19 Mart 2017 Pazar

‘Mercedes planı’ ve biberon ordusu - Nilgün Cerrahoğlu

Cumhurbaşkanı hızını alamıyor.
Bu kez de “Mercedes planını” devreye soktu.
“Oradaki en iyi arabalara binin!” dedi: “En güzel evlerde oturun!”
Bitmedi…
“Üç yetmez, beş çocuk yapın!” diyerek gördü ve arttırdı: “Yaşadığınız yer yeni vatanınızdır. Oralara sahip çıkın!”
Erdoğan, demografide gerileyen Avrupalıların bu kez en derin kâbusu olan “demografik bombayı” fitilliyor. Ve “mültecileri salıveririm!” tehdidinden, “demografik bombayı tetiklerim” tehdidine yatay geçiş yapıyor.
Bu o kadar derin bir korku ki, Fransa’da iki yıl önce Michel Houllebecq adlı bir yazar, tam bu konuyu işlediği “Teslimiyet/Soumission” adlı kitabıyla olay olmuş ve romanı çok satanlar listesinden aylarca inmemişti.
“Teslimiyet”te Houllebecq, başkan seçilen “ikinci kuşak” bir Müslümanın ülkeyi nasıl şeriata sürüklediğini anlatıyordu.
Erdoğan’ın son açıklamalarını duyanlar; “Houllebecq’in kehaneti gerçek mi oluyor?” diyor. Türkiye Cumhurbaşkanı da sonuçta “Çoğalın, yükselin, bulunduğunuz ülkeleri içerden ele geçirin” demiyor mu? 

Boğaz’ın duçe’si

 
İtalya’nın en büyük gazetesi “Corriere della Sera” örneğin baş sayfadaki makalesini bu konuya ayırmış:
“Yüce Erdoğan şimdi bizi hangi orduyla ele geçirmeye niyetlendiğini açıkladı: Yeni doğmuş bebeler! Egosunun balkonundan seslenen Boğaz’ın ‘duçe’si genç Türklere çağrı yaptı. Avrupa’da kalıp çoğalın. Adam başı beş çocuk yapın, kâfirlerin kıtasını Osmanlı kanıyla doldurun” diyen gazete bu sözleri sonra şöyle sürdürüyor:
“Biberonla çıkılan yeni haçlı seferi Batılıların, kendi yurtlarında birden bir azınlığa dönüşmeyi içeren en derin korkularını hedef alıyor. Batı zira demografik bombayla çıkacak çatışmayı, baştan kaybetmeye mahkûm olduğunu biliyor. Erdoğan’ın sözleri Le Pen ya da (ırkçı İtalyan lider) Salvini’nin söylev yazarlarının kaleminden çıkmış gibi. İnsan hastalıklı biçimde gidip hemen Trump’tan bir duvar, hatta bir sıradağ ödünç alma arzusuna kapılıyor. Erdoğan, narsist hezeyanları arasında Paris ya da Berlin sokaklarında yürürken bu İslamcı istilanın canlı örneği olarak görülecek bir hamile Türk kadınının kendisini nasıl hissedeceğini umursamıyor. Neyse ki Sultan Avrupa âdetlerinin (buradaki) erkek teba üzerindeki etkisinden habersiz. Akıllı telefondu, video oyunuydu, pay-TV’ydi derken… daha ikinci çocukta divana yığılıp kalır bunlar. ‘Anneciğim Türkler geliyor!’ da neymiş? Bizi kurtaran sonunda babalar olacak!”
Katolik gazete “Avvenire”de manşetten duyurduğu “Erdoğan, Avrupa ve çocukların savaşı” başlıklı yorumunda “Fethetmek ve başkalarına karşı hâkimiyet kurmak adına çocuk yapılmaz” diyor: “Geçmişte faşizmi yaşayan İtalya, bunu iyi bilir. Diktatörlükler halkları güç ve hâkimiyet duygularıyla yönlendirmeye çalışır. Milliyetçi gururla Türklerin bu çağrıya yanıt vereceklerini düşünmek güç olsa da Erdoğan’ın sözleri gene de kaygı verici. Çünkü hem (faşist) bir geçmişten geliyor, hem de Avrupa’nın bugünkü yumuşak karnı olan demografi yarasını kaşıyor.”
 
‘Sünni lider’e yeni format
 
Değerlendirmeler bu minvalde uzayıp gidiyor.
En sık sorulan soru “Niçin?”
Erdoğan neden her gün Avrupa’ya saldırıyor?
Konu “engellenen Avrupa mitinglerinin” çok ötesinde.
Yaygın görüş, RTE’nin sözlerinin baş muhatabının Eski Kıta’nın gurbetçilerinden çok doğrudan Türkiye’deki seçmenler olduğu yolunda.
Erdoğan: 1. “Dış düşman”la, milliyetçi oyları içte “Evet”e kilitlemek istiyor 2. Suriye-Ortadoğu politikalarının hezimetini, Avrupa’ya sardırarak örtüyor. 3. Emevi camisinde namaz kılan “Sünni lider” olmayı düşlerken berheva olan bu rüyayı, hilal-haçlı çatışmasıyla yeni bir “format” altında “reset”lemeye çalışıyor. 4. Rusya’yla yaklaşmanın tetiklediği jeopolitik sarsıntının artçısı yaşanıyor. Putin’le ilişkiler yeni evreye girerken Avrupa-NATO ile her gün problem çıkıyor.
Bunlar sorunun özde bir “haçlı-hilal” çatışmasıyla ilgili olmadığına işaret ediyor.
Putin de sonuçta Ortodoks bir Hıristiyan. Ama ne hikmetse hâlâ İstanbul’a “Konstantinopol” gözüyle bakan Ortodoks Rusya, bu “haç-hilal” tartışmasının tamamıyla dışında tutuluyor.
Erdoğan “Haçlı-Hilal çatışması” derken “Haçlı”nın salt “Avrupa” kısmına odaklanılması, bu argümanın ne kerte araçsallaştırıldığını gösteriyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Madem insanlık öldü, yaşasın eşeklik! - Mine G. Kırıkkanat

Ana akım medya gazeteciliği bırakıp iktidarın dümen suyuna girdiğinden yasanın da yasağın da sözünü hiç etmedi. Bağımsız birkaç gazete ve blog haber verdi, o da yayılmadı. Dolayısıyla tekrarlıyorum:
AKP iktidarı 2008 yılında seçimlerin temel hükümlerini belirleyen 298 sayılı yasanın 94. A maddesini değiştirerek, yurtdışında ve yurtdışı temsilciliklerde seçim propagandası yapılmasını yasakladı.
Sonra kendi koyduğu yasağı kendi deldi ve 2008’den öteye her seçimde, 2014’teki cumhurbaşkanlığı referandumu dahil; Türk göçmenlerin yaşadığı Avrupa ülkelerinden “kültürel faaliyet” adı altında izin alıp oy toplamak üzere mitingler yaptı.
Ama bu ülkeler 2017 referandumuna, kuşkusuz anayasa değişikliğinin anti-demokratik içeriğinden dolayı tavır koydular. AKP hükümetine kendi yaptığı yasayı anımsatarak, “kültürel faaliyet” adı altında seçim propagandasına izin vermeyeceklerini belirttiler.
Ne var ki Türkiye’deki muhalefet, iktidara Avrupa’nın gösterdiği tepkiyi veremedi. Çünkü onlar da yıllardır, tıpkı AKP gibi aynı ülkelerde “kültürel faaliyet” adı altında seçim propagandası yapmışlardı.
298 sayılı yasayı birlikte delmenin, hem de uzun süredir delmenin suç ortaklığıyla suspus olundu.


***

Zaten CHP ve milletvekillerinin yarısı hapiste HDP’den ibaret siyasal muhalefet, delinen yasayı hık mık bile etmeden görüp duymazdan gelince; Almanya’dan sonra Hollanda krizinde iktidar aldı sazı eline.
Mahalle kabadayısı üslubuyla yağdırılan hakaret ve tehditler sayesinde; Türkiye’nin devlet ciddiyeti bizzat o ciddiyeti korumakla yükümlü kişiler tarafından yok edildi.
İmam geğirir de cemaat kusmaz mı?



Hollanda’yla kapışılan gece, AKP’nin sosyal medya milisleri Aktroller, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ı soyadından dolayı Hollandalı sanıp, Twitter’daki @fhollande resmi hesabına: “Kimsiniz siz lan hırbo!”, “Korktuğunuz olacak merak etme! Biz unuttuk siz unutmadınız Osmanlı’yı..hadi bismillah” gibi mesajlar gönderdiler. Birisi hızını alamamıştı, hem Cumhurbaşkanı Hollande, hem de Fransız Liberation gazetesine, “Az kaldı sizi sandığa gömecez osmanlı kurulacak sizi de hollandaya gömecez ve hollandaya tr plakası 83 olacak bekleyin” diye yazdı.

***

Yetmedi, bazıları Hollanda polisini aradığını sanarak ABD’deki bir telefon santralını arayıp mehter marşını dinletti ve “Akıllı olun yola çıktık geliyoruz bak!” diye mesaj bıraktı.
Kimileri Hollanda temsilcilikleri önünde Kangal köpeklerini havlattı. Kimileri portakal sıkıp suyunu içti.
Aktrol hacker’lar, Hollanda başta bir sürü ülkedeki sosyal medya hesaplarını ele geçirip sanki cenk kazanmış gibi yeniçeri naraları attılar.
Askeri darbeler haricindeki tarihinde, Türkiye tüm dünyada ilk kez bunca olumsuz habere konu oldu.
Takke düştü, kel göründü.
Cila sıyrıldı, foyalı mal ortaya çıktı.
Artık bütün dünya hangi kalibrede kişilerin Türkiye’de iktidar olduğunu ve nasıl tehlikeli bir cehaleti beslediklerini gördü, biliyor.
Avrupa’dan koptuk da, bundan böyle Araplar da kesmez bizi, çünkü onlar bile diplomaside rezilliğin böylesini başaramadı; artık Afrika’nın kabile cumhuriyetleriyle ahbap çavuşluk kurabiliriz ancak...
Ama siz, yine de umutsuzluğa kapılmayın.
Çünkü bu cinnet ülkede sadece bu insanlar değil; güzel gözlü, çilekeş, inatçı eşekler de yaşıyor ve bazen onların zekâsından ders almak şahsen benim için bir zül değil. Hatta bugünlerde şu öyküdeki eşeğe benzediğimi düşünerek teselli oluyorum:



***
Çiftçinin eşeği kör kuyuya düşer.
Çaresizlikle, umutsuzlukla anırmaya başlar.
Çiftçi onu nasıl kurtaracağını bilemez.
Sonunda eşeğin yaşlı olduğuna, kurtarmaya değmeyeceğine, kör kuyunun da zaten kapanması gerektiğine karar verir.
Konu komşuyu yardıma çağırır. Herkes birer kürek alıp kuyuya toprak atmaya başlar.
Eşek başından aşağı boca edilen toprağı görünce durumu anlar, daha beter anırmaya koyulur. O anırdıkça, kürekler de bir an önce bitsin diye daha hızlı çalışmaktadır.
Bir süre sonra sesi kesilir, sus pus olur hayvancık.
Sahibi çiftçi, nihayet öldü mü, toprağa gömüldü mü diye kuyunun içine bakar merakla.
Ve gördüklerine inanamayan gözleri faltaşı gibi açılır, şaşkınlıktan küçük dilini yutayazar.
Canlı canlı gömmeye çalıştıkları eşek, üstüne atılan her kürek toprağı silkeleyerek ayaklarının altına düşürmekte, yükselen toprağı basamak yaparak yukarı doğru çıkmaktadır.
Çiftçi ve konu komşunun attığı toprak hayvanın aşabileceği eşiğe gelince, bir hamlede kuyudan fırlayıp koşar gider...

***

Umutsuzluğa HAYIR dostlar, HAYIR! Adam sandıklarımızı izleyerek düştüğümüz kuyudan çıkmanın bir sandık yolu var!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Araç garanti sayısını neden gizlediniz? - ÇİĞDEM TOKER

Çanakkale Köprüsü’nün temeli atıldı. 

 
Tereddüt yok: Eğer ülke yönetiyorsanız, “Dünyanın en uzun asma köprüsü” diyeceğiniz proje, güçlü bir siyasi malzemedir.
Nitekim Cumhurbaşkanı ile Başbakan da bu malzemenin hakkını vererek (!) tören alanını resmen referandum kampanyası haline getirdiler.
Şüphesiz ki, hayretten ağzımız açık kalmadı.
Devlet eliyle cinayet işlemek olan idam vaadinin tekrarını öngöremesem de - genel atmosferin nasıl geçeceğini, bir gün önceki yazıda duyurmuştuk. Hazine kasasından milyonlar çıkacak olan köprünün, millete “hediye” gibi sunulacağını, “Tarafsız” Cumhurbaşkanı’nın evet isteyeceğini filan.
Aynısı, misliyle gerçekleşti. Tek minik detay hariç. Bir gün önceki yazıda, bu projeyle (biri Limak) dört müteahhit şirkete 45 bin günlük açış garanti edildiği bilgisine yer verdim. Bizim paramızla. Bizim vergimizle. Günlük 45 binin altında geçecek her araç için x 15 Avro artı KDV ödeneceğini.
Cumhurbaşkanı ile Başbakan bu bilgiden söz etmedi. Demek ki neymiş? Milletin parasıyla müteahhide yabancı kur üzerinden garanti vermek, o kadar gururlanacak bir durum değilmiş. Aksi halde hiç kaçırılır mıydı böyle bir fırsat?
Bunu anlıyoruz anlamasına da anlı şanlı gazetelerin, koca koca ekonomi servislerinin var ettiği ekonomi sayfalarında bu bilginin saklanması, pek ziyade hazin. Bu devasa projeye dair her türlü teknik bilgiyi, metre metre kuruş kuruş yazıp, günlük araç garanti sayısını yazmamak, vatandaştan haber saklamaktır. Kayıt düşelim.
Haber saklamanın iç içe geçmiş iki nedeni ise “yukarıyı kızdırma” ile tam sayfa ilanın iptal edilme korkuları. Gazetecilik neden bu ülkede cesaret konusu oldu? Bu sorunun cevabı ile bir iddianamenin 140 gündür hazırlanamayışı arasında yakın bir ilişki olsa gerek. Hakikati eğip bükmemenin bedelini çok ağır ödemekte olan dostlara bu vesile ile kucak dolusu sevgi. 

TVF McKInsey ile anlaşma yolunda
 
Türkiye Varlık Fonu (TVF) devasa kamu şirketlerini, OHAL KHK’leri “sayesinde” yuttu malum. O gün bugündür üç yıllık strateji programı bekleniyor.
TVF de beklerken boş durmuyor tabii. İlk büyük operasyonunu, Rusya ile gayrimenkul alanında yaptığını, yanı sıra sessiz sedasız internet sitesi kurduğunu geçen hafta duyurduk. Kapsamdaki her şirket için 5 yıllık dönüşüm programı uygulanacakmış. Şirketlere dair amaçlardan biri de -bir sebzeyi hatırlatsa da- “organik büyüme” imiş.
İngiltere de TVF ile yakından ilgileniyor. Londra Finans Merkezi Başkanı Andrew Parmley de geçen hafta BIST’i ziyaret ederek BIST ve TVF yönetimiyle görüştü. (BIST Başkanı Himmet Karadağ aynı zamanda TVF yönetiminde) İngiltere’nin ilgi yoğunlaşmasının, İslami finans alanında olduğu konuşuluyor.
Bu arada taze bir kulis: Sayıştay denetimi dışındaki TVF’nin, çokuluslu danışmanlık firması McKinsey ile anlaşma yapmak üzere görüştüğünü öğrendik. McKinsey’nin, ülkemizde finans piyasaları tarafından bilinirliği epeyi gerilere gidiyor. Şirket 2001 krizi sonrasında da sorunlu bankaların satışı, kamu bankalarının özelleştirme planlarının hazırlanmasında, devletimize bedeli mukabilinde hizmet vermişti. Şirketlere uygulanacak dönüşüm programları 5 yıllık olacaksa, danışman şirketlere, kamu kaynaklarından iyi ödemeler yapılacağı anlaşılıyor...
TVF, McKinsey ile anlaşma imzalarsa şeffaflık gereği kamuoyuna açıklanır mı sizce? Yapılacak ödeme oranları vb? 

Denizlili işadamının itirazı
 
Milliyetçi-muhafazakâr seçmene gösterdiği şefkatte artış gözlediğimiz CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, geçen perşembe Denizli’deydi.
16 Nisan’da “hayır”ı anlatmak için. Yoğun program akışında bir dizi görüşme yaptı. Duraklarından biri Dedeman Oteli’ndeydi. Kılıçdaroğlu, Denizli İşadamları ve Tüccarlar Platformu üyeleriyle toplantı yaptı. Basına kapalı geçen toplantıdan ilginç bir anekdot geldi kulağımıza. Kemal Bey, kendilerini geniş kitlelere ifade konusunda güçlük yaşadıklarını, TRT kapılarının kendilerine kapalı olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Denizlili bir işadamı söz almış ve Kılıçdaroğlu’na “Siz ana muhalefet liderisiniz” demiş. Kılıçdaroğlu’nun “bizi çıkarmıyorlar” diye yakınmak yerine, haklarını aramak üzere seçmenleri, yurttaşları TRT kapısına davet etmesi gerektiğini söylemiş.
Etkileyici bir tepki... 

TVF müteahhitlere kaynak.
 
TVF, Başbakanlık’a bağlı olarak kuruldu. Anayasa değişikliği ise Başbakanlık’ı ortadan kaldırıyor!
AA’ya demeç veren TVF Yönetim Kurulu üyesi Prof. Dr. Oral Erdoğan’ın sözleri birkaç açıdan önemli. “Şeffaflık, hesap verilebilirlik ve bağımsızlık çok önemlidir” diyen Erdoğan’ın, bağımsızlık bahsini nasıl yorumladığını merak etmemek zor. Önemsediğim öteki alıntı ise:
“Türkiye’nin çok ciddi bir şekilde altyapı yatırımlarına finansman sağlamamız gerekmektedir. Ne zaman devletimiz bize hangi altyapı yatırımı için finansman sağlamamızı isteyecekse biz de elimizdeki kaynakları oraya kullanmak durumunda olmalıyız.”
Bu sözler, örneğin dün temeli atılan Çanakkale Köprüsü’nde verilen geçiş garantilerinin, TVF operasyonlarına konu olabileceğinin açık kanıtı. Böylesi bir operasyon için uluslararası danışmanlık şirketlerine milyonlarca dolar ödenecek. Sahi, TVF’ye OHAL KHK’siyle, Savunma Sanayii Destekleme Fonu’ndan 3 milyar TL aktarıldığını anımsıyorsunuz değil mi? 

Taşıt kiralama harcaması uçuyor.
 
Şubat ayı bütçe rakamları açıklandı. Kamunun bir ayda ortaya çıkan harcama artışları bazı kalemlerde dikkat çekmeyecek gibi değil.
Örneğin taşıt kiralama. Artış, tam sekiz kat. Ocak ayında 8.3 milyon TL olan taşıt kiralama harcaması, şubatta 66.5 milyon TL’ye çıkmış.
Bize bir daha taşıtta tasarruf masalı anlatmasanız, ne iyi olur.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Cumhuriyetin karanlık yüzü - ORHAN GÖKDEMİR

İki ay kadar oluyor sanırım, Yalçın Hoca aradı. Bizim “Cumhuriyet Senin İçin” hakkında yazmaya karar vermişti. Ama kitap Enver’le benim aramda biraz serbestçe yazılmış yazılardan oluşuyordu. “Neresinden, hangi ucundan tutacağıma karar veremedim” dedi. Haklı Hoca. Biz de zaten içinden geçtiğimiz zaman aralığını yazarken neresinden tutacağımıza karar verememiştik. Nihayet yazmaya durduğumuz gece dincilerin bir bölüğü öbür bölüğüne darbe yapmaya kalkıştı ve tuttuğunu sandığımız uç da elimizden kaydı gitti. Şimdi anlıyoruz ki, dincinin bir bölüğünün dincinin öbür bölüğüne darbe yapmaya kalkıştığı gecenin ertesi günü, ayakta kalan dinci hepimize darbe yapmış. Bu referandum herzesi de o darbeyi yasallaştırma ihtiyacından doğdu. Boğuşup duruyoruz o gün bu gündür.

Zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıla yaklaşan tarihini de bugünden bakarak bir buçuk tarikat üzerinden yeniden yazmak mümkün. Nakşibendiye ile mücadeledir Cumhuriyet. O mücadele nedeniyle Nakşibendiye metastaz yapmış Nurculuğu doğurmuştur. Said-i Nursi çıkışında Nakşibendi’ydi, buçuğu odur. Tuhaf, sırlı cümlelerden oluşan kitaplarıyla Nakşibendiye içinde yeni bir yol açtı. Bir tarikat mıydı değil miydi tartışmalı. Nurculuğu bir tarikata dönüştüren “Nur talebeleri” ve daha çok Fethullahilerdir. Onlar da tarihsel misyonlarını “hizmet”le, yani Said-i Nursi’nin fikirlerini yaymak ile sınırlandırmışlardı. O hizmetin peşinden giderken başka hizmetleri keşfettiler. Hizmet sektörüne girdiler, holding oldular, büyük paralara hükmetmeye başladılar. Böylece bir tür tuhaf Vatikan devletine dönüştüler. Bunun onlara yetmeyeceği belliydi, onlar da kalkıp devletin tamamına el koymaya kalkıştı. Darbe dedikleri bu.

Geride ne kaldı? Yine Nakşibendiyeden gelen hafifmeşrep Necip Fazıl. Bana kalırsa buçuk bile sayılmaz. Bankacılıktan şairliğe, oradan dinciliğe iktisap etti. Söylediklerine göre bu sıçramaya Nakşibendi şeyhi Abdülhakim Arvasi'yi tanıması vesile olmuştu. Abdülhakim Arvasi, Kürt Teali Cemiyeti kurucularından olan Şefik Arvasi'nin yeğeni, Türk-İslam sentezinin fikir babası olan Seyyit Ahmet Arvasi'nin babasıydı. Biraz dinci, biraz ülkücüdür hazret. Kumarbaz olduğunu da hesaba katarsak gündüz İslam gece Türk’tür; yürüyen Türk-İslam Sentezi’dir...

Vaziyetimizin kısa bir özetini çıkararak, “15 Temmuz Dinci Dinciye Darbe Yapmaya Kalkıştı Köprüsü”nün inşasına girişmiş oluyoruz.

                                                                               ***

Köprü, uçları birleştirme işidir. Uçları birleştirerek bir buçuk tarikat üzerinden geçmişimize bakıyoruz. Türkiye, bu yanıyla bir Nakşibendiye Cumhuriyetidir. Güya yasaklıydılar ama Cumhuriyetin kuruluşunun ardından yaşanan kısa bir mola dışında örgütlenmekte, faaliyet göstermekte kayda değer sıkıntıyla karşılaşmadılar. Soğuk Savaş baş gösterip Türk-İslam Sentezi’ne ihtiyaç hâsıl olunca devlet ile Nakşibendiye arasındaki ilişki yeniden onarıldı. Desteklendiler ve kollandılar. Tarikatın bugünkü kolları o ilişkinin ürünleridir. Çok karışık değil. Bugüne çıkmayı başarmış olan birkaç uç var. Sıralayalım:
Şeyh Said ve Cemaati: 1925’de isyan ettiği gerekçesiyle idam edildi. Postu oğlu Ali Rıza’ya kaldı. Sağ siyasetin meşhur siması Abdülmelik Fırat onun torunu. Erzurum, Bingöl, Elazığ arasında Septioğulları adıyla tanınan bir sülalenin oluşturduğu bir cemaat. Septioğlu ailesinin tüm üyeleri farklı partilerde siyaset yapıyor. 2001'de yaşamını yitiren baba Ali Rıza Septioğlu DYP'nin demirbaş vekillerinden biriydi. Küçük kardeş Faruk Septioğlu AKP vekiliydi. Kardeşlerden biri MHP'li, diğeri, Feyzi Septioğlu CHP'liydi. Cumhuriyet Şeyh Said’i asmış ama diz çöküp torunlarına teslim olmuştu.
Arvasiler: Diplomat Kamran İnan’ın büyük babası Gaydalı Sıbgatullah Arvasi’nin soyundan gelenlerin cemaati. Torunlardan Abdülhakim Arvasi, Hüseyin Hilmi Işık ve Necip Fazıl Kısakürek’i etkilemiş, bu sayede listede bileğinin hakkıyla yer almıştır.
Tağiler Ailesi: Bitlis’in Norşin ilçesinde mukim ailenin oluşturduğu Nakşi cemaati. Kürt kökenli Tağiler, oldukça gelenekçi bir Nakşibendi cemaatiydi.
Süleymancılar: Süleyman Hilmi Tunahan’ın yolundan gidenlerin oluşturduğu kalabalık bir cemaat. 1990’lı yıllarda 1 milyon üyesi olduğu iddia ediliyordu.
İskender Paşalılar: Mehmet Zahit Kotku’nun cemaati. Yerine geçen Mahmud Esad Coşan 2000’li yılların başında Avustralya'da geçirdiği trafik kazasında yaşamını yitirdi. Posta Muharrem Nureddin Coşan oturdu. Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Recai Kutan, Korkut Özal, Ahmet Tekdal, Hasan Hüseyin Ceylan, Temel Karamollaoğlu, Nevzat Yalçıntaş bu cemaatten siyasete alınlardan bazıları.
Ahıskalı Ali Haydar’ın cemaati: Son yıllarda bu şahsı ve cemaatini Mahmud Ustaosmanoğlu temsil etmiştir. Bu cemaatin merkezi, İstanbul’da Draman mevkiindeki İsmailağa Camiidir.
Böylece “buçuk”a gelmiş oluyoruz.
Nakşibendiyenin metastaz yapmış hali olan Nurcular 1950’li yıllarda okuyucular ve yazıcılar olarak ayrıldılar. Pasta büyüyünce daha küçük öbekler oluşturdular. Bu öbeklerin her biri çıkardıkları gazete ve dergilerle anılıyorlar daha çok. Bugün adı geçenler şöyle: Yeni Asya Grubu, Meşveret Grubu, Mustafa Sungur Grubu, Mehmet Kırkıncı Grubu, Mehmet Kurdoğlu Grubu, Med-Zehra Grubu, Acz-i Mendi Grubu ve bu öbeğin assolisti Fethullah Gülen Grubu.
Necip Fazıl’ın takipçilerinin listesi ise daha kısa: Liderliğini Salih Mirzabeyoğlu’nun yaptığı İBDA-C (İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi). Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan gibi AKP’nin önde gelen şahsiyetleri ile Alparslan Türkeş… Ne hoş değil mi? Bugün sarayda baş başa verip Necip Fazıl’ın “baş yücelik” hayalini gerçekleştirmeye çalışanlar, farklı siyasi partilerin üzerinde otursalar da Necip Fazıl’ın paltosundan çıkmıştır.

“15 Temmuz Dinci Dinciye Darbe Yaptı Köprüsü”nün direkleri işte bunlardır. Bir bakıma tarihleri ta 1826’ya dayanıyor. Osmanlı, Yeniçeri korkusundan Bektaşileri tepeledi, boşalan yere bunları oturttu. Oturuş o oturuş. Nakşibendiye iki yüzyıldır neredeyse bir tür resmi tarikat. Monarşide de, Cumhuriyette de bir tür devlete giriş kartıdır. Bakmayın laik cumhuriyete kin duymalarına, düşmanlık beslemelerine. Cumhuriyet olmasa hiçbiri olmazdı!  
                                       
                                                                               ***

Hoca kapatırken “Orhan cahilleşiyoruz” dedi. Cahilleşiyoruz, evet. Bir buçuk tarikat üzerinden cumhuriyet tarihi yazılabiliyorsa, o cumhuriyet zaten cahiller cumhuriyetidir. Bunun üzerine muarızlarınızı koyun ve tekrar düşünün. Uzun mücadeleler taraflarını birbirine benzetir. Düşmanımıza benziyoruz biz de; Biraz Said’iz, biraz Necip Fazıl’ız. Daha kötüsü ise onların şakirtlerine benzemek. Hiç içki içmemiş Necip Fazıl, hiç çatışmaya girmemiş Said düşünsenize. Bunlar işte onlardır…

                                                                              ***

Bunlardan biri “Cumhuriyet darbedir, Osmanlıyı yıktı” dedi geçtiğimiz hafta. Evet, darbedir cumhuriyet. Fransız Devrimi, Rus Devrimi, Türk Devrimi monarşiye, onu oluşturan kuvvetlere, gericiliğe, karanlığa darbedir. Meşruiyetini de buradan alır zaten.
Ama anlıyoruz ki, gericiliği iyi darbelememiş, karanlığı iyi dağıtamamıştır. Sabır işidir, mutlaka tamamlanır, yarım kalmaz hiçbir Cumhuriyet!


Orhan Gökdemir /SOL

18 Mart 2017 Cumartesi

Laleli diplomasi - GÖZDE BEDELOĞLU

Cumhurbaşkanı Erdoğan mağduriyet yaratma konusunda çok başarılı. Sağın sağdan, kutuplaştıranın ötekileştirenden başka dostu olmadığını yerinde tespit ederek vakit kaybetmeden harekete geçiyor. Allah’ın lütfu bir yetenek. Portakal bıçaklamaktan inekleri sınır dışı etmeye kadar zengin protesto birikimine sahip kitleler üzerinde de etkisi tartışılmaz. 6 Mart akşamı bir televizyon programında “15 Mart’ta Hollanda’da seçim var. İktidar partisi ile aşırı sağcı Wilders arasında çok az fark var. 15’inden önce orada bizim bir etkinliğimiz mümkün görünmüyor” diyen Başbakan Yıldırım’ın ise belli ki ayağına gelen topu gole çevirme refleksi zayıf. İddiaya göre Yıldırım, Hollanda’ya karadan çıkartma yapan Bakan Fatma Betül Sayan Kaya’yı “Ben gidilmeyecek demedim mi?” diye azarlamış. Yayımlanan 2016 faaliyet raporuna göre, 81 ilde mevlit okutma dışında birçok hedefin gerçekleştirilme oranı “0” olarak belirtilen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nı yöneten Bakan Kaya, diplomasi tarihine, öngörülemeyeni yaparak, girmeye hak kazandı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise AKP’nin monşerlerin tekelinden kurtardığı ülkeler arası diyaloğu, Hollanda Başbakanı Rutte’ye hitaben “sen neyin lalesisin?” seviyesine taşıyarak, çok yönlü ve yerli dış politikamızın neferi oldu. Unutulmayacak.


Türkiye ve Hollanda arasında yaşanan diplomatik kriz, aşırı sağcı partiye oy kaptırmak istemeyen Rutte’ye atlı, köpekli polislerinin de desteğiyle birinciliğini korumasında destek olmuş olabilir. “Burada istenmiyorsunuz” temalı göçmen karşıtı videolar çeken Wilders’ın son düzlükte dikkat çekmesini sağlamış olabilir. Ancak oy verirken parti programlarını da okuyan hatırı sayılır bir seçmeni olan Hollanda’da önceki gün gerçekleşen seçimin bana göre en büyük galibi, parlamentodaki sandalye sayısını 4’ten 14’e çıkaran Yeşiller Partisi. Camileri kapatıp Kuran’ı yasaklamak isteyen, göçmen karşıtı Wilders gibi Avrupa’da yükselen aşırı sağa bir dalga kazandırmasından endişe duyulan ilk seçim sınavı için sevindirici. Türkiye’de ise krizin motivasyonsuz evetlere hareket kazandırmasının umut edildiği açık. AKP’liler neşeyle “evetler 2 puan arttı” diye açıklama yapıyor. 2008 yılında Türkiye’nin büyükelçilikleri, konsoloslukları, siyasi görüşüne bakılmadan bütün vatandaşlara aittir, denilerek AKP tarafından Türkiye’nin diplomatik temsilciliklerinde iç siyasete dair konuşmalar yapılmasına getirilen sınırlamanın, bizzat AKP’liler tarafından havadan, karadan delinmesi için harcanan bu çaba iktidara 2 puan getirirken, ülkeden çokça itibar götürdü.

AKP’nin kendisini devletle eşitleyip, parti çıkarını milli çıkar gibi sunmasının ve Avrupa tarafından reddedilenin, topraklarında bir siyasi partinin propaganda çalışması değil de, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığıymış gibi yansıtmasındaki amaç kuşkusuz, “Avrupa’nın Türkiye” ile sorunu var algısının içini doldurmak için. İşlevini yitiren iç düşman yerine dış düşman yaratarak, başkanlık için ikna edilemeyen kararsızları, milli değerler/çıkarlar etrafında toplayıp, dışında kalanları da “ülkesinin yanında durmayan hainler” kümesine dahil etmek, “hayır diyen teröristtir” den sonra denenen yeni bir strateji. Diplomasiyle çözülebilecek bir konunun bu denli köpürtülmesinin referandum odaklı ve iç siyaseti yönlendirme amaçlı bir gerginlik olarak hesaplandığının anlaşılması, daha önceki Rusya ve İsrail örneklerindeki gibi geri adım atılacağı, özür dilenip, gerekirse “gemiye binip Gazze’ye ben mi gidin dedim” gibi açıklamalarla kapatılabilecek bir meseleye dönüşmesi şaşırtıcı olmaz. Türkiye’nin en büyük yabancı yatırımcısı Hollanda ve en büyük ticaret ortağı Almanya “neyin lalesinin sen”lere, “Nazi kalıntısı”lara kolayca kurban edilmeyecektir.
Bu krizin, “3. havalimanımızı kıskanıyorlar” a ek olarak iç siyasete dönük başka bir argümanı daha desteklediği AKP’lilerin yaptığı açıklamalarda kendini gösteriyor. “Faşist, Nazizmin günümüzdeki temsilcileri olan AB ülkeleri bize Avrupa’nın demokratik değerlerinden zinhar söz etmesin!” , “Avrupa bana demokrasi konusunda nasıl ders vereceksin?”, “Öyle Türkiye hakkında bilmem ne raporu hazırlamak falan geç o işleri.” Türkiye’nin kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin anayasal konularını incelemekle görevli Venedik Komisyonu’nun başkanlık referandumuyla ilgili görüşünü sunduğu raporda Türkiye’nin köklü parlamenter geleneğinden tehlikeli bir geri gidiş olduğu vurgulanıyor. Avrupa Konseyi nisan ayında raporu oylayacak. Kabul edilirse, Türkiye yeniden demokrasiden uzaklaşan uygulamalar gerekçesiyle denetleme mekanizmasının içine alınacak. AKP’nin laleli diplomasi ile üzerini örtmeye çalıştığı gerçek milli meselemiz budur.

GÖZDE BEDELOĞLU / BİRGÜN

Haç-hilal kavgası - Nilgün Cerrahoğlu

“Dünyaya insan hakları, özgürlük dersi verirler. Kendi çıkarları olunca faşizmin âlâsını sergilerler. Bunlar yeni Nazizmdir. Başörtüsü yasağına onay verdiler. Hani inanç, din özgürlüğü? Bunlar haçla hilal mücadelesini başlattılar. Başka izahı yok. Yaptıkları budur” dedi Cumhurbaşkanı Erdoğan.
“Haç-hilal kavgası” denince durdum. 




Haydi “haç” cephesi tamam diyelim. Ama ya “hilal”? Böyle yekpare bir cephe var mı?
Altıncı yılı biten Suriye savaşında Sünnilerle Şiiler birbirini boğazlıyor.
Sünni-Şii çatışmasını da bir yana bırakalım... Ya “ümmet”i içimizde, “FETÖ’cüler ve FETÖ’cü olmayanlar” diye ikiye ayıranlar?

Oportünizme karın tok
 
Bunun son örneğini Rotterdam’ın Müslüman Belediye Başkanı Ahmet Aboutaleb için yapılan değerlendirmede gördük.
Bakan Kaya’nın Rotterdam’da engellenmesi üzerinde konuşan “Müslüman başkan”; istenmeyen ziyaret hakkında Türkiyeli yetkililerin kendisine apaçık “yalan söylediklerini” belirtti.
Sen misin bu açıklamayı yapan? Başkan kaşla göz arasında “FETÖ”cü ilan edildi.
“Vur emri veren Rotterdam Belediye Başkanı FETÖ’cü bir alçak çıktı” diyordu yandaş gazete manşeti...
Neymiş? 2009 yılındaki seçim öncesinde FETÖ Aboutaleb’i desteklemiş ve o seçim kampanyasına yüklü bağış yapmış...
Sanki o yıllarda FETÖ, AKP’nin baş finansörlerinden değilmiş, “ölülerinizi bile kaldırıp AKP’ye oy kullandırın!” komutları verilmezmiş, RTE de balkon konuşmalarında “Pensilvanya’ya teşekkür” mesajları dağıtmazmış gibi...
“Ümmet”in FETÖ’cülükle malul elemanları, anlaşılıyor ki artık “haçlı” safına geçmiş sayılıyor...
Ama “Haç-hilal kavgasında” bu durumda Türkiye, “hilal”in hangi öğelerini kendi yanında bulacak?
Kapışmanın bir ön alıştırması olarak ortaya atılan “Zaten Srebrenitsa’yı da Hollandalılar yaptı!” salvosu örneğin Türkiye sınırları dışında -Bosna da dahil...- hiç beklenen ilgiyi görmedi.
Boşnak yorumcu Hasan Nuhanoviç’in yaptığı değerlendirme bu açıdan aydınlatıcı:
“Boşnakların, Hollanda-Türkiye arasında yaşanan gerginlikle bir ilgisi yok” diyor Nuhanoviç: “Türkiye-Hollanda arasındaki siyasi gerginliklerin, Boşnakların en acı yarasına bağlanması açık bir oportünizm. (Çavuşoğlu) Hollanda’ya inseydi, Srebrenitsa soykırımını hatırlayacak mıydınız? Türkiye, Hollanda’yla sorununu kendisi çözsün ve bizi, yani Srebrenitsa soykırımını, rahat bıraksın?”
Doğu’da (Suriye, İsrail, Mısır, İran...) ve Batı’da, Türkiye’nin hemen herkesle papaz olduğu ve inandırıcılığını yitirdiği bir dönemde, “Müslüman dünya namına konuşur” havalarda “haçlı-hilal kavgasını” gündeme getirmesi büyük bir ironi.
Müslüman dünyadan hangi ülke/ülkeler, Hollanda konusunda yanımızda “haçlı karşıtı” tavır aldı? 


Hezeyanlar...
 
Ama bütün bunlar Çavuşoğlu ve Erdoğan’ın ardı ardına yaptıkları “dinler savaşı”, “Haç-hilal çatışması” demeçlerinin ağırlığını azaltmıyor...
İtalya’dan “Libero” gazetesi, dün manşetini bu konuya ayırmıştı:
“Dinler çatışması: Türkiye bize savaş açtı. Biz uyuyalım” başlıklı haber Çavuşoğlu’nun “Yakında Avrupa’da dinler savaşı başlar. Avrupa uçuruma sürükleniyor” sözleriyle başlıyor, şu ifadelerle sürüyordu:
“Bu sözlerin sahibi, Facebook’ta hezeyanlarını dile getiren bir Yemenli imam ya da marjinal bir Müslüman göçmen değil. Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu. Erdoğan da Eski Kıta’nın kurumlarını hilale karşı haçlı seferi başlatmakla suçladı... Erdoğan’ın saldırısı, Cumhurbaşkanı’na daha da çok güç sağlayacak anayasa referandumuna bir destek arayışından çok, AB’de yaşayan ve 6 milyonu Türk olan 20 milyon Müslümanı silahlanmaya çağırmaya benziyor. Bu saldırı, NATO üyesi ve de AB adayı olan bir ülkenin devlet başkanından geliyor...”
Avrupa’nın siyasi tepkilerinin belli ki artık Ankara üzerinde bir etkisi yok. Ama Avrupa kamuoyunda ve sokaktaki adam nezdinde, Türkiye’nin imajı bundan böyle ürkütücü bir “cehennem”den farksız.
Bunların, turizmi canlandırmak için daha on beş gün önce “Komşunu al da gel!” kampanyası başlatan bir ülkeden geldiğine inanmak güç. Göçmenler güya bu yaz, Türkiye’de tatil yapmakla kalmayacak, komşularını da alıp beraberlerinde getireceklerdi...
Oysa Türkiye denince artık herkes kaçacak delik arıyor. “Haç-hilal” muhabbeti, turizm tabutuna son çivisini de çaktı.


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Köprü altı boy boy öpsün seni kovboy’ - ALİ SİRMEN

Televizyon programında, iki büyükelçi, Uluç Özilker ile Murat Bilhan, Avrupa ile son gerginliği, gayet yetkin bir biçimde irdelerken siyasilerimizin uluslararası ilişkilerde kullandıkları dili çok yadırgadıklarını da belli ediyorlar.



Gerçekten siyasilerimiz, konuşmaya başlayınca kristal mağazasına girmiş fil misali kırıp dökmedik şey bırakmıyorlar. Son kriz sırasında da Hollanda ve Almanya’nın bakanları, başbakanları devletlularımızın söylemlerinden nasiplerini aldılar, ne Nazilikleri kaldı ne faşistlikleri... Bakanlar içinde diplomasi diline en aşina olması gereken Mevlüt Çavuşoğlu Türkiye’deki insan hakları uygulamalarıyla ilgili olarak, hoşuna gitmeyen soru soran Alman gazeteciye şu özlü yanıtı verdi: -
Bullshit!
Öyle görünüyor ki yakında siyasilerimiz diplomatik dillerini daha ilerleterek öfkelerinin hedef tahtasına yerleştirdikleri yabancı devlet adamlarına tekerleme haline getirilmiş şöyle “diplomatik hitaplarda!” bulunacaklardır:
- Köprü altı boy boy/ öpsün seni Türk kovboy...
Ya da, kızdıkları bir ülkenin devlet adamına şöyle yanıt verebilirler:
- Onu öyle demezler/ peynir ekmek yemezler/ ben de seni tepelemezsem/ bana da adam demezler. 

***
Halkın nabzını çok iyi tutmakla övünen siyasilerimiz “monşer” olarak niteledikleri diplomatlarımızı iyice şaşırtan, ama seçmenin kültürüne daha uygun düşen bu tür “diplomasi dili!”ni kullanmakta, nasıl olsa dış politikamızın esas muhatabı yabancı ülkeler değil, kahvedeki “bilge!” olduğundan beis görmüyorlar.
Diplomatın şaştığı, devlet adamının ayıpladığı aklı başında kişilerin alaya aldığı bu diplomatik dili eleştirenlere, onu geliştirenler kahkahayla gülmekte ve “Bizim Hollanda ile Almanya’ya seslenir görünürken aslında mahalle kahvesindeki seçmeni hedef aldığımızı hâlâ anlamamışlar. Oysa biz dışarıda hayali düşmanlar yaratırken, kahvedeki seçmen sayesinde amacımıza ulaştık” diyerek, bildikleri yolda yürümeyi sürdürmekteler.
Haklı olabilirlerdi, mahalle kahvesine yönelik diplomasinin bedeli çok ağır olmasaydı eğer.
Oysa diplomatik dille, kerizmatik lisanı birbirine karıştırmanın bedeli çok ağırdır.
Nitekim son olaylarda da, devlet temsilcilerinin uçaklarının inişine izin verilmeyen, bakanları istenmeyen adam ilan edilen, habersizce ülkeye giriş yapan kadın bakanı haysiyet kırıcı şekilde sınır dışı edilen Türkiye, Cumhuriyet tarihimizde şimdiye dek hiç rastlanmamış biçimde, aşağılamıştır. 

***
Mahalle kahvesi diplomasisinin yol açtığı son kriz süresince, içeride esip küfürmelere karşın, yabancı muhataplara aşağılanmayla orantılı bir mukabelede bulunulmuş, can yakacak bir karşılık verilebilmiş değildir.
Tepkiler lafta kalmış, fiiliyatta bize yönelik muameleyle orantılı herhangi bir yaptırım uygulanamamıştır.
Bu durum, “Türkiye hep bağırır çağırır, ama aslında bir şey yapamaz” düşüncesinin pekişmesine yol açmıştır. İkide bir mahalle kahvesi diplomasisi güdüp ikide bir aşağılanmaya karşı etkin bir yaptırım uygulayamamanın sonucunda dünyada, Türkiye’nin dış politikada dayak arsızı olduğu algısının yerleşmesine yol açmakta.
Bunun yanı sıra Türkiye son zamanlarda şimdiye kadar eşi görülmemiş bir yalnızlığın pençesine düşmüş bulunmaktadır.
Kendilerine yönelik aşağılama veya zorlama girişimlerine orantılı bir karşılık verme konusundaki duyarlılıklarıyla, demokrasinin temel ilkelerini çiğnemekte beis görmediklerini son olaylardaki davranışlarıyla kanıtlamış Avrupa ülkelerinin, gerginliğin bedelini oradaki Türklere de ödeteceklerinden kimsenin kuşkusu olmasın! Nitekim ödetmeye başlamış bulunuyorlar bile.
Turizm sezonu açılınca Almanya ve Hollanda ile gerginliğin bedelinin somut karşılığını Avro ile görecek olan politikacılarımızın o zaman, biraz olsun akılları başlarına gelir mi dersiniz?
 
Pek sanmıyorum.

ALİ SİRMEN / CUMHURİYET

Başkanın kızı devletin bakanı... - ŞÜKRAN SONER

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hollanda krizi gündemli referandum kampanyası açıklamalarından öğreniyoruz. Krizin odağındaki kadın bakan Fatma Betül Sayın Kaya kızı gibi yakın. Elinde yetişmiş. Kriz gecesinin canlı yayınlarında kalabalıkların arasında yolunu kesen Hollandalı resmi görevlilerle çatır çatır kavga ediyor. Direniyor. Bakan olarak elçiliğe gitmek istediğini, yolunun kesilemeyeceğini söylüyor..



En çok Bakan olarak yolunun kesilmesinin haksız, hukuksuz olduğunu vurgulayan cümlelerle çıkışlar yapıyor. Dünyada örneği yaşanmamış demokrasi ayıbı bir suç işlenmekte olduğu uyarısında bulunuyor. Elçiyle görüşmek hakkının engellenemeyeceği anlamına gelen uyarıları oluyor.
Yine kameralara yansıyan durum değerlendirmelerinde Bakan olarak yolundan geri dönmeyeceği anlamında vurgulamaları sık sık yinelerken, ülke toprağı elçiliğe gitmekten alıkonamayacağının sürekli altını çiziyor, gerekirse ölümü göze aldığı anlamında benzer cümleler kuruyor..

***
Yandaş medyanın Hollanda’da yaşanan büyük kriz gecesine ilişkin kahramanca direnişin manşetlerinin ayrıntılı haber ve bilgilendirmelerinin içinden öğrendiklerimiz çok daha anlamlı.. Bakanın Hollanda sınırını geçişi çok renkli... Uluslararası hukuk, geleneklere uygun bildirim, izin alınması yapılmamış. Habersiz girişte aldatmacalı taktik olarak, hangisinin içinde olduğunun anlaşılamaması amaçlı aynısı iki araç ve konvoylu girişten yararlanılmş..
Biz de kuşkusuz AB, demokrasinin beşiği ülkelerde Bakanlarımıza yönelik yasaklamaları kınama noktasındayız. Ayıplı yasaklamalar, onur kırıcı polisiye önlemler, yol kesmelerle, zorla alıkoymalarla, uluslararası ilişkilerde yaşanmamış, geleneklere aykırı, taciz üslubuna vardırılmış polisiye ilkel kaba güç gösterileriyle kastın ne olduğunu yorumlamak zor, bir o kadar da ülkemiz adına onur kırıcı. Hayırcı kampanyalarda söz söyleyen tüm siyasetçi cephesinin, Erdoğan-Hükümet cephesinden gelen “hak edilen tepkilerin, karşılıkların verileceği..” sözlerinin tutulması, sözde kalmaması beklentileri çok haklı. Devletin saygınlığının korunmasının şakası yoktur. Ödenecek bedelleri hem çok ağır olur, hem de gelecek kuşaklar için de hepimizi bağlar. 


***
Yeri gelmişken birinci ağızdan evetçiler cephesinden gelen kimi utanç verici referandum taktiklerini yok sayamayacağız. Derler ki, Erdoğan liderliği, AKP seçim taktikleri başarıları odağında hep mağduriyet, cepheleştirme, hedef düşman yaratmaların önceliği oldu..
Türkiye’nin bunca yaşamsal sorunları katlanmış olarak, yasama-yürütme-yargı, demokratik örgütlü güçlerin bağımsız erkler ayrılığı ayaklar altına alınmış olarak.. İktidarlarının sivil diktatoryal otoriterliğinde istenip de yapılmamış hiçbir güç kullanımı, iş söz konusu olmaksızın gelinen bir noktadayız.
Bu acımasız terör, Suriye, Irak sınır ötesi sıcak iç savaş bataklıkları, dünya güç paylaşım dengeleri kaosuna çekilmiş, dünyanın en büyük, acımasız kanlı çatışmalarının göç yükünü bir başına sırtlanmış olarak, fiili olarak kullanılan otoriterleşme gücüne daha ne katılabilir ki?
En olumsuz koşullar zorlanarak referanduma gidişte, Meclis’ten geçirilen bir benzeri olmayan diktatoryal metnin oylama süreçlerinin her aşamasını kapsayan bu kadar ağır hukuksuz baskılar, hukuksuz haksız, eşitsiz kampanya süreçleri neden?
Hukuksuz, diktatoryal güç kullanımında dahi, en son FETÖ’cü darbe girişimi ile bu düzeni siyaset arenasında sürdürebilme koşullarının ortadan kalkmış olması olmasın sakın?


Şükran Soner / CUMHURİYET

17 Mart 2017 Cuma

16 Nisan’da neden HAYIR demeliyiz? (I-II) - Rıfat Okçabol

 (I)
16 Nisan halk oylamasında HAYIR demek için, sadece Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılmak istenenlerle günümüzde olanları karşılaştırmak yetiyor.
Örneğin 29 Ekim1923’te Cumhuriyet ilan edilince bakanlık, “Eğitim Andı” adlı bir genelge yayımlıyor. Bu genelgede eğitimin amacı kısaca, halkçı, devrimci, laik ve bilimsel bilgilerle donanmış cumhuriyetçi yurttaşlar yetiştirmek olarak açıklanıyor (Bkz. Ö. Ozankaya, Cumhuriyet çınarı, 1995, Kültür Bakanlığı.)
Bilindiği gibi Cumhuriyet ilanından hemen sonraki önemli gelişim ve dönüşümlerin bir bölümü 1924 yılında yaşanmıştır. 3 Mart 1924 günü üç devrim yasası birden kabul edilmiştir. O gün çıkarılan 429 sayılı yasa ile Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı (Şeriye ve Evkaf Vekaleti) ile Genelkurmay Bakanlığı (Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti) kaldırılmış, bunların yerine bakanlar kurulunun dışında kalacak şekilde sırasıyla Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ile Genelkurmay Başkanlığı oluşturulmuştur.  430 sayılı Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) yasası ile Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nca ya da yerli/yabancı vakıflar tarafından yürütülen tüm okullar Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış, sıbyan mektepleri ile medreseler kapatılmış, bilimsel ve halkçı eğitimin önü açılmıştır. Kapatılan medreselerden 29’u, Sünni-Hanefi kesimin dini hizmetlerini yerine getirecek imamları yetiştirmek üzere imam hatip okuluna ve bir tanesi de ilahiyat okuluna dönüştürülmüştür. Aynı gün çıkarılan 431 sayılı yasayla da, hilafet kaldırılıp Osmanlı hanedanı yurt dışına gönderilmiştir. Bilindiği gibi bu üç yasa, Anayasa’ya göre değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek devrim yasalarıdır.
13 Mart 1924′de kabul edilen 439 sayılı yasa ile orta dereceli okul öğretmenlerinin mesleki güvenceleri sağlanmıştır.
24 Ağustos 1924’te Türkiye Öğretmenler Birliği Kongresine M. Kemal’in şu sözleri damga vurmuştur: “Muallimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakar muallim ve mürebbileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. ...Cumhuriyet, sizden ‘fikri hür, vicdani hür, irfanı hür’ nesiller ister.” 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlere hitaben de “En hakiki mürşit ilimdir” demiştir.
1924’te Topkapı Sarayı müze haline getirilmiş, Etnografya Müzesi ve Güzel Sanatlar Akademisi açılmış, Darülfünun’a tüzel kişilik[1] tanınmıştır. İlk çocuk hakları bildirgesi, 1917 yılında, Ekim Devriminin ardından Moskova’da gündeme gelmiş ve 1924 yılında Milletler Cemiyeti, Cenevre Çocuk Hakları Bildirisi’ni[2] kabul etmiş ve aynı yıl Türkiye de bu bildirgeyi imzalamıştır.
Ancak günümüzde, Cumhuriyetin tüm kazanımları bir bir yok edilmektedir. Eğitimin amacı,  halkçı, devrimci, laik ve cumhuriyetçi yurttaşlar yetiştirmek yerine cemaatlere kapılanmış, padişah/halife hayran kul yetiştirmeye dönüşmüştür. Cumhuriyet geleceğin insanını yetiştirmeyi amaçlamışken günümüzde geçmişe dönük insan yetiştirilmeye kalkışılmıştır.
Günümüzde, DİB Sünni kesime yönelik dini hizmetleri yerine getirecek bir kurum olmaktan çıkarılıp topluma dinsel yaşamı dayatan temel bir kurum haline getirilmiştir. Diyanetin bakanlığa dönüştürülmesi an meselesidir. OHAL uygulamasıyla kuvvet komutanları savunma bakanına bağlanarak genelkurmay başkanlığı göstermelik bir konuma düşürülmüştür. Dolayısıyla 429 sayılı devrim yasası, günümüzde yok hükmündedir.
Günümüzde, imam hatipler ana akım okulu haline getirilmiştir. Laik ve bilimsel eğitimden uzaklaşılmıştır. 2015’te kurulan Türkiye Uluslararası İslam, Bilim ve Teknoloji Üniversitesini Güçlendirme Vakfı’na, DİB’e ve 2016’da kurulan Türkiye Maarif Vakfı’na, bakanlığa alternatif eğitim etkinlikleri düzenleme yetkisi verilmiştir. Ayrıca sıbyan mektebi ve medrese adı verilen ne olduğu belirsiz kurumların açılmasına göz yumulmaktadır. Bu gelişmeler, 430 sayılı öğretim birliği yasasının da yok hükmüne indirgendiğini göstermektedir.
Günümüzde, ilgili yasa ve yönetmeliklerde yapılan değişikliklerle, AKP yandaşı olmayanların öğretmen olarak atanması ve öğretmen olarak çalışması neredeyse imkansız hale getirilmiştir.
Günümüzün yetkilileri, en hakiki mürşidin bilim değil, inanç olduğunu sanmakta ve bu anlayışı topluma dayatmaktadırlar. Öğretmenin “fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür” nesiller değil de, “dininin ve kininin davacısı olacak” nesiller yetiştirmesini istemektedirler.
Günümüzün yetkilileri, tarihi gerçeklerle resim, müzik, heykel ve tiyatro gibi güzel sanatları yadsıdıkları gibi, çocuk haklarını da yadsımaktadırlar. Son yıllarda, kayıp çocuk sayısı tavan yaptığı gibi, çocuklara yönelik cinsel istismar da, çocuk yaşta evlendirmeler de tavan yapmıştır. TEOG’da başarı gösteremeyen çocuk, imam hatip ya da açık lise gibi hiç istemediği alanlarda okumak zorunda bırakılmıştır.


16 Nisan halkoylamasında evet çıkması durumunda, başkan olacak kişi, padişah ve halife yetkileriyle donatılmış, dolayısıyla 431 sayılı yasa da rafa kalkmış olacaktır.
Bizi biz olmaktan çıkaracak gidişatı engellemenin ve çocuklarımızla geleceğimize sahip çıkmanın yolu, 16 Nisan’da HAYIR demekten geçmektedir.

okcabolr@gamil.com
[1] Hukukta, kendine özgü bir varlığı ya da belirli bir amacı bulunan kurumlara verilen ad. 
[2] Bu bildirge Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 20 Kasım 1959 tarihinde BM Çocuk Hakları Bildirisi olarak güncellenmiş ve 20 Kasım 1989 tarihinde de, BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme haline getirilmiştir.
                                                                                    ***
(II)
Kızlarımızın ve kadınlarımızın özgürlüklerini daha fazla kaybetmemeleri için de HAYIR demeliyiz.
Bilindiği gibi Osmanlıda kadının bir kıymeti harbiyesi yoktur. Erkekler dört kadınla evlenebilmekte, kadının pek miras hakkı bulunmamakta, iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk gelmektedir. Cariyelik vardır ve padişahın hareminde olan cariye sayısı akıl-almaz sayılardadır. Cumhuriyet rejimi, 1926’da kişi hukuku, evlilik hukuku, eşya hukuku ve miras hukukunu düzenleyen ve Osmanlıdaki bu eşitsizlikleri ortadan kaldıran medeni kanunu çıkarmıştır. Osmanlının neredeyse bir meta olarak gördüğü kadın, boşanma, boşandığında nafaka alma, seçme ve seçilme gibi gerçek ve hak ettiği değerine kavuşmuştur.

Osmanlıda kızların çok küçük bir kısmı sıbyan mektebine gidebilmekte, medreseye kız öğrenci de alınmamaktadır. Osmanlı kızların gidebileceği ortaokulu ilk kez 1800’lerin ortalarında açmıştır. Osmanlı 1863’te açtığı üniversiteye de kızları almamıştır. Ta 1914’te kızlar için inas darülfünun açılmıştır. Ancak inaslı kızlar, Osmanlıdan ileride olduklarını göstermiş, darülfünun hocaları kız ve erkeklerin karışık olarak öğrenim görmesini benimsemesi üzerine başlayan tartışmalar devam ederken, karma eğitimi savunarak kendilerine ayrılan dersleri boykot edip erkek öğrencilere verilen ders­lere katılmaya başlamışlardır. Darülfünun Divanı da 16, Eylül 1921 tarihli kararı ile bu oldubittiyi kabul etmiştir. Cumhuriyet rejimi, karma eğitimi yaygınlaştırarak ve Osmanlının son döneminde ancak öğretmen olabilen kadıların, hakim, savcı, mühendis, …, vali, başbakan ve cumhurbaşkanı olma yolunu açarak, toplumsal cinsiyet eşitliğinin temelleri atılmıştır.

1910 yılında Kopenhag’da toplanan II. Enternasyonal, ABD’de greve çıkan 40.000 dokuma işçisi kadından 129’unun patronun neden olduğu yangında hayatlarını kaybettiği 8 Mart'ın (1857) “Dünya Kadınlar Günü” olmasını önermiştir. 8 Mart, Kurtuluş Savaşı sırasında 1921’de Osmanlıdan çok ileride olduklarını gösteren komünist kadınlar tarafından Ankara’da ilk kez anılmıştır. Birleşmiş Milletler,16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını kabul etmiştir. 8 Mart, kadınların binlerce yıldır yaşadıkları acıları düşünme, cinsiyet ayrımcılığına karşı çıkma ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin benimsenmesinin yeniden vurgulama günüdür. Ancak piyasacı ve gerici iktidarların kadınla arası iyi olmadığı gibi, 8 Mart anlayışıyla da arası iyi değildir. Günümüzde küçük yaşta kızların evlendirilmesi teşvik edilerek, lise öğrencisine evlenme hakkı verilerek, kadını kuluçka makinesiymiş gibi görerek ondan 3-5 çocuk yapması ve toplumsal yaşamdan koparılıp eve kapanması istenmektedir. Bakan Mehmet Şimşek’e göre kadınlar iş aradığından işsizlik oranı yüksektir. Bakan Veysel Eroğlu, iş arayan kadına, “Evdeki işler yetmiyor mu?” demektedir. Kadın erkek eşitliğine “Eşitsizlik kadının fıtratında var “ diyerek karşı çıkılmaktadır. Bilgi Üniversitesi’nde 8 Mart masası açan öğrencilere tekbir getirilerek saldırılması ve güvenlik güçlerinin bu tür olaylara seyirci kalması, kadın düşmanlığını bir başka göstergesidir.

Medeni kanuna göre 17 yaşını doldurmayanlar evlenemese de, AKP iktidarında çocuk yaşta evlilikler her yıl artmaktadır. Pek çok AKP’li ya da yandaşları her fırsatta, küçük yaşta kızların evlenebileceğinden dem vurmaktadır. AKP tecavüze uğrayan kadının kürtaj yaptırmasına da karşıdır. Meclisteki İnsan Hakları Komisyonunun AKP’li başkanı, tecavüzcünün, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masum olduğunu söyleyebilmektedir.


Araştırmalara göre kadınlarımızın yüzde 70’ten fazlası mutlu değildir. Kadınların 2016’da yüzde 44,7’si ve 2017’de de yüzde 53’ şiddet gördüğünü söylemektedir. 2017’de erkeklerin yüzde 57’si kadının şiddet gördüğünü kabul etmektedir. Çocuk evliliğine karşı çıkanların oranı son bir yılda yüzde 75’ten yüzde 70’e düşmüştür. Sivas’ta polisin, üniversiteden hamile olma ihtimali olan öğrencilerin listesini isteme densizliği kadın düşmanlığının ne boyutlara ulaştığını göstermektedir. Kızlarımızın ve kadınlarımızın cumhuriyet sayesinde kazandığı hakları korunması, ancak kadına değer veren ve toplumsal cinsiyet eşitliğini benimseyen anlayış ve uygulamalarla mümkündür. Bunu yolu da, 16 Nisan’da HAYIR demekten geçmektedir.

16 Nisan’da HAYIR demezsek, AKP’nin tecavüz mağdurunu, tecavüz edenle evlendirme düşüncesi gerçekleşecektir. Tecavüz edilen kadın, ya tecavüz edenle evlendirilerek ya da kürtaj yapması yasaklanıp tecavüz sonucu doğan çocuğuyla birlikte ölene kadar acı içinde yaşamaya mahkum edilecektir. Kadının eve kapanması, çocuk yaşta evlendirmeler, kadın cinayetleri, başı açık kadınların türbana girmesi çok daha hızlanacaktır.


Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gamil.com

‘Başkanın adamları’ ve manipülasyonun gücü! - MERYEM KORAY

Hollywood, başkan ve adamlarının gerçeklerin ört bas edilmesi ya da sahte-gerçeklerin yaratılması konusundaki maharetlerini işleyen epeyce film yaptı. Bizim gibi ülkelerde hiç rastlanmayan bir tür olarak, Hollywood’un bu konudaki örneklerini takdir etmemek mümkün değil. 1997 tarihli, Barry Levinson’un yönettiği, Robert de Niro ile Dustin Hoffman’ın başrollerini oynadığı, özgün adı “Wag The Dog” (dünyanın tersine döndüğünü anlatan bir deyim) olan ve iğneleyiciliği kadar ironisi de yerinde film de bunlardan biri.

Filmin hikâyesi, yalnız bir gerçeğin saklanması veya uydurulması konusuna değil, yönetimlerin halkı manipüle etme gücünün nerelere varacağını gösterme üzerine odaklandığından benzerlerinden epeyce ayrılmakta. Bu nedenle filmin, günümüz dünyasında şurada veya burada milyonların hatta milyarların duygu ve düşüncelerini etkilemek açısından gerçeklerle nasıl oynanabildiği, nasıl sanal bir dünya yaratılabildiğini göstermesi açısından önemli bir yeri var.
Filmin adının da hatırlattığı aşağıdaki sözler, yönetim ile halk arasındaki bu dengesiz ilişkiyi göstermesi açısından ilginç; filmin ana mesajı da burada.
“Bir köpek kuyruğunu neden sallar,
çünkü köpek akıllıdır.
Eğer kuyruk akıllı olsaydı,
Kuyruk köpeği sallardı.”

Bilindiği gibi, yönetimlerin kuyrukları çok, akılları ve araçları fazladır; halkı sallayıp uyutan da onlardır! Burada da başkanın adamları devrededir; üstelik Washington’ın oyunlarına Hollywood’un becerisi de katıldığından, bu ikilinin bir araya gelmesiyle ABD’deki kamuoyunu “kurgusal bir savaşa” inandırmak bile mümkündür!
Seçimlere 11 gün gibi çok az zaman kala ve rakipleri başkanın açığına yakalama çalışırken, Beyaz Saray’ı ziyaret eden kızlardan biri başkanın kendisine cinsel tacizde bulunduğu iddiasında bulunmuş, başkanın etekleri tutuşmuştur. Başkan zaman kazanmak için Çin’i ziyarete karar verirken, sorunun çözümünü yakın adamlarına bırakır. Ne de olsa, ikballeri başkanın ikbaline bağlıdır; bunca yıllık siyaset içinde oyun sahneye koymayı da, skandalı, gafı örtmeyi de bilirler!
Nitekim başkan yardımcısı, becerikli danışmanlarından birini olayı ört bas etmek için görevlendirir. Danışman, kamuoyunun ilgisini skandaldan uzak tutmak için çareyi, “kurgusal bir savaş” çıkarmakta bulur; bunun için Hollywood’un yapımcılarından biriyle anlaşır. Muazzam bir ikili!
İlk sahne, savaştan kaçan bir kadını gösterir (Anne); yüzünde büyük korku, yanında da kedisi vardır. Güya Arnavutluk’ta savaş çıkmış, (ABD ile pek bir işi olmayan Arnavutluk seçilmiştir) insanlar kaçmaya başlamıştır. Tabii, yapay gerçekliği inandırıcı kılmak adına müzik, grafik, efekt ne varsa, hiçbirinden kaçınılmaz.

Yine de hikayenin inandırıcılığını sağlamak kolay değildir; peşi sıra başka senaryolar yazılması gerekir. Bu nedenle, ABD’li bir askerin Arnavutlar tarafından esir alınması hikayesi devreye girer; buna göre yeni çekimler yapılır. Esir düşen askerin görüntüsü yayınlanır televizyonda; üstünde “Dayan, Anne “ yazan bir tişört vardır. Öyle bir yankı uyandırır ki bu görüntü, skandal unutulmakla kalmaz herkes bu sözleri ezberler; askerle dayanışma adına da sokaklardaki ağaçlara ayakkabılar asılır.

Kısacası, milliyetçi duygular tavana vurmuş, amaç sağlanmıştır! Sıra filmin bitirilmesine gelmiştir. İkilinin senaryosu da, esir askerin kurtarılması ve ABD’ye getirilmesiyle son bulacak biçimdedir.
Ne var ki, halkın uğruna seferber olduğu asker aslında uyuşturucudan tecavüze birçok suçu bulunan manyak biridir ve ABD’de bir kasabaya indiklerinde yeniden bir tecavüze kalkıştığından kızın babası tarafından öldürülür. Danışman ve yapımcı şoka girmişlerdir ama profesyoneldir onlar; öyle kolay pes etmezler ve hemen yeni bir senaryo kurgulanır. Bu kez, asker sağ olarak kurtarılamamıştır; ABD’ye cenazesi getirilmektedir! Büyük bir merasimle cenazenin uçaktan indirilişinin çekimi yapılır ve kurgu sonlanır. Ama film bitmez; egosu büyük Hollywood yapımcısı bu başarılı kurgunun isimsiz kahramanı olarak kalmak istemeyince, danışman tarafından öldürülür. Kurgunun sahiciliği böylece güvence altına alınır; tabii başkanın seçilmesi de!...


Bu kadar vahim senaryolar, bu kadar incelikli ve başarılı kurgularla olmasa da, benzerleriyle hemen her ülkede karşılaşıldığını söylemek abartı olmaz. Örneğin Gezi olayları sırasında Kabataş’ta örtülü kadına saldırı ile camide içki içildiğine ilişkin rivayetleri, bu ülkede filme ilişkin kaba bir özenme ya da heveslenme olarak düşünmek mümkün! 15 Temmuz’un her tür özgürlüğün ortadan kaldırılması, Hollanda’daki olayın olayının milliyetçi duyguların galeyana gelmesi için kullanılması da manipülasyonun bizim ülkemize özgü örnekleri!

Bunlara karşı–bir dereceye kadar da olsa- tek panzehrin, haber alma özgürlüğü ile bağımsız basın olduğu ortada ama bizim ülkemizde bu özgürlüğe indirilen darbeler ile “başkanın” medyasının durmadan büyümesi gibi gerçekler var. Bunlara milliyetçilik, dini inanç, etnik kimlik ve benzer duyarlıkları da ekleyince, neden “wag the dog” filmine ancak heveslendiği söylenebilecek senaryoların bile alıcı bulduğu anlaşılabilmekte!

Bunları atlatmak için çabalamaktan başka yolumuz da yok! İlk adım için, hadi “Hayır”lısı!

MERYEM KORAY / BİRGÜN

Aynanın içinden konuşmalar - TAYFUN ATAY


Elbette Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanına Hollanda devletinin yaptığı muamele, gerekçesi ne olursa olsun kabul edilemezdir. Elbette bu gelişmeyi fırsat bilip İslâm ve Türk fobisini kusma yolunda iğrenç sözler sarf edip görüntülü olarak sosyal medyada da dolaşıma sokan Özgürlük Partisi başkanı Geert Wilders’in ırkçı tavrı her türlü meşru tepki ve karşı çıkışı hak etmektedir.
Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hollanda ile yaşanan ve giderek tüm AB’yi kapsama sinyalleri veren krizle ilgili Afyonkarahisar’da öyle bir açmış ağzını yummuş gözünü ki…
Belki gözlerini açsa kendisini bir aynanın karşısında konuşuyor gibi görebilirdi!
Sarf ettiği her sözün, birer “ayna yansısı”ndan ibaret olduğunu da fark edebilirdi!.. 

***
Erdoğan diyor ki “[Avrupa’da] ‘Hayır’ diyen herkese kapılar sonuna kadar açık. Ama ‘Evet’ derseniz karşınızda polisiyle, atıyla, itiyle insanlık dışı bir duvar buluyorsunuz.”
Türkiye’de de “Evet” diyen herkese kapılar sonuna kadar açık. İktidar, resmi kurumlarıyla, valilikleriyle, belediyeleriyle, medya organlarıyla tüm imkânları önünüze seriyor.
Hayır” diyen, diyecek olan ve bunu anlatmaya çalışan herkesin ensesinde de boza pişiriliyor. İnsanlar “Hayır” dediği, diyeceği için terörist muamelesi görüyor, gözaltına alınıyor, hakarete uğruyor, darp ediliyor.
En son dün, Giresun-Bulancak’ta bir kahvede okey ıstakası ile CHP’lilerin üzerine yürümüşler. Denizli’de “Hayır” kampanyası yapanlara da taş ve bıçaklarla saldırmışlar; “Hayır diyenler teröristtir, vatan hainidir” diye bağırarak… Bir sağlık emekçisinin de kolunu kırmışlar. 

***
Cumhurbaşkanı, “Kendilerine benzetemedikleri herkesi dışlayan Avrupalılar” şeklinde bir ifade de kullanmış.
Bu sözleri alın ve sondaki “Avrupalılar” sözcüğünü çıkarın, onun yerine “nokta-nokta-nokta” koyun ve ardından “Boşluğu doldurunuz” diye sorun!..
Acaba o boşluğa bu memlekette özellikle 2013 Gezi olaylarından bu yana yaşananlara tanıklık edenlerin yazacağı sözcük ya da isim ne olurdu dersiniz?!
Keza, “Avrupa kendi korkularının içinde boğulmaya doğru gidiyor, (…) kendilerinden olmayan her şeyden korkuyorlar, kendilerinden olmayan her şeye düşman kesiliyorlar” ifadeleriyle de Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir aynaya bakarak gördükleri üzerine konuşup konuşmadığını merak ediyor insan…
Türkiye’ye yapılan diplomatik ayıbın sahipleri bu sözleri duyduğunda “Yahu dinime söven Müslüman olsa” deseler susmak zorunda kalacağımız o kadar çok “veri” var ki halihazırda bu ülkede!.. 

***
Elbette bu bir “teşbih”… Tabii ki Erdoğan dine yönelik herhangi bir sövgüde bulunmuyor, bulunmaz. Fakat din demişken onun Avrupalılara öfke saçan konuşmasında Avrupa tarihinin din bağlamında çok derindeki bir yarasını kaşıyıp kanırttığını da fark etmemek imkânsız.
Cumhurbaşkanı, Avrupa’nın geçmişinde Yahudilere, Roman “kardeşlerimize”, Boşnak Müslümanlara yönelik günahları sıraladıktan sonra hızını almamış ve ta 17’nci yüzyıla kadar geriye gidip, “Hatta kendi içlerinde ‘Protestan, Katolik’ diyerek gerçekleştirdikleri katliamlar var” eklemesinde bulunmuş.
Bu kadarına pes demek ve “Siz önce dönün kendi tarihinize bakın” yüklenmelerine de hazır olmak gerek!..
***
Erdoğan’ın kastettiği, yeni bir dünyanın şafağının söktüğü Westphalia Antlaşmaları’na çıkışla sonuçlanmış “30 Yıl Savaşları” (1618-1648). Avrupa’da 16’ncı yüzyılın başında Katolikliğin ekonomi-politik iktidarına karşı bir tepki (“protesto”) olarak ortaya çıkmış Protestanlık yayıldıktan sonra, Katolik Güney ve Protestan Kuzey toprakları-devletleri arasındaki kanlı mücadele yani…
İyi de din adına buna benzer kanlı hadiseler, katliamlar aynı yüzyıllardan bu yana sizin tarihiniz ve coğrafyanızda yok mu?!
Onlar Protestan-Katolik diye gerçekleştirmişlerse burada da Sünni-Alevi diye gerçekleşmedi mi bir dolu feci olay 16’ncı yüzyılın başından bugüne?..
Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail arasındaki Çaldıran Savaşı (1514) “vesile” edilerek kaç on bin Kızılbaş-Alevi katledildi acaba? (En “iyimser” rakam 20, en “kötümser” rakam 80 bindir.) Osmanlı-İran arasında sürüp gitmiş bu İslâm-içi mezhebi çatışma 16-17’nci yüzyıllara sere serpe yayılmadı mı? Bu topraklarda kalıcı ayrışma ve hasımlıklara yol açmadı mı?..
Ya yakın zamanlar?.. Siz Yahudilerin, Boşnak Müslümanların başına gelenlerden dem vururken birileri de size Maraş’ı, Çorum’u, Madımak’ı hatırlatacak olsa ne cevap vereceksiniz?!
Özcesi, nereden baksanız tam bir “Tencere dibin kara” durumu değil mi söz konusu olan?..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Silivri 9 No’lu Kapalı Cezaevi - Meriç Velidedeoğlu

Bilmem anımsayanlar var mıdır, Peyami Sefa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı ünlü romanını?
Yayınlandığı yıllarda dillerden düşmez olmuş; daha sonraları da uzun yıllar sürdü ünü; dahası dönemin siyasi yaşamında da yer aldı, özellikle yazarı dolaysiyle. Geçen hafta cumartesi günü (11.3.2017) yazarımız Mine Söğüt’ün çağrısıyla, Cumhuriyet’in “132 gündür” tutuklu yazarı, çizeri, yöneticisi, savunmanı, “Akın Atalay’a, Bülent Utku’ya, Güray Tekin Öz’e, Hakan Kara’ya, Kadri Gürsel’e, Murat Sabuncu’ya, Musa Kart’a, Mustafa Kemal Güngör’e, Önder Çelik’e, Turhan Günay’a ve “71 gündür” tutuklu Ahmet Şık’a”, “Tecride Karşı Mektup” eylemiyle, Kadıköy Postahanesi’nde buluştu gazeteciler.
Mine Söğüt, bu çağrıyı, bir gün önce köşesi “Uykusuzluk” da şöyle dile getirdi: “...Ve onlara yazmayı ve okumayı yasaklayan iktidarı takmayın. Kelimelerinizi dilediğiniz gibi dizin. Sonra zarfa koyun. Üzerine adreslerden adres seçin!” dedikten sonra da, adres olarak, “Silivri 9 No’lu Kapalı Cezaevi” yazıp, tam “on bir” kez, inci dizer gibi sıraladı bu adresi tutuklu canlarımızın adlarıyla birlikte. İlk basımı “1930”da yapılan “9. Hariciye Koğuşu”nu anımsamamın ilk nedeni bu koğuş sayısı dolaysiyle. 



Dönemin bu ünlü romanında yoksul bir çocuğun dizindeki sakatlığın hastahanede giderilmesi sürecinde yaşananları anlatan bölümü büyük yer tutar; bu bölümü oluşturan sayfalardaki, insanı insan yapan duyguların, tutumların anlatımı okuyanları derinden etkilediği gibi yaşanan kimi acımasızlıklar, insanlıktan uzaklaşmalar da aynı etkiyi yapar, nerede olursa olsun.
Ve “87 yıl” sonra bugün de, “Silivri Kapalı Cezaevi”nin, “9 No’lu” koğuşundaki “on bir” hücresinde yaşananların, yaşatılanların yalnızca birini bir kez daha kısaca anımsayalım.
İddianame hazırlanmadan tutuklandılar; aylardır - neredeyse “beş aydır”, hüküm giymiş gibi tutuklular. İddianame neden yazılmıyor? Ya da, neden yazılamıyor? Üstüne üstlük, “yazdırılmıyor (!)” sözü, “ayyuka” çıkmış durumda...


Anayasamızda ülkemizin, “çağdaş bir hukuk devleti” yazılı, ayrıca bu konuda bir kural daha var; Anayasa, yargılamayı yapanların, yargıçların “vicdani kanaatı”ndan -açıkçası “insansal tutumundan”- da söz eder.
Yoksa bu kural kaldırıldı mı?
Olabilir, çünkü “yargı”da yaşananların, yaşatılanların artık iyice zulümleştiğini görmemenin olanağı yok.
Günlerce, aylarca tutuklusun. Neden? Bilmiyorsun, bilemiyorsun tam olarak...
Peki, bu durum işkence değilse, nedir?
“Hukuk” bu mudur?
Böyle bir düzenin geçerli olduğunu devlete, “Hukuk Devleti” denebilir mi? Cumhurbaşkanı Recep Tayyib, başta Hollanda’da yaşananlara karşı - kimi “AB” ülkeleri için de geçerli olmak üzere- haykırıyor, “Faşizm, Avrupa’nın sokaklarında kol geziyor!” diye...
Kuşkusuz haklı.
Yapılan bu “çiğliğe”, hak ettikleri ölçüde uygulamalarla ve tam bir “devlet” diliyle karşılık verilmeli. 


Yoksa onlar da, ülkemizde yapılacak referandumda kullanılacak, “Hayır!” oyları için düzenlenen yasal eylemlere yapılan -üstelik güvenlik güçleri tarafından yalnızca izlenen - saldırıları ve tutukevlerinde tutuklulara uygulananları dile getirip - “sizin ülkenizde de yalnız sokaklarda değil, tutukevlerinizde bile faşizanca uygulamalar kol geziyor!” derlerse...
Üstelik yalnızca bu “iki konu” için... 

Peki, “haksızlar” diyebilir miyiz? Bilmem ki ne dersiniz? Ayrıca değerli dostlar, doğal olarak ve uluslararası ilişkiler yönünden de Hollanda’nın özür dilemesi isteniyor; yalnızca Bakan Fatma Kaya’dan değil; “TC Devleti”nden de, kısacası bizlerden de... 

Kuşkusuz bu “özür” dilenmeli. Bu kesinlikle istenmeli... Ne ki, “Atatürk” dönemindeki “TC Devleti”nin saygınlığının, bugün ülkemizi “şamar oğlanı” durumuna getirip dayatanın; başında olduğu “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin “Kurucu Başkanı”na nasıl seslendiği, ne dediği bilinir; bundan dolayı “özür dilemediği” de.... 


Hollanda, “TC Devleti”nden; “Türk Halkı”ndan özür dilemeli...


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Çanakkale 45 bin araçla ‘geçilir’ mi? - ÇİĞDEM TOKER

Yarın Çanakkale köprüsünün temeli atılacak.



Takvimden özenle seçilen 18 Mart tarihi ile halkoylamasına 29 gün kala siyaseten bir taşla çok kuş vurulacak. Şehitleri Anma Günü’nün yıldönümünde, “geçilmez” denilen Çanakkale, Başbakan’ın şakacı tabiriyle geçilmeye başlanacak.
Anayasa gereği tarafsız konumda olması gereken Cumhurbaşkanı ile Başbakan, önce Şehitleri Anma Günü nedeni ile Çanakkale Deniz Zaferi törenlerine katılacak. Ardından Çanakkale köprüsü temeli vesilesiyle birlikte referandum mitingi yapacak.
Velhasıl, “devletin cebinden bir kuruş çıkmayacağı” yaygın yalanıyla sunulan Yap-İşlet-Devret (YİD) modelli Çanakkale köprüsü temeli, yine kamu kaynaklarının kullanılacağı bir propaganda zeminine dönüşecek.
İşin cebimizle ilgili kısmına gelelim: 

Köprü, hediye değil ceza
Gerçek 1: Çanakkale köprüsü, AKP rejiminin bize hediyesi falan değil. Bittiğinde araç başına geçiş ücreti 15 Avro artı KDV olacak. (Devlet bu tip projelerde yüzde 8 KDV uyguluyor.) Yani köprü bugün hizmete girmiş olsa, otomobiliyle geçen herkes 64 TL ödeyecek. Kritik konuyu Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeli ile yaptırılan bütün projelerde olduğu gibi, verilen garantinin tipi ve niceliği oluşturuyor.
Araç garantisi, YİD projelerinde, “geçmeyen araç sayısı kadar paranın Hazine’den çıkması” demek.
(Not: Resmi raporlara göre YİD modeli, KÖİ’nin bir çeşidi.)
 
Günlük 45 bin araç garantisi
YİD modelli ihalelerde -yapım ve işletme unsurlarından oluşan- en kısa toplam süreyi teklif eden avantaj sağlıyor. Çanakkale köprüsü projesinde en kısa süreyi, Daelim-Limak-SK-Yapı Merkezi’nden oluşan ortak girişim grubu, 16 yıl 2 ay 12 gün ile verdi. Yatırım bedeli ise 10 milyar 354 milyon 576 bin 202 TL olarak açıklandı. Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan ihale günü, geçiş ücretinin otomobil başına 15 Avro artı KDV olduğunu duyurmuştu.
O gün açıklanmayan kritik bilgiyi öğrendik. Henüz imzalanmamış- sözleşmeye göre Karayolları Genel Müdürlüğü (KGM) şirketlere, Çanakkale köprüsü bittiğinde günlük 45 bin araç garanti etmiş. Bu sayının altındaki trafiğin parası, vergilerimizden ödenecek.
Günlük 45 bin garanti, yıllık 16 milyon 425 bin araç eder. Bugunkü kur üzerinden yukarıda yaptığımız (15 Avro artı yüzde 8 KDV) 64 TL otomobil başına geçiş ücretini esas aldığımızda sonuç şu:
Hazine, -hiç araç geçmemesi halindeÇanakkale köprüsünü yapan dört müteahhit firmadan oluşan OGG’ye TL üzerinden yıllık 1 milyar 51 milyon 200 bin TL taahhüt etmiş oluyor. Eksik geçen her otomobil ücreti bizlerin cebinden çıkacak.
Tekrar vurgulayalım, Bu tutar bugünkü Avro kuru üzerinden TL karşılığı. Her koşulda bu sözleşme imzalandığında günlük 45 bin araç garantisi ile ödemenin yapılacağı tarihteki kuru esas almak gerekiyor. 

2023 metre gösteriş amaçlı
Bu arada projeye dair, akla ziyan bir kaynak tasarrufu daha var.
Gelibolu ile Lapseki arasında inşa edilecek olan 1915 Çanakkale Köprüsü’nün orta açıklığı, 2023 m. olarak tasarlandı. Cumhuriyetin 100. kuruluş yılını simgelediği söylenen bu uzunluk, köprünün ihtiyacı olan zorunlu mühendislikten değilmiş.
Rejim talepli ve gösteriş amaçlı. Bu orta açıklıkla dünyanın en uzun asma köprüsü olacağı söyleniyor. Ama artık kaç metre fazlaysa (belki 50, belki 100) fazladan imal ve inşa edilecek uzunluğun parasını ihtimal ki yine Hazine ödeyecek. Yok eğer şirket, gösteriş amaçlı bu ekstra uzunluğu, Cumhuriyetin 100. yılı onuruna Türk Hazinesi’ne armağan ediyorsa ne mutlu!
 
Çocuklarımızın ekonomik geleceğini rehin alan Çanakkale köprüsü için de hayır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

16 Mart 2017 Perşembe

Al sana Survivor... - Psikiyatrist Cem Taylan Erden / SOL

Malum çocuklar heyecan seviyor. Televizyonda en çok izlenen heyecanlı ve çekişmeli program ise tropik bir adada kıyasıya yarışan genç insanların adada kalma mücadelesini anlatan Survivor. Ne zaman kızımı bu programı izlerken görsem içim kan ağlıyordu. Çünkü kendisi hoplaması zıplaması gereken kızım koltuğa jöle gibi yayılarak bir grup insanın hoplayıp zıplamasını izlemeyi tercih ediyordu.

Bu yürek acısına daha fazla dayanamadım ve evde benzer bir parkur kurup hep birlikte yarışmayı önerdim. Annesi zaten işten gelmiş yorgun argın yastıkların üzerinden hoplayıp sandalyelerin altından sürünerek geçerken epey söylendiyse de kızım bu işten çok memnun kaldı. Böylelikle hem birlikte eğlenceli ve hareketli vakit geçirdik hem de Muzaffer Şerif'in kemikleri sızlamadı.

Pek bilinmez ama bu Survivor denen programın fikir babası eski TKP çevrelerinden bir aydın olan ve dünyada sosyal psikolojinin kurucularından sayılan Muzaffer Şerif'tir. Muzaffer Şerif 1950'li yıllarda esen anti-komünist rüzgarın yurdundan savurduğu aydınlardan birisidir ve bu topraklara küsmüş, yerleştiği ABD'de evrensel bilgi birikimine ciddi katkılarda bulunmuştur. Survivor' a ilham veren Haramiler Mağarası deneyi ile grup içi ve gruplararası çatışma ve çözüm dinamikleri üzerine ciddi sonuçlara ulaşmıştır.


Bu deneyde Haramiler Mağarası denilen bölgedeki doğa kampına giden çocuklar önce gruplara ayrılmış, gruplar kendi içlerinde şekillendirilmiş ve çeşitli rekabet oyunları ile hızla birbirlerine düşman haline getirilip sonra tüm grupları ilgilendiren ortak yaşamsal ihtiyaçlar üzerinden yeniden kaynaştıkları izlenmiştir.

Survivor'ı her gördüğümde içimin burulmasının bir nedeni de eski bir yoldaşımın tasarladığı bu deneyin içindeki derin çıkarsamaların kapitalizmin tarafından kıymetli bir metaya dönüştürülüp hunharca satılması ve satın alınmasıdır. Tıpkı Che Guevara resimli Swatch saatleri gördüğümde içimin ezilmesi gibi.

Neyse, biz Muzaffer Şerif'in ve daha nicelerinin üretimlerini televizyon kanallarında yamultulmuş halleriyle izlemek zorunda değiliz. Çocuklarımızı birer izleyici olmaktan çıkarıp onlarla birlikte yapmanın ve yeniden üretmenin keyfine ulaşabiliriz. Daha önce de yazmıştık çocuklarımızla birlikte bize sunulan "herşeyi tüketici" rolünü reddetmeli onlara kendi eğlencelerini dahi üretebildikleri bir yöntem kazandırabilmeliyiz. Televizyon ve tablet olmadan da yaşayabilecekleri gerçeğini yaşamalıyız onlarla.  Çocuğa bunları defalarca söyleyerek ve kızarak değil de birlikte deneyimleyerek anlatabilirsek eğer daha kalıcı bir davranış değişikliğinin de önünü açmış oluruz.


Hem onlara bu sayede Muzaffer Şerif'i de Che Guevara'yı da anlatmanın bir yolunu bulmuş oluruz.

Psikiyatrist Cem Taylan Erden / SOL

#NihatHatiplerKapatılsın - AHMET ÇINAR





“Dile piercing taktırmak caiz midir” sorusunu uzun uzadıya yanıtladıktan sonra,  

“Kocam sinirlenince gardırobu yumrukluyor, ne yapmam lazım” diyen bir kadına akıl veren, hemen ardından,  
“Mars’taki suyla alınan abdestin geçerli olup olmadığı” meselesini irdeleyen, bin beş yüz yıl önce yaşanıp yaşanmadığı belli bile olmayan diyalogları ekolu mikrofonundan “şimdiki zamanın hikayesi” kipiyle anlatan, arada bir de sahne şovu tadındaki gözyaşlarını kameraların zoomladığı reyting avcısı bir adam YÖK üyesi de oldu:  
“Olduysa oldu ne var bunda” deyip geçmek, “Yeni Türkiye’nin halleri” deyip iç geçirmek de mümkün ama…
Aması şu: 16 Nisan’daki referandum yalnızca başkanlık sistemine, padişah özentiliğine değil; Nihat Hatipoğlu gibileri var etmekle kalmayıp onları üniversitelerin başına getiren düzene de “hayır” denmesi gereken bir referandum.

“12 Eylül icadı YÖK ne ki, Hatipoğlu ne olsun” denebilir, haklı da olunur. Ancak böyle bir cümle kurulduğunda ikinci bir cümle kurmaya, düşünüp taşınmaya zaten gerek yok. “Lanet olsun” der geçer gidersin… Ancak şu var: YÖK’ün meşruluğunu tartışmak ayrı ve haklı bir konu; üniversitelerin üst kurulu olan bir organa Nihat Hatipoğlu’nun atanmasındaki sembolik anlamı tartışmak başka…
“Ateistlerin babası şeytandır”, “Her ateist Allah’a sığınıyor”, “Şeytan ateistlerden çok daha temizdir” vecizelerini yumurtlayan bir Ramazan rantiyecisi: Artık ülkedeki üniversiteleri sevk ve idare eden bir kurulun üyesi!

Reçete yazar gibi hangi duayı kaç kere okursanız ne olacağını, geçim sıkıntısından kurtulmak, çocukları şeytandan korumak için ne okumak gerektiğini bir masalcı dede edasıyla anlatıp bunlar karşılığında milyonlarca lirayı cebe indiren bir tüccar: Bilim üretmesi gereken akademileri o yönetecek!

Gençlere tavsiyelerde bulunurken “Felsefeden ve ideolojilerden uzak durun” ile “camiye gidip cemaatle namaz kılmayı ihmal etmeyin”den başka söyleyecek sözü olmayan bir bezirgan, artık üniversitelerin üst kurulunda yönetici!

Bankalara kredi borcu ödemekten iflahı kesilmiş bir kuşağa alay edercesine "borçtan kurtulma duasını" öğretmeye çalışan; işsizlikten imanı gevremiş bir nesle "iş bulma duasını" servis eden; girdikleri sınavların soruları çalınan, haksızlığa uğrayan milyonlarca öğrenciye "sınav duasını" telkin eden bir... Sıfat bulamıyor insan!

İşte o sıfatsızın YÖK üyesi yapıldığı yerdir AKP Türkiyesi!

Türkiye’de üniversiteler, Nihat Hatipoğlu YÖK’e atandığı için “tükenmedi” elbette: On yıllara yayılan gerici siyasal-ideolojik operasyonlar sonucu tüketildi. Yok edildi. Lağvedildi. Nihat Hatipoğlu’nun atanması ise akademideki rezilliğin, pespayeliğin, tükenmişliğin bir sonucu sadece. Tescillenmesi.

Düşünebiliyor musunuz, terörün esas nedeni olarak medreselerin kapatılmasını gösteren bir gericiye, tutup üniversiteleri teslim etmek… Hem de ülkenin en değerli akademisyenlerini ihraç ettikten, Mülkiye’yi, DTCF’yi tasfiye ettikten birkaç hafta sonra: Kör kör parmağım gözüne dercesine…
Sürekli başını sallayan bir kuşun görüntüsüne ilahiyi montajlayıp televizyonlarda “İşte papağanlar böyle zikir çeker” diyen bir hokkabazın adının önünde profesör unvanı varsa eğer, o ülkede akademiden, üniversiteden, bilimden söz etmek mümkün mü!

Nihat Hatipoğlu bir figür… “Yeni Türkiye” dedikleri ucubeye rengini çalan, karakterini veren sembollerden sadece bir tanesi: En ünlüsü. En reyting getireni. En ağlayanı. Hem dinci, hem tüccar. Milyonlarca lira karşılığında ekranlara çıkıp, milyonlarca asgari ücretliye şükrederlerse cennete gideceklerini “müjdeleyen” bir müsekkin! Her sınav öncesi televizyonlardan öğrencilere “sınav öncesi okunması tavsiye edilen dualar”ı anlatan bir “profesör”!

Hatipoğlu’nu o noktaya atamak, zaten kararttıkları akademiyi, medreselerden daha da karanlık yerler haline getirmek demektir.


16 Nisan’da sadece başkanlığa, cumhuriyet düşmanlığına, halife olmayı arzulayanlara, padişahlığa özenenlere değil; bu kahrolası patronlar, tekeller, tarikatlar, şeyhler düzenini ayakta tutan tüm payanda, kolon, kirişlere de “hayır” diyeceğiz… Erdoğan’a da, onun atadığı reyting rekortmeni YÖK üyesine de, YÖK’e de: Hepsine birden hayır… Yetmez ama hayır!

 Ahmet Çınar / SOL

ahmetcinar2000@hotmail.com
twitter.com/_ahmetcinar_