Dışişleri dinbazlık yapıyor - ALİ SİRMEN

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Strasbourg’da önceki gün yaptığı toplantıda, Türkiye’yi 13 yıl sonra bir kez daha denetlemeye almış bulunuyor. 45 ret ve 12 çekimsere karşılık 145 oyla alınan kararın ertelenmesini bekleyenlerin umutları boşa çıkmıştır. Herhangi bir erteleme kararının çıkmamasının nedeni Haziran 2016’dan bu yana 3 genel kurulda demokratik taleplerinin karşılanması yolunda adım atacağı vaadinde bulunan AKP iktidarının bu doğrultuda hiçbir şey yapmamış olmasıdır.

Parlamenterler Meclisi’nin HDP’li üyeleri Türkiye’nin denetlemeye alınması yönünde oy kullanmışlardır.
Bu davranışın demokrasiden yana saf tutan bir tavır olduğunu kabul etmek gerek.
Çağımızda, kendi ülkesinin iktidarının demokrasi ve insan haklarını çiğneyen icraatlarına, ulusal dayanışma adına sahip çıkmak, yurtseverlik değil, şovenizmdir.
Demokrasilerin ve demokratların, yurtseverlik ile şovenizmin karıştırılmasına tahammülleri olmadığı gibi, HDP’lilerin davranışlarının da ayıplanacak, kınanacak bir yanı yoktur.
Utanması ve kınanması gerekenler, davranışlarıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin politikasını demokrasi ile temel hak ve özgürlükler talepleriyle ters düşürenlerdir. 

***
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye Cumhuriyeti’nde iktidarın dizginlerini ellerinde tutanlardan talebi, OHAL’in mümkün olduğu kadar çabuk kaldırılması, OHAL ile doğrudan ilişkili olmadıkça KHK çıkarılmasına son verilmesi, KHK’ler ile toplu halde kamu görevlerinde işten çıkarılmalara son verilmesi, yargılanmayı bekleyen tüm parlamenterlerin serbest bırakılması, yargılanmayı bekleyen tüm gazetecilerin ve aydınların serbest bırakılması, OHAL Araştırma Komisyonu’nun kurulması ve adil yargının garanti altına alınması, AKPM kararları ve Venedik Komisyonu tavsiyeleri ışığında ifade özgürlüğünü iyileştirecek adımların acilen atılması, referandumun meşruiyeti konusundaki kuşkular giderecek, AKPM ve Venedik Komisyonu standartları doğrultusunda ifade özgürlüğünü iyileştirecek adımların atılması gibi hususları kapsıyor.
Hepsi demokratik ölçütlerin uygulanması anlamını taşıyan bu hususlar, Türk halkının çoğunluğunun da talepleridir aynı zamanda.
Hiçbir demokratik devletin hiçbir organı bu tür taleplere neden karşı çıktığını inandırıcı biçimde açıklayamaz. 

***
Nitekim, Assamblenin kararından sonra Ankara’dan gelen açıklamalar da, taleplere neden karşı olunduğunu belirtmemekte, yalnızca genelde Avrupa’yı, özelde de AKPM’yi suçlamakla yetinmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı açıklamada, kararın tamamen siyasi olduğunu ve tanımadıklarını açıklamıştır.
Avrupa Konseyi, üyelerinin demokrasinin ve hukukun temel ilkelerine sadık olan, bu hususlarda ihlallere göz yummama politikasında birleşmiş olan ülkelerin oluşturduğu bir birliktir, Parlamenterler Meclisi’nin hukukun ve demokrasinin temel ilkelerine uymayanlara göz yummama yönündeki politik kararının neresinin neden eleştirildiğini anlamak mümkün değildir.
Kararın tanınmamasına gelince: AKPM, Anayasa Mahkemesi değildir ki, boynu Beştepe karşısında kıldan ince olsun! AKP iktidarı kararı tanımaz, gereğini yapmaz ise yeni kararlar ve yeni yaptırımlar, 25 Nisan kararlarını izleyecektir.
Dışişleri ise, kararı İslamofobiyi de körükleyen siyasi bir operasyon olarak niteleyerek kınamakta ve ilişkilerin gözden geçirileceği uyarısını da unutmamaktadır.
Bu tavrıyla Dışişleri dinbazlık, yani din bezirgânlığı yapmaktadır. AKPM’nin kararının ve bu karara yönelik müzakerelerin hiçbir yerinde, AKP iktidarının, demokrasi özgürlük ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ölçütlerine aykırı politikaları İslam ile ilişkilendirilmiş değildir ki İslamofobi yapılmış olsun.
Konuyu İslama bağlayan bizzat Dışişleri olduğuna göre, İslamofobiyi kışkırtanın da o olduğu açıkça görülüyor.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

‘Yeni Türkiye’nin isim babası kim? - TAYFUN ATAY

“Yeni Türkiye”, dinbaz iktidarın elinde her kapıyı açan bir “mastır anahtar”.
Kendisine yönelik her doğru itirazı yanlışlayan, her yanlışını “doğrultan”, her haklı eleştiriyi haksızlaştıran, her muhalif sesi susturan bir sihirli değnek.
Hak, hukuk, adalet açısından içine yuvarlanılan çukurlardan hiçbir şey olmamış gibi tekrar yukarıya tırmanma gayreti içinde kullanılan bir merdiven.

Eski mağdurluklardan şimdi mağrurluğa sıçramış, mazlum edebiyatından muktedirlik sanatına geçiş yapmış, zulmetten zulme yol tutmuş olmayı görmeme/göstermeme için bir göz bağı.
“Yeni Türkiye”, insanlıktan sınıfta kalarak sürekli kazanılan bir iktidar yarışının sahte başarı belgesi…

***
“Eski Türkiye” diye kanırta kanırta öcüleştirerek işaret ettikleri askeri vesayet yerine oturtulmuş dini vesayeti “Yeni Türkiye” adı altında bir şirinlik muskası gibi yutturmaya çalışıyorlar.
Peki, hiç düşünüyor musunuz AKP’yle ilişik şekilde kullanılan bu “Yeni Türkiye” tabiri hayatımıza ilk ne zaman ve kim tarafından takdim edilmiş?
Kendi adıma tabirin popülerleşip adeta her ağıza pelesenk olmasının Gezi olayları sonrasında yoğunlaştığını hatırlıyorum.
Onun öncesindeyse kullanımının iktidarla bağlantılı muhafazakâr ya da liberal siyasi-entelektüel çevrelerle sınırlı ve kısıtlı olduğunu düşünüyorum. Bu çerçevede kullanımın önünü ilk açan da sanırım 2010 anayasa referandumu oldu.
2011 genel seçimi ardından (yüzde 50 oyun verdiği özgüvenle) “post-Kemalist” Türkiye ifadesiyle birlikte “Yeni Türkiye” tabiri de AKP içinde ve ona yakın elit-entelektüel, akademik ağızlarda daha çok şakırdatılmaya başlandı.
Fakat bu tabirin çok daha geriye doğru iz sürümünü yaptığımda benim karşıma “bomba” gibi bir veri çıkıyor ki ona dokunmaya korkuyorum! Alimallah, patlarsam yanarsın dercesine bakıyor bana o!..

***
2007 yılında Amerika’da (Washington DC) yayımlanmış bir kitap, “The New Turkish Republic” başlığını taşımakta.
2008’de “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” başlığıyla Türkçe çevirisi yapılıp Timaş Yayınları tarafından basılan bu kitabın yazarı Graham Fuller.
Yani CIA Türkiye masası eski şefi!..
Fuller, alt başlığı “Yükselen Bölgesel Aktör” olan “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında bize bir iktidar koalisyonunun 2002’den itibaren el ele, kol kola, gönül gönüle vererek “paralel” yol tutuşunu ballandıra ballandıra anlatıyor.
Kitabın ağırlık merkezi olan “Türk İslamı’nın Yeniden Yükselişi” başlıklı 6’ncı bölüm, iki ana alt-bölüme ayrılmış. Birinci alt-bölümün başlığı, “Adalet ve Kalkınma Partisi”. İkincininki ise (evet, doğru tahmin!) “Fethullah Gülen Hareketi”.

***
O 6’ncı bölümden rastgele gözümüze takılan satırları okuyalım:
“Ağustos 2001’de kurulan AKP, Türkiye’de bugüne kadar gelmiş İslamcı partiler serisinin açık ara en ılımlı, en profesyonel ve en başarılısı olmuştur. AKP resmen İslam ile kendisi arasında herhangi bir formel bağ kurmaktan uzak durmakta ve sekülarizm veya ‘laisizm’i demokrasi ve özgürlüğün bir ön şartı kabul etmektedir. AKP’nin Avrupa Birliği’ni kucaklaması, AKP platformunun en başarılı ve akıllıca yönlerinden biri olmuştur. Bu politika, partinin ülke içindeki seçmen desteğine ve dışarıdaki imajına büyük oranda katkıda bulunmuştur” (s. 102, 103, 105).
Bir de ikinci alt-bölüme bakalım:
“AKP iktidara geldiğinden ve oldukça ılımlı, pragmatik ve üretken bir siyasal platform benimsediğinden beri Gülen hareketi AKP’ye yönelik eleştirisini büyük ölçüde azaltmıştır. Bunun sonucu olarak, ikisi arasındaki ilişkiler bugün geçmişte olduğundan çok daha iyi durumdadır. Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasi bir tamamlayıcısı olarak AKP’ye katılmıştır” (s. 127, 128).

***
Nereden nereye diyorsunuz değil mi?!
O günden bugüne ne çok şey değişmiş, ters dönmüş, altüst olmuş ve “kanka”lar kanlı-bıçaklı duruma gelmiş, değil mi?..
Değişmeyen bir tek şey var ki o da “Yeni Türkiye” adı…
O adın mucidi bile değişmiş durumda! Gülen takviyeli AKP’yi İslamcılığın liberal-kapitalist, diğer deyişle “ılımlı” sürümü olarak onaylayan Fuller, 2015’e gelindiğinde artık AKP ve Erdoğan’ı İslam ve demokrasi ilişkisi açısından bir hayal kırıklığı olarak niteleme noktasına varacaktır.

***
İşte size bugün bu iktidarın yere göre sığmaz “Yeni Türkiye” tabirinin altyapısı, arka plânı ve doğuş serüveni üzerine bir çerçeve.
Kim, ne zaman, hangi bağlamda, nelerle ve kimlerle ilişkili geliştirip kullanmış, görün…
Ve iç rahatlığıyla, dilinizde bir yanma hissetmeksizin kullanabiliyorsanız, kullanın!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Umut… - ORHAN AYDIN

-Kapanacak bütün kapılar. Oh ne güzel, sen rahat ben rahat. Kimseler koca ülkede ne olup bitiyor bilemeyecek.
-Kolay mı ağabey?
-Kolay tabi. Hem duyunca ne oluyor ki, iki bağırtı çağırtı sonrası dürülüyor ses çıkaranların defterleri. Bak AGİT gözlemcilerine, ‘PKK’ damgası vuruldu, heyetin işi bitti!
-Yok, o komik biraz, kimse inanmadı.
-Nasıl inanmadı. Bütün kanallarda yandaş tüm yorumcular aynı cümleyi kurarak saldırdılar AGİT’e. Gazeteler manşete taşıdı. Herken sen mi, %50 ne güne duruyor?
-Dünya ne diyecek bu duruma?
-Ne derse desin. Umurunda olan mı var. Rest çektiler. En son Adalet Bakanı, ‘YSK kararları hiçbir yargıya taşınamaz, bu iş bitmiştir’ dedi.
-Halk görüyor ama gerçeği, meydanlar boş değil ‘Hayır Kazandı YSK Çaldı’ diye binler yürüyor.
-Buna da bir kulp bulundu. ‘Muhalefet kaybetmeyi sindiremedi, halkı sokağa döküyor, sonuçlarına katlanırlar’ diye açıklamalar yaptılar.
-Hukuksuzluk, insanların düşüncelerini söyleme önüne konulan en büyük engel.
-Yasakçılık. İşlerine gelmeyen her şey yasak. OHAL ve KHK ne güne duruyor? Ne derlerse o. Dışına çıkan ‘terörist’, ‘hain’, ‘kışkırtıcı’ ilan ediliyor. Kim olursan ol yersin damgayı boş bir çuval gibi konursun bir köşeye!
-İnsanları referandum sonuçlarını tanımıyor diye gözaltı yapıyor, tutukluyorlar.
-Bu güne kadar ‘hayır’ çalışması yürütenlerden, 2 bin 462 gözaltına alındı, bunlardan 453 tutuklandı ama halk susmuyor, 23 Nisan günü ülkenin her yerinde protestolar vardı. Bence asıl yanıt 1 Mayıs günü verilecek.
-Bunlar bize faşizm altında yaşamayı öğretmenin peşindeler.
-Hem ülkede hem dünyada itibar sıfırlandıkça baskı denen zulüm yasallaşır. Astığı astık, kestiği kestik, dediği dedik. Yasalara filan, uygulayıcılarına falan gerek yoktur. Mahkemeler göstermelik mesai yaparlar. Önceden verilen kararlar uygulanır. Bir ağızdan çıkan söz emir kabul edilir. Abartı değil, bugün istense sokağa çıkanların tamamı RTE ve YSK’ na hakaretten içeri atılabilirler.
-Yok, o kadar da değil.
-O kadar, yetmedi fazlasını yapabilirler. Emir kulları emri uyguladıkları sürece sorun yok. Karşılarında yalnızlaştırılmış, ötekileştirilmiş, düşman edilmiş örgütsüz milyonlar olduğunu biliyor. Yapamayacağı yok. Onurlu ve erdemli insanların örgütsüzlüğü onun için en büyük avantaj.
-Şimdi şu uyum yasaları süreci başlayacak, hiç gürültü çıkmayacak mı sanıyorlar?
-Susturacaklar, ‘Halkın iradesine karşı çıkmak vatan hainliğidir’ demeye başladılar.
-Tartışmayacaklar yani.
-Tartışmayacaklar, 18 madde dayatmasını tartıştılar mı, hayır. Şimdi işleri daha kolay.
-Önce partinin başına geçecek ardından HSYK meselesi çözülecek gerisi çorap söküğü.
-Evet. Susarsak komite komite örgütlenip direnişi güçlendiremez yavanlaşırsak olacağı bu.
-Geçen gün Direklerarası Seyirci Ödüllerini izledim ağabey, yüreğim coştu.
-Bizim için umut orada işte. Ses çıkaran yaratıcılarda, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, hırsızlığa, talana hayır diyende ve bunun için üretende.
-Gençlik bir umut ışığı, sahne de sokakta, hayatın her alanında.
-Tarihsel bir sorumluluk birden bire geldi ve insanlarımızın yüreklerine, akıllarına yapıştı. Aynı sorumluluğu yeşertecek milyonlara gereksinme var. Örgütlenmiş ve söz birliği etmiş milyonlara.
Baharı çaldılar deyip susmayan, başka mevsimlerinde bahar kadar güzel olduğunu bilen, çocukların gözyaşlarına el sürüp, haramilerden hesap soran milyonlara.
-Umut güzel şey.
-Yaşanmıyor, usta haklı, umutsuz yaşanmıyor.
İş ki umut hep diri kalsın gerisi kolay. Çiçeklenir her mevsim, kış ortasında bahar gelir, şaşarsın.

Orhan Aydın / SOL
oaydinoaydin@gmail.com

Nereye götürür? - EROL MANİSALI

İktidar gücünü ellerinde bulunduranlar, “yaşanan olayların Türkiye’yi (ve kendilerini) götüreceği durumun” ne kadar farkındalar? 

 
Erdoğan ve AKP yönetimi, “İktidarda kalmak için her şey yapılır” uygulamasındalar mı? Hukukun çiğnenmesi, haksız rekabet ortamının planlı bir biçimde yürütülmesi toplumu ve ülkeyi nereye götürecek?
- Kutuplaşmayı sistemli bir biçimde derinleştirmek toplumun (ve ülkenin) bölünmesi sonucunu doğurur.
- Eşitsizlik ve antidemokratik ortam içinde, baskıyla yürütülen halkoylamasından, “toplum yararına bir sonuç” beklenebilir mi?
- BOP’un tam ortasına küresel güçler tarafından mıhlanan Türkiye’nin, içerde de iktidar güçleri tarafından karpuz gibi bölünmesi acaba kimin işine yarıyor? Kısa vadede, zafer kazandığını sanan taraf, “aslında Türkiye’ye kurulmakta olan kumpasın bir parçası” haline gelmiyor mu? Aynen, FETÖ’nün 15 Temmuz kumpasında düştüğü yanlış gibi. 
 
FETÖ kumpasına karşı haklı olarak yürütülen operasyonlar, içerdeki “evet-hayır” bölünmesini ve hukuk dışılığı derinleştirerek sürüyorsa sonuç yine FETÖ’nün arkasındaki üst akla yaramaz mı?
Aynen Trump’ın Suriye füzeleri için, “el sıkışmada olduğu gibi”: Kazanan BOP ve arkasındakiler olur. 
 
Siz de Barzani’nin bayrağını diktirip, “evet” için onunla anlaşmak zorunda bırakılırsınız. Yarın da YPG’yi, bastıra bastıra sizinle masaya oturturlar. 

Demokrasi, iktisat ve siyasal İslam
İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyeti bugünlerde 41. İktisatçılar Haftası’nda demokrasi, iktisat, siyaset ilişkilerini tartışıyor. 41 yıl önceki ilk toplantıda Feridun Ergin, Sevim Görgün, Gülten Kazgan, Yüksel Ülken, Akın İlkin ve bendeniz boy göstermiştik.
Bugün yapılan toplantıda demokrasi, siyaset ve iktisat bağlarının tartışılması ne anlam taşıyor?
Uygulamalar ile akademisyenlerin akılcı ve bilimsel tartışmaları arasında hiçbir bağ kalmamış ise iş bir kurgu filmi halini alıyor ve sadece tarihe düşülmüş bir not olarak kalıyor.
Fiilen yaşamakta olduğumuz uygulamalara bakın: İktisat mantığı ve bilimsellik; dış politikanın akılcılığı ve ulusal çıkarlar penceresinden değerlendirdiğimizde ne görüyoruz? Siyasal İslam aracılığı ile iktidarda her ne pahasına olursa olsun kalmanın ve rejimi değiştirmenin, iktidar tarafından uygulandığı bir ortam. 
 
Anayasa işletilmiyor, Meclis fiilen bertaraf edilmiş: “Güç bizde, elimizde, her istediğimizi yaparız” vaziyeti ile yüz yüzeyiz. Akademisyenlerin toplantılarda ileri sürdükleri fikirlerin uygulamada talebi bulunmuyor. 
 
Demokrasi, hukuk devleti ve toplumsal refah tartışmaları ile üretilen “ürünü” yönetim görmek istemiyor. Adeta, talebi sıfır olan bir hizmet ya da mal gibi tarihe not düşülüyor.
Kansere yakalanmış, yataktaki hastaya Prof. Karatay’ın lahmacun tavsiyesi gibi bir şey. Ama son 40 yılda İktisatçılar Haftası’nda biz neler konuştuk neler: Bir zamanlar söylediklerimizle hükümet uygulamaları arasında bir bağ vardı; Meclisler ve hükümetler çoğunlukla “üretilen hizmeti”, içtenlikle talep ederlerdi, kullanmaya çalışırlardı. Başbakanlarla bu etkinliklerde yüz yüze uygar insanlar gibi tartışırdık, sansürsüz. 
 
Katılımcı demokrasi kısmen de olsa çalışırdı. Ama durum bugün çok farklı. Yönetim, TÜSİAD’dan işçi sendikalarına, Almanya’dan İran’a herkesle kavgalı. Yakınlaştıklarımız Körfez ve Afrikalı garibanlar. 
 
Ama yine de demokrasiyi, akılcılığı, çağdaşlığı, laikliği ve insanlığı savunmayı sürdürmek zorundayız. İktidarı elinde bulunduranlar talep etmeseler bile...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

‘Son laik YÖK Başkanı’ - ALİ SİRMEN

YÖK’ün kurulduğundan bugüne kadar görev yapan 7 başkanından biri olan Prof. Dr. Erdoğan Teziç’i bugün toprağa veriyoruz. 



Galatasaray Lisesi’nden ağabeyim olan Erdoğan Teziç, öğrencilik yıllarımda okulun yenilmez voleybol takımının milli formaya kadar yükselmiş kaptanı idi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilik dönemimde asistan hocam da olan Erdoğan Teziç, daha sonra anayasa kürsüsünde profesör iken Galatasaray Lisesi Müdürlüğü ve Galatasaray Üniversitesi Rektörlüğü yapmış, zaman içinde arkadaşlık dostluk ilişkilerimizin geliştiği bir ağabeyimdi.
Erdoğan Teziç’in son resmi görevi, 2003- 2007 yılları arasında sürdürdüğü YÖK Başkanlığı idi. Ölüm haberinde de Erdoğan Teziç’in son laik YÖK başkanı olduğu vurgulanıyordu. Gerçekten de ülkemizin seçkin anayasa hocalarından olan Erdoğan Teziç, laikliğin, demokrasinin onsuz olmazı olduğunu hep savunmuş, bütün yaşamı boyunca bulunduğu görevlerde olduğu gibi, YÖK Başkanlığı sırasında da konuda çok duyarlılık göstermişti.
Ama kabul etmek gerekir ki ne Erdoğan Teziç’in ne de yine bu konularda herkesçe bilinen duyarlılığı yüzünden AKP iktidarınca, FETÖ’cü kumpas sonucu içeri atılan Kemal Gürüz’ün çabaları, kendi dönemlerinden sonra,YÖK’ün yeniden yükseköğretimden laik ve özgürlükçü kadroların tasfiyesinin aracı kurumu haline gelmesini engelleyebilmiştir. 

***
Teziç ve Gürüz’ün, engellemek için büyük çabalar gösterdikleri bu duruma gelinmesinde tabii ki sorumlulukları yoktur.
Çünkü, üniversitede özgür bilimsel araştırma ve eğitimin temel taşı olan laiklik, 12 Eylül rejiminin armağanı YÖK gibi, siyasi iktidarın vesayet aracı olan bir kurum tarafından korunamaz.
Nitekim korunamamış ve daha Kenan Evren’in bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu görüp, ilk YÖK Başkanı olarak atadığı İhsan Doğramacı zamanından başlayarak, birçok laik öğretim görevlisi tasfiye edilirken laiklik karşıtı kadroların yüksek eğitimde yuvalanmalarının da temeli atılmıştır.
Türkiye’deki tüm kurumlar genelinde olduğu gibi, yükseköğretim özelinde de, laiklik en büyük iki darbeden birini 12 Eylül döneminde yemiştir. Bu dönemde, Erbakan’ın iktidar günlerini aşan baskılar yapılmış, tasfiyeler gerçekleştirilmiştir.
İşin en ilginç yönü de, 12 Eylül’ün baskı yöntemlerinin resmi gerekçelerinin başında ayrılıkçı bölücü terör ve irtica ile mücadele bahanesi bulunmasıydı.
Bu durumda şaşacak bir yön yoktur, demokrasinin hiçbir kurumu demokrasi dışı yöntemlerle, baskıyla, yasakla korunamaz, laiklik de buna dahildir. 

***
Özgür bilim ve öğretimin güvencesi özerk üniversite de, laik eğitim de, ancak demokrasinin denge ve denetim kurumlarının tam olarak işletilmesi ve halkın uyanık siyasal bilincinin bunların bekçiliğini sırtlanmasıyla sağlanabilir.
Bugün vardığımız noktada ise, üniversite içindeki en büyük baskı ve tasfiye kurumu YÖK olmaktan çıkmış, onun yerini bizzat yürütme erki almıştır. Her alanda olduğu gibi burada da AKP iktidarı 12 Eylül yönetimine rahmet okutan uygulamalar içindedir. Artık üniversitelerde tasfiyeler OHAL KHK’leriyle yapılmakta, bu yöntemle atılanların oranının 12 Eylül tasfiyelerinin yirmi katına yükseldiği herkesçe bilinmektedir.
Pazar günü yitirdiğimiz değerli hocamız Erdoğan Teziç, Cumhuriyetçi, laik, özgürlükçü, dürüst, doğru bildiğini çekinmeden söyleyen yiğit bir bilim adamı ve aydındı. Erdoğan Teziç’in vasıflarına sahip kişiler, bugün değil YÖK’ün başına atanmak, herhangi bir üniversitenin kapısının önünden geçmek imkânına bile sahip değillerdir.
Bu duruma çare olabilecek laik demokrasinin güvencesi olan halkın sivil laik bilinci ise, Erdoğan Teziç gibi yürekli bilim adamlarının yorulmak bilmez çabaları ve de vatandaşın AKP iktidarının icraatına tepkisi sayesinde oluşmaktadır.
Ne var ki, bu arada da atı alan Üsküdar’ı geçmektedir...

Ali Sirmen / CUMHURİYET

‘Kutlu Doğum’un Noel’den farkı yok mu diyorlar Hocam? - TAYFUN ATAY

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez yakınmış Kutlu Doğum Haftası’nı bidat olarak nitelendirenler karşısında... 




“Bidat”, kabaca, dine aykırı, uydurma yenilik demek. Ama aslında bir dinin zamana yenik düşmemesi yolunda, değişen hayat içerisinde varlığını sürdürebilmesi için tarihsel olarak karşımıza çıkan kültürel girdilerdir bidatler...
Bidat, elbette sosyolojik çerçevede konuşmak gerekirse, dini zamana karşı ayakta tutan her şeydir.
Bidat avcısı için tarikat dine aykırıdır. Hâlbuki İslâm, Arap Yarımadası dışına Anadolu’ya, Afrika’ya, Orta, Güney ve Güneydoğu Asya’ya yayılıp bir dünya dini haline gelmesini en çok tarikatlere borçludur.
Bidat avcısı için mevlit dine aykırıdır. Hâlbuki mevlit, Müslüman ahalinin dinsel coşkuyu hissetmesinin önünü açan, bir bakıma inanca can katan, bu amaçla üretilmiş bir pratiktir.
Bidat avcısı için mezar, türbe, yatır ziyaretleri dine aykırıdır. Hâlbuki bu ziyaretler, çaresizlik içindeki insana dayanak olan dinin psiko-kültürel işlevini yerine getirdiğini görmemizi sağlayan etkinliklerdir.
Bunları ve buna benzer “bidat” denilen nice pratik ve anlayışı dinden çıkardığınızda geriye halk nezdinde soyut, kuru, cansız, kavranılamaz, uzmanlık isteyen, bu olmadığı için de nüfuz edilmesi çok zor bir “Kitabîlik” kalır.
Bidat avcılığına takıntılı Müslümana “Selefi” denir.
On dördüncü yüzyıl İslâm âlimi İbn Teymiyye’ye kadar izi sürülebilir Selefiliğin (ayrıntıya giremiyoruz, şimdiden köşeden taşma riskine girdik bile!).
Daha yakın tarihsel süreçte ise o, Vahhabilik olarak karşımızdadır.
Vahhabiliğin harcında da Osmanlı nefreti vardır.
Vahhabi için Osmanlı, bir bidat cennetiydi!..
Tarihsel İslâm’ı o an itibarıyla (18’inci yüzyıl) en karakteristik olarak temsil eden Osmanlı’yı dini bozmakla, böylece de Müslümanları geribırakmakla suçladı Vahhabiler.
Osmanlı’nın “bidat dinselliği” karşısında önerileri “öze dönüş”tü. İslâm’ın doğuş dönemine, Kuran’a ve gayet kontrollü ve ihtiyatlı şekilde de Sünnet’e (Peygamber’in söylem ve pratiğine) dönüş...
Bu, İslâmiyet’ten tarihi, tarihten de İslâm’ı çıkarmak demektir.
Sosyo-tarihsel açıdan, olmayacak duaya âmin demektir.
Ama etkili oldu, alıcı buldu, taraftar topladı, kitleselleşti ve hatta (El Kaide, IŞİD örneklerinde olduğu gibi) militanlaştı Selefi-Vahhabilik.
Ve işte, mevlide, kandile, türbeye, tekkeye, tarikate nasıl karşı çıkıyorlarsa Kutlu Doğum Haftası’na da öyle karşı çıkıyorlar.
Kuvvetle muhtemel ki “Kutlu Doğum”u, Hz. İsa’nın doğumuna atfen (evet atfen, çünkü İsa’nın 25 Aralık’ta doğduğuna dair bir bilgi yok) kutlanan Noel’e özenti, esinlenme, öykünme sayıyorlar.
“Kutlu Doğum” bize, Türkiye’ye özgü bir dinî yenilik. Peygamber sevgisinin mevlit, “Salât-ü Selâm”, sünnet namazlar, “Sakal-ı Şerif” ziyareti ile aynı doğrultuda bir yeni aşaması.
Selefi, tabii ki bunu yerden yere vuracak, bidat diyecektir.
Başkan Görmez’i “çok yaralamış” bu ve şöyle konuşturmuş:
“Bu haftanın dinen bidat olarak adlandırılması asla doğru değildir. Resul-i Ekrem Aleyhisselâm’ın hayatını anlatmak, bidat olarak adlandırılamaz. Peygamberimizin bir hafta boyunca dünyanın her tarafında Emin vasfının anlatılmasına hangi akla hizmet ederek bidat denir.”
Sayın Başkan, sen de gayet iyi biliyorsun ki Selefi-meşrep kafalar, tüm bu söylediklerine “Külahıma anlat” diyecektir.
Bu tartışma seni çok yaralıyor, tamam, ama bu Selefileri de memleketin laik/seküler dokusunu tahrip ede ede sizler palazlandırdınız be Başkan!..
Hâlbuki, inan bana, Selefiliğin panzehiri sekülerliktir.
Seküler toplumun bu memlekette ne mevlitle, ne kandillerle, ne Eyüp Sultan’la, ne de “Hırkâ-ı Saâdet”le bir meselesi oldu. Sen de biliyorsun, paylaştı bu sembolleri ve pratikleri kendince, karınca kararınca...
Hâlbuki sen ve kurumun, mesela bir yılbaşı kutlamasını yıllardır çok görmektesiniz bu topluma... Ve senin Kutlu Doğum’una karşı çıkanlarla yılbaşı gecesi Reina’ya saldıranlar aynı kumaştan, onu da gayet iyi biliyorsun!..
O yüzden gel şu “seküler Türkiye”nin gönlünü kazan artık!..
Siz seküler topluma yılbaşını zehir etmezseniz, hiç endişeniz olmasın, seküler toplum da Kutlu Doğum Haftası’na paydaşlık eder.
Ramazana, Kurban’a, oruca, mevlide paydaşlık ettiği gibi...
Yoksa daha çok duyacaksın “Kutlu Doğum bidattir” lâflarını.
Dua et “şirk” (Peygamberi Allah’a eş koşmak) dememişler Kutlu Doğum için...
Ama diyeceklerdir!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Referandum, Erdoğan ve diyalektik dersleri.. - TANER TİMUR

Kimse nereden çıktı bu spekülasyonlar demesin; bu “referandum” topluma Aristo mantığıyla bakan, “Osmanlıyız! Osmanlı kalacağız!” diyen muhafazakâr ideolojinin sosyal dayanaklarını ortaya koydu.
Zaten biliniyordu, bir kez daha kanıtlandı: Cumhurbaşkanı Erdoğan bir diyalektik ustası! Gerçeğin, zıtlaşmalardan ve çelişik tezlerin çatışmasından doğduğunu çok iyi biliyor! Yadsıma, germe, ötekileştirme: son kampanyada bu yöntemlerin hepsi kullanıldı. Oylamanın sonucu hakkında karışan kafaları da, Başkan, yine diyalektik yöntemle aydınlattı: Sağa döndü, tebrikleri kabul etti, “zafer”inde katkısı olanlara şükranlarını sundu; sola döndü, “zafer benim değil, sistemin; ben bir faniyim!” dedi ve böylece “sağ”la “sol”un sentezini gerçekleştirmiş oldu! Aynı bağlamda CNN International muhabirine de sağ veya soldan değil, futboldan geldiğini hatırlatıyor ve “aslolan kazanmaktır; 1-0 ya da 5-0 fark etmez!” diyordu.
Evet, Erdoğan usta bir diyalektisyen; fakat Hegel’in değil de Aristo’nun diyalektiğini kullanıyor! Kuşkusuz okuma ve incelemelere dayanan dürtülerle değil; daha çok, yaşayan Osmanlı değerlerinin güçlü bir taşıyıcısı ve temsilcisi olarak..

•••

Osmanlı medreselerinde Aristo mantığı, Porphyres’in “İsagoge”una dayanılarak, “İzaguci Risalesi” ile öğretiliyordu. Buna göre gerçeğe ancak zıt tezlerin çatışması ile varılabilirdi ve bunu sağlayan ilim dalı da “ilm-i cedel” idi. Böylece Osmanlı müderris ve suhteleri yüzyıllar boyunca aynı temalar etrafında “cedelleşip” durdular. “Münazara”ların bazen kanlı kavgalara dönüştüğü Ortaçağ Batı üniversitelerinde olduğu gibi, Osmanlı medreseleri de  “münazara” ve “cedelleşme”leriyle ünlüydü ve bu uygulamalar bizde Cumhuriyet döneminde de devam etti. Ne var ki “ayniyet” ilkesine dayanan bu yöntem, tarihi evrimi hesaba katmadığı için gerçeklere bir türlü ışık tutamıyor, toplumsal durgunluğun ifadesi oluyordu. Egemen sınıf ve zümrelerin istediği de zaten buydu. “Bir şey, aynı zamanda hem kendisi hem başkası olamaz; her şey kendisinin aynıdır ve aynı kalır!”; kural buydu! Hristiyan ve Müslüman öğretileri Aristo düzenine sadece kutsal bir kılıf geçirmişlerdi.

•••

Oysa Aristo’nun aksine, Hegel, hiçbir şey aynı kalamaz; her şey kendisini değiştirecek öğeleri kendi bünyesinde gizler ve çelişkiler içinde evrilir, diyordu. Tez ve anti-tezin oluşturduğu sentez, her ikisinden de fazla bir şeyler içeriyordu ve Hegel’e göre, tarihi yapan da buydu. Daha sonra Marx ve Engels, Hegel’de tarihin felsefe, felsefenin de tarih olarak sunulduğu “büyük anlatı”yı maddi temellere oturttular.

•••

Kimse nereden çıktı bu spekülasyonlar demesin; bu “referandum” topluma Aristo mantığıyla bakan, “Osmanlıyız! Osmanlı kalacağız!” diyen muhafazakâr ideolojinin sosyal dayanaklarını ortaya koydu. Anketler bu ülkede en muhafazakâr kesimlerin (köy ve beldeler), Türkiye ortalamasının hayli üstünde bir oranla (% 62) “evet” dediklerini gösteriyordu. Buna karşılık ülke çapında yüksek tahsilliler de aynı oranla “hayır” demişlerdi. Toplumun değişimden yana sınıf ve kategorilerinde –özellikle de okumuş orta sınıflarda- “hayır” oranlarının çok daha yüksek olduğu da yadsınamazdı. Büyük burjuvaziye gelince, belli ki onların çoğu da “hayır”cı idiler; fakat bir zamanlar Karaoğlan Ecevit’e kükreyen kuruluşları, bu kez, ürkek ve mültefit, sessizce bekliyordu.

•••

Aslında 16 Nisan’da Anayasa tasarısından çok, Erdoğan oylandı. Ve bilmiyoruz, parti başkanlığını şimdiden üstlenmeye hazırlanan Cumhurbaşkanı, AKP Merkezi’nin bulunduğu Çankaya’da % 80; devleti yönettiği Beştepe’de (Yenimahalle) % 57,5; Huber Köşkü’nün bulunduğu Sarıyer’de % 60; ikamet ettiği Üsküdar’da % 53,3 ve namaz kıldığı Eyüp’te % 51,5 “hayır oyu” çıkması karşısında bir moral çöküntüsü yaşadı mı? Aslında hiç de öyle görünmüyor ve Başkan, “’demokrasi’lerde çareler tükenmez!” diyen Demirel’in izinde, yeni taktik “cedelleşmeler” peşinde olduğu izlenimini veriyor. Ne var ki 2019 seçimleri perspektifinde bu taktik hesaplar ve karşılaşacağımız sürprizler de zihinleri kurcalamaya başladı!

•••

Görünüşe göre, Erdoğan 2019 Başkanlık seçimine, esas itibariyle, Putin’i devreye sokarak Trump’ı ikna etmek; Trump’a dayanarak da AB’yi hizaya getirmek “strateji”si ile hazırlanmak niyetindeydi. Anayasa tasarısının kabulü, erken seçimler ve “mutlak iktidar” da kendisine bu politikanın araçlarını sağlayacaktı. Sisi ile Beyaz Saray’da kurduğu sıcak ilişkilere bakılırsa, Trump’ın da buna bir itirazı olamazdı. Zaten Erdoğan da hazırlığını  yapmış, Mısır diktatörüne karşı suçlamalarına çoktan son vermişti. Oysa beklenen olmadı; 16 Nisan oylaması umulanı vermedi ve ucu ucuna kazanılmış, üstelik şaibeli bir referandum, gücüne güç katmak şöyle dursun, mevcut iktidarını da sarstı. Şimdi bizlere de sorgulamak düşüyor: Bu yeni durumda olasılıklar nelerdir? Erdoğan şu ana kadar kendisine hayli mesafeli davranmış olan Trump ile bir anlaşma sağlayabilecek midir? Bu tabloda İslam’ın tamamen siyasal bir araç olarak kullanıldığı artık her kafaya dank edecek midir?

•••

Bu konularda bir hayli soru işaretleri bulunuyor. Sıralayalım:
1) Trump yönetimi, ilk aylardaki uygulamalarıyla, Ankara’ya, Beştepe’nin devamlı yakındığı Obama’dan bile beklenmeyecek olumsuz sinyaller verdi: 15 Temmuz gecesi Erdoğan aleyhinde bir tweet atmış bir istihbaratçının (Hürriyet, 20 Kasım 2016), CİA Başkanı olarak görüşmeler yapmak üzere Beştepe’ye yollanması; birkaç Arap ülkesinin yanı sıra, terörizme karşı THY’na konan garip kontrol önlemleri; Zarrab kurtarılmaya çalışılırken, Halk Bankası’ndan bir müdür yardımcısının da tutuklanması vb.. Bunlar hiç de hayırlı işaretler değildi.

2) Trump’ın kendisi Erdoğan’a sıcak baksa bile, çalışma ekibi, Erdoğan’a karşı alınacak tavırda ittifak halinde değildi. Referandumdan sonra Erdoğan’ı kutlaması kamuoyunda olumsuz tepkiler doğurmuş ve Beyaz Saray bu kutlamayı muhalif partilerden, STK’lardan, hatta kendi Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen protestolara rağmen yapmıştı. (Independent, 18 Nisan) Uluslararası hukuk profesörü Daniel W. Drezner ise, Washington Post’da (18 Nisan) soğuk savaş sonrası dönemde, Donald Trump’ın dışında hiçbir Başkan’ın böylesine “demokrasiyi kısıtlayan, kusurlu (flawed) bir referandum ertesinde bir müttefikini kutlamayacağını” yazmıştı.

3) Bu koşullarda, 17 Mayıs’ta Washington’da yapılacağı ilan edilen Trump-Erdoğan buluşmasının da Trump’ın arzusundan çok Erdoğan’ın ısrarı ile gündeme geldiği anlaşılıyordu. Nitekim CNN Int muhabirinin bu görüşmeden söz eden Erdoğan’a yönelttiği “Washington sizi davet etti mi?” şeklindeki soru yanıtsız kalmış, bu konuda “dışişleri bakanlıklarının çalışmalarından” söz edilmişti.

•••

Bugün itibariyle durum bu ve mevcut koşullarda görüşmenin ciddi bir düş kırıklığı yaratma olasılığı da hayli güçlü görünüyor. Öyle ki, Trump’la ilkede anlaşsa bile, Erdoğan’ın “Kürtlerden vazgeçin; Rakka’ya beraber girelim” tezini –özellikle Münbiç’te verilen kayıplardan ve referandumda alınan sonuçtan sonra- ne kamuoyuna, ne TSK’ya, ne de siyasal müttefiklerine kabul ettirebilme şansı var görünüyor. Hatta bu yeni “fütuhat” politikasına kendi partisi içinden de itirazlar gelebilir. Böyle bir politika Rusya, Suriye, İran bloğunun düşmanlığını çekeceği gibi, bu nevraljik bölgede, Türkiye ordusunun ABD uçaklarının şemsiyesi altında bu “vekalet savaşı”nı yürütme gücü de sınırlıdır. Nitekim çoktandır gündemde olan bu öneri hakkında Washington merkezli düşünce kuruluşu Atlantic Council’in Türkiye analisti A. Stein, “Türklerin neden bu kadar kendilerine güvendiklerini anlamadığını” yazmıştı. Aynı bağlamda ABD’nin eski Ankara elçilerinden James F. Jeffrey daha da açık olmuş ve “Türkiye bunun için yeterli güce sahip değil” demişti. (NY Times, 11 Şubat 2017). Kaldı ki Trump yönetiminde ağır basan Pentagon sorumluları hiç de Kürtleri satmaya niyetli görünmüyorlar.

•••

Peki bütün bu moral bozucu olasılıkları Erdoğan görmüyor diyebilir miyiz?
Bunu söylemek elbette saflık olur. Türkiye Cumhurbaşkanı, daha çok, reel politikada ülkenin olanaklarını zorlayarak çıkmaza sokmuş ve oyunu artık “imaj politikası” araçlarıyla yürütmeye çalışan bir devlet adamı izlenimi veriyor. Öyle görünüyor ki kendisi için 17 Mayıs’ta Beyaz Saray’da olmak, Trump’la anlaşıp anlaşamamaktan çok daha önemlidir. Bu gibi “büyük oyun kurucu” gösterileriyle hitap ettiği zümrelerin alkışlarını almaya devam edebilir ve “ya ben, ya kaos!” çığlıkları ile iki yıl daha geçebilir. Üstelik “reality show” ustası Trump’ın da bu iş için biçilmiş kaftan olduğu kısa sürede anlaşılmış bulunuyor. Ayrıca Erdoğan’ın Mayıs ayı programının Çin, Rusya, Brüksel ziyaretleriyle yüklü olduğu da ilan edildi. Bunun, Hürriyet’de Hande Fırat’ın yazdığı gibi, gerçekten de “diplomatik atak” mı, yoksa Hürriyet’in yeni bir atağı mı olduğunu zamanla anlayacağız. Çünkü tüm kampanya sırasında “büyük oyun” ve bunu sahneleyecek “diplomatik atak” hakkında ipuçları elde ettiğimizi kimse iddia edemez. Yine de şunu şimdiden söyleyebiliriz: Referandum sonucu bizlere hiçbir şeyin aynı kalmadığını, her şeyin değiştiğini ve bu süreçte Aristo diyalektiğinden çok, tarihi diyalektiğe güvenmemiz gerektiğini ortaya koydu. 2019’a doğru bu kılavuz ışığında yol almaya başladık. Zulmü, yalanı ve her türlü haksızlığı “zıtlayan” bir senteze; hakça, insanca bir düzene doğru!..
Yolumuz açık olsun.

TANER TİMUR / BİRGÜN



Çözüm; Mustafa Kemal olmak! - ARSLAN BULUT

23 Nisan'da, basında, düşünen herkes "egemenlik" kavramı üzerinde durdu; Ertuğrul Özkök'ün Cumhurbaşkanı olan çocuklarla ilgili yazısı güzeldi.
"Egemenlik" evet ama neyin üzerinde egemenlik? Vatan dediğimiz, vatan yaptığımız toprağın üzerindeki egemenlik değil mi?


Fakat farklı bilince sahip siyasi kadrolar, "egemen olmak"tan, halka çoban olmayı anlıyor ve bütün icraatlarını bu çerçevede sürdürüyor! Bu, insanları mal veya köle olarak gören bir yaklaşımdır. İnsan kitlelerini koyun yerine koyanlar işte bu zihniyet sahipleridir. Bu durumu açıklayanları da ahlâksızca "size koyun dedi" diye halka şikâyet ederler.
"Koyun sürüsü" olarak gördükleri halka "itaat et"mekten başka bir çıkış yolu tanımak istemezler. Bu sebeple kendilerinde her türlü hakkı ve hukuku çiğnemek yetkisini görürler. Öyle ya koyunun, çoban karşısında ne söz hakkı olabilir ki? Hele çoban köpeklerine karşı koyun ne yapabilir? Burada tek çözüm halkın boyun eğmemesi, sırtına geçirilmek istenen koyun postunu fırlatıp atması ve gerekirse kurt postuna bürünmesidir!

***
Trabzon'da Meydan Parkı'nda Atatürk Anıtı önünde toplanan bir grup, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı burada kutladı. Etkinlikte konuşan HALK-LİS sözcüsü Berfin Karan, "Atamızın bize emanet ettiği millî egemenliğe, millet olarak sahip çıkamadık. Bir asır önce bütün halka verilen yetkiyi tek adama devrettik. Halkın iradesinin sandıkta çalınmasına izin vermeyeceğiz. Artık Mustafa Kemal'in askeri değiliz, Mustafa Kemal'in askeri olmak bu ülkeyi kurtarmaz. Bundan sonra hepimiz birer Mustafa Kemal'iz" dedi.
İşte bunu kastediyorum. Kurtuluş, ancak Mustafa Kemal olmakla, onun gibi bozkurt olmakla mümkün olabilir.

***
Fakat bütün yurtta olduğu gibi Trabzon'da ve Doğu Karadeniz'de de bütün şehir halkı veya bütün bölge halkı resmen koyun yerine konuluyor! Şu malum "Yeşil Yol Projesi" ormanları katlederek sürdürülüyor. Yaylalara giden köy yolları genişletiliyor. Ortalama dört metre olan yolların genişliği sekiz metreye çıkarılıyor. Köylüler, sekiz metre genişliğindeki yolun, kendi rahatları için yapılmadığını, yaylaların Araplara satıldığını söylüyor ama çaresizlik içinde durumu seyrediyor. İhaleyi alan şirketlerin sahadaki görevlileri köylüye iyi davranmaya çalışıyor. Şu sıralarda bir protesto hareketinin başlaması işlerine gelmiyor. Yine bütün bölgede, kansere sebep olan yüksek gerilim hatları döşenmeye devam ediyor. Bu hatlar için de ormanda ayrı yollar açılıyor. Galiba karşı çıkmak için herkes bir Mustafa Kemal bekliyor. Hayır, bir Mustafa Kemal daha gelmeyecek, ancak herkes Mustafa Kemal olursa o zaman iş değişir. "Devlet bizim sayemizde devlettir" diyen Rizeli Havva Teyze gibi meselâ...

***
Referandumda mühürsüz oyların geçerli sayılması da sonuçta bir egemenlik gaspıdır. Vatan toprakları üzerindeki egemenliğin bir tek kişiye bırakılması zaten egemenlik gaspıdır ama bunu da oyları gasp ederek yaptıkları anlaşılıyor. CHP Gaziantep Milletvekili Akif Ekici, Başbakan Binali Yıldırım'a "YSK tarafından satın alınan 983,5 ton filigranlı kâğıttan kaç adet oy pusulası elde edildiğini, ne kadarının sandık kurullarına teslim edildiğini, sandık kurullarına teslim edilmeyen filigranlı oy pusulası sayısının ne kadar olduğunu ve bunların akıbetini" sordu.
Ekici, ayrıca "450 bin adet tercih mührü satın alındığı halde bazı sandıklara tercih mührü yerine evet mührü gönderilmesinin gerekçesini" sordu?
Bu sorulara cevap verseler bile, sonuç değişmeyecek! Bu sebeple halkın da içinde olacağı çok daha etkili bir kararlılık gerekiyor.

Kaynak: Çözüm; Mustafa Kemal olmak! - Arslan BULUT

Çocuktan aldık kara haberi! - SELCAN TAŞÇI

"Kaç yaşındasın?" diye sordu.
"10" dedi çocuk.
Efkârlandı:
- Daha 8 senen var!

***

Oysa tam istediği kıvamdaydı;
Tam onun kalemine göre yetiştirmiş, yahut "huzura çıkacak diye" tam duymak istediklerini ezberletmişti ailesi...
Referandum sürecinde nice milletvekilinin, danışmanın kurmayı beceremediği cümleyi, öyle coşkuyla, öyle inanmış gözükerek söylemişti ki, "18 yaşında milletvekilliği"ni savunurken:
- Daha erken bile olabilir bence... Fatih Sultan Mehmet'in kaç yaşında tahta çıktığını ve neler yaptığını hepimiz biliyoruz!
- Sayın küçük Cumhurbaşkanı, AK Parti'ye dönmeyi düşünüyor musunuz?
- Niye olmasın...
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, kutlamaları çerçevesinde oradaydı ama atlamadı;
- Hem 23 Nisan'ı, hem de Miraç Kandili'ni kutlarım.
Bundan iyisi Şam'da kayısı!
Seçmeceydi belli.
"Kimden"dir, "kimlerden"dir; merak etti:
- Baban ne iş yapıyor?
- Millî Eğitim Bakanlığı'nda çalışıyor?
- Görevi ne?
- Daire Başkanı!
Demek ki "kadro"dandı...
O andan sonra "çocuğa" dair bütün masumiyetler karardı; "bir çocukluk yapar" beklentisiyle, tebessüm etmeye hazır haldeki bekleyişim sonlandı;
Yapmayacaktı.
Tembihliydi.

***

Derler ya, çocuktan al haberi.
Aldık;
Çocuk bile olsa "devlet katına" çıkabilmek için "onlardan olmak" zorunda!

***

Egemenliğin olmasa kandili nasıl kutlayacaksın acaba
--------
Takvim, kutlamamak için bahaneler aradıkları 23 Nisan ile Miraç Kandili'ni aynı güne denk getirdi ya... "Din ile devlet"i sanki birbirlerinin alternatifi, rakibiymiş gibi karşı karşıya getirmeye çalışan bir güruh, insanları kışkırtmak için elinden geleni ardına koymadı dün.
Çok sevdiğim bir arkadaşımın sosyal medya hesabından verdiği ayarı yeterli görüyor, aynen paylaşıyorum:
"Çoook Müslüman(!) olduğu için Millî Egemenlik Bayramınız yerine inatla sâdece Miraç Kandili'ni kutlamayı mârifet sayan mübarek(!)lere bir hatırlatma;
 Egemenliğiniz olmazsa, kandil de kutlayamazsınız, oruç da tutamaz, namaz da kılamaz, hatta şu nefret ettiğim sakallarınızı da salamazsınız.
Misal mi?
Gidin 1990'a Bulgaristan, Rusya...
Gelin 2017'ye Çin, Arakan...
Değişen hiçbir şey yok!
 Millî Egemenliğin yoksa, yoksun.
Fonksiyonsuz beyninizden öpsünler."

***

Görevini yapıyor
------
Atatürk'ün duvardaki resmine tahammül edemeyen, dilinde ismini nasıl telaffuz etsin!
Atatürk dönemini "zaman kaybı" gören, Atatürk ilkelerinden biri olan laikliğin kaldırılmasını arzuladığını gizlemeyen, alenen ve tekraren ifade eden Kahraman, kendince "kahramanlığını" yapıyor.
Ben ona değil de, Amerikan işgal ordusunun "6. Filo'su" Boğaz'a çıkarma yapabilsin diye "tam bağımsız Türkiye" diyen gençlere saldırıp, kanlarını döken bir kafadan, hâlâ "egemenlik" hassasiyeti bekleyebilenlere şaşırıyorum!
***
Kuyruğunuza basılınca mı aklınıza geldi
------
İktidar yandaşı medyada güya "ötekileştirici, kutuplaştırıcı, hedef gösterici, tetikçi dil"e karşı seferberlik ilan edildi.
Bir grup yazar, artık neredeyse her gün bu "dil"in sembolü haline gelen "tut tut onu da tut"çu kalemşoru eleştiriyor; "FETÖ"yle özdeşleştiriyor.
İktidar yanlısı yazarların bu "yüksek erdemlilik(!)" hareketi, bu defa hedef tahtasına oturtulan kendileri olduğu için olmasaydı, işin içinde "Mavi Marmara"ya kadar uzanan eski defterlerin açılması olmasaydı, feryat edenler yalnıza kuyruğuna basılanlar olmasaydı...
Mesela, bu "tut tut tut'çu" ana akımdan sayısız gazetecinin işten atılması için çağrılar yaparken, patronları tehdit ederken yükselseydi bu "aramızda tetikçi istemiyoruz" sesleri, inanırdık sahiden de arı bir gazetecilik mücadelesi verdiğinize...
Velakin, iş içinde iş varken olmuyor işte...


***
Bir gün, içlerinden biri size yine "millî irade" nutku atmaya kalkarsa, Kemal Kılıçdaroğlu'nun TBMM'de yaptığı 10 dakikalık konuşmayı dinlemeye bile tahammül edemediklerini hatırlayın, hatırlatın mutlaka!

Kaynak: Çocuktan aldık kara haberi! - Selcan TAŞÇI

Tüketme tükensinler! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Geçen haftayı çeşitli mekânlarda; kahvelerde, pazarlarda, terzi atölyelerinde, memleketim insanlarıyla konuşarak geçirdim. Terzi atölyesinde, Karadenizli bir yurttaşla neredeyse boğaz boğaza geldim. Karadenizli yurttaş şöyle diyordu: “Bölgede her çocuk için Tayyip Erdoğan 100 lira veriyor, her engelli yurttaşa bakan kişi 700 lira alıyor, hastaneler bizi adam yerine koyuyor, Tayyip’e oy vermeyeceğiz de kime oy vereceğiz?” Ben bu yardımların Tayyip Erdoğan’ın cebinden değil de bizim vergilerimizden ödendiğini söyleyince amca, hırsla üstüme yürüdü ve şöyle dedi: “Allah hiçbir zaman size iktidar göstermeyecek!” İşte kafam o zaman attı ve gayet sakin, “Sen Allah’la konuşuyor musun” diye sordum. Şaşırdı, “Haşa” dedi. “Öyleyse” dedim, “Allah’ı filan katmadan, kendi adına konuşacaksın!” İşler kızıştı ve çevreden gelenler beni oradan uzaklaştırdı. 


Biraz sakinleşince düşündüm, evet, AKP’nin en büyük başarısı, bir sosyal devletin yapması gereken tüm yardımları, Tayyip Erdoğan yapıyormuş gibi göstermek. Üstelik bütün bu yardımları bizim vergilerimizle yapıyor, çelişki burada. Büyük sermaye bu ülkede iktidarla göbek bağını kesmediği ve sürekli vergi kaçırdığı için bizim meselemiz şimdi mecburen ödediğimiz vergiler dışındaki vergi kaynaklarını kesmek olmalı. 


Bu da topyekûn tüketim boykotuyla yapabileceğimiz bir şey. Başlıyorum: Arkadaşlar yok yumuşatıcı, yok yağ sökücü gibi içinde çok tehlikeli kimyasallarla dolu deterjanları neden evimize sokuyoruz? Bunun adı temizlik, titizlik olmuyor, bunun adı evi kimyasallarla doldurmak oluyor. Öyleyse anadan babadan kalma karbonat, sirke, arapsabunu neyimize yetmiyor. 


Meyvenin, sebzenin bol olduğu ülkemizde, içinde ne olduğu belli olmayan hazır çorbalara, mısır şekeriyle yapılan tatlılara, bebekler için hazır mamalara düşkünlüğümüz neden? Hele de dondurulmuş ürünlere. Bunun adını ben koyayım, üşengeçlik. Arkadaş üşenme, çocuğunun çorbasını, meyve suyunu kendin yap! Analarımızın çok mu vakti vardı, çoğu çalışıp çocuk büyütüyorlardı. Birkaç saat cep telefonlarından uzak durursanız, vakit her şeye yeter! 


Sigara tiryakilerine (kendim de tiryaki olduğum için) özellikle sesleniyorum: Devlet bütçesinin, yani Tayyip’in cebinden çıkmış gibi görünen paranın önemli bir kısmı sigara vergilerinden karşılanıyor. O zaman içinde yüzlerce zehir barındıran hazır sigara içmiyoruz, sigaramızı mis gibi Adıyaman tütünüyle biz sarıyoruz. Ben bir yıldır bunu yapıyorum ve bütçem çok hafifledi.


Gelelim içki meselesine, arkadaş kendi şarabını, kendi rakını, kendi biranı kendin yap! Ayrıca bir mekâna gideceksen tıpkı Batılılar gibi evde yemeğini ye, içkini iç, orada da tek bir içkiyle idare et. Evetçilerin büyük çoğunluğu içki içmediklerini söylüyorlar, eğer bu doğruysa bizim cebimizden epey bir para onların kömürüne, çocuklarına gidiyor. Tabii ki gitsin ama Tayyip verdi deniyor ya, işte burada gıcık oluyorum. Tayyip çıkarıp cebinden versin! 


Gelelim başka ve önemli bir meseleye. Benzin fiyatları ve benzinden alınan vergilere. Arkadaşım karşıya geçerken niye araba kullanıyorsun, neden? Üç dakikalık alışveriş merkezine giderken araba neden? Buradan gençlere çağrım, bisiklete geçin, hem havalı oluyor hem de cebinizde para kalıyor.
Şimdi şu Pınar Süt meselesine gelelim. Belli ki, bir nedenden (çoğunlukla bu vergi borcu oluyor) Pınar sıkışmış durumda, yağ vermeye ihtiyacı var. Tamam o yağ verebilir ama biz lütfen peynirimizi, sütümüzü ve boyamızı seçelim. Bir yığın çok daha iyi süt ve süt ürünleri satan kooperatifler var. Üşenmeyin bulun ve en azından çocuğunuz artık iyi süt içsin. Bir ay dolapta durup bozulmayan yoğurt yerine, üç günde bozulan gerçek yoğurt yiyin. 


Bu arada benim oturduğum yer rantın göbeği ama nedense kimseler yeni yapılan evlerinden, hiç memnun değil. Tuvaletler taşmaya başlamış, eşyalar sığmıyormuş, pencereler açılmıyormuş. Vallahi her duyduğum kötü habere seviniyorum, göbek ata ata güzelim evlerini ancak sosyal konut yapan ama buna rezidans diyen satan müteahhitlere teslim etmişlerdi. Oh olsun! AVM’ler de alışveriş yapmayan ama o havasız mekânlarda çocuk gezdirenlerle dolmuş. Eh Araplar ne kadar karnınızı doyuracak, tüm dünyada ekonomik kriz var, Araplar bundan muaf değildir. Zaten en zenginler Londra ve Amerika’da…. 


Yeni sloganımız: Tüketme, tükensinler!


Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Fırtınadan önce - ORHAN GÖKDEMİR

Siyasal İslam hakkında 100 yıldan fazla zamandır ne söylenmişse çöp oldu. Ortada bir siyasal hareket değil bir ahlaksız organize çete olduğu ortaya çıktı çünkü. Komünizmle Mücadele Dernekleri'nde devlet ile Nakşi-Nurcu tarikatı arasında kurulan illegal koalisyondan beri böyle bu. Kanlı Pazar var geçmişlerinde, sol ve komünizm korkusu var, halk düşmanlığı var, kin var, kan var, cehalet var. Ortaçağ artığı ideolojileri ile devlete kapılandılar. Oradan devletin sopası olmayı başardılar. Zulmün iktidarını kurdular.

Öyle bir hal ki, şimdi dönüp bunlara bakan faşist Kenan Evren’in dönemine rahmet okuyor. DGM’lerde yargılandım birkaç kez. Haklarını teslim edelim, bunların mahkemelerini görünce o mahkemelerin mahkeme olduğunu, hukuka uygun davrandıklarını anladım. Ben siyasal İslamcılardan önce YSK ile ilgili bir tartışma yapıldığını hatırlamıyorum. Oy çalma düşünülmezdi, şimdi vaka-ı adiyeden sayılıyor. 12 Eylül karanlığında bile haksızlığa hukuksuzluğa başkaldıran, boyun eğmeyen yargıçlar, savcılar vardı. Şimdi yok. Bütün okulları bitirdiler, bütün üniversiteleri imam hatibe çevirdiler. Ordunun başına badem bıyık bir tosuncuğu general atadılar ki bakıp bakıp gülüyorum hala. “Şanlı Türk Ordusu” İngilizlere silah teslim ederken bile böyle sefil görünmüyordu. Teslim aldılar ülkeyi. Bakın, görüp görebileceğiniz safi bir ohal’dir. Sopaya dayanarak geldiler, dümdüz, ölçüsüz bir sopaya dönüştüler.

***

Kanıtı ohal koşullarında sopa tehdidi altında yaptığımız referandum. Devleti bir tuhaf AKP militanına dönüştürdüler. Dağ taş “evet”e boyandı. Sadece “evet” mitingleri yapıldı, sadece “evet” pankartları açıldı, sadece “evet” konuştu, sadece “evet” dinlendi. Sonuç: “Evet” kaybetti. Hazırlıklıydılar, gidip çaldılar. “Hayır” önde çıktı ama “evet” kazandı. Hırsızlığı YSK ve AYM onayladı, çünkü onlar da İslamcıların elindeydi. Adlarında adalet var, adaleti sildiler. Adlarında kalkınma var, ülkeyi muz cumhuriyetine çevirdiler. Adlarında parti var, çeteye dönüştüler.

Ama işte deniz bitiyor. Ellerinde kaldı İç Anadolu ve Karadeniz. Onlar da gitti gidiyor!

***

Karadenizliyim, bilirim; Mal varlığı fındık ve çaydan ibarettir. Bu “monokültür” uzun yıllar Karadeniz köylüsünü bir yoksulluk cenderesinde tuttu. Göçtüler ama toprakla bağları da sürüyor hala. Fındık az emek isteyen bir bitki. Neredeyse üzerinde meyve kendi kendine yetişiyor. Köyüne yılda bir ay uğrayan “köylü”ye de gidip o meyveyi yağmalamak düşüyor. Çayda da durum böyle. Bir de AKP ülkeye sıcak para aktığı dönemde köylüyü bir tür maaşa bağlamış çeşitli teşviklerle. Toprağı olana, toprağa uğramasa da uzun vadeli krediler vermiş, borç para dağıtmış. Böylece köylü üzerinde bir tür patronaj mekanizması kurmuş. Bunun karşılığında da oyunu hep kendisine vermesini istiyor. AKP Karadeniz’de bir tür zalim ağa haline gelmiştir. Bölgenin “faşo ağa”sıdır AKP.
Yoksulluk almış başını yürümüş. Nüfusun yarısı artık AKP ile sınırı silikleşmiş devletten yardım alarak geçiniyor. Nevzuhur Karadeniz gericiliğinin kaynağı işte bu tuhaf tepetaklak âlem. Yarı köylülük hâkim bölgede. O yarı köylülüğün üzerinde lümpen dinci bir ruh hali yeşeriyor. İkisi de bayağı bir yozlaşmanın tezahürleri. AKP de aslında bundan ibaret. Yarı köylü, lümpen ve dinci bir parti AKP. Buna “milletin dilinden anlamak” diyorlar!

Bu nevzuhur oluşumun mekâna yansıması ise bir fecaat. Dışarıdan baktığınızda her yer yeşillik, dereler yerli yerinde. Kıyı boyunca uzanan otobandan pek az kıyı şeridi kurtulmuş ama ona bile zamanla alışıyor insan. Yer kazanmak için ha bire denizi doldurup duruyorlar. Denizle bir türlü barışamamış bir halk Karadeniz halkı. Elinden gelse denizi büsbütün dolduracak, yaşadığı yerle bağını kesecek. Çünkü yüz yıl öncesine kadar denize kıyısı olan şehirlerde yaşayanlar göçüp gitmiş. Dağ köylüleri inmiş boşalan yerlere. Eski evleri yıkmışlar, yerlerine bugünkü şehirlere görünümünü veren biçimsiz “lazgotik” binaları yapmışlar.

Denizle barışık değil de doğayla arası iyi mi? Geçerken şöyle bir dönüp o azametli dağlara doğru dikkatlice bakın. Dere yataklarına ve deniz kıyılarına, mühendislik uygulamalarına uymayan müdahaleler, kontrolsüz bir şekilde sürüyor. Doğayı, dere yataklarını, deniz kıyılarını, suları kirletiyorlar. Su fakiri bir bölge Karadeniz sanılanın tersine. Giresun köylerinde yazın yağmurlar kesildi mi içecek suyu zor bulursunuz.  Çöpleri kaldırıp derelere denizlere fırlatıyorlar. Dereler taştı mı Karadenizlinin ayıbını dereler boyu taşıyıp denize serpiştiriyor. O gördüğünüz yeşillikte ormanı yok edip yerine dikilen çay ve fındık bitkilerinin yeşilliği. Koyun üzerine milliyetçilik ve yobazlığı, Karadeniz’deki gericiliğin kaynaklarına ulaşmış olursunuz. Pazar günkü referandumda sadece iki şehirden “hayır” çıktı haliyle. Biri sanayi şehri Zonguldak, diğeri ise ilerici geleneğini her şeye rağmen korumayı başaran Artvin. Başka nasıl olabilir ki?

***

İç Anadolu’nun gericiliğin kökenleri Karadeniz’dekinden daha derin. Bu gericiliği anlamak için Balkan Harbi boyunca Balkanlardan göçüp bu bölgeye yerleşen yığılan kitlelerin ruh hallerini anlamak lazım. Gayrı Müslimlerden kaçıp geldiler. Geldikleri yerlerde de hâkim unsur olarak gayrimüslimleri gördüler. Onları kovaladılar, mallarına, mülklerine el koydular. Müslümanlık onlar için tek ve en belirgin kimlikti. Bütün diğer inançları bir tür düşman olarak algıladılar ve durumları ile ilgili her tartışmayı düşmanca karşıladılar. Selanik’in, Yanya’nın, Manastır’ın Kavala’nın kırsalından kopup geldiler. Geldikleri yerde Selanik’i, Yanya’yı, Manastır’ı, Kavala’yı, çağdaş, modern, laik kentlerin aydınlığını hatırlatan ne varsa düşman oldular. Bu kendi üzerine kapanmış Anadolu gericiliğidir.

Bizim cumhuriyetimiz bir Rumeli ürünüdür. İstanbul’daki gerici ayaklanmayı bastıran hareket Ordusu ile gelmiştir, o kadrolarla inşa edilmiştir. O yüzden Anadolu gericiliği ona bir tepki olarak gelişti ve bu esintiyi taşıyan her harekete düşman oldu. Hala öyle.
Ama denize yaklaştıkça ve kentleşme yolunu açtıkça Anadolu gericiliği için de alan daralıyor. Siyasal İslamcı hareketin en çok destek bulduğu kentler, örnek Kayseri ve Konya, kızlı erkekli öğrencilerin kafelerde yan yana oturduğu modern kentler aslında. Ama sağ siyasi örgütlerle bu kentler arasında da bir patronaj ilişkisi var. Anadolu’nun geleneksel gericiliği çıkar birliği üzerine kurulu modern piyasacı bir gericiliğe dönüşmüş, yerleşmiş. Bu da hızla çözülecektir.

Çaldılar ve iktidar kaldılar. Ancak bu iktidar olma durumunun en “hayır”lı hali siyasal İslamcılığın gerici milliyetçiliği de arkasından sürükleyerek uçuruma yuvarlanmasıdır.
Pazar günkü referandumda oluşan tabloya dönüp bir daha bakın. Ortada gericiliğin kaynağı İç Anadolu var. Yalnız bu kez Eskişehir ve Ankara gibi önemli kentler düştü. Bu bölge Ege, Akdeniz ve Güneydoğu tarafından kuşatıldı. Ama buna karşın Karadeniz’de umulmadık bir müttefik buldu. AKP’yi kalan iç Anadolu ve Karadeniz’dir. İlki çoraktır, ikincisi de çoraklaşmanın en büyük adayıdır. Türkiye büyük bir hızla kentlere yığılıyor. Bir süre sonra sağ siyaset için o bölgeden çıkmanın da imkânı kalmayacaktır.

***

Türkiye’de ilk kez saflar bu kadar netleşiyor. Artık kavga kır ile kent arasında, gericilik ile ilericilik arasında, cehaletle bilgi arasında, karanlıkla aydınlık arasında, zorbalıkla direniş arasında, yobazizmle hoşgörü arasında, ortaçağla çağdaşlık arasında, gaddarlıkla şefkat arasında, aptallıkla akıl arasındadır. Emin olun biz kazanacağız. Tek şartı ve yolu var artık. Örgütleneceğiz. Hep söylüyorum: Ya bir yol bulacağız ya bir yol olacağız! Başka imkânımız var mı?

Orhan Gökdemir / SOL

Beraber yürünen yol, cephe hep değişti... - ŞÜKRAN SONER

Cumhurbaşkanı Erdoğan, evetçiler kampanyalarında, yine en çok yinelenen, katılımcılara söyletilen, sevilen slogan; “beraber yürüdük biz bu yollarda” oldu. Lidere bağlılığın simgesi olarak ne kadar etkili olduğu, bilinçaltına kazınmış algıyı pekiştirdiği kuşku götürmez...


Ancak Lider, AKP iktidarları algısında ne kadar çok benimsendiği, işlevsel, inandırıcı olduğu ne kadar gerçekse, İktidarlarının 14 yılı boyunca gerek izlenmiş ekonomik, sosyal, siyasal çizginin aynı yolun üzerindeki yürüyüş olduğunu söylemek o kadar gerçekdışı...
Algılanamayan daha da çarpıcı gerçeklik ise, Lider, parti üzerindeki sorgulanamaz söz sahibi olma gücü, tek karar verici ağırlığı, AKP hükümetlerinin kesintisiz seçim kazanmış olarak tek başına hükümet kurma, iktidarda kalabilme başarısına, kuşkusuz partili üye, yönetici kadroları, seçmen tabanda aynı yapısal ağırlığın söz konusu olmasına karşın koalisyon iktidarlarında dahi söz konusu edilemeyecek icraatlar çelişkilerinin yaşanmış olması.
Partisine sağ siyasi partilerde dahi bir benzerine kolay tanıklık edilemeyecek kadar egemen, Liderliğin, deyimin tam karşılığı “tek karar ve söz sahibi olduğu” İktidarları yürüyüşlerinde, ister iç, isterse dış siyasetin icraatlarında, nasıl bu kadar çelişkili yol ayırımları, cephe ittifakları, zikzaklar, gelgitler yaşanmış olabilir?
***

Amerika’nın Irak işgali sürecinde Türkiye’den stratejik ortaklık adına koşulsuz topraklarından askeri işgal geçiş desteği dayatmasında, Ecevit koalisyon hükümetinin “hayır” demesiyle başlayan yeni hükümet arayışları günlerini, yaşanan siyasi çalkantıları anımsayalım..
Erbakan’ın Fazilet Partisi, Milli Görüş hareketinin içinden kopan kadrolarla Ak Parti’nin kuruluş günleri... Milliyetçi-mukaddesatçı kimlikli, Batı ittifakı gözünde sağ liberal demokrat, öncelikli Amerikalılar katında “ılımlı İslam, yeni Osmanlıcılık, İslam dünyası için rol model oluşturabilecek, stratejik ortaklık ilan edilecek kadar benimsenme...”
Dün gibi; iktidarlarının ilk aylarında Almanya’da katıldığım bir etkinlikte Milli Görüş’ün yöneticileri ön sıralarda gönüllü dinleyiciler... Siyaseten çok değiştiklerini, hep birlikte Batı, demokrasi cephesi içinde AB üyeliği savaşımında çalışmaktan söz ediyor; “biz çok değiştik” diyerek söze giriyorlardı.
Bugünün en tehlikeli terör örgütü Fethullahçılar, İktidarlarının en güçlü ortağı, AKP hükümetlerinin kamu gücünü ele geçirme stratejilerinde yol gösterici... Öncelikli kamu örgütlenmeleri kadrolaşmalarında sivil darbe nitelikli operasyonlarda başrollerde. Sınav sonuçları çalınarak gerçekleştirilmiş başta yargı, TSK kadrolaşmalarının ayrıntıları, bugünlerde FETÖ terör örgütüne ilişkin operasyonların, tutuklamalar, açılan davaların iddianamelerinde...


***

İslam dünyası, yeni Osmanlıcılık liderliğinde stratejik ortaklık düşleriyle başımıza gelenleri düşünmek bile korkunç bir karabasan... İslam dünyasını karanlık çağlara çeken mezheplerin kanlı çatışmalarının, Ortadoğu bataklığının içine gömülmemenin, bizim içimize bulaşmış, en vahşi terör örgütlenmelerinin sarmalından göreceli çıkış için çırpınıyor, bedel üzerine bedeller ödüyoruz.
Dünyanın en güçlüleri terör karabasanından kurtulma adına, kirli-kanlı savaşın ölümünden kaçan milyonları tüm sorunları ile bizim topraklarımızda, bizim sırtımızda bıraktılar. Göçün yan ürünü İslami terör örgütleri içinde, göçmen sorunlarında bizden hesap sorabilme noktasındalar.
İktidarları iki binli yıllarda beraber yürüdükleri yollarda, iktidar ittifakı içine girdikleri tüm içdış ittifak cepheleriyle önce barışık, sonra düşman çatışmaların yumağında... Dünyada bir benzeri olmayan, adı cumhurbaşkanlığı, içeriği referandum kampanyalarındaki söylemle; “tek adam, tek bayrak, tek devlet” sloganlı rejimin, geçişini tek çıkış yolu görerek, icraatlarının adımlarını atmanın telaşındalar.
Yetmez ama evetli referandumla gelen, seçimli cumhurbaşkanlığının sorumsuz yetkilerini fırsat bilerek halen geçerli laik Cumhuriyet’in hukuk devleti düzeni, güçler ayrılığı ilkelerinin sayısız yaşamsal çiğnenmesi yetmedi...
Cumhurbaşkanlığı rejimine geçişin seçimlerini bekleyemeden, acilen cumhurbaşkanını yaniden parti üyesi, hemen ardından partisi ve hükümet icraatları için tek karar verici yapacak icraatlar için koşturuluyor. 

Neden? 
Bu AKP, hükümet, Meclis, parti yönetim kadroları, seçmenleriyle istenen tek adam rejimine geçebilme riski mi var?

Şükran Soner / CUMHURİYET

Bu iş bitti... - Nilgün Cerrahoğlu

Durumu en net “Times” da çıkan bir karikatür özetliyor: RTE başında kavuk, padişah kılığında tahta çıkmış; bir elinde idam ipi ve bir elinde kılıç; “Bugün demokrasi için büyük gün!” fetvası vererek ekliyor: “Aksini söylemeyi yasadışı ilan ediyorum!
Fransa da yarın, “Le Pen” tehdidi nedeniyle tüm Eski Kıta’yı korkutan ve ilgilendiren stratejik önemde bir cumhurbaşkanlığı seçimi var. Ama Avrupa Fransa’yı konuşmak yerine hâlâ üzerinden neredeyse hafta geçmesine rağmen Türkiye referandumunun artçı şoklarıyla meşgul oluyor.
Türkiye’deki hiçbir oylama Avrupa’da bu denli merak uyandırmadı. Bunun çeşitli nedenleri var. 

Ortadoğu’ya geçiş
Bunlardan ilki, Türkiye de radikal bir rejim değişikliğinin gündem olması. “Times” karikatürüyle de özetlendiği gibi ülkemizdeki kör topal demokrasinin böylelikle sonuna gelindi ve –fiili durumu resmileştiren- ucu görünmeyen bir istibdat dönemine girildi.
Bu değişiklikle Türkiye yarı Avrupa veya Avrupa’nın periferisindeki bir ülke konumundan, klasik Ortadoğu ülkesi konumuna geçiş yaptı. Türkiye’nin siyasi coğrafyasının bariz değişimiyle, Avrupa, kendisini doğrudan bir Ortadoğu ülkesine komşu buldu. Bundan böyle Ortadoğu’daki bir ülkeyle yan yana yaşamanın maliyetlerini keşfedecek.

RTE’nin yeni ‘zindan modeli’
İslam dünyasına bir zamanlar parmakla gösterilen Erdoğan modeli, bu radikal metamorfozun sonucunda şimdiden Avrupa için kâbusa dönüştü.
İtalya’da “Manifesto” gazetesi bu kâbusu, “Erdoğan modeli: Dünyadaki hapisteki gazetecilerin yarısına sahip ülke” sözleriyle tarif ediyor. Bu yepyeni “Erdoğan modeli”nin yanında Çin ve Mısır’ın armut topladığını ekliyor.
Zindan modeli” şeklinde tanımlanan Erdoğan’ın yeni modelinin, içeride (Kürtler), dışarıda Türkiye’nin Ortadoğu’daki liderliğini engelleyen yabancı güçlerce kuşatılmışlığı üzerine inşa edildiğini belirten gazete, “Tehdit altındaki devlet retoriği, tek adama bütün zafiyetleri ezmenin kılıfını veriyor. Aylar, bazıları yıllardır hapiste bulunan 153 gazeteciye karşı kullanılan bir kılıf bu. Kılıfın altındaki gerçek hedef ise ülkede kalan az sayıdaki eleştirel sesleri de susturmak. Bu amaçla kullanılan baş araç zindan. Çok ama çok zindan…
Yazının altında ve hemen üstünde de “yeni model”in kurbanları arasına katılan İtalyan gazeteci Gabriele Del Grande ile Silivri’de baş göz olan Türk-Alman gazeteci Deniz Yücel’in resimleri dikkat çekiyor.

‘Öngörülemez ve güvenilmez’
AB’den tek liderin Erdoğan’ı tebrik etmemesinin nedeni bunlar. Üstelik sonuçlar şaibeli çıkmış. İçte muhalefetin, dışarıdan AGİT gözlemcilerinin meşru bulmadığı sonuçlara ilişkin itirazları “Atı alan Üsküdar’ı geçti”, “Sür eşeği Niğde’ye” diyerek geri çeviren Erdoğan, “oldu bitti”yle üste çıkmaya çalışırken bir taraftan da Avrupa’ya verip veriştirmeyi sürdürüyor.
Öyle ki 23 Nisan için Türkiye’ye gelen yabancı çocuklara bile Avrupa’yı şikâyet etmekten geri kalmıyor. Al Jazeera’ya verdiği söyleşide “Merkel suçluluk psikolojisiyle beni aramadı” diyerek Alman Şansölye’yi çekiştiriyor.
Kampanyada Avrupalı muhataplarına “Haçlı”sından, “Nazi”sine dek her hakareti boca ettiği halde, Sultan pozisyonunda şimdi AB liderlerinden tebrik bekliyor.
16 Nisan’a ilişkin AB’de dumur yaratan diğer etken de, işte bu “öngörülemezlik”.
Öngörülemez Erdoğan’la geleceğimizi nasıl şekillendireceğiz” sorusu ile birlikte “Geri kalan yüzde 49’u görmezden mi geleceğiz? Onları Erdoğan’ın insafına mı terk edeceğiz” soruları, diplomatik çevrelerde irdelenen baş konular arasında geliyor.
Avrupa için geleneksel bağlamda bir istikrar alanı olarak görülen Türkiye artık başlı başına bir büyük “istikrarsızlık bölgesi”ne dönüşmüş durumda.
Economist”, “meşruiyet sorunsalı” ile beraber bu tabloyu “Erdoğan uzun süredir göz koyduğu güçlere ulaştı ama bunun maliyeti ağır olacak” diye özetliyor. Sözü edilen maliyeti, “şimdiye dek olmadığı dek bölünmüş bir ülke” ve iç gerilim ile dışarıda “yalnızlaşma” ile özdeşleştiriyor.

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Vatandaşlık görevi - ÖZGÜR MUMCU

Memleketimiz bırakalım insan haklarına dayalı bir hukuk devleti olmayı, YSK kararından sonra artık bir kanun devleti bile değildir. Şayet bir devlette, kanunun açık hükmü zırva gerekçelerle çiğnenebiliyorsa, o devlette gücü elinde tutan dilediği her şeyi yapabilir demektir. Bundan da keyfi ve dolayısıyla baskıcı bir yönetim haricinde bir şey çıkmaz.



Kanun devleti olmak devletler için ileri bir seviye değildir. Diktatörlükler dahi kanun devleti olabilir. Belki kanunları berbattır ancak onlara uyulur. YSK kararıyla karşı karşıya olduğumuz durum bunun bile gerisinde. Yani mesele Türkiye’nin bir diktatörlük olup olmayacağından da vahim. Kendi kanunlarına uymayan bir devlet, temellerini yitirmiş bir bina gibidir. Adalet mülkün yani devletin temelidir. Biz bırakalım adaleti, kanunun açık hükümlerinin bile temelden çıkarıldığını görüyoruz.
Mühürsüz oy pusulalarının geçersiz olduğu hükmü öyle teferruat diye, bir teknik hukuki mesele diye yabana atılacak bir kural değil. Şekil şartları hukuk devletinin olmazsa olmazıdır. Bir devlette hukuktan bahsedilebilmesi için “şekil keyfiliğin can düşmanı, özgürlüğün ikiz kardeşidir” temel ilkesinin her kararda daimi olarak gözetilmesi şarttır.
Bu “mühürsüz seçim”den sonra tartıştığımız bir kanun maddesinin uygulanmamasının çok ötesinde. Hukuki güvenliği tartışıyoruz. Bilmem kararı alanlar, savunanlar ya da işi uzatmamayı yeğleyenler farkında mı, bu devletin bekası meselesi.
Dünyanın girdiği bu fırtınalı dönemde, sözüm ona devleti güçlendirmek için getirildiği söylenen bu anayasa değişikliğinin geliş biçimi devletin üzerinde bina edildiği hukuk rejimini alaşağı etmiştir.
Bundan böyle seçmenin, YSK’ye ve dolayısıyla seçim güvenliğine inanıp oy vermesi nasıl beklenir?
Bundan böyle bir devlet kurumunun kanunların açık hükümlerini bırakalım uygulamaması doğrudan ihlal etmesi nasıl engellenir?
Hukuki güvenliğin kalmadığı bir ülkede, devleti devlet yapan ana koşul yani vatandaşların can ve mal güvenliğinin sağlanması bile yöneticilerin keyfine kalmış demektir.
Böylesine güvencesiz bırakılan vatandaşların üzerine devlet çatısı çökmek üzeredir. Sağlam kurumları ve hukuk devleti ilkesi olmayan devletlerin nasıl çatırdayıp yıkıldığını Ortadoğu’da izlemekteyiz.
Türkiye, kendi mührüne sahip çıkamayan hatta kendi mührünü tanımayan bir devlet haline getirilmeye çalışılmaktadır. Hem de bunu yapanlar, sorsanız en devletçi geçinen şahıslar.
Kendi hukukunu hiçe sayan bir devleti uluslararası toplumda da hiçe sayarlar. İtibarını yitirmiş ve alt lige düşmüş bir devlet ise her türlü yönlendirmeye, baskıya ve saldırıya açık hale gelir. Hele bunları sadece tek bir kişi üzerinden gerçekleştirme fırsatları varsa.
Devletin bekası için bütün demokratik yollarla bu “mühürsüz” karara karşı çıkmak ve devletin mührünü korumak bir vatandaşlık görevidir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Meferandum!’ - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, “AKP” iktidarı, “çocukmocuk” tekerlemesinde olduğu gibi. “Referandum”u da, “Meferandum”a dönüştürdü.
Bu işleme, sanırım “Hukuk”tan başladılar; bu kavram ilkin “Guguk”a dönüştürüldü, şimdi de “Mukuk”a.
Bunun için, “Hukuk”un temeli olan “Adalet”i, “Madalet” yaptılar; böylece bu kavramın dayanağı “Eşitlik” de oldu mu “Meşitlik”?
“Utanma” mı, “15 yıldır”, “Mutanma” olarak görevde...
“Tesettür”ü de, “Mesettür” yapmadılar mı? 
 
Ne diyordu bu konuda, Suriye’nin ünlü yazarı “Adonis El Akra”: “Mütedeyyin gibi örtün, ama her boyutuyla dünyaya dönük yaşa; bu ‘İslamiyeti bir biçim’ sorununa indirger!”. Böylece bu durum “İslamiyeti” de -ister istemez-“Mislamiyet”e dönüştürmez mi?
Peki, ya “Demokrasi”...
Bu kavram, istenilen durakta inilip binilen “tramvay” ile eşleştirilerek, “Memokrasi”ye dönüştürülmedi mi?
“Demokrasi”nin, tramvaylaştırıldığı ülkede, “Cumhurbaşkanı” yerine “Mumhurbaşkanı” olması gerekmez mi? Daha uygun olmaz mı?
“Yalan dolan” sıradaydı, “2002” yılında yalan; kuyruğu “dolan”dan kurtarılıp iyice “kullanım”a sokuldu...
“M” ile başlayanlara gelince, yalnız “M”leri düşürüldü; böylece, “Millet”in yüzde ellisi oldu “illet”...
Ne var ki, “Maskaralık” direndi; haklı olarak “gerek yok” dedi; o günden bu güne neredeyse, “15 yıldır” görevde...
Böylece yola devam edildi, “Kurumlar” da “Murumlaştı”; son olarak da “16 Nisan” günü “Müksek Meçim Murumu” (MMM) oluşuverdi, dolaysiyle “Başkanı” da, “Maşkan”a dönüştü; “Mühürsüz oylar da geçerlidir!” dedi; üstelik tüm sandıkların oyları henüz daha “sayılıp, teslim” edilmeden. Eh, haklı; “MMM”ye yakışan da bu; ne dersiniz? 
 
İnsan artık bir ülkenin, hele kendi ülkesinin, tam bir “Çadır Tiyatrosu”na dönüşebileceğini değil görmek, “düşünmek” bile istemiyor. 
 
Gerek oylama sırasında, gerek öncesinde yaşananlarla, “TC Devleti”nin, “demokrasi”den en denli uzak olduğu bir kez daha- görüldü, öyle ki, demokrasiyi yalnızca “seçim”den “ibaret” olarak saymanın da gerisine düştüğü, anında, “canlı-canlı” tüm dünyaya sunuldu... 
 
Ve değerli dostlar, dertleşmeyi sürdürelim diyorum; eğer bir insan, “namus ve şerefi” üzerine “yemin” ederek verdiği “söz”ü tutmuyor, göz göre göre çiğniyorsa, o “kişi” ülkesi halkının tümünün oylarıyla seçilse bile, ancak “Mumhurbaskanı” our, “Cumhurbaşkanı” değil. Ne dersiniz?
Ayrıca şuna da değinmek gerek; “Demokrasi”nin, “Aydınlanma Çağı”nın “Akıl Çağı”nın, bir ürünü olduğu bilinir; bu çağda “bilim” artık “kilim (!)” değildir; “din”in de içinde olduğu her konu, “aklın” önderliğinde ele alınmaktadır, öyle ki, bu doğrultuda, el atılmayan alan kalmamıştır.
İşte bir örnek, “1789”lu yıllarının, “Paris Devrimleri” adlı gazetesinden: “Basın özgürlüğü”nü kısıtlayan koşul, kemer kayışı gibidir. İstendiğince sıkılır, istendiğince gevşetilir. Yönetimde kalmak isteyenler bunu hep kullanacaklardır!” (*) 
 
Ve “eğitim”de “dinsel” olmaktan tümüyle çıkarılır; “evrensel ve ulusal” nitelik kazanır...
Ayrıca, “ilkokul” çağındaki çocuklara, “din eğitimi” verilmesinin “uygun olmadığı” kabul edilir...
“Demokrasi”ye, işte böyle geçildi. Kurallara uyulduğu sürece de kesintiye uğramıyor...
Değerli dostlar, alanlarda buluşalım!

 Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
(*) M. Velidedeoğlu, “Ortaçağ’dan Laikliğe Varış”, Cumhuriyet, 3.3.1990.

Bundan sonra… - L. DOĞAN TILIÇ

Referandum sonucunu şaibeli kılan o kadar veri var ki, meşruiyet tartışması hiç bitmeyecek. Şimdi, başta CHP olmak üzere, Hayır için çalışan herkesin ilk yapması gereken oyların hakkını sonuna kadar savunmak. Bu net!


Bu köşede, kampanya boyunca, referandum sonrası yapılması gerekenlere dair düşünce egzersizleri yapıldı: Ana fikri; “Gezi’den ve Hayır kampanyasından öğrenilenler harmanlanarak yeni örgütlenme ve mücadele biçimleri ortaya konabilirse, sonuç ne olursa olsun, kazanılmıştır” olan düşünceler…
Gezi ve Hayır kampanyası; hiçbir siyasi örgütle ilişkisi olmayan ama dayatılana itiraz eden ve herkesin eşit, özgür yurttaşlar olarak bir arada yaşadığı bir Türkiye isteyenlerin öne çıkıp ilk kez eylemli mücadeleye girdikleri konjonktürel “toplumsal hareketler”di.

Bu kesimlerden, ikna edilmesi gereken geniş toplum kesimleri (Evet diyen milyonlarca vatandaş) ile ilişki ve iletişim açısından öğrenilecek çok şey var. “Örgüt” olarak mücadele edenler, kodladıkları “karşı kitle” ile doğal bir etkileşime girmekte, hayatın olağan iletişimini kurmakta zorlanıyor. Muhataplarını “birlikte olunacak” değil “kazanılacak/yenilecek” bir kesim olarak görmenin diline hapsoluyorlar.

Hayır kampanyasında gözlemlediğim, “örgüt” olarak mücadele edenlerle aynı amacı paylaşsalar da onlarla buluşmamış, hatta onlara mesafeli, özellikle kadın ve genç “örgütsüz”lerin Evetçi/AKP’li vatandaşlarla rahat iletişim ve etkileşimleriydi.

Onlar, sandıklara sahip çıkma ve sandık başında birlikte oldukları “Evet/AKP” müşahitleri ile ilişki konusunda da aynı performansı gösterdiler.

Ankara’nın ezici çoğunluğu muhafazakâr/AKP-MHP’li olan bir mahallesinde Hayır gözlemcisi “örgütsüz” iki kadının anlattıklarını aktarırsam kendimi daha net ifade edebileceğim:
“İlk kez müşahit olmanın heyecanıyla sabah 6.30’da yola çıktım… Görevli olduğum üçüncü katta … boynunda kırmızı renkli kimlik kartı askısı taşıyan kirli sakallı otuzlarında bir genç var. … yaklaştım ‘Hangi partiden müşahitsiniz?’ diye sordum. ‘Bu partilerle ilgili bir oylama değil’ dedi. Güldüm, ‘Biliyorum dedim, sadece hangi partiyi temsilen burada olduğunuzu merak ediyorum’ dedim. ‘AK Parti ... Hayırlı olsun ama sonuç evet olsun’ dedi. Gülümsedim, ‘Hayırlı olsun ama sonuç Hayır olsun’ dedim. Hafifçe omzuna dokundum, geri çekilmedi. O da güldü, katta dolaşmaya başladık.”
“Sandık başkanımız bir Hanımefendi, emekli…, CHP’den atanmış. Hayri şoför, AKP’den görevli bir genç, çok saygılı. Bektaş Bey 55 yaşında, uzun yol taşımacılığı yapmış yıllarca... CHP görevlisi gelip sadece ona ve bana öğle yemeği bırakınca, ‘Diğer arkadaşlara bırakmayacaksan bana da bırakma’ dedi. … Daha sonra AKP’nin sandviçleri gelince Hayri de aynı tepkiyi verdi; ‘Hepimize bırakmayacaksan hiç bırakma.’”

“(AKP gözlemcisi) Saliha 35 yaşında başı kapalı bir kadın, 4. sınıfta okuyan bir oğlu var. Seçmen olmadığında güzel bir sohbet var aramızda. Ben çocuklarla çalıştığımı anlattım; Saliha’nın oğlunu davet ettim. Saliha beni işyerine davet etti. … Epey dost olduk, akşam sayımı bitirip çuvalı kapattığımızda el sıkışıp sarıldık vedalaştık. Biz bir grup güzel insan kendi içimizdeki güzelliği çıkarıp, birlikte güzel bir iş yaptık.”

“Sonuca üzüldüm mü? Hayır. Görevini tamamlamış bir insanın huzur ve memnuniyeti ile dolaştım tüm gün. Ve (AKP) düşüşe geçti… Zaman doğru zaman, üçlü eş başkanlıkla çalışacak bir yapılanma, içinde kadın lider mutlaka bulunduran bir yapılanma için doğru bir zaman.”

Toplumsal değişme için;
1) Kitle mobilizasyonunu temel alan barışçıl hareketler,
2) Sıkı örgütsel yapıların uzun soluklu mücadelesi ve
3) Karşı-kültürleri yaşayıp yaşatmak şeklinde birbirlerine mesafeli/tepkili üç temel yaklaşım olduğunu yazmış ve başarının ancak bu üç yaklaşım arasında köprüler kurulabildiğinde geleceğini ileri sürmüştüm.

Bundan sonra; o köprüler kurulabilir ve memleketin Evet diyen milyonlarca iyi insanıyla da iletişime/etkileşime girilebilirse referandumda çok şey kazanan Hayır, çok daha hayırlı gelişmelere kapı aralayabilecektir!

L. DOĞAN TILIÇ   / BİRGÜN

Seçim ekonomisinin faturası: Bugünlerin yarını var - ASLI AYDIN

Referanduma kadar her kesime muazzam ölçüde transfer, teşvik ödemesi yapıldı. Tüm yapılan bu harcamalar gerçekte bir yaraya merhem olmadı ve bundan sonra da olamayacak.


Olağanüstü Hal Koşullarında, referandum süreci boyunca “olağanüstü ekonomi” ye de şahit olduk. Bugüne kadar mali disiplin, bütçe disiplini adı altında yüksek vergi, özelleştirme, kamu sosyal harcamalarının kısıtlanması vb birçok uygulamaya alışmıştık oysa. Bir anda kesenin ağzı sonuna kadar açıldı ve çeşitli kesimlere ‘altın keseler’ dağıtıldı.

Nerelere dağıtılmadı ki, konut kredilerinde faizler yüzde 1’in altına çekildi. Konut kredilerinde vadeler 20 yıla kadar çıktı, satışlarda KDV indirimi uygulandı, 1 milyon dolarlık gayrimenkul alan yabancıya vatandaşlık hakkı getirildi. Damga vergisi oranı sıfırlandı, Hazine’den Kredi Garanti Fonu’na destek artırıldı. KGF vasıtasıyla kredi hacmi artırıldı. KOSGEB öncülüğünde KOBİ’lere verilen kredi olanakları genişletildi, 1 yıl ödemesiz, üçer ay vadelerde ödemeli...

Diğer bir taraftan ‘istihdam hamlesi adı altında’ şirketlerin ilave istihdam edecekleri işçiler için 773 lira tutarındaki prim ve vergi yükümlülükleri devlet tarafından karşılandı. Tarımda gübreye indirim, elektrikli ev aletleri ve beyaz eşyada ÖTV indirimi…

Görüldüğü gibi referanduma kadar her kesime muazzam ölçüde transfer, teşvik ödemesi yapıldı. Ödemelere geçmeden önce tüm yapılan bu harcamaların gerçekte bir yaraya merhem olmadığını ve olamayacağının altını çizelim.

Ekonomi hızla daralıyor. Nasıl ki frenleri patlamış bir aracı yokuş aşağı bırakırsanız, düşüş hızlandığında önüne ne koysanız bu düşüşü durdurmanız artık mümkün olmaz, işte bugün de ona buna para dağıtmanın da pek bir etkisi olmayacağı ortadadır. Veriler de karşımızda üstelik. Hemen referandum sonrasında yüzde 13 olarak açıklanan işsizlik oranı bir yana, geçen sene yüzde 6,1’den bu yıl yüzde 2,9’a gerileyen büyümenin ardındaki daralan sanayi, tarım  ve turizm sektörlerinin hali bir diğer yana. Ülke, gelirlerini ve işgücünü hızla kaybederken, seçim kaygısıyla yaratılan bu para bolluğunun kime ne faydası olur bilinmez ama bütçeden yapılan bu denli harcamanın ağır bir faturası olacağına kesin gözüyle bakmalıyız.

“Seçim bütçesi uygulanmadı” mı!

Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın “hiçbir zaman seçim bütçesi uygulamadık” dediği Ocak-Mart döneminde yüzde 400 transfer artışı yaşandı. Maliye Bakanlığı’nın açıkladığı bütçe gerçekleşmelerine göre, mart ayında bütçe giderleri geçen yıla göre yüzde 25 artarken, örtülü ödenekten sadece 1 ayda 236 milyon lira harcama yapıldığı biliniyor. Bu denli bir harcama rekor sayılabilecek düzeyde. Sadece Ocak-Mart döneminde hanehalkına yapılan transfer ödemeleri 5 kat artış yaşamış görünüyor, yani yaklaşık yüzde 400’lük bir artıştan bahsetmek mümkün.

Peki, bütçe açığı nasıl finanse edilir?

secim-ekonomisinin-faturasi-bugunlerin-yarini-var-275838-1.Bütçe açıkları farklı yollardan finanse edilebilir, bunlardan birisi vergi artışıdır. Diğerleri ise MB aracılığı ile para basmak ve Hazine aracılığı ile borçlanmaktır. Bugünün bütçe açığının finanse edilmesinde, hükümetin hangi yolu tercih edeceği değil tercih edeceği her yolun bugünkü ekonomik şartlarda toplumun bütçesine zarar olarak yansıyacağı önemlidir.

Örneğin vergi artışına giderse, halihazırda büyümeye de olumsuz yansıyan tüketim-talep gerilemesi ortadayken, vergi artışı yoksullaşmayı hızlandıracaktır. Büyümenin Türkiye’nin borçlanmasında, sıcak para çekmesinde de önemli rolü olduğu hesaba katılırsa, vergi artışı rasyonel açıdan tercih edilmemelidir. Diğer bir yandan hükümet MB aracılığı ile para da basma olanağına sahiptir. Fakat basılan her bir para enflasyon olarak karşımıza çıkacaktır. Türkiye’de mevcut enflasyon kaygı verici boyutlardayken (yüzde 11.29) bu seçenek de akıldışı kalmaktadır.
Elimizdeki seçeneklerden kala kala Hazine tarafından tahvil ve bonoların ihracı yoluyla borçlanma kalıyor. Fakat bilindiği üzere yüksek faiz, AKP hükümetinin yürütmekte olduğu konut-gayrimenkul odaklı ekonomiye pek uymuyor. Kaldı ki faiz tüm yatırımlara olumsuz yansıyan bir etmendir. Diğer bir yandan Türkiye ekonomisinin sıcak para bağımlılığı ve reel faizleri aşağı çeken yüksek enflasyon, faizlerin de yukarı revize edilmesine yol vermiş ve bugün yüzde 13’lere tırmanmasıyla sonuçlanmıştır. Hazine kanallı borçlanmanın bu tırmanışı hızlandırmaktan başka bir sonuç vermeyeceği ortadayken, bu seçeneğin de rasyonel olmadığını görebiliyoruz.

Peki hangisini uygulayacağız? Sorun da burada zaten, aklın sınırları içinde uygulayabileceğimiz bir politika aracı kalmamış durumda. Her yol çıkmaza gidiyor.

Aslı Aydın / BİRGÜN


Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...