18 Aralık 2016 Pazar

Aziz Nesin 101 yaşında - ZEYNEP ORAL

“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyerek yaşattığınız yılanların, bir sonraki hedefi siz olursunuz...”
Yukarıdaki tümce Aziz Nesin’in... Cumhuriyet yazarlarının hapiste olmalarına birçok gazete gözlerini kaparken; yok sayarken... Bırakın sahip çıkmayı; ihbarcılık almış başını gitmişken... Hep Aziz Nesin’in bu sözü aklıma geliyor.
Türk basınında en sevdiğim yazar, benim “vicdan referansım” Umur Talu’nun köşe yazarlığına veda yazısını gözyaşlarıyla okurken... Akıl ve vicdanların ırzına geçilerek, bilge ve bilgili gazeteci Hüsnü Mahalli’nin tutuklanmasını izlerken... Mesleğini mükemmel icra eden Ayşenur Arslan’ın sessiz çığlığıyla meslekten ayrılmasıyla sarsılırken... O söz yüreğimde... 




Nesin Vakfı’nın üretkenliği
Sevgili Aziz Nesin,
21 Aralık sizin doğum gününüz. 101 yaşınız doluyor üç gün sonra.
1973 yılında kurduğunuz Nesin Vakfı’nı şimdi bir görseniz, gözlerinize inanamazsınız...
Eğitim olanaklarından yoksun çocukların barınması için kurduğunuz vakıf; özgüvenli ve özverili, kendini sürekli geliştiren, üretken binlerce çocuk yetiştirmenin yanı sıra, kendisi de bir dinamo oldu. Yediveren gül misali ürettikçe üretiyor.
Nesin Vakfı neler mi doğurdu? Sayalım:
- Nesin Yayınları
- Nesin Vakfı Çiftliği (zeytinyağından baharatlara tarım ürünleri muhteşem)
- Nesin Vakfı Matematik Köyü
- Nesin Vakfı Felsefe Köyü
- Nesin Vakfı Sanat Köyü
- Nesin Yapı (Matematik Köyü’nü yaparken kazanılan deneyimi inşaat sektörüne taşıdılar.)
Bütün bunlar nasıl mı oldu? Gelir kaynağı olarak, sizin kitaplarınızın tüm gelirinden, vakfın mülk gelirlerinden, bir de bağışlardan...
Önceki akşam oğlunuz Ali Nesin’in ev sahipliğinde Dedeman Oteli’nde bir bağış yemeği vardı. Hem yaş gününüzü kutladık, hem de vakfın etkinlikleri hakkında bilgilendik. Geceyi, yıllara sesiyle, görüntüsüyle, kişiliğiyle meydan okuyan Nükhet Duru şarkılarıyla taçlandırdı.


Gülriz Sururi’den dev bağış
Bağış deyince... Yönetici Süleyman Cihangiroğlu, kimi mektupları dillendirdi: “Ben işçiyim, ancak 5 lira bağış yapabiliyorum” diyen... Kars’ın bir köyünden gelen “Ancak 10 lira verebiliyorum” diyen mektuplar...
Sanatın, tiyatronun, çağdaşlığın, Atatürk Türkiyesi’nin yorulmaz anıtı Gülriz Sururi’nin bir evini bağışladığını da orada öğrendim... Hatice Kılıç’ın Matematik Köyü’ne bir ev bağışladığını da... Sevgili Server Tanilli’nin oğlu Bülent Tanilli’nin de babasının tüm kitaplığını Nesin Vakfı’na bağışladığını...
İşçinin, köylünün, sanatçının, ünlünün, ünsüzün bağışları aynı potada buluştu. O pota aydınlık bir Türkiye umuduydu. (Bağış ve tüm bilgiler için: http://www.nesinvakfi.org)
Hani siz “Ödenmeyen” adlı şiirinizde dersiniz ya:  


 Ey benim halkım
 Ey benim eliaçık gözü kapalım
 Yüreği açık dili bağlım
 Ey benim en güzelim
 Ey benim en çirkinim
“Yiyemedin yedirdin
 İçemedin içirdin
 Giyemedin giydirdin 
 Okuyamadın okuttun 
 Kendin üşüdün yağmurda karda
Ama beni korudun  
Varından değil yoğundan verdin
 Az az değil çoğundan verdin
 Ah ne az ne az aldın 
Ama çok ne çok verdin
En az aldın en çok verdin
Almadan vermek sana özgü
“Utanırım aldıklarım demeye 
Gücüm yetmez borcun ödemeye
Bende hakkın çoktur halkım
Değil böyle bir Aziz
Bin Azizler olsa yetmez 
Aldığını vermeye
Utanırım hakkını helal et demeye
Dünya durdukça durasın halkım.
 
Sizin deyişinizle “gözyaşlarından damıtılmış birkaç kahkaha” da kattık geceye. Bir de size duyduğumuz sonsuz özlemi...


Zeynep Oral / CUMHURİYET

Joko’nun doğum günü! - Mine G. Kırıkkanat

Roland Topor’un adını ve sanatını ilk kez, 1989 yılında Marquis de Sade’ın hapishane güncesi gibi hayal ettiği “Le Marquis” çizgi filmiyle keşfettim. 


Sevgili Serra Yılmaz’la sözleşip çocuklarımıza Fransız Devrimi’nin 200. yıl kutlamalarını göstermek için Paris’te buluşmuştuk. Kutlama programında yer alan “Le Marquis”nin gösterimine de, zaten çizgi filmdir, o yıllarda ilkokul öğrencisi Ayşe ile Gökçe eğlenir, diye girdik...
Çocuklar eğlendiler miydi, doğrusu anımsamıyorum. Ama Serra ile ben, filmden vurgun yemiş gibi çıktık! 


O günden öteye hayran olduğum, yayımlanan tüm eserlerini okuduğum sanatçıyla 1994 yılında bir kış gecesi, yine Paris’te tanıştım. Masasında Komet, Yüksel Arslan, Selçuk Demirel ve... Daniel Colagrossi vardı. 


Türkiye’yi ve Türkleri çok seven Roland, geceleri yaşardı. Ona sabaha kadar eşlik edebilen, uykusuzluğa dayanıklı dostlarından en yakını, elbette Daniel’di.


Ben de Roland’ın yakın çevresine Daniel kontenjanından girdim. Güneşin doğuşuna kadar uzayan geceler boyu, Paris’i Roland’ın yanında, onun rehberliğinde yaşadım. 1997 yılında ansızın ölüp biz sevenlerini öksüz bırakana kadar da peşinden hiç ayrılmadım. 


***
Zekâsı, birikimi ve yaratıcılığı alışılmışın çok üstünde, tiyatrodan sinemaya, resimden romana geniş bir yelpazede eser veren; sınırlanmayı ve sınırlamayı reddeden bir sanatçıydı. Elinin değdiği her iş, trajik bir komedi ya da komik bir trajediye dönüşüyordu. 

1996 yılı, Roland Topor için zorluklarla dolu bir yıldı. Dostuma bir jest yapmak istedim. Bütün oyunlarını okumuş ve seyretmiş, en çok da Joko’nun Doğum Günü’nü beğeniyordum. Etkisinde kaldığım için heyecanla ve kısa zamanda çevirdiğim oyun, aynı yıl Mitos Yayınları tarafından basıldı.
Türk Lirası’nın altı sıfırlı, Fransız Frankı’nın da esamisinin okunmadığı zamanlardı.
Yayınevinden aldığım mütevazı telif ücretinin tamamını Amerikan Doları’na çevirip Paris’e dönüşümde yine bir kahvede buluştuğumuz Roland’a verdim. 


Çok duygulandı, “Uzun süredir dolar görmemiştim!” diye bir kahkaha atıp boynuma sarıldı. Dostumu az bir süre için de olsa rahatlattığımı düşünüyordum. Ne gezer! Roland Topor, bütün telif ücretini o gece hepimize ziyafet çekerek harcadı... 


***
Roland Topor’un yazdığı en çarpıcı oyunun Türkiye’de sahnelendiğini görmesini, çok sevdiği ülkemize gelip Joko’nun Doğum Günü’nü Türkçe seyretmesini çok isterdim. Ama kısmet olmadı. Roland Topor genç ve dinç öldü; teknik anlamda sahnelenmesi çok zor bir oyun olan Joko’yu ülkemiz tiyatrolarında görmek için tam yirmi yıl beklemek gerekti. 


1996’dan beri kitaplığımdaki incecik bir kitapçıkta saklanan Joko’nun Doğum Günü, sonunda bu yıl bir değil iki tiyatro sahnesinde görücüye çıktı. 


İstanbul’da Yolcu Tiyatro ile Ankara’da Devlet Tiyatrosu tarafından sahneye konuldu ve oynanıyor.
Ülkenin en köklü sanat kurumlarından Ankara Devlet Tiyatrosu ile özel ve genç bir kuruluş olan Yolcu Tiyatro’nun mizansenleri birbirinden kuşkusuz çok farklı. Her ikisinde de daha yeni oynanmaya başladı oyun, aktörler ısınmadalar henüz... 



Yolcu Tiyatro’nun yorumunu ilk kez aralık sonunda, Ankara Devlet Tiyatrosu’nun yorumunu ilk kez ocak başında göreceğim. Ve çok heyecanlıyım. Aynı zamanda korkuyorum da! 


***
İnsanların, kolay paraya teslim olduktan öteye kimliklerini nasıl yitirdiklerini, nasıl insanlıktan çıktıklarını hayal edilebilecek en çarpıcı metaforlarla gözler önüne seren Joko’nun Doğum Günü, olağanüstü güçlü bir oyun olduğu kadar; aktörlerin sıradışı fiziki performans göstermesi gereken çok güç bir oyun. 

Oyuncular aşırı yorulabilir, havlu atabilir ve tiyatrolardan biri de oyunu repertuvardan çıkarabilir. Daha önce oldu bu, yaşadım. 


Dolayısıyla kalp çarpıntılarıyla bekliyorum: Ankara Devlet Tiyatrosu mu daha dayanıklı çıkacak Joko’ya, yoksa İstanbul’daki Yolcu Tiyatro mu? Ya da hangisi önce yorulacak?
Sömürücüleri çok para veriyorlar diye sırtında taşırken sonunda üstüne yapışan ve onlara yem olan Joko’nun doğum gününü nasıl kutladığını görmek isterseniz, bence acele edin. Oyun Ankara ya da İstanbul’da, hatta her iki yerde de sahneden kaldırılabilir.


Hani çok istenen kız bazen evde kalırmış ya, öyle bir ihtimalden korkuyorum...
Gerek Ankara, gerekse İstanbul’da birer kez dünya gözüyle görsem, gam yemeyeceğim!


Mine G. Kırıkkanat
CUMHURİYET

Olmaz deme! Olmaz olmaz - ALİ SİRMEN

Geçen gün gazetede Erol Manisalı Hoca ile karşılaştım. Biraz sohbet ettik, hepimizi aydınlatan yazılarında ileri sürdüğü görüşler konusunda sorular sordum. Veda ederken kendimi tutamadım: - Hocam iyi ki “Manisalı”sınız? - “O ne demek” diye sordu. - Ya “Kütahyalı” olsaydınız, dedim. Sonra pişman oldum. Bir kişiden dolayı genelleme yapmak haksızlıktı. Aradan birkaç gün geçti, Kütahyalıların, kendi oylarıyla seçtikleri kendilerini temsil eden kişiler onların adlarını haksız yere bir ayıba karıştırdılar. Kütahya Belediyesi’nin evlenmekte olan çiftlere dağıttığı bir kitapta, kadını aşağılayan, onu hayvan, hatta mal gibi gören görüşlerin sözcülüğünün yapılması olayı bir süre sonra bomba gibi patlayacaktı. TBMM Genel Kurulu’na yansıyan konu ve kitapla ilgili ayrıntıları, cumartesi günkü gazetelerde bulabileceğiniz için, burada detaylar üzerinde durmayacağım.
                                                                                  
                                                                                ***
Olay münferit bir görevlinin kişisel inisiyatifinin ürünü olarak görülemez ve bütün bir kitleye mal edilemeyeceği söylenemez. Belirli çevrelerde yaygınlaşan, oyla desteklenen başkalarına da zorla dayatılan bir zihniyetin ürünüdür bu davranış. Yani girişim münferit bir olay değil, bütün bir kenti temsil eden bir makamın yerleşik zihniyetidir. Kütahyalıların olaya tepki koyarak utanca ortak olmayacaklarına inanıyorum. “21. yüzyılda, kadını mal gibi gören, çalışmasının yasaklanmasını öğütleyen, hangi hallerde kocası tarafından dövülebileceğini anlatan bir kitap temsili niteliği olan bir kamu kuruluşu tarafından dağıtılabilir mi” demeyin. Burası Türkiye. Burada olmaz olmaz. Burada her şey olur, hem de bal gibi olur. Artık ülkemizde bütün değerler yalama olmuş, bütün kavramlar, içleri boşaltılarak anlamsızlaştırılmıştır. Artık burada olmaz olmaz. Örneğin, bir grup fotoğrafında, sonradan terör örgütü lideri ilan edilecek olan bir cemaat liderinin yanında fotoğraf çektirirken, sağında durmak ve ceketinin iki düğmesini birden iliklemek bile suçu işlediği konusunda kuvvetli emare olarak kabul edilebilir. Olur mu demeyin! Bal gibi olur! Zaten oluyor da. Örneğin bu ülkede, terör ile mücadele gerekçesiyle ilkokul öğrencilerinin eline, kendilerine hukuka ve insana saygıyı öğretmekle yükümlü öğretmenleri tarafından darağacı ilmeği tutuşturulabilir ve buna karşı resmi makamların kılı bile kıpırdamaz.
                                                                                 ***

Artık, bu ülkede eleştiri veya analiz yazıları yüzünden devlet büyüklerine hakaretten mahkûm olmak veya bu suçtan yargılanmak için herhangi bir kanıta ve delile de gerek duyulmamakta veya her şey delil ve kanaat olabilmekte, deliller de illiyet rabıtası da aranmamaktadır. “Allah beterinden saklasın!” diyenlere “bunun daha beteri ne olabilir ki” demeden önce iyice bir düşünün! Bundan beteri de olabilir. Örneğin, 2010 yılında ölmüş olan İlhan Selçuk hakkında, ölerek yargıdan kaçmak suçundan dolayı dava açılabilir. Bunu sağlayacak bir yasa olmasa bile, yasalar bu yönde yorumlanabilir veya kanun hükmünde bir kararname ile böyle bir hüküm tesis edilebilir. Başka bir adım daha atılabilir ve insanların niyetleri okunabilir. Örneğin yüzü, yürüyüşü veya davranışı beğenilmeyen birisi hakkında, devlet büyüklerine hakaretten açılan davada sanığın bu şekilde yorumlanacak bir sözü veya yazısı olmamasını ileri sürmesi karşısında, kendisine “bir an için düşünmediğin ne malum, aklından böyle bir şey geçirmediğini ispatla bakalım!” denebilir. Tüm Türkiye halkına yönelik olduğu son saldırıyla bir kez daha ortaya çıkan terörün çılgın ve hain girişimleri de bu oluşumları yoğunlaştırma, ülkeyi demokrasiden iyice uzaklaştırma amacına yöneliktir. Şiddet ve nefretle kınadığımız terörün bu yönünü iyi değerlendirmeliyiz.


Ali Sirmen
CUMHURİYET

17 Aralık 2016 Cumartesi

2017’ye doğru - AYDEMİR GÜLER

Solun 12 Eylül’den çıkış yolu ararken aslında 1970’lerin ikinci yarısında bir kez daha çekildiği demokrasi mevzisini eksen alması şaşırtıcı olmadı. O zaman faşizme karşı direnmenin bir kesimi sürüklediği çizgi radikal demokratlıktı. Mücadele araçları ve söylem boyutundaki radikallik sosyalist devrim perspektifiyle buluşmadığında içi son derece kof bir devrimcilik türemişti. Araçlar ve söylemde biçimsel radikallik yerine daha ağırbaşlı, işçi sınıfı merkezli ve politik kalitesi daha yüksek bir geleneksel sol da vardı. Her ikisi CHP’ye fit oldular. CHP tipi bir demokratikleşme faşizmi geriletecekti veya işçi sınıfı partisinin desteğinde bir şeyler değişecekti. Nerden baksan “demokratik devrim.” Bu adıma solun önderlik edeceği çok söyleniyordu ama kimsenin inanmadığı belliydi.
12 Eylül dumanı dağılırken solun cephaneliği buydu. Sosyalizmi düşünemeyen bu solu işçi sınıfının Bahar eylemleri, kamu emekçilerinin örgütlenme harekâtı ve Kürt özgürlükçülüğünün çekiştirmesi kurtaramazdı. Tersine Bahar eylemleri solu daha da ekonomistleştirdi. Kamu emekçileri hareketi sendikal alanın içinde daha dar bir sol alan tutma stratejisini her şeyin önüne geçirdi ve solu daha da sendikalistleştirdi. Kürt hareketinin dayanışma çağrısı ise solu aşağılık kompleksine itti.
Üstüne komünizmin yıkıldığı yolundaki anonslar eklendi ve bir yanı ekonomist bir yanı Kürtçü bir sol şekillendi. Sosyalizmin zamanı değildi ve oysa kendine ait bir hedefi olmamak siyasette kişiliksizleşmekten başka sonuç vermezdi ki…


Sol başka akım ve örgütlere eklemlenmeye çalışan bir kişiliksizlikle tanınmaz hale geldi. Sol topluma, emekçi kitlelere belirgin bir fotoğraf veremiyordu artık. Ulusalcılık, Kürtçülük, sosyal-demokrasi kuyrukçuluğu, elveda proletaryacılık karşısında utangaçlık, ayakları havada türlü çeşit sol-liberal akıl dağınıklığı ne söyleyebilirdi ki, çok sık aralıklarla arayışa yönelen halkımıza?
Likidasyonun esaslısı böyle olur. Türkiye’de şu veya bu partinin, örgütün likide olmasıyla değil, asıl solun tanımsız hale gelmesi biçiminde bir likidasyon 1980-2000 dönemine damga vurmuştur.
Bu derin ve yaygın sorunun özü örgütsel değil ideolojik ve politiktir. Ancak çözümün anahtarı örgütseldir. Yalnızca örgütlü bir yürüyüşle, örgütsel bir birikimin büyütülmesi sayesinde ideolojik ve politik kimliği geri kazanmak mümkün olabilirdi.

1960’lı ve 70’li yıllar solun altın yıllarıysa sonraki yirmi yıl çürümedir. Elbette çürümeye giden paslanma altın yıllarda başlamıştı.

Tersi de doğrudur. Gelenek hareketi 80’lerde şekillenmeye başlamış, 90’larda partileşmiştir. İdeolojik ve politik kimliğin yeniden kuruluşunun öznesi etkisini 2000’li yıllarda hissettirmiştir. Bugünden bakıldığında SİP’in TKP adını aldığı 2001 sonları bu anlama oturur.

Solda Türk ve Kürt milliyetçiliğini, liberalizmi, her türden aşağılık kompleksini, zamanı hovardaca harcayan toy radikalliği baskı altına alan bir yükselişin mutlaka bir öznesi olmalıdır. Siyasette böylesi bir bataklık ideolojik-politik eleştiriyle kurutulamaz. Eleştirinin örgütlü bir gücün eylemi olması gerekir. Konumuz solsa, ki öyledir, bu örgütlü gücün işçi sınıfı partisi niteliği tarihsel bir konumlanış ve iddia olmanın yanı sıra güncel, organik, görünür bir veri olmalıdır.

Şimdi İslamcı faşizm altında, solun daha önce beyhude eklemlenmeye çalıştığı her tür dışsal akım kokuşurken, denenmesi ve yapılması gereken bellidir. Örgütlü güce dayanacaksınız. Örgütlü gücün sınıf temsiliyetini gerçek hale getireceksiniz. Bütün sapmaları kuvvetli bir ideolojik baskı altına alacaksınız. Ve solu sömürü düzenine, onun politik iktidarına karşı politik bir cepheye yerleştireceksiniz.

Rastlantı bu ya, solun tarihinde kabaca yirmi yıllık periyotlardan söz edebiliyoruz. 21. yüzyılın, artık sonu görünmeye başlayan ilk yirmi yılını kazanma şansımız hâlâ var.

Daha doğrusu, zorundayız.

AYDEMİR GÜLER
SOL

Üç şehir: Selanik, Tiflis, Halep - ORHAN GÖKDEMİR

Halep, Selanik, Tiflis… “Küçük Asya”nın üç ayrı köşesinde yer alan üç ayrı şehir. Serhat Öztürk’ün şahane üç ayrı monografisinin de başlığı aynı zamanda. Sanırım okuduğum ilk kitabı “Halep”ti. Öztürk, şehrin arka sokaklarını dolaşmış, salaş meyhanelerinde konaklamış, şehri oluşturan ana materyal olan taşa dokunmayı başarmıştı. Medine-i münevvereydi Halep, aydınlanmış bir şehirdi. Çölde vahaydı. Şam ile birlikte düşündüğümüzde Arap kültürünün çıkış noktasıydı, kalbiydi. Bakmayın siz Körfez’deki bol yağlı Bedevi ışıltısına, Arap demek “Asuriye” demektir…
Bu üç şehirden Selanik bana en tanıdık geleniydi. Öncelikle daha “batı”mızda. Cumhuriyetin kurucusunun doğduğu şehir. Bir Osmanlı kenti evet ama aynı zamanda bir Yahudi ve Helen kenti

Selanik. Minyatür İzmir.
Selanik’i gördüm. Hızlı, tabana kuvvet bir şehir turu; akşam bizim Çiçek Pasajını andıran bir sokakta akşam yemeği. Uzo çok tatlıydı, “rakı var mı” dedik. Barbayani getirdi garson. Girit üzümlerinden imal edilmiş Barbayani. Evet, rakı işte bu! Ertesi gün Beyaz Kule civarında dolaştık. İzmir esintisi her yerde. Ama sanırım İzmir’den daha huzurlu bir şehir Selanik. Koşuşturma yok, telaş yok, hüzün yok. Sanki hiç savaş görmemiş, hiç sürgün yaşamamış, hiç acı çekmemiş gibi görünüyor nedense? Oysa Yahudi izi silinmiş şehirde. Mezarlıkları yıkılmış. Yıkılan o mezarlığın üstünde üniversite binaları yükseliyor şimdi. 1917’de Yahudi mahallelerini yakıp kül eden büyük bir yangın yaşamıştı şehir. 1922’deki Rum ve Ermeni mahallelerini silip süpüren Büyük İzmir Yangını da Selanik’teki o yangının kıvılcımıyla ateşlendi. Dedim ya İzmir esintili bir şehir Selanik!

                                                                               xxx
 Tiflis… 
Batum’u duyuyorduk ama doğrusu yazarın kıyıdaki bu şehir dururken Kafkaslara doğru bakan bu karasal şehri yazmayı tercih etmesi şaşırtmıştı beni. Sonra anladım, Gürcistan aslında Tiflis demek.
Tiflis, üç şehirden bize en uzak olanı. Trabzon’dan başlayan uzun bir yolculuktan sonra şehrin kıyısından içeri doğru süzülene kadar böyle düşünüyordum. Daha gün geceye devrilmeden kendimi yıllar sonra terk ettiğim şehrime dönmüş gibi hissettim. Selanik güzel. Halep’i göremedim. Tiflis… Ben Tiflis’e aitim…
Tiflis’te Selanik’ten daha uzun kaldım. Pek çok sokağını arşınladım. Tarihi şehri baştanbaşa yürüdüm. Rustavali Caddesi üzerindeki hemen bütün binaların önünde durdum. Ve bir zamanlar Asya ile Avrupa arasındaki sınır olarak kabul gören büyüleyici Kura nehrini izledim üzerine düşen akşam ışıklarıyla. Bir Sovyet şehrinden söz ediyoruz. Stalin’in sokaklarında dolaştığı bir şehir. Kamo’nun şehri. Büyük banka soygununu şehrin ortasındaki Erivan Meydanında yapmıştı Kamo. Şimdiki adı Özgürlük Meydanı. Sovyet döneminde Lenin Meydanıymış. Stalin’in mezun olduğu lise meydana açılan caddenin üzerinde. Lenin meydanını boydan boya geçip, Kamo’yu anarak, Stalin’in mezun olduğu “imam hatip lisesi”ne doğru yürürken insan biraz tuhaf hissediyor kendini!
İçmeyi, yemeyi bilen bir şehir Tiflis. Erkek erkeğe evet ama törenle içiyor Gürcüler. “Tamada” önderliğinde “çaça” ile yapılan gizemli bir tören bu. Belki de bu yüzden ulusal kahramanları bir şair: Şota Rustaveli. Daha ne olsun? Sokakları şiir, sanat, hayat kokuyor Tiflis’in.

                                                                                   xxx

Suriye’yi düzleme operasyonu Halep’i görme planını imkânsız kıldı. Hâlbuki arkadaşım Musa Özuğurlu savaştan hemen önce Lazkiye’ye taşınmış, Şam’da iş bulmuştu kendine. Hediye Levent’i tanıdım onun sayesinde. Türkiye’ye her gelişlerinde Suriye üzerine uzun sohbetler yaptık. İkisi de Suriye’nin bu savaştan yenilerek çıkmayacağından emin görünüyordu.
Hüsnü Mahalli ile tanışıklığım onlardan daha eski. Doğrusu nasıl ve hangi vesileyle tanıştığımı hatırlamıyorum. Ama Suriye ile ilgili birinci el bilgileri hep ondan aldım. Neden sonra bir kitap yapmaya karar verdik birlikte. Halep büyük ölçüde cihatçıların eline geçmişti. Savaş Şam banliyölerinde sürüyordu ama Hüsnü de Suriye’nin yenilmeyeceğinden emindi. Ben sordum o anlattı. “Diren Suriye” koyduk kitabın adını. Bir temenni değildi bu, yakın gelecekte olacak olanın hissiydi. Suriye direndi, cihatçıları yendi. İki gündür Halep’te bir iki mahallede sıkışan cihatçı çetelerin kalıntıları şehirden tasfiye ediliyor. O çetelerle birlikte isteyen siviller de yeşil otobüslerle şehrin dışına taşınıyor. Çoğu ordu kontrolündeki bölgeyi tercih etti. Çeteler nereye? Belki İdlib’e. Ama kesin olarak bu savaşın müsebbiplerinden biri olan Türkiye’nin kucağına doğru. Körfez ülkeleri elini yıkayıp çekilir bu savaştan, biz elimizdeki kirle öyle ortalıkta kalı kalırız. Bu görünüyor.
Hüsnü’nün evini de tam bugünlerde bastılar. Suçlama hakaret… Bu suçlamayla evde ne bulmayı umabilir ki bir savcı? Tutuklayıp attılar içeri. Güya Suriye’ye demokrasi getireceklerdi. Bunu yapamadılar ama arada Türkiye’ye diktatörlük getirmeyi başardılar.

                                                                                   xxx

Cumhuriyet sırtını dönmüştü Halep’e. Sanki oradan esecek sıcak rüzgârlardan işkillenmiş gibiydi. Uzak durmak istiyordu Arap coğrafyasından. Ama belli ki Halep iki şehirden de daha yakın bize. Bir Arap şehri, bir Ermeni şehri. Musa, şehirdeki meyhane kültürünü de Ermenilerin taşıdığını anlatmıştı bir keresinde. İçki satan dükkânların çoğu da onlara aitti. Suriye istihbaratı zaman zaman bu dükkânları dolaşıyor, içki satıyor diye baskı yapılıp yapılmadığını kontrol ediyordu.
Laik bir ülkedir Suriye. Çoktan beri bizim yitirdiğimiz çok kıymetli bir şeye sahiptir. Emperyalizmin desteğindeki Selefi çetelerin bu ülkeye saldırmasının sebeplerinden biri de budur. Başarsalardı ülkeyi Müslüman Kardeşler’e teslim edecekler ve bu çetelere de birer derebeylik vereceklerdi. Bunun ne anlama geldiğini artık biliyoruz. Farklı mezhepten diye insanları boğazladılar, korkunç ortaçağ artığı düzenler kurdular. Kadınları alıp sattılar, modern köle pazarları ihdas edildi yeniden. Emperyalizmin kucağında, hırsızlığa, yağmaya, tecavüze, yalana dayalı Suudi Arabistancıklar baş gösterdi Suriye ve Irak topraklarında. Ve işte bu rezalete direndi Suriye halkı.

                                                                                 xxx

İHH Başkanı Halep’in “düştüğü” gün çıktığı bir TV kanalında şöyle yakınıyordu: "İslam dünyasını kurtaracak 4 aklın merkezlerinden Kahire gitti, Şam'ı neredeyse kaybettik, Bağdat perişan. Son olarak İstanbul kalıyor." İHH, sözde yardım kuruluşu. Gerçekte cihadın lojistik merkezi. Özgüvenlerinin patlama yaptığı tarihte bir sürü insanı bir gemide toplayıp Gazze’nin fethine çıktılar. İsrail ordusu işin göründüğü gibi olmadığını çok acı bir biçimde öğretti onlara. Yakın tarihte, açılan bir dava da İsrail’le yapılan gizli anlaşmaların gereği olarak kapatıldı, ölenler öldüğüyle kaldı. Hala Kahire, Bağdat, Şam ve İstanbul hattında bir “İslami” ağ kurmaya çalışıyorlar. Ama dediği gibi, İstanbul dışındaki bütün merkezler çöktü. Tarihin dersi, İstanbul da çöker, yakındır. Bu tuhaf karanlık havanın nedeni bu…

                                                                                   xxx

Selanik’i gördüm, Tiflis’i hissettim. Kapalı Halep kapısı uzun bir aradan sonra açılıyor. “Antakya Kapısı”ymış bize bakanı. Çünkü “düştü” Halep. Bu demek ki, taş, taşlaşmış bir inanca galebe çaldı. Bu demek ki Ermeni meyhaneciler yaşayacak, Halep’in arka sokaklarındaki salaş lokantalar açık kalacak. Bu demek ki, Halep bir “medine-i müneverriye” olarak “Asuriye”de ışıldamaya devam edecek.

Çok acı, çok dramatik şeyler oluyor coğrafyamızda. Denildiği gibi coğrafya kaderimizdir. Ama yeneriz biz bu kaderi, emperyalizmi ve uşaklarını kovarız coğrafyamızdan. Selanik’i, İstanbul’u, Tiflis’i, Şam’ı ve Halep’i birleştiririz yeniden. Kader’i keder olmaktan çıkarırız ve yepyeni bir dünya yaratırız bu topraklarda…

Bir şehir düştü veya bir şehir kurtuldu. Her ne ise… Belli ki üç şehrin en lezzetli rakısını Halep’te direnen Suriyelilerle birlikte içeceğiz. Şehrin ışıltısında, sarhoş olana dek!

Orhan Gökdemir
SOL

Rasputin’den Assange’a Rus ‘devlet aklı’ - Nilgün Cerrahoğlu

Rasputin’in ölümünün bugün tam 100. yılı oluyor. 
 
II. Nikola’nın ardındaki “karanlık güç” diye bilinen Rasputin’in ölümünden tamı tamına yüz yıl geçmiş. 
 
Beni öldürürlerse (çarlık amblemi) çift başlı kartalın bir kafası kesilmiş olacak, ardından Romanov hanedanı yok olacaktır!” kehanetiyle bilinen ünlü üfürükçünün ölümünün ardından sahiden “1917 Bolşevik Devrimi” patlak veriyor. Ve süreçte çar ailesi kurşuna diziliyor. 
 
Rasputin” denince aklıma hep St. Petersburg’da gördüğüm Yusupov Sarayı’nın gizemli bir odası gelir.
Mahzendeki bu odada zehirlendiği söylenen Rasputin’in “son yemeği”; balmumu müzesine dönüştürülen bir masa etrafında canlandırılmış.
Kristal sürahi ve kadehlerde sunulan “siyanürlü Madeira şarabı” ve “siyanürlü tatlıların” temsili örneklerinin sergilendiği masanın etrafına dört heykel konmuş…
Başköşede sakalları, beyaz Rus gömleğiyle Rasputin oturmakta…
Onu buraya tuzak kurarak getiren, çarın yakın çevresinden bir aristokrat ve asker üniformalı birkaç kişi odada temsil ediliyorlar. Biri siyanürü sağlayan ve ölüm raporunu verecek olan doktor, diğeri bir Duma üyesi ve bir de Nikola’nın ardından tahta geçmesi beklenen “müstakbel yeni çar adayı” görülüyor… 

Birinci perde
Rasputin’in cinayeti” “darbe” olarak planlanmış.
Üfürükçünün yok edilmesiyle çarın al aşağı edileceği varsayılmış. “Rus devrimi” tabii hiç hesapta yok. II. Nikola gidince yerine başka bir çar gelecek diye düşünülüyor.
Rasputin, çarlık başkenti “St. Petersburg satrancı”ndaki “vezir”.
Vezir” düşünce… “Şah” denicek. Yerine sonra başka bir “şah” konacak.
Bir üfürükçünün “güç satrancında” bu kadar önemli bir yer tutmasının sebebi; çarlık siyasetini gizemli rahibin yönetmesi.
Rasputin, çara akıl veriyor. “Savaşa gir” derse Rusya savaşa giriyor. “Çık” derse… çıkıyor.
Satranç”ın son evresinde Rasputin, çara, Almanya ile özel bir anlaşma yaparak I. Dünya Savaşı’ndan çıkmasını önermiş.
Bunun, savaş dengelerini aleyhlerinde değiştireceğini değerlendiren İngilizler sonra devreye giriyor.
Londra MI6’yı devreye sokup, muhalif Rus aristokratlarıyla birlikte “çar karşıtı bir darbe” sayılan “Rasputin cinayetini” planlıyor.
1917 Devrimi”nin “ilk perdesi” böyle açılıyor.
Rusya’da bu Rasputin hikâyesini dinlediğimde afallamıştım.
Koca Rus İmparatorluğu’nun kendisini bir Rus köylüsü din adamının kehanetlerine emanet etmesine şaşmıştım. Devlet aklının, masalsı öğeler içeren entrikalarla teslim alınmasına hayret etmiştim. 

Putin’in ‘satrancı’
Yüz yıl arayla günümüz “Rus devleti” ilişkilerine, şimdi gene entrikalar damga vuruyor.
Bu kez masal öğelerinin yerini, “kurgubilimvari” olaylar örgüsü almış durumda.
New York Times”da (NYT) Kremlin’in “ABD’deki son başkanlık seçimleri” ve “Amerikan demokrasisine” karşı açtığı siber savaşın önceki gün uzun bir dökümü vardı. İngilizce bilen okurlara bu iki sayfalık yazıyı (“Hacking the Democrats” 15 Aralık) okumalarını salık veririm. 
 
Bu kez Rasputin yok.
Ama geri planda postmodern zamanların “karanlık şahsiyetiJulian Assange var. “İpleri” o yönetiyor.
 
Assange’ın üstünde de onu yönlendiren ve uzaktan kumanda eden “yeni Rus çar”ı Putin görülüyor.
Rus devleti hesabına çalışan bilgisayar korsanları, Demokrat Parti bilgisayarlarından elde ettikleri bilgileri WikiLeaks’te yayımlıyorlar. 
 
Bu bilgilerle seçimleri koşullayıp, Trump’ın başkan seçilmesini sağlıyorlar.
Seçimlerde “şehir efsanesi” gibi ortalığa yayılan bu akıllara durgunluk veren “siber savaş öyküsü”nün ayrıntılarını NYT şimdi tüm detaylarıyla açıklıyor ve yaşananları bir yeni “Watergate skandalına” benzetiyor. 
 
Watergate’te rakip partilerden biri diğerini dinlerken, bu kez “yabancı bir güç” dışardan ABD’nin siyasi çarklarına giriyor. 
 
Yüzyıl önce dönemin süper gücü Britanya İmparatorluğu ajanları çarı oynatırken; günümüzün “çar”ı zamane süper gücüne tuzak kurmayı başarıyor. 
 
Rus İmparatorluğundan “Putin İmparatorluğuna” uzanan yolun en kısa öyküsü belki de bu.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Trumponomics ve sonrası... - ÖZLEM YÜZAK

ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın ekonomi politikaları hem dünya ekonomilerini ciddi şekilde etkilemeye hem de ABD’nin iş modelini kökten sarsmaya başladı. The Economist dergisi son sayısında ABD başkanı ile şirketler arasındaki ilişkileri düzenleyen kuralların yeniden yazılmaya başlandığını yazdı. 
 
Konuyu kapağına taşıyan dergi Trump’ın Apple’ın üretimini ABD’ye taşıması için ısrarcı davrandığı, Ford’a Lincoln spor araç üretimini Meksika’ya kaydırmaması için söylev çektiği; keza Boeing CEO’suna da kendisini korumacı politikalarından dolayı kamuoyu önünde eleştirdiği için kızdığı örneklerini verdi. Biliyorsunuz Trump seçim politikasının önemli bir bölümünü bunun üzerine kurmuştu. 
 
ABD’li şirketlere ülkede kalmaları için ellerinden gelen kolaylığı sağlayacaklarını belirterek, “Onlar için en uygun ortamı hazırlayacağız. Gitmekte ısrarlı olanlar ise bunun için ağır bir bedel ödeyecek” vurgusu yapmıştı. Belli ki yansımaları hemen kendini belli etmeye başladı.
Klima üreticisi Carrier, Indiana’daki tesislerini Meksika’ya kaydırmaktan vazgeçtiğini açıkladı. Şirket 1069 kişilik istihdamı ülkede tutması karşılığında eyaletten yıllık 7 milyon dolar vergi indirimi alacak. 
 
Tüm bunların iş dünyasından tepkiler gelmiyor değil. Şirketlerin ticaret özgürlüğü ilkesi kapsamında yatırımlarını istedikleri yerde yapma hakkı olduğu ve bu hakkını kullananların cezalandırılmasının serbest piyasaya aykırı olacağı ileri sürülüyor. Hatta “ABD’liler başkan seçti, CEO değil; her şirket patronunun Trump’ı arayıp yatırımlarını ABD’de tutmak için pazarlık yapacağı bir döneme mi giriliyor” soruları paylaşılıyor. Bu işin bir boyutu. 
 
Hiç kimse henüz Trump’ın ticaret politikalarının nasıl sonuçlar vereceğini öngöremiyor ancak dış rekabete ve karşılıklı uluslararası ticari anlaşmalara tepkiselliği küresel ekonominin taşlarını yerinden oynatacak mı? 
 
Neo-liberal politikaları ile tanınan The Economist zaten dünyada korumacı politikaların giderek arttığı bu sürecin, Trump’ın bu eğiliminin çok daha hızlanacağını ileri sürüyor. 

Peki ya ticaret savaşları?
Küresel ekonomide ülkeler öyle birbirine bağlı ki, bir politika değişikliği ticaret savaşlarında hızla yeni bir sayfa açabilir. Örneğin ABD’nin Çin çeliğine gümrük tarifelerini yükseltmesi, Çin’in konuyu Dünya Ticaret Örgütü’ne bile götürmeden derhal harekete geçerek Boeing ile yaptığı kontratı askıya almasına ya da Apple’ın tedarik zincirini bozmasına yol açabilir.
Tüm bu büyük kaymaların tek bir kaybedeni olur: Çalışanlar. Ve daha da genelinde toplum.
Dünyada gelir dağılımındaki eşitsizliğin alarm verici boyutlarda olmasını, artan işsizliği ve artan mülteci göçlerini göz önünde bulundurduğumuzda ve buna Birleşmiş Milletler ya da Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kurumların yetersizliğini eklediğimizde küresel ticaretin kurallarının değişmesi gerektiği apaçık ortada. Ama bunun ne salt neoliberalizm ne de salt korumacılıkla düzenlenebileceği de aşikâr.

Teknoloji devlerinin ücret savaşları
Mühendislik, veri bilimi, yapay zekâ ve dijital pazarlamada yetenekli beyinlere talep artması, dev teknoloji şirketlerinin, çalışanlarını rakiplerine kaptırmamak için sürdürdükleri savaşı da başka bir boyuta taşıdı. Artık şirketler çalışanlarına ödedikleri yüksek ücretler dışında içlerinde tahvil ve hisse senedi, kârdan pay gibi farklı mekanizmaların da olduğu paketleri devreye sokuyorlar.
Örneğin Google’ın ana şirketi Alphabet’in, geçen yıl brüt kârının beşte birini bu tarz paketlere ayırdığı belirtiliyor (yaklaşık 5.3 milyar dolar). Apple, Google ve Facebook gibi büyük devler ABD’de bu alanlardan yeni mezun olanların yaklaşık yüzde 30’unu kendi bünyelerine çekiyorlar. Büyük teknoloji şirketlerinin uyguladığı bu taktiğin Silikon Vadisi’ndeki eko sistemi de değiştireceği ileri sürülüyor. Örneğin yeni kurulan bir start-up’ın bu kadar yüksek ücret ve paketlerle baş edebilmesinin çok zor olacağı ve teknoloji alanında yeni tekellerin oluşacağı belirtiliyor.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Atatürk’ün adını silenlere mektup! - ARİF KIZILYALIN


Türk futbolu son yıllarda önemli bir tesis hamlesi yaşadı. Ne yalan söyleyelim, Gençlik Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç’ın, bu yenilenmede katkısı büyük. Birçok kent, modern seyir alanlarına kavuştu. Buraya kadar hiç kimsenin diyeceği bir şey olmamalı. 
 
Ne var ki kulüpler, yeni evlerine taşınırken eski statlarının isimlerini dozer kepçelerinin balyozları altında bıraktılar. Ve tesadüfe bakın ki bu statlardan çoğunun adı Atatürk’tü. Bursa, yeni stadına ‘Timsah Arena’ diyecek, Eskişehir, “Es-Es Arena”, Rize, önce Recep Tayyip Erdoğan, sonra Yeni Rize’de karar kılacaktı. Hepsini yazarsak liste uzar; gerek yok bu iç acıtıcı tabloyu dikte etmeye.
Elbette, birilerinin “Atatürk” adını anmaktan imtina ettiği Yeni Türkiye’de, “Vergi affı, kıyak gelir, isim hakkı” peşinde koşan kulüplerin, bu tür bir vefasızlığa gitmesi gayet doğal.
Gel gelelim, bu sarmalın içinde yer almayan kulüpler, kurumlar var. Gerçi, futbol pastasının büyük dilimi falan değiller, ama onurlu bir başkaldırışı gerçekleştiriyorlar. 
 
Kimler mi bunlar?
Avcılar halkı ve ‘Atatürkçü’ yerel yönetimi.
Bir süre önce Firuzköy’de 5 bin kapasiteli stat yaptılar. Eski stadın adı Avcılar Belediye Stadı’ydı. İlçe Meclis’i toplandı ve Belediye Başkanı Dr. Handan Toprak’ın önerisi gayrısız kabul edilip, “Avcılar Atatürk Stadı” ismi resmileşti. Gerçekten alkışlanacak bir durumdu.
Sırf Atatürk’ün isminin yeni stada verilmesi bile bir olay. Ne var ki olay içinde olay var bu işin perde arkasında. 
 
Geçen sene bu mevsimler Avcılar Belediye 15 Yaş Takımı, şampiyonluk maçına çıktı. Maçı 1-0 kazansalar şampiyonluklarını ilan edeceklerdi. Hakem de çekişmeli geçen maçta bir penaltıya hükmetti. Pozisyon griydi, hatta faule maruz kalan çocuk, “Penaltı değil hocam” diyordu. Karar değişmedi, topun başına Kadir geldi, vurdu ama nereye?
Taça... 
 
Şampiyonluk ertesi maça kalmış, riske de girilmişti. Ama Kadir örnek alınacak bir tavır sergilemişti. Ertesi hafta deplasmanda 4-1 kazandılar ve şampiyon oldular. İşte o maçta Kadir’in bu centilmenliğini öğrenen Belediye Başkanı Handan Toprak, genç futbolcuya konuyu sormaktan geri kalmadı, “Sen iyi çocuksun, kabul, ama nereden aklına geldi, atışı kullanmamak?” Kadir’in cevabı netti: “Minik takımdan beri sahaya stadımızın duvarındaki, ‘Ben sporcunun zeki, çevik aynı zamada ahlaklısını severim. M. Kemal Atatürk’ yazısının önünden geçip çıkıyoruz. Atatürk, hak yememizi ister miydi?” İşte o gün, Avcılar Belediye Stadı’nın adının Atatürk olması kararlaştırıldı. 
 
Eskişehirler, Kayseriler, Konyalar, Diyarbakırlar, Rizeler ve daha niceleri, şu Avcılar’ı örnek alsın diye yazıldı bu yazı. Ama biliyoruz paranın ‘milli değerlerden’ çok daha önde olduğunu! O yüzden, utanmanızı değilse de başlarınızı sessizce öne eğmenizi bekliyoruz!

Arif Kızılyalın
Cumhuriyet

16 Aralık 2016 Cuma

Aman, prezervatif nedir, çocuklar duymasın; gençler uyanmasın! - MİNE SÖĞÜT

RTÜK bir kanala, çocukların izleyebileceği bir saatte cinsel içerikli reklam yayımladı diye ceza kesmiş.
Reklam bir prezervatif reklamı.
Reklamda bir erkekle kadın aşkla birbirine yaklaşıyor;
Fonda da “Aşka incelik gerek. Türkiye’nin en incesi, dünyanın bir numaralı tercihi” deniyor.
RTÜK bu reklamın çocukların fiziksel, zihinsel veya ahlaki gelişimine zarar verdiğini düşünüyor.
Cinsel içerikli ürün tanıtımları, çocuklarda merak uyandırabilirmiş;
Küçük yaştakilere açıklanmasında bazı zorluklar yaşanabilirmiş;
Gençler için özendirici olabilirmiş.
Prezervatiften bahsediyoruz; yani önemli bir doğum kontrol yönteminden.
Çocukların bilmesinde hiçbir sakınca olmayan;
Gençlerin özenmesindeyse aksine fayda olan!
Bir bebeğin nasıl dünyaya geldiğini çocuklardan sonuna kadar saklamayı marifet sanıyorlar.
Gençlerin sevişme isteğini özenme olarak kodlayacak kadar karanlıklar.
Temel cinsel bilgilerin aslında ilkokuldan itibaren çocuğa bilimsel olarak verilmesinin cinsel istismarları önlemek açısından ne kadar önemli olduğuna asla kafası basmayan bir aklın ele geçirdiği bir ülke artık burası.
O yüzden çağdaşlığa dair ne varsa üzeri bir kalemde çiziliyor.
Yeni neslin hayatı korkularla ve yasaklarla, kapkara bir ülkeye biçimlendiriliyor.
Çocuklara, cinselliğin ne olduğunu erkenden öğrenmek mi daha çok zarar verir;
Yoksa idam istemenin ulvi bir şey olduğunu sanmayı öğrenmek mi?
Çocukların kafaları, kadınların nasıl yumurta, erkeklerin nasıl sperm ürettiklerini öğrendiklerinde mi daha çok karışır;
Yoksa tecavüze uğrayan küçük kızların tecavüzcüleriyle evlenebilmesinin önünü açan yasa teklifinin Meclis’te tartışıldığını öğrendiklerinde mi?
Bedenle, üremeyle ilgili temel bilgileri çocuklara erkenden veren bir eğitim sistemi mi onların hayatını karartır;
Yoksa akıllarını erkenden cehennem, zebani, günah, şeytan, cin bilgileriyle dolduran bir temel eğitim sistemi mi?
Bu soruların cevapları belli;
Ama o cevapların bundan böyle bu ülkede geçerliliği yok.
Mahalle baskısı baskı olmaktan çıktı, artık bir hukuk haline dönüştü.
Çocukların beyni sadece okulda değil sokakta, evde, her an her yerde tehlikeli bilgilerle yıkanıyor.
Cumhurbaşkanı’ndan öğretmenine kadar herkesin uluorta iştahla köpürttüğü şehadet reklamları, herhangi bir pedagojik denetimin alanına bile girmiyor.
Çocuklara, bir bebeğin anne karnında nasıl oluştuğunu anlatmaya utanan; bunu ayıp, günah, ahlaksızlık sanan yetişkinler;
İnanç uğruna kendi hayatını feda eden kişinin Allah katında nasıl ödüllendirileceğini en hamasi hikâyelerle hiç gocunmadan anlatıyorlar.
Bugün şehitlerini gözyaşları içinde gömenler;
Katillerin de bambaşka bir yerde bambaşka değerlerle şehit olarak gömüldüğünü fark edemeyecek kadar gerçeğe körler.
Çocuklarını cinsellikle ilgili bilgilerden köşe bucak sakınarak büyütenler;
Ve onlara din uğruna, vatan uğruna, inanç uğruna şehit olmayı bir marifetmiş gibi öğretenler;
Ve hayatı değil ölümü kutsamayı seçenler yüzünden;
Bu dünya daha uzun süre kendine gelemeyecek..
Ve çocuklar...
Hak ettikleri o “güzel” günleri daha uzun süre göremeyecek.

Mine Söğüt
Cumhuriyet

Seferberlik teröre statü demektir - TAYFUN ATAY

Seferberlik” dendiğinde bu topraklarda yaşayan insanların, tabii en çok yaşlı kuşakların zihninde canlanan hadise bellidir: “Düvel-i Muazzama” ile tutuşulmuş bir savaş…
Seferberlik”, Birinci Dünya Savaşı’na halk arasında verilen addır. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Almanya ve Avusturya- Macaristan’ın yanında Britanya, Fransa, Rusya, İtalya gibi dev devletlere karşı sürdürüp mağlubiyetle tamamladığı, kendisinin de sonu anlamına gelen savaş…
Seferberlik”le ilk akla gelen bu. Tıpkı “Memleketimden İnsan Manzaraları” başlangıcında Nâzım’ın “Haydarpaşa garında//1941 baharında” diyerek giriş yapıp takdim ettiği insanlardan birinin öyküsünde olduğu gibi:
“Merdivenlerin üstünde güneş
bir baş yeşil soğan
ve bir insan:
Ahmet Onbaşı.
Balkan Harbinde gitti
Seferberlikte gitti
Yunan Harbinde gitti.
‘Ha dayan hemşerim sonuna vardık’
sözü meşhurdur.”
 
***

Bu anlamda “Seferberlik”, yayılmacı (“irredantist”) arzularını bastıramamış bir yönetimin, Enver Paşa başta olmak üzere İttihat ve Terakki hükümetinin, hesapsız kitapsız bir maceraperestlikle halkı sürüklediği ve devletin ipini kendi elleriyle çektikleri bir felaketin adı. Büyük facia ve acılara yol açmış, yıkım ve parçalanmaya altyapı oluşturmuş…
Sonrasında güç-bela doğrulup ayağa kalkabilen toplum, büyük meşakkat ve fedakârlıkla ulus-devlet Cumhuriyet’e vücut verebilmiş. 

***

Cumhurbaşkanı’nın muhtarlar toplantısında yaptığı “Milli Seferberlik” çağrısı kimde ne etki ve heyecan yarattı bilemiyorum, ama bende ilk çağrıştırdığı bu seferberlik oldu.
Tabii Osmanlı’yla bağlantılı yaşanan o acı tarihsel deneyimde her ne olursa olsun bir devlet, başka devletlerle büyük ölçekli bir silahlı çatışmaya girmişti.
Şimdiki “Milli Seferberlik” ilanının nedeni ise terör…
Cumhurbaşkanı, ülke içinde en son yaşanan kanlı terör eylemi akabinde ve terör örgütlerine karşı yapıyor bu çağrıyı:
“Buradan tüm vatandaşlarıma sesleniyorum, Anayasa’mızın 104. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başı olarak PKK’sıyla, DEAŞ’ıyla, FETÖ’süyle, DHKPC’siyle ve tüm diğerleriyle, adı, söylemi, yöntemi ne olursa olsun, tüm terör örgütlerine karşı milli bir seferberlik ilan ediyorum.”
 
***

Dolayısıyla önceki iki yazımızda üzerinde durduğumuz hususlar burada da geçerli: Türkiye, terörle sanki bir devletle savaşıyormuşçasına “karşılıklılık” içerisinde eşitlikçi bir ilişki kuruyor.
Terör örgütlerini, onlar sanki devlet güçleri imiş gibi, kendisiyle denk bir konuma yerleştiriyor.
Milli seferberlik” çağrısı, bu bakımdan, istenenin, amaçlananın tam tersi yönde bir etkiyle teröre “statü” kazandırma işlevi görüyor.
Burada tekrar hatırlayalım Osmanlı’yı seferberlik ilanına götüren güçleri: İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya…
Ve şimdiki seferberlik ilanının muhataplarını: PKK, IŞİD, FETÖ, DHKP-C… 

***

Elbette Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla ilgili sorunlar hemen vurgulandı. Seferberlik kararının Meclis’in sorumluluk alanında olduğundan; dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nca yapılanın Anayasa’da tanımlanan şekliyle bir seferberlik çağrısı olmadığından; daha çok teröre karşı toplumsal dayanışmayı motive etme amacı taşıdığından dem vuruldu.
Ama yine de “devlet dili”nin daha tasarruflu, ölçülü ve dikkatli olması gerekmiyor mu?
Seferberlik”, bu kadar kolay ve rahat dolaşıma sokulacak bir tabir olabilir mi?..
Ve elbette yukarıdaki çağrışım üzerinden karşılaştırmaların ve karşılaştırmalarda farkları belirlemenin de ardı arkası kesilmiyor.
Söz gelimi Cihan Harbi seferberliğinde millet cepheye, elle tutulur, gözle görülür somutlukta karşılarında duran “düşman” devlet kuvvetleriyle çatışmaya çağrılmıştı.
Şimdiki seferberlik çağrısına sebep teşkil eden eylemleri yapanların öyle gözle görülür, elle tutulur yanları yok. Aksine tespit edilebilmelerinin zorluğundan dolayı korkunç katliamlara en beklenmedik anda yol açıyorlar.
Böyle olduğu içindir ki bu seferberlikte halk cepheye savaşmaya değil, emniyete “ihbar”a çağrılıyor. Tekrar kulak verelim Cumhurbaşkanı’na:
“Her kim bu örgütlerin çalışmalarıyla, elemanlarıyla ilgili bir şey görürse, bilgi sahibi olursa hemen güvenlik güçlerimize bilgi vermelidir. Muhtarlarımıza birinci derecede görev düşüyor. Hangi evde kim var, kim yok; bunu Emniyet görevlilerine bildirmelisiniz.”
 
***

Dolayısıyla “düşman” kendi içimizde sayılarak bulunması yolunda neredeyse konu-komşu, eş-dost, hısım-akraba birbirini kollar vaziyet almaya yönlendiriliyor.
Etnik, dinsel, yaşam-biçimsel farklılık içinde olanların birbirinden işkillenir hale gelmesinin de önü açılıyor.
Birbirine öyle ya da böyle husumet duyanların karşılıklı “ispiyon”larına da zemin hazırlanıyor.
Tam da terörün arzu edeceği şekilde birbirimizle kutuplaşmanın ötesinde birbirimizin kuyusunu kazacak bir yola sürükleniyoruz.
Yine Nâzım’ı ve bu defa şu dizeleri hatırlatan yola:
“Kendi kendimizle yarışmaktayız Gülüm
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz
Ya da dünyamıza inecek ölüm…”



Tayfun Atay
CUMHURİYET

Örtülü ödenek kaç asgari ücret eder? - ÇİĞDEM TOKER


Asgari ücret görüşmeleri sürüyor. 

2017 yılı için yapılacak artış, 6.5 milyon kişiyi doğrudan; 30 milyon kişiyi de dolaylı etkileyecek.
Türk-İş 1600, DİSK, 2000 TL’ye çıkarılmasını istiyor. İşveren kesimi ise halen 1300 TL olan asgari ücrette hiç artış yapılmasa, mutluluktan havalara uçabilir. 

***
Çalışanlar asgari ücret artışını bekleyedursun, kasım ayı bütçe rakamları açıklandı.
Örtülü ödenek kullanımında, ekim ayına göre iki kata yakın artış görülüyor: 228 milyon 238 bin TL.
Cumhurbaşkanı’nın Mart 2015’ten beri Başbakan ile ortak kullandığı örtülü ödenek harcaması ekim ayında 119 milyon TL idi.
“Eksi 3 bin TL” olarak kayıtlara geçen ve izahı yapılmayan o garip eylül ayı verisi hariç tutulacak olursa, bütçede “gizli hizmet gideri” olarak başlıklanan örtülü ödenekte, artış trendi sürüyor.
Yaklaşık dört yıldır hız kesmeyen artış oran ve tutarlarının, belirli alanlara neredeyse maaş gibi düzenli ödeme yapıldığı olasılığını akla getirmemesi ise imkânsız.
Bir kez daha hatırlatalım ki, örtülü ödeneğin harcandığı alanları açık kaynaklardan bilme şansımız yok. Harcama alanları gizli tutulduğu gibi denetime de kapalı. 

***
Ne var ki, yasal gizlilik koruması ve denetim dışılığı, bu bütçe kalemindeki harcama büyüklüğünü unutturmamalı.
Konuyu gündem dışına savuracak sayısız ağır gelişme, terör saldırısı, hukuk ihlalleri, çatışma ve trajedi yaşansa bile. Örtülü ödenek grafiğinde durmaksızın yukarıya tırmanan o ok ile hukuk devleti olma vasfını kaybetme çizgisi arasında bir bağ olduğu kuşkusuz. (Bu yorumu iddialı bulan olursa, Avrupa ülkelerindeki örtülü ödenek uygulamalarına bakabilir. Bazılarında örtülü ödenek yok. Var olanlarda ise denetim ve hesabı açık.) 

***
Bütçedeki bu kalemi daha yoğun tartışmamızı gerektiren nedenler listesi; ekonomi daraldıkça, işsizlik arttıkça, milli gelir hesabına hormon katıldıkça uzuyor.
Örneğin geçen ay yapılan örtülü ödenek harcamasına, asgari ücret penceresinden bir bakalım: Cumhurbaşkanı ile Başbakan, bugünkü asgari ücret tutarı olan 1300 TL üzerinden hesaplandığında, 175 bin 567 kişinin bir aylık maaşına denk düşen bir parayı kullanmışlar.
Devam edelim: Şu anda bir asgari ücretlinin eline yılda 15 bin 600 TL geçiyor.
Kasımdaki örtülü ödenek harcamasıyla, 14 bin 630 işçinin, bir yıllık çalışmasının karşılığını ödemek mümkündü.


Ancak belli ki, bizi yöneten kadroların, işsizlik artışından çok daha ulvi, milli menfaatleri daha çok gözeten, Türkiye’yi aydınlık bir geleceğe taşıyan gerekçeleri vardı.
Neticede kasım ayı verileriyle birlikte, 11 aylık harcamalar da ortaya çıktı. Gizli hizmet giderlerinde, Ocak-Kasım dönemi yapılan kullanım miktarı 1 milyar 457 milyon 31 bin TL’ye ulaştı. Bu da 1 milyon 120 bin 793 kişinin birer aylık asgari ücretine karşılık geliyor. İşsizlik oranının yüzde 11.3’e yükseldiği bir ekonomide, 1 milyonun üzerinde vatandaşın asgari ücret tutarını aşan bütçe kaynağının “örtülü” kullanılmasını yeniden tartışmalıyız.


ÇiğdemToker
Cumhuriyet

15 Aralık 2016 Perşembe

Halep’te Suriye halkına bir kez daha yenildiler - İLKER BELEK

Suriye’de olaylar 2011 Mart ayında başladı.

Arap Baharı denilen ve Aralık 2010’da Tunus’ta tetiği çekilen emperyalist müdahalenin devamıydı.
Yanlış: Arap Baharı’nın miladı 2002’de Türkiye’de AKP’nin iktidara oturtulmasıydı.
Amaç bölgemizdeki Sovyetik kalıntıların temizlenmesiydi. Söz konusu olan bahar değil kap kara bir kışın başlangıcıydı. İslam coğrafyasına bu Amerikancı operasyonu sokan AKP’ydi.
Öncesinde Suriye’nin sorunları yok muydu ? Şüphesiz ki vardı. Hem de fazlasıyla. Esad bilinçli olarak uzun süredir Suriye ekonomisini liberalize ediyordu.
Ancak Suriye 1990 sonrasında bölgemizin en aydınlanmacı, her çeşit etnik ve dini kimliğin kendisini hemen tamamen serbestçe ifade edebildiği ülkesiydi. Buraya kaos ancak dışarıdan taşınabilirdi. Öyle yaptılar, Türkiye’yi dünyanın dört bir yanından getirdikleri cihatçıların ve özellikle Libya’dan soktukları silahların otobanı olarak kullandılar.

                                                                                   ****

Halep için artık kurtuldu diyebiliriz. Bu gelişme Suriye’nin kurtuluşu bakımından kritik bir virajdır.
Bizdeki gericilerin ve Avrupa hükümetlerinin bu gelişmeyi yasla karşılıyor olmalarının nedeni, Arap Baharı dedikleri operasyonun sınırının Suriye’de çizilmiş olmasındandır. Bölgemizi tamamen karartmayı başaramadılar, Suriye’den bir aydınlık huzmesi güçlenerek dışarılara uzanıyor.

                                                                                    ****

Suriye işgalinin kaderini belirleyen unsur halkın direnci ve Esad’ın halkla bütünleşmiş karakteridir.
Hiç şüphesiz Rusya’nın Esad’a verdiği destek olayların gelişimi bakımından belirleyici olmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki emperyalizmin müdahalesi ile Rusya’nın sahneye girişi arasında neredeyse dört yıl vardır. O dört yıl boyunca Suriye halkı tek başına mücadele etmiştir ve Rusya’nın aldığı kararda da bu direnç belirleyici olmuştur.
Rusya emperyalistleşme yolunda olan bir ülkedir. Kendi hegemonya alanlarını oluşturma derdindedir. Suriye üzerinde de hegemonik etkisinin olacağı açıktır. Böyle olsa bile Suriye halkının, böyle bir dönemde, bu çaplı bir emperyalist müdahaleyi geri püskürtmüş olması bütün halklar açısından önemli bir kazanımdır.

                                                                                   ****

Suriye’de yenilen emperyalizmdir, ancak yenilenlerin içinde esas yenilen AKP’dir. Bizdeki iktidar bloğu mezhebi planlarla Suriye’ye müdahale etmiş, cihatçılara her tür desteği vermiştir.
Amaçları Esad’ın devrilmesi ve Suriye’de Selefi bir rejimin yaratılması ya da en azından üzerinde hakimiyet kurabilecekleri cihatçıların kontrolündeki bir bölgenin kopartılmasıdır.
Savaş daha uzun süre devam edecektir. ABD de, AKP de bütün cihatçı yapıları desteklemeyi sürdürecektir. Ancak, Halep’in kurtarılması AKP’nin yukarıda andığımız heveslerini hemen tamamen boşa çıkaran son gelişme olmuştur.
Halep cihatçıların işgali altındaydı, gericilerin Halep’i 100 yıllık Türk toprağı olarak nitelemeleri de, şimdi Halep’te katliam yapıldığını çığırmaları da yalandır, provokasyondur.
Suriye kendi topraklarını kurtarmak için haklı bir savaş vermektedir. Üstelik son birkaç ay boyunca Halep’teki sivil kayıplarının önlenmesi için Esad pek çok kez ateşkes ilan etmiş ve cihatçılara da silahlarıyla birlikte kenti terk etme şansı tanımış, ancak bu çağrıların tamamına savaşla karşılık verilmiştir.

                                                                             ****

Akkuyu nükleer santralinde işlerin yoluna koyulması ve Türk Akımı projesi, Putin’in Erdoğan’ın özrünü kabul etmesinin nedenleri ise; kaydedilmesi gereken bir diğer çok önemli neden de, AKP’nin cihatçılara verdiği desteğin kesilmesi planıdır. AKP’ye Cerablus’a kadar inme şansının tanınmış olması da aynı stratejinin gereğidir. Rusya cihatçı güçlerin bir kısmının Fırat Kalkanı operasyonu için AKP güdümlü ÖSO’ya katılmalarını sağlayarak Halep operasyonunda Esad’ın elini rahatlatmıştır.
Putin son iki aydır özenle AKP’yi cihatçılara verdiği desteği kesmek konusunda kuşatmaktadır. Erdoğan ile haftada birkaç sefer yapılan telefon görüşmelerinin nedeni de budur.

Halep kurtuluyor ve Halep halkı yaklaşık dört yıl sonra ilk kez rahat bir nefes alıyor. Halep’teki cihatçılar AKP’nin gözetiminde İdlib’e aktarılıyor. Putin ve Esad ise bundan sonraki hamle olarak İdlib’i gözlerine kestiriyorlar. AKP sıkışıyor, içerideki şiddetinin nedeni bundandır, çözümsüzdür.

İLKER BELEK / SOL

Bir üniversitenin ticarethaneye dönüşü: Ege Üniversitesi örneği! - AHMET ÇINAR




Ege Üniversitesinde epeyce arkadaşım var. Dostlarım. Yoldaşlarım.

Bir kamu üniversitesine devam ettiklerini, akademide eğitim gördüklerini, bilim yolunda ilerlediklerini zannediyor olabilirler: İyi niyetlerinden zerre kuşkum yok. Ancak ben bugün size bir akademinin adım adım nasıl ticarethaneye dönüştürüldüğünü, para babalarına nasıl peşkeş çekildiğini, bunun için nasıl düzenekler kurulduğunu, patronların üniversiteye nasıl çöreklendiğini anlatmaya çalışacağım.

Durup dururken bu konu nerden çıktı diyebilirsiniz?

Bu yazının sorumlusu, geçen hafta rastladığım bir haber. Adını daha önce çeşitli vesilelerle duyduğum Ege Üniversitesini Güçlendirme Vakfı, meğer patronlarla beraber değişik sektörlerde iş yapan devasa bir ticari kuruluşa dönüşmüş. "Dönüşmüş" değil, aslında bunun için kurulmuş. Üniversitenin olanaklarıyla, üniversitenin adını kullanarak…

Tane tane anlatalım…

Bundan 25 yıl önce… 1991’de… Özelleştirmenin faziletlerinin anlat anlat bitirilemediği, memleketteki kamu yatırımlarının “Devlet pijama üretmez” sloganıyla para babalarına devredildiği, halkın kolektif varlıklarının üç-beş patrona adeta hibe edildiği yıllar… İşte tam o sıralarda Ege Üniversitesi de, piyasanın doymak bilmez vahşi iştahına teslim ediliyor.
Ege Üniversitesini Güçlendirme Vakfı kuruluyor. Ne kadar masum, ne kadar ulvi, kulağa ne kadar hoş gelen bir isim değil mi? Üniversiteyi bilimsel eğitim ve üretim yolunda ilerletecek bir kamu hizmetiyle karşılaşacağınızı zannediyorsanız yanılıyorsunuz.

Ege Üniversitesini Güçlendirme Vakfı’nın ortağı olduğu üç şirket kuruluyor: Ünipa AŞ, Üntaş ve Üneğit AŞ…

Bu şirketler bilgi işlemcilikten kantinciliğe, otoparkçılıktan hasta yakınlarına kolonya ve tuvalet kağıdı satıcılığına, medikal malzemecilikten özel okul işletmeciliğine kadar pek çok sektörde at koşturan şirketler…

Tüm bu şirketlerin çatısı, Ege Üniversitesini Güçlendirme Vakfı! Vakfın yönetiminde dekanlar, öğretim üyeleri, patronlar el ele…

Şimdilerde bu vakıf, Ege Üniversitesi Güçlendirme Vakfı Okulları adı altında özel anaokulu, özel ilkokul, özel ortaokul ve özel liseler açıyor. İzmir’den İstanbul’a, Ankara’dan Urfa’ya, Denizli’den Antep’e kadar 24 ayrı yerleşim noktasına kampüs açacak kadar işleri büyütmüş bir ticarethaneyle karşı karşıyayız.


Kentin caddelerindeki devasa ilan panolarında “Ege Üniversitesi GV Okulları” diye, “Güçlendirme Vakfı” vurgusunu gizleyip “Ege Üniversitesi” adı ve "marka"sını öne çıkararak duyuruluyor bu ticarethaneler.

Ege Üniversitesi GV Okulları’nın “çözüm” ortağı da, ülkemizde “eğitimin ticarileştirilmesi” hamlesinin kompetanlarından, en eski isimlerinden Bilfen Okulları’nın patronları.
Ege Üniversitesi GV Okulları adlı ticari kuruluşun CEO’luğuna, Bilfen Okulları adlı ticari kuruluşun eski genel müdürü transfer edilmiş… Bilfen’den hooop Ege Üniversitesi GV Okullarına dev transfer… Adamın “Eğitim Sektöründe Marketing” diye kitabı bile var… Şebeke tıkır tıkır!
"Ege Üniversitesi ile Bilfen arasında ne var" diyebilirsiniz... Ne olacak, fiili bir ortaklık var.


Geçen Haziran ayında bu konuyu gündeme getirmiş, bilimsel araştırma ve uygulamalar yapılması amacıyla yıllar önce kamulaştırılarak üniversiteye verilen arazilerden oluşan Ege Üniversitesi yerleşkesinin Bilfen adlı şirkete nasıl teslim edildiğini anlatmıştım. Ege Üniversitesi yönetiminin, söz konusu arazileri Bilfen'e hangi ihale süreçleriyle, ne koşullarda ve kaç liraya verdiğini ise "ticari sır" gerekçesiyle açıklamıyor! Dedim ya: Şebeke şıkır şıkır!


Bir önceki Rektör Candeğer Yılmaz tarafından hazırlanıp pişirilen “alış ve veriş”, yeni Rektör Cüneyt Hoşcoşkun tarafından tamama erdirilmiş. Biliyorsunuz yeni Rektör Hoşcoşkun, Tayyip Erdoğan’ın kurucusu olduğu Birlik Vakfı’nın İzmir Şube Başkanı aynı zamanda. Dedim ya: Şebeke fıkır fıkır! 
Nazar etmeyin ne olur, çalışın sizin de olur! Siz de “Ege Üniversitesi GV Okulları”ndan birine sahip olabilirsiniz… Nasıl mı? Çok kolay…

Ülkemizin dört bir yanına açılacak olan Ege Üniversitesi GV Okullarından birini de siz işletmek istiyorsanız, “sözleşmeye dayalı direkt bütünleşmiş bir pazarlama sistemi" olan Franchising (Frençayzing) yöntemiyle bunu yapabilirsiniz… Yeter ki paranız olsun! Yeter ki patron olun! Ege Üniversitesinde her kapı açılır size... Öğrencilerin gümrükten geçer gibi turnikeden geçtiği Ege Üniversitesinde patronlara "turkuvaz halı" serilir... Ege Üniversitesi GV Okulları, resmi web sayfasına bunun için form bile koymuş. “Okul yatırımı” sekmesi altında “Franchise Başvuru Formu” var! Köfteci ya da hamburgerci açar gibi Ege Üniversitesi adını/"marka"sını kullanıp "okul patronu" olabilecek parası olanlar!

Özel üniversiteler zaten bir ticarethane olarak kuruluyor. Kamu üniversiteleri de işte bu yöntem ve tezgahlarla ticarethaneleşiyor. Bilim, akademi, eğitim piyasanın, sermayenin, patronların kâr ve rant hırsına teslim ediliyor, terk ediliyor.
Yeter!
Ortada bir şarlatanlık olduğu kesin!
Ege Üniversitesi artık “piyasa odaklı” bir ticarethanedir!
Oysa üniversitenin sözlüklerde bile tanımı belli: Bilimsel özerkliğe, kamu tüzel kişiliğine sahip, yüksek düzeyde eğitim, öğretim, bilimsel araştırma ve yayın yapan kurum.
Ticaretin, paranın, alışverişin, çıkarların olduğu yerde bilimsel özerklik olur mu, kamuculuk olur mu, bilim olur mu!

Piyasa merkezli üniversite, üniversite değil ticarethanedir: Orada pazarlama, satış, marka değeri, kâr ve patronlar vardır! Patronların kârları vardır! Müşteri sayılan "öğrenci"ler vardır! Üniversiteyi, doğrudan bir sermaye alanı olarak tanımlayıp piyasanın içine çekmek vardır! Üniversiteyi sermaye ile bütünleştirmek, piyasacılığa açmak vardır!
Geçen Ekim ayında “Dinci siyasetin Ege Üniversitesine cami hayali gerçek oluyor” başlıklı bir haber yayınlamıştım.


Bugün anlattıklarım, “yerleşkeye cami” olayından bağımsız değil. Piyasacılık ile siyasal dincilik bir bütünün iki yüzü. Birbirini tamamlayan iki siyasal yönelim.
Nasıl ki İzmir’in bir başka “kamu” üniversitesi olan Dokuz Eylül’de duayla göreve başlayıp genel sekreterliğe din dersi öğretmeni atayan Rektör, okulun açılış dersine bir bankanın CEO’sunu davet ediyorsa; Ege Üniversitesinde de bir yandan cami yapılır, diğer yandan üniversite patronlara teslim edilir…
Oysa ki, imam ile patronun vesayeti akademiyi akademi olmaktan çıkarır. Din ile paranın hükümranlığı üniversiteyi üniversite olmaktan çıkarır.


Hiç şaşırtıcı değil: Nerde bir piyasacılık varsa, kazıyın, altından dinci siyaset çıkar. Nerde bir siyasal dincilik ve gericilik varsa, kazıyın, altında piyasacılık çıkar.
Piyasacılık ile dinci gericilik aynı anda ve beraber saldırır. Dolayısıyla mücadele de ikisiyle birden ve aynı anda olmak zorundadır.

Ahmet Çınar/ SOL

ahmetcinar2000@hotmail.com
twitter.com/_ahmetcinar_

Umudu kesme yurdundan - ZEYNEP ORAL


Zülfü Livaneli Sempozyumu, yaşama tutunma günü oldu. Dün Tarabya Oteli’ndeydi. Sarıyer Belediyesi harika bir organizasyon düzenlemişti. “Barış ve Özgürlüğe adanmış bir yaşam: Livaneli”... Sempozyumun en ilginç yanı, barışın simgesi Kim Phuc’un aramızda bulunmasıydı. Kim Phuc, o ünlü fotoğraftaki küçük kız çocuğu. Hani Vietnam Savaşı’nda napalm bombasından ağlayarak ve haykırarak kaçan o minik kız çocuğu

İlkokul çocuklarına kin ve nefret aşılamak için idam ilmiği veren hasta ruhlu insanlarla; çocukları bombalardan korumak için canını veren kahraman insanlar arasında gidip geliyoruz. Kahrolduğumuz, lanetler okuduğumuz, birbirimize kenetlendiğimiz, umutsuzluğun en dibine gömüldüğümüz ama her gecenin sabahı olduğuna inancımızı bilediğimiz şu günlerde hepimiz yaşama tutunmaya çalışıyoruz. Zülfü Livaneli Sempozyumu, yaşama tutunma günü oldu. Dün Tarabya Oteli’ndeydi. Sarıyer Belediyesi harika bir organizasyon düzenlemişti. “Barış ve Özgürlüğe adanmış bir yaşam: Livaneli”... Farklı disiplinlerden konuşmacılar gün boyu sanatçının müzik, edebiyat alanlarındaki üretimini irdeliyor; dostluklar, anılar aracılığıyla onun kişiliğine ışık tutmaya çalışıyordu. Zülfü Livaneli’nin 50 yıllık sanat birikimi, her birimizin yaşamının bir parçasıydı. O hepimizin hayatına dokunmuştu.

Kim’in öyküsü: Affetmeyi öğrenmek

Sempozyumun en ilginç yanı, barışın simgesi Kim Phuc’un aramızda bulunmasıydı. Kim Phuc, o ünlü fotoğraftaki küçük kız çocuğu. Hani Vietnam Savaşı’nda napalm bombasından ağlayarak ve haykırarak kaçan o minik kız çocuğu. Bakmayın “Vietnam Savaşı simgesi” diye tanındığına, o bir barış simgesi bence. Çünkü affetmeyi, bağışlamayı öğrenmiş... Kim Phuc da Livaneli gibi UNESCO Barış Elçisi. Birlikte barış kültürünü yaymak için çalışmışlar. Arkadaşlar. Kim, sahnede bize kendi öyküsünü anlatırken etkilenmemek olanaksızdı. “Bedenin yaraları geçiyordu... Ama içimdeki yara, içimdeki öfke beni öldürüyordu...

” Evet, Vietnamlı doktorlar 17 ameliyat, çok özel bakımla onu kurtarmışlardı, yaşama döndürmüşlerdi. Ama içindeki yanıklar, içindeki öfke onu rahat bırakmıyordu... Hele onu okuldan, dersten alıp o toplantı bu toplantı “propaganda malzemesi” olarak kullanmaları yok muydu! Vietnam’da kalsaydı yaşamının sonuna dek propaganda malzemesi olacaktı. Savaşın simgesi olarak kalacaktı. Üniversiteye Havana’ya gitti. Orada iyileşmeye başladı. Ama yine de kendini “kafeste kuş gibi” hissediyordu. Orada eşini tanıdı. Orada Hıristiyan oldu. Ve bir yolculuk, bir havaalanı beklemesinde o an karar verip Kanada’ya iltica ettiler... O fotoğraf, üç yıl sonra Kanada’da da gelip onu bulacaktı. “Ama artık içimdeki yara da iyileşmeye başlamıştı... Öfkeyi yenmeyi öğrenmiştim. Affetmeyi öğrenmiştim. Çünkü özgürdüm...” Kim Phuc bunun kolay olmadığının bilincinde. Konuşmasının sonunda oradaki herkesten bir isteği vardı: “Birbirinize karşı daha cömert, daha yardımcı, daha şefkatli olun. Ve birbirinize sevgi gösterin...”

‘Faşist Türkiye’ nasıl ‘Yaşasın Türkiye’ oldu!

Nebil Özgentürk’ün “Zülfü Livaneli belgeseli”... Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç, Gazeteci Nazım Alpman’ın açış konuşmaları... Kim Phuc da dahil olmak üzere her konuşmacı yaşadığımız terör saldırısına değinecekti. Benim bir anım müzik, edebiyat, sinema, hem kişiliğiyle ilgiliydi, onu paylaştım: 12 Eylül faşist darbe günleri. Korsika’da Bastia kentinde “Akdeniz Sinema Şenliği”ndeyiz. Açılışı dev bir salonda Maria Farandouri – Zülfü Livaneli yapacak. Sahnede sunucunun “Ve Türkiye’den...” demesiyle: “La Turquie Fachiste! La Turquie Fachiste!” - İki bin kişi ayağa fırlamış “Faşist Türkiye!” diye tempo tutuyor. Burası Korsika! Milletin isyanı, başına vurmuş, direniş dendi mi gözleri kara. 12 Eylül hesabını oracıkta Zülfü’den ya da bizden sormaya kararlılar! Yanımda Abidin Dino, Arif Keskiner ve Atilla Dorsay var. Ne yapabilir ki şimdi Zülfü? Zülfü, elinde sazı, yüzünde gülümsemesi, çok sakin sahnenin ortasına geldi. Halkların değil, yönetimlerin faşizmine dair derli toplu bir konuşma yaptı... ve “Yaşasın halkların kardeşliği” diye bitirdi, bitirmesiyle şarkıya başlaması bir oldu! Birkaç şarkı sonra bütün salon ayakta “Yaşasın Türkiye” diye “Yaşa Zülfü!”, “Yaşa Maria” diye alkışlıyordu.

Müziğin yerelliği ve evrenselliği

İlk oturum müziğe ayrılmıştı: Alman müzisyen Henning Schmiedt aynı zamanda bir eğitimci. Livaneli’nin müziğini bilimsel nitelikleriyle ele alıp irdeledi; klaviyede verdiği örneklerle Batı ve Doğu arasında evrenselle yerel arasında nasıl bir sentez kurduğunu belgeledi. Müzik yazarı Murat Meriç ise bizleri tarih içinde tadına doyulmayan bir yolculuğa çıkardı. “Birçok şairi, birçok devrimcinin adını ben ondan öğrendim” diyerek, onun şarkılarıyla kendimizi, yakın ve uzak tarihimizi tanıdığımızı anlattı. Biz, bizi onunla öğreniyorduk. 70’lerin “Türkiye’den Devrim Şarkıları” tarihe düşülmüş bir nottu. Livaneli’nin edebiyatı üzerine konuşmalar başlarken ben bu yazıyı yazmak üzere sempozyumdan ayrılmak zorunda kaldım: Son söz Murat Meriç’ten: “Ne zaman umudu yitirsem onun şarkılarına sığınıyorum.” Zaten bu yazının başlığını da onun konuşmasından kaptım. “Umudunu kesme yurdundan”...

Zeynep Oral / CUMHURİYET

Her tarafı dökülüyor I-II - ERGİN YILDIZOĞLU


Türkiye’ye dışarıdan bakan bir gözlemci (yatırımcı ya da diplomat olabilir) ekonomide, siyasette, dış politikada yaşananlara ilişkin “her tarafı dökülüyor” demekten kendini alamaz. Zaten salı günü de Financial Times’da yazan bir fon yöneticisi, Türkiye’nin risk primlerinin daha da artması gerektiğini savunuyordu. 

Modelin sonu

Dışardan borç al, tüketimi besle, ekonomiyi büyüt” modeli artık bitti. Son beş yılda ekonominin prodüktivite artış oranının sıfırda süründüğüne işaret eden Daron Acemoğlu, bu yıl büyümenin yüzde 1 dolayında kalacağını düşünüyor. Dış kaynakla tüketimi körüklemeye devam etmek de olanaklı görünmüyor. Özel sektör net borcu 200 milyar doların üstünde seyrediyor. Borcu çevirme oranıysa yüzde 160 dolayında; 100 dolarlık borcu ödeyebilmek için 160 dolar borçlanmak ya da dolar bulmak gerekiyor (Financial Times).
İhracat bir kaynak olabilir. Ancak Rusya piyasası henüz açılmadı. Avrupa piyasaları zayıf. İhracat canlansa bile borcun yüzde 60’ı dolar cinsinden, ihracat gelirlerininse yalnızca yüzde 40’ı. Dahası ihracatın yüzde 60’ları aşan bir ithalat bağımlılığı da var. TL’nin değer kaybetmesi ihracatı teşvik ederken ithalat maliyetlerini arttırıyor. Şirketler, borç ödemeleri için gereken doları ülke içinden satın alabilirler. Ancak ekonominin yavaşlıyor olması, TL gelirleri açısından umut verici değil. Diğer taraftan, TL’nin dolar karşısında yıl başından bu yana yüzde 18, son üç haftada da yaklaşık yüzde 9 değer kaybetmesi, borçlu firmalara yalnızca son bir buçuk ayda yaklaşık 100 milyar TL’lik ek yük getirmiş (M. Sönmez). Turizm gelirleri de umut verici değil. Geriye Boratav Hocamızın vurguladığı gibi çok yüksek düzeylerde seyreden kaynağı belirsiz döviz girişi kalıyor.
Siz yabancı yatırımcı olsanız, bu koşullarda bir an önce daha fazla zarar etmeden çıkmayı düşünmez misiniz? Nitekim, ocakeylül döneminde yabancı sermaye girişi önceki yıla göre yüzde 11 azalmış, yalnızca eylül ayında 2.2 milyar dolar çıkmış (Boratav).
Wall Street Journal’ın “ucuz dış kaynakla ekonomiyi yüzdürme günleri geride kaldı” dediği bu modelin tükendiğini, bence en iyi şu açmaz gösteriyor: TL’yi korumak, yabancı yatırımcıya güven vermek için faizlerin artması gerekiyor. Zaten borç yükü altında ezilen yerli yatırımcıyı (özellikle inşaat sektörünü), tüketiciyi destekleyebilmek, ekonomik büyümeyi koruyabilmek için de faizlerin düşmesi...
 
Ve diğer tıkanmalar
 
Birçok yanı hâlâ karanlıkta kalmaya devam eden (Bkz: O. Bursalı’nın son yazıları) bir darbe girişimi, ardından gelen büyük tasfiyeler, sanatçılardan, akademisyenlerden gazetemize, HDP liderliğine, oradan da sosyalistlere kadar uzanan garip tutuklamalar, muhalefet üzerinde artan baskılar, özel mülkiyet güvencesinin, hukuk düzeninin hızla kaybolması, tüm siyasi iradenin, ne zaman ne yapacağı belirsiz, tek bir hedefe, adeta saplantı düzeyinde kilitlenmiş bir kişinin dudaklarının arasında olması, yerli yabancı yatırımcıyı çok tedirgin ediyor.
Diğer taraftan bu kişinin, geleneksel müttefiklerini, Avrupa Birliği’ni yeni bir sığınmacılar krizi yaratmakla, NATO’ya karşılık, Rusya ve Çin’e yaklaşmakla tehdit etmesi, böylece, ülkenin, Batı’nın güvenlik mimarisi içindeki yerinin giderek belirsizleşmesi; haziran seçimlerinden sonra, Kürt sorununda savaş politikasının egemen olması yabancı yatırımcı açısından belirsizliklerin, risklerin daha da artması anlamına geliyor.
Tüm bunlara ek olarak, Suriye’de Esad rejimi, isyancıları Şam ve Halep’ten çıkararak iç savaşı kazanıyor. Türk askerine yönelik (mutlaka Rusya’nın onayıyla) gerçekleştirilen hava saldırısı, dış politikanın, Batı’dan uzaklaşırken tam anlamıyla iflasını sergiliyor. Bunlar, orta dönemde risklerin artmaya devam edeceğini gösteriyor.
Yabancı yatırımcılar, diplomatlar da ister istemez AKP’nin elinde, her tarafı dökülen bu ülke nereye gidiyor” diye düşünmeden edemiyorlar.

                                                                           *** 


AKP Türkiye’sine bakanların her tarafı dökülüyorkanaatini güçlendiren veriler artıyor. 

Ekonomik kriz...
 
Türk Lirası, dolar karşısında bir yılda yüzde 34 değer kaybetti. Dış ticaret açığı azalması gerekirken bu yılın ekim ayında bir önceki yıla göre yüzde 29 arttı. Bu artışa bakarak, şirketlerin dolar cinsinden borçlarını karşılama olanaklarının daha da zayıfladığını söyleyebiliriz. AKP liderliği, kurun değeri, sermaye hareketlerinde serbestliği, bağımsız para (faiz) politikası, hedeflerinden, aynı anda yalnızca ikisini gerçekleştirebileceğinden habersiz bocalayıp duruyor.
Bu sırada, Türkiye ekonomisinin büyüme hızı, son yedi yılda ilk kez eylül ayında yıllık yüzde -1.8 ile resesyon alanına giriyor. Bu bozulmanın arkasında iç tüketimdeki hızlı gerilemenin olduğu anlaşılıyor. İç tüketimdeki hızlı gerilemeyi, 15 Temmuz’dan sonra yüz binden fazla insanın işinden atılmasına yol açan tasfiye dalgasının yarattığı gelir kaybıyla ilişkilendirirsek, resesyonun, siyasal İslamın başkanlık saplantısının doğurduğu kötü yönetimle ilgili bir siyasi boyutunun da olduğunu söyleyebiliriz. 

AKP döneminin başında 129 milyar dolar dolayında olan toplam dış borç, bu yıl 421 milyar dolara ulaşmış, aynı dönemde, portföy yatırımlarına toplam 144 milyar dolar, doğrudan yatırımlar için de 137 milyar dolar yabancı sermaye gelmiş. Bu kaynak girişine karşılık, imalat sanayiinin ve tarım, orman, balıkçılık üretiminin GSMH içindeki payları sırasıyla yüzde olarak 1998’de 23.6 ve 12.6 düzeyinden 2002’de 17.6 ve 10.3’e, 2015’te 15.2 ve 10.1’e gerilemiş. İmalat sanayiinin yıllık ortalama büyüme hızı da 1998-2003 döneminde yüzde 30’larda dolaşırken 2012-15 döneminde yıllık ortalama 9.8 düzeyine gerilemiş. 

Peki öyleyse “ülkeye giren bu kaynaklara ne oldu?” Ben cevabını bilmiyorum ama aklıma Asya krizi sırasında “ahbap çavuş ekonomisi”, otokratik yönetimler konuşulurken IMF’nin, “verilen borçların yüzde 30’unun, ekonominin üretim kapasitesini geliştirmeye değil, doğrudan liderlerin cebine gittiğine” ilişkin açıklamaları geliyor.

Siyasette kaosa doğru
 
AKP’nin projesinin gelip dayandığı, kültürel, siyasi ve jeopolitik sınırlara bakarak, “AKP rejiminin ne kadar şiddet kullanırsa kullansın, artık asla istikrar kazanamayacağını” ileri sürmüştüm. İstikrarsızlık unsurları da birikmeye devam ediyor. 

Irak’ta IŞİD toprak kaybetmeye, Suriye’de Esad muhalefeti hızla erimeye devam ederken IŞİD’in Türkiye’yi hedef göstermeye başladığı görülüyor. AKP rejimi HDP’nin eş genel başkanlarını, milletvekillerini, belediye başkanlarını tutukladı. Baskıları arttırdıkça, provokasyona, “false flag” (yanıltıcı) operasyonlara uygun bir ortam gelişiyor. Devleti ve toplumu “liderle” “bir”leştirmeyi amaçlayan bir başkanlık saplantısı da “ya başkanlık ya kaos denklemini” yeniden gündeme getiriyor. Bu gelişmeler de en az 44 kişinin ölmesine, 160 kişinin yaralanmasına yol açan terörist saldırılara benzer eylemlere uygun bir ortam yaratıyor. 

Güvenlik güçleri HDP’li siyasetçilere yönelik operasyonları genişletirken AKP yandaşı medyada kimi yazarların, Alevileri hedef alan katliam tehditleri bu kesimde, iktidarın nimetlerini toplamaya devam etmek adına iç savaş çıkartmaktan çekinmeyen bir anlayışın gelişmekte olduğunu düşündürüyor. En yukarıdaki sesin, “İç savaş çıkarsa ezer geçeriz” ifadeleri de bu anlayışı cesaretlendiriyor. 

Dış basında analistler, Türkiye’nin “AB ve Batı’yla bağlarını kesin bir biçimde koparmaya doğru gittiğini” (Carnegie), “Kürt politikasının çıkmaza girdiğini” (Brookings), yönetimin “politikalarının başarısızlığa mahkûm olduğunu” (Bloomberg) savunuyorlar; Türkiye’nin Trump üzerinden ABD’ye şantaj yapmaya çalıştığı ileri sürülüyor (MSNBC). Adeta Türkiye, bir “haydut ülke” konumuna doğru itiliyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET