22 Mart 2017 Çarşamba

Güney Kore şirketleri garantisiz gelir miydi? - ÇİĞDEM TOKER

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Yıldırım, G. Koreli şirketlerin Çanakkale köprüsü projesine yatırım yapmasını, ekonomiye güvenin yansıması diye niteledi.
Bütçenin rekor açık verdiği, Merkez Bankası rezervlerinin -ne yazık ki- eridiği, bankalara talimat yağdırıldığı bir konjonktürde, bu tezi sorgulamak elzemdir.
(Güney Kore merkezli iki şirket; Daelim ile SK Group)



“Gerçek tam olarak böyle mi” sorusunun cevabı, bir başka soruda gizli.
O soru da şu:
Karayolları Genel Müdürlüğü (KGM) -geniş anlamda ise- Türk Hazinesi, günlük 45 bin trafik garantisi vermese, G. Kore şirketleri 10.5 milyar TL’lik bu yatırımın altına girer miydi?
Bu soruya G. Kore şirketleri “Evet” yanıtını veriyorsa, bu köşede yayımlamaya hazırım. 

***
Neden veremeyeceklerini açıklayalım:
Yatırım bedeli böylesi yüksek bir ulaştırma projesini hayata geçirebilmek için, finans kesimine başvurma zorunluluğu var. Bankalar da haliyle bu ölçekteki projeye kredi kullandırmak için verecekleri paranın geri döneceğinden emin olmak istiyor.
İşte bunu sağlayan biricik unsur, günlük trafik garantisi.
Tıpkı diğer Yap-İşlet-Devret (YİD) projeleri gibi. 3. köprü, Osmangazi Köprüsü gibi. Bunlar ulaştırma projeleri. Değişik başlıklar altında garanti verilen şehir hastaneleri de farklı değil. “Milletin cebinden beş kuruş çıkmayacağı” yaygın yalanıyla sunulan şehir hastanelerinin de içeriden ya da dışarıdan finansman sağlayabilmesi, yüzde 70 doluluk garantisiyle olanaklı. (Türkçesi şu: Ey girişimci, yapacağın hastanedeki yatak sayısının yüzde 70’i kadar vatandaşım hastalanacak.) 

***
YİD modeli, gerçekte bir AKP icadı değil. 23 yıllık geçmişi var. AKP hükümeti 2011’de yasanın uygulama esaslarını yeniden düzenledi. Kararname ile “talep garantisi” tanımı netleştirildi. Tanıma göre “Görevli şirketçe üretilen mal ve hizmetler için idare tarafından verilen garanti” denildi.
Dünkü yazımda, sekiz ay önce açılan 3. köprüye verilen trafik garantisi yer aldı. Günlük 135 bin aracın geçtiği her gün ve her eksik araç sayısı için bu yılın nisan sonuna kadar İçtaş-Astaldi’ye aradaki gelir kaybı ödenecek. Benzer garantiler, bütün YİD sözleşmelerinde olduğu gibi Çanakkale köprüsü uygulama sözleşmesinde yer alıyor.
YİD sözleşmelerinde, uyuşmazlıkların çözüm yer ve yöntemi de önemli. Uyuşmazlıkta taraflar aralarında anlaşıp tahkime de gidebiliyor. Fakat bu “tahkim” meselesi de tartışmalı bir konu.
Baktığımızda, ancak kamunun kazanması durumunda “açıklanabilir” nitelik kazandığını görüyoruz. Uzanlar ile Enerji Bakanlığı uyuşmazlığı bunun tipik örneği. 

***
Buna karşılık, Marmaray projesindeki tahkim konusu ne oldu bilmiyoruz. Gizli çünkü.
Projeyi üstlenen firmalardan Japon TAISEI, açılışın, dönemin başbakanı Erdoğan’ın isteğiyle bir yıl öne çekilmesi nedeniyle 200 milyon dolar alacağının doğduğunu açıklamış, nakit akışının sarsıldığı gerekçesiyle bu parayı talep etmişti. Yerel tahkim kararlarının uygulanmadığını iddia eden firmanın alacağının ne durumda olduğu bilinmiyor. 200 milyon doların akıbeti hakkında iki yıldır bir açıklama yok.
Başa dönecek olursak çok sayıda finans kuruluşu, Çanakkale köprüsünün yatırımını finanse etmeyi kabul etmiş olabilir.
Ancak bu müthiş güvende, otomobil başına 15 Avro artı KDV geçiş ücreti üzerinden günlük 45 bin trafik gibi “duygusal” bir gerekçenin payı gözden kaçmasın.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Gizli anarşist - ÖZGÜR MUMCU

“Erdoğan kendi kişisel kariyer hedefleri tek adam olmak, diktatörlüğe kaymak için taşıdığı makamın imkânlarını edep ve hayâya sığmayacak ölçüde ucuzlatmıştır.
Sayın savcı, ben demedim Sayın Bahçeli dedi. Şubat 2015’te. 
 
Bu gerilim stratejisinde bir diktatör doğuyor. Bu diktatör de ülkeyi tek başına yönetmeye talip olduğunu söylüyor. Kim ne derse desin hiçbirisine aldırış etmiyor.”
Bunu da ben söylemedim. Sayın Bahçeli söylemiş. 
 
Önceki gün yine bu diktatörlük meselesi açılmış. Bu defa Sayın Bahçeli, Sayın Erdoğan’ın çok acımasız eleştirilere uğradığını ifade ederekTürkiye’de diktatör olmaz. Bir defa diktatör Türkçe değil” demeyi tercih etti.
 
Ben de derin bir nefes alarak rahatladım. Ev üzerime üzerime geliyordu. Televizyonu aldım pencereden aşağı fırlattım. Sebebi belli. Türkiye’de televizyon olmaz, bir defa televizyon Türkçe değil. O esnada telefon çaldı. Haliyle onu da kırıp attım zira Türkiye’de telefon olmaz, bir defa telefon Türkçe değil. Makine Türkçe değil, gitti mi çamaşır makinesi de. Gitti. Eh elim değmişken modemi de kırdım, internet de gitti. Uzatmayayım evde adı Türkçe olmayan ne varsa imha ettim gitti. Ferah ferah oturuyorum.
 
Bir yandan da düşünüyorum. Madem Türkçede diktatör olmadığı için Türkiye’de diktatörlük tehlikesi yok, Sayın Bahçeli bizi senelerce hangi sebeple Erdoğan diktatörlüğüne karşı uyardı. 
 
Boşa konuşacak biri değil. Onca siyasi tecrübesi var. Neredeyse elli senelik bir siyasi partinin genel başkanı. Acaba neden böyle davrandı derken... Yahu parti de Türkçe değil. Demek ki Türkiye’de siyasi parti de olmaz. Ama siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Bize hep öyle öğretmişlerdi. Sonra fark ettim ki saçmalıyorum, demokrasi de Türkçe olmadığından Türkiye’de demokrasi de olmaz. 
 
Yani Sayın Bahçeli’nin dilbilimsel yaklaşımına göre Türkiye’de diktatör, demokrasi ve parti olamaz. Kafamız rahat etmelidir. Devlet kendi kendine partisiz, demokrasisiz ve elbette diktatörsüz yürüyüp gidecektir. 
 
Tam böyle düşünüp yabancı unsurlardan arınmış evimde uzanacakken fark ettim ki devlet de Türkçe değil, Arapça. O zaman Sayın Bahçeli’nin akıl yürütmesine göre Türkiye’de devlet de olmaz.
Haliyle bu durumda Türkiye’de bir Devlet Bahçeli’nin de olmaması gerekir. Ama var. Her ne kadar söyledikleriyle kendi geçmişini yalanlayarak başka bir kimliğe kavuşmuş olsa da var. 
 
Tam o esnada meseleyi çözdüm. Sayın Bahçeli dilbilimsel siyasi yaklaşımıyla diktatörlüğü, partileri, demokrasiyi ve devleti ortadan kaldırmayı amaçlayan samimi bir anarşist. Tweet’lerinden anlamamız gerekirdi. Lirik bir nihilist. Gerekirse kendi varlığından bile geçebilecek sınırsız bir özgürlük sevdalısı. Bakunin’e parmak ısırtacak efendisiz bir anarşist. 

 
Referandumda kendi kendini inkâr edecek şekilde neden evet oyu kullanacağı da böylece benim açımdan netleşti. Siyasi kariyerinin sonunda yüreğinde bir sır gibi sakladığı anarşizme son bir hizmet etmek istemiş olmalı. Devletin bütün kurumlarını sarsarak yok edecek bu değişiklikle beraber devletli toplumdan devletsiz topluma geçmeyi hedefliyor. 
 
Herkesin kafasını karıştıran Devlet Bahçeli neden böyle davranıyor sorusunun cevabını bulmanın mutluluğuyla anarşizmin bu gizli kahramanına selamlarımı iletiyorum.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

21 Mart 2017 Salı

Anayasa yalanları - OĞUZ OYAN

Hedefe ulaşmak için "papaz kıyafeti" dâhil her kalıba girmeyi göze almış bir radikal İslamcı hareketle 15 yıldır karşı karşıyayız. Eğilip bükülmelerinde, hakikatleri eğip bükmelerinde, sürekli ittifak tazelemelerinde, eski dostları sonradan düşman bellemelerinde (veya tersi), hayal güçlerinin marazi anlamda sınır tanımazlığında şaşılacak bir durum yok.


Yeni olan, bu hareketin 2016 ortasından itibaren kendi sivil darbesini yapmaya yönelerek vites büyütmek zorunda kalması. Hareketin kendisi için değilse de hareketin lideri açısından, lidere ısmarlama elbise gibi biçilen bir anayasal rejim değişikliğini acil gündemine eklemek durumunda kalması.

Uzun erimli hedefleri bakımından istikrarlı (bunu yeni farkedenlere geçmiş olsun), ama kısa/orta erimli politikaları bakımından mekân ve zamana göre farklı tavırlar alabilen bu eyyamcı hareket, giderek kısa/orta erimlerdeki politika esnekliğini yitirmeye, bir inandırıcılık ve meşruiyet krizi içine girmeye başlamıştı. 15 Temmuz darbe girişimi bunu had safhaya taşıdı. Dolayısıyla artık vade ve mekân farklılıklarına göre farklı politikalar uygulaması, farklı görünümler sergilemesi, kendini farklı biçimlerde pazarlaması güçleşti. Uzun vade kısa vadeyle örtüşmeye başladı. Gerçek kimliği içerde ve dışarda görünür oldu, "kral çıplak" diyebilenler çoğaldı.

Tabii bu gelişmeler oldu diye, gerçekler tüm toplum tarafından çıplak gözle görülmeye, yalanlar rafa kalkmaya başlamış değil. Rejimin yalandan beslenmesi bir büyük ihtiyaç olarak sürmekte. Örneğin, Anayasaya niçin “evet” denilmesi gerektiği konusunda kararsızları ikna etmekte güçlük çeken iktidar mahfilleri, ya “hayır”cıları düşmanlaştırarak ve engelleyerek, ya dış krizler yaratıp bir “stadyum milliyetçiliğini” körükleyerek ya da “Anayasa yalanlarına” başvurarak oyların rengini değiştirmeye çalışmaktalar. Bu sonunculardan en çok öne çıkardıkları konu da, önerdikleri rejimde cumhurbaşkanının mevcut sistemde olduğundan daha sıkı denetlenecek olduğu faraziyesi. Bunun doğru olmadığına biz aslında 13 Aralık 2016 tarihinde soL Portal'da "Yeni Rejimin Anayasası" yazımızda değinmiştik. Ama aslında karşılaştırmayı bir adım daha ileri götürerek bugünkü başbakanın denetim koşullarıyla karşılaştırmak daha doğru olacaktır, çünkü önerilen rejimde cumhurbaşkanı aynı zamanda başbakandır da. Hatta bir “tek adam hükümeti” değil, yargıyı ve diğer tüm kurumları da belirleyeceği için “bir tek adam devleti” söz konusu olacaktır.

Peki bugünkü başbakan ile önerilen cumhurbaşkanı statüsünü denetim açısından karşılaştırırsak ne görürüz? Bu karşılaştırmayı EMO Dergisi için Şubat ayında yazdığım uzunca bir makalenin küçük bir bölümünü aktararak yapalım:
"Önerilen anayasal sistemde başbakanın yetkilerini devralan cumhurbaşkanının onun cezai sorumluluklarını da devralıp devralmadığına bakalım. Bugünkü Anayasanın 100. maddesinde başbakan veya bakanlar hakkında Meclis Soruşturması açılması konusu düzenlenmektedir. 100. maddeye göre, başbakan hakkında Meclis üye tam sayısının en az onda birinin (yani sadece 55 milletvekilinin) vereceği önerge ile soruşturma açılması istenebilirken, yeni teklife göre bu amaçla önerge verilebilmesinin yeter sayısı 301'e yükselmektedir! Mevcut durumda, başbakan hakkında soruşturma açılmasına karar verilmesi halinde, partilerin güçleri oranında temsil edilecekleri komisyon oturuma katılanların salt çoğunluğuyla kurulabilirken (eğer karar yeter sayısı istenirse Meclis üye tam sayısının 1/4'ü yani 138 milletvekili yeterli olurken), önerilen düzenlemede cumhurbaşkanı için kurulacak soruşturma komisyonu için 3/5 oranı yani 360 milletvekili aranmaktadır! Nihayet, şimdiki halde başbakanın Yüce Divan'a sevki Meclis üye tamsayısının salt çoğunluğunun (yani 1/2 artı 1 yani 276 milletvekilinin) kararıyla alınabilirken, önerilen düzenlemede başbakan yetkilerini devralan cumhurbaşkanı için 2/3 oranı yani 400 milletvekili gerekli olmaktadır!
Pek üzerinde durulmamış bir konu da şudur: Mevcut Anayasa 113/3'de, "Başbakanın Yüce Divana sevki halinde hükümet istifa etmiş sayılır" hükmü vardır. Oysa önerilen anayasa teklifinde, yüce Divan süreci tamamlanana kadar cumhurbaşkanı istifa etmiş sayılmıyor; 3+3 yani 6 ay sürebilecek bir yargılama süreci sonunda "Yüce Divanda seçilmeye engel bir suçtan mahkûm edilen Cumhurbaşkanının görevi sona erer" hükmü getiriliyor. Peki cumhurbaşkanının görevi sona erince ne oluyor? Yasama organının yani 600 milletvekilinin de görevi sona ermiş oluyor. Peki bu durumda bu milletvekilleri cumhurbaşkanını Yüce Divana göndermek isterler mi?
Bu arada mevcut durumda başbakana Yüce Divan'a sevk bakımından bakanlardan daha fazla koruma sağlanmamıştır. Oysa önerilen anayasada, cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanlar için de cumhurbaşkanı için öngörülen yüksek oranlı koruma sağlanmıştır; yani Yüce Divan'a gönderilebilmeleri aynı ölçülerde zorlaştırılmıştır. Bunun arkasında, 17-25 Aralık sürecinde istifaya zorlanan ve göstermelik de olsa Meclis soruşturmasına muhatap kılınan bakanlardan Erdoğan Bayraktar'ın Başbakanı da istifaya davet etmesi gibi istenmeyen iç hesaplaşmaların ortaya çıkabilmesini peşinen engelleme niyeti bulunmaktadır. Yaşamın dersleri, AKP/Erdoğan tarafından anayasa hükmüne dönüştürülmek istenmektedir.
Üstelik cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanların büyük bölümü milletvekili olarak seçilmiş olmayacakları için, içinden çıkmadıkları Meclis'e karşı daha az sorumluluk duyacaklardır. Zaten cumhurbaşkanı yardımcılarının ve bakanların Meclis tarafından denetlenme araçları da ya tasfiye edilmekte ya da içleri boşaltılmaktadır."

İşte böylesine bir denetimden kaçışı düzenleyen bir anayasayı, yalanlara başvurmadan nasıl pazarlayabilirsiniz?

                                                                               ***
Bitirmeden önce, bir radikal İslamcı azınlığın önce hükümeti, sonra devleti ele geçirebilmesini; şimdi ise siyasi rejimi dönüştürecek bir anayasa yapımına girişebilmesini; yarın da, eğer fırsat bulursa, 2023 hedefi doğrultusunda anayasal teminata alınmış bir din devleti oluşturmaya cüret edebilecek olmasını sıradanlaştırmamak gerektiğinin altını çizmek isterim.
Bu kadar üst düzey asker-sivil bürokratın ve yargı mensubunun aydınlanma ve Cumhuriyet düşmanı dini tarikatlerin müridi veya emireri olabilmelerinin gösterdiği iki şey var: Bir, Türkiye’de eğitim devrimi 1946 sonrasında fena halde tökezlemeye başlamış, Cumhuriyet rejimi, 50 yıl içinde kendi zıddını yaratacak bir dinci örgütlenmeye iktidar yolunu açmıştır. Bunun AKP öncesindeki kuluçka süreçlerinin, alternatifi yaratılarak zamanında engellenememesinde bütün hükümetlerin etken veya edilgen sorumluluğu vardır. İki, Türkiye’de cehaletin boyutları sanıldığından daha köklü, yaygın ve örgütlüdür. Olay AKP ile başlamamıştır ve sadece AKP’nin yenilmesiyle de sona ermeyecektir. Ama herşey onun geriletilmesiyle başlayacaktır. O nedenle 16 Nisan’da AKP’ye/Erdoğan’a “DUR” denilmesi, oylanan metinden daha da önemlidir.

Oğuz Oyan / SOL

Köprü - ORHAN GÖKDEMİR

Marmaray Boğaz altından geçiyor ve Kazlıçeşme’yi Ayrılıkçeşmesi’ne bağlıyor. . Sözleşme bedeli 860 milyon Dolar, gerçekleşme bedeli 1 milyar 750 milyon Dolar. Planladıklarının iki katına mal etmişler tüneli. Üstelik iki ucunu bir araya getirememişler. İki uç arasında sapma olduğu ortaya çıkınca birinin altına beton enjekte edip düzeltmişler. Ne kadar sağlıklı bilinmiyor.
Marmaray tüp tünel projesinin toplam maliyeti 5,5 milyar dolar. Denizaltı uzunluğu 1,4 km olan bu proje için Japan Uluslararası İşbirliği Bankası, Avrupa Konseyi Kalkınma Bankası ve Avrupa Yatırım Bankası'na 40 yıl vade ile borçlanıldı. Yani hep birlikte 40 yıl boyunca o borcu ödeyeceğiz,
Peki, ucuz mu pahalı mı? Elimizde iki örnek var:
Japonya Seikan Tüneli: Toplam uzunluğu 53.85 km olan tünelin denizaltından geçen kısmı 23,3 kilometre. Maliyeti 3,6 milyar dolar.
İngiltere- Fransa arası Manş Tüneli: Toplam uzunluğu 50.45 km olan tünelin denizaltından geçen kısmı 37,9 kilometre. Maliyeti 10 milyar dolar. Denizaltı kısmı Marmaray'ın denizaltı kısmının yaklaşık 24 katı.

                                                                               xxx

Yavuz Selim Köprüsü’nün toplam maliyeti 8,5 milyar Dolar. Yalnızca köprünün maliyeti 3 milyar Dolar. Köprü için işletmeci firmaya günlük 135 bin otomobil geçişi için Hazine garantisi verildi. Büyük bölümü ormanlık alanda inşa edildi, alanda geri dönüşü olmayan tahribatlar yapıldı. Kuzey Ormanları artık sizlere ömür. İstanbul’un son ormanları ve su kaynakları bu projeyle yok edildi.
Peki, ne işe yaradı? Şehrin trafiği köprü ulaşıma açılmadan öncekinden daha kötü. Üç köprünün trafiğinin kesiştiği Mahmutbey Bölgesi geçilmesi imkânsız bir kale görünümünde. Köprüden geçişi zorunlu kılınan kamyoncular ve otobüsçüler dertli. Çünkü köprü yolu 130 kilometre uzatıyor. Bu da maliyetlerin birkaç katı artması demek. Adı Yavuz Selim Köprüsü, gerçekte Deli Dumrul Köprüsü.

                                                                              xxx

Osman Gazi köprüsünün maliyeti 2 milyar 135 milyon Dolar. Yapımına harcanan bu paranın tamamı, aralarında Halkbank ve Vakıflar Bankası gibi devlet bankalarının da olduğu 9 bankadan AKP’nin verdiği gelir garantisi karşılığı kredi olarak temin edilmiş ve müteahhidin cebinden hiç para çıkmamış. Yükleniciler doğal olarak AKP’ye yakın firmalar. Günde 40 bin araç geçeceği hesap edilmiş nasıl edildiyse ama gerçekleşen ortalama 15 bin araç. Farkı devlet ödüyor. Yapıp işleten şirketler verilen araç garanti sayıları ile yılda 550 milyon Dolar gelir elde edilecek. Yani köprünün maliyeti sadece 2 yılda karşılanıyor. Devlet işletmeye 2035 yılına kadar bu garantiyi verdi. İki yıldan ötesi net kâr. Kapitalizmin icat ettiği en karlı işlerden biri Türkiye’de köprü işletmeciliği. Uyuşturucu işine girsen bu kadar kazanamazsın!
Köprünün Dolar olarak belirlenen geçiş ücreti çok yüksek bulununca halk geçiş için denizyolunu tercih etti. Köprüde incin top oynamaya başlayınca köprü geçiş ücreti düşürüldü. Ama sadece köprüden geçtiğiniz için değil, devamındaki otoyollardan geçtiğiniz için de ücret ödüyorsunuz. Geçmenin maliyeti bu kadar astronomik olunca denizyolu rekabette avantajı ele geçirdi. Köprüye vereceğiniz ücreti denizyoluna verirseniz aracınızla bu bölgeyi bütünüyle by pass etmeniz mümkün. Özetle dünyanın en saçma köprüsünü körfez üzerine inşa etti AKP.
Yüklenici firmalara garanti edilen 550 milyon Dolara gelince; 2016 yılının devletin tüm köprü ve otoyollardan elde ettiği gelir 288 milyon 600 bin TL. Yani iki Boğaz geçişi köprüsü ve bütün otoyollar bir Osmangazi Köprüsü’nden daha az gelir getiriyor. Hesaplamaları bu kadar fahiş!
Bir de Avrasya Deliği var. Tünelin maliyeti 1,3 milyar Dolar. Yapan firma 25 yıl boyunca deliği işletecek. Firmaya tek yöne günde 35 bin araç garantisi verildi. Sayı tutmazsa aradaki farkı yine biz ödeyeceğiz.

                                                                              xxx

Eskileri var elimizde. Dincinin dinciye darbe girişiminden sonra adı değiştirilen birinci Boğaziçi Köprüsü Süleyman Demirel döneminde inşa edildi. Maliyeti 21,7 milyon Dolar. İkinci Boğaziçi Köprüsü Turgut Özal döneminde yapıldı. Maliyeti 125 milyon Dolar. Tayyip Erdoğan döneminde yapılan üçüncünün maliyeti 3 milyar Dolar. Birinci köprü ile son köprü arasındaki fiyat farkı 143 kat.
xxx
Çanakkale’de de bir köprünün temelini daha attılar geçtiğimiz hafta. Dediklerine göre 2023’te tamamlanarak açılması planlanan köprü dünyanın en uzun asma köprüsü olacak. Otoyol bölümü 9 milyar 843 milyon liraya, köprüsü ise 15 milyar liraya mal olacak. Köprüsü tamamlandıktan sonra 16 yıl özel sektör işletecek. AKP’nin çağrısına uyup dövizleri bozdurmamışsanız 15 Euro artı KDV ödeyip Çanakkale’ye geçeceksiniz. Hâlihazırda karşıya feribotla otomobilinizden inmeden 35 lira vererek geçebiliyorsunuz. Bayram seyran gibi ekstra trafik yaratan günler dışında herhangi bir sıkıntı da yok.

                                                                             xxx

İstanbul içinden deniz geçen şehir olarak bilinirdi. Yine geçiyor deniz ama uğradığı tecavüzlerden perişan halde. Üstüne üç köprü yaptılar, altına iki delik açtılar. Böyle böyle İstanbul Boğazı’nı bitirdiler. Çanakkale Boğazı’na el atmaları bundan. Haliyle Karadeniz’den Marmara’ya açılacak yeni bir boğaz inşası için de altyapı yavaş yavaş oluşmuş oluyor.
Ülkedeki her 4 kişiden biri İstanbul’da yaşıyor. 20 milyon insan şehirde hareket halinde. Çoğunun köyüyle, kasabasıyla ilişkisi sürüyor. Gidecek, gelecek. Tren yapsan binmez, denizyolunu tarif etsen bilmez. Doblosunu almadan çıkmaz arkadaşların çoğu. Dolayısıyla seviniyorlar cümbür cemaat köprüye, yola, asfalta, betona.
Ama işte hesap ortada: Uçakla şehirden çıkmak 50 ila 100 lira arasında. Denizyoluyla çıkmak isterseniz 20 lira. Deniz yoluyla gideyim aracımı da alayım derseniz 100 liranın altında bir rakamla gerçekleştirmeniz mümkün. Peki, nedir bu köprü merakı?
AKP’nin tek numarası saklı bunun altında. İnşaat yapacak, satacak, büyük şehrin rantını yağmalayacak, paylaştıracak. Bu arada yandaş müteahhitti kalkındıracak. Kalkınan yandaş müteahhit dönüp AKP’yi kalkındıracak. Boğaz’a beş köprü yapsa altıncısını planlayacak, mecbur. Ülkeyi beton tarlasına dönüştürmekten başka yolu kalmadı zira.
Turizm bitti, tekstil kaçtı, tarım çoktan sizlere ömür. Fabrikaları kapatıp konut yaptılar üzerine. Kamu İktisadi Teşekküllerin satıp yağmaladılar. Elde kalan tek numara bu. Deniz bitti, zamanları daraldı. Son hamleleri “Türk tipi” bir faşizm kurmak. Bir de “hayır” derseniz seyreyleyin gümbürtüyü.
Din devleti kuracaklarmış tanrıları nasip ederse. İnşaat ya resulullah!

Orhan Gökdemir / SOL

O, unutulmaz - ALİ SİRMEN





Genelkurmay’ın Mustafa Kemal’in adını bile anmayan Çanakkale zaferi afişleri, orduyu Atatürk’ün koruyucusu, laikliğin baş güvencesi olarak görme yanlışında direnenlerin gözünü açmak için iyi bir fırsattır.
Bilmem bu yanlışın çukurunda debelenenler, önlerine gelen son fırsatı değerlendirebilecekler mi?
Yıllardır “Mustafa Kemal’in gerçek askerlerinin fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür eğitim ordusunun kahramanları olduğunu” dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışıyoruz.
Yıllardır, Mustafa Kemal düşmanlığının aslında, laik Cumhuriyet ve demokrasi nefretinin dışavurumundan başka bir şey olmadığının altını çizmeye uğraşıyoruz.
Yıllardır, Mustafa Kemal Atatürk’ün inkârının Atatürk’ün tarihi kişiliğini saptırarak başladığını göstermeye uğraşıyoruz.
Kenan Evren’in her şeye kadir, dehasıyla tek başına tarihin gidişatını değiştirmiş, bütün iyilikler yalnızca destansı kişiliğinin eseri olarak gösterilen Atatürk’ü ile laiklik ve Cumhuriyet düşmanlarının her kötülüğün kaynağı Deccal olarak göstermeye çalıştıkları Atatürk’ün aslında aynı çarpıtmanın ürünü olduğu kuşku götürmez.
Tarihte aslında var olmamış böyle bir figürün, tarihi gerçekler karşısında, uzun süre ayakta duramayacağı ve yıkılarak, inkârcıların istediği fırsatı yaratacağı açıktı.
Laik demokratik Cumhuriyet düşmanlarının 12 Eylül’ün Genelkurmay Başkanı’nın önderliğinde başlattıkları kampanyanın, bugün içinde yine Genelkurmay’ın yer aldığı oyuna dönüşmesi kaçınılmazdı.


***

Laik demokratik Cumhuriyet düşmanlarının her iki türünün de karşısında oldukları Mustafa Kemal Atatürk onlar ne yaparlarsa yapsınlar unutulmayacaktır.
Nasıl ki, yurdumun üstünde tüten en son ocak sönmeden, o şafakta yüzen alsancak da sönmeyecekse, teslim olmamışlığın tarihteki en büyük örneklerinden birini vermiş olan bu toplumun belleğinin son kırıntısı da yok edilmeden, bu şahlanış da unutulmayacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk, o toplumun teslim olmamışlığının simgesidir.
O teslim olmayan ruh, Anadolu’nun dört bir yanında çoban ateşleri gibi yanan bağımsızlık örgütleri “kuvvacı” kongrelerde oluşan potansiyeli yönlendirip önce bağımsızlığa, sonra laik cumhuriyete ulaştırmada önder rolünü oynamıştır.
Yaşanmışı yaşanmamış kılmak mümkün olmadığı gibi, Mustafa Kemal Atatürk’ü unutturmak da mümkün değildir.
Mustafa Kemal’i unutturmak, topluma kendi teslim olmamışlığını, yaşama azmini kaybettirmek ile eşanlamlıdır.
Toplumun yaşama azmini yitirmeyen son ferdi de yok olana kadar Mustafa Kemal de unutulmayacaktır. 

***

Bunun için güvenceyi, onu ve laik Cumhuriyeti unutturma girişiminde yer alan kurumlarda aramak beyhudedir.
Bir toplumun yaşamak, çağdaş dünyada yerini almak azmi topla tüfekle ne korunur ne de yok edilebilir.
Aynı akan suda iki defa yıkanılmayacağı gibi, tarihin değişen koşullarında, aynı olaylar da birbirinin aynısı olarak yinelenmezler.
Toplumlar yaşama azimlerini yitirmediklerini, her gelişen koşulda ayrı şekillerde ortaya koyarlar.
Unutulmayan bağımsızlık ve özgürlük azmi bu defa başka şekilde tezahür edecektir.
O yüzdendir ki, karşıtları gibi yandaşları da, yazları dayısının tarlasında karga kovalayan mavi gözlü yeni bir Mustafa aramasınlar beyhude.
Yeni gelecek olanın gelişini hızlandırıp kolaylaştırmak için, bir kez daha yurdun dört bir yanında, o teslim olmamış, bağımsızlık ve özgürlük simgesi çoban ateşlerinin yeniden yakılması yetecektir.
Mustafa Kemal’i unutturmak mümkün değildir. Çünkü o sizsiniz, o biziz.
O biz olduğumuza göre de, bu konuda kendimizden başka bir güvence aramak da beyhudedir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Avrupa ‘doğal’, ABD ‘derin’, Rusya ise ‘pratik’ ortağımızdır - EROL MANİSALI

Avrupa bizim doğal ortağımızdır. Bin yıl boyunca nüfus, iktisat ve kültür boyutları ile iç içe geçmişiz. Savaşlar da dahil. 

 
Türkler İstanbul’u almadan çok önce Balkanlar’a, Ege’ye gelip yerleşmişler.
Katolik İspanya’nın baskısından kaçan yüz binlerce Yahudi Osmanlı’nın ayrılmaz bir parçası oldular. Türkiye-Avrupa iktisadi ve kültürel ilişkilerinde önemli bir yer tuttular.
Avrupa’nın sanayi ve aydınlanma devrimlerini Osmanlı, geriden de olsa sürekli izledi ve uyguladı.
Atatürk Türkiye’si ve kuruluşla birlikte bilimde, eğitimde, sanatta ve kültürde “çağdaşlaşma sentezimizi” yürüttük. Bu yolla Ortadoğu’nun karanlığından ve bataklığından kurtulduk. Müslüman ülkeler arasındaki “tek çağdaşlaşan ülke olduk”.
Avrupa Konseyi üyesi olarak kurumsal bütünleştik. Kültürden spora her alanda Avrupa örgütlerinde yer aldık. Doğal ortaklık ve sentez birlikte yürüdü.
1960’ların başından itibaren milyonlarca insanımız Almanya başta, tüm Avrupa ülkelerine yayıldık. 5.5 milyon insanımız bugün Avrupa’nın bir parçası durumunda. 50 binin üzerindeki Türk girişimcisi, sadece Almanya’da faaliyet gösteriyor. Avrupa’nın 10 ülkesinde 1970’li yıllardan bugüne kadar 40 dolayında konferans verdim. 45 dolayında Türkiye-Avrupa entegrasyon hareketlerini içeren akademik toplantılarda aktif olarak bulundum ve bütün bunları yaşadım. “Hayatım Avrupa” adını verdiğim 5 ciltlik kitapta bunları yayımladım.
Türkiye-Avrupa ilişkilerinde kurumsal olmasa da gümrük birliğindeki yanlışlara karşın; iktisadi, sosyal ve kültürel olarak “doğal bir entegrasyonun derinleştiğini”, yayımladığım araştırmalarımla ortaya koydum. (“erolmanisali.org”da görülebilir.)
 
Amerika neden ‘derin ortak?’
Türkiye-ABD ortaklığı Avrupa’dan çok farklı. ABD bizi, soğuk savaşla birlikte “ileri karakol” olarak gördü. 1947’de Marshall yardımı ile başlayan bağlama süreci 1952’de NATO ile sonuçlandı.
Haberimiz bile olmadan topraklarımızda nükleer tesisler kuruldu. Küba krizinde masadaki taşlardan biri haline sokulduk: Küba-Türkiye pazarlığı yaşandı.
Türkiye’deki askeri ve İslami darbeler hep bu kesimden geldi. Sonuncusu FETÖ girişimi oldu. Türkiye BOP’un gerçekleşmesi için bir maşa olarak kullanılmaktadır. 1991’de Çekiç Güç ile İncirlik’ten “Barzani Kürt Cumhuriyeti” kuruldu; şimdi de PYD ile Suriye ayağı çatır çatır kurulmakta. Suriye’de ABD üssü oluştu.
Bütün bunlar ABD’nin bizim için “Derin Ortak” olduğunu gösteren öğelerdir. Sabık başbakanın “stratejik derinliği” sanki, ABD’nin derin ortaklığı için yazılmış gibi, Suriye’de gördük.
FETÖ, derin ortağın son 40 yılda yavaş yavaş ürettiği bir olgudur. Hedefinde, Atatürk Cumhuriyeti ve Atatürk’e bağlı TSK bulunuyordu. BOP için, her ikisinin de yok edilmesi gerekiyordu. 16 Nisan’da oy verirken bu hesapların göz önünde tutulması gerekir.
Derin hesaplar peşinde olan yalnız FETÖ müdür? Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları da “derin ortakların örtülü yandaşları olmuyorlar mı?”
 
Rusya ise ‘Pratik Ortak’
Dev komşumuz hem enerji hem de iktisadi bakımdan “pratik” ortak konumunda. Enerji ihtiyacımız, tarımımız, turizmimiz, inşaat şirketlerimiz açısından vazgeçilmez bir konumda. Şimdi de “S 400”ler gündemde.
Özellikle AKP, Avrupa ve ABD karşısında tribün için restleşirken masanın altından pratik ortağının resmini göstermek zorunda kalıyor. Hele bütün kartlarını dar bir heybeye, “Katar, S.Arabistan sepetine sığdırmaya çalışırken.”
Tabii bir de, Rusya fiilen Suriye’de üsler kurarak, ABD ile birlikte yeni Güney komşumuz olmaya soyunurken.
Ve son söz: Türkiye’den Avrupa’ya en ağır küfürler savrulurken Beşiktaş’ın “Çarşı”sı, ülkemizin aydınlık yüzünü gösterdi; Ata’mızın yurtta ve dünyada barış mesajını, İzmir’in dağlarındaki çiçeklerin eşliğinde sundu. Çirkinliklerin ortasında açan bir gül misali...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Garanti ödemeleri başlıyor - ÇİĞDEM TOKER

Bütçe, şubat ayında 8.6 milyar TL açık verdi. Oysa geçen yıl aynı dönemde 2.4 milyar TL fazla vermişti. AKP’nin o çok övündüğü mali disiplinin yerinde yeller esiyor. Bilin bakalım neden? Kamu harcamalarında akıl almaz bir savurganlıktan olabilir mi? Ve bu rekor açıkta devlet imkânlarının pervasızca siyasi amaçla kullanılmasının payı?..
Referanduma 26 gün kaldı. AKP rejimi, her kademede devlet olanaklarını kötüye kullanıyor. Vergilerimizle satın alınan, zırhlı makam araçları, helikopter, uçakların hepsi şu an tek adam sisteminin anayasallaşmasına amade kılınmış durumda.
Hayır diyecek vatandaşları terörist ilan eden AKP, ülkeyi karanlığa atacak “evet” uğruna, devlet olanaklarını sonuna kadar kötüye kullanırken, kamu kaynaklarını da tahrip ediyor. 

***
Referandum sonrası, kamuyu ödemeler bakımından çok zorlu bir dönem bekliyor.
Nisan ayının özelliği şu: Yap-İşlet-Devret (YİD) kapsamında üç büyük projeyi devreye alan hükümet, bizim vergilerimizle müteahhit ödemelerine başlaycak.
YİD modeliyle yaptırılan Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nde devletin yükümlülüğü nisan ayında başlıyor. Karayolları Genel Müdürlüğü (KGM), 3. Köprü görevli şirketine (İçtaş-Astaldi) günlük 135 bin aracın geçmesini taahhüt etmişti.
Sözleşmeye göre şirket kusuru dışındaki herhangi bir nedenle, garanti edilen toplam taşıt sayısına ulaşılamaması durumunda, ortaya çıkan gelir kaybının, o mali yılın nisan ayı sonuna kadar görevli şirkete ödenmesi gerekiyor. KGM, ödemede gecikirse yasal cari faizden sorumlu olacak.
3. Köprü, 26 Ağustos 2016 tarihinde açıldı. Geçiş ücreti sözleşmeye göre 3 dolar artı KDV. Şu anda 11.95 TL uygulanıyor.
Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan, köprüden 110 bin civarında araç geçtiğini açıklamıştı. (Bu sayının tutmadığını söyleyenler de var. Ancak bunu bir kenara bırakalım.) Bakan’ın verdiği bilgi veri alındığında, sözleşmeye göre eksik araç sayısı, günlük 15 bin. Bu da şirket için günde 298 bin 750 TL “gelir kaybı” anlamına geliyor.
Sözleşmeye göre bu kaybı Karayolları ödeyecek. Ödeme nisan sonunda yapılacağına göre, köprünün açılış tarihinden bu yana 242 gün geçmiş olacak. Her gün geçen 110 bin aracın nisan sonuna kadar değişmeyeceğini varsaysak bile ortaya, 72.3 milyon TL’lik bir fatura çıkıyor. Şirketin gelir kaybı denilen şeyin, aslında bizim gelir kaybımız olduğu görülüyor değil mi? 

***
Üstelik bu tahmin rakamı, sadece 3. Köprü’ye dair. Bu vesileyle YİD modelli yaptırılıp devreye alınan ve araç trafik garantisi verilen projeleri anımsayalım:
- Yavuz Sultan Selim Köprüsü ( 3. Köprü) 26 Ağustos’ta açıldı.
KGM’nin trafik garantisi: 135 bin
Geçiş ücreti: 3 USD + KDV (Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan 110 bin araç geçtiğini söyledi. Eksik araç sayısı: Günlük 15 bin)
- Osmangazi Köprüsü 1 Temmuz 2016’da açıldı.
KGM’nin trafik garantisi: 40 bin araç
Geçiş ücreti : 35 USD + KDV
(Ulaştırma Bakanı 20 bin araç geçtiğini söyledi: Eksik araç sayısı: Günlük 20 bin)
- Avrasya Tüneli 21 Aralık’ta açıldı.
KGM’nin trafik garantisi: 68 bin 500
Geçiş ücreti: 4 USD + KDV (otomobil), 6 USD + KDV (minibüs)
(Ulaştırma Bakanı 24 bin araç geçtiğini söyledi. Eksik, 44 bin 500) 

***
Sözleşmelere göre gelir kayıplarının çoğu, KGM’nin gelirlerinden ödenecek. KGM gelirleri de Hazine yardımları, kendisinin işlettiği karayolu ücretleri, şirketlerin ödediği paylardan oluşuyor. Şunu bilelim: Referandum nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bütçede kapatılması güç kara delikler oluşmaya başladı.


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Erdoğan’ın dönüşümü - SELÇUK CANDANSAYAR

Rüzgâr, ‘Hayır’dan yana esiyor.


Rüzgârın ana kaynağı ise ‘sağ’ seçmendeki Erdoğan imgesinin dönüşmeye başlaması. RTE, 15 yıldır ilk kez propaganda üstünlüğünü kaybetmiş durumda. Erdoğan, 2002 seçimi dahil neredeyse tüm seçim ve halkoylamalarında kendi iddiasını seçmenin beklentisiyle eşitleyebilmişti. Siyasal stratejisini birbirini besleyen iki yanılsama üzerinden başarıyla kabul ettiriyordu. İlkin halkın istediğini halka vermeye hazır olan lider imgesi olarak kendisini dolaşıma sokuyordu. Bu imgeyi besleyen ikinci yanılsama ise rakiplerinin halka karşı olduklarıydı.

Erdoğan, ‘milletin adamı’ydı. Rakipleri ise milletin düşmanları! Erdoğan hep çok güçlü, rakipleri ise güçsüz, çapsız, defolu, halka yabancı kişiler olarak gösteriliyordu.

Halkın, milletin sınır, kapsam ve içeriği önemsizleştiriliyor; aslında azınlık olan, kendisini çoğunluk olarak yutturuyordu.

Bu strateji sadece 7 Haziran seçimlerinde tökezledi. Selahattin Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” sloganı, zihinlerde belki de öngörülmemiş bir sonuca yol açtı: Erdoğan’ın bu kez halk için değil kendisi için bir şey istiyor olabileceği fikrine. 7 Haziran seçiminde RTEakp cephesinin ana stratejisinin, “400 vekil verin başkanlığı getirelim” olduğunu hatırlayalım.

Başarısızlıkla sonuçlanan strateji bu kez halkoylaması sürecinin kaçınılmaz ana sorusu haline geldi. Seçmen, halkoylamasında Erdoğan’ın bizatihi kendisi için bir güç istediğini anlamış durumda.

Milletin istediğini millete verecek adam iddiası, milletten kendisi için bir şey isteyene dönüşüverdi.

İçimizden çıkma, senin benim gibi biri imgesi çöktü. Yerine; erişilmez, tartışılmaz, dokunulamaz, bizim gibi olmayan, bizden aldığıyla bizden farklı bir güce sahip olmak isteyen biri yerleşti. Üstelik istediği güce kavuşursa yapamayacağımız şeyleri isteyebileceğini daha şimdiden gösteren biri.

Bu algının önemli bir örneği Avrupa ülkeleriyle çıkardığı kriz. Avrupa’da yıllardır, öyle ya da böyle yaşadıkları ülkelerin sosyal güvencelerinden yararlanan bir AKP seçmen kitlesi var. Yaşadıkları ülkelerde sosyal demokrat partileri destekleyerek hayat koşullarını garantiye alıyor, Türkiye’ de ise sağcı, dinci, muhafazakâr AKP’yi destekliyorlardı. Erdoğan, ilk kez onlardan Avrupa’da yaşadıkları konforlu hayatı riske atmalarını talep etti. Çifte vatandaşlık hakkının sorgulanması riski bile orada yaşayan insanların hayat koşulları için ciddi endişelere neden olabilecek bir hal.
Erdoğan, artık vermeyi vaat eden değil, kendi konforu ve gücü için fedakârlık isteyen birine dönüşmüş durumda.

Bu algının oluşması kaçınılmazdı. Daha doğrusu bu gerçeğin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Şimdilerde yavaş yavaş zihinlerde “elimizi verelim dedik kolumuzu kapacak” hissiyatı yeşeriyor. Hemen her dilde, gördüğü ilgi ve sevgiden, olduklarından farklı davranmaya başlayan  insanlarla ilgili onlarca deyim var.

Üstelik bu hissiyat en çok AKP cenahında yaygın. Bakanından vekiline, üyesinden yöneticisine, ihale cukkalayanından rantiyecisine kadar “dönen tekerleğe çomak sokuyor” diyen, Erdoğan’ın kendi bekası için partiyi de riske attığını düşünenler sanılandan çok.

Erdoğan, ilk kez Türkiye sağını, muhafazakârını, dincisini, dindarını bir şemsiye altında toplayamaz oldu. Türkiye sağını oluşturan gruplar, yapılar, halkoylamasından ‘Evet’ çıkarsa Erdoğan tarafından yutulup, yok edileceklerini anlamış durumda.

Bahçeli’nin biat etmesi, Kılıçdaroğlu’nun lider vasfı taşımaması, Demirtaş’ın kapatılmış olması Erdoğan’ı yalnızlaştırdı. Birden fazla lider adayı olduğunda diğerlerinden daha üstün olduğu propagandasını yapabiliyordu. Şimdi bu yalnız kalmış hali, bu kadar tantanayı sırf kendi çıkarı için çıkardığı düşüncelerini daha çok besliyor.

Ömrü boyunca Atatürk’ün gücünü eleştirmiş birinin Atatürk’ün yerine, gücüne talip olması gibi bir durum oluştu.

Zurnanın zırt dediği yer ise bütün bu duyguları harekete geçiren temel yatak. İnsanlar, son altı-yedi yıldır giderek ağırlaşan ekonomik koşullar altında her geçen gün biraz daha yoksullaşıyor. Suriye’de devam eden iç savaşın neden olduğu ekonomik, kültürel kargaşa hayat koşullarını daha da zorlaştırıyor.

Aç yığınlar, kendilerini kurtarmasını umduklarının kendini kurtarma derdinde olduğunu fark ederlerse, açlıklarının sorumlusunu bulmakta güçlük çekmezler.

SELÇUK CANDANSAYAR   / BİRGÜN

Türkiyem cennet ülkem - NAZIM ALPMAN

Bir kadın bakanın Rotterdam kaldırımlarında çektiği çilelerin ardından Türkiye’ye kahramanca dönüşü herkeslerin göğsünü kabarttı.

Teslim olmamış, direnmişti!

Direnmek iyi bir şeydi!

Türkiye ittifakla bu kanıda birleşti. Televizyon haberleri, canlı yayınlar, yorumlar, forumlar hep bu yönde idi.

Şimdi bir de Roterdam’da zulme uğrayan kadın bakanın ülkesine bakalım hep birlikte…

                                                                          • • •

Nuriye Gülmen Selçuk Üniversitesi’nde öğretim üyesi iken 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası fırsata çevrilen OHAL ile birlikte açığa alındı. 9 Kasım’dan beri,“İşimi İstiyorum” talebi ile Ankara Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı önünde oturma eylemi yapıyor.

Semih Özakça Mardin’in Mazıdağı ilçesinde sınıf öğretmeni olarak çalışırken 29 Ekim’de yayınlanan KHK ile işinden hiçbir soruşturma vs. olmadan atıldı. 23 Kasım’dan beri Yüksel Caddesi’nde, “İşimi-öğrencilerimi geri istiyorum” talebi ile oturma eylemi yapıyor.

Eyleme KHK ile işinden atılan sosyolog Veli Saçılık ve okulu önünde eylem yapan Acun Karadağ’da katıldı.
                                                                         • • •

Oturma eylemi 19 Mart 2017 tarihi itibarıyla 131.gününde. Tam 23 kez gözaltına alındılar. Her seferinde işkence, darp gördüler. İmzalar topladılar, davalar açtılar işlerini geri istedikleri için fakat hiç bir gelişme yaşamadılar. En sonunda 11 Mart’ta Semih Özakça ve Nuriye Gülmen açlık grevine başlayacağını duyurmuşlardı.
CHP Milletvekili Şenal Sarıhan ile birlikte 9 Mart tarihinde mecliste basın toplantısı düzenlediler. Toplantı çıkışında Acun Karadağ, Semih Özakça ve Nuriye Gülmen Terörle Mücadele Şubesi tarafından gözaltına alındı.
Her ikisi de açlık grevine başlayacaklarını açıkladılar.

Beş gün gözaltında tutuldular.

Yüksel Caddesi’ndeki eylem Veli Saçılık Acun Karadağ Esra Özakça ve Nuriye ve Semih’in dostları tarafından devam ettirildi.

Esra Özakça eşi ve arkadaşının serbest bırakılması talebi ile açlık grevinde olduğunu duyurdu.

                                                                             • • •

14 Mart Salı günü savcılığa çıkarılan Nuriye ve Semih arkadaşlarının ve milletvekillerinin de sahiplenmesi ile soruşturma dosyasının içinin boşluğu ile adli kontrol ile serbest bırakıldılar.

Serbest kalır kalmaz Yüksel Caddesi’ne gelip eyleme ve açlık grevine devam ettiler. 17 Mart Perşembe günü Yüksel Caddesi’nde yeni bir gözaltı terörü yaşandı. 9 kişi gözaltına alındı.

Suçları ise mizah tarihine geçecek nitelikteydi:

“Trafiğe kapalı alan olan Yüksel caddesini trafiğe kapamak!”

Nuriye ve Semih diğer 7 kişiden ayrılarak açlık grevlerinin 9. gününde Terörle Mücadele ekipleri tarafından dövülerek gözaltına alındı. Diğer 7 kişiye 2911’den işlem yapılarak salıverildi.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, 17 Mart itibarıyla gözaltına alındıkları andan itibaren açlık grevinin temel maddeleri su ve şeker alımını da reddediyorlar!

                                                                                • • •

Bu genç insanların derhal serbest bırakılmaları gerekiyor.

Su ve şeker almadan sürdürülen açlık grevlerinin insan bedeninde nasıl hasarlar bıraktığı geçmiş acı deneylerden biliniyor.

Sadece işlerini istiyorlar.

Çalışma hakkı yaşama hakkından sonra gelen en kutsal ikinci haktır.

Rottardam’da kaldırımlara düşmüş demokrasi mücadelesini Ankara’da ayağa kaldıran bu gençlerin direnişi Türkiye’nin de yüz akı olacak bir eylemdir.

Rotterdam’dan Yüksel Caddesi’ne bakarak şöyle diyemiyoruz:

-Türkiyem cennet ülkem! 

Nazım Alpman / BİRGÜN

20 Mart 2017 Pazartesi

'Hayır' sosyalizmi hedeflemeli - İLKER BELEK

CHP’nin “hayır” stratejisini “tek adam rejimi”ni engellemeye kilitlediği tam olarak netleşti.
Öte yandan, kendisini sosyalist olarak tanımlayan çevrelerin hemen tamamı da, kısmen farklı anlamlandırmalarla olsa bile, aynı angajman içindeler.
Bunlardan farklıyız.

***
Kapitalist sistem ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları olan ve aşılma olasılığı bulunmayan bir krizin içinde.
Emperyalist düzen de bununla bağlantılı hegemonya krizi yaşıyor.
Yani çifte kriz halindeyiz.
Merkez kapitalist ülkeler de dahil, her yerde otoriteryen rejimlerin ortaya çıkışının, faşist partilerin yükselişinin, Trumpgillerin başa güreşmesinin nedeni bu olgudur.
Bu ortamda uluslar arası ilişkiler sertleştiriyor, devletler kendi içlerine dönerek, birbirlerine karşı konumlanıyorlar. Yeni savaşların, hatta dünya ölçekli bir savaşın zemini oluşuyor.
Bu nedenlerle tek adam rejimiyle, diktatörlükle mücadele edebilmenin gerek koşulu bu gerçekliği kavramaktır.
Zira başkanlık rejimlerine, diktatoryal yönetimlere gereksinim yaratan gerçeklik düzenin çifte krizidir.
Bunu görmemek; halkı kandırmaya, Erdoğan karşıtlığı zemininde gelişen ve düzen karşıtlığına taşınabilecek muhalif enerjinin bitirilmesine hizmet eder.
CHP’nin ve kendisine sosyalist diyen pek çok çevrenin yaptığı budur.
“Tek adam rejimine hayır” içeriğiyle yürütülen referandum kampanyasının sonucu mevcut fiili başkanlık durumunun meşrulaştırılmasıdır. Bu kampanya bugüne razıdır, emekçi sınıfları bu düzene razı etmeye çalışmaktadır.
Bu nedenle, “taktik gereği”, “lafı uzatmadan sonuca yürüyelim”, “gerçekçi davranalım”, “antikapitalizm referandum döneminin işi değil”, vb gerekçelerle yürütülen bu “hayır” çalışması yalnızca düzenin işini görmektedir.

***
AKP’yi 2000’lerin başında patlayan global ekonomik kriz yarattı. O kriz Uzakdoğu’da, Rusya’da, Arjantin’de ve Türkiye’de iktidarları yerle bir etti. DSP-MHP-ANAP koalisyonu o dönemeçte yok oldu.
AKP, soğuk savaş döneminin kapandığı tam o konjonktürde ABD tarafından İslam coğrafyasını içeriden fethedecek bir taşeron olarak iktidara getirildi.
AKP ideolojik ve siyasi referans olarak hep Menderes ve Özal’ı kullandı.
Menderes Türkiye kapitalizminin kendisini borçlu olduğu devletçiliğin ve laikliğin sicilli düşmanıdır. Özal burjuvazinin has adamıdır.
Türkiye gericiliğinin pik noktası AKP’dir. Bir sürekliliğin sonucudur. İşin nihayetini AKP’ye bağlayan bütün kırılma noktalarında sermaye birikim rejiminin tıkanıklıkları bulunur. Her tıkanıklık sömürünün ve dinci gericiliğin derinleştirilmesiyle aşılır.
Menderes devletçi ilkel sermaye birikim rejiminin, Özal ise ithal ikamesinin tıkandığı aşamalarda rol üstlendiler. Menderes döneminde devletçilik ticaret burjuvazisi eliyle bitirildi, Özal ile de ülkemiz uluslararası tekellere teslim edildi.

DP de, ANAP da, AKP de büyük emperyalist projelerin taşıyıcılarıdır. Yerlilikleri yalnızca dincilikleriyle, dincilikleri ise sömürgen karakterleriyle alakalıdır.
Düzen solunun bu saldırı karşısında adım adım geri çekildiğini görürüz. Oy almak için işbirlikçi sağa benzemeyi tercih edip, tabanını bilinçli biçimde uyuşturdu, depolitize etti. Sonuçta ortaya bugünün CHP’si çıktı. Artık laikliği, devletçiliği, bağımsızlıkçılığı ağzına alacak durumda değildir.
Maalesef, bu günü kurtarma anlayışı sosyalist sola da sirayet etti. “Güncellik, önce demokrasi ve insan hakları, her şey Kürt sorununun çözümüne bağlı” ve nihayet “diktatörlükle mücadele” derken, elde bir şey kalmadı, bütün mevziler bir metafizik uğruna teslim edildi, çünkü sosyalizm unutuldu.
AKP’nin, burjuvazinin tam istediğidir.

***
Düzeni hedefe yerleştirmek, yalın gerçeği halka söylemek gerekir. Laiklik, kamuculuk, kalkınma, bağımsızlık güncel ve yakıcı gereksinimlerdir. Eşitliğin, özgürlüğün, barışın ön koşulu bunlardır.
Diktatörlüğün nedeni kapitalizmin çok boyutlu krizi ise kapitalist düzene “hayır” denmeli ve sosyalizm mücadelesi yükseltilmelidir.
İktidarda kim olursa olsun sefalet ücretinin, işsizliğin bu düzende kader olduğu gerçeğini emekçiye anlatamayacak “solcu” da kendisini tekaüte ayırmalıdır.


İlker Belek / SOL

İktidar, muktedir ve korku - TAYFUN ATAY

Gaddar bir iktidar karşısında korkuya teslim olanlar, o iktidarın baskı ve zorlamasına maruz kalanlardan ibaret değildir.
İktidar korkusu, muktediri de teslim alır.
İktidar ve muktedir, birbirinden koparılamaz şekilde aynılaşmış olarak düşünüldüğünden ve muktedir iktidarın sahibi sayıldığından dolayı bu korkuyu ayırt etmek kolay değildir. Bu önce muktediri iktidardan “sıyırarak” değerlendirmeyi gerektirir.
Muktedir, sahibi değil temsilcisi, “taşıyıcısı” olduğu iktidarın esiri ve kurbanıdır aslında. O yüzden de bu taşıyıcılığı kaybetme korkusu onu sürekli iktidar gösterisinde bulunmaya zorlar. Sonuç, iktidarı kendinde ebedileştirme yolunda umutsuz ve imkânsız bir çırpınıştır. 

***
Muktedirin de iktidara tâbi oluşunu ayırt etme yolunda ben en çarpıcı örnek olarak hep Mario Puzo’nun romanından uyarlama Francis Ford Coppola şaheseri “Baba” üçlemesinin ikincisinden bir kesiti öne çıkartırım.
Kısaca hatırlatmak gerekirse filmde Michael Corleone (Al Pacino), yani “Baba”, düşman mafya grubuna çalışarak kendisine ihanet etmiş kardeşi Fredo’yu (John Casale) bir süre cezalandırdıktan sonra affeder. Yaptığından bin pişman Fredo da artık tamamen kontrol altında ve zararsız bir konumdadır.
Ancak yine de bir sorun vardır. “Baba”ya ölümüne sadık, öl dese ölecek, her fırsatta elini öpen “bağlılar”ının gözlerindeki tatminsizlik-hoşnutsuzluk sık sık yansır beyaz perdeye. Onların hâlâ bir beklentileri vardır. Ve o beklenti dolayımıyla “iktidar”, “Baba”nın her daim takipçisi ve ona tâbi insanların gözlerinde tecelli bulmaktadır.
İktidar “oyunu”nun kuralını söz konusu kardeşi de olsa yerine getirmesini bekleyen bu ısrarlı bakışlara sonunda teslim olur “Baba”... Kendi emriyle kardeşini öldüren kurşunun sesini duyduğunda acıyla önüne düşen başı, iktidarın aslında en çok muktediri ezdiğini bize resmeder. 

***
Yazı serüvenimde çoktan yerini almış bu değerlendirmeyi tekrar öne çıkartmama hafta sonu Ankara’da katıldığım önemli bir etkinlik vesile oldu. “Toplumsal Araştırma ve Özgün Düşün Merkezi”nin son derece yerinde bir zamanlama ile düzenlediği “Politik Korku ve Korku Politiği” başlıklı sempozyumun birinci oturumunda konuşmacıydım. Tanıl Bora moderatörlüğünde Hüda Kaya, Sibel Özbudun, Onur Naci Kumbaracı ve Burhaneddin Kaya ile birlikte...
Hep beraber, önce 7 Haziran’dan 1 Kasım’a, sonra 15 Temmuz ve OHAL’den bugün referanduma açılan yolda toplumun üzerinde estirilen “iktidar korkusu/korku iktidarı”nın psikolojisinden antropolojisine ve dahi “teolojisine” kadar çözümlemesini yapmaya, böylece korkuyu çözmeye, çözeltmeye çalıştık!.. Özellikle Hüda Kaya’nın, bir Müslümandan en büyük beklenti olan “takva”nın her daim ısrarla “korku” olarak takdim edilmesine karşı çıkışı ve takvada vurgunun korkuda değil, bireyin kötülük yapmaktan kendini “sakınma”sı yolunda insani “sorumluluk bilinci”nde olduğunu işaret etmesi çok dikkate değerdi.
Bu çerçevede ben de yaptığım konuşmada “korkunun iktidarı”nın toplumu teslim almaktan öte aynı zamanda muktedirin de o korkuya teslimiyeti demek olduğuna vurgu yaptım. “Korku”nun esas yoğunluk merkezinin orası olduğunu söyledim.
Oturumdan sonra sempozyuma dinleyici olarak katılan Fransız medyasından iki gazeteci bu noktayı biraz daha açmamı istediğinde de yukarıda özetlediğim görüşleri paylaştım.
Evet, iktidar, “muktedir”den bağımsız, onun da üzerinde yükselen, onu da kuşatan bir şebeke, aslında ona tâbi olanlara içkin bir “enerji”dir. Ve hayat, bir muktedir için hâkimiyeti altında olanları etkilemek, tâbi olanların beklentilerine karşılık vermek yolunda durmaksızın bir çırpınıştan ibarettir.
Dolayısıyla, Orwell’den esinle söyleyecek olursak, bir “tiran”a dönüştüğünüzde tahrip ettiğiniz, esas kendi özgürlüğünüzdür. 
 
O yüzden biz ne kadar korkarsak korkalım, iktidardan en derin, en içten, en bitirici korkunun muktedirin kendisinde olduğunu, aslında en büyük ve aşılması en zor sorunun da bu olduğunu unutmamak lâzım. 
 
Eğer durum buysa kim bilir, korkuya cesaretle “hayır” dememiz, belki muktedirin kendisi için bile hayırlı olacaktır!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Evet = Felaket - ERGİN YILDIZOĞLU

AKP rejiminin “Nazi”, “faşist”, “haydut devlet” hezeyanları beni kaygılandırmıyor. Nasıl olsa, AKP yönetimi yine 180 derece dönecek. Beni kaygılandıran, bu seri “U” dönüşleri üreten “arzusunu, realite sanma” hastalığı

Yaptıkları yapacaklarının...
Bu hastalığın kaynağında, fantastik bir İslamcı dünya görüşünün AKP liderliğinin anlağında oluşturduğu “resim” var. Dinci dünya görüşünün “kırık aynasında” şekillenen bu resim “U dönüşleri arttıkça” realiteden biraz daha uzaklaşıyor; uzaklaştıkça da arzuları cevapsız kalıyor, davranışlara, düş kırıklığı, paranoya yön veriyor. Referanduma giderken, ülkeyi bekleyen riskleri daha sağlıklı düşünebilmek için bu hastalığının bugüne kadar yol açtığı “U dönüşleri” anımsamakta yarar var.
Önce “stratejik derinlik” vardı; yerini “onurlu yalnızlığa” bıraktı. Bahreyn’de “dikkat yeni Kerbela olabilir” çıkışı da, “kendi işine bak” fırçasıyla suskunluğa... Libya’da önce, “NATO’nun burada ne işi var?”, “petrol hesabı yapmayın” diyerek efelendiler sonra, NATO operasyonuna katılmaya hazır olduklarını açıkladılar; “Mavi Marmara” krizi de geldi “Giderken bana mı sordunuz?” noktasında söndü.
Komşularla sıfır sorun”, “Kardeşim Esad” derken, aniden Sünni eksenli dış politika, Suriye iç savaşında radikal İslama koridor olmalar, malum TIR’lar, “Altı ay sonra yıkılır” sanrıları... Şimdilerde, “Esad kalabilir” noktasındayız. Rus uçağı düşürüldü, “Emri ben verdim, yine veririm” dayılanması da özür dileriz “aslında FETÖ imiş”e dönüştü. Şimdi, Suriye cephesindeki maceralarının yol açacağı yeni “U” dönüşleri bekliyoruz.
İç politikada da durum farklı değil: Demokratikleştirme, Avrupa Birliği’ne üyelik, Kürt açılımı vaatleri, yerlerini Başkanlık projesini zora sokan her şeyi ve herkesi ezme, susturma politikasına bıraktı. Ekonomide, AKP dönemi, neo-liberalizm, serbest piyasa ile başladı, şirketlere el koymaya, kaynağı belirsiz döviz girişlerine, rant temelli bir ahbap çavuş kapitalizmine geldi... 

Fanteziler her yerde...
Peki, AKP liderliği bu “U dönüşlerinden” bir ders çıkardı mı? Ne gezer. Aklıma, Einstein’in delilik tanımı ve Talleyrand’ın, Fransız tarihinin yüz karası Bourbon hanedanı için söyledikleri geliyor: “Ne bir şey öğrendiler ne de bir şey unuttular.Son günlerde gazetelerde boy gösteren hezeyanlara bakmak yeter.
Faşist AB, bize Yahudi muamelesi yapıyor”dan, Haçlı- Hilalli posterinden sonra, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu: “Artık Türkiye’yle nasıl konuşacağınızı öğreneceksiniz... Türkiye hükmeder... çünkü 2 milyar ümmetin de temsilcisidir.... bize nasıl davranacağınızı öğreneceksiniz, siz öğrenmezseniz biz size öğreteceğiz ”... “Yakında Avrupa’da kutsal din savaşı başlayabilir”. İçişleri Bakanı Soylu: “Her ay 15 bin mültecinin önünü açalım da aklınız bir şaşırsın.” Ve akıl hocaları: AK Parti İstanbul Milletvekili ve anayasa profesörü Burhan Kuzu: “3. havalimanı Almanya’yı korkuttu”… “Hollanda’yı da kaygılandırıyor.Yeni Şafak’ta Hayrettin Kahraman da “Batı’nın engellemesine kulak asmadan bu silahları (nükleer) satın almaya değil, icat etmeye bakmamız gerekiyor” (Kuzey Kore olalım) diyor. 
 
Ülkede ekonomik, demografik (dört gençten biri işsiz; bu toplumsal basınç boşalacak kanal arıyor) göstergelerin, uluslararası ve bölgesel dinamiklerin “kaos” işaretleri verdiği bir dönemdeyiz. Karşımızdaysa, realiteyle tüm bağlarını koparmış, patolojik bir sanrısal bozukluk içinde, “2 milyar ümmetin temsilcisi” olduğuna inanan bir liderlik var. Referandum da “EVET” derseniz, daha şimdiden tüm muhalefeti, farklı sesleri susturmaya kararlı olduğunu kanıtlamış bu İslamcı liderlik tüm gücü elinde toplayacak. “EVET” demek, felakete davetiye çıkarmak olacak.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Aliyev’den Türkiye’ye başkanlık uyarıları: Biz yandık, siz yanmayın - PINAR ÖĞÜNÇ

Yetkilerin genişliği, denetim mekanizmalarının zayıflığı açısından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından istenen başkanlık modelinin, her şeyden önce “ruhunun” dünyada en yakın Azerbaycan’da olduğu tespitleri yapılıyor. Buna AKP tarafından gelen bir itiraz da yok. Türkiye’nin neden başkanlık sistemine ihtiyaç duyduğuna dair “evet” cenahı birtakım argümanlar sıralıyor. Fakat belki de asıl önemlisi, özellikle de demokrasileri hasarlı ülkelerde neden başkanlık sistemine ihtiyaç olmadığını, bunun bedellerini konuşmak. Bunu da en iyi “sütten ağzı yanmış biri” anlatabilir. İnsan hakları alanında uluslararası camiada ismini duyurmuş Azerbaycanlı avukat İntigam Aliyev, başkanlık sistemiyle yaşamanın neye benzediğini, tek tek yurttaşlara düşen söz hakkını, zaman içinde muhalefetin ufalanışını ve nasıl “yandıklarını” anlatıyor.


- Türkiye’deki başkanlık sistemi tartışmalarını uzaktan izlemek size ne düşündürüyor, ne hissetiriyor?
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in, eşi Mehriban Aliyeva’yı birinci yardımcısı olarak ataması dikkati buraya çekti ama Erdoğan’ın istediği başkanlık modeli post-Sovyet ülkelerinin çoğunda mevcut; Rusya, Beyaz Rusya, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan... Bana göre Türkiye’de baş verenler çok üzücü. Biz bunları yaşadık, bedelini uzun dönemdir çekiyoruz. Haydar Aliyev’in iktidara gelişinden sonra cumhurbaşkanının yetkilerinin genişlenmesi adına, hâkimiyet dağılımı, denetim mekanizmaları önemli şekilde zayıfladı. Anayasamızın 109. maddesinin 32. bendi cumhurbaşkanına fiili olarak hudutsuz hâkimiyet temin ediyor. Bugün Türkiye toplumunda, medyasında, sosyal-siyasi çevrelerinde yapılan tartışmalar vaktiyle Azerbaycan’da yapılanlara çok benziyor.

- Hangi aşamalarla bu “hudutsuzluğa” gelindi?
2002’deki referendum hâkimiyetin Haydar Aliyev’den oğluna geçmesi için düşünülmüştü. 2009 referendumu İlham Aliyev’in süresiz hâkimiyette kalmasına yol açtı. Bu iki referenduma dair çok az bilgisi olan Türkiye toplumu Azerbaycan’daki 2016 referendumunun hangi maksatla geçirildiğini iyi biliyor. 2002’de Azerbaycan kamuoyunda, medyasında tartışmalar yeterince güçlüydü. 2009 referendumunda tepki zayıfladı; 2016 tam suskunluk ortamında geçti. Çünkü o zamana kadar bizim FOX TV’lerimiz, Cumhuriyet gazetelerimiz artık kapatılmıştı. 2002 referendumuyla nisbî seçim sistemini iptal eden iktidar, sonraki yıllarda muhalif partilerin maddi kaynaklarını kesmekle, ofislerini ellerinden almakla, üyelerini hapse atmakla fiilen tekpartili siyasi sistemi kurmuş oldu. Yasalara göre bütçeyi parlamento onaylıyor, ama çoğu durumda olduğu gibi rolü sadece formal. Başbakan var, ama görevleri sembolik. Bakanlar, belediyeler, Anayasa Mahkemesi dahil tüm mahkemeler de aynı durumda. Aynı esnada Rusya’nın Çeçenistan’la yaptığı gibi Azerbaycan’da Karabağ savaşı ve terörle mücadele gerekçesiyle polisin yetkileri genişletildi, muhalif partilere, medyaya baskı, hak kısıtlamaları arttı.

- Bu modelde başkanlığın tek tek yurttaşların hayatlarına yansıması nasıl oluyor? Başkanla aynı tarafta olmayan muhalif fikirlere ne kadar yaşama şansı var?
Bir kişinin elinde çok fazla yetkinin toplanmasının acısını biz uzun yıllardır çekiyoruz. Petrolden gelen milyarlar içeren devlet bütçesinin nereye, nasıl harcanacağını aslında bir kişi belirliyor. İktidar anlamsız müzik ve spor yarışlarına yüz milyonlarca para harcıyor. 2012’deki Eurovision şarkı yarışması mesela. 2015’te Bakü’de düzenlenen Avrupa Oyunları’nda yalnız pop yıldızı Lady Gaga’nın bir şarkı ifa etmesinin ülkeye 2-3 milyon dolara mal olduğu söyleniyor. Buna karşılık ülkede ortalama maaş 80-150 Avro. Öğretmen 100-200 avro alır, üniversite profesörü 300-500 Avro. Ve bütün bunlara karşı çıkmanın bedeli ağır. Bugün ülke hapishaneleri böyle insanlarla dolu. İlham Aliyev’le, herhangi bir muhalif parti liderinin imkânları mukayese edilemez. Devletin bütün unsurları, polisi, mahkemesi, savcılığı, televizyonları bir şahsın emrinde. Diğerleri televizyonlara çıkamıyor, toplantı yapamıyor, paraları yok ve yıllarca sürebilecek hapis cezalarıyla karşı karşıyalar. Medya, sivil toplum örgütleri de aynı durumda. Ülkede 150’den fazla siyasi tutuklu var.

- Bu süreç muhalefeti nasıl etkiledi? Muhalif kaldı mı ya da?
Sistematik baskıdan yılmadan muhalif fikirde olanlar, tehlikelere rağmen konuşmaktan çekinmeyenler hâlâ var ama az. Muhalif görüştekilerin sayısı gittikçe azaldı. Bir kısmı hapiste, bir kısmı ülkesini terk etmiş, bir kısmı yazmıyor, bir kısmı da iktidar cephesine geçmiş. Ama son dönemde iktisadi krizle ilgili eleştiriler artıyor. Buna karşılık hükumet yasaları sertleştiriyor.

- Fatih Portakal’ın Mehriban Aliyeva’nın cumhurbaşkanı birinci yardımcısı olarak atanmasıyla ilgili haberi ironiyle vermesinin ardından Fox TV yayınlarının Azerbaycan’da durdurulması sizi hiç şaşırtmadı o zaman?
Azerbaycan böyle şeylere alıştı artık. Burada uzun yıllardır televizyonlar, gazeteler, üniversiteler, sivil toplum kurumları bir gün içinde durdurulabilir. İnsanlar nedeni konusunda aydınlatılmaz ya da çok absürt bir sebep söylenir. Azerbaycan gibi ülkelerde başkanın kararına ironiyle yaklaşmak, aile fertleriyle ilgili yorumlar yapmak neredeyse devlete karşı gelmek, halkın liyakatına tecavüz gibi kabul edilir. Başkanın resmen işe karışmasına gerek yoktur. Bu sistemde başkan devlet, devlet başkan demektir. Diyeceksiniz ki Mehriban Aliyeva Azerbaycan’da zaten ikinci şahıs idi, bu göreve ne gerek vardı? İlham Aliyev en azından cumhuriyetçilik adına ayıp sayarak bunu yapmamalıydı. Son referendumda 18 yaşını dolduranlara milletvekili olma hakkı verilmesinin, Aliyev’in öğrenci olan oğlu için yapıldığı, 2020’deki parlamento seçimlerinde milletvekili olacağı az kişide şüphe doğurur.

- Burayı iyi takip eden birisiniz. Azerbaycan’ın tecrübesi Türkiye’ye dair hakiki bir emsal teşkil ediyor mu? Bu mudur Türkiye’yi bekleyen?
İlham Aliyev, referendum arefesinde eşini yardımcısı yapmakla Türkiye’deki kardeşine büyük kötülük yapmış oldu. Başkanlık sistemi böyle bir şey diye başkanlık sistemine karşı olanlara iyi bir kart verdi. Fakat fark şu: Türkiye’de seçimler tamamen sahteleşmemiştir, parlamento tamamen Erdoğan’ın hâkimiyeti altında değil. Muhalif partiler, sivil toplum kurumları zayıfladıysa da tamamen ortadan kalkmamış. Toplantılar tamamen yasak değil, muhalif bir fikrin televizyona çıkma şansı yine de var. Ama süreç böyle gider de referendum Erdoğan’ın galibiyetiyle sonuçlanırsa kısa bir süre sonra bunlar da kalmayabilir. Bu kadarını yapamazlar demeyin, yaparlar. Başkanlıkları kendi arşınınızla ölçmeyin. 10-15 yıl önce Türkiye’de demokrasinin bu hale geleceğine kim inanırdı? Bu, aklını şaşırmış derlerdi.

- Siz nasıl konuşabiliyorsunuz? Bu baskıyla, korkuyla yaşamak nasıl bir şey?
Toplum olarak Azerbaycanlılar korkuyu 1990’da bağımsızlık uğruna Sovyet tanklarıyla yüz yüze durduğu zaman aştı. Bağımsızlığın ilk yılları büyük coşku ve umutlar dönemiydi. Kısa bir süre sonra korkuyu geri getirdiler. Ama demokrasi ve özgür toplum, korkuyu aşabilen insanların sayesinde mümkün olabiliyor. Böyle örnekler tüm toplumlarda olur.

‘Güçlü devlet’ masalları

- O zaman Türkiye’de referandumda oy vereceklere ne dersiniz?
Bizde bir atasözü vardır: Kel çare kılabilirse kendi başına kılar. Görünen o ki, demokrasi geleneklerinin zayıf olduğu toplumlarda başkanlık hâkimiyetin gaspına geniş imkân veriyor. Ama problem sadece başkanlık sisteminde değil. Erdoğan, can attığı başkanlık sistemi olmadan da bugün fiili olarak fazla güce sahip. Yeni sistem ona hudutsuz hâkimiyet verecek. Bu anlamda Türkiye toplumu “güçlü devlet”, “güvenlik gerekleri”, “etkili yöneticilik” gibi masallara inanıp Erdoğan’a, AKP’ye “hayır” demek için toparlanamazsa bunun bedelini, acısını uzun süre çekecek. Bizim ne vakittir çektiğimiz gibi. Kardeş ülkeler, kardeş halklar deriz ama bizim ne medyamız, ne partilerimiz, ne sivil toplumlarımız birbirlerini tanıyor. Aslında kardeş olanlar iktidarlar, başkanlar. Bu kardeşlikten yararlananlar da onlar.

İntigam Aliyev Kimdir ?
İntigam Aliyev, Azerbaycan’daki hak ihlalleriyle ilgili AİHM’ye 200’den fazla dava açmış, 50’den fazlasını kazanmış, ülkesinde tanınan bir muhalif, insan hakları alanında dünyada bilinen bir avukat. Birçok uluslararası ödüle layık görüldü. Farklı üniversitelerde alanıyla ilgili ders veriyor; Hukuk Öğretim Toplumu’nun da başkanı. 2014’te kendisi de yedi buçuk yıl ceza aldı, yaklaşık iki yıl cezaevinde tutulduktan sonra şartlı salıverildi. Şu anda Azerbaycan’dan çıkış yasağı var. Cezaevinde olduğu süre içerisinde Uluslararası Af Örgütü onun adına kampanya yaptı.

PINAR ÖĞÜNÇ / CUMHURİYET

İstihdamda sömürü ve sonrası - Feyzi Açıkalın

Son açıklanan işsizlik ve istihdam raporlarında, 2016 yılındaki işsizliğe 668 bin kişilik bir katılımın olduğu görülüyor. Bu sayının dörtte biri genç işsizliği imiş. Yüksek öğrenim görmüş genç işsiz oranının ise yüzde kırkları bulduğu sanılıyor…


Alanya benzeri turizm bölgelerinde, Türkiye ortalamasını gösterir bu sayı ve oranlardan daha farklı, turizm sezonuna bağlı alçalıp yükselen bir istihdam var. Ya da öyleydi…
Referandumda ‘evet’ oylarını artırabilme adına Batı Avrupa ile yükseltilen gerginliğin faturası turizm sektöründe acı ödenecek. Referanduma endeksli bu çatışmayı yükselten siyasi iktidarın, kendisine zaten ideolojik olarak hedef koyduğu, “Batı Merkezli Bir Tarih Anlayışını Reddetme” sürecinde turizmi bir araç olarak kullandığı da açığa çıkıyor.

Cari açığı kapamada önemli yer tutan turizm gelirlerini ise, körfez sermayesinden gelenlerle dengelemeyi planlıyor. Hani şu kaynağı belirsiz, referandum öncesinde artan; karşılığında neyin istendiğinin belli olmadığı para girişiyle…
Turizm ve ona bağlı iş kollarında yaşanacak istihdam sorunu şimdilik konu bile edilmiyor. Turizmcinin bilfiil kendisi Batı Avrupa ile köprülerin atılması sürecinden hiç şikayeti yokmuş gibi görünüyor. Ama işletmesini ya da öz kaynağını güvene alabilme adına gereken önlemleri, istihdamı azaltarak alıyor…

Otellerin kalifiye yani göreceli yüksek maaş alan personeline yol veriliyor. Buradaki tehlike, işini kaybeden ve sektörün geleceğine dair bir ışık göremeyen yetişmiş iş gücünün bambaşka bir alana kayması. Turizm bu anlamda da kan kaybediyor.

Kurumsal yapı kazanmış başka alandaki işletmeler çalışanını azaltıp, maaşlarını asgari ücret düzeyine indiriyor. Dahası, düzenli ödeme yapmıyor. Sorulduğunda da, kendilerinin kazanamadığı bir ortamda ödeme yapamayacaklarını söylüyorlar…

Bazı sektörler çalışanlarına aylardır ücret ödemiyor. Ya da tam bir kölelik düzeniyle, aynı parayla çalışanına; çocuk bakımı, yemek yapımı gibi ek işler yüklüyor… Sanayi sitesindeki usta, asgari ücretin yüzde otuzunu vermekle yükümlü olduğu çıraklık eğitim merkezinden gelen çocuklara ödeme yapamayacağını, çünkü kazanmadığını söylüyor…

Tıbbi Dokümantasyon ve Sekreterlik mezunu gençler hastanelerde istihdam edilmeyi beklerken, yerlerine iktidar partisiyle yakın ilişkisi olan, örneğin demirci ustalarının yerleştirilebildiğini söylüyorlar.

Dahası, devletin ulufe dağıtması yüzünden sorunlar yaşanıyor. Örneğin, Antalya serbest bölgesinde çalışacak eleman bulunamıyor. Çünkü bölgenin çevresindeki iş gücü, devletten aldığı az da olsa bedavadan paranın sigortalı olarak çalışmaya başladığında kesileceği korkusunu yaşıyor!
Ülkenin diğer yörelerinden farklı olarak, kamudan düzenli maaş alan sayısının kısıtlı ama turizm gibi mevsimsel istihdamın sağlandığı Alanya benzeri yerlerdeki iş gücü istismarı, şu soruyu beraberinde getiriyor: İşveren kendini ve işletmesini koruma adına mı önlemler alıyor yoksa krizi fırsat bilerek imkanlarını bencilce artırma yoluna mı gidiyor?
 
Bu soru, sokak provokasyonları eşliğinde dile getirilmeye başladığında, sosyal sınıflar arasında çatışmayı körükleyip bundan nemalanmaya çalışanların ekmeğine yağ sürülecek. Sonrası ise fena…

Feyzi Açıkalın / CUMHURİYET

19 Mart 2017 Pazar

Wilders’in ‘yanlış’ popülizmi - MUSTAFA K. ERDEMOL

Hollanda Başbakanı Mark Rutte’nin ülkesindeki seçim sonuçlarına ilişkin yaptığı açıklamayı çok ilginç buldum. Başbakan, ırkçı lider Geert Widers’in umduğunu bulamadığı seçimlere ilişkin olarak sarf ettiği “Hollanda, popülizmin yanlış türüne dur dedi” sözleriyle, seçimin galibinin aslında halk olduğunu hiç de “halk dalkavukluğu” yapmadan ne güzel vurgulamış. Berbat mı berbat biri olan rakibi Wilders’i saf dışı edenin kendisi olduğunu ima bile etmeden üstelik. Kendisine çıkardığı bir zafer payı yok yani.


Her ne kadar o “yanlış popülizm” demiş de olsa Wilders’in tutumu bu kavramla açıklanacak kadar basit değil. Adam düpedüz ırkçı, yabancı düşmanı bir politikacı. “Yanlış”, düzeltilme olasılığı da olan bir hal, oysa bu zatın tüm ırkçı faşistler gibi “düzelme” ihtimali yok.
Yine de Rutte’nin deyimini kabul ederek soralım, neydi bu adamın “yanlış popülizmi?” Seçmeninin geri yanlarını okşayarak politika yapmak, ülkesinin içinde bulunduğu herhangi bir krizden göçmenleri sorumlu tutmak, tüm memnuniyetsizleri milliyetçilik etrafında örgütlemek. Bu, ucuz politikacıların bulunduğu her ülkede olur, kimi farklılıklar gösterse de. Çünkü popülizm her yerde, her coğrafyada kolayca yol alan bir stratejidir. Milliyetçilik de malum, genel kabul görmüş, kolayca, sorgulanmadan benimsenmiş bir “vatandaş ideolojisi”, dolayısıyla savunulduğunda, savunanı bekleyen herhangi bir tehlike yok. Popülizm ile milliyetçilik kardeştirler. Ucuz politikacıların en sevdiği akrabalık budur. Bu iki kardeş, genel doğruları, özel doğruymuş gibi gösterme, yani bir anlamda demagoji yapma şansı da verir ucuz politikacıya.
Wilders başarılı bir politikacı mıydı peki, hani bir ara partisi yükselişe geçmişti ya. O nedenle sordum. Kendi soruma yanıtım da, “evet, başarılıdır” olacak haliyle. Milliyetçilik’i, yani “vatandaş ideolojisi”ni yanına alan her politikacı “başarılıdır”. Rutte, işte bu “başarılı” politikacının son seçim yenilgisini savunduklarının kötülüğüne değil, popülizmi yanlış yöntemlerle sürdürmesine bağlamış. Çünkü kendisi popülizmi doğru yöntemlerle yapıyor. Yabancıları o da sevmiyor, ama emek üretim sürecinde bir yerleri olduğunu biliyor. İslam’ın kendi topraklarında bulunmasından o da memnun değil ama ülkesinin İslami sermayeyle kurduğu ilişkiler onu “Müslüman dostu” yapabiliyor.
Rutte ya da Wilders bir yana, daha da önemli olan Hollandalıların Rutte’nin “yanlış” dediği popülizme dur demiş olmaları. Demek ki kamuoyunun bu tür tutumları da olabiliyor. Popülizmin karın doyurmadığını ya da kabak tadı verdiğini fark ettiklerinde tutum alabiliyor. Uçuşa geçip tüm “Avrupa sağının baharını” Hollanda’da başlatacağını söyleyen Wilders’in “baharı”na ilişkin, Avrupa’nın Hollandalı’nın da bir deneyimi var oysa. Yaşlı seçmenlerin merkezdeki sağ ya da sol partilere oy vermelerinden de anlaşılabilir bu pekâlâ. Kıta, bir faşizm döneminden geçti malum. Acılarını hala hissediyor. Yabancılara düşman değilse de mesafeli olan Hollandalılar, Wilders gibilerin işi “yabancı düşmanlığında” bırakmayacaklarını, “milliyetçiliklerinin”, Avrupa’nın başka “milliyetçilikleri”yle çatışmalar doğuracağını biliyorlar. Çünkü tüm Avrupa sağında ortak bir görüş yok, yabancı/islam düşmanlığı dışında.

Recep Tayyip Erdoğan’ın “Nazi olmakla” suçladığı Rutte’sinden, Wilders’ine kadar tüm sağ ya da “sol” politikacıları durduran bir kamuoyu var oralarda. Bu kamuoyu, biraz ilerleme gösterdiğinde Fransız ırkçısı Marine Le Pen’i sandığa gidip merkez partilere oy yağdırarak durdurabiliyor. İngiltere’de üç , dört belediyede sandalye kazanan ırkçı Britanya Milliyetçi Partisi’ni saf dışı etmek için sandıklara gitmeyi ihmal etmeyip merkez partilere oy veren İngilizler gibi.
Popülizmle ileri sürülen yabancı düşmanlığına, dini nefrete ister Hıristiyan değerleri adına, ister Avrupa medeniyeti adına karşı çıkılıyor. Hollanda’da olan budur. Rutte, gerçekten hoş bir değerlendirme de bulunmuş, “Halk yanlış popülizme dur” demekle.
Biz de 16 Nisan Referandumu’na vıcık vıcık bir popülizmle gidiyoruz. Milliyetçilik, din, batı düşmanlığı, şehitlerin anımsatılması gibi “vatandaş ideolojisini” harekete geçirecek ne varsa kullanıyor hükümet.

Olur da “Hayır” çıkarsa “tek adamlığa” dur denileceği gibi, ilk defa bu “millet” “yanlış popülizme” dur demiş olacak.

Hollanda ile kardeş oluyor muyuz bir de..

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

İmdat! Tohumla vurdular bizi - Işıl Özgentürk

Marketteyim, mercimek alacağım, elimi bir pakete uzatıyorum, o da ne elimdeki paketin üstünde her türlü bilgi İngilizce yazıyor, elimdeki Kanada’dan gelmiş bir mercimek paketi. Şaşkınım, market görevlisi şaşırdığımı görünce kibarca yanıma yaklaşıyor, “Kanada istemiyorsanız, Hindistan markalı mercimekler şu tarafta” diyerek bana yol gösteriyor. Ben dehşet içindeyim ve imdat diye bağırasım var, çünkü çok değil yirmi yıl önce mercimeği dünyaya tanıtan bir ülkeydik, şimdi ithal mercimeği soframıza buyur ediyoruz.

 
İmdat ki imdat! İpeğin kenti Bursa’dayım, Koza Han’da. Renk cümbüşünden başım dönmüş öyle ipek kumaşlar var ki, hani zengin olsam bütün odalarımı bu ipeklerle kaplardım. Kendimden geçmiş, “İpeğin anayurdunda olmak muhteşem bir şey, yaşasın!” diye yüksek sesle konuşuyorum, işinin uzmanı kadın satıcı kederle başını sallıyor; “Bu gördüklerinizin hepsi Hindistan ve Çin malı. Artık ipeğin anayurdunda kozacılık öldü.”
“Nasıl?”
“Şöyle, rezidans ve AVM yapılmak için bütün dut ağaçlarını kestiler, ipekböcekleri öldü. Ne zaman ki ipek bitti o zaman aklımız başımıza geldi ama dut ağacı kolay yetişmiyor.” Neredeyse ağlayacağım, en iyisini yapıp dünyanın bütün renklerini bir araya toplayan, dünyanın bütün desenlerini birleştiren muhteşem bir ipek örtü alıp Koza Han’dan çıkıyorum. Örtüyü evimin duvarlarında görenler çok beğeniyor, ben de “Çin’e gittiğimde aldım” diyerek avunuyorum. 
 
Bu arada Bursa’da daha da vahim bir şey öğreniyorum. Meğerse kestane de bitmiş ve kestane nereden geliyor, o da Çin’den. Yani kestane şekeri Çin’den gelen kestanelerle yapılıyor. Çünkü kestane ağaçları da kesilmiş ve kalanlara da bakımsızlıktan bir böcek girmiş, bir yılda koskoca bir kestane ağacını bitiriyormuş. Peki, Çin ne yapıyor da ipeği böyle muhteşem, kestanesi dünyayı doyuruyor. Anlaşılan o ki, Çin’de kimseler kendi başına iş görmüyor. Kurallar var. Ekonomik planlar var. Ayrıca Çin’de köprüler bizim buradakilere bin basar! Aktif pasaport kullanımı 1 milyon olan bir ülkeyiz. Öyle belgesel filan izlediğimiz de yok. Nereden bileceğiz Çin’deki köprüleri, yolları. Biz anca portakal sıkarak bir iş yaptığımızı sanıyoruz.
Şimdi gelelim başka bir imdat noktasına! Bir kuruyemişçiye girdiğinizde, birkaç çeşit ceviz olduğunu görüyoruz. Birinin kilosu 20 lira, birinin kilosu 120 lira. Sormadan edemedim, “Neden bu fiyat farkı?”
Kuruyemişçi anlattı: “Biz de ceviz ağaçları sorumsuzca kesildiği için artık Türk cevizi altın fiyatında. Şu ucuz ceviz de Şili’den geliyor.”
“Ne Şili’den ceviz mi geliyor?”
“Evet öyle.”
“Onun için mi çok tatsız!”
“Maalesef!”
Cevizi çok seven ben, en sonunda o kadar özlemişim ki, parayı denkleştirip üç yüz gram Türk cevizi alıyorum. Artık tane tane yiyeceğim.
Devam edelim, yıllar önce bir yurtdışı seyahatimde, Fransa’dan yeni dönen bir işverenle tanışmıştım. Pek bir keyfi yerindeydi çünkü dört gündür Paris’teymiş, et satın aldığı firma onu acayip gezdirmiş. O zaman ben çok şaşırmıştım, ülkemi et açısından zengin sanıyordum. Ama ağzımın payını aldım. İşadamı sucuk ve salam yapıyordu ve etini Fransa’dan alıyordu. “Neden” diye sordum. “Hem daha sağlıklı hem de bizim etten dört misli daha ucuz.” Bu yıllar önceydi şimdi ülkede büyük ve küçük baş havyan da kalmadı. Hepsi ithal! 

 
Binlerce endemik bitki türüne sahip olan ülkemizden en çok çalınan nedir diye size soruyorum? Ben söyleyeyim; “Tohum”. Küresel ekonomi ayağıyla bizden öyle çok tohum, İsrail ve diğer başka ülkelere taşındı ki, tek tek saymaya sayfalar yetmez. Bizi tohumla vurdular! Şimdi moda ya ben de öyle sesleneyim: “Ey halkım tohumuna sahip çık!” Yoksa, aslında birer sosyal konut biçiminde yapılan ama rezidans olarak pazarlanan küçücük odalı, balkonsuz evlerinizde aç kalacaksınız! Silaha gerek yok, bir ülke böyle de yok edilir. Bu arada rahmetli Bülent Ecevit ülkedeki haşhaş ekimini yasaklayan uluslararası bir antlaşmayı imzalamadı başına az iş gelmedi. Bizim sağ iktidarlar önlerine gelen her anlaşmayı, iktidarda kalabilmek için imzalıyorlar. Ama Çin imzalamıyor işte! Bu arada Seferihisar Belediye’siyle ilişkiye geçin, onlar tohum biriktiriyorlar.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

‘Benimle evlenir misin’ KHK’si - ALİ SİRMEN

Televizyon ekranları, toplumdaki aksaklıkların, bozuklukların, yolsuzlukların, yozlukların anası mıdır, yoksa aynası mı?



Toplumsal olaylarda, her zaman birden fazla neden olduğundan, yukarıdaki sorunun cevabı “her ikisi de” olmalıdır.
Bu gerçeğin ışığında, sapkınlıkların aile kurumundaki yozlaşmanın zirve yaptığı evlilik programlarına, yalnızca her aksaklığa yasaklayıcı zihniyetle yaklaşmakla yetinmeyip, aynı zamanda, bu rezaletin toplumda böylesine destek bulmasının nedenlerini de araştırıcı yöntemle eğilmek daha akılcı olur.
Son zamanlarda TV’lerdeki evlilik programları şirazesinden çıkmış durumda, bu programlarla ilgili olarak RTÜK’e gelen şikâyet, yüz binlere ulaşıyor.
Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, önceki gün yaptığı açıklamada, hakkındaki şikâyetler ayyuka çıkmış olan evlilik programlarının bir OHAL KHK’si ile kaldırılması çalışmalarının son aşamaya geldiğini açıkladı.
Olayın birçok yönden üzerinde durulmayı gerektirecek kadar önemli olduğunu vurguladıktan sonra, evlilik programlarının milyonların döndüğü getirisi çok büyük bir sektör haline gelmiş olduğunu da belirtmek gerek. 

***

İşin toplumsal çürüme, aile kurumundaki yozlaşmanın manevi değerlere bağlı olduğunu iddia eden muhafazakâr bir iktidar döneminde bu boyutlara varmış olmasının sosyolojik açıklamasını konunun uzmanlarına bırakırken, bu tür programlardaki rezaletleri önlemek için mali ve programı sonlandırmaya kadar varacak idari yaptırımları elinde olduğu halde bir türlü kullanmayan veya kullanamayan RTÜK’ün bu tutumunun, kokuşmuşluğun nasıl bütün kurumlara bulaştığının bir kanıtı olduğunun altını çizelim.


RTÜK’ün yüz binlere varan şikâyetler karşısında herhangi bir önlem almaması, milyonların döndüğü bu sektördeki çıkar çevrelerinin aleti olduğunu çok haklı olarak düşündürmektedir.
Hemen vurgulamak isterim ki, hiçbir konuda katı yasakçı yöntemleri savunuyor veya öneriyor değilim. Katı yasakçı RTÜK’ün evlenme programları karşısındaki edilgenliği, yasakçı zihniyetin nasıl bir riya yöntemi olduğunun göstergesidir.
Bugünkü ahlak üzerine bina edilmiş olan siyasi iktidardan da olayın sosyal boyutlarını irdelemesini beklemek saflık olur. 
 
Gelelim olayın siyasal yönüne:
Hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş evlilik programlarının bir OHAL KHK’ si (kanun hükmünde kararname) ile kaldırılması yönündeki çalışmaların son aşamaya vardığını açıkladı.
Şimdi burada hemen şu soru geliyor akla:
- Evlenme programı ile OHAL’in (Olağanüstü Hal) ne ilgisi var?
Öyle ya! Sayın Kurtulmuş’un sözünü ettiği, anayasanın 121. maddesinde düzenlenen OHAL KHK’si çıkarma yetkisi ancak OHAL süresiyle sınırlı olarak, Bakanlar Kurulu’na, o da Cumhurbaşkanı’nın başkanlığı altında toplanması koşuluyla verilmiş olan bir yetkidir.
Anayasanın 119 ve 120. maddelerinde düzenlenmiş olan olağanüstü hal ise tabii afet ve ağır ekonomik bunalım hallerinde veya 120. maddede belirtildiği gibi, “anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması hallerini” öngörür. 
 
İşte OHAL KHK’si 121. maddede de belirtildiği gibi bu haller dolayısıyla ilan edilen OHAL süresince ve de “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda” olmak üzere çıkarılır.
Söyler misiniz bana, evlilik programlarının bu durumla ne ilgisi var?
Ama ilgisi olsun olmasın, şu anda işbaşında olan iktidar her konuda OHAL KHK’leriyle yasamayı devre dışı bırakıp kuvvetler ayrılığı ilkesini rafa kaldırmaktadır. Buna bir de yargının yürütmenin tam denetimine alınmasını ekleyin, Türkiye’deki durumun birebir görüntüsünü elde etmiş olursunuz.
Evlilik programlarıyla ilgili niyetlerini açıklarken Numan Kurtulmuş şu hususu da itiraf etmiş oldu:
- Yasamaya ne gerek var? Yaşasın OHAL KHK’leri! Nasıl olsa anayasal denetim de yok!

Ali Sirmen / CUMHURİYET