9 Ocak 2017 Pazartesi

Büyük ikramiye Varlık Fonu’na çıktı - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu (TVF) geçen ağustosta kuruldu. Yetki ve imtiyazları hayli genişti. İstenen her tür kamu varlığının buraya devri mümkündü.

 
Bu yüzden, kimileri “ikinci Hazine” dedi ona, kimileri de “ikinci Merkez Bankası"
AKP, “200 milyon dolar toplayacak” denilen TVF’yi, Sayıştay denetimi dışında bıraktı.
Aslında hepten denetim dışında kalacaktı ama Meclis’te tartışma büyüyünce, “bağımsız denetim” maddesi eklendi. 
 
Gelgelelim bu, Fon hesaplarının bütçede gösterileceği, ne olup bittiğinin görünür olacağı anlamına gelmiyordu.
İşi bilenler, “Türkiye’nin petrolü, değerli madenleri, gelir fazlası yok. Maksat fon yaratmaksa, önce mevcut borcu düşürün” dedilerse de işe yaramadı.
Zira lafta parlak cümleler edilse de asıl niyet, teklifin “gerekçe”sinde yazılmıştı:
“Otoyollar, Kanal İstanbul, üçüncü köprü ve havalimanı, nükleer santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman sağlanması.”
 
Yani? Her vesile cebimizden beş kuruş çıkmadığı söylenen, lütuf gibi sunulan Yap İşlet Devret (YİD) modelli projeleri yapan müteahhitlerin mali sıkıntısını çözmek.
TVF bu işi nasıl mı yapacaktı?
İktidarın “verilsin” diyeceği her türlü kamu varlığını, menkul kıymet haline getirip piyasalarda satışa sunarak. Beklenen an, beş ay sonra geldi. TVF’nin “kâğıt” haline getireceği ilk kamu varlıkları OHAL kararnamesiyle belirlendi. 

Ganyan kuponu Cengiz, Kolin için
Binlerce insanın yaşamını eksilten son OHAL KHK’si müteahhitlere yaradı.
Milli Piyango’nun, Türkiye Jokey Kulübü’nün lisans hakları ve at yarışlarının yapıldığı arsa araziler TVF’ye verildi.
(İşin ilginç yanı, Milli Piyango zaten özelleştirme portföyündeydi.)
Artık şunu söyleyebiliriz: Oynanacak her kupon, satın alınacak her bilet, kazınacak her kart, YİD projelerine bir yol olacak.
Siz bunu, millete küfreden Cengiz’in de aralarında yer aldığı az sayıdaki müteahhitler olarak da okuyabilirsiniz. 

Döviz rezervleri eriyor
“Dolar bozdur” kampanyaları, dolardaki tırmanmayı, dolayısıyla TL’nin değer kaybını durduramadı.
Dolarizasyon arttıkça, döviz rezervleri de eriyor.
Merkez Bankası’nın brüt döviz rezervi, bir haftada 3 milyar 683 milyon dolar azaldı. Bu azalışla rezervler de 92 milyar 51 milyon dolara geriledi.
Altı aylık ithalatı karşılamayan bir düzeyden bahsediliyor.
Hamaset nutukların arttıkça dolarizasyonun azalmadığı artık net biçimde ortada.
Peki, bu sonuçta, bir hafta içinde iki terör saldırısı yaşamamızın, ölüp parçalanmamızın da bir payı olabilir mi?
İktidar mensupları, soruyla ilgileniyormuş gibi görünmüyor.
Ama anlaşılmaz bir akıl tutulmasıyla anmadıkları bu gerçeği bildiklerinden de ben eminim: Can güvenliği ile ekonomiye güven arasında sanıldığında daha güçlü bir bağ bulunmakta.
Katliam, terör saldırısı, linç, toplumsal kutuplaşmayla yayılan şiddet dalgasını, bunun büyüttüğü can korkusunu azaltamazsanız enflasyonun çift haneye gitmesini önleyemezsiniz. 

Bankalar her şeyi affeder mi?
Meclis’te bir torba kanun görüşülüyor. Emekli aylıklarına zam diye başlayıp, 19 kanunda değişiklik yapan bir tasarı bu. Esnafın, KOBİ’lerin bir süredir beklediği sicil affıyla ilgili madde de bu “torba”da. Fakat söz konusu maddede öyle bir gramer ayrıntısı var ki, getirilen sicil affının boşa çıkması riski içeriyor.
Madde, sicil affından yararlanan kişi ve işletmelerin tekrar kredi için başvurduklarında “ 
Bankalar kredi kuruluşları ve finansal kuruluşlar tarafından dikkate alınabileceği...” ifadesini içeriyor.
Bu risk, genel kurulda tartışıldı. CHP’li Bülent Kuşoğlu, o ifadenin Bankalar ve finans kuruluşları açısından “zorunluluk” hükmü taşıması gerektiğini, aksi halde Risk Merkezi’nin, pekâlâ kendi kayıtlarını dikkate alabileceğini söyledi: “Tavsiye niteliğinde kanun yapma anlayışı söz konusu olamaz. Bunun esnafa, KOBİ’lere hiçbir faydası yoktur.
Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın cevabı “Tasarının arkasındayız endişe etmeyin” oldu.
Bu arada, anlattığımız görüşmenin AKP’li vekillerin sahte pusula kullandığı tasarı oturumu olduğunu da not düşelim.

Başkanlık hesabı OHAL KHK’sinde
OHAL rejiminde güvenlik önlemlerinin artırıldığı varsayılır değil mi?
Böyle bir rejimde gerçekleştirilebilmiş Reina katliamının faili hâlâ ortada yok.
Buna karşın, katliamın ardından “Mahallemize cihatçı çeteleri sokmayacağız” diyen gençler cezaevinde. Son üç OHAL KHK’si, 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin sonuçlarına yönelik tedbirlerle zerrece ilgisi olmayan maddeler içeriyor. 
 
Hâkim ve savcı alımında 70 puan koşulunun, uzman çavuş alımında eğitim koşulunun kaldırılması, kamudan ihraç edilenlerin emekli ikramiyelerine el konularak mutlak yoksulluğa mahkûm edilmeleri de öyle.
İhraç edilenler arasında görme, yürüme engelli kişilerin bulunması da imza sahiplerine pek dert olmamışa benziyor. 
 
Bir KHK’de de Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun bir maddesi yeniden düzenlenmiş: “Yerleşim yeri adresi yurtdışında olan Türk vatandaşlarının adres kayıtları, yaşadıkları ülkede kullanılan adres verilerine veya o ülke ve bağlı olduğu temsilcilik bilgisine göre tutulur.”
Böylece yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarının yurtdışı seçmen kütüğüne adres beyanı zorunluluğunu kaldırılıyor.
Maddenin, bugün görüşmeye başlanacak, baharda da referanduma sunulması düşünülen Türk tipi başkanlık ile bir ilgisi yoktur tabii. (!) Sahi OHAL kimin içindir?

Çiğdem Toker
Cumhuriyet

8 Ocak 2017 Pazar

Şeriatçılarda kişilik bölünmesi - AYDEMİR GÜLER

“Şu şekilde yaşamak istiyordum da yaşayamıyorum… diyen var mı” diye sormuş Tayyip Erdoğan.
Kime? Muhtarlara… Yok demişlerdir, Allaha şükür…
Muhtarlık ciddi müessesedir ve konumuz sık sık Saraya tutsak edilen bu insanlar değildir. İşin ilginç tarafı -dinleyicileri tam olarak bilemiyorum- istekleri ile yaşamı arasında kapanmaz bir açı oluşan kişi konuşmacının ta kendisidir.


Emin olun, yorgun ve dağınık Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü adamı Tayyip Erdoğan dilediği gibi yaşayamamakta ve büyük acılar çekmektedir. Tabii geniş bir kalabalıkla birlikte…
Tayyipçiliğini 2013 Haziran’ında “götünün kılıyız” şeklinde ifade eden ve benim bütün televizyon ekranlarında sansürsüz yayınlanan bu sözü böylece aktardığım için ayıp etmiş olamayacağım “taban” da dilediği gibi yaşayamamaktadır ve bu gidişle asla yaşayamayacaktır. Yakında hakiki isteklerini değiştirmek için ciddi bir çabaya gireceklerinden, değiştiremezlerse de gizlemek zorunda kalacaklarından korkarım. Zaten bu işe başlayan ve çırpınıp duran taban bu imkânı bulabilir; Erdoğan o kadar şanslı olmayabilir.

Tayyipçilerin bir akşam yeşil bayrak açıp protestoya gittikleri Rus temsilciliklerine, peşi sıra kravat takıp taziye ziyaretinde bulunmaları çok yakın geçmişte yaşanmıştır ve anlatmaya çalışacağım sıkıntının basit bir simgesidir. Gerçek durum bu örnekten çok daha müşküldür.
Mantıksal olarak Tayyipçilik tüm AKP’yi kapsar. Ancak AKP eşzamanlı olarak ortaya çıkan zırvalıkları temizlemek zorundadır. Bu çabaya ortalama haftada iki defa sözünü çaktırmadan (!) düzelten Erdoğan da ortaktır.

Tayyipçiler samimi IŞİD’cidir. Kobane günlerinde Kürt kentlerinde “yaşasın IŞİD” sloganıyla elde silah dolaşan özel tim üyeleri Tayyipçidir mesela. Lakin reisleri IŞİD’i terörist, IŞİD de AKP Türkiye’sini gâvur ilan etmiştir. Takiyye dedikleri bu olmasa gerektir!

Ortalama gerici dünyanın herhangi bir yerinden Göbeklitepe’ye baktığında, işte demektedir, önce inanç, önce din vardı. Toplumsal gelişmeymiş, ekonomik yapıymış geçiniz. Önce yerleşik yaşamın, sonra anladığımız anlamda dinin gelişeceği yalanlanmıştır. İlk anıtsal yapıları din adına diken inanan insandır…
“Ortalama gerici” diye bir şey vardır, ancak gericilik 21. yüzyılda kararını tutturamaz. Gazı kökleyip yola devam etmesi zorunludur ve varacağı yer Afgan dağlarında Buda heykellerini bombalamak, Palmyra’da taş taş üstünde bırakmamaktır. Göbeklitepe’nin resimlerine bakıp ağızlarının sulandığı kesindir.

İstedikleri gibi yaşayamayacak ve salyalarını yutmak zorunda kalacaklar!
Şeriatçı polis, şeriatçı televizyoncu, şeriatçı rektör, şeriatçı bakan ve benzerlerinin bir özelliği de, oportünist sözcüğü az kaçtı, sahtekar olmaları. İyi de; bunların altında saf tutan “kıllar”, kendi kendilerini beyinsiz ilan etmiş olsalar bile, bir şeye inanmak zorundadırlar. Kişiye iman etmenin sınırı var. Aptalca, akılsızca, ahlaksızca da olsa bir fikre inanacaklar, bir sloganın peşinden gözleri kapalı veya gözlerini kan bürümüş biçimde gidecekler. Dilediği gibi yaşamak deyince, ben bunu anlarım. Ama artık öyle bir slogan kalmamış görünüyor ve geriye kolektif acı kalıyor.

Arkadaşını Noel baba kılığına sokup kafasına tabanca dayamak, gece kulübü kan olup aktığında artık yutulması zorunlu bir salyadır. Ama Noel babanın sakalını ve o kurusıkı tabancayı da yutacaklar!
Yutamazlar, unutmak isterler, unutamazlar, inanmalıdırlar ve aynı zamanda inkâr etmelidirler. Bugünün ve geleceğin kendilerine ait olduğunu sananlar geleceksizdir ve satranç antrenmanına hiç alışık olmayan kafaları aşırı ısınmıştır.

Türkiye gericiliğinin devreleri yanıyor. Tayyipçi taban mantıksal tutarlılık gereği IŞİD’cidir ve sokakta görüp katliam failine benzettikleri, yani IŞİD’ci zannettikleri şahsı linç etmektedirler.
Konu dış politika oportünizmi olmaktan çıkmış, -eğer bunlara sadece biyolojik anlamda insan demekte bir sakınca yoksa- bir insanlık trajedisine dönüşmüştür. Türkiye yobazları topluca kişilik bölünmesinden mustaripler artık.

ABD’ye giden Dışişleri bakanı ajan mıdır, Fethullahçı mı? Yoksa her musibetin başı ilan edilen CIA’yi de mi ininde yok edeceklerdir? Yoksa ayar tutmayan gericiler, aynı anda birden fazla kıçta bitemeyeceklerine göre “düşman” kıçı mı yalamak durumundadır?
Erdoğan’ın yaşamaktan muradı şeriat düzenini yönetmekti diye biliyorduk. Artık mümkün olmaktan çıkmıştır ve kişiliklerin lime lime bölünmesi kaçınılmaz görünmektedir.
O gün gelecek ve muhtarlar bir zamanlar sarayın salonunda neler neler çektiklerini anlatacaklar. Söylemedi, demeyin.

*    *    *
Bu yazıyı yazdıktan sonra Diyanet’in gericiliğin standartlarını belirlemek için çalışma yürüttüğü haberini okudum. Buna göre tarikatlarla görüşen Diyanet İşleri beş ilke belirlemiş. Özetle gericilerimiz artık başkalarını dinden çıkmakla suçlamayacak, ötekileştirmeyecek, dini kendine göre yorumlamayacak, kişileri merkeze koymayacak, her durumda şiddete karşı duracaklarmış. Ne diyeyim, olmayacak duaya âmin diye diye bölecekler kişiliklerini. Hayırlı olsun ve şimdiden peşin peşin güle güle.

Aydemir Güler / SOL

‘Öz kültür’ aldatmacası - TAYFUN ATAY

Öz kültür yoktur. “Özümüze dönelim” sözü de eğer masum bir cehaletle söyleniyorsa lafügüzaf, yok bu konularda hasbelkader mürekkep yalamış olanlarca politik, ekonomik, ideolojik hesaplar doğrultusunda telaffuz ediliyorsa da gaflet, dalalet ve hıyanettir. Kültür, sürekli bir oluştur. Bu oluş hali, her daim başka ve farklı ögelerle, çevrelerle, değerlerle, anlayışlarla, inançlarla diyalog, etkileşim ve alışverişler doğrultusunda şekillenir.


Kültürün zenginliği, yetkinliği ve gücü, “öz”ünden değil “melez”liğinden gelir. Kanlı bir finalle noktalanan yılbaşı kutlardın- kutlamazdın kavgasında en çok dillere dolanan sözlerden biri de bu “öz kültür” ve ona paralel olarak “yabancı değerler” teraneleriydi. Mesela Nazilli’de Noel Baba’nın kafasına silah dayadıkları “müsamere”de Alperenler, “Amacımız insanların özüne dönmesi” dedikten sonra, “Bin yıldır İslâm’ın sancaktarlığını üstlenmiş Müslüman Türk milleti” olduklarını kaydederek bu “öz”ün ne olduğuna açıklık getiriyorlardı. Diyanet de Yılbaşı kutlamasını gayri meşru ilan eden hutbesinde, gerekçe olarak “değerlerimizle örtüşmeyen, başka kültürlere, başka dünyalara ait eğlenceler”den dem vurmaktaydı. Bunları tartışalım!..

Alperenlerimiz “Bin yıldır İslâm’ın sancaktarlığını yapan Müslüman Türk milleti” olarak belli ki kendilerini Malazgirt-sonrası tarihle özdeştirip “öz”lerini de bu çerçevede açıklıyorlar. Yani Türklük dendiğinde Ergenekon, Ötüken, Altaylar, Bumin Kağan, Kutluk Bilge Kül Kağan, Orhun Abideleri “öz”e dâhil edilmiyor, dışta bırakılıyor. Keza ne “Gök Tengri”, ne Altay Şamanizmi, ne Maniheizm, ne de Budizm, zamanın değişik evrelerinde Türklerle ve Türklükle hemhal olmuş inanç kalıpları olarak en azından tarihsel bir mânâ ve ehemmiyet arz etmiyor. Böylesi bir “öz”e, beni bırakın bu ülkede Türkçü, milliyetçi, ülkücü çizgiyi sahiplenen pek çoklarını dahi ikna edemezsiniz. Türklük, eğer bir “kültürel oluş” şeklinde ele alınacaksa bunlar olmadan hiçtir ve İslâm’ın bir “mütemmim cüz”ü olmaktan öteye de geçmez. “Öz”ünüzü böyle bin yıl önceden başlattığınızda hem “siz”den önce İslâm vardır, hem de ayrıca “bin yıl İslâm’ın sancaktarlığını yapmış olma”ya kendinizden başka kimseyi, hele ki Arapları (hele hele Vahhabileri) hiç ikna edemezsiniz. Elbette “öz”lük iddiası hiçbir kültürel örüntü açısından savunulamayacağı gibi İslâm açısından da öyledir.


Ancak ideolojik bir zorlama yahut imanî bir iyimserlik doğrultusunda bunu iddia edebilirsiniz. Ama tarihsel-sosyolojik açıdan bunda ısrar etmek kimsenin harcı değildir. Açın bakın Diyanet’in yayınlarında dahi İslâm’ın nasıl İslâm-öncesi Cahiliye çağının kültürel örüntüsünden beslenerek doğuş bulduğuna ilişkin bilgilerin (elbette fazla öne çıkartılmadan) “arz edildiğini” görürsünüz. Daha önce yazdık, çoğaltalım: “Âmin” deyişi İslâm’dan önce vardır. Sünnet, İslâm’dan önce vardır. Kurban, İslâm’dan önce vardır.
Oruç, İslâm’dan önce vardır. Hac ve umre, İslâm’dan önce vardır. Namaz, İslâm’dan önce vardır. Tespih, İslâm’dan önce vardır. Ve en önemlisi, bir yaratıcı kavramlaştırması olarak “Allah” lâfz-ı celîli, İslâm’dan önce vardır. İslâm-öncesi çok-tanrıcı (politeist) Arap toplumunda tanrılar panteonunun doruğundaki güç olarak; evreni yaratan, düzenleyen, rızıklandıran en üstün tanrı olarak Allah vardır ve Araplar, insanı ve onun içinde yaşadığı âlemi Allah’ın yarattığına inanmaktaydılar (bkz. “İslâm’a Giriş-Temel Esaslar”, DİB Yayınları, 2008, s. 46 ve Şinasi Gündüz, “İslâm Öncesi Arap Dini” [“Yaşayan Dünya Dinleri” içinde] DİB Yayınları, 2010, s. 549). İslâm, bu bakımdan, doruğunda Allah’ın bulunduğu politeist Arap inanç sisteminin monoteist “tek bir Allah” inancına reformundan ibarettir. Hatta bu, yani “tek-tanrıcılık” bile yeni sayılmaz! Çünkü politeist-putperest Arap inanç geleneğinin yanı başında “Haniflik” denilen, Hz. İbrahim’le ilişkili bir tek tanrı inancını Cahiliye döneminde yaşayanlar vardır. Yine rehberimiz “Diyanet” olsun, buyurun: “Haniflere göre Allah, bütün dünyanın tanrısı, her şeyin yaratıcısı ve bütün yaratılmışlar onun kuludur. Yaratan, yaşatan, rızık veren, öldüren ve dirilten odur. Haniflerin bu inançları, İslâm inancının aynıdır” (“İslâm’a Giriş-Temel Esaslar”, s. 47).

Görüldüğü üzere İslâm, ne aldıysa “Cahiliye”den almıştır. Aldıklarını zamanın yeni şartları, ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir senteze uğratarak “kültürel oluş”unu sağlamıştır. Dolayısıyla burada bir “öz”den ziyade “bağdaştırma”dan (senkretizm) söz etmek gerekir. Ayrıca “İslâm” adı altında tarihten bugüne farklı diyarlarda söylem ve pratik olarak karşımıza çıkan çokluk ve çeşitlilikten söz etmedik ki onlar da var.


Dolayısıyla “İslâm’ın sancaktarı Müslüman Türk milleti”nin “öz be öz” kültürünün Arap, İran, Fas, Pakistan, Malezya, Endonezya coğrafyalarında hükmü var mı, onu hiç sormayın!.. Peki, bir kültür ne zaman “öz”lük iddiasında bulunabilir ve buna çevresini ikna eder?.. El cevap, “iktidar”la buluştuğu zaman, ama onu bir başka yazıda tartışalım. Köşeden yine bir hayli taştık çünkü!.

Tayfun Atay
CUMHURİYET

Lozan’ı tartışmak değil, savunmak - ALİ SİRMEN

Numan Kurtulmuş’un, “hangi yanlışları, neden yaptıklarını açıklamadan” baştan beri Suriye politikasının büyük yanlışlarla dolu olduğunu düşündüğünü vurgulayan sözlerinin bir anlamı olmadığını söyleyen Ceyda Karan haklıdır.
Aynı şekilde, son yıllardaki girişimleri yalnızca Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğüne değil, ama aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin birliği ve toprak bütünlüğüne de yönelik olduğu artık iyice belirginleşmiş olan, radikal İslamcı ve de etnik kökenli terör örgütleri karşısındaki tutumunu netleştirmediği sürece, Ankara’nın Moskova ile birlikte Suriye’deki ateşkesin güvencelerinden biri olması da Ankara-Moskova ekseninin başarılı işbirliği sonucunda oluşan yeni durumun Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden geçirilmiş olmasının da tek başına bir önemi olmadığını söyleyenler de haklıdırlar. 



Türkiye-Suriye konusunda olduğu kadar, tüm Ortadoğu’ yu kapsayan politikasında da tepeden tırnağa yeniden bir düzenleme yapmadığı, eski kahredici yanlışlıklarını düzeltmediği sürece Astana görüşmelerinden de Suriye’nin ve dolayısıyla kendi çıkarları doğrultusunda bir sonuç çıkmasını sağlayamayacaktır.

***
Oysa olayların bugün vardığı noktada, Suriye’deki gelişmeler yalnız Şam için değil, Ankara için de bir hayat memat meselesi haline gelmiştir.
Ne var ki, Ankara’daki iktidar uzun bir süre, Lozan ile tescil edilmiş, Türkiye’nin birliği ve toprak bütünlüğü güvencesinin artık kendi sınırları dışında, Halep’ten, Şam’dan, Bağdat’tan geçtiği gerçeğini de tıpkı Lozan’ın anlam ve önemini olduğu gibi kavrayamadığını birbirini izleyen davranışlarıyla tekrar tekrar gözler önüne sermişti.
Aslında başka türlü olmasını beklemek abes olurdu.
ABD Dışişleri Bakanlarından Condoleizza Rice, daha 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post’ta yayımlanan yazısında 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini açık açık söylüyordu. Sınırları değişecek, ülkeler içinde Türkiye’nin de bulunduğunu kavramak için arif olmaya gerek yoktu, gafil olmamak yetiyordu.
Türkiye ise bu durumda, Amerikan projesinin eşbaşkanlığına adaylığını koyduğunu iftiharla açıklıyordu.
Evet, Suriye’deki olaylardan çok önce, her şey Körfez Savaşı ile Irak’ta başlıyordu.
Türkiye için, yüzyıl başında ABD önderliğinde dizayn edilen ve erken seçimle iktidara yerleştirilen yeni oluşumun hikmet-i vücudu da bu projedeki eş güdüm göreviydi.
Körfez Savaşı ile Irak’ta başlatılan bölgenin istikrarsızlaştırılması ve Sykes-Picot’dan yüzyıl sonra sınırların yeniden oluşturulacağı bir ortamın yaratılması girişiminin Lozan’da tescil edilmiş olan Türkiye’yi de etkileyeceği aşikârdı. 

***
Bu durumda sırça köşkte oturanın “komşusunun camını taşlamaktan kaçınması zorunluluğunu” çok iyi bilmesi gereken Türkiye’nin aralarında IŞİD’in de bulunduğu Obama’nın Dışişleri Bakanı John Kerry tarafından geçen gün bir kez daha açıklanmış bulunan radikal İslamcı terör örgütlerinden yana ağırlık koyup, Suriye’yi istikrarsızlaştırma politikasının baş aktörleri arasında yer alacağı yerde, bölgede istikrarı destekleyecek politikaları yeğlemesi beklenirdi.
Ama Ankara tam tersi yolu tuttu.
Bu yol bölgeyi Lozan’ı da tartışma konusu eden bir allak bullak edişe götürürdü, nitekim öyle de oldu.
ABD planının tekerine çomak sokan, bölgedeki yeni dengesizlikten rahatsız olan Putin Rusyası oldu. Neyse ki, bir zamanlar Rus uçağını düşürmekle iftihar eden Ankara, bu kez durumu iyi değerlendirdi.
Bu yeniden değerlendirme, ancak, Suriye’nin ve diğer bölge ülkelerinin toprak bütünlüklerinin Türkiye’nin tapusunu da yakından ilgilendirdiğinin bilincine varılması ile bir anlam taşıyacak ve böylelikle Lozan da savunulacaktır.
Her şey açıkça gösteriyor ki, artık gün Lozan’ı tartışmak değil, savunmak günüdür.

Ali Sirmen
CUMHURİYET

Yürrü Taşyapı, kim tutar seni! - Mine G. Kırıkkanat







Dünyada tarihini koruyarak geleceğini kuran kentler arasında özel bir yeri olan Paris’in şehircilik mimarisi, ilk kez 1607’deki bir kraliyet fermanıyla başlayıp sadece 9 kez revize edilen yasal düzenlemeye uyar.
Bu 9 revizyonun da şaşırtıcı yanı, bir öncekinin iptali ya da inkârı değil, ancak yeniliğe uyarlanan devamı olmasıdır.
Paris’in güzelliğini koruyan ve ileriye taşıyan düzenleme, uymayanın resmen oyulduğu son derece titiz ve ayrıntılı bir ölçüler dizini olup, her şeyden önce “çevre orantısı” demektir.
Örneğin Paris’te her binanın yüksekliği, inşa edileceği sokak ya da caddenin genişliğine orantılıdır ve kuralın mantığı 1607’den beri değişmemiş, sadece ölçüleri, o da biraz değiştirilmiştir…
1884’te genişliği 7.8 metreden az olan sokaklara 12 metreden yüksek bina yapılamazdı. Hesap bu mantıkla sürer gider, 20 metreden geniş caddelere de 20 metrelik yükseklik izni verilirdi. Binanın yüksekliği ise kanalizasyon şebekesinden tepe çatıya kadar diye ölçülürdü. 

***
Günümüzde aynı kural korunuyor ve orantı ölçüsü, sokağın ölçüsü X ise binanın yüksekliği bu X’in üstüne, yerine ve semtine göre 2’den başlayıp 8 metreye kadar eklenerek uygulanıyor.
Paris’in göbeğindeki biricik gökdelen, şimdilerde izin verildiğine pişmanlık duyulan Montparnasse kulesinin çevresindeki cadde, sokak ve meydanların genişliği, işte bu kurala uygunluk gereği.
Halen başkentin dış çeperine eklenen La Defense gibi yeni semtlerde yükselen gökdelenlerin çevresinde devasa meydanlar kurulması, at koşturabileceğiniz yeşil alanlar bırakılması da hem bu kural, hem de “hava akımlarının” bile hesap edildiği son derece ayrıntılı yasal düzenleme sayesinde oluyor.
Bir de dönüp bizim kentlerimize bakın ve yaşadığı yurdu kimin imar, kimin tarumar ettiğini görün.

***
İşte size bir örnek: Kadıköy’deki Meteoroloji arsası, aslında park olmalıydı.
Allem ettiler, kallem ettiler, arsaya Taşyapı kondu ve üstüne heyula gibi 4 gökdelen dikti. O yıllarda Selami Öztürk’ün belediye başkanı olduğu Kadıköy Belediyesi, başlangıçta Taşyapı’ya hiçbir zorluk çıkarmadı.
Ancak şirketin 2007’den 2010 yılına kadar süren inşa sürecinde 9 bin metrekarelik fazladan inşaat yaptığı tespit edilince, doğal olarak yasal işlem başlatıldı.
Ortada görmezden gelinemeyecek devasa bir kaçak inşaat vardı; dolayısıyla İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 4. Dava Dairesi de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından verilen iskân için yürütmeyi durdurma kararı aldı.
Taşyapı’nın mevcut projeden 9 bin metrekare fazla inşaatına göz yummayan bir belediye cezasız kalır mı? Kalmadı elbette… 

***
Taşyapı, yasadışı inşaat taşmasına karşı “uygulanan yasal işlemlerin faaliyetini geciktirerek şirketi zarara uğrattığı” gerekçesiyle Kadıköy Belediyesi’ne tazminat davası açtı.
Ve tabii ki kazandı!
Hem de 101 milyon TL boyutunda kazandı!
Taşyapı’nın zarara uğratıldığına karar veren merci, İstanbul Anadolu 6. Asliye Mahkemesi. Bilirkişi raporu da oldukça şaşırtıcı. Ama şaşırmadık değil mi? Şaşırdık demeyin, çünkü nice saf ve hâlâ düzgün insanlığınız belli olur…
Şimdi 101 milyon TL’lık tazminat karşılığı, Kadıköy Belediyesi’nin taşınmaz mallarına haciz koydurmak üzere icra müdürlüğüne başvurmuş bulunuyor, Taşyapı. İstanbul’un soluk alabileceği ender yeşil alanlarından birine el koyduktan sonra, artık Kadıköy’ün tamamına göz koydu.

***
Haciz istediği 25 taşınmaz arasında Fikirtepe Cami, Fikirtepe Yeni Cami, Ali İsmail Korkmaz Parkı, Moda Parkı, Koşuyolu Parkı, Halis Kurtça Kültür Merkezi, Caferağa Spor Salonu, Kalamış Gençlik Merkezi, Suadiye Muhtarlığı, Rasimpaşa Muhtarlığı da var…
İnsanın içinden “Yürü koçum, kim tutar seni!” diye naralanmak geliyor, ister istemez.
Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu, Taşyapı lehine verilen mahkeme kararını temyiz ettiklerini açıkladı ve “Kadıköylülerin malını ve parasını kimseye vermeyeceğiz. Sonuna kadar mücadelemiz sürecek” dedi.



Genç Kadıköylüler de change.org’da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Adalet Bakanlığı’na gönderilmek üzere “Taşyapı, Kadıköy’den elini çek!” başlıklı bir imza kampanyası açtı.
Ben imzaladım. Siz de imzalayın.
Çünkü arsızlığın da bir sınırı olmalı.
Her şeye rağmen olmalı!

Mine G. Kırıkkanat
CUMHURİYET

7 Ocak 2017 Cumartesi

Komünist bir dünya var - ERHAN NALÇACI

Dünya her geçen gün daha fazla adaletsizlik ve çürüme içinde kanıyor. İnsanlar geleceğe ilişkin umutlarını kaybediyor, saklanabilecekleri bir koyun kalmadığını fark ediyorlar.
Buna karşılık dünyanın komünist bir bölmesi var. Hemen bütün dünya ülkelerindeki komünist ve işçi partilerinden oluşuyor.



1800’lerin ilk yarısında burjuvazi, devrimlerin en radikal unsuru haline gelen işçileri satınca, işçi sınıfının öncüleri sınıfı bağımsız bir siyasi programa kavuşturdular.
1800’lerin sonuna varıldığında Avrupa’nın en büyük kapitalist ülkelerinde kitlesel bir güce ulaşan sosyal demokrat işçi partileri faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Milyonlarca işçiyi kapsayan bu kitle partileri, emperyalizm döneminde burjuvazileri tarafından hızla düzen içine çekildiler. Reformizmin farklı renkleriyle sınıf uzlaşmacılığı bu partilerin karakteri haline geldi.

Bu genellemeye uymayan başlıca unsur işçi sınıfı iktidarının güncelliğini savunan Bolşeviklerdi. Ekim Devrimi insanlık tarihinin en önemli, en cesur sıçraması olarak kayda geçti. Hızla dünyanın hemen birçok yerinde 1920’li yıllarda komünist partileri kuruldu. Devrimin sıcaklığı ile kendi ülkelerinde devrimlerini aradılar. Eşitlik ve özgürlük için fedakârca ileri atıldılar.
Komünist partilerin sınandığı ve ileri atıldığı bir diğer dönem, ikinci Dünya Savaşı oldu. Sorunu kökünden çözmeye kararlı emperyalist sistemin ileri sürdüğü Nazilerin işgali altında kalan ülkelerde verilen partizan mücadelesi; Yunanistan, İtalya, Fransa, Balkanlar ve birçok yerde destansı bir kahramanlık hikâyesi ve halkların gönlünde yücelmiş ve meşrulaşmış komünist partileri bıraktı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, Sovyetler Birliği’nin zaferini bir diğer atılım dönemi izledi. Bir yandan Avrupa’da sosyalist ülkelerin inşası, diğer yandan Asya, Afrika ve Latin Amerika’da sömürge karşıtı mücadeleye öncülük eden komünist partilerin kazandığı meşruiyet ve mevziler tarihe yazıldı.
Bu mücadeleler esnasında büyük köylü kitlelerine öncülük ederek onları zafere taşıyan komünist partileri ortaya çıktı.

1970’li yıllara gelindiğinde, dünya komünist hareketi Sovyetler Birliği ve Çin arasında bölünüyor ve genel olarak dünyanın kendiliğinden daha iyiye gittiğine ilişkin iyimserlik dünya devrimi fikrini likide ediyordu.

Devrimini yapamayanın yenileceği ilkesi bir kez daha çalıştı ve Sovyetler Birliği’ndeki karşı devrim komünist partilerin büyük çoğunluğunu reformizme ve likidasyona doğru savurdu.
Buna karşılık son 15 yıl içinde reformist özellikler gösteren partilerin yanı başında insanlığın bu çaresiz durumu karşısında sosyalist devrimin güncelliğini savunan birbirine bağlı bir komünist partiler ailesi belirdi.

***

1920’de kurulan ve Türkiye’nin en eski siyasi partisi olan TKP bu büyük ailenin bir ferdi olarak bu dönemlerin bazılarına yetişti, bazılarından yararlanma şansı bulamadı.
Ülkenin kurtuluş savaşına çok şanlı ve kahramanca bir giriş yapmasına rağmen damgasını vuramadı. Türkiye İkinci Dünya Savaşına katılmadığı için bir partizan savaşı da söz konusu olmadı. Türkiye’de köylülüğü ise hemen her zaman burjuvazi kontrol etti.
1970 Atılımı  bugün hala önemi olan mevziler kazandırdıysa da komünist hareketin o günkü eğilimleriyle uyumluydu ve sosyalist bir devrimden çok barış içinde bir arada yaşamaya odaklanıyordu.

Aileyi yıkıma götüren 1989 karşı devrimi TKP’yi de likide etti.
2001’de tarihe tanıklık etmek için Ankara’da Yükseliş Koleji’nin salonuna gittiğimizde TKP’yi tekrar karşımızda bulduk. Üstelik dünyadaki az sayıdaki sosyalist devrimi güncel olarak gören komünist partiler kanadının etkili bir üyesi olarak siyaset sahnesine dönmüştü.
2014’te geçici bir sarsıntı yaşadı.

Şimdi tekrar siyaset sahnesine dönüyor. Komünist dünyanın üyeleri sevinçle ve coşkuyla bu olayı selamlıyorlar.

Çünkü Enternasyonal’de söylendiği gibi, “Son Kavga”larına hazırlanıyorlar.

Erhan Nalçacı /SOL

Diyanet’in tarikat cemaat buluşması - ŞÜKRAN SONER





Yakalanamayan tetikçisiyle, radikal İslamcı terör örgütlerinden hangisi, bağlantılarıyla hangi odaklar çıkarsa çıksın sonuçta Laik Cumhuriyetin hedef alınmasında, 39 can alan terörün şiddet dozunun çok ötesinde deprem etkisi yaratan Ortaköy katliamı üzerinde şöyle bir anlamlı düşünme fırsatını bile yakalayamadık... İktidarın, Liderliğin, siyasi zaaflarını, sorumluluk daha doğrusu sorumsuzluklarının boyutlarının ortaya çıkmasında yumuşak karnını, demokrasinin olmazsa olmazı laik, demokratik, hukuk devleti düzeninden sapma, rejim değiştirme icraatlarının sonuçlarını, suçlarını açığa çıkaran işlevi olabilir...
 

İlk saatlerden radikal İslamcı akımların ya da özenilerek “dindar ve kindar” olarak yetiştirilmeleri istenmiş, Milli Eğitim’in olmazsa olmaz ilkeleri, yasakları delinerek açılmış yollardan yetiştirilmiş, başkalarının inanç ve yaşam tarzlarına düşman kılınmış yapılar sosyal medya üzerinden kinlerini kustular. O çok vahşi, insanlık dışı katilamı alkışlayan, “oh oldu” diyen yayınlar kamuoyunda açığa çıkınca, dostlar alışverişte görsün boyutunda, suç duyuruları ile de zorunlu olarak yasal soruşturmalar açılmış olsa da bir şey çıkmaz...
 
Dünyanın rejimi sözde demokrasi olan ülkeleri içinde yargısız infaz içeriğinde en çok gazetecisi tutuklanmış ülkemizde, İktidarları, Liderliğinin kendileri yandaşı olmayan her türden muhalefet görüşü için, sonu gelmeyen operasyonlar sürüp giderken... Diyanet İşleri adına Ortaköy katliamı öncesi yılbaşı kutlamasını gayri meşru ilan edilmesi üzerinden ne gibi bir işlem yapıldı ki... Başkan Görmez hakkında “halkı kin ve düşmanlığa teşvik”ten yapılmış suç duyurusu işleme kondu mu ki? 

***
Dün dikkatinizi çekmiş olmalı, PKK terör örgütü eylemi izlenimi veren önceki günkü İzmir patlaması gelince, İktidarları, Liderliğine terör örgütlerinin sıraya girmesinden kaynaklı siyaset yapmada gündem değiştirme fırsatı çıktı... Kuşkusuz ne bizlerin ne de dünyanın, Türkiye’nin terör örgütlerinin sıraya girmiş gibi, eylemlerini yoğunlaştırdıklarını yadsıma şansımız yok. Türkiye’nin iç-dış odaklı terör odağı yapılması, aralarında kan uyuşmazlığı olamazmış gibi görülen en kanlısından terör örgütlerinin, en bonköründen silahlandırılmış olarak Türkiye’ye yönlendirilmiş olmaları gerçeği karşısında aklımızı başımıza devşirmek zorunda olduğumuzu hâlâ görmezlikten gelebilir miyiz? Özellikle 15 yılına girmiş İktidarları erki, Liderliğinin birinci dereceden sorumluluğu yok mudur?
15 Temmuz’da silahlı darbecilerin karşısında sivil duran şehitlerimize, gazilerimize saygı duymak, sınırlarımız içinde ve dışında canını veren, en zorlu koşullarda ülkesi için savaşmak, savunma yapmak zorunda olan askerlerimize, polislerimize şükran borcu, kahramanlığı ile canını vererek İzmir terör eyleminin katilama dönüşünü engelleyen trafik polisimize selam durmak... Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına çekilmekten kurtarabilir mi? İş hamasete dökülünce bugüne kadar her tür inanç ve siyasal karalamaya hedef yapılmış, Kurtuluş Savaşı, kuruluş destanlarının yazılması, Mustafa Kemal Atatürk devrimleri çağrıştırılarak, birlik çağrıları yapılması ne kadarı ile inandırıcı?
Toplumun bütününü kucaklayıcı, gerçekten her renk ve kimlikten, inaçtan vatandaşlarımızı ilkeli, güvenli birlikteliğe çağıran hangi ciddi adımlar atılıyor? İktidar erki gerçek birliktelik, ortak, dik duruş için ne kadar güven verici? Türkiye sınır içi ve dışında çatışmaların içinde, şehitler verirken, İktidar erkinin önceliği hafta başında rejim değiştirme, bal gibi de liderlik otoriterleşmesine, demokratik hukuk devleti düzenlerinin hiçbirinde yeri olamayacak güçler ayrılığını ortadan kaldırıcı, anayasa yapma hukukunu da çiğneyen adımlar atmakta... 
 
Şaşkınlık, dehşetle Diyanet’in yeni girişimlerini, tarikat ve cemaatlerle işbirliklerini öğrendik... Diyanet’in sorumlu üst düzey yöneticileri 32 kadar tarikat ve cematle öngörüşmeleri tamamlamışlar, önümüzdeki günlerde resmi bir toplantı düzenleyeceklermiş. Çok olumlu bir adımmış çünkü tarikatlerden, cemaatlerden başka inançları ötekileştirmemeleri, İslamdan ayrılmamaları, şiddete karşı durmaları istenecekmiş. İslam inancının gereği Diyanet’in bu çağrısı başka, yasal demokratik sivil toplum örgütü olmayan tarikat ve cemaatlere, laiklik, anayasa ayaklar altına alınarak meşruiyet tanımak çok başka...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Türkiye’nin belini kırdırmayan aydın - IŞIK KANSU


Geçen yılın son gününde yitirdiğimiz Dr. Engin Tonguç, yaşamını halkın mutluluğu ve yurdun uygarlaşmasına adamış Cumhuriyet kuşağının son temsilcilerindendi.
Bu adanmış ömrün çilelerini anlatır ya da yazarken, ağlanacak halimize kahkahalarla güldüren bir biçemi vardı Engin Tonguç’un...
Cumhuriyetçi atılımın; yeteneksizlik, kötü niyet ve bilgisizlik paçavralarına bürünmüş kişiliklerce nasıl içten içe kemirildiğini, durdurulduğunu ve bir karşıdevrime dönüştürüldüğünü çeşitli anılara dayanarak dillendirirdi.
Mesleğinde babası İsmail Hakkı Tonguç’un bir yanını, emek ve emekçiden yana olan yanını almış, hekim olarak uzmanlığını da o yönde yapmıştı.
“Sağlık Yazıları” ve “SSK Yönetiminde 2 Yıl” adlı kitaplarında, işçi sağlığı ve meslek hastalıkları konusunda harcadığı çabaların yanında yaşadığı zorlukları, engellemeleri aktarırken hınzır bir dille “bürokratları” şöyle anlatır:
“Belkemiksiz, yumuşakça gibi sözcüklerle belirlenen tipik bürokrat, tek başına hareket etme, karar alma yeteneği olmayan, yan tutmaktan ödü kopan, her türlü yeniliğe karşı koyan bir tutucudur. Kendi kanısı ve inancı yoktur. Yumuşak ve akışkandır, her kaba göre şekil alır. Bu tipe yeni bir iş yaptırmak istediniz mi, tüm rahatı kaçar. Kıvrak ve mantık cambazlıklarıyla çok güzel minare kılıfı hazırlar.”
Bir gün bu tipte birinin nasıl Köy Enstitülerini kapatmak üzere görevlendirildiğini anlatmıştı bana.
O tip, Reşat Şemsettin Sirer’di.
Engin Tonguç’un aktardığına göre, Reşat Şemsettin Sirer, 1946’da Milli Eğitim Bakanı yapılır yapılmaz demiş ki:
“İsmail Hakkı Tonguç’un yaptıklarının ve Köy Enstitülerinin belini kıracağım.”
Sonrasını Engin Tonguç şöyle anlatmıştı:
“Yıl 1953’tü. Sirer, bir jiple Sivas’ın Göleriz köyüne giderken aracı virajı alamayarak uçuruma yuvarlandı. Sirer’in göğsü ezildi, beli kırıldı.
Babam o gün, Sirer’in ölüm haberini radyodaki ajans haberlerinden duymuş, bir süre susmuş, sonra da ‘Zavallı Reşat!’ demişti.” Yıllardır zavallıların, Cumhuriyet kazanımlarının belini kırmak için yönettiği bir ülkedir Türkiye!
Tonguç’lar ve benzerleri de, kırdırmamak için başı dik yaşar, onurlarıyla da ölürler.
İnsanlık, iyiliklerinden söz eder... 


Işık Kansu / CUMHURİYET

Çare laik devlet - ALİ SİRMEN

“Türkiye’nin, her şeyi önüne katıp sürükleyecek iç çatışma ortamının eşiğinde olduğunu söylemek tek başına yetmez, aynı zamanda çıkış yolunu da göstermek gerek” diyenlere cevabım “el insaf! Çıkış yolunu yıllardır, bıkıp usanmadan söylüyoruz ya!” olacaktır.
 
Haydi bir kez daha söyleyelim:
İç çatışmadan kurtulmanın çaresi, laik devlettir.
Bu dün de öyleydi, bugün de öyledir, yarın da öyle olacaktır.
“Biz de laiklikten yanayız ama...” diye kıvırtmayan “amasız” gerçek laik devlet yönetimidir kurtuluş yolu.
Cumhuriyet’in temel niteliklerinin başında laikliğin yer alması “Kuvvacı”ların keyfi bir kararının değil, laikliğin etnik, inançsal, mezhepsel mozaik meşheri bir bölgede yer alan, Türkiye’de demokrasinin ve barış içinde birlikte yaşamanın zorunlu öğesi olmasının sonucudur.
Laiklik bütün demokrasilerin de onsuz olmazıdır.
Türkiye’nin, iyi kötü, yarım yamalak demokrasiyi uygulaması ve yıllar yılı Ortadoğu ülkelerine fark atarak, toplumsal barış içinde yaşayabilmesi de bu sayede olmuştur.
Ama kast ettiğim, sözde laiklik değil, özde sapına kadar gerçek laikliktir. 

***
Özde laik devleti, anlayabilmek için, önce sözde laiklik ne demektir ona bakalım.
Sözde laik devlet, bile, bütün inançlara, suç oluşturmadığı ve kimseye saldırmadığı sürece bütün yaşam biçimlerine saygılı olduğunu ilan ederken, inançlardan veya yaşam biçimlerinden biri saldırıya uğradığı veya daha tehdit altına girdiği anda “müdahaleyi men etmek için,” harekete geçmez, kem küm eder, baskıya tevessül edeni veya uygulayanı engellemez, cezalandırmaz.
Tabii bu durumda da laiklik de, demokrasi de lafta kalır, toplumsal barış önce tehdit altına girer, sonra da tümden yok olur.
Sözde laiklerin mırın kırın etmelerinin de, “biz kimsenin yaşam biçimine karışmıyoruz, karışılmasına da karşıyız” sözlerinin herhangi bir kıymeti yoktur.
Özde laik devlette ise, yöneticiler, inançlardan veya yaşam biçimlerinden herhangi biri saldırıya uğrarsa, hatta, eylem tehdit aşamasındayken, hemen müdahaleyi men eder, failleri de cezalandırır.
Müdahalenin menni, özgürlüğün alanını temizlemek, cezalandırılması ise, inançlara, yaşam biçimlerine saldırma eğiliminde olanları caydırmak amacına yöneliktir.
Böylelikle laiklik, kâğıt üzerinde kalan bir ilke olmaktan çıkar, devletin güvencesi altında bir özgürlük alanı olarak yaşamın içindeki yerini alır. 

***
Türkiye’de olayların bugün vardığı çok tehlikeli durumun nedeni rejimin hızla laik devlet çizgisinden uzaklaştırılmasıdır.
Son yıllarda birbirinin üzerine gelen olaylar, bu gerçeğin en umulmadık çevreler tarafından bile görülmesine, laikliğin kaçınılmazlığının kabul edilmesine yol açmıştır.
Ancak, bu olguya bakarak, aşırı iyimserliğe kapılmamak gerek.
Laik devletin zorunluluğunun her geçen gün daha geniş çevreler tarafından kabulü halinde bile, kaçınılmazın yaşama geçirilmesinin önünde iki önemli engel kalıyor.
Bunlardan birincisi, siyasete egemen olanların kafa yapılarıdır.
Olayların zorlamasıyla fıtratında laik devlet olmayanların istemeyerek de olsa bu yöne doğru evrildikleri takdirde bile, yine de ortada önemli bir engel kalacaktır.
Bu da anti-laik yürüyüşte önemli mesafeler almış olan iktidarın tabanında oluşacak olan tepkidir. Nevşehir Eğitim Bir Sen Başkanı İmam Hatip Ortaokul’u Müdürü İskender Çınar’ın laikliğe küfrü bu olgunun somut örneğidir.
Buna bir de bir süredir, anti-laikler tarafından parsellenmiş devlet kadrolarının güvenlik güçleri ve yargı kesiminden gelecek direnişi eklenince, iktidarın laik devlet zorunluluğunu görmesi halinde bile onu yaşama geçirmesinin ne kadar zor olacağı kolayca anlaşılır.
Bu durumda da iki cami arasında beynamaz iktidarın, sözde laik devlet uygulamasıyla durumu idare etme yolunu tuttuğunu göreceğiz, hatta görmeye başladık bile.
Oysa sözde laiklik derde deva değil.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

6 Ocak 2017 Cuma

‘Yaşam tarzına saldırı!’ - Meriç Velidedeoğlu

Geçen cuma günkü “2016” yılının son yazısı gibi, “2017”nin bu ilk yazısı da pek iç açıcı olamayacak, ne denli istesek de olamıyor; özellikle “14 yıl”dan bu yana. Yine izninizle yılın ilk ayracını açıp, ilkin “2005” yılına, ardından da biraz daha uzaklara gitsek diyorum.

O yıl, Danimarka’da yapılan bir toplantıya katılan “Başbakan Recep Tayyib”e gazeteciler, “AİHM”nin üst yargı kurulunun “türban yasağı” hakkında aldığı kararı sormuşlardı.
Türkiye’deki yasağı destekleyen bu duruma çok öfkelenen Başbakan: “Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı ‘din uleması’nındır (...) Açarsın, ‘din mensubu’na sorarsın bunun dinde emredici bir hükmü var mı? Varsa saygı duymak zorundasınız (...) Ben diyorum ki dinde yeri var. Biz de bu alanda mürekkep yaladık” (15.11.2005)



Bu konuşmasında Başbakan Recep Tayyib’in “hukuksal” bir konuda, “din uleması”nın “tek” yetkili olduğunu bildirmesinin ne denli sakıncalı olduğu o günlerde tartışıldı, kendisinin -bir bakıma- “din uleması” olduğunu bildirmesi de eleştirildi. 


Ne var ki, “din uleması”nın Osmanlı’da “Şeyhülislamlığı” oluşturan görevliler olduğu bilinir; “Cumhuriyet”in ilanından yalnızca dört ay sonra “Şeyhülislamlık Dairesi”nin kaldırılıp yerine -kısaca- Diyanetin kurulduğu, buradaki görevlilerin de artık “din uleması” değil “din adamı” oldukları bilindiği gibi, “Şeyhülislamlığın”, “siyasi rejim”in bir parçası olduğu da bilinir, kuşkusuz “din uleması”nın da.


Dolaysiyle “Başbakan Recep Tayyib”in, “2005”teki o demecinden sonra artık “Türkiye’de, “Diyanet” yerine “Şeyhülislamlık”, “Diyanet İşleri Başkanı” yerine de “Şeyhülislam”ın olması doğal değil mi? 


Böylece “cuma hutbeleri”nin de bu makama uygun olmaları, yılbaşına denk gelenlerin de büsbütün uygun düşmesi gerektiği dikkate alındığında, bu cuma hutbesi “dört dörtlük” olmamış mı?
Özellikle de “Aziz Kardeşlerim” diye başlayan, “yeni bir yılın ilk saatlerinin başka kültürlere, başka dünyalara ait yılbaşı eğlenceleriyle..” diyerek sürdürülen son bölüm. 


Değerli dostlar, bu olup bitenleri, daha çok da bu “Şeyhülislam Hutbesi”ni düşündükçe sarığını çıkarıp “fes” giymesi üzerine, adı “Gâvur Padişah”a çıkan, “30. Osmanlı Sultanı İkinci Mahmud”u sık sık anımsar oldum. 


Yüzü çağa dönük bu Osmanlı Sultanı’nın yaptığı yeniliklerin ilki, “Şeyhülislam”ı, hükümet yönetiminin dışında bırakmaktı; Şeyhülislam yalnızca “din” işleriyle uğraşmalıydı; kuşkusuz bu da “din işleri”yle, “dünya işleri”nin birbirinden ayrılması demekti. 


“İkinci Mahmud”un “yönetim” dışında gerçekleştirdiği yenilikçi adımları, Şeyhülislam, “Frenk âdetlerine karşı aşırı ilgi” olarak ele alıp eleştiren bir muhtırayla engellemeye kalkışınca, “Padişah” bu muhtırayı devletin ileri gelenleri önünde “yırtar.(*) 


Daha sonraları, “Şeyhülislamlık” kurumu -bir bakıma- bunun acısını çıkarmağa girişse de, “Cumhuriyet”in ilanıyla oluşturulan “Diyanet” ve ilk “Başkanı M. Rıfat Börekçi”, “laiklik” ilkesini bir “yaşam tarzı” olarak görecektir, göreceklerdir; öyle ki “15. Diyanet İşleri Başkanı M. Nuri Yılmaz”, “inanç” dışında, “dini hükümlerin ne ölçüde ne yönde değişebileceği” konusuna yönelik, “Dini Meseleleri İstişare Toplantısı” düzenlemişti. (Mayıs 2002)


Öte yandan, dünyadaki “terör” olaylarının hızla artması karşısında İslam dünyasında örneğin “Mısır”da basın: “Acı gerçek, dünyanın bütün teröristleri Müslüman”; “Terörist evlatlarımız yozlaşmış kültürümüzün ürünüdür (...) Müslümanlar ancak, olayları kınamayı, gerekçelendirmeyi bırakıp, utanç verici gerçekleri kabul ederek imajlarını düzeltebilirler...” (Eşsark el Evsat, Eylül 2004)


Biz ise bugün, “laik yaşam biçimi” bile diyemediğimizden, “yaşam tarzına saldırı” söylemiyle geçiştiriyoruz... 


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET 

(*) “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Niyazi Berkes, Bilgi Yayın, 1973

‘Birlik ve beraberlik’ - EMRE KONGAR

Ben çok zor, ama gerçekten çok zor yazı yazan bir insanım...
 
Neyi yazacağıma, nasıl yazacağıma sancılı bir süreçten sonra zar zor karar veririm...
Kimi zaman yazı bittikten sonra, konuyu ya da konuyu ele alış biçimimi beğenmediğim için, tümünü siler, bambaşka bir yazıya başlarım.
Konuyu ve nasıl ele alacağımı belirledikten sonra bilgisayarın başına oturduğumda önce, içimden geldiği gibi serbestçe yazarım.
Sonra o ilk müsveddenin üzerinden en az on-on beş kez geçer, onu düzeltir, fazlalıkları atar, kısaltır, ifadeleri netleştiririm.
Bu yeniden okuma ve düzeltme işini, araya zaman ve başka işler koyarak yaparım ki, yazıyı tekrar okuduğumda, eksiklerim, hatalarım hemen gözüme çarpsın.
Uzun lafın kısası, sizin kimi zaman sadece başlığına bakıp geçtiğiniz, kimi zamansa birkaç dakika içinde okuyup bitirdiğiniz bir köşe yazısını ben saatlerce ve hatta kimi zaman günlerce uğraşarak yazarım.
Son zamanlarda medya ve özellikle de Cumhuriyet gazetesi üzerindeki baskıların bu sancılı yazı yazma sürecini tam bir işkenceye dönüştürdüğünü tahmin edebilirsiniz.

 
Bu yazıyı da üç kez yazdım, bitirdim, sildim, dördüncü kez yeniden yazıyorum...
İlk metinde, “Birlik ve Beraberlik” isteyen devlet büyüklerimizin ve onların medyadaki tetikçilerinin çeşitli etnik, dinsel, siyasal, kültürel, meslekî gruplar için söyledikleri sözleri alıntılıyordum...
Sonra da “Bu sözleri söyleyenler, topluma böylesine kin ve nefret dolu söylemlerle seslenenler, nasıl bir birlik ve beraberlik umut edebilirler” diye soruyordum.
Fakat ne yalan söyleyeyim bütün bu sözleri bir arada, önce yazıp sonra da okuyunca, dehşete kapıldım, “Ben bu sözleri bu ortamda tekrarlayamam” dedim.
İkinci yazıyı, medya tetikçilerini dışarda bırakarak sadece politikacıların çeşitli grupları eleştirirken söyledikleri sözler üzerine kurdum...
Yine olmadı; daha doğrusu yine çok ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı, bölücü söylemler ortaya çıktı.
Üçüncü yazıyı sadece toplumun aklında kalan çarpıcı eleştirel söylemler üzerinden yazdım...
Tahmin edeceğiniz gibi o yazı da benim daima savunduğum barış, demokrasi ve insan hakları gibi kavramlara pek hizmet eder nitelikte olmadı.
Şimdi bu dördüncü yazıyı, söylemler değil, eylemler üzerine yazdım.
 
***

EĞER GERÇEKTEN TOPLUMSAL “BİRLİK VE BERABERLİK” İSTİYORSANIZ:
1) Medyada nefret söylemi kusan tetikçileri susturun.
2) Sosyal medyada nefret yayan trolleri durdurun.
3) Muhalifleri tutuklamaktan vazgeçin.
4) Hapisteki yazarları, gazetecileri, politikacıları tahliye edin, davaları tutuksuz görülsün.
5) Hiçbir etnik, dinsel, siyasal, kültürel, meslekî grubu toptan suçlamayın, bunlar hakkında, dışlayıcı nefret söylemi kullanmayın.
6) Ve asıl, başta Anayasa değişikliği olmak kaydıyla, kendi çözümlerinizi topluma kanırta kanırta dayatmaktan vazgeçin; demokratik süreçleri işletin, uzlaşma ve danışma mekanizmalarını kullanın.


Emre Kongar
CUMHURİYET

5 Ocak 2017 Perşembe

Devletin bekası - ÖZGÜR MUMCU

Radikal İslam denetlenemez, evcilleştirilemez bir harekettir ve önünde sonunda sadece destekçilerini değil kendine göz yumanları bile vurur. Bu yalın gerçek apaçık ortada olmasına rağmen nedense ısrarla bunu inkâr etmeye çalışan siyasi kararlar alınmakta.
 
Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal ettiğinde ABD’nin canla başla desteklediği mücahitlerden El Kaide doğdu. Yaratılan ortam sonunda Taliban iktidarı ele geçirdi. Hem mücahitlere hem de Taliban’a arka çıkan Pakistan başına iş gelmeyeceğini zannetti. Bugün vaziyeti ortada.
Benzer şekilde, yükselen sola karşı İslamcı hareketleri destekleyip göz yuman 12 Eylül cuntacıları sözüm ona savundukları Atatürk Cumhuriyeti’nin yıkılmasına yol açtı. 
 
El Kaide, Taliban ve en nihayetinde onların uzantısı IŞİD’i çıkaran Afganistan cehennemi memleketimizin İslamcıları tarafından senelerce örnek alındı. Sayın Erdoğan’ın Gülbeddin Hikmetyar’la fotoğrafı bu örnek almanın sembolleşmiş hatırasıdır. Hikmetyar’ın 2003’ten bu yana El Kaide desteği sebebiyle terör listelerinde olduğunu da not düşelim.
Suriye savaşı belki Afganistan’dan da beter bir küresel mücahit hareketine tanık oldu. Batı’nın peşi sıra özellikle Davutoğlu Ahmet Paşa komutasında bu hareketin en büyük dayanaklarından olduk.
Senelerce Türkiye’nin bir mücahit otoyoluna döndüğünü, sınırların bulanıklaştığını, “ılımlı” denenlerin önünde sonunda Selefi akımların içinde eriyeceğini yazıp çizdik. 
 
Kendini reel politik uzmanı zanneden “stratejistler” ile ilk gençliklerinin Afganistan hülyalarında coşmuş iktidar mensuplarına elbette etki etmedi. Ham bir hayalin peşinden memleketi ateşe attılar. Kendilerini uyaranları önce aşağıladılar, sonra hain ilan edip hapislere doldurdular.
Vardığımız yer belli. Selefilik sadece Suriye ya da Irak’ta izole edilebilen bir akım değil. Memleketimizde taraftarları giderek artmaktadır. Ancak iktidar Suriye siyaseti ile bu gidişatı kolaylaştırmakla kalmamış bugün dahi meseleye aymış değildir. 
 
Fazla izaha gerek yok. Basit bir örnek var. Laiklik kardeşliktir diyen ve IŞİD’e karşı açıklama yapan iki genç bugün tutuklu. Bu ise Hürriyet gazetesinden dünkü bir haber: Abdulsamet Ç. 2014 yılında yasadışı yollardan Suriye’ye geçerek terör örgütü DEAŞ’a katıldı. Ç., Suriye ve Irak’ta örgüt bünyesinde faaliyet gösterdi. DEAŞ adına 1.5 yıl kadar faaliyet gösteren Ç., pişman olduğunu söyleyerek, Türkiye’ye döndü. Mahkeme, Ç.’yi 1 yıl denetime tabi tutarak serbest bıraktı. Ancak Ç., İstanbul Ümraniye’de örgüte yönelik başka bir operasyonda bir kez daha yakalandı. Hakkında silahlı terör örgütü üyeliğinden dava açılan Ç., geçtiğimiz 2 Eylül günü tutuklandı. Ç. ile birlikte 5 kişinin yargılandığı davaya bakan mahkeme, ‘Sabit ikametgâh sahibi’ olduğu gerekçesi ile Ç.’yi tahliye etti.”
 
Şunu bilelim. Özellikle bugünlerde. Laikliğe kim hangi yolla karşı çıkıyor, laikliği savunanları baskı altına almaya gayret ediyorsa IŞİD ve benzerlerine hizmet etmektedir. Kimin dinci söylemi giderek radikalleşiyorsa o da pek yakında kendini IŞİD ve benzeri bir Selefi yapının içinde bulacaktır. Bu bir kar topudur ve çığ olmak üzeredir. 

 
Daha önce de söylendi ama tekrar etmek gerek. Laiklik bir milli güvenlik meselesi, devletin bekası sorunudur.

Özgür Mumcu
CUMHURİYET

Dışarıdan bakınca Türkiye - ERGİN YILDIZOĞLU

Reina katliamının ardından Batı medyasındaki yorumları bir araya koyunca ortaya Türkiye’nin geleceğine ilişkin çok karanlık bir görüntü çıkıyor. 


Seküler yaşama yönelik bir saldırı
Örneğin, en açık biçimde Die Welt’in koyduğu gibi: İstanbul’da Reina’da gerçekleştirilen katliamla, Paris’teki Bataclan ve Berlin’deki Noel festivaline yönelik saldırılar ortak bir simgesel özelliğe sahip: Üçünde de İslamın onayladığı yaşam tarzına uymayanlar hedef alındı. Zeit İslamcı medyanın, Noel ve yılbaşı öncesindeki uyarılarına, tehditlerine; Daily Telegraph ve Der Spiegel Diyanet’in yılbaşı kutlamalarıyla ilgili demecine dikkat çekiyor. Le Monde, katliamla sonuçlanan saldırının “Batılı yaşam tarzını hedef aldığını”, Der Spiegel, seküler - dinci kutuplaşmasını derinleştirmeyi amaçladığını vurguluyor. 

Fay hatları, demokrasi, insan hakları
New York Times, saldırının Türkiye toplumunun “fay hatları” üzerindeki basıncı arttıracağını, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhalefeti daha da baskı altına almasını kolaylaştıracağını” düşünüyor. The Independent’in baş yazısında, “sivil haklar, seçilmiş politikacılar üzerinde yeni bir baskı dalgası Türkiye’yi barışa doğru götürmeyecektir” deniliyor. The Independent’in yorumu, “Türkiye’yi, Irak, Suriye, Yemen, Mısır gibi terör kurbanı dominoların” içine katarak, “düşük yoğunluklu terörün ülkede sıradanlaştığına” dikkat çekiyor.
Wall Street Journal’e göre “terör tehlikesi bir gerçek ve Erdoğan’ın paranoyası sorunu daha da derinleştiriyor” ... “Erdoğan’ın İslamcı ve otokratik eğilimleri ülkenin kırılganlıklarını çoğaltıyor”. The Independent’da Robert Fisk de “demokratik yollarla iktidara gelmiş bir diktatör, komşusunun iç savaşına gidenler için bir yol olursa, katliamların kendi ülkesine de sıçramasından başka ne bekleyebilir ki” diyor. Telegraph’ın bir başka yorumuna göre “her şeyi kontrol etme meraklısı Erdoğan ülkesini kontrol edemiyor”; “zor zamanlarda halkın güçlü bir lider araması doğaldır. Ancak, ya zor zamanlar güçlü liderin döneminde başlamışsa?”
 
Çoklu cephe
İsrail kaynaklı, güvenlik sitesi Debka’nın yorumuna göre, “Türkiye, Erdoğan’ın Suriye’de gücünün ötesinde işlere soyunmasının faturasını ödüyor.” “Cihatçılar, Kürtler ve Gülenciler ile, aynı anda, üç cephede savaşmak zorunda kalıyor”. Financial Times, “Türkiye’nin çifte bir tehditle yüz yüze olduğunu” düşünüyor ve ekliyor: “Cihatçılar ve Kürtler büyük kentleri hedef almaya başladı”. Birleşik Arap Emirliği’nde yayımlanan The National’ın yorumu da yaşananların Suriye politikasından geri tepenlerle ilgili olduğuna inanıyor. Reppublica’nın Reina katliamı ile ilgili yorumu da saldırının “önce desteklenip sonra ortada bırakılan”... “eski dostların bir intikamı olduğu” doğrultusunda. 

Yeni aşama
The Atlantic, Financial Times, Zeit, Le Monde yorumcuların, saldırının biçimine, IŞİD’in ayrıntılı bir açıklamayla, sahiplenmesine bakarak “yeni bir aşamaya geçildiğine” inanıyorlar: Bu analizlere göre, Türkiye’de yeterince “kültürel (dini) sermaye” ve “siyasi sermaye”, kadro biriktirdiğine inanan “IŞİD, şimdi açık ve doğrudan savaş aşamasına” geçiyor.
Deneyimli Ortadoğu analisti Cockburn (Independent) “IŞİD saldırılarını önleme konusunda Türkiye hükümetinin yapabileceği bir şey yok”... “IŞİD’in Türkiye’de binlerce üyesi var” diyor. Bir Associated Press analistine göre, “şiddet etkili olmaya devam ederken Türkiye’yi daha fazla karışıklıklar bekliyor.”
Wall Street Journal’e göre, Erdoğan “İslamcı teröre karşı durabilecek bağımsız medyayı ve yargıyı baskı altına alıyor”... “Elindeki gücü biteviye arttırmaya çalışırken, Türkiye toplumunu, tam da cihatçı teröre karşı birleşilmesi gereken bir dönemde daha fazla kutuplaştırıyor.” Bu karanlık resim dağılmak üzere olan bir ülkeyi betimliyor!

Ergin Yıldızoğlu
CUMHURİYET

Birlik, beraberlik ama nasıl? - ZEYNEP ORAL

Herkesin (yani aklı başında olan, mantıklı düşünebilen, düşünce üretebilen, ülkesini seven, sevdiğine inanan herkesin) düşünce birliğine vardığı bir nokta var: Bu kahrolası acıdan, karanlıktan, çamurdan kurtulabilmenin tek yolu birlik ve beraberlikten geçiyor.
Birlik ve beraberlik evet ama nasıl?
Bir an için geçmiş hesaplaşmaları bir yana bırakalım.
Mesela diyelim yeni yılla birlikte mezhepsel, dini ya da etnik tüm ayrımcılığa son veriyoruz...
Mesela: Son zamanlarda dilimizden düşürmediğimiz yaşam tarzı etiketlerini bir yana bırakıyoruz...
Mesela: Bunları birbirine düşürmeye çalışan oydu, şuydu, dış güçlerdi, iç güçlerdi, o partiydi, bu partiydi demekten vazgeçiyoruz...
İnanın milletin tümü değilse de çoğunluk bunu yapabilir. Millet öylesine can güvenliğinden yoksun, öylesine iş ve aş derdine düşmüş, öylesine mutsuz ve umutsuz ki, bu yukarıda sıraladığım “mesela” dediklerimi yerine getirebilir. Yeter ki Meclis’tekiler izin versin... Devlet izin versin... Hükümet izin versin!



Kışkırtma doludizgin
Oysa terör katliamından bu yana 5 gün içinde yapılan tam tersi. Ağızlardan “birlik beraberlik” sözleri düşmüyor ama kışkırtma, ayrımcılık, milleti birbirine düşürme gayreti doludizgin devam ediyor.
Birtakım medyada birtakım yazarlar hâlâ muhalif olan herkesi hedef gösteriyor... Artık kime rastgelirse...
Anayasanın değişmez hükmü laikliği öven gözaltına alınıyor!
Tanrı aşkına, Halkevleri üyesi stajyerimiz Ayşegül Başar ve Hamit Dışkaya’nın gericiliğe geçit yok demesi, laikliğe çağrı yapması, başkanlık istememesi mi “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ediyor”; yoksa Diyanet’in tüm camilerin cuma hutbesinde yılbaşı kutlamalarını “gayri meşru” ilan etmesi mi?
Bununla ilgili hükümetin bir açıklaması oldu da ben mi duymadım?
Erdoğan’a çay vermem diyen Şenol Buran Cumhuriyet’e döndü ama Saray’a gitmem diyen muhtara soruşturma açılıyor... 


Neden yanımızda değiller?
Başta Başbakan, çeşitli bakanlar, bu terörist saldırı karşısında neden bütün dünya bizimle empati kurmuyor, neden Paris ya da Berlin’deki gibi kenetlenip yanımızda yer almıyorlar diye soruyor!
İnanması zor ama sanki bilmezmiş gibi ciddi ciddi soruyorlar:
Neden mi? Söyleyeyim:
Türkiye’de muhalefet eden 144 gazeteci ve yazarın hapiste olduklarını; 177 medya organının kapatıldığını bildikleri için... Attıkları bir tweet, bir sendikaya bağlılık, bir bankaya para yatırmış oldukları için aylardır hapiste çürüyenler olduğu için...
Barış isteyen akademisyenler, o akademisyenlere destek veren sanatçılar işlerini kaybettikleri için...
Milleti temsil eden seçilmiş 12 milletvekilinin tutuklu olduğunu; 51 belediyeye kayyım atandığını; Meclis’ten HDP’yi kemire kemire yok etme çabalarını bildikleri için yanımızda değiller.
Birlik ve beraberlik?
Evet, keşke başarabilsek. Ama birlik ve beraberlik kavramının sadece sözde kalmasının asıl nedeni ayrımcılıktır. Ayrımcılığı, kin ve şiddetle, intikam duygusuyla kışkırtmayı sürdürmektir. Ülke için için kanarken, kan gövdeyi götürürken hâlâ Meclis’i yok sayacak başkanlık sistemi ve yaraları kaşıya kaşıya yeni anayasa hazırlama peşinde olmaktır.


Zeynep Oral
CUMHURİYET

4 Ocak 2017 Çarşamba

AKP ve cihatçı örgütler... Düşman mı kardeş mi? - ÖZGÜR ŞEN

2017'de de devam edecek...

Biz söylemiyoruz, sarayda yapılan bakanlar kurulu toplantısından çıkan hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş, İstanbul'da yaşanan katliama atıfla böyle diyor. Üstelik, bunu Türkiye'nin 2017'yi daha güzel geçireceğini iddia ettiği cümlenin hemen arkasından söylüyor. İnsanlar gece kulübünde taranmaya, bombalarla can vermeye devam edecek ama 2017 daha güzel geçecek... Kurtulmuş'un güzellikten ne anladığının üzerinde durmaya değmez. Ama Kurtulmuş bir noktada haklı. İnsanın söylemeye dili varmıyor ancak büyük olasılıkla devam edecek.

Türkiye tarifi hiç de zor olmayan büyük bir batağın içinde debeleniyor. Tarifi zor değil çünkü sebepleri belli... O kadar dramatik günlerden geçiyoruz ki, ölenlerin aslında niye öldüklerini biliyoruz. Bu katliamların dinamikleri sır değil.

Daha işin en başında, bu çetelerin arkasındaki gerici ve dinsel ideolojinin nasıl ortaya çıktığını, komünizme ve işçi sınıfı hareketlerine karşı hangi yollarla güçlendirildiğini biliyoruz. Sosyalizmin çözülüşünden sonra güç kazanmaya ve farklı biçimlerde düzenin büyük efendilerine hizmet etmeye devam ettiklerini, düşünsel olarak bu ideolojiden beslenen hareketlerin bazılarının AKP'ninkine benzer dönüşüm hikayeleriyle uygun koşullarda iktidara geldiklerini de...

Aynı ideolojik kökenden gelseler de, akrabalıkları sürse de, farklı biçimlerde varolmaya devam ediyor ve birbirinden ayrı yöntemlerle etkinliklerini sürdürüyorlar. Kimisi doğrudan şiddet uygularken, kimisi dolayımlar kullanıyor, kimisinin elinde ise şiddet için zaten bir devlet mekanizması mevcut.

Ama bütün bu ortaklıklar bu hareketlerin birbirleriyle ters düşebileceği ve bir mücadeleye girişebileceği gerçeğiyle çelişmiyor.

Gülen cemaati ve AKP'nin geçmişteki ortaklık ve işbirlikleri ve düşünsel olarak hâlâ hiç tartışmasız aynı zemini paylaşmaları aralarındaki siyasi gerilimin sahiciliğini yok etmiyor. Bugün cihatçı örgütlerin AKP'yle gittikçe daha fazla sorun yaşamaları, AKP'nin başına daha büyük belalar açmalarının muhtemel olması, AKP ile bu örgütlerin arasındaki kan bağını buharlaştırmıyor.
Tam tersine... AKP'nin bu tip dinsel referanslı yapılarla ortaklıkları ve derin ilişkileri, yaşanılan ve yaşanması muhtemel problemleri derinleştiriyor.

AKP'nin cihatçılarla düşünsel ortaklıkları, Türkiye'deki gerici tabanın iç içe geçmiş ve birbirinden ayrılamaz hali, AKP'nin Nusra veya IŞİD gibi cihatçı yapılarla sorunlarını önemsizleştirmiyor, daha da büyütüyor ve çözümsüz hale getiriyor.

İşte bu yüzden AKP hükümeti bu konuda haklı! Çözmeleri imkansız ve büyük ihtimalle devam edecek.

Kendileri yaptı, bu bataklığa Türkiye'yi AKP soktu çünkü.

Türkiye'nin başına en büyük belaları bir zamanlar AKP'yle masaya oturanlar, onlarla iş çevirenler açıyor; darbe tezgahlıyor, bomba atıyor, insan katlediyorlar. Bunların hep AKP'nin başına gelmesi, AKP'nin eski ortaklarıyla yaşadığı sorunların, Türkiye'yi kan gölüne çevirmesi bir rastlantı değil.
Ortada gerçek bir problem var ve bu problem AKP'nin attığı her adımda büyümeye devam ediyor.
AKP, Suriye'de peşine emperyalist güçleri de takıp bölgesel oyunlara girişiyor, sorun büyüyor.
AKP, cihatçı çetelerle işbirliğini geliştiriyor, onları hem dışarıda hem içeride operasyonel olarak kullanmaya çalışıyor, sorun büyüyor.

AKP, uluslararası provokasyonlara girişiyor, uçak düşürüyor, cihatçılarla birlikte komplo planlıyor, Rusya'yla geriliyor, sorun büyüyor.

AKP, Rusya'ya yanaşıyor, cihatçılar cinayetlerine devam ediyor, sorun büyüyor.

AKP, Suriye'de bu defa Kürt güçlerine karşı pozisyonunu güçlendirmek için bugüne kadar gayet dikkatli bir ilişki yürüttüğü IŞİD'e karşı operasyonlara başlıyor, sorun büyüyor.

AKP'nin problem-çözüm dinamiği hiç değişmiyor. AKP'nin kendi yarattığı sorunları çözmek için attığı her adım, ya aynı problemi ya da başka bir problemi büyütüyor. AKP'nin ve dolayısıyla Türkiye'nin problemleri derinleşiyor.

Bu saatten sonra AKP, örneğin IŞİD'le savaşmaktan vazgeçebilir mi? İmkansız... Peki ama AKP, IŞİD'i her düzlemde mahkum edecek önlemler alabilir mi? Bu da siyasi ve ideolojik olarak imkansız...

O halde AKP, bugüne kadar ne yaptıysa onu yapmaya devam edecek. Sorun çözmeye çalışırken sorunu daha da büyütecek... Ta ki mutlak bir iflas noktasına kadar...

O gün, AKP'nin geçmişteki ve hali hazırdaki tüm ortaklıkları, yalnızca cihatçılarla değil, patronlarla ve Batıyla kurdukları tüm ilişkiler hatırlanmaz ve buna göre hareket edilmezse, Türkiye'nin işinin gerçekten zor olacağı bilinmeli.

Özgür Şen
SOL

IŞİD nasıl bir taşla iki kuş vuruyor? - TAYFUN ATAY


Lâmı cimi yok. İstedikleri kadar hakaret, küfür, irin saçsın ağızları, söylemeye devam edeceğiz: Reina, bir “laik kimlik kıyımı”dır. 
 
Daha da ötesini günlerdir savunmacı bir refleksle önümüze konulan zavallı yorumlara karşılık olarak söyleyelim: IŞİD, AKP hegemonyasının yumuşak karnını, zayıf noktasını gayet iyi fark etmiş durumda ve oraya çalışıyor, sonuç da alıyor.
Ha bire gevelenen değerlendirme şu: Yılbaşı kutlamasına karşı o bayağı ve vandal kitlesel organizasyonlar da, Diyanet’in kutlamayı gayri meşru ilan eden hutbesi de yanlış olsalar bile bunların IŞİD’in Reina eylemi ile bağlantısını kurmak doğru değilmiş. Örgüt, bunlar olmasa da bu eylemi yapacakmış da mış mış…
Bunları duyunca IŞİD’in Türkiye’yi bir çoğumuzdan daha başarılı çözdüğünü düşünüyorum!..
IŞİD, sizi sizden daha iyi okuyor! O yüzden kime, nereye, ne zaman ve ne anlam üretmek üzere saldıracağını çok iyi biliyor.
IŞİD bu memlekette 11 Ekim 2015’te Ankara’da olduğu gibi Kürt siyasal hareketiyle irtibatlı kesimlere, solculara, sosyalistlere saldırır.
Alevilere, Noel kutlayan gayri-Müslimlere, Yılbaşı kutlayan seküler kesimlere saldırır.
Saldırsa saldırsa CHP’ye, Cumhuriyet gazetesine ve işte Reina’ya saldırır. 

***
Reina’ya saldırır ki yılbaşı kutlamasına karşı sokakta temsili Noel Baba’yı dövüp kafasına silah dayayanları da…
Binalara Noel Baba’yı bir yumrukta dağıtan Müslüman kabadayı posteri asanları da…
Ve camilerde yılbaşı kutlamasını gayri meşru ilan ettiğiniz hutbeyi dinleyenleri de “kazansın”!..
Böylece yarattığı tüm dehşete rağmen toplumsal bünyemizde kendine alttan alta bir sempati damarı da açsın.
Bu potansiyel, sayenizde, mevcut ve IŞİD bunu gayet iyi biliyor. 

***
En karakteristik örnek, Charlie Hebdo saldırısını gerçekleştiren El Kaide bağlantılı iki kardeş teröriste yönelik “tazim” (yüceltme) dolu gösterilerin bundan birkaç yıl önce İstanbul’un göbeğinde rahatlıkla gerçekleştirilmiş olması. Toplananların “Kuaşi Kardeşler onurumuzdur” diye pankart açıp slogan atabilmiş olması.
Bu terör karşısında uluslar-arası heyetin arasında yerini alan, dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’na yönelik, üstelik polislerin gözü önünde uyarı ve tehditlerin dillendirilebilmiş olması… IŞİD bunları bilir.

***
IŞİD bunları bilir de siz onun bu memlekette Gezi olayları boyunca “Yüzde 50’yi zor tutuyorum” lâfzıyla işaretlediğiniz kitleye oynadığını gerçekten ne kadar biliyorsunuz acaba?!
Bunu yaparken de yine Gezi olaylarından itibaren “lânetli öteki” durumuna sokulmuş diğer “Yüzde 50”nin üzerine gittiğini, tedhişini oraya kustuğunu ne kadar biliyorsunuz acaba?..
IŞİD bir taşla iki kuş vuruyor.
Hem sizin yıllardır şeytanlaştırıp, cadılaştırıp, “çapulcu”laştırıp, sosyolojik bir anlayışla yaklaşmak yerine tarihsel olarak birikmiş siyasal hıncınıza kurban ettiğiniz toplum kesimlerine saldırıyor, saldırı plânları yapıyor. Hem de böylece bu kesimlere yönelik çatışmacı, ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı siyasetinizin ürettiği kitlesel nefretle yetişmiş, pişmiş, kemikleşmiş olanlara hitap ediyor.
IŞİD sizin kitlenize, “Yüzde 50”nize oynuyor, onu sizden kapmaya, koparmaya, çalmaya çalışıyor. 

***
O yüzden şimdi sosyal medyada nefret suçu işleyen, “Oh olsun” diyerek terör destekçisi durumuna düşen çoluk çocuk trollerle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz.
Hâlbuki bu çocuklar sizin eseriniz! Siz böyle biçimlediniz onları 15 yıllık iktidarınızda!..
Ama bir yandan da yine durmuyor, Reina katliamına tepki gösterip laiklik çağrısı yapan gençleri de (birlik-beraberlik diyorsunuz ya, hani!) kazanmaya çalışmak yerine gözaltına alıyor, soruşturma açtırıyorsunuz.
Hâlâ toplumun diğer yarısının burnundan getirmeye devam ediyorsunuz.
O kadar trajikomiksiniz ki…
Siz böyle ikili oynadıkça…
IŞİD de bir taşla iki kuş vurmaya daha bol bol devam edecek bu memlekette.

Tayfun Atay
CUMHURİYET

3 Ocak 2017 Salı

Alı al, moru mor, kızılı kızıl... - ORHAN AYDIN


-Bazı kelimelerin hayattaki karşılıkları  yitip gitti.
Umut, ümit, sevinç, neşe  gibi.
Bak insanlara kaçının yüzü gülüyor, kaçı öfkesiz?
Üstlerine ölüm, kan ve kin yağdıkça çaresizlikleri büyüyor, yalnızlaşıyorlar ve giderek zifiri karanlığın içinde kıvranıyorlar.
Bak şu çocuklara, gülmüyorlar.
-Bugün neşe pınarı gibisin ağabey hayret!
Ne yapalım yani, akıllarını başlarına  devşirsinler,  görsünler biraz olup biteni, kim savuruyor insanlığı derine derine, algılasınlar.
Mutsuzluklarının nedeni bizler olmadığımıza göre bu denli kendini kahretmen acı.
Herşeyden biz mi sorumluyuz?
-Sorumluyuz tabi.
Ne yapıyoruz, kırmızı örtülü bir masanın  üstünde duran ölgün çiçeklerden beteriz.
Nerede kaldı sevinç yüklü şarkılar, nerede bir yamaçtan başka bir yamaca oradan koskoca bir ovaya taşan şiirler, hani nerede aşkı kışkırtan filmler, oyunlar, danslar.
Nerede bu aşağılık düşmanlığı yenecek o büyük ve güçlü söz.?
-Haksızlık değil mi bu, her gece sahnelerdeyiz, alkışlar topluyoruz uçsuz bucaksız bir sahilden binbir  renkli  çakıl taşları toplar gibi, ceplerimiz, üstümüz başımız alkış.
İniyoruz sahneden, hayata savuruyoruz.
Yetmiyor mu?
-Yetmiyor. Yetmeyecek.
Fazlası gerek daha fazlası. Koca bir nehir olmalı belki.
Kıyısında  mavi çiçekler açan yeni ağaçlar, meyveleri al, yaprakları umut kırmızısı, mavi masmavi bir nehir.
Yoksa yenemeyeceğiz içimize sığmayan çaresizliği ve bu suskunluk öldürecek yüreğimi, acı sardı sarmaladı aklımı, ne okuduğum benim ne dinlediğim, ne yazdığım benim ne söylediğim, şarkılarımı yitirmek üzereyim, buz kesiyor öfkem.
-Ağabey bana bir öykü anlatmıştınız hani, savaşın  taa  orta yerinden kan çiçekleri gibi uçuşan bir öykü, bir pınar başında bekleşen al basmadan entarili kız çocuğunun söylediği bir şarkı vardı, ‘kelebeklerin kanatlarına Ağustos böcekleri konmuş birlikte ağlaşıyorlar’ diyordu,  ıslıkla çalmıştınız ezgiyi, sonra yanımızdaki yaşlı kadın ‘bu keder yer bitirir insanı, acıyı bu kadar emzirmemek lazım, bakın gökyüzünde bulutlar yağmura gebe, hayat hep yeşermeye sancılı’ demişti. Anımsıyor musunuz, çiçek yüzlü bir kadındı, uçuşan saçları alacalı.
-Elbette anımsıyorum.
-Eee o zaman niye bu küsmüşlük niye bu kahır. Siz demez misiniz şimdi umudu kuşanma vaktidir, Şimdi kardeşlik ateşini yeniden yakmanın vaktidir.
Şimdi barışı ve eşitliği ve sanatı kışkırtmanın vaktidir.
Şimdi yaşam aşkını   alınlarımıza kazımak vaktidir.
Şimdi barış için saf durma vaktidir diye.
-Evet.. öyle değil midir..öyledir.
-O zaman ağabey yıkın şu umutsuzluk duvarını, benim de canımı yakıyorsunuz.
Gözleriniz deli bakıyor, elleriniz çınar dalı gibi, sözcükleriniz  dikenli dağ kekiği.. yıkın  şu gövdenizi kuşatan duvarı.
-Omuz ver kardeşim omuz ver, söyle insanlara omuz versinler, yıkılsın bu zindan dünya, yıkılsın bu zindan hayat.
Çiçeklensin ellerimiz aklımız, yüreğimiz, çiçeklensin ümitlerimiz.
-Çiçeklensin umut savaşın taa orta yerinde menekşe bahçesi olalım.
 Alı al, moru mor, kızılı kızıl umut.
-Kızılı kızıl umut.
Değiştin sen.. büyüyorsun gözümün önünde.
-Yalnız  kırlangıç kuşları mı  seviyor yaşamayı, benim de umutlarım var her biri her çocuktan hayata taşan sevinç.
-Erken gel.. provadan çıkar çıkmaz gel..Balık pazarındaki çiçek masalı dükkanda buluşalım.. sana bir Nihat Behram şiiri okuyacağım.
-Yeni mi?
-Yeni içinden çocuk sevinçleri fışkırıyor gelip konuyor yanıbaşımıza.

Orhan Aydın / SOL
oaydinoaydin@gmail.com

Laiklik hayattır - ÇİĞDEM TOKER


Anayasasında laiklik yazılı bir devletin; yeni yıl kutlandı diye katliam yapılan ülkesinde nefes almaya çalışıyoruz artık.
Bir buçuk yıldır ağır kanamalı olan ülkede, bu kez gülme, eğlenme, gezme gibi insanlık hallerinden oluşan yaşama sevinci hedeflendi.
Barbar IŞİD’in, Türkiye’de ikinci kez üstlendiği terör eylemi açıklamasında, Reina’yı basan saldırgan katilin “halifeliğin kahraman askeri” olarak tanımlanışı dikkatlerden kaçmamalı. Vurgu, içerdiği kodlar bakımından, yazık ki canımızı yakan saldırıların sürebileceğinin işareti. (Yanılmayı ve süreci tersine çevirecek bir dizi mucizevi adımlar atılmasını çok isterdim.) 

***
39 kişinin hayattan koparıldığı Reina katliamı, laiklik ilkesini gündelik yaşamının merkezine almış kalanlara, sırf takvim dönüyor diye, bir yılın yeni olmayacağını, gelen yıla kılını kıpırdatmadan yüklenen iyimserlik ve umudun kofluğunu gösterdi.
Yılbaşı gecesine beş kala, sosyal medyada, bilbordlarda tırmandırılan nefret dili; sonrasında ülkeyi yönetenlerin bildik klişelerin ötesine geçemeyen tepkisizliği, -milletvekillerinin tekil açıklama ve duruşları hariç olmak üzere- ana muhalefet partisinin genel merkez ağırlığıyla doğru zamanda ve güçlü bir çıkışta bulunmaması, üst üste gelen katliamların yarattığı travma ve toplumsal edilgenliği derinleştirmekte.
IŞİD’in son bir buçuk yıl boyunca Türkiye’de düzenlediği terör eylemlerinin yargıya taşındıktan sonraki serüveni, “cezasızlık” kültürü olarak özetlenecek yapanın yanına kâr kalışını da unutmayalım.

***
Toplumun güvenliği, siyasi kadroların görev ve sorumluluğundadır.
Devleti yönetmek üzere vekâlet almış siyasi kadrolar, adına bakanlık denilen koltuğa oturunca birçok ödevi üstlenmiş de oluyor.
Devlet yönetmek ağır bir iş sayıldığından, görev sırasında zorluk çekilmemesi gerektiği düşünülür. Ulaşım, makam, personel gibi temel alanlarda kolaylıklar sağlanması bu yüzdendir.
Bu yüzden hükümet üyeleri emrine; vergilerimizle satın alınarak zırhlı makam araçları, mefruşatı vergilerimizden ödenen konforlu makam odaları, silahı, maaşı vergilerimizden karşılanan korumaları, ağızlarından çıkacak bir kelime için hazır olda bekleyen idari personel tahsis edilir.
Bütçeden karşılanan bu donanıma yaslanan bir yöneticinin; yolda yürürken, durakta otobüs beklerken, lokantada yemek yerken her an öleceğinden korkar hale getirilmiş topluma, bu korku yetmezmiş gibi “tedbirini al” deme hakkı olamaz.
Kutuplaştırıcı nefret söyleminin, şiddeti meşrulaştırdığı bir iklime savruluyoruz. Öyle bir iklim ki bu, ülkenin anayasasında cumhuriyeti tanımlayan ilkelerden biri olan laikliği savunmak suç gibi gösteriliyor.
İktidarın yanında hizalanan medyanın rol aldığı bu girişim, gazetecilik ve ifade özgürlüğü alanından sonra, laiklik ilkesini de kriminalize etmeye başladı.
Eğer iktidar “IŞİD’le mücadele” söylem ve politikasında samimiyse, laikliği savunmanın kriminalize edilmesine yol veremez.
Laiklik hayattır. Ve laikliğin, çoğulculuğun, ifade özgürlüğünün çökertildiği bir toplumda, saat başı çatık kaşlarla terennüm edilen birlik ve beraberliğin gerçekleşme imkânı yoktur.

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet