1 Nisan 2017 Cumartesi

Hayrettin Karaman vesayeti - ÖZGÜR MUMCU

Biliyorsunuz iktidarın bir fetva mercii var. Adı Hayrettin Karaman. Hatırlarsınız “yolsuzluk başka hırsızlık başkadır” diyerek yolsuzluk yapan siyasetçilerin hırsızlıkla itham edilmesine karşı çıkmıştı. İleride sıklıkla hatırlanacak şu sözlerin sahibi:
“Muhalif siyasetçilerin hedefi, her vasıtayı kullanarak iktidarı düşürmek olursa gerekli gördüklerinde abartıyı, yalanı, iftirayı, kumpası... kullanırlar. Onlar, yolsuzluk yapan için bu kelimeyi kullanmak amaca hizmet etmezse daha yıpratıcı olan ‘hırsızlık’ kelimesini kullanmakta sakınca görmezler.” 



Aslında ileride bugünler yazılırken hatırlanacak çok sözü var. Kendisi gibi yaşamayanları şartlar müsait olduğunda gettolara tıkmak gerektiğini de ima etmişti. Şartlar müsait değilken ise şimdilik sadece içten içe kendileri gibi yaşamayanlardan nefret edilmesini tavsiye etmişti.
İşte yolsuzluk yapan siyasetçiye hırsız denmesini yüreği kaldırmayan, punduna getirse kendi gibi inanmayanı toplama kamplarına göndermeye niyetli bu günümüzün Şeyhülislam özentisi geçenlerde referandumda “hayır” oyu kullanacak vatandaşlar için de bir fetva veriverdi.
 
Zamanında Türkçe Olimpiyatları’nda Gülen Cemaatinin organizasyonunu “Küçük ölçekli ümmet tecellisi olarak vasıflandırmak istiyorum” demesinin özeleştirisini verecek hali yoktu ya, ne yapsın o da fetva verdi. 
 
Gergin referandum sürecinde itidal telkin etme iddiasındaki yazısında hayır oyu vereceklerin “yabancılaşmış unsurlar” olduğunu ileri sürdükten sonra özetle onları yok etmeyip kendilerine tahammül edilmesi gerektiğini kendince hükme bağladı.
 
Halkın yarısını “yabancılaşmış unsur” ilan etmekle kalmadı şeri hukukun gayrimüslimler için öngördüğü hukukun bir benzerinin uygulanması gerektiğini söyledi. Karaman, halkımızın yarısından nefret ediyor, şartları denk getirirse hepsini gettolara koyacak, gücü buna yetmezken de vatandaştan saymamak, kendi gibi olanlardan daha aşağıda bir hukuki kategoriye yerleştirmek derdinde.
Bir anayasa değişikliği meselesini dini bir tartışmaya çeviriyor. 
 
Ancak Karaman’ı fetva mercii olarak görenler de rahat etmesin. Onları da pek önemsediği söylenemez. Dünkü yazısında ülü’l-emre itaat konusunu işlemiş. Şöyle diyor:
“(...) iman ve dünya görüşü itibariyle Müslüman olanlardan seçildiği veya tayin edildiği, meşrû buyruklarında bunlara itaat etmenin Allah emri ve dinin gereği olduğu anlaşılmaktadır.”
Buraya kadar içleri rahat edebilir. Fakat kurulacak yeni Türkiye’nin ‘Şeyhülislam’ı olmaya kararlı bu zat, siyasetçilerin de ağzının payını vermekten çekinmiyor:
Kamu hayatındaki ülü’lemr ya halife gibi ümmetin seçmesi ve biatıyla belirlenir onun tayin ettiği yüksek dereceli memurlar da dolaylı olarak ümmetin belirlediği ülü’l-emr olurlar- ya da bir makamın tayinine gerek bulunmadan, taşıdıkları üstün vasıflarla bu yetkiyi elde ederler. Bu üstün vasıflar “İslâm, ilim ve adalet”tir. Bilmeyenler, Müslüman, âdil, kâmil ahlâk sahibi ve âlim olan kimselere danışmak, fetva sormak ve aldıkları cevabı uygulamak mecburiyetindedirler. Yöneticiler de -bilmedikleri konuları- bilenlere sormakla yükümlüdürler. Bu açıdan bakıldığında birinci derecede ülü’l-emr “âlimlerdir”, ikinci derecede ülül-emr ise “yöneticiler, âmirler ve kumanda mevkiinde olanlar”dır.
 
Hayrettin Karaman, referandum öncesinde ellerini ovuşturuyor. Halkın yarısının elinden vatandaşlık haklarını alacağı, halkın yarısını şartlar olgunlaşırsa belli alanlara kapatacağı ve birinci derecede ülü’l-emr sıfatıyla seçilmiş başkanın üzerinde yer alacağı bir rejimi bekliyor. 
 
AKP’li siyasetçiler, yarın birinci dereceden “ülü’l-emr” Hayrettin Karaman vesayeti altında inlemek istemiyorsanız hayır oyu vermelisiniz. 
 
Sayın iktidar mensuplarının ve sayın cumhurbaşkanının bu çok kıymet verdikleri fetvacının sözleri hakkında ne düşündüğünü merak etmek hakkımız. Yoksa niyetiniz referandumda evet çıkarsa, hayır verenlerin kapısına cizyedarlarla mı dayanmak?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Milli gelir revizyonu arızalıdır - KORKUT BORATAV

TÜİK’in yeni milli gelir hesapları arızalıdır; güvenilmez öğeler içermektedir. Olduğu gibi kullanılması sakıncalıdır. TÜİK’in ısrarı sağlıklı çalışmaları kösteklemek olacaktır 


TÜİK’e bir uyarı
28 Mart 2017 tarihli Cumhuriyet Akademi’de “Yeni Ulusal Gelir Serileri Üzerine Gözlem ve Değerlendirmeler” başlıklı, altı imzalı bir makale yayımlandı.
Ben, yazarlardan biriyim. Diğerleri Tuncer Bulutay, Yavuz Ege, Oktar Türel, Aşkın Türeli ve Ercan Uygur’dur.
Bu metin, aslında kamuoyu için değil, Aralık’ta açıklanan yeni milli gelir hesaplarına ilişkin eleştirileri, önerileri doğrudan doğruya TÜİK Başkanlığı’na iletmek amacıyla kaleme alınmıştı.
Yazı, milli gelir verilerinin revizyonunu eleştirmiyor; bunların belli aralıklarla gerektiğini kabul ediyor. Ne var ki TÜİK, bu kez, Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Birliği (AB) istatistik bürolarının revizyon önerilerinin çok ötesine gitmiştir. “İstatistikleri iyileştirme” gerekçesi ile milli gelirin 2002 sonrasındaki düzeyi ve büyüme eğilimi fazlasıyla yukarı çekilmiş; sektör paylarında büyük değişiklikler yapılmış; yatırım, tasarruf oranları yükseltilmiştir.
Bu değişiklikler ikna edici gerekçelere dayandırılmamıştır. Yeni milli gelir serisi, güvenilirlik sorunları içermektedir. Türkiye’yi inceleyen iktisatçıların, resmî ve uluslararası kurumların yakın geçmişle ilgili bulgu ve değerlendirmelerinin kimi bölümlerini geçersiz kılmaktadır.
Bu saptamanın dayanaklarını açıklayan metin, şu öneriyle son buluyordu: “TÜİK’in yeni ulusal gelir serilerini, yapılması gerekli revizyon çalışmalarının geçici ilk ürünü saymak ve bunları akademik çevrelerin, uzmanlık kuruluşlarının ve ekonomi bürokrasisinin katkılarıyla iyileştirmek zorunlu ve yararlı görünmektedir. Yeni GSYH serisi, bu tür bir çalışmanın tamamlanmasından ve gerekli düzeltmelerin içerilmesinden sonra devam ettirilmelidir.”

Boşa giden bir çaba
Yazarlardan üçü (Bulutay, Türel ve Uygur) bu eleştiri ve önerilerini Şubat ve Mart’ta TÜİK Başkanlığı’na bizzat ilettiler. Her üçü de TÜİK’in önceki milli gelir revizyon çalışmalarına katkı yapan iktisatçılardır. Tuncer Bulutay, ayrıca, iki meslektaşı (Yahya Tezel ve Nuri Yıldırım) ile birlikte 1923-1948 Türkiye Milli Gelir serilerini oluşturan kişidir. Bulutay’ın serisi, TÜİK tarafından da kabul edilmiştir; bugün de kullanılmaktadır.
TÜİK, aralık başında yeni milli gelir serilerini iktisat çevrelerine açıklamak amacıyla bir toplantı düzenlemişti. Davetliler listesinde Tuncer Bulutay yer almadı. Sıradan bir vefasızlıktan ziyade “yeni Türkiye” bürokratlarının, kendi kurumlarının geçmiş birikimlerini unutturma kararının bir yansıması olarak görülmelidir.
Üç arkadaşımızın TÜİK Başkanı’na, uzmanlara aktardıkları öneri benimsenmedi; eleştirilerin dikkate alınmayacağı ifade edildi. Makale, bu olumsuz tepki üzerine yayımlandı.Ben de, yazarlardan biri olarak makaledeki eleştirilerden bazılarını, bir kaç eklentiyle yeniden aktarmak istedim.

Üretim istatistikleri yerine idarî kayıtlar
Gayri safi yurtiçi hasıla (milli gelir), ekonomiyi oluşturan sektörlerde üretilen katma değerlerin toplamına eşittir.
Hareket noktası, üretim kollarının gayri safi üretim değeridir. Piyasa değerleriyle ölçülen sektör çıktılarından diğer sektörlerden alınan girdilerin ve sabit sermayenin amortisman bedelleri çıkarılır; böylece brüt katma değere ulaşılır. Temel verilere genellikle anketler yoluyla ulaşılır. Sektörlerin özelliklerinden kaynaklanan ölçüm güçlükleri, yardımcı kaynaklarla giderilir.
TÜİK’in elinde sanayi ve hizmet sektörlerini kapsayan üretim, iş, ciro istatistikleri ve bunları tamamlayan istihdam, ücret, maaş serileri vardır. Hepsi uluslararası standartlara uyarlanmıştır. Önceki milli gelir hesaplarının veri tabanı bunlardan oluşmaktaydı.
Yeni hesaplamasında ise TÜİK, veri tabanını tümüyle Maliye (özellikle Gelir İdaresi Başkanlığı) ve İçişleri Bakanlıkları ile BDDK’den elde edilen idarî, bürokratik kayıtlara kaydırmıştır.
Temel verilerin üretim anketlerinden muhasebe kayıtlarına, örneğin vergi beyannamelerine kaydırılması sakıncalıdır. Bu tür kayıtlar, reel ekonomik değişkenlerden kopuk olabilir. Kavramlar farklıdır; ekonomik değil idarî, yasal tanımlar esas alınır. Kurallar, vergiler, tanımlar değiştikçe sonuçlar farklılaşır.

Üretimden kopuk milli gelir artışları
Veri kaynaklarını bu doğrultuda değiştirmenin bir sonucunu, TÜİK’in yayımladığı sanayi üretim değeri endekslerinin bulgularının izini sürerek ortaya koyalım. Bu endekslerin, milli gelir hesaplarındaki sanayi sektörü katma değeri ile paralel seyretmesi doğaldır.
2010-2015’te sanayi üretim endeksi, ortalama olarak %5,3 oranında büyümüştür. Aynı dönemde TÜİK’in eski GSYH serisindeki sanayi sektörü katma değeri de %5,4 oranında, yani paralel bir tempoyla büyümüştür. (Ortalama esneklik: 1,02) Normali budur; zira, katma değer üretim değerinin türevidir.
Yeni milli gelir serisine bakınca işler değişiyor: 2010-2015’te sanayi sektörü katma değerinin ortalama büyüme hızı %8,3 olarak belirleniyor. (Ortalama esneklik: 1,57). Üretimden katma değere geçişte gerçekleşen bu çarpıcı sıçrama, ne gibi ekonomik etkenlerle açıklanmaktadır? Yabancı girdi kullanımını aşağı çeken hızlı bir ithal ikamesi mi? Tüm girdi kullanımlarını düşüren ani bir teknolojik atılım mı? TÜİK’ten yanıt bekliyoruz ve bulamıyoruz.
Sanayi sektörü katma değerinin üretimden kaynaklanmayan bu mucizevî sıçraması, yeni milli gelir serisinin son yıllar için belirlediği büyüme hızını da yukarı çekmektedir. Esasen sanayi, TÜİK’e göre büyümeyi sürükleyen iki sektörden biridir. (Diğeri inşaat sektörü).
Cumhuriyet Akademi yazısından aktarayım: “2010-2015 döneminde eski seriye göre yılda ortalama %5.2 olan reel GSYH artış hızı, yeni seride %7.3’e yükseltilmiş bulunuyor. Bu revizyonun sonucunda Türkiye ekonomisi 2009 sonrasında büyüme hızları itibariyle Çin’in hemen ardında, dünya ülkeleri sıralamasında ikinci konumda yer almaktadır.”

Büyüme: AKP iktidarına bir armağan
GSYH serilerinde yapılan dönemsel revizyonların milli gelir düzeylerini yukarı çekmesi yadırganmamalıdır. Örneğin kayıt-dışı sektörlerin daha fazla kapsanması bu tür düzeltmelere yol açar.
Ancak, BM ve AB’nin milli gelir hesaplarıyla ilgili son önerileri bu doğrultuda büyük kaymalara yol açacak özellikler içermemekteydi. Değerli meslektaşımız Osman Aydoğmuş, sözü geçen revizyonları yapan OECD ülkeleri ile Türkiye’nin milli gelir düzeylerinin 2012’de hangi oranlarda değiştiğini karşılaştırıyor.(İktisat ve Toplum, Ocak 2017). OECD ülkelerinde milli gelir düzeyleri %3,8 oranında, Türkiye’de ise %10,8 oranında yukarı çekilmiştir. Daha da önemlisi, TÜİK bu yükseltmenin onda dokuzunu BM ve AB önerilerini izlediği için değil, “istatistikleri iyileştirme” gerekçesiyle gerçekleştirmiştir.

Yeni/eski farkı 2015’te daha da açılıyor; %19,7’ye ulaşıyor. Makasın açılması gösteriyor ki, TÜİK’in “iyileştirmeleri”, gelirin büyüme hızını da yükseltmiştir.
Somutlaştıralım: Cari fiyatlı yeni ve eski milli gelir serileri arasındaki fark 2002’de %2,5’ten ibarettir ve anlaşılan sadece BM/AB önerilerinin uygulanmasından kaynaklanıyor. Sonra “iyileştirmeler” başlıyor ve AKP iktidarının istisnasız her yılında yeni/eski milli gelir serileri arasındaki makas açılıyor.

milli-gelir-revizyonu-arizalidir-266618-1.
İki seri arasında büyüme hızlarının dönem ortalamalarını veren tablo, bu işlemlerin yansımasını özetliyor.
AKP iktidarının arifesindeki bunalımlı dönemin (1999-2002’nin) ortalama büyüme hızı, yeni milli gelir verilerinde aşağı çekilmiştir. (Fark: -0,12). TÜİK’in yeni serisi, sonraki iki dönemin ortalamasını yukarı çekiyor. Kriz ve durgunlaşma döneminde (2008-2015’te) bu “düzeltme” daha da güçlüdür. (Fark: +1,77).
Yeni milli gelir verileri, böylece, AKP’li yılların (2003-2015’in) ortalama büyüme temposunu eskisine göre 1 puan yükseltilmiştir. Küçümsemeyiniz: Yıllık büyüme temposunda bir puanlık artış, Türkiye’yi uluslararası karşılaştırmalarda “orta halli” olmaktan çıkarır; üst sıralara, dinamik ekonomiler saflarına katar.
Üretim endekslerinde gözlenmediğine için bu büyüme temposu abartılı, hatta hayalîdir. Başka göstergelerle kontrol de benzer sonuç veriyor: Son altı yıl boyunca işgücü arzının gerisinde seyreden (dolayısıyla işsizliği yukarı çeken) istihdam verileri de TÜİK’in parlak büyüme bilançosu ile uyumlu değildir.

Başka tuhaflıklar
Başka sorunlar da var. Birkaçına değinelim.
TÜİK’in “istatistiksel iyileştirmeleri”, dolarlı milli geliri de yukarı çekiyor. 2015’e gelindiğinde Türkiye, kişi başına milli gelir düzeyinde Mehmet Şimşek’in pek önem verdiği “orta gelir tuzağı” eşiğini de aşıveriyor.

•••

2002-2015 arasında sermaye birikim oranı da on puandan fazla artırılarak %30 eşiğine ulaştırılmıştır. Peki, “tasarruf oranının iyileştirilmesi” Milli gelir tanımlarında, yatırım ve yurt içi tasarruf oranları arasındaki fark, dış tasarrufların (cari işlem açıklarının) milli gelire oranını verir. Buradan hareket edilecektir.
TÜİK, uluslararası istatistiklere dayandığı için cari işlem açığının dolarlı toplamını değiştiremez. Ne gam? Milli gelir, hem TL, hem de dolarlı olarak yükseltildiğine göre, cari açık/GSYH oranı düşürülmüştür.
On puan yükseltilen yatırım oranından (aşağıya çekilmiş olan) cari açık oranını çıkarınız. Yurt içi tasarruf oranı tanım gereği tırmanacak; %25’ler eşiğine ulaşacaktır.
Yıllardan beri Türkiye’yi inceleyen iktisatçıların ve (başta IMF) uluslararası kurumların ortak teşhisleri olan “düşük yatırım ve çok daha düşük tasarruf” hastalığı, böylece (ve “iyileştirilen” yeni veriler sayesinde) yok olmaktadır.

•••

TÜİK’in “büyüme mucizesi”nin temel dayanağı, inşaat sektörüdür. Sanayi hesaplarındaki tuhaflığın bir benzeri burada da vardır: 2005-2015’te inşaat üretim endeksinde yıllık ortalama büyüme hızı % 3.8 iken, yeni serideki katma değer büyümesi % 8.3’tür.
Cumhuriyet Akademi makalesi vurgulamaktadır ki, inşaat sektörü katma değeri Maliye Bakanlığı verilerinden, şirket bilançolarından türetildikçe arsa rant öğelerini içerecektir. Bu kategori, muhasebe kayıtlarında “kâr” olarak yer alsa dahi, gelir akımlarına dönüşmediği sürece, GSYH (katma değer) öğesi değil, servet artışı olarak değerlendirilmelidir.

•••

Özetleyelim: TÜİK’in yeni milli gelir hesapları arızalıdır; güvenilmez öğeler içermektedir. Olduğu gibi kullanılması sakıncalıdır. Daha sonra iktisatçıların yapabileceği revizyon ve düzeltmeler de herkesin kullanabileceği ortak bir veri tabanı oluşturamaz. TÜİK ısrar ettikçe, Türkiye ekonomisi üzerinde sağlıklı, güvenilir çalışmaları kösteklemiş olacaktır.
Farklı katkıları beklemek; tartışmayı sürdürmek zorundayız.

Türk Sosyal Bilimler Derneği, 31 Mayıs Cuma, 13:30’da Mülkiyeliler Birliği’nde bu konuyu tartışmaya açacak. İlgilenenleri bekliyoruz.

Korkut Boratav / BİRGÜN

Avrupa’yı dize getiren kadın! - MERYEM KORAY

Aile ve Sosyal Politika (ASP) Bakanı Fatma Betül Kaya’nın İstanbul’da katıldığı bir toplantıda açılan pankartta böyle yazıyor. Kadınlara bir araya geldiği toplantıda da “kahraman Osmanlı torunu, bir Avrupa fatihi” olarak anons edildiğini öğreniyoruz!


Nasıl dize getirdiğini anlamak mümkün değil ama kimilerinin yüreğindeki yangını söndürdüğü açık! Ne de olsa, “one minute” dan sonra epeyce zaman geçti; üstelik dış dünyada epeyce kakılıp itilen bir ülke olduk! Yeni bir kahramanın zamanıdır!


ASP Bakanı Kaya’nın konuşmaları da ilginç! Örneğin, BM ‘de konuşurken, Hollanda’nın tutumunu kınayarak insan haklarına vurgu yapmış! İyi yapmış tabii! Özgürlükten yıkılan bir ülke olduğumuza göre bakanımızın Avrupa fatihliğinden sonra dünya fatihi olmaması için de bir neden yok!
Öyle bir özgürlük ülkesi ki, OHAL rejimi bitmiyor ve bu yasaklar altında ülke için hayati bir referanduma gidilmekte! Öyle insan hakları var ki, hukuk iki dudak arasında; 100 bini aşkın insan işinden atılabilmekte; saygıdeğer gazeteciler, haklarında bir iddianame bile yokken 150 günden fazla özgürlüklerinden yoksun tutulabilmekte; ülkenin seçkin akademisyenleri işten atılıp üniversitelerin ağzı bağlanabilmekte!

ASP Bakanı, bakan olarak icraatlarından hoşnut olmalı ki, Avrupa fatihi diye çağırılan toplantıda, kadınlardan evet istiyor; gerekçesi de “çocukların geleceği”!... Çocuklarımızın geleceğiyle ilgilenmesi güzel tabii!

Ne var ki, Bakanlığın 2016 Raporu’nun ortaya koyduğu gerçekler başka... Örneğin, başta ekonomik yoksunluk olmak üzere farklı nedenlerle korunmaya muhtaç çocuk sayısı son 2 yılda kabaca 80 binden 137 bine çıkarak % 71 artmış!

“Çocukların geleceği” dediği bu mudur, anlayamadım! Yani referandumda “evet “ çıkar da başkanlık sistemi gelirse, korunmaya muhtaç çocuklar daha da mı artacak diye düşünmeliyiz! Yoksa, “artsa da korkmayın; siz evet deyin, biz lütuflarımızı esirgemeyiz” mi demek istiyor!

Ancak lütufların sınırları da epeyce; o nedenle dediklerini yorumlamakta zorlanıyoruz. Örneğin- yine 2016 Raporu’na göre- ücretsiz olarak kreş, yuva, bakım evi gibi olanaklardan yararlanan çocuk sayısı yalnızca 2,146!...

Şimdi Avrupa fatihi Bakan’a, AB’nin kurumsal çocuk bakımının geliştirilmesi yolunda 2010 yılı için 3 yaş altındaki çocukların % 33’ü, 3 yaş üstündekilerin % 90’ının bu hizmetlerden yararlanması gibi bir hedefi benimsediğini nasıl hatırlatmayalım? Örneğin Hollanda’da 3 yaş altındaki çocukların % 50’sinin kurumsal bakım hizmeti alabildiğini nasıl söylemeyelim? Bu hedeflere varamayan AB üyeleri olduğu kuşkusuz ama Avrupa’dan söz ederken bunları da unutmamak lazım, değil mi?
Yalnız bu konudaki yetersizlik değil; çocuğa yönelik şiddetin önlenmesi, ya da çocuk destek ve gelişimi programlarının gerçekleşmesi açısından da Bakanlığın 2016 yılı performansı “0” olmakta, 2016 yılında yalnızca bir çocuk destekleme merkezi (ÇODEM) açıldığı anlaşılmaktadır. Uygulanan programlardan duyulan memnuniyetin de “0” da kaldığı görülmektedir.

Ücretsiz kreş ve gündüz bakım evi olanaklarından yararlanan çocuk sayısının artması konusunda bir önceki yıla göre % 60 başarı sergileyen Bakanlığın, özel okula giden çocukların desteklenmesinde başarı oranı ise, saptanan hedefi aşarak % 220’yi bulmaktadır. Niyet de, hizmet de ortada!
Bunun gibi 2016 yılında kadınlara yönelik kadın konuk evi (KKE), ilk kabul birimi (İKB), şiddeti önleme ve izleme merkezi (ŞÖNİM) gibi hiçbir kuruluşun açılmadığı da anlaşılmakta. Kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda öngörülen 5 toplantıdan üçü gerçekleştirilmiş, yalnızca bir proje hayata geçirilmiş; buna karşın kadınların hak ve olanakları konusunda bilinçlendirilmesine yönelik eğitim sayısı (0) olmuştur!

Benzer başarıları (!) engellilere ve yaşlılara yönelik merkezler ve projeler konusunda da görmek mümkün.

Şehit yakınları ve Gaziler Dairesi’nin performansı da ilginç. Bakanlığa başvuran şehit yakınlarının istihdamı konusunda- sayısı bilemesek de- belirli bir gayret gösteren, buna karşın psiko-sosyal destek konusunda hiç bir uygulaması bulunmayan bakanlığın, şehit yakınlarına yönelik tek bir etkinliği var; o da, Çanakkale şehitleri için 81 ilde mevlit okutulması!

Özetle, 2015’e göre bütçesinin % 35 oranında arttığı belirtilen ASP Bakanlığı, bütçesinin yaklaşık % 85’ini ( kabaca 18, 6 milyar) cari transferlere harcasa da, bu harcamaların yeterli olmaktan çok uzak kaldığı ortada. Bu konuda sosyal yardımların GSYİH içinde ancak % 1,45’i bulduğunu hatırlatarak, ne kadar şişirilse de, gerçekte sosyal yardımların “devede kulak” kaldığını söylemek mümkün. Avrupa derken, hatırlanması gereken bir konu da burada!

Ancak, daha önemli konu, uygulanan ekonomi politikaları!... Ekonomik sorunlar, bu nedenle daha da artan işsizlik, taşeron işçiliği, düşük ücretler ortada. Bu konularda ne gibi sosyal politikaları var? HİÇ..

Oysa, bu sorunları gerçekçi biçimde çözmek ancak istihdamla, ücretle, gelir dağılımıyla ilgili sosyal politikalarla olabilir. Bunlar olmadığında, bu ülkede olduğu gibi, sosyo-ekonomik eşitsizlikler ile himmete muhtaç kesimlerin artmasını önlemek mümkün olmaz.

O nedenle, adına ne denirse densin, bugün Türkiye’de yoksulun değil, ”yoksulluğun dostu” olan politikalar söz konusu. ASP Bakanlığı da, adında sosyal politika olup, sosyal politikayı yoksullaştıran bir bakanlık!

Referandumdaki “evet-hayır” çekişmesini bir de buradan okumakta yarar var.

Meryem Koray / BİRGÜN

31 Mart 2017 Cuma

‘Akıtılacak daha çok kanımız var!’ - Meriç Velidedeoğlu

Başlığı oluşturan bu tümceyi, Kastamonu’da halka seslenirken vargücüyle haykırmıştı Erdoğan. (22.3.2017)

Değerli dostlar bu “kanlı söylem”, bütün ağırlığıyla gündeme oturmuş, medyayı kaplamışken “AKP” iktidarının, “3.5 milyon hektar tarım arazisinin yok olmasına göz yumması” haberinin ne anlamı, ne değeri olur ki? (27.3.2017)
Bu “kanlı demeç”, TV ekranlarını kaplarken, “AKP” yönetiminin, “Şu Sudan”da “8 milyon dönümaraziyi tarım için kiralayarak” ister istemez Sudan’da gerçekleştirdiği “tarıma teşvik” projesinin haberi erkanlarda yer bulabilir miydi?

“CHP” Milletvekili Umut Oran’ın dediği gibi, “Türk çiftçisine saç-baş yolduracak” bu proje haberinin, R.T.Erdoğan’ın bu “kanlı haykırışı”yla birlikte medyada yer almasının bile şansı olmadı; “Cumhuriyet”in dışında. (27.3.2017) 


Peki, sözü edilen “tarım arazisi kaybı”nın nedeninin “tarım alanlarının kentleşmeye ve sanayi tesislerine dönüştürülmesine izin verilmesi olduğunu” bildiren haber, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Tek adam İsmet İnönü’dür!” açıklamasının önüne geçebilir mi?
Düne dek, “Tek adam Mustafa Kemal diyordu, şimdi İsmet İnönü mü oldu?” soruları, yorumları sayfaları, ekranları kaplamışken... 


Hele bir “AKP” İl Başkanı’nın, “Tayyib Erdoğan bizim için ikinci Peygamber gibidir!”, hele hele bir “AKP” Milletvekilinin, daha ileri gidip, “Tayyib Erdoğan’a dokunmanın ibadet olduğu” sözlerinin ve benzerlerinin medyamızda cirit attığı sıralarda, “şehir ilçe ve beldelerde ‘tarım arazileri’ imara açıldı, üzerlerine konutlar yapıldı!” gibi bir haberin değeri var mıdır?
Dahası R.T. Erdoğan, kendisi için üretilen bu kavramlara, bu ilginç (!) söylemlere kesin bir tepki vermeyince, daha da ileri gidildi, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğundan” söz edildi(*)... Erdoğan’dan yine “ses-seda” çıkmadığı gibi “Diyanet İşleri Başkanlığı”nda da bu söylemler konusunda, bir kıpırdanış olmadı. 


Bir süre sonra “İsrail” hem kıpırdadı, hem de “Filistin’de ezan okunmasını” yasaklayıverdi.
Erdoğan “suspus”... Peki nerede kaldı “İkinci Peygamberliği”?
Nerede, bunu Erdoğan’a yakıştıran “AKP” İl Başkanları, “AKP” Milletvekili ve ötekiler?
Kuşkusuz bu sorulara yanıt verilmez, verilemez; yanıtları yok; çünkü hepsi maskaralık; üstelik yine “din” kullanılmış; öyle değil mi? 


Ayrıca değerli dostlar, bugün “31 Mart”..




Anımsanacağı gibi, tarihimizdeki çok “kanın aktığı” gencecik kurmay subayların “kanının akıtıldığı” katliamın, “31 Mart Olayı”nın, “109.” yılı; toplandıkları “merkez” olan Taksim’deki “Taşkışla”dan fırlayan katiller sürüsü, rastladıkları -özellik- “okullu” genç subayları hiç acımadan vahşice öldürüyorlardı, “Din elden gidiyor!”, “Şeriat isteriz!” çığlıkları atarak...
Ve, “109 yıl” önce bu “kanlı” gerici kalkışmanın simgesi olan “Taksim”deki “Taşkışla”nın, günümüzde yeniden yapılması -daha doğru bir deyişle- “diriltilmesi” için, az mı “mücadele” etti İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı “AKP”li Kadir Topbaş?
Anlaşılan bu “kanlı”, vahşet dolu, “31 Mart Olayı”na, “1923 Atatürk Devrimi”ni de simgeleyen “Taksim”deki “Cumhuriyet Anıtı” ile verilen yanıt yetmemiş...
Yetmesi gerektiğini bir kez daha anımsatmalıyız, “16 Nisan”da “Hayır!” oylarıyla.
(*) R.T. Erdoğan için üretilen bu yakıştırmaların daha fazlasını, “Yılmaz Özdil”in, Sözcü’deki, “İnsan’da biraz utanma olur” başlıklı yazısında bulabilirsiniz. (19.3.2017)

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

İzdivaç ‘Böyle Bitmesin’ deme, öyle bir biter ki şaşarsın! - TAYFUN ATAY

Evlilik programlarıyla ilgili tartışmalar da, taraflar yani kanal yöneticileri ve RTÜK yönetimi arasındaki görüşmeler de devam ediyor. Bu aslında muhafazakâr devlet-liberal piyasailişkisini değerlendirme açısından da bol malzeme sunan bir alan. Resmi makamlar, liberal ekonomi mızrağını “dinbaz-mutaassıp” siyaset çuvalına sığdırmaya çalışıyorlar, ama olmuyor. Çünkü pasta büyük ve herkes, devlet de dâhil olmak üzere bundan payını alıyor aslında.
Süregelen görüşmeler çerçevesinde Sinan Tartanoğlu kardeşimiz de hafta başında RTÜK yetkilileriyle televizyon yöneticilerinin toplantısından ilginç bir ayrıntıyı kapıp önümüze koydu Cumhuriyet’te... Buna göre RTÜK, kanal müdürlerine izdivaç programlarına alternatif olarak 2012-2014 yılları arasında TRT 1’de yayımlanan “Böyle Bitmesin” adlı diziye benzer programlar yapmalarını önermiş.
Adım gibi eminim, o tecrübeli ve kurt yöneticiler, dışlarından değilse de içlerinden acı acı gülmüşlerdir bu öneriye!..
Bir kere önerilen yapım, adını dahi inkâr edercesine iki sezonu zor çıkartarak bitmiş gitmiş. Üstelik bu ancak devlet televizyonunun imkânlarından dolayı böyle; eğer özel kanallarda olsa kimse bu kadar da beklemez, dizi ışık hızıyla ekrandışı kalırdı.
Ve siz buna benzer yapımları, neredeyse 10 yılı devirmiş, reytingde kapı-baca yıkan programların yerine öneriyorsunuz!.. 

***

Peki, ne vardı o dizide, şöyle bir hatırlayalım!..
Boşanmaya suç, boşanmak isteyenlere de suçlu gözüyle bakan “Böyle Bitmesin”, adeta “evlilikleri kurtarma timi” gibi çalışan bir kadın komiser, bir kadın psikolog ve bir erkek avukatın boşanmanın eşiğine gelmiş çiftlere “acil kurtarma operasyonları” düzenlediği haftalık hikâyelerden oluşuyordu. “Boşanma sorunu”na bugünün dünyasında evlilik kurumunun geçerliliğini hiç mi hiç sorgulamaksızın yaklaşan dizi, esasen bir sosyal sorumluluk projesi kabilinden kotarılmış izlenimi bırakmaktaydı.
Eğer işlevsel, yani toplum ve seyirci nezdinde çekici, etkileyici, sarsıcı olsaydı uzun erimli vekalıcı da olurdu. Öyle olmadı. Sıkıcıydı ve daha önemlisi bir “yara”yı, hedeflenenin tersine, hiç de sağaltıcı olmayan şekilde ha bire kanırtmaktaydı. Dolayısıyla alttan alta da iç karartıcıydı.
O dönemde aynı tematik yönelim ve kurgusal içerikte diziler kanallarda dizi dizi karşımızda oldu. Çünkü boşanma oranlarının İstanbul’da yüzde 50’lere vardığı haberleri toplumsal endişelere de yol açarak ortalıkta dolaşmaktaydı. Yapımcılar hemen bu endişeden sermaye devşirmeye kalktılar. Eh, “kültür endüstrisi” de bundan başka nedir ki?!
Ama işte zorla güzellik de olmuyor. İnsanlar böyle “kör kör parmağım gözüne” nev’inden “öğreten”, parmak sallayan, sırt sıvazlayan yapımlara prim vermiyorlar. 

***

Türkiye’ye yön tayin etme derdindekidinbaz irrasyonalite”nin göremediği şu: Televizüel popüler kültür, dizileriyle olsun, yarışmalarıyla olsun, realite-şovlarıyla olsun, zaten hiçbir zaman aileyi hiçe saymak, zedelemek, tahribata uğratmak gibi bir itkiyle hareket etmez, edemez. Popüler kültür, toplumsal ortalamayı hedeflemesi itibarıyla genelde muhafazakârdır çünkü.
En radikal, aykırı, uç dizilere bile bakın, son tahlilde “aile”, insanlığın son sığınağı olarak ayırt edilen, yüceltilen ve üzerine titreme mesajı (açık ya da örtük) verilen bir kurum olarak karşımızdadır.
Tüm uçuk-kaçıklığıyla, rezalet diyaloglarıyla, zaman zaman mide kaldırmaz görüntüleriyle dahi o izdivaç programları, aslında dikkatle bakıldığında evliliği de, aileyi de, muhafazakârlığı da tahrip değil “tahkim” etmeye dönük bir oryantasyona sahiptir.
Pek çok medya analisti, eleştirmeninin muhafazakâr, statükocu ve düzenin verili koşullarını yeniden üretmekten öteye gitmez bir içerik ve niteliğe sahip saydığı bu türden programlara “ergen bir taassup”la karşı çıkılmakta bana sorarsanız…
Muhafazakârlık bile erginlik ve olgunluk istiyor. İşte esas mesele bu!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Fesih yetkisi, hem de keyfi - ÇİĞDEM TOKER





İki gün önce İstanbul’daydım. Havaalanından şehir merkezine giderken bir ara kendimi Türkmenistan’da sandım.
Yolun iki yanında aralıklarla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın devasa fotoğrafları yer alıyor. Yanında millet için, birlik için gibi somut olmayan önermelerle eveti dikte eden panolar. Türkmenistan hissi uyandıran, yolda bir Cumhurbaşkanı fotoğrafı görmüş olmak değil tabii. Afişin boyutları.
Bugüne dek, kaç seçime tanıklık ettiğimi hatırlamıyorum. Ama yaşadığım süre boyunca, Türkiye’de bu kadar büyük açık hava görseli görmediğimi not düşeyim. Afişin eni ve boyunun bir dili var. O dil şöyle diyor:
Bakılan kişi öyle yüce, öyle ulu, öyle yukarılarda ki, oraya bakan kendini küçücük, güçsüz hissetmeli.



***

Aslında anayasa değişikliğiyle istenen de tam olarak bu.
Yurttaşlığı küçük gören, nihayet ortadan kaldıracak bir teklife evet dememiz isteniyor bizden. 16 Nisan’da işte bu devasa afişlere, fiziken yansıtılan niyetin anayasal bir zemine oturtulması hedefleniyor. Yurttaş olma hak ve hukukunu güvence altına alan parlamenter sistemi içi boş bir kabuğa dönüştürerek.
Fakat bu niyet açıkça söylenmediği için, gerçeğin hukuksal düzlemde ortaya çıkıp görünür hale gelmesi telaşa yol açıyor. Bu telaşı Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i feshetme yetkisine dair tartışmada bariz biçimde görüyoruz.
Anlaşılan o ki, Meclis’i fesih yetkisinin bu kadar geniş bir itirazla, giderek tabanda tepkiyle karşılaşacağı tahmin edilmedi. Dört bir koldan fesih ve yenilemenin aynı şey olmadığı bağırılıp duruyor.

***

Anayasa hukukçuları biraz mahcup. Sesleri pek gür çıkmıyor. Hukuk tarihinden örnekler vererek, iki kavramın farklı olmadığını (Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu gibi) anlatanlar tabii ki var. Ama olması gerektiği kadar güçlü bir ses değil bu.
Kısa bir süre önce “Saray Rejimi” isimli kitabı yayımlanan siyaset bilim doktoru Deniz Yıldırım da bu konuda sosyal medya hesabında düşüncesini paylaştı. Herkesin sosyal medya izlemediğini öngörerek, Yıldırım’ın yaklaşımını burada paylaşıyorum:
- İki nokta önemli: İlki, karşılıklı fesih yetkisi var mı? Var. Başkan’a Meclis’i fesih yetkisi verildiği gibi, Meclis’e de seçime götürme yetkisi verilmiş. Fark şu: Meclis bunu ancak 360 vekille yapabilecekken, yürütme gücünü elinde tekelleştiren Başkan tek başına bu kararı alabilecek. Meclis’in 360’ı mı bulması, yoksa tek kişinin istediği zaman bu kararı alabilmesi mi kolay? Çok açık: Ağırlık, yasamadan tek kişiye geçmiş.
- Diğer konuya gelelim: Paketi savunanlar “CB’nin seçime götürme yetkisi mevcut anayasada zaten var, yeni değil” diyerek suyu bulandırıyor. Aynı değil. Anayasa 77. madde “Anayasada belirtilen şartlar altında Cumhurbaşkanınca verilecek karara göre de seçimler yenilenir” diyor. Getirilen teklifteyse “Anayasada belirtilen şartlar” sınırı artık yok. Fesih anayasal şartlara değil, keyfe göre kullanılacak bir yetki.
- Eğer bu yetki yine “anayasal şartlar”a bağlansa, yani hangi koşullarda kullanılabileceği açıkça pakete yazılsaydı bu kadar tartışılmazdı. Hangi anayasal şartlar altında olacağı yazılmadan yetki kişiye devredilmiş ve Meclis’in iradesi dışında seçime götürülmesi mümkün kılınmış. Bu nedenlerle de sonuçta Cumhurbaşkanı’na sağlanan yetkinin adı tartışmasız, şahsi, keyfi Fesih yetkisidir. Hem geniş, hem dar anlamıyla.

Not düşelim: Fesih, teklifin 116/2 maddesinde “Cumhurbaşkanı’nın seçimlerin yenilenmesine karar vermesi halinde” ifadesiyle geçiyor. 


Özetle, anayasa değişiklik paketinde, Cumhurbaşkanı’na hiçbir koşula bağlı olmadan Meclis’i fesih yetkisi verildiği tereddütsüz. 


Halkın iradesinin, tek kişinin kararıyla çöpe atılması, yurttaşlığın hiçe sayılması anlamına gelen fesih yetkisine hayır.


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Çağdaşlık... Tünel... Bol keseden üfürmek... - ÖZLEM YÜZAK





Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan alanlarda gürlüyor: “Dediler ki biz çağdaş bir Türkiye istiyoruz. Neyiniz eksik? Yollarınız, köprüleriniz, tünelleriniz, hızlı tren, bunlar yok mu? 14 sene önce bunlar var mıydı?”
Yanıtı L’Oreal-UNESCO’nun Uluslararası Bilim Ödülünü kazanan Doç. Bilge Demirköz bir başka soru ile veriyor: “Tünellerimizle gurur duyuyoruz. Peki ama tüneli açan köstebekleri üretebiliyor muyuz? Köprüler yapıyoruz. Peki köprüleri tutan o kuvvetli çeliği döken makineyi yapabiliyor muyuz?”
İşte asıl mesele orada. Aslında yüksek teknoloji üretimi yapamamızda bile değil. Bunu, bir sorun, ülkenin en ciddi problemlerinden biri olarak algılamamasında. Siyasetin umurunda bile olmamasında... İnşa edilen “Yeni Türkiye”nin ekonomisinin içinde bulunduğu açmazın ülkeyi nasıl büyük bir tehlikeye doğru sürüklediğinin farkında olunmamasında... İmalat sanayiinin teknolojik yapısına baktığımızda imalat sanayiinde yüksek teknoloji içerikli sektörlerin katma değer payının yüzde 3.3, üretim değeri payının yüzde 2.2 ve tesis sayısı payının ise yüzde 0.3 oranında gerçekleştiği görülüyor. Bu yapı Türkiye’nin dışa bağımlılığını besleyen ve sürekli arttıran bir yapı.



Avrupa, iktidarın kendi topraklarında ‘evet’ kampanyası yapmasını engellediği için esip gürledi AKP ve Erdoğan. Ne Nazilikleri kaldı ne faşistlikleri. Aynı Avrupa başka şeyler de yapıyor... Örneğin “milli motor” yapmamızı da engelliyor. Peki neden Erdoğan buna laf etmiyor. Edemiyor çünkü bu konu açılsa asıl sorunlar birbiri ardına ortalığa dökülecek. Ekonomideki asıl zafiyet, dışa bağımlılık ortaya çıkacak. Kendi seçmenine bunu nasıl anlatacak? Gelin küçük bir öykü anlatalım:
Milli tankımız Altay’ı duymuşsunuzdur. Tankın gövdesini Otokar yaptı; (biraz Güney Kore’nin yardımını aldık tabii . “Tüm Arap ülkeleri satın almak için sıraya girdi” diye manşetler atıldı. Ama iş motora gelince tıkandık. 1500 beygirlik özel donanımlı bir tank motoru. Önce Almanların MTU’suna gittik olmadı; Japonların Mitsubishi’sinin kapısını çaldık; olmadı. Yerli firmamız Tümosan yapar dedik ama tecrübe isteyen bir iş, olmadı. Sürekli olarak süre uzatma isteyen şirketin sözleşmesi Savunma Sanayii Müsteşarlığı tarafından iptal edildi, Tümosan hisseleri çakıldı. Nedeni; geliştirme sürecinde bilgi ve tecrübelerinden yararlanmak adına birlikte çalışılmak istenen ülkelerle siyasi sorunlar nedeni ile bir türlü anlaşılamaması idi. Tümosan’ın 2015 yılında anlaşma yaptığı Avusturya firması, AVL List GmbH da hükümetinin baskısıyla yan çizdi. Tümosan’a bazı zorluklar çıkardı, birlikte çalışmayacağını açık açık belli etti. Bu arada Avusturya’nın Türkiye’ye vereceği piyade tüfeği namlusu yapmakta kullanılacak tezgâhları da iptal ettiği ortaya çıktı. Sonuçta kendi motorumuzu üretemiyoruz. Gerekli know-how’ı almak da öyle kolay değil. Birilerine bağımlıyız... Nokta... 

Bundan kurtulmak ise oy devşirmek için bol keseden üfürmekle olmuyor, teknolojiyle oluyor. O teknolojiye kavuşmak da afra tafrayla, yüksekten atmakla değil, kaliteli personel bulup iyi yetiştirmekle olur. Bugün iyi eğitim almak isteyen hangi gence hatta hangi çocuğa sorsanız gelecek hedefini yurtdışı olarak belirlediğini görürsünüz. Ne acı ki kendi geleceğini yurtdışında arayan bir nesile sahibiz. Haksızlar mı? Bence değil... Hiç değil...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Makarios öldü mü! - REFİK DURBAŞ

60’lı yıllarda Babıâli’de öğleden sonra çıkan gazeteler vardı. Bunlardan “Haber” ve “Ekspres” gazetelerini anımsıyorum.
Bu gazeteler daha çok resmi ilanlar ile yaşarlardı.
Genellikle altı sayfa olurlardı, bazen birbirlerinden ödünç sayfalar da alırlardı. Diyelim “Haber” baskıya yetişmemiştir, aynı matbaada basıldıkları için, örneğin “Ekspres” gazetesinin üçüncü sayfasını olduğu gibi yayımlardı.
Satış noktaları ise daha çok stadyum önleriydi. Tribünlerin oturma yerleri beton olduğu için, toprak sahaya da bu yakışırdı, maça gelenler bu gazeteleri minder niyetine kullanırlardı.
En önemli özellikleri de manşetleriydi.
Gazete satıcısı çocuklar, koltuk altlarına sıkıştırdıkları gazetelerle Cağaloğlu’dan Sirkeci’ye koşarken ortalığı velveleye verirlerdi: Makarios öldü!
Çünkü o günün konusu Kıbrıs’tır ve gazete sekiz sütuna manşetini atmıştır: “Makarios öldü!” Devamı, 5. sayfada…
5. sayfayı açardınız. Sadece iki harf: Mü, bir soru işareti. Mü?
Başka bir ayrıntı yok.

Samih Tiryakioğlu, bir ara “Ulus” gazetesinin Ankara baskısı olan “Ankara Akşam Haberleri”ni çıkarıyordur.
Bir gün telefonu çalar, karşısında Emniyet İkinci Şube Müdürü:
“Teessüf ederim” der, “gazeteye öyle bir haber koymuşsun ki, satıcılar ‘Hortlayan adamı yazıyor’ diye bağırıyorlar. Biliyorsun, bu durum yasaya da aykırıdır.”
Tiryakioğlu, gazeteye böyle bir haber koymadığının bilincindedir.
Gazeteyi baştan sona inceler.
Biraz sonra birinci sayfanın üzerinde 72 puntoyla dizilmiş manşet dikkatini çekecektir: “İtalya’da faşizm hortladı!”
İş anlaşılmıştır.
Meğer satıcı çocuklar “faşizm”i “adam” sandıkları için böyle bağırıyorlarmış…

1940-47 yılları arasındaki gazeteciliği sırasında demokrasi mücadelesi verirken, gazetesi 17 kez kapatılan Ziyad Ebuzziya, 1933 yılında gazeteciliğe başladığı “Zaman” gazetesinde çalışmaktadır.
1936 yılının eylül ayıdır. Gazetede Fuad Emircan adında bir gece sekreteri vardır.
Emircan, akşam saat 19.30’da nöbeti devralmakta, sabaha kadar çalışmaktadır. İşine çok bağlıdır. İşe gelmemek şöyle dursun, geç kaldığı bile görülmemiştir. Bir özelliği de komünizme karşı oluşudur.
Emircan bir gün ortadan kaybolur. İşe gelmemiştir, evinde de yoktur.
İki gün sonra gazeteye biri gelecek ve küçük bir not bırakacaktır: “Birinci Şube’de nezaretteyim. Fuad.”
Ebuzziya hemen Emniyet’e gider. Sonrasında şöyle diyecektir: “Gittim ama, görüşmek ne mümkün! Sadece kendisine yemek gönderme iznini koparabildik.” (Günvar Otmanbölük: Babıâli’nin Yarım Asırlıkları.)
Emircan, 10 gün sonra Emniyet’ten bırakılacak, başından geçenleri şöyle anlatacaktır:İngiltere Kralı VIII. Edward’ın İstanbul’da Atatürk’ü ziyarete geleceği bildirilince güvenlik önlemleri alınmaya başlanır. Ve her zaman olduğu gibi, dosyalar açılır ve komünist olarak bilinenler hemen toplanır.
Dosyasına bakan polis, “Komünistlerle mücadele ediyor” notunu görünce Emircan’ı da komünist sanacak ve nezarete alacaktır.

Komik Naşit, grubuyla Ankara’ya gelmiştir. O günlerde başkentte tiyatro salonu olmadığı için temsillerini bir sinemada vereceklerdir. Cemal Kutay’a göre, “Zaten eğlence yeri olarak da sadece iki sinema salonu vardır.”
Naşit, “Hâkimiyet-i Milliye” gazetesine gider. Gazetenin İdare Müdürü Kemal Turan ile bir ilan metni hazırlarlar. İlanın bir yerinde “Naşit bu akşam yeni kostümleriyle sahneye çıkacaktır” ibaresi yer almaktadır.
Ancak, eski harflerle yazılan metinde, “kostüm” sözcüğündeki “t” harfinin iki noktası “s”nin üzerine kaymış ve üç noktalı gibi olmuştur. Düzeltmen Celal Dursun’un da gözünden kaçan “kostümleriyle” sözcüğü, ilanda “koşumlarıyla” haline gelecektir.
Bundan sonrasına dikkat isterim.
Ünlü komik, eline geçen fırsatı kaçırır mı?
Hemen bir koşum bulacak, dört ayak üzerinde sahneye çıkıp bir güzel kişnedikten sonra seyirciye şöyle diyecektir:
“Ne yapalım ki, gazete benim ‘kostüm’ü bu hale getirdi. Ben de onun içine sığdım.”

Refik Durbaş / BİRGÜN

Düşünmeden yaşamak! - MURAT YAYKIN

Birkaç kişi oturmuşlar, hocanın birinin aklına, ilmine methiyeler düzerlermiş. Bahsedilen hocayı iyi tanıyan Bektaşî babası da orada bulunuyormuş. "Baba efendi, sen bu zâtı nasıl bilirsin?" diye sormuşlar. Baba; "Evet, onun aklı var, zekâsı var, bilgisi var. O bunların hiçbirini harcamamış. Varlık harcamakla belli olur,” demiş.
Kıssadan hissesi açık ve net, yazmak okuru hafife almak olur.


Platon’un Menon adlı diyaloğunda Sokrates, Menon’u erdem konusunda sorguya çeker. Menon’un hayat ve ahlak konusunda bir deneyimi olduğu kadar, ona göre erdem kavramı da bildiği bir şeydir ve onun hakkında konuşmakta zorlanmayacağını düşünür. Sokrates, Menon'u, erdemi tanımlama konusunda sıkıştırır. Menon tereddüt etmeden; "Erdem insanlara hükmedebilme yeteneğinden ibarettir," yanıtını verir. Sokrates buna, çocuklar ve kölelerin de erdemli olabilecekleri, ancak onların hükmetme gücüne sahip olmadıklarını belirterek itiraz eder. Menon bu sefer erdemli olmanın 'iyi şeyleri isteme' olduğunu söyler. Sokrates altın ve gümüşün de iyi şeyler olduğunu, ancak onların peşinden koşan kişinin ancak adalete uygun bir tarzda davranması durumunda erdemli olduğunu hatırlatır.

Menon’un her yanıtı Sokrates’in yeni sorularına yol açmakta, Sokrates’in, "Ben ancak tek bir şeyi biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir," demesine karşılık Menon bildiğini sanmaktadır. Sokrates, bilgilerinden emin olarak onun saflığıyla eğlenen insanlara sorularını yöneltmekten vazgeçmez, kısa bir süre sonra soruları o tip insanları rahatsız etmeye başlar. Sokrates yalnızca sorular sormakla yetinir, sorulara muhatap olanlar ise kendi düşüncelerindeki çelişkileri görürler ve hiçbir şey bilmediklerini fark ederler. Sokrates aslında bilgi aktarmadığı için Menon hiçbir şey öğrenmez, ancak düşünmeye yoğunlaşır. Keşfettiği problemler aslında daha önceki deneyimi ve bilgisi içinde mevcut bulunmasa, olasıdır ki Menon da bu çelişkilerden sonuç alamazdı.
Buradaki kıssa da yukarıdaki ile yakın anlamlar içinde, uzak değil yani...

Hans Jonas, Sorumluluk Buyruğu’nda; “Öyle hareket et ki, eyleminin sonuçları insan yaşamının sürekliliği ile bağdaşsın”, ya da olumsuz bir ifadeyle: “ Öyle hareket et ki, eyleminin sonuçları böyle bir yaşamın gelecekteki olasılığı için yıkıcı olmasın”; ya da basitçe: “insanlığın yeryüzündeki sonsuz bir sürekliliğinin koşullarını tehlikeye atma”; ya da yine olumlu bir ifadeyle: “mevcut seçimlerinde, insanın gelecekteki bütünlüğünü istencinin hedeflerine dahil et.”
Jonas’a göre sorun nihilizmde, özellikle de çağdaş dünyada o denli yaygın olan etik nihilizmde. Onu en çok kaygılandıran nihilizm, filozofların nihilizmi değil, gündelik hayatın nihilizmidir—sözgelimi kararlarımıza ve eylemlerimize rehberlik edecek güvenilir nesnel normların bulunduğuna artık hiç güven duyulmaması gibi... Yarattığı umutsuzluk ve düş kırıklığı da cabası.
Kıssadan hissesi; aptallık... Değil, desem de inanmayın!
Kıssadan hissesi; Düşüncesizlik, düşünme ve yargılama yeteneksizliği.

Yepyeni biçimlere bürünebilen ve en beklenmedik şekillerde karşımıza çıkan kötülüğün tehdidinden kaçış yoksa, nerede belirirse belirsin kötülükle savaşmaya yönelik sonsuz sorumluluğumuzdan da kaçış yoktur.

Bu sorumluluk; aklı, zekâyı, bilgiyi kendine saklamakla değil, paylaşmakla olacaktır, -Bektaşî'nin dediği gibi harcamakla- sorgulamalarımızı çoğaltarak, gündelik hayatın nihilizminden kurtulmakla olacaktır, düşünme ve yargılama yeteneğimizi zenginleştirmeyle olacaktır. Ve daha önemlisi düşünceyi hayata dahil etmediysek/eyleme dönüştüremediysek aklın-zekânın kıymet-i harbiyesi yoktur...

Düşünmeden yaşamak: -Albert Camus'yü çağrıştırırsam- "ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi gibi..." tercih yapmadan, içgüdülerine göre yaşamak değil midir?

Murat Yaykın / BİRGÜN

30 Mart 2017 Perşembe

Süresiz hukuksuzluk hali - ALİ RIZA AYDIN

Yalanın zaafı, her yere dalacağını, her şeyi kontrolü altına alacağını, herkesi kandıracağını sanması. Dalamayacağı, kontrolü altına alamayacağı, kandırmayacağı şeylerin başında “gerçek” gelir.
Kapitalist, emperyalist dünya öylesine çıkmaz içinde, öylesine batak ki yalanla yönetme dışında seçeneği kalmadı. Ortakları ve maşaları olan yönetimler de ağabeylerinden geri kalır mı?
Darbe girişiminden kurtulmayı, OHAL’li farklı darbelerle giderirken yalanlarla dolu saldırı bir taşla birçok kuş vurdurtuyor. Suçlu ararken cadı avına girmek, hem muhalif yelpazenin birçok kanadını yok etme, hem halka “sıra bana gelebilir” korkusu sarma, hem de darbe girişimini kendilerinden uzaklaştırarak on yılı hayli aşan ortaklıklarında yaşananları ve bugünleri gizleme işlevi görüyor.
Ama öylesine pervasızlar ki, “insanlığın idealleri uğrundaki savaşları herşeyden üstün tutan”, darbeleri değil devrimi hedefleyen partiye ve üyelerine de el atmaya kalkışıyorlar; gerçeğe tosluyorlar…


İftira üstüne iftira bulunabilir, hukuka binbir takla attırılabilir, yargı mensubuna istenilen şey yaptırılabilir, insanlar kandırılabilir ama efendiler için çalışmayan komünistler bunlara bulaştırılamaz; boyun eğdirilemez.

Yalan, gerçeğin yanından geçemeyeceği gibi “devrimci ahlak”ın da yanına yaklaşamaz.
Sömürücü sınıfın, kendi ahlak anlayışının dayanağı olarak sığındığı hukuk da, devrimci ahlakla baş edemez. “İnsanın insan tarafından sömürülmediği” yaşam için örgütlü mücadeleye kendisini adayanları demir parmaklıklar arkasına atarak, görevleindn uzaklaştırarak çamura bulaştırmaya kalkışmak, ahlakın sınıfsallığı içinde egemen sınıfın çaresizliğinin dışavurumudur ancak. Orada da takılıp kalır.

Devletin ve hukukun, ilkelerden uzaklaşarak serbestleştirilmesi, sermayenin ve siyasal iktidarın krizlerinin ve çaresizliklerinin dışavurumu. Bu serbestleşmede, devlet ve hukuk iki işlevi ihmal etmiyor: sermayeyi besliyor, halka baskı ve şiddet uyguluyor. Ümmetçi olmayanlar onların gözünde potansiyel suçlu…

Polis, devlet olarak gelir kapınızı çalar; elindeki kağıdı hukuk belgesi olarak gösterir; evinizi arar, belgelerinizi ve artık kaçınılmaz alet olan bilgisayarınıza da el koyarak sizi gözaltına alır. Yönetici, gereğini yapar iki satırlık yazıyla görevden uzaklaştırır ya da göreve son verir. Yetmezse, OHAL KHK’leri yetişir. Delilsiz, dayanaksız, haksız şüpheli yaratarak yüklendikçe yüklenirler. Atış serbesttir.

Dönem, darbe girişimine dayalı OHAL’dir ve “keyfiliğin hukuku” çalışır. Bu hukukta “kanunilik ilkesi”, “masumiyet karinesi”, “belirlilik”, “öngörülebilirlik”, “iyiniyet” gibi ilkeler yok. Bu hukukta “usul” yok. Temel ilke “düşman”a karşı hukuksuzluk…

Hemen örgüt bağlantısıyla yaftalanırsınız. İnsanlar da kuşkuyla, ama devletin yaptığını kayıtsız koşulsuz kabulle ve korkuyla bakarlar; “bir şey vardır”, “o da mı öyleymiş”, “daha temizleyemediler”… Sürer gider dedikodu furyası ve keyfilik…

Bu kokuşmuşlukta, mağdurlara da, mağdurların savunmanlarına da yeni mücadele yollarını aramak için önemli görev ve sorumluluk düşüyor. Sürekli hukuksuzluk halinden, aynı düzenin hukukunun yol ve yöntemleriyle sıyrılmak olanaksız.

Devlet hukuksuzluğu oynarken, mağdur, kanunların satırları arasında kıpırdayabilir mi? Hukuk uygulamayı çerçevelendirmesi gerekirken, uygulama keyfi haliyle hukuk oluyorsa “hukukun üstünlüğü” diye sessiz kalınabilir mi?

OHAL’in hukukuna ve uygulamalarına bakıldığında, nesnel koşulları ortadan kalksa da devam edeceğinin emareleri çok fazla. Anayasa değişikliği, yasamanın yerine geçecek cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve yargının araçsallaştırılmasıyla bu devamın rahat sürdürülmesini sağlayacak.
Demokrasi, liberal devlet ve hukuk buluşmasının anayasaya biçtiği rol, sermayeye sınırsız, emekçilere de sınırlı hak ve özgürlük. Rekabetçi piyasa, düzene karşıtlığın sindirilmesi için her yolun denenmesine ses çıkarmaz.

Teslim olunmayacak. Bir yandan hukuksuzluk deşifre edilecek, iplik pazara çıkartılacak; bir yandan hukuk tarihinin ve tarihsel davaların tüm delici, dağıtıcı yöntemleri kullanılacak… Binlerce dava onbinlerce yapılacak, hukuk insanlık için yorumlanacak. Sömürücü ve gerici siyasetin hukuka biçtiği role, emekçilerin ve aydınlanmanın siyasetiyle yanıt verilecek.

Asıl olarak da, sürekli hukuksuzluk halinin, toplumsal ilişkilerden ve siyasetten soyutlanamayacağı görülerek, örgütlü mücadele sürdürülecek. Sürdürülmekle kalınmayacak büyütülecek.
AKP ve teslimiyetçi parlamentonun halkın önüne koyduğu anayasa müsveddesi de başını kaldırmayacak derecede gömülecek.

Süresiz hukuksuzluk halinin, süresiz sömürü haline hizmet edeceğini sananlar hüsrana uğrayacak. 
“Emeğin insanı” olanlar, “emek” için onur savaşı verenler, hukukun da hukuksuzluk halinin de anayasanın da sınıfsal olduğunu bilerek bakacak geleceğe… 

Ali Rıza Aydın / SOL

Şehzade savaşları - ÖZGÜR MUMCU

Sayın Cumhurbaşkanı anayasa değişikliğinin cumhurbaşkanına Meclis’i fesih yetkisi vermediğini ileri sürerek aksinin ispatlanması halinde istifa edeceğini söyledi. “İspatlarsan istifa ederim” siyasetimizde sıklıkla kullanılan ancak hiçbir anlam ifade etmeyen bir kalıptır. Yine de belirtelim. İspat edildi. Zaten ispat edilmesine gerek yoktu çünkü referandumda oya sunulacak madde açıkça fesih yetkisini öngörmekteydi. 
 
Bu sebeple AKP’nin anayasa profesörü Burhan Kuzu da maddeden bahsederken “fesih” diyordu, AKP’nin seçim broşürü de... Dün anayasa hukuku profesörleri Ergün Özbudun ve İbrahim Kaboğlu da, cumhurbaşkanının Meclis seçimlerini yenileme yetkisiyle fesih yetkisinin eşanlamlı olduğunu söyledi. 
 
Aksi zaten düşünülemezdi. Meclis’in kendi iradesi dışında dağıtılarak seçime götürülmesinin dünyanın her lisanında adı fesihtir. 
 
Şimdi Sayın Erdoğan istifa edecek mi? Etmeyecek. Hatta aslında hiç olmaması gereken bu fesih tartışması da belki sürüp gidecek. Sayın Erdoğan’ın bu derin bilgi eksikliğine ya da çarpıtmasına rağmen mesele iktidar medyasında kendisine bir tırnak çakısının ucu kadar yer bulamayacak.
Öyle zira karşımızda siyasi tarihimizin en adaletsiz ve en fazla yalanla yüklü seçim kampanyası var. Malum mesele, tekrar etmeyeyim. Bir parti bir devleti ele geçirdi ve onun bütün imkânlarını kendi çıkarları için propaganda yapmak üzere kullanıyor. Kukla medyası da reisi elini kolunu nereye oynatırsa ona göre dans ediyor. 
 
Benim asıl merak ettiğim bu parti devletinin ve medyasının olur da “evet” çıkarsa ne yapacağı. Tam o da değil. Evet çıkarsa ve seçilen cumhurbaşkanı Allah gecinden versin Hakk’ın rahmetine kavuşursa ne yapacağı?

 
Şimdi değişikliğe göre cumhurbaşkanının kendine sayısız yardımcı atama hakkı var. Ne diyor anayasa paketi: Cumhurbaşkanı makamı herhangi bir şekilde boşalırsa “yenisi seçilene kadar cumhurbaşkanı yardımcısı Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet eder ve cumhurbaşkanına ait yetkileri kullanır.”
 
Birden çok yardımcı atanabiliyor ancak biri vekâlet edebiliyor. Hangisi? 
 
Kırk beş gün içinde yeni cumhurbaşkanının seçilmesi gerekiyor. Peki, bu süre içinde cumhurbaşkanı yetkilerini kullanan yardımcısı OHAL ilan edip seçimleri süresiz ertelerse onu kim engelleyecek?
Şu ya da bu şekilde Cumhurbaşkanlığı makamı boşalmış. Saray’daki bin odada bir hareketlilik. Herkes safını belirlemeye çalışıyor. Kimi bir yardımcıdan yana kimi diğerinden. Haberi geç alan başka bir yardımcı arkasına aldığı destekçileriyle beraber Saray’a doğru atını koşturuyor.
Saray’ın koridorlarında çeşitli cumhurbaşkanı yardımcıları taraftarları arasında çatışma çıktı. Bazı bölümlerde barikatlar kuruldu. Osmanlı, Osmanlı derken aldık mı başımıza dört başı mamur bir şehzade savaşı.
 
Artık damat mı kazanır, oğul mu, emektar eski başbakan mı, zor zaman dostu ihtiyar bozkurt mu, belki de aradan saçı parlak bir yiğit sıyrılır belli mi olur? 
 
İşte ben iktidar medyası o gün ne yapar merak ediyorum. Tek adama boyun eğmek kolaydır da şehzade savaşında taraf tutmak riskli iştir. 
 
Keşke anayasa değişikliğine ecdada yakışır bir şekilde Fatih kanunnamesinden ilgili bölüm de eklenseydi de kafa karışıklığı giderilseydi. 
 
“Ve her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola…” 
 
Belli ki “Hayır”da evetçiler için bile hayır var.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Yeni Rusya’ korku duvarını aşıyor - Nilgün Cerrahoğlu

Rusya’da en son beş yıl önce sokak gösterileri yapılmıştı.Putin, 2000’den beri Medvedev’le dönüşümlü sürdürdüğü devlet başkanlığına 3. kez geri döndüğünde; bu çok bunaltıcı “mezara dek Putin” rejimini protesto eden göstericiler, Moskova sokaklarından çevik kuvvet ekipleri tarafından toplanıyordu.
Putin’in, 2012’deki son “başkanlığa dönüş” törenlerinin TV’lerdeki görüntüleri hâlâ aklımda.
Ekranın bir bölümünde Kremlin’in altın varaklı salonlarındaki kutlamalar, bir bölümünde yollarda polis tarafından sürüklenen göstericiler yer alıyordu.
O günden sonra Putin karşıtlarından haber alınamadı. Çarın “demir yumruğu” altında soluk alamayan muhalifler “pes etmiş” gibiydi...
Bu yüzden birden geçen pazar Rusya’nın dört bir yanında patlak veren gösteriler, dünyada büyük şaşkınlık ve ilgi yarattı.
Moskova’dan Baltık kıyısındaki St. Petersburg’a, Dağıstan’da Mahaçkale’den, Kuzey Kore sınırında Vladivostok’a ve içerde Yekaterinburg’a dek.. dört bucakta on binlerce gösterici, “korku duvarı”nı aşıp yeniden meydanlara indiler.
Bu kez hedefte sistem halini alan “yolsuzluklar” ve “rejimin 2 numaralı ismi” Başbakan Medvedev vardı.
 
Penguen yerine ‘inek’
 
Haber nereden baksanız gülle gibi ağır. Ama ne görelim?
Çar’ın keyfine limon sıkmaktan çekinen Rus medyası, tıpkı bizim Gezi’de olduğu gibi “3 maymun”a sardırmış...
“Moscow Times”ın “Hiçbir kötülüğü duyma, görme ve bildirme!” başlıklı yazısını okurken yabancılık çekmedim:
“Rusya bu pazar, ‘kitlesel gösterilere’ sahne oldu. Ama yalnız rejim medyasını takip ettiyseniz, bundan haberdar olamazdınız!” diyen yazı söyle devam ediyor:
“Moskova’nın merkezi binlerce güvenlik görevlisi tarafından kilitlendi. Yollar ve başkent meydanları slogan atan, polis kamyonetlerine doldurulan insanlarla doluydu. Sadece Moskova’da bin kişi tutuklandı. Ne var ki Rusya’nın devlet güdümlü medyasında bu yurttaş mücadelesi gününe dair tek bir iz bulunmuyordu. TV’lerdeki aktüalite programlarında ‘tık’ yoktu. Polis yüzlerce göstericiyi sürüklerken, ana akım sitelerinde ilk haberlerden biri, ‘ABD’de özgürlüğüne düşkün inek dramatik kovalamacayla polisten kaçtı’ başlığını taşıyordu. Devlet medyasında (yolsuzluk karşıtı!) protestoların ‘neden yapıldığını’ kimse söyleyemiyordu. En büyük iki Rus kanalı, ‘Channel One’ ve ‘Rossiya’ Moskova’da kar yağışını veriyor, odadaki fili görmezden geliyordu...”
Nasıl tanıdık değil mi?
 
Muhalefet lideri farkı
 
Nasıl oluyor da bunca yoğun korku ve sansür ortamında insanlar sokağa dökülüyor?
İki Rusya var. Biri, bizdeki gibi, “güç”e, “güçlü olan” ve “muktedir”e gözü kapalı tapan eski Rusya...
Diğeri, internette serpilen genç, farklı Rusya ve “yeni kamuoyu”...
Yeni kuşaklar ve “yeni kamuoyu” için “mezara dek Putin” perspektifinin sıkıcılığı ve boğuculuğu, korkuya baskın çıkıyor.
15 yaşındaki bir genç bunu şöyle özetliyor:
“Doğduğumda Putin başkandı. Hâlâ o başkan. Gelecek yıl seçim yapılacak. Gene o başkan olacak. Bu tüyler ürpertici bir gelecek! Bir ülkede eğer iktidar el değiştirmiyorsa, o ülkede demokrasi yoktur. Ben korkmuyorum ve bu otoriter rejimin sona ermesi için mücadele ediyorum.”
Genç kuşakları cesaretlendiren ve bir araya getiren tutkal, Aleksey Navalny isimli bir muhalefet liderinin varlığı.



Muhalefeti (internette) örgütleyen Navalny faktörü olmasa, gösterilerin bunca yayılması ve dünyada ses getirmesi imkânsız.
Parlamentodaki resmi, göstermelik muhalefete karşın Navalny; yolsuzlukları sistemli biçimde izleyen bir STK ile örgütleniyor. Bu amaçla internet ve Youtube’u kullanıyor. Pazar günkü gösterileri -misal- Youtube’da 13 milyon Rus’un izlediği ve bunu Navalny tarafından hazırlanan bir yolsuzluk belgeselinin tetiklediği söyleniyor.
Navalny STK’si belgeseli çekebilmek için Medvedev’in gizli malikanelerinin “drone”la havadan görüntülerini bile almış. İddialarını, salt sloganla değil, belgelerle desteklemiş.
“Hukukçu” kökenli muhalif liderin, “kutuplaştırıcı” mevzular yerine sağda ve solda Rusları tepkilerinde birleştiren “yolsuzluğa” odaklanması da, muhalefeti canlandırmasında etken oluyor.
Son olarak Navalny hapisten korkmuyor. Bu pazar yeniden içeri alınan Rus muhalif, gelecek yılın başkanlık seçiminde Putin’e karşı aday olacak!

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Evet’ ile nereye? - ERGİN YILDIZOĞLU

Siyasal İslamın entelektüellerinden Hayrettin Kahraman (Daily Express’e göre, Erdoğan’ın imamı), “Müslümanların Yahudilere, Hıristiyanlara ve diğer din mensuplarına yaşama hakkı tanıdığı gibi ‘Hayır’cılara da bu hakkı tanıyacağını” söylemiş. 
 
Böylece “Hayır”cıları, İslamın karşısındaki dinlerle aynı kategoride gören Kahraman ne tek örnek, ne de kuralı bozan bir istisna. Daha geçen hafta, “kinine dinine sahip gençlik” amacıyla çıkılan yol, “daha akıtılacak çok kanımız var” noktasına gelmemiş miydi? Kinine sahip olanların, kendilerinde birilerine yaşam hakkı tanıma hakkını görenlerin düzeni... Referandumdan “Evet” çıkarsa gidilecek yer işte burası. İdam cezasının geri getirileceğini de düşününce insanın tüyleri ürperiyor. 
 
Nasıl ürpermesin, “bu kin hangi kin, kime yönelik?” sorusu karşımıza, çok geniş bir yelpaze getiriyor. Kemalistler, siyasal İslamın yaşam tarzını (biyopolitiğini), değerler sistemini (hakikat rejimini) benimsemeyenler, ateistler, sosyalistler LGBTQ+ bireyler, Kürt siyasi hareketine ait olanlar ve en genelde erkeğin mutlak egemenliğini kabul etmeyerek kendi bedenlerine sahip çıkmakta ısrar eden kadınlar. Sık sık duyduğumuz “Kılıçdaroğlu Alevi” vurgulaması, listeye Alevileri de ekliyor.
Bu “Hayır” diyecek olan, dolayısıyla toplumun en azından yarısını oluşturan bir çokluktur. Kahraman’ın kimliğinde, toplumun yarısının yaşam hakkı üzerine soru işareti koyan, toplumun en azından yarısına kin duyan bir anlayış var karşımızda. 
 
Siyasal İslamın zirvelerindeki bu ruh halini, kolaylıkla ve kibarca, “aklın istikrarsızlığı” olarak tanımlayabiliriz. Bu ne biçim bir kin ve öfke ki, ağızlarından çıkan sözün mantıkta ne anlama geldiği, pratikte nereye gittiği umurunda değil. Ya da aslında niyet bu!
“Evet”, bizi bu öfkenin mutlak iktidarına götürüyor. 
 
“Aklın istikrarsızlığının” ne kadar yaygın bir patoloji olduğunu gösteren o kadar çok örnek var ki: Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, kendi yadsımasını içinde taşıyan bir önerme üretmeyi başardığının ayırdına varmadan döktürmüş: “Başbakanla Cumhurbaşkanının yetkilerini, tek adamlığa son vermek için birleştiriyoruz. Tek adamlığa son veriyoruz.” İnsan, bu gazetenin okuyucularını düşünerek vurgulamaya bile utanıyor ama olsun: Başbakanla cumhurbaşkanının yetkileri nerde birleşiyor? Tek bir adamda... Sakın Kurtulmuş’un kullandığı dilin, akılcılığı kendine ölçüt alan “laikçilere” yabancı, farklı bir anlamlar sistemi olmasın?
“Evet” bizi işte bu anlamlar sisteminin karanlığına götürüyor.
 
Ülkeyi helak edecekler
 
Murat Yetkin aktardı, bu referandumla amaçlanan başkanlık sistemi bir “güçlü devlet”, “kutup ülke” yaratacakmış. Gördüğünüz gibi aklın istikrarsızlığı devam ediyor. Bir devleti güçlü yapan, iktidardaki kliğin her arzusuna araç olmak değil, güçlü bir ekonomik teknolojik temel, halkının ve dünyanın gözünde güçlü bir meşruiyet, uzun dönemli istikrar beklentisidir. Birileri iktidarda kalabilmek için kendilerini ülke nüfusunun yarısını bastırmak, komşularının içişlerini kurcalamak (Bkz: Ceyda Karan, 29/03) zorunda hissediyorlarsa, “yaşam hakkı tanımayı” konuşuyorlarsa, son derecede kırılgan ve istikrar vaat etmeyen bir devletten söz ediyoruz demektir.
Siyasal İslamın AKP rejiminin “güçlü devlet” arzusunun asla gerçekleşmeyeceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. “Kutup ülke” arzusuna gelince, dünyada bu konuma birinci (ABD ve Çin) ve ikinci (Rusya ve Almanya) dereceden aday olan ülkelerin ekonomik, teknolojik, askeri kapasitelerine, AKP rejiminin elindeki devletin son yıllarda başına gelenlere ve yönetimdekilerin aklına bakmak yeter. Ne “güçlü devlet” ne de “kutup ülke” fantezi olmaktan öteye geçebilecek arzulardır. Ancak bu imkânsız arzuların, ülkeyi ve halkını helak etme olasılığı son derecede yüksektir.
“Evet” bizi hızla bu olasılığa götürecektir.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Önce içindeki FETÖ’cülere bak! - ALİ SİRMEN

Hakan Şükür olayı, “Boynun neden eğri” diye sorulduğunda “Nerem doğru ki” diye yanıtlayan devenin durumuna benziyor. 


Bilindiği gibi, Galatasaray’ın eski yıldız futbolcuları, halen kaçak, Hakan Şükür ve Arif Erdem’in iktidar kanadından gelen yoğun baskı sonucu, kulüpten ihracı konusu geçen pazar yapılan mali kongrede genel kurula getirildi ve oylama sonucunda reddedildi. Ama bu ikisi yine de yönetim kurulu kararıyla ihraç edildiler. 
 
Kanımca, genel kurul kararı doğru, yönetim kurulu kararı yanlıştır. 
 
Hemen belirtmek gerekir ki Hakan Şükür ile Arif Erdem’in Fethullahçı oldukları gerekçesiyle (şimdilerde artık Fethullahçı değil de “hain” deniyor) ihraçlarının reddedilmiş olmasını Fethullah yandaşlığının kulüp içinde destek görmesi olarak kabul etmek büyük bir hata olur. 
 
Olayı genel kurulun, üyelerin dinsel ve siyasal inançlarına karışılmasına, siyasi iktidarın kulübün iç işlerine müdahale edilmesine karşı çıktıkları şeklinde yorumlamak gerçeğe daha uygun düşer.
Hakan Şükür ve Arif Erdem’in militan Fethullahçılıkları bir Galatasaray taraftarı ve kulüp üyesi olarak beni de rahatsız ediyordu. Ama suç oluşturan bir eylemde bulunmadıkları sürece inançlarına karışmaya kimsenin hakkı olmadığını düşünüyordum. 
 
Hâlâ da aynı kanıdayım.

***
Hakan ile Arif hakkında henüz kesinleşmiş bir yargı kararı yoktur. Var olan, bir zamanlar (o sırada da Fethullahçı idiler) onları bağırlarına basan AKP iktidarının henüz yargı kararına bağlanmamış ithamlarıdır.
Hakan ve Arif’in, yurtdışına kaçmış olmalarını da, Türkiye’de bağımsız yargı olmadığı için adaletin tecelli etmeyeceğine inanmalarıyla gerekçelendirilmesi de, son zamanlarda yaşadığımız olaylar ışığında çok da aykırı gelmiyor.
Onların, bir zamanlar adaleti zulme tebdil eden bir cemaatin mensupları olmalarının da adil yargıdan mahrum edilmelerini haklı kılamayacağı da ortadadır.
Bu durumda, Galatasaraylıların Hakan ve Arif için, haklarında kesinleşmiş bir yargı kararı olmadıkça yapılan baskılara direnmeleri doğal ve Galatasaray’a can veren ilkelere uygundu.
Hakan ve Arif’in baş tacı edildikleri sırada, takım içinde yaymaya çalıştıkları cemaatçi yapılanmanın kulübün ilkeleriyle bağdaşmadığı gerekçesiyle, Galatasaray ile yollarını ayırmamış olan kurulların şimdi siyasi iktidarın baskısıyla onları atmalarını haklı görmeye imkân yoktur.
Tıpkı Hakan Şükür’ün FETÖ’nün sembol ismi olduğunu söyleyen Başbakan Yardımcısı Veysi Kaynak’ı çıkışında haklı bulmaya imkân olmadığı gibi.
Evet, Hakan Şükür FETÖ’nün sembol ismiydi. Ama FETÖ’nün sembol ismi olan Hakan, Tayyip Erdoğan tarafından elinden tutulup parlamentoya sokulup milletvekili yapılmış ve AKP’nin de sembol isimlerinden biri haline getirilmişti. 

***
Fethullahçılar ile AKP’lilerin el ele “beraber yürüdük biz bu yollarda...” türküsünü çığırdıkları dönemde muteber kişi olan Hakan Şükür’ün, kâbesini Pennsilvanya’dan Aksaray’a çevirmeyi kabul etmemesinden sonra kendisini elinden tutup milletvekili yapanlar karşısında hain konuma düşmesini anlamak mümkündür, ama aynı nedenle, neden Galatasaray için de hain konumuna düşeceğini anlamaya imkân yoktur.
Hakan ve Arif’in FETÖ’cü oldukları gerekçesiyle Galatasaray’dan ihraç edilmesini isteyen ve kulüp üzerinde büyük bir baskı oluşturan AKP kodamanlarına tok bir sesle şu söylenmelidir:
-Siz önce kendi içinizdeki FETÖ’cüleri temizlemeye bakın!
Gerçekten de yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada FETÖ’cü avına çıkmışolan AKP’nin, kendi içinde tek FETÖ’cü bile bulamamış olması şaşırtıcı olmanın da ötesinde dehşet vericidir.
Bu durumda biri çıkıp, “FETÖ’nün asıl kökü AKP içindedir, ona dokunulmadığı sürece yapıldığı ileri sürülen mücadele palavradır ve FETÖ’cüleri kollamaktan başka bir sonuç vermeyecektir” dese, hazretler acaba buna ne cevap verebilirler?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

29 Mart 2017 Çarşamba

Sistem ne getiriyor? - MEHMET KUZULUGİL

Hiçbir şey getirmiyor. Fiili diktatörlüğe (bir) anayasal çivi (daha) çakıyor. Bir anayasa değişikliği oya sunuluyor ama aslında oylanan bir süredir sallanan ve düşmemekte ısrar eden çürümüş bir rejimin olduğu gibi kalması.
İlginç bir durum.

Aslında anayasa “değişikliğine” evet demek, değişmeye hayır demek anlamına geliyor. Artık yettiği hakkında, “bunun böyle” gitmeyeceği hakkında bir referandumda çıkabilecek herhangi bir çoğunluk oyundan daha yaygın bir ortak kanaat var. Ve referandumdan evet sonucu çıkması “bir süre daha böyle gitmesi”, mevcut siyasal konfigürasyonun çok da yerinden oynamaması yönünde bir sonuç olacak.

Beri yanda biz anayasa “değişikliğine” hayır diyeceğiz. Ve aslında artık bir şeylerin gerçekten değişmesini istediğimiz için bunu yapacağız. Anayasada “değişiklik” önerisi reddedilirse, aslında “artık değişmesi gerekiyor” diyenlerin önerdiği yönde bir sonuç olacak.
Peki hayır cephesi şu sıralar nelerle meşgul?

Anayasa değişikliğinin neler getireceğini anlatmakla!
Etkisiz bir iş mi?
Etkili olsa gerek. Bu kadar akademisyen, hukukçu, siyasetçi, yazar bu işle uğraştığına göre!
Üstelik bunu büsbütün bir kenara koymak da mümkün değil. Sonuçta “neyin oylandığını bilmemek” ayıp oluyor. Kendi adıma söyleyeyim, bu kadar zamandır “Hayır” için söz söyleyen, yazı yazan, söylev çeken birisi olarak, BBC’nin sitesindeki 10 soruluk “kuiz”den 6 doğru cevap çıkardığım için utanmadım değil!
Kendi payıma dersimi çıkardım, “teknik” içeriğini küçümsediğim anayasa değişikliği paketinin tam olarak neler getirdiğini bugün hemen detaylı bir biçimde okuyacağım. Sonra bir taksiye bineceğim ve taksiciyi “evet” demesi durumunda neler geleceğini bilip bilmediği konusunda sorguya çekeceğim. Paketin neler getirdiği konusundaki her yanlışında onu şaşırtacak, “aklını alacağım”.
Tekrar bilgisayar başına oturduğumda ise “bugün evet oyu kullanmaya çoktan karar vermiş bir taksiciyi ‘hayır’a ikna ettim, siz de yapabilirsiniz” açıklamamla sosyal medyayı aydınlatacağım.
İlerleyen günlerde aynı taksiye binmemek için dua etmeyi ihmal etmeyeceğim!
“Abi biz arkadaşlarla konuştuk, sonuçta sizin dediğiniz şeylerin de çok bir önemi yok. Yani adam isterse bacanağını başkan yardımcısı atayacak... Tamam bu bayağı uçuk bir durum. Ama sonuçta ben istikrara bakarım, piyasalara bakarım. Türkiye’yi yıkmak isteyen yabancı güçlere nasıl diş geçireceğimize bakarım.” Vallahi böyle derse kalbim dayanmaz.


Ben taksiciye gerçekten ne söyleyeceğimi söyleyeyim.
15 yılı idare eden dengeler artık yıkıldı. Senin başkan çok kahraman olduğundan, iman gücünden falan değil, Ortadoğu’da Amerika’nın bölge müdürü olma yetkisini kaptığından yürümüş gitmişti. Şimdi her yerde dersini alıp geri kaçıyor.

Peki bunun sonucu ne olacak dersin? Katar’ın, Suud ülkesinin, ıvırın zıvırın akıttığı paralar bitecek.
Dünya senin reise sırtını dönüyor.

Sakın “kahraman adam dünyaya kafa tutuyor” deme. Senin reis dünya arkasında durduğu için bu kadar efelenebiliyordu.
Bak Hollanda’ya... O kadar artistlikten sonra, yaptırıma gücü yetti mi? Avrupa’daki Türkleri kışkırttılar. Şöyle orta halli bir meydana yüz bin Türkü toplayabildiler mi? Şimdi bizimkiler “çifte vatandaşlık kalkarsa ne yaparız” diye titreşiyor.

Senin reis Suriye’ye Çeçenistan’dan, Karadeniz’den topladığı katil çeteleriyle girerken emri Amerika’dan alıyordu. Biraz da abarttı ama bunu bile büyük patronun bu kadarından gizli bir memnuniyet duyacağını bildiği için yaptı.

Şimdi büyük patron başka yollar arıyor. Seninki de “aman Suriye’de beni atıp, Kürtleri bölge müdürü yapacaklar” paniğiyle konuşup duruyor.

Uzun uzun konuşturup yorma beni. Bir yaz daha Arap turist gezdirerek harçlığını çıkarmaya hazırsan yürü devam et. “Kentsel dönüşüm bizim oraya geldi, bizim konduyu müteahhite verip kendime plaka alırım, elin arabasında çalışmam” diyordun ya! Müteahhitler topu atıyor. 100 bin ihtiyaç fazlası daire vardı İstanbul’da şimdi milyonlardan konuşuluyor.

Değişecek arkadaş!

Bu iş böyle gitmeyecek. Çünkü zaten oluru yoktu. Daha doğrusu tek oluru senin tepene binmeleri. Sen karın tokluğuna eşşek gibi çalışmaya razı olduğun sürece gidecek şeyler vardı. Öyle devam etti. Şimdi belki o da yetmiyor.

Maceranın sonuna gelindi. Sen istesen de istemesen de böyle olacak.

Hayır çıkınca silahını kuşanıp, reisini yedirmemeye mi niyetlisin? Ya reisin seni yedirirse!

Evet çıkınca “yürü be reis” mi diyeceksin? Ya reis balkona çıkıp da “ucuz atlattık, şimdi Almanlarla, Amerikalılarla nikah tazelemenin zamanıdır, az duralım” buyurursa.

Bu böyle gitmez. Değişmesi lazım.

* * *
Değişiklik paketi değişmesi kaçınılmaz olanın bir süre daha öyle durmasını "getiriyor".
Peki anayasada değişiklik paketi ile gerçekten tek adam yönetimi geliyor mu?
Onu bana sormayın, bir taksici çevirin ona sorun.

Mehmet Kuzulugil / SOL

Çok Renkli Hayatların HAYIR’ları - TURAN ESER

AKP’nin, insanı mutsuz ve sevgisiz ama dindar ve kindar nesil olarak yetiştirdiği bir dönemde, bir dostum şu anonim şiiri göndermiş;

“Güzeldik biz eskiden, çok eskiden.
Yürekler içiçeyken...
Bir lokma ekmeği bölüşürken...
Acıyı, mutluluğu paylaşırken...
Komşularımızın yanından selamsız sabahsız geçmezken...
Yardımlaşmanın ne demek olduğunun bilincindeyken...
Menfaatsiz, çıkarsız sevgiyi yürekten verirken...
Sevmek, sevilmek ayaklar altına alınmamışken...
Güzeldik biz eskiden, ama çok eskiden...!”


Tek adam rejimi, çıkar, menfaat, çatışma ve ayrışma üzerine kurulu “Yeni Türkiye” masalı ile tüm insani değerleri tek tek yok ettikleri sevgisiz ve donuk bir ülke yarattılar. Şimdi ise finaldeyiz. AKP’nin siyasal kumpas ve hak gasplarını içeren referandumun arifesindeyiz.
HAYIR’lı umutlar insanları diri tutuyor.
HAYIR’lı umutlar aynı zamanda insanları, mutsuzluğa, sevgisizliğe karşı HAYIR’lı bir siyaset kültürüyle tanıştırıyor ve özgürleştiriyor. Bir yol ayrımındayız; Ya tek adam rejimi olan monarşi için mutsuz, sevgisiz ve endişeli ülkeye Evet ya da HAYIR diyeceğiz.
Ya kulluk ve asalaklık ya yurttaşlık ve insanlık!
HAYIR yeni siyasetin, laik ve demokratik cumhuriyetin adıdır. HAYIR ile insanlar kendi geleceği için insani siyaset yapmayı öğreniyor.
İnsanın hayatı, mutluluğu ve geleceği politiktir. Bu insanca yaşam için de gereklidir. Herkesin hayatını, geleceğini önemsemek ve halkı eşit yurttaş kılacak insanca düzeni arzulamak temel bir haktır.
Fakat bu hak talebi kralları, padişahları, sultanları, diktatörleri, sermayeyi ve despotları rahatsız eder.
Çünkü onlar “hep bana Rabbena” sınıfıdır. Kendileri için “han hamam, halk için din iman” isterler. Kendilerine sultanlığı, halka kulluğu layık görürler. Kendi çıkar ve egemenlikleri için halkın hayatlarına, mutluluklarına, birlikteliklerine, kültürellerine, zenginliklerine, paylaşımlarına, sosyal dayanışmalarına ve aşklarına siyasal kumpaslar kurarlar.
İnsanları ayrıştırırlar ve ötekileştirirler. İktidar kumpası ile iş arkadaşından, komşusundan, farklı kültürel kimliklerden tanıdığı dostlarından ayrılmaya ve kutuplaştırmaya maruz kalmak insana acı verir.
Tarih zalimlerin halka çektirdiği bu acı hikayelere, insanların hayatlarına, mutluluklarına ve geleceklerine kurulan siyasal kumpasları ve hak gasplarına tanıklık etmiştir. Tarih bu kumpas ve hak gasplarına karşı boyun eğmeyen ve HAYIR’lı itirazlara da tanıklık etmiştir.
Saraydakiler, mahalledekilerin ve sokaktakilerin hayatlarını, mutluluklarını ve geleceklerini kendilerine feda etmesi ve saraydakilerin mutluluğu için acı çekmesini isterler. Sahte vaatler, rüşvetler, makam mevki sunmak ya da zorun diline başvurarak!
Kişisel ihtiras ile daha fazla güç ve yetki arzulamışlar. Hatta siyasal kumpas ve hak gaspını referanduma bile sunarlar. Bunun için, kutsal davalar üretirler. İdeolojik yalanlar, sahte vaatler, zora başvurarak, kaos yaratarak ya da din ile aldatarak, vatan ve millet hamasetleri kullanırlar.
Siyasal kumpas oylanması ile her konuda söz yetki karar hakkının 80 milyondan alınıp, 1 kişiye devredilmesi talep ederler.
Mutluluk ve Hak Gaspına HAYIR
Halkın tüm kesimleri, AKP’nin referandum ile kurduğu siyasal kumpası ve hak gaspını görmüştür. Tehlikenin farkındadır.
Çünkü EVET, saraylı ve tek adamlı monarşi demektir. HAYIR ise halk iradesine dayalı parlamento, laiklik, hukuk bağımsızlığı ve demokratik cumhuriyettir.
Bu nedenle insanlar, partiler üstü hayati ve insani refleks göstermeyi tercih ederek, hayatları, mutlulukları ve gelecekleri için ve çok kültürlü ve çok siyasetli HAYIR’lı siyaset yapıyor.
Kaos ve Yoksulluk İçin EVET İstiyorlar
İnsanlar demokratik olmayan, siyasal şiddetle kuşatılmış bir OHAL ortamında hayatlarını, geleceklerini, onurlarını ve çocuklarının geleceğini oylayacaklar.
Ekonomik krizin alarm verdiği, dış politikada itibarımızın sıfırlandığı, işsizliğin arttığı, cezaevlerinin milletvekilleri, belediye başkanları, gazeteciler, akademisyenler ve muhaliflerle dolduğu ortamdayız. Onbinlerce kamu çalışanı ve akademisyen işten atılmış.
Böylesi bir ortam da, halkın haklarından feragat etmesi ve tek adam rejimine onay vermesi talep ediliyor. Tekliflerinde, insanlık onuru, adalet, demokratik ve insan hakları hukuku boyutu yok! Bunları yok etmeye yönelik EVET çağrısı var.
Halk uyanıyor. Halk AKP’yi daha net tanımaya ve gerçek yüzünü görmeye başladı. O nedenle HAYIR’cılar, toplumsal kutuplaşmaya ve bölünmeye karşı çok renkli genişliyor. AKP gibi tekçi değiller.
HAYIR’cılar her renkte var. Her düşünceden ve kültürden HAYIR’lı itiraz var. Çok kültürlü, çok dilli, çok siyasetli ve çok inançlı HAYIR’lılar..
Farklı ama ortak kaygıları var. Şu ya da bu siyaset üzerinden değil, insanlar yıllar sonra yeniden kendi hayatlarına, iradelerine ve geleceklerine sahip çıkacak siyasette buluşuyorlar. Tek adam rejimine teslim olmak istemiyorlar.
İnsanlar hayatlarını ve geleceklerini mutlu kılmak, “çok eskiden” olduğu gibi, lokmasını bölüşmek, mutluluğunu ve sevgisini paylaşmak, komşularını selamsız bırakmak istemiyor. Menfaatsiz, çıkarsız siyasetin sevgisini toplumsallaştırmak istiyorlar.
Sadece insana ve ülkesine olan aşk için HAYIR diyorlar....
Unutmayalım; HAYIR’lı aşkların siyaseti kazanacaktır.


Turan Eser / BİRGÜN

Tutuklu hâkimler ve savcılar - ÇİĞDEM TOKER


“Yok. Kendimizi ifade edebileceğimiz hiçbir kanal yok. Daha önce bu konuyu yazdığınız ve tabii ki kadın olduğunuz için sizi arıyorum.”
Telefondaki sesin diksiyonu düzgün. İfadeleri net, kararlı.
Adı bende saklı. Diyelim ki Aysun olsun.
Aysun Hanım, 16 Temmuz’da gözaltına alınan bir yargıcın eşi.
Evet, 16 Temmuz. Darbe girişiminin hemen ertesinde gözaltına alınıp ardından ihraç edilip tutuklanmış ve toplam sayısı 4 bini geçen hâkim ve savcılardan yalnızca birinin.
Nadiren de olsa, ses cılız da çıksa; nadiren ve cılız çıkan o seslerin aktarıldığı mecralar ölümüne kısıtlı olsa da şu soruları duymuş yahut okumuş olabilirsiniz:
“Bir gecede ihraç edilip cezaevine gönderilen yargıç ve savcıların terör örgütü üyesi olduğu darbe gecesi mi anlaşıldı da yasal inceleme-soruşturma olmaksızın alelacele içeri atıldılar?”
“Velev ki terör örgütü üyesiydiler, o zaman neden 16 Temmuz’a kadar beklendi?”
“Yoksa palas pandıras alınan hâkim ve savcılar daha önceden farklı nedenlerle mimlenmişti de 15 Temmuz darbesi bir zemin mi oldu?”

 
***

“Ben eşimin en çok bir haftada geri döneceğinden o kadar emindim ki” diyor Aysun Hanım.
Şaşkınlığının hâlâ geçmediğini söylüyor:
“Biz Cumhuriyet değerlerinin benimsendiği bir ailede yetiştik. Eşimin Cemaatçilikle yan yana anılması olacak şey değil. Tersine, hep tepkiliydi.”
Aysun Hanım, eşinin YARSAV üyesi olması ve HSYK seçimlerinde Yargıda Birlik listesine oy vermediği için “fişlendiği” kanısında. Yalnızca kendi eşinin değil, HSYK seçimlerinden Yargıda Birlik listesine oy vermeyen çok sayıda hâkim ve savcının “FETÖ’cü” diye fişlendiğini, bunun pek çok ortamda konuşulduğunu paylaşıyor. 

‘Çocuğa askerde dedik’
Ağır ceza reisi eşinin, mahkeme önüne çıkmadan dokuz aya yaklaşan tutukluluğun ilk ayı üç hücrede geçmiş. İki çocuklarından büyük olanı ilkokula bu yıl babası cezaevindeyken başlamış.
Kızının okumayı öğrendikçe, askerlik görevinde sandığı babasını -iki ayda birgörünce bu kez durumu anlayabileceğini söylüyor. Cümlesini tamamlayamadan sesi boğuklaşıyor.
Telefonda bir süre karşılıklı susuyoruz.
Aysun Hanım’ın en çok tuhafına giden ise eşi gibi iddianamesi çıkmadığı halde salıverilen bazı hâkim ve savcılar. Haksız yere yatan herkesin tabii ki tahliye edilmesi gerektiğini ama hukuken bunun nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığından yakınıyor.
Durumun HSYK’ye sorulduğunda “onlar itirafçı” yanıtını aldığını ancak itirafçı olmayan yargıçların da salıverildiğini bildiğini söylüyor.
Yaşanan ihlalin gazete ve TV’lerde haber olmayışına inanamıyor.
Ergenekon ve Balyoz davalarının olanca hukuksuzluğuna karşın, mağdur olanların kendilerini bugüne kıyasla daha çok sayıda mecrada ifade edebildiklerini, bunu böyle söylemekten bile üzüntü duyduğunu belirtip ekliyor:
“Bugün Türkiye’de binlerce hâkim ve savcının iddianamesiz yargılanmayı beklediği bilinmiyor bile. Kimsenin haberi yok bundan. Haberi mi yok, yoksa unutuldu mu, ondan da emin değilim.”
Durumun ne kadar süreceğini bilmemenin ıstırap olduğunu vurguluyor.
“Çocuklarımın başında sağlıklı kalmak zorunda olmasam kendi adımı da eşimin adını da verirdim. Lütfen kusura bakmayın” diyor.
Kusur? Ne kusuru.
Ben ona ülkenin bir yerindeki cezaevinde, tutukluluğu dokuzuncu aya yaklaşan eşi için, o da bana Silivri’de iddianamesiz tutuklulukları altıncı aya yaklaşan sevgili arkadaşlarım için en iyi dileklerimizi iletiyoruz. “İyi ki Cumhuriyet gazetesi var” diyor .
Ve “İnşallah hayırlısı olur” diye ekliyor telefonu kapatırken.
Böyle.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET