınanıyor. İstikrar ve Ortaklık Süreci adıyla bilinen ön şartlar önceki genişleme süreçlerinde uygulanmamıştı. İstikrar ve Ortaklık Sürecinin başarı ile tamamlanması, yani İstikrar ve Ortaklık Andlaşmasının imzalanması şu anlama gelmektedir. Diğer Batı Balkan devletleri bu süreci tamamlamışlardı, şimdi BiH de AB’ye başvurabilme aşamasına gelmiş olduğunu AB Kabul etmiş oluyor.

Açık bir ifade ile söylemek gerekirse, Avrupa Genel İşler Konseyi’nin 20 Eylül’de aldığı karar BiH’in İstikrar ve Ortaklık Sürecini tamamlayıp, AB’ye başvurabilme yetisine haiz olduğunu ifade eder. BiH için bundan sonraki süreç çok daha çetin, yakıcı ve yıkıcı olabilir. Bir yıl içinde Komisyon’un hazırlayacağı görüş raporu önce Konsey’de tartışılıp kabul edilmesi gerekir, daha sonra Konsey kararı  BiH yönetimine yerine getirilmesi gereken şartlar olarak sunulacak. Uluslararası finansal kuruluşların istekleri de burada devreye sokulacaktır.
 Buraya kadar söylediklerimiz sistem içine yerleştirdiğinde durumun vehameti daha iyi anlaşılmaktadır. Avrupa Genel İşler Konseyi’nin 20 Eylül tarihli kararı
BiH’in Avrupa kapitalizmine nasıl eklemleneceğinin çerçevesini çizmekte,
uluslararası finansal kuruluşların isteyeceği reform reçeteleri ile ilişkilendirilmekte,
neo-liberalizmin yol açtığı toplumsal maliyet Bosnalı işçi sınıfının üstüne yüklenmektedir.
Peki BiH yurttaşları bütün bunları taşıyabilecek mi? Yardım bağımlısı haline getirilen BiH yurttaşlarının bu yükü taşıyabilmesi hiç kolay gözükmüyor.

Bu yazıda ayrıntısına girmemekle birlikte kısaca belirtmek gerekirse, AB’nin genişleme süreci tersine dönüp, büzülme sürecine girdiği bilinmektedir. Genişleme-daralma süreçleri Avrupa tarihinde zaman zaman yaşanmıştır. Napolyon savaşları önce genişlemeyi, yenilgisi de daralmaya işaret eder. Hitler’in politikası da önce genişleme, sonra yenilgi ile küçülmeye işaret eder. Avrupa’nın geçmişinde bu tür gel gitlerin olduğu bilinmektedir. Şimdilerde AB daralma süreci yaşıyor; BiH’in üyeliği AB için bir öncelik olamaz.

Kısaca, AB sahte umut dağıtmakta, bu manevra ile BiH’te biriken-artan krizi dönüştürerek ötelemek istemektedir. Liberal zevat burada da aynı teraneyi yinelemekte, BiH’in kurtuluşunun AB üyeliğinde olduğunu ileri sürmekte. Sahte umutlarla sorunlar çözülmüyor; dönüştürülüyor. 

Mustafa Türkeş/SOL