5 Mayıs 2017 Cuma

Mezhepçi olan Aleviler değil, siyasettir - TURAN ESER

Alevilerin siyasette görünür olması; sağcısını, ulusalcısını, milliyetçisini, muhafazakârını, kimi sosyal demokrat geçinen çevreleri de rahatsız ediyor.

“Alevi’den Genel Başkan olur mu?”, “Alevi’den Vali, Emniyet Müdürü, Müsteşar olur mu?” diye sorulur. Hatta miting alanlarında “Biliyorsunuz kendisi Alevi” diye yuhalatılırsınız.

Bunlar milyonlarca Alevi’yi rahatsız eden mevzulardır.


Alevilere ‘siyasetten çekilin’ önerisini yapan kişi, TGRT’den Aydınlık gazetesine gelen Türk İslam Sentezci Sabahattin Önkibar’dır. Bu şahıs köşesinden “Alevi kökenli Kılıçdaroğlu’nun gidip bütün Türkiye’yi kucaklayacak bir ismin lider olması gerekir” diyerek, Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığını bırakmasını istemiş ve oraya Sünni bir genel başkan davet etmiş.

Bu sadece siyasi bir davet değil; aynı zamanda mezhepçilik, ayrımcılık ve ırkçılık içeren bir davettir. Çünkü bu zihniyete göre 72 millete aynı nazarla bakan Aleviler ve Hacı Bektaşi Veli hoşgörüsü Türkiye’yi kucaklayamazmış.

Soyadı Önkibar ama yazısı Önyargılıdır ve Kibar değildir. Mezhepçilik, ırkçılık ve siyasi hak düşmanlığı kokuyor.

Alevilerin yüzde 97’sinin tek adamlığa ve rejim değişikliğine HAYIR diyen tek toplumsal kesim olmasını hazmedememiş! Alevilerin laiklik ve demokratik cumhuriyet talebini en diri savunan toplumsal kesim olması da rahatsız etmiş.

Tabii ki, tek suçlu Sabahattin Önkibar değil. O, devletin resmi ve mezhepçi müfredatından mezun olmuş, birçok Türk İslam Sentezci yorumculardan biri.

CHP ve Kılıçdaroğlu eleştirilebilir
CHP Genel Başkanı ve CHP politikaları eleştirilmez değil. Ama siyasetçiye ya da siyasi partiye yönelik eleştiriler ancak düşünsel, siyasal ve ideolojik zeminlerde olmalıdır. Eleştiriye kültürel, dinsel ve dilsel kimlik giydirmek kaba bir ilkellik ve ırkçılıktır.
Mezhepçi, ırkçı ve ayrımcı eleştiriler, düşünce ve eleştiri özgürlüğü değil, suç ve hakaret alanına girer.
Alevilerin büyük bir kesimi CHP’ye oy veriyor diye, CHP’nin ‘Alevi partisi’ olduğunu iddia etmek yanlıştır. Ya da CHP içinde ve seçmenleri arasında Alevilerin oranının yüksek olması da, CHP’nin bir Alevi partisi olduğunu göstermez.

CHP öyle değil böyle eleştirilir
CHP’ye yönelik en sert ve haklı eleştiriler yine Alevilerden geliyor. Aleviler CHP’nin laiklik mücadelesindeki ikircikliğini ve ipe un seren tavrını eleştiriyor.

CHP’nin ‘Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması’, ‘zorunlu din eğitimi ve okulların İmam hatipleştirilmesi’ karşısındaki sessizliğini, AKP’nin laiklik karşıtı girişimlerine karşı politikasızlığını eleştirenler yine Aleviler.

CHP’nin, yurttaşlık üzerinden siyaseti doğrudur ama Kürt sorunu, Alevi sorunu üzerine neden siyasal ve demokratik çözüm vizyonuna sahip olmadığını soran, kültürel kimlik haklarına dair neden politika oluşturmuyor diye eleştirenler de Alevilerdir.

Önkibar gibi “Alevi olduğu için partinin başından gitmeli” demek, gayri ahlaki, mezhepçi ve insan hakları hukukunu çiğnemektir.

Bu söylemin devamında Alevilerden ‘Genel Başkan’ olmaz, “Aleviler ülkenin Kunta Kinte’leri olun” ya da olmayan laikliğe ‘sigorta’ ve olmayan demokratik cumhuriyete ‘bekçilik’ çağrısı gelir. Alevilere bekçiliğin ve kapıcılığın, yanı sıra siyasette sadece ‘seçme hakkını’ uygun görür.
Alevilerin siyaset yapma hakkına itirazın tarihi, Emevi zihniyetine dayalı Muaviye dönemine denk düşer. Önkibar gibiler de bunu sürdürmekteler.

Önkibar, Kılıçdaroğlu’nu haksız yere eleştiriyor. Kılıçdaroğlu, bugüne kadar Aleviliğini ifade etmekten uzak duran, Alevilerin sorunlarına ilişkin tek bir çalışma ortaya koymamış Genel Başkan’dır.

CHP Danışmanları, “Aleviliğin siyasette Kılıçdaroğlu’na yük ve engel olacağı” ve “Alevi kimliği CHP’yi marjinalleştirir” gibi mesnetsiz ve hane içi mezhepçilikle, Kılıçdaroğlu’na kendi Aleviliğini gizletmişlerdir. ‘Oy artırma’ analizleri yapan bu danışmanlar, CHP’nin ihtiyacı olan laik ve demokratik siyaset dili yerine, Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin söylemini uhrevileştirdiler. Eğer CHP’de bir “mezhepçilik” aranacaksa bunları görecek göz, duyacak kulak isterim.

Utanılması gereken Alevilik değildir!
Alevilik utanılacak bir kimlik değildir. Aleviler kimseye ‘Alevi kimliği’ ile siyaset yapın çağrısı yapmıyor. Ama Kılıçdaroğlu da dahil, hiçbir siyasetçinin, siyasal İslamcı mahallenin mezhepçi baskılarına boyun eğip, inancından ve dilinden utanıp çekinmesi de gerekmiyor.

Aksine gerektiği zaman göğüslerini gererek kimliğini ifade etmelidir.

Alevilik; kimliğini ifade etmekten utanacak, sıkılacak bir durum ya da siyasal kayıp ya da kazanç hesaplarının istismar konusu haline gelmişse, o ülkede adalet, vicdan, insanlık, demokrasi, çoğulculuk, Hacı Bektaş Veli hoşgörüsü ve Pir Sultan Abdal cesareti firar etmiş demektir.

Alevilik utanılacak bir şey değil, Alevilerin kalplerinde taşıdığı kimliktir. Alevilere “kimliğinizi gizleyin” diye fetva veren siyasal ulemalar ve köşe yazarları utansın!

Turan Eser / BİRGÜN

4 Mayıs 2017 Perşembe

Daha pis oyunun kokusu dağılmadı, başkanlık yarışına dahil oldular - İLKER BELEK

Derler ya kurbanın kanı kurumadı henüz. O misal ve Baykal Gül’ü başkan olarak önerebiliyor.
Normaldir. 2002 yılında Erdoğan’ın önünü açmıştı. Sonra cumhurbaşkanı adayı olarak Ekmeleddin’i keşfettiler. Şimdi de Gül’lü formül.
Hesap aynı: Sağ seçmeni cezbederek sağı frenlemek. Olmaz. Bu hesapla atılan her adım CHP’nin AKP’ye benzemesine ve CHP tabanının daha da umutsuzlaşmasına yol açıyor.
Ama zaten istenen de budur. Biriken muhalif enerjinin düzen dışına yönelmesini engellemek. Baykal’ın önerisini CHP’nin benimseyip benimsemeyeceğinin; CHP’nin Gül’ü değil de bir başkasını aday olarak önerip önermeyeceğinin, Gül’ün ne diyeceğinin hiçbir önemi yok. Aslolan zihinlerin düzen içine hapsedilmesidir.

*****

Nitekim hemen sonrasında, Baykal’ın Kılıçdaroğlu’nu başkan, yanına da Akşener ile Ahmet Türk’ü yardımcı olarak önerdiği haberi geldi. Fark etmez. Gül formülüyle uyumludur. 7 Haziran seçim sürecinde de aynı taktik ortalıktaydı. AKP durdurulacak, içinde diğerlerinin de yer alacağı bir koalisyona zorlanacak ya da diğerleri bir koalisyon kuracaktı.
O zaman matematiksel olarak bile imkansız olduğunu çok söylemiştik. Şimdi de durum aynı. Buralardan AKP karşısına dikilecek herhangi bir kuvvet oluşturulamaz.

******

Nedeni AKP dışında kalanların değişik kriterler üzerinden tamamen AKP’ye benzemiş ya da muhtaç halde olmalarıdır.
Akşener’in ideolojik ve siyasi olarak ne farkı var ? CHP buna benzer işlerle AKP’nin yanında olduğunu kanıtlamadı mı ? HDP federasyon işini yalnızca Erdoğan’ın halledebileceğine inanmıyor mu ?
Maksat laf olsun. Muhalifler, huzursuzlar, “hayır” diyenler oyalansın.

*****

Muhalefetin bu tutumu Türkiye kapitalizminin çaresizliğinin göstergesidir. Türkiye’nin sorunları bu düzende çözülemez nitelikte olduğu için düzen muhalefeti AKP’den farklı düşünememekte, AKP’nin düzenin tepesinde kalmasına yardımcı olmaktadır.
AKP’nin en büyük avantajı, karşısında ne istediğini bilmeyen bir “cephe”nin yer alması. Bu cephe AKP’nin kendi tabanını konsolide etmesine yardımcı oluyor.
Hegemonya krizi yaşayan emperyalist aktörlerin, tüm rahatsızlıklarına karşın Erdoğan’la iş yapmak durumunda kalmaları da buna bağlı.

*****

Bütün bu nedenlerle referandum sürecinde “hayır” demenin yetmeyeceğini, “hayır”ın düzen dışı bir perspektife çekilmesinin yaşamsal önemde olduğunu söylemiştik.
Çünkü “hayır"la yetinmek, referandum sonrasında, sonuç ne yönde tecelli etmiş olursa olsun, düzen kuvvetlerinin “hayır”ı istedikleri yönde istismar etmelerine zemin sunmuş olacaktı yalnızca.
Çok zaman geçmeyecek, Akşener’in kuracağı partinin AKP’yi durdurmak için ne kadar işe yarar olabileceği konusundaki yorumlar da CHP içinde taraftar bulacak.
Önümüzdeki iki yıl boyunca referandumdaki şaibeyi akıllarına bile getirmeden, başkanın kim olması gerektiği konusuyla meşgul etmeye çalışacaklar AKP’nin boyun eğdiremediği kitleleri. Sanki Erdoğan dışındakiler dinin siyasetteki ve toplumsal yaşamdaki tahakkümünü azaltmak için bir şeyler yapacaklarmış gibi. Sanki Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren ve Türkiye üzerinde de planları aşikar emperyalizm karşısında onurlu bir duruş sergileyebileceklermiş gibi. Sanki AKP düzeninin bir dönemki temsilcisi Gül değilmiş gibi.

*****

Türkiye’nin hiçbir sorunu kapitalist düzende çözülemez.
Seçim olayının asgari demokrasi standardını sağlamak bakımından işlevsizleşmiş olduğu apaçık ortada.
AKP’nin sandıkta, seçimde geriletilemeyeceği de 16 Nisan akşamı gün gibi anlaşılmış oldu.
Toplumun bu üç gerçeği dikkate alarak hazırlık yapması gerekiyor.
Nasıl bir toplumsallık istiyoruz ? Tez elden karar verilmesi gereken konu bu. Erdoğan’a diğerlerine destek sunarak karşı olmak yalnızca Erdoğan’ı güçlendiriyor. Toplumsal olaylar tek bir adam üzerinden tartışılabilir mi ?
Eşitlik diyorsak düzen dışına çıkacağız. Başkanlık tartışmalarından bir an önce kopacağız. Farklı bir kulvar belirleyeceğiz. “Hayır” dediysek, bunun gereği olarak farklı bir düzeni talep edeceğiz. Başkanlık için kullandığımız “hayır”ın, başkanlığı meşrulaştırmak için kullanılmasına izin vermemenin tek yolu bu.
Eğer başkanlık imam hatipleştirilen okulumuz, işyerlerine sokulan yandaş sendika, öğretim üyelerinin üniversitelerden atılması, gazetelerin kapatılması, tutuklamalar, Suriye’nin işgali, cihatçıların desteklenmesi, bombalı katliamlar, dışarıdan girecek dövizsiz dönmeyen ekonomi çarkları, bağımlılık, tarım kotaları, vb ise o zaman referandumdaki “hayır”ımızı, bütün bunlara karşı bir perspektifle hem pratik hem de siyasi olarak örgütlemek zorundayız.
Gerçekçiliğin anlamı çözüm için savaşmaktır. Erdoğan’ı durdurma planının gerçekçilikle hiçbir ilişkisi bulunmuyor.
Zorunluluk, düzen aktörlerinden acil kopuş, bağımsız sosyalist hattın güçlendirilmesi.

İlker Belek / SOL

Bir başka Kartallı Kazım - ALİ SİRMEN

Toplumların tarihlerinin en karanlık sayfaları zulüm dönemlerinde yazılır, en şanlı direniş destanları da.



12 Eylül döneminde, Kenan Evren ve benzerleri, tarihimizin karanlık ve utanç verici sayfalarını yazarlarken 1 Mayıs günü aramızdan ayrılan Ahmet İsvan da tıpkı daha önce yitirdiğimiz yiğit eşi Cumhuriyet Reha İsvan gibi, toplumun göğsünü kabartan, direniş destanını dokuyordu.
Bu güzel insanlar, Rahşan ve Bülent Ecevit ile birlikte okudukları Robert College’de tanışmışlar, birbirlerini anlayan, tamamlayan toplum için de yararlı kıldıkları yaşamlarını, ölüm onları ayırana kadar birlikte uyum içinde sürdürmüşlerdi.
Robert College’den sonra ABD’de tarım okuyan Ahmet İsvan siyasete haksızlık olarak gördüğü CHP’nin mallarına el konmasına tepki olarak atıldı. Ondan önce, kavgadan önce Kartal’da bahçıvan olan Kartallı Kazım misali Yalova’da meyve üretirdi.
1973’te CHP’nin çiçeği burnunda genel başkanı sınıf arkadaşı Bülent Ecevit’in ısrarı üzerine yıllardır üyesi olduğu CHP’den İstanbul Belediye Başkanı oldu ve bu görevi 1977’ye kadar sürdürdü. 

***
İşbitirici popülist belediyecilik anlayışının parti ayrımı yapmaksızın, Türkiye’ye egemen olmasının topluma kent etiği estetiği, kültürü, kazanımları, tarihi değerleri açısından neler kaybettirdiğini bilenler, Ahmet İsvan’ın merkezi iktidarın bütün görev süresi boyunca gırtlağını sıktığı, ne öldürüp ne yaşattığı, Türkiye’nin bu dünya ölçeğindeki metropolünü her türlü gelirden yoksun bıraktığı dönemdeki yine de örnek belediyecilik anlayışını hep dikkatle izlediler, her an takdirle andılar.
Gelir kaynakları cılız olan milyonluk metropolün belediyesini partizanlık nedeniyle soluksuz bırakmaya ahdetmiş olan Süleyman Demirel, İstanbul Belediyesi’ne merkezi bütçeden verilmesi gereken kaynakları vermiyor. Ama kamuoyunun daha fazla tepkisini çekmemek amacıyla da, yalnızca personel maaşlarını ödemeye yetecek kadar kaynak aktarmayı da ihmal etmiyordu.
Ahmet İsvan’ın bu durum karşısında şöyle yakındığını kulaklarımla duydum:
- Bari personel giderlerini karşılayacak kaynağı da aktarmasalar da, her şey gün yüzüne çıksa.
Böyle bir ortamda, Ahmet İsvan’ın görev döneminde kentine birbiri ardından kazandırdığı eserlerle anılan bir belediye başkanı olması beklenemezdi.
Ne yazık ki, içinde bulunduğu koşulları ve belediyecilik anlayışını kavramakta bizzat partisi yetersiz kaldı. Daha sonra demokrasi mücadelesinde SHP’de Erdal İnönü’nün yanında görecek olduğumuz, Ahmet İsvan bir daha belediye başkanlığına aday olmadı.

***
12 Eylül ile birlikte, Reha ve Ahmet İsvan’ın direniş destalarını oluşturdukları dönem başlar.
Ahmet Bey, DİSK, Reha Hanım Barış davalarından içeri alındılar, işkence görmeseler bile zulme tabi tutuldular.
Oradaki direnişleriyle hem mahpusluk arkadaşlarının, hem de baskı altında inletilen milyonların sonsuz saygı ve sevgisini kazandılar.
3 Mayıs tarihli Cumhuriyet’in birinci sayfasında, Ahmet İsvan’ı DİSK davasından tutuklu bulunduğu hapisten çıktıktan sonra, Barış Derneği davasından hapiste bulunduğu eşi Reha İsvanı ziyaret ederken gösteren resim, aynı zamanda bu toplumun namuslu aydınlarının bir zulüm dönemini nasıl bir direniş destanına dönüştürdüklerinin belgesidir.
Son olarak, eşi dava arkadaşım Reha İsvan’ın cenazesinde gördüğüm Ahmet İsvan’ı o olaydan iki yıl önce, abim Atila Alpöge’nin sayesinde Yalova’daki evinde Mine Sirmen ile birlikte ziyaret etmiştim.
Siyasi kavga dönemini kapatmış olan Ahmet Bey Yalova’ya çekilmişti. Tıpkı Nâzım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı’nın kahramanlarından Kartallı Kazım gibi, “kavgadan önce Yalova’da bahçıvandı, kavgadan sonra Yalova’da bahçıvan.”
Güle güle direnen yiğit adam!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Enseyi karartma zamanı - Nilgün Cerrahoğlu

İki hafta süresince Türkiye’de “bilinmeyen nedenlerden ötürü” gözaltında tutulan İtalyan gazeteci ve yönetmen Gabriele Del Grande, geçen hafta ülkesine döndü. 



Vatanına ayak basarken bir dizi açıklamada bulunan gazeteci; “İki hafta süresince özgürlüğümden niye alıkonduğumu hâlâ bilmiyorum” diyerek ekledi: “Bu sürede evet kişisel şiddet görmedim. Saçımın kılına dahi dokunulmadı. Ama gördüğüm kurumsal şiddetti!”
İnsanların hukuki gerekçe gösterilmeden böyle keyfi biçimde özgürlüklerinden mahrum bırakılmasını ‘kurumsal şiddet’ olarak betimleyen Del Grande’nin bu ifadelerini Çizme basını “ağır sözler” diye tanımladı.
Neden? Çünkü Del Grande soyut biçimde dile getirdiği “kurumsal şiddet” sözleriyle “arkasına hukukun gücünü almayan bir devlet şiddeti”ni ima etmekteydi. “Şiddet görmek için illa doğrudan fiziki şiddet görmek şart değil. Kurumsal şiddet, zaten şiddetin en büyüğü değil mi?” demeye getirmekteydi.
 
İlk çağların anlayışı
 
“Aldatıldık” diye geçiştirilen Ergenekon sürecinde ve bugün Silivri’de tutsak bulunan arkadaşlarımızın yaşadıkları “kâbus”u, “kurumsal şiddet”ten daha iyi anlatan bir ifade bulunamaz...
Geçmiş haksızlıkların hesabı asla sorulmuyor, “asla bir daha böyle hukuksuzluklar olmayacak” denmiyor... Bu cehennemin içine sürüklenişteki her yeni aşama, arkadan yeni hukuksuzluklar yaratıyor. Bu durum, süreçte toplum tarafından içselleştirilerek kanıksanıyor.
“Kurumsal şiddet” bu kadar kanıksanmış ve yerleşmiş olmasa, Silivri’de altı aydır bulunan Kadri Gürsel’in 10 yaşındaki oğlunu şimdiye dek -misal!- sade iki kez görmüş olmasına, kamuoyundan güçlü bir itiraz dalgası yükselmez miydi?
Güray Öz’ün torununun, dedesi için çizdiği bir “kelebek” resmine dahi ambargo konarak yok edilmesi, kamuoyunca bunca rahat kabullenilebilir miydi?
“Kurumsal şiddet” nasıl bu kerte yaygın olabiliyor?
Ülkemizde nasıl büyük tedirginlikler, rahatsızlıklar, altüst oluş duyguları yaratmadan sistemli biçimde hayata geçirilebiliyor?
Kafamda tam yanıtlayamadığım bu sorular dönerken Erdoğan’ın AKP’ye geri dönüş konuşmasında söylediği sözlerle yüz yüze geldim...
“Önünüze gelip gözyaşı dökenler de olabilir!” diyordu RTE; “Ben şuna inanıyorum. Acırsak, acınacak hale gelebiliriz!”
“Mors tua vita mea/Senin ölümün benim yaşamımdır!” diyen eski Roma sözünün başka bir ifadesi.
Basitleştirirsek karşılığı “Ya sen, ya ben!”/“Ya biz, ya onlar!” anlayışı oluyor.
Bu sözleri aslına bakarsanız Erdoğan ilk kez de söylememiş. Daha önce de farklı vesilelerle dile getirmiş. Ancak büyük kitlesel tasfiyelerin yapıldığı ve ülke hapishanelerine “hiç gözünün yaşına bakmadan” önüne gelenin girip çıktığı bir dönemde, her tür empati duygusundan yoksun bu ifadelerin insanın beyninde ve yüreğindeki yansımaları tabii ki çok derin katmanlı oluyor.
 
Korku rejimlerinin komutu
 
Araştırıp baktığımda bu “özdeyişin” yalnız Erdoğan söylemleriyle de sınırlı olmadığını, gerçekte bunun bir yaşam duruşuna karşılık geldiğini fark ettim. Çevremde hiç tanık olmasam da sosyal medyada bu ifadenin basbayağı bir toplumsal karşılığı olduğunu keşfettim.
Bundan kısa süre önce BBC ve CNN gibi küresel kanallardan birinde, Kamboçya’daki Pol Pot rejiminin eski işkencecilerinden biriyle yapılan bir söyleşi izlemiştim. İşkenceci kendisine dikta rejimi tarafından verilen ilk talimatın; “kimseye acımamak!” olduğunu anlatmıştı. En zor şeyin bu “acımamayı öğrenmek” olduğunu ifade etmişti.
Bizde hasseten böyle bir talimata da uzun boylu gerek yok galiba. İnsanlar nasılsa kendiliklerinden başlarını öte yana çeviriyorlar. Bunca haksızlık ve hukuksuzlukların bu kerte göz önünde yaşandığı bir yerde, ülkenin yarısı aksi durumda mevcut iktidara hâlâ oy vermeye başka nasıl devam edebilir?
Bütün bunlar nedeniyle kolaylıkla “enseyi karartmayın” diyemiyorum. Diyemediğim gibi diyenlere şaşıyorum.
Ense karartmak için bu ülkede bunca çok neden hiç bir araya gelmedi.
Enseyi bugün karartmayacaksak, ne zaman karartacağız?

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Türkiye – Mısır istedi HAMAS döndü - MUSTAFA K. ERDEMOL

Kimileri değişen koşullara ayak uydurmak diyebilir ama Hamas’ın yeni siyaset belgesi İslamcılığın “Filistin davası”nda da iflas ettiğini gösteriyor. Yeni belge, Filistin’in özgürlük mücadelesinde asla savunulamayacak olan Yahudi karşıtlığı gibi büyük bir insanlık suçunu reddetmesi açısından olumludur kuşkusuz ama bunda da ne kadar samimi olduğunu bekleyip görmek gerekir Hamas’ın.
Sosyalist, devrimci Filistin hareketinin İslamcılık karşısında gerilemesinin/geriletilmesinin sonucu budur işte. İşgalci İsrail’e karşı gasp edilmiş toprakları kurtarma mücadelesi İslamcılar eliyle bitirildi, lamı cimi yok. Hamas’ın bu geri adımı meşruiyetini kabul ettirme amaçlıdır, bu belli. Tüm derdi buymuş demek ki. Oysa Filistin’in sosyalist, devrimci kurtuluş hareketlerinin meşruiyet dertleri yoktu. Onlar meşruiyetlerini davalarının haklılığından alıyorlardı. Filistin davasını dünyaya kabul ettirmekle hem “mücadelenin” hem de kendilerinin meşruiyetlerini antiemperyalist, antiSiyonist dünyaya kabul ettirmişlerdi.


Şimdi her türden “İslamcı” bakalım bu geri dönüşü nasıl anlatacaklar bize. Bazıları ötmeye başladı bile. Hamas’ın yeni siyaset belgesinde “1967 sınırlarını kabul ediyoruz” açıklaması (ki İsrail işgalinin kabulü demektir bu) İsrail’i zor durumda bırakacakmış bu çevrelere göre. Her yeni duruma, her geri adıma kılıf bulmada üstüne yok bunların.

İsrail’in bundan asla rahatsız olmayacağını bilelim. İsrail hep istemiş olduğu kendi denetiminde bir Filistin’i Hamas eliyle dünyaya kabul ettirme yolunda hız kazanmış durumda olan budur. Hamas, İsrail’e karşı savaşan El Fetih’in kamplarını hem de defalarca vurmuş bir harekettir. 14 Nisan 2007 katliamını anımsayalım, çok sayıda El Fetih lideri Hamas tarafından öldürülmüştür. Hamas’ı elbette Yaser Arafat’ın ciddi hataları, hareket en güçlü dönemindeyken İsrail’e verdiği tavizler büyüttü. Ama, İsrail’le hakların alınmasıyla sağlanacak barış girişimlerine de Hamas hep engel oldu. Bugün Filistin’in içinde bulunduğu çıkmazdan bu örgüt sorumludur.

Bir anımsatma daha; Receptayyipgillerin ısrarla “mezhepçi” diye suçladığı Beşar Esad, Hamas’a, Sünni olup olmadığına bakmadan, İsrail’e karşı savaştığını düşünerek ülkesinde büro açma izni verdi. Esad’ın önde gelen Hamas liderlerine pasaport verdiği de biliniyor. Suriye emperyalistlerin saldırısına uğradığında ona ilk ihanet eden bu Hamas oldu. Şam’dan ayrılan örgüt, Suriye’ye karşı saldırının en büyük destekçilerinden Katar’a taşıdı merkezini.

Hamas’ın açıkladığı yeni siyaset belgesinde olumlu olan tek madde, Yahudi halkı ile Siyonist savaş/işgal mekanizması arasındaki farkı görmesidir. Aslında bir Hıristiyan günahı olan Yahudi düşmanlığı ayıbından kurtulmuş olur, eğer pratikte de bunu gerçekleştirirse.

Şimdi, asıl mesele şu; Hamas bağımsız bir örgüt değil. Pragmatist olayım derken belli merkezlerin oyuncağı nasıl olunurmuş Hamas’a bakıp anlaşılabilir. Hamas’ın bu yeni siyaset belgesinin, Türkiye ile Mısır’ın İsrail’le ilişkilerini düzelttiği bir döneme denk gelmesi rastlantı mıdır? Ya da şöyle sorayım; Hamas Türkiye’den habersiz böyle bir adım atabilir miydi? Ya da Filistin meşru yönetimine karşı İsrail’in güvenliği adına Refahiye kapısını sık sık kapatan Mısır onaylamasa böyle bir belgeyi açıklayabilir miydi? Müslüman Kardeşler’le ilişkisini keseceğini açıklamasından, Müslüman Kardeşleri neredeyse silip süpüren Mısır’ın memnun olmadığını kim söyleyebilir?

Türkiye, Mısır, Katar el birliğiyle Hamas’ı İsrail’in istediği çizgiye getirmiş oldular. Hamas’ın da buna direndiği yok, başından beri buna teşne bir örgüt zaten. Peki El Fetih ruhundan iyice uzaklaşmış mevcut Filistin yönetiminin günahı neydi? Zaman zaman İsrail’i diplomatik alanda, tüm olanaksızlıklara rağmen zor durumda bırakan Filistin yönetimi, artık kendisine alternatif olarak çıkartılacak olan Hamas sayesinde daha da zayıf duruma düşecek. Başta Filistin Halk Kurtuluş Cephesi olmak üzere bu talihsiz halkın özgürlük mücadelesini onurla, kararlılıkla yürüten Filistin devrimci sosyalist hareketi Arafat’ın yanlış önderliğiyle etkisiz hale getirilmeseydi, durum bu noktaya gelmezdi.

Hamas’a bir bakın. Suriye’ye karşı emperyalistlerin yanında, emperyalizmin cinayetlerinin finansçısı Katar’ın kucağında, İsrail’in dostları Türkiye ile Mısır’ın kollarının altında. Filistin davasını iğdiş etmiştir Hamas.


İslamcılık budur.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

3 Mayıs 2017 Çarşamba

AKP, OHAL bağımlısıdır - KADİR SEV

Türkiye, bir başka uzama evrildi. Yeni yerinde, aydınlanma; yurtseverlik; adalet; hukuk; demokrasi; şeffaflık; hesap verilebilirlik gibi kavramlar yer almıyor, ya da tam tersi anlamlar içeriyor.
Sözgelişi, milliyetçi sayılmanız için güçlü bir Osmanlı İmparatorluğu düşleri görmeniz ve onun özlemiyle yanıp tutuşmanız gerekiyor. Diktatörlüğe; demokrasi, zifiri karanlığa; şeffaflık, gizliliğe; hesap verilebilirlik, deniliyor.


Aydınlanma kavramına ise rastlanmıyor.

Bu uzamda OHAL, olağan yönetim biçimi olarak kullanılıyor. Ancak bu OHAL, Anayasa ve Yasada anlatılanlara hiç benzemiyor. Birileri, yasalardan aldığı yetkiyle değil; zorbalıktan aldığı güçle yasama, yürütme organı gibi davranıp, olmaz işler yapıyor.

Şu Dünyadan, Anayasada ve 2935 sayılı Olağanüstü Hal Yasasında yazılı kuralların eksiksiz uygulandığı bir OHAL ile yönetilmeye hasret gideceğiz.

KHK’lerle yüz binden çok akademisyen, yargıç, kamu görevlisi, işinden edildi; on binlercesi gözaltına alındı, tutuklandı. Kimi kamu kurumları kapatıldı; kimilerinin görev, yetki, sorumlulukları ve bağlı oldukları bakanlıklar değiştirildi. Bir yandan da banka, vakıf üniversiteleri, çeşitli düzeylerde okullar, çok sayıda ticari şirket, vakıf, dernek, radyo/televizyon kanalı kapatıldı. El konulan özel kuruluşlar ya tasfiye edildi ya kayyım eliyle yönetiliyor ya da TMSF’ne devredildi.

Dehşet ülkesinde yaşıyoruz. Herkes birbirinden korkuyor. Saçma sapan gerekçelerle insanlar işlerinden ediliyor, çoluk çocuklarıyla birlikte açlığa mahkûm ediliyorlar.

Zor günlerden geçiyoruz ama karamsarlığa kapılıp da direnme gücümüzü yitirmeyelim. Dayanışma ile her zorluğu aşarız. Sonuçta bu devlet, hem işimizi geri vermek, hem de zararımızı tazmin etmek zorunda kalacak. Kimsenin kuşkusu olmasın.

OHAL gerekçesiyle çıkarılan Kararnameler Anayasaya aykırı düzenlemelerle dolu. Ancak yeni Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 148. Maddesindeki; Olağanüstü hal Kararnameleri hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla dava açılamayacağı kuralını öne sürerek, başvuruları incelemeyi reddediyor. Oysa önceki yıllardaki kararlarında; üzerinde OHAL Kararnamesi yazmasıyla yetinilemez, gerçekten de o özellikte olup olmadığına bakılması gerekir deniliyordu. Olur olmaz her şeyin OHAL Kararnamesine tıkıştırılmasını önlemek açısından doğru olanı da bu yorumdu. Ancak, yeni Anayasa Mahkemesi; içeriğini değerlendirebilmem için incelemem gerekir, incelersem de yetkimi aşmış olurum gibi bir gerekçe üretip, başından savdı.

Yukarıda sözü edilen 12.10.2016 günlü, 2016/160 sayılı Kararın gerekçesindeki şu sözlere bakılırsa, TBMM’nde görüşülüp yasalaştırıldıktan sonra da bakmaya niyeti yok;
“Anayasa, olağanüstü hal süresince olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda olağanüstü hal KHK’sı çıkarma yetkisini, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kuruluna, bunları denetleme yetkisini ise yasama organına vermektedir. (…) Anayasa koyucunun olağanüstü dönem KHK’lerinin denetiminin yasama organı tarafından yapılmasını istediği açıktır.”

Anayasa Mahkemesine birileri başvurursa, gerekçesi şimdiden hazır: “OHAL Kararnamelerinin anayasaya uygunluk denetimini yapma yetkisi Meclise tanımıştır. Meclisin yetkisini kullanamam” demesi yeterli.

Anayasa Mahkemesinin bu günlere hazırlanması epeyce zamanlarını almıştı, şimdi meyvelerini topluyorlar.

AKP artık olağanüstü hal bağımlısına dönüşmüştür. Bundan vazgeçmesi beklenemez. Üstelik her şeyi yüzlerine gözlerine öylesine bulaştırdılar ki isteseler bile olağan bir döneme geçemezler.
Bu yüzden, Anayasayı değiştirip olağanüstü halin sürekliliğini sağlayacak düzenlemelerine kılıf uydurdular. Evet çıkması için hiçbir şeyi esirgemediler. Öyle ki; YSK bile kısmen de olsa itiraf etmek zorunda kaldı.

Referandum süreci tarihe geçecek sahtecilik örnekleriyle dolu. Sunulan metinle ise diktatörlük amaçlanıyor. Oysa muhalefet bu kolaylıklardan yararlanıp, AKP’ne geri adım attıracak mecali kendinde bulamıyor.

CHP, meşru saymayacağız gibi sözler ediyor. Ancak, sözlerinin arkasında duramayacakları çok belli oluyor. Uyum yasaları çıkarken elimizden geleni yapacağız deseler de, ellerinden bir şey gelmediğini çoktandır biliyoruz. Sonuçta şöyle bir çözüm önerisi getirecekleri anlaşılıyor; “hayır diyen %49’un bütün bileşenlerinin uzlaşabileceği bir aday bulalım, siz de omuz verin, 2019 yılında başkan yapmayı başarırsak, Mecliste de gücümüz olur, böylelikle Anayasayı ve yasaları eski haline getiririz.”CHP’ne gönül verenlerin ömrü bu yolda geçtiği için hiç şaşırmaz, sabırla beklerler.

HDP’nin ne yapacağını kestirmek zor. Çünkü siyasetini hep “çözüm süreci” üzerine kuruyor.
Emperyalist odaklardaki homurtulu sesler duruldu; “seçim sonuçlarına saygı göstereceğiz” anlamına gelen sözler işitmeye başladık.

İnsanların kendi çıkarları peşinden koşmalarında yadırganacak bir yan yok. Doğal olanı da bu zaten.
Keşke herkes sınıfının çıkarına uygun davranabilse. 

Kadir Sev /SOL

2019’un adayı - ÇİĞDEM TOKER

16 Nisan’ın üzerinden iki hafta geçmemişken “2019’a yönelik cumhurbaşkanı adayı kim olsun” sorusu “hayır” için özveriyle çalışmış, baskı altında büyük güçlükler yaşamış milyonlarca CHP seçmeni açısından en acil gündem mi? 
 
Bu konuda yoğun bir merak gözlemlemiyoruz. OHAL kararnameleriyle TBMM’nin fonksiyonu yerle bir edilir, onlarca kanunda yüzlerce yaşamsal değişiklik yapılır, siyaset, hukuk, eğitim, savunma, iç güvenlik KHK’lerde yeniden dizayn edilir, gazeteci meslektaşlarımız, binlerce hâkim ve savcı henüz yargılama başlamadan aylardır cezaevinde tutulurken; üstüne üstlük CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “tanımıyoruz” açıklaması henüz belleklerde tazeyken bu yöndeki tartışmanın fazla erken olduğunu düşünen tek kişi ben olamam.
***

16 Nisan referandum sonuçlarının resmi ilanı, şeklen kanuni görünümü onu meşru kılmaya yetmiyor.
Referandum sonuçlarını veri kabul ederek yapılan bütün işlemler, YSK’nin, tam da sandıklar kapanırken kendi kanununu yok sayıp mühürsüz oyları geçerli sayması kadar geçerli ve meşrudur. Bu referandum, hayır oyu kullandığı ilan edilen 23 milyon 779 bin 141 kişinin gözünde, gönlünde ve aklında dürüst ve adil gerçekleşmemiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sevdiği deyimle, gönlünde taht kurulması başarılamayan vatandaş sayısı en az bu kadardır: 23 milyon 779 bin 141. Bu nedenle hiç kimse, ne bu sayıyı ne de referandumun hileli olduğu yönündeki yaygın ve derin kanaati hafife alabilir.
***

Partili Cumhurbaşkanlığı resmen başladı. Bu, anayasadaki Cumhurbaşkanı seçilenin partisiyle ilişiği kesilir maddesinin, referandumda kabul edilen metinden çıkarılmasıyla mümkün oldu. Ama daha önemlisi, bu maddenin hemen yürürlüğe girmesiyle. Eğer Türkiye’nin en acil ihtiyacı, Bakanlar Kurulu’nun ortadan kalkmasıyla sonuçlanacak Cumhurbaşkanlığı sistemi olsaydı, ilgili maddelerin hemen yürürlüğe girmesinin önünde ne engel vardı?
 
Yine referandumun ardından hemen yürürlüğe giren maddelerden biri olan Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yeniden yapılanması takvimi de başladı. 
 
OHAL KHK’leri ile fonksiyonu büsbütün tüketilmiş TBMM ile Partili Cumhurbaşkanı’nın seçeceği adaylar ile içinde “yüksek” kelimesi artık yer almayan Hâkimler Savcılar Kurulu “yenilenecek”.
Referandumdan iki ay önce büromuzun parlamento şefi Emine Kaplan imzalı haber referandumun en önemli diğer niyetini ortaya koymuştu. Kaplan’ın “Büyük Sıfırlama” başlıklı haberi, “Evet çıkarsa 15 yıllık AKP iktidarında görev yapan bakanlar soruşturulamayacak” diyor ve bakanların cezai sorumluluğu konusundaki yeni usulü anlatıyordu. 
 
Anayasa değişikliğine göre artık bakanlar hakkında, görevleriyle ilgili suç işledikleri iddiasıyla soruşturma açılabilmesi için TBMM üye tamsayısının beşte üçünün gizli oyuyla karar alınması gerekiyor. Bakanların Yüce Divan’a sevki içinse üçte iki oy gerekiyor. Bu madde, hemen değil bir sonraki seçimde yürürlüğe girecek. Ancak bu oranların yüksekliği ve yakalamanın neredeyse imkânsızlığı hatırda tutulmalı. Daha önemli olan ise, yapılan değişikliğin, yalnızca mevcut bakanlar için değil, bugüne dek görev yapmış bütün bakan ve başbakanları kapsaması. 
 
Bugünün temel sorusu şu olmalı. Diyelim ki, 2019’da Erdoğan’ın karşısına kimin aday çıkarılacağı sorusu aniden netleşti. Ve bir isim bulundu. O isim şimdi bulunmuş olsa OHAL düzeni mi bitecek, Meclis’in OHAL KHK’leri ile işlevsiz hali mi sona erecek? Aylardır yargılanmadan cezaevinde tutulan gazeteci meslektaşlarımız, binlerce hâkim ve savcı tahliye mi edilecek, yoksa bütün yurttaşlar hukuk güvencesine mi kavuşacak? 
 
Hangisi?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Cilalı Hamas devri - CEYDA KARAN





Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu Hamas bekleneni yaptı. Suriye’de Vahhabi/Selefi Körfez hattında hizalanan, Yermuk’ta radikal cihatçılarla aynı safta savaşıp deneyimlerini aktaran Hamas, 1988 tarihli kurucu tüzüğünü revize etti. Hamas’ı “ulusal direniş örgütü” olarak görebilenler ilk bakışta meseleyi ‘İsrail’e taviz’ ve ‘ılımlılaşmak’ üzerinden okuyabilir. Geçmiş yanılgılarım eşliğinde bugün düşündüğümde gördüğüm resim, bu gelişmenin ‘eşyanın tabiatı icabı’ olduğu...
Hamas’ın yeni tutumu son dönem siyasetinin kâğıda dökülmesinden ibaret. Katar ve Türkiye’deki İhvan hattının sponsorluğunda, Filistin meselesine Batı’dan da destek bulacak ‘ılımlı İslam’ enjeksiyonu. Gerisi gelecektir. Hedefi kaçınılmaz olarak Batı Şeria’daki seküler FKÖ ve El Fetih damarı tümden kırmaya çalışmak olacak. Ve İsrail’in taktik icabı Körfez monarşileriyle giderek yan yana durduğu resmi tamamlayıcı işlevi görecek. 


***
42 maddelik metnin öne çıkan üç unsuru var:
• Hamas artık 1967 sınırlarına dayalı başkenti Kudüs olan bir Filistin devletine razı olacak. Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e uzanan toprakların ‘Siyonistlerden kurtarılması’ sosuna bulanmış pek çok cümle var. BM’nin 1948 toprak paylaştırması, Oslo anlaşmalarının reddi pek mana taşımıyor. 1967 sınırlarını kabullenmek zaten İsrail’in ortadan kaldırılmasından vazgeçildiğinin teslimi. Türkçesiyle ‘bükemediği bileği öpmek’.
• Hamas, 1988’den beri var olan düşman tanımından ‘Yahudileri’ çıkarıp yerine ‘Siyonizm’ vurgusunu koydu. Siyonizm İsrail’in kurucu ve asli ilkesiyken, Yahudileri bağlamamasının imkânı ihtimali yokken, bu cilanın kendini ‘ılımlı göstermenin’ ötesinde somut değeri yok.
• Hamas, Müslüman Kardeşler’in ana gövdesiyle mesafe koyuyor. Meşal durumu ‘fikri açıdan İhvan ekolünün parçası oldukları, salt kurumsal bağın koparılması’ olarak formüle etti. Böylece Mısır gibi Hamas’ı ‘terör örgütü’ görenlere mesaj verildi. Lakin ideolojik hattın değişmemiş olması bunun da bir başka ‘cila’ olduğunu gösteriyor.
***

• Hamas, Filistin’i ‘kutsanmış Arap-İslam toprağı’ diye niteliyor. Filistin nüfusunun yüzde 20’yi oluşturan ancak 15 sene içinde tümden silinip gidecekleri raporlarla ortaya konulan Hıristiyan Filistinlilere ‘İsa’nın doğum yeri’ ifadesiyle ‘göz kırpıyor’. Metinde yine süslü ‘sivil toplum’ ve ‘kadının rolü’ lafları eksik değil.
• ‘Adalet, orta yolculuk’, ‘İslam’ın her türlü dinsel, ırksal, cinsiyet baskılarını ve yobazlığı reddeden barış ve hoşgörü dini’ olduğu gibi ifadeler eşliğinde ‘insanların kendi inançlarını hayata geçirebilecekleri güvenli ortamı yaratmaktan’ söz ediyor. Doğrusu Suriye’de oynadıkları mezhepçi roller düşünüldüğünde pek tuhaf.
• ‘Çoğulculuk, demokrasi, ulusal ortaklık ve diyalog’ yoluyla ‘ulusal hedeflere ulaşmaktan’ söz ederken, FKÖ’ye atfen ‘adil ve demokratik seçimlerle demokratik temelde yeniden inşaya’ vurgu yapılıyor. FKÖ bir kez tümden tasfiye edilirse hangi demokrasi olacağını varın siz tahayyül edin.
• Yabancı güçlerin ulusal karar mekanizmalarına müdahalesine izin verilmemesi vurgusu ise Katar monarşisiyle göbek bağının yanında komik kaçıyor. Yine ‘başka ülkelerin çatışmalarına sürüklenmenin reddedilmesi’ Suriye’yi akla getirip daha gülünç bir tablo ortaya çıkartıyor. 

***
Filistin meselesini ‘ulusal dava’ değil ‘İslam davasına’ indirgeyen Hamas’ın yeni vizyonu ‘şark kurnazlığını’ ortaya seriyor. Peki, arzuladığı diplomatik esnekliği sağlayabilecek mi? Göreceğiz. İsrail’in ilk açıklaması ‘Hamas’ın dünyayı aptal yerine’ koyduğu oldu. Eh haklılar. Sorun şu ki, İsrail bölgede bağımsızlıkçı seküler hareketleri ne kadar arzu ediyor? Onlar ne kadar kullanışlı? Suriye’nin ‘Balkanlaştırılması’ sürecinde El Kaide militanlarını hastanelerinde tedavi eden, bizzat Savunma Bakanı Moşe Yaalon’un ağzından durumu “IŞİD İsrail’e bir kez ateş açtı fakat hemen arkasından özür diledi” sözleriyle dile getiren İsrailliler, bu Hamas’la barışık yaşayamaz mı ki? Peki, bölgemizde siyasal İslam’a onyıllardır yatırım yapmış Batılılar? Bence gül gibi geçinirler.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

2 Mayıs 2017 Salı

Küresel pastada emekçinin payı geriliyor - HAYRİ KOZANOĞLU

2017’nin 1 Mayısı’nda da bize düşen demokrasi, hukuk, Aydınlanma ve laiklik mücadelesini, ‘sınıf mücadelesiyle’ birleştirebilmektir. Ancak o zaman, ‘zorbalar kalmaz gider’


IMF raporlarından dünya ekonomisinin encamını, küresel sermaye açısından olası riskleri ve öngörüleri iki yetkin iktisatçının, Korkut Boratav’la (BirGün 28 Nisan 2017), Mustafa Sönmez’in (Al Monitor 27 Nisan 2017) kaleminden okumanız tavsiye edilir. Ayrıca bu yazılarda IMF’nin Türkiye ekonomisine ilişkin, düşük büyüme yanında enflasyon, cari açık, işsizlik açısından da pek parlak sayılamayacak tahminleri de mercek altına alınıyor hatırlatalım. Biz ise, işçi sınıfının, “birlik, dayanışma ve mücadele günü”, 1 Mayıs’ın hemen ertesinde bulunduğumuzu da göz önüne alarak, IMF’nin Dünya Ekonomik Görünüş raporunun “emek gelirlerindeki aşağı yönlü trendi anlamak” başlıklı üçüncü bölümü üzerinde yoğunlaşmak istiyoruz.
Öncelikle, “hangi dağda kurt öldü?”, “emek gelirlerindeki gerilemeyi IMF niye kendine dert ediniyor?” diye sorulabilir. Bir neden, son tahlilde üretilen mal ve hizmetlere geniş kitlelerin talebi olmaksızın, ekonomik büyümenin hız kazanamayacağına kanaat getirmesi olabilir. Marksist terminolojiyle, kadim “gerçekleşme sorunu” nedeniyle, emekçilerin satın alma gücündeki gerilemenin kriz potansiyelini artırdığını, IMF’nin bile fark etmesi şeklinde de cevap  verilebilir. 2007- 2008 küresel kriz finansallaşma mekanizmalarıyla, diğer bir ifadeyle emekçilerin borçlanarak gelirlerinin üzerinde harcama yapmaları yoluyla nihai talebin artırılması tasarımının da artık sonuna gelindiğini göstermişti. IMF’nin bu hassasiyetinin ikinci nedeni ise, neoliberal kurguya, kapitalist küreselleşmeye karşı emek cephesinden tepkilerin yükselmesinin, korumacılık eğilimlerinin artmasının getirdiği kaygılardır muhtemelen.
Dönemin mağduru orta vasıflı emekçiler
IMF araştırmasına göre, 1995-2009 arasında düşük ve orta becerili emeğin küresel gelirdeki payı 7 puan düşüyor. Yüksek vasıflı emeğin küresel pastadan aldığı pay ise 5 puan artıyor. Toplamda 2 puanlık bu gerileme, bir yılda küresel emekçi gelirlerinin yaklaşık 1.6 trilyon dolar aşınması anlamına geliyor.
Analiz gelişmiş ülkelerdeki emek gelirlerindeki düşüşün yüzde 50’sinin teknolojik gelişmelerden kaynaklandığı sonucuna varıyor. Otomasyonun yanı sıra üretimin deniz aşırı coğrafyalara kaydırılması ve ithalata dayalı rekabet orta vasıflı işlerde istihdam kaybına neden oluyor.
Öncelikle enformasyon ve iletişim teknolojisindeki hızlı ilerleme yatırım mallarının fiyatını aşağı çekiyor. Böylelikle bir çok sektörde emek gücünü sermaye mallarıyla ikame ederek maliyetleri düşürmek mümkün oluyor. Son 25 yılda uluslararası ticaretteki ve sermaye hareketlerindeki liberalleşme eğilimi, ulaşım ve iletişim maliyetlerindeki gerilemenin de yardımıyla düşük becerili, emek yoğun üretim faaliyetlerinin yükselen ve gelişen ekonomilerde konuşlanmasını beraberinde getirdi.
Geleneksel dış ticaret teorilerine bakılırsa, ticari entegrasyonun sermayenin bol bulunduğu gelişmiş ülkelerde emeğin pastadaki payını düşürürken, ucuz emeğin bol bulunduğu ülkelerde emek gelirlerinin payını artırması beklenir. Ne var ki, pratik bu öngörüyü doğrulamıyor. Çünkü, sermaye mallarının ucuzlaması sonucu, sermayenin emekle ikame edilebildiği sektörler gelişmiş ülkelerde kalıyor. Sermayenin görece pahalı olduğu, emekle ikame edilemediği sektörlerde üretim, yükselen ülkelere aktarılınca emeğin payı geriliyor.
Bu arada sendikaların zayıflatılmasının emeğin pazarlık gücünü zayıflattığını ihmal etmeyelim. Ayrıca emek piyasalarının esnekleşmesinin, yani işçi alıp çıkarmanın kolaylaştırılmasının da emek gelirlerindeki göreceli gerilemede azımsanamayacak bir payı bulunduğunu da es geçmeyelim.
Türkiye’de emek küresel tedarik zincirlerinin kurbanı
1991-2014 arasında, incelenen 35 gelişmiş ülkenin, toplam GSMH’nin yüzde 78’ini oluşturan 19’unda emek gelirlerinin payında düşüş gözleniyor. 54 yükselen ülkenin ise toplam GSHM’nin 70’ini üreten 32’sinde emek gelirlerinin payı geriliyor. Bu ülkeler arasında Türkiye de bulunuyor. Ülkemiz, üretimde emeğin payındaki düşüşün neredeyse tamamen küresel tedarik zincirlerine katılımla açıklandığı, teknolojik gelişmenin çok sınırlı bir rol oynadığı bir örnek olarak veriliyor. Özetle, yurtdışından gelen girdilere ucuz emek katıyor, üretimin sınırlı bölümünü gerçekleştirdikten sonra ihraç ediyoruz.
Küresel tedarik zincirlerinin yapılandırmasına bakıldığında, başlangıçta yüksek katma değerli finans, tasarım ve Ar-Ge faaliyetleri Kuzey’den başlatılırken, düşük katma değerli üretim aşaması Güney’de gerçekleştiriliyor. Sonra pazarlama, marka, reklam ve satış gibi yine yüksek katma değerli işler yine Kuzey’de kalıyor. Marksist terminolojiyle, bir metanın üretimi için toplumsal olarak gerekli doğrudan ve dolaylı emeğin toplamı değeri oluşturur, bu da en yüksek noktaya üretim aşamasında ulaşır. (Torkil Lauesen ve Zak Cope “Imperialism and the Transformation of Values into Prices”, Monthly Review, Temmuz-Ağustos 2015).
Küresel anlamda emek gelirlerindeki gerileme, Trump ve benzerlerini, “Çin, Meksika vb. bizim işlerimizi çalıyor” yaygarasının geçersizliğini gösteriyor. Aslında asıl suçlunun tüm coğrafyalarda sermaye lehine sonuç veren “kapitalist küreselleşme” olduğunu ortaya koyuyor.Dünyanın tüm emekçilerinin yaşam ve geçim standartları bu süreçten ortak biçimde olumsuz etkileniyor. Öte yandan vergi indirimlerinin sermayenin maliyetini düşürerek, sermaye mallarının emeğin yerine ikamesini teşvik edeceğinin IMF raporunda bile ortaya konulması, Trump’a oy veren imalat sanayii işçilerinin “yanlış bilincini” teşhir ediyor.
Küresel gelir dağılımı
Emeğin gelirlerindeki gerilemenin haliyle küresel gelir ve servet dağılımına yansımaları da oluyor. Duayen sosyolog Göran Therborn, ‘New Left Review’ dergisinin Ocak/Şubat 2017 sayısında, Branko Milanovic’in ‘Küresel Eşitsizlik’ kitabının verilerinden hareketle, küresel adaletsizlikleri mercek altına alıyor. Küresel gelir dağılımını yüzdelerle ifade edince gezegenimizdeki adaletsizlikler netleşiyor.
1988-2008 arası dönemde süreçten galip çıkan iki grup dikkat çekiyor. Birincisi tahmin edileceği gibi dünyanın en zengin yüzde 1’i; ikincisi ise, yüzde 50 ve yüzde 60’lık dilim arasında kalan Çin, Hindistan, Tayland, Vietnam ve Endonezya’nın “yükselen orta sınıfları”. Her ne kadar buradaki orta sınıf tabiri gelir ve eğitim standartları açısından Batılı kapitalist ülkelerdeki orta sınıflara tekabül etmiyorlarsa da, tüketim toplumuna bir şekilde dahil olan, AVM’leri ziyaret lüksü bulunan kesimleri kapsıyor. Kapitalist küreselleşmeden en zararlı çıkanlar ise, hâlâ geliri Asya’nın orta sınıflarından yüksek görünen, ama konumlarını kaybeden işçi sınıfına ve alt orta sınıfa dahil Amerikalılar, Avrupalılar ve Japonlar.
Bu olgular IMF raporundaki, otomasyon ve robotlaşma sonucu, rutin nitelikli işlerini yitiren, dolayısıyla gelirleri de düşen orta vasıflı emeğe yönelik tespitleri doğruluyor. Milanovic’e göre, küresel gelir dağılımında iki temel eğilim gözleniyor. Birincisi, başta Çin ve Hindistan’ın hızlı büyümesi sonucu “coğrafi bazlı” yakınsamadır. Ama gidişatın Asya ile sınırlı olduğu, başta Afrika diğer coğrafyaları kapsamadığı akıldan çıkarılmamalıdır. İkincisi ise, ulusal ekonomilerde “sınıfsal temelli” gelir dağılımı adaletsizliklerinin tırmanmasıdır. İşte küreselleşmeye ve neo-liberalizme karşı öfkesi kabaran, ne yazık ki şu ana kadar öznesini daha çok sağda, milliyetçi akımlarda arayan kesimler, küresel adaletsizliklerden en çok nasibini alan bu emekçilerdir.
Yalnız Therborn’un gönlü sadece gelir dağılımına yönelik ekonomik adaletsizliklere yoğunlaşmaktan yana değil. Çünkü zenginlik sadece bir ekonomik adaletsizlik hissi uyandırmaz; aynı zamanda öfke ve büyülenme, haset ve hayranlık gibi zıt duygular yaratır. Zenginler lüks, ihtişam ve başarı idolleri olarak merakla izlenir. Bu nedenlerle eşitsizlik sadece soyut bir rakam değil, ekonomik kaynaklar yanında, beden sağlığı (yaşamsal eşitlik) ve kişisel özerkliği (etnik-ırksal, aile-toplumsal cinsiyete ilişkin varlıksal eşitlik) içeren yerleşik bir deneyim olarak algılanmalıdır.
Therborn eşitsizliğin bu üç boyutunun karşılıklı etkileşim içerisinde olduğunun, birbirlerine tam olarak indirgenemeyeceğinin, her birinin kendi dinamikleri bulunduğunun, her zaman bir arada bulunamayabileceklerinin altını çiziyor.
Therborn’a göre, eşitsizliklerin toplumsal yeniden üretimde dört ayrı mekanizma ayırt edebiliriz: uzaklaşma, doğrudan sömürü, kurumsal hiyerarşileşme ve dışlanma. O zaman eşitlik için mücadele ederken ; uzaklaşmaya karşı, pozitif ayrımcılığı ve telafi mekanizmalarını; sömürüye karşı, yeniden bölüşüm, ulusallaştırma ve kamulaştırmayı; hiyerarşileşmeye karşı, demokratikleşmeyi; dışlanmaya karşı içermeyi, ayrımcılığa karşı yasaları ve göçmenlerin serbest dolaşımını savunabiliriz.
1 Mayıs’ta kıssadan hisse
Aslında tüm tartışmalardan çıkarılacak kıssadan hisse, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in, “hukukun iyi işlediği ülkelerde kâr marjının diğer ülkeler kadar yüksek olmadığı” sözlerinde gizli. Meali, emeğin haklarını alabilmesi ancak demokratik ülkelerde, hukukun iyi işlediği yerlerde, mümkündür. Öyleyse 2017 1 Mayısı’n da bize düşen demokrasi, hukuk, Aydınlanma ve laiklik mücadelesini, “sınıf mücadelesiyle” birleştirebilmektir. Ancak o zaman, “zorbalar kalmaz gider” sözünün hakkını verebiliriz…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Erdoğan’ın Avrupa’yla, Avrupa’nın Erdoğan’la ‘hesabı’ - EROL MANİSALI





16 Nisan öncesinde ve sonrasında “dayatılan rejim değişikliği”, Ankara açısından Avrupa’dan uzaklaşmayı zorunlu kılıyor. Bu sadece siyasal kurumlar açısından değil, “tümüyle yaşam felsefesi ve tarzı olarak” Avrupa’yı oluşturan sivil toplum kurumları bakımından da söz konusu:
- Hukukun üstünlüğünü ve demokrasiyi rafa kaldırdığınız için sürekli kavgalı olmak (ve görünmek) durumundasınız.
- Yaşam tarzı olarak laikliğe karşı iseniz “Avrupa tarzını aşağılamak ve hakaret etmek” zorundasınız. “Kananlar”, bak Avrupa da meğerse ne kadar berbatmış şeklinde düşünsünler diye. Güzelim İzmir’e bile “gâvur” derseniz Avrupa’ya haydi haydi söylersiniz.
- Eğitiminizi “İslam odaklı bir zemine yerleştirmek istiyorsanız” Avrupa’nın akılcı ve pozitif bilime dayalı düzeni yerine şeytanların cinsiyetini tartıştırmak ve Avrupa’dan uzaklaşmak zorundasınız.
Ancak iktisadi koşullar ve ülkemizin bir asıra yakın geçirdiği sürecin yarattığı ortam ile çelişmek durumunda kalırsınız. Hele hele imzaladığınız “birçok tek yanlı angajmanlar” Türkiye’yi dar boğaza götürüyor ise. Bu yükümlülükleri ortadan kaldırmadan amaca ulaşmak, “Somali’nin NATO’ya sokulması kadar trajikomik bir durum doğurur”.
- AKP’nin yönetimi, Avrupa’yla kavgasını “başbakanlarla ve bakanlarla yapıyormuş gibi pazarlıyor”. Ama esas kavga ettikleri, “Avrupa uygarlığının bugüne kadar özümseyerek geliştirdiği” değerler sistemi ile; hukukun üstünlüğünden kadın-erkek eşitliğine, sendikal haklardan laikliğe kadar bütün değerler sistemi ile. 



Ve Avrupa cephesinden Erdoğan
 
Avrupa, Türkiye ile köprüleri kesinlikle atmaz, atamaz: iktidarda “evet”çiler de olsa “hayır”cılar da olsa Türkiye’yi “elinden kaçırmak” istemez; iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel açıdan yakın olmak zorundadır.
Hele 3 Ekim 2005’te yürürlüğe giren müzakere koşulları, AB’ye tek yanlı olarak Türkiye’yi yönlendirme, hiç içine almadan bekleme odasında sömürme olanağı veriyorsa.
Bu nedenle “aman Ankara ile kestirip atmayalım” diyen ilk ülke Yunanistan oldu. Şimdi birileri “kapılar niye açık tutuluyor” diye ahkâm kesiyorlar. Önce zahmet edip Dr. Engin Selçuk’un bir çalışmasını okusunlar.(*)
Erdoğan’lı veya Erdoğan’sız Avrupa (ve AB) Ankara’yı elinden kaçırmayacaktır. Erdoğan’a ve AKP’ye gelince: AB’nin bu pozisyonunu bildikleri için şöyle düşünebilirler: “Biz AB ve Avrupa Konseyi normlarının dışına çıksak bile bize katlanmak zorunda kalacaklardır; çıkarları bunu gerektiriyor.”
Yeni rejim ile demokrasiden uzaklaşmış bir yönetim olarak tamamen dışlayamazlar, bizi bu halimizle de kabullenmek zorunda kalacaklardır. Şikâyet edecekler, protesto edecekler ama köprüleri atmayacaklardır.
Avrupa, Ortadoğu’daki stratejik çıkarlarını Türkiye’ye rağmen yürütemez. Tek istisna, Avrupa ve ABD’nin Kürdistan projeleridir. Irak ve Suriye’de halen, tıkır tıkır yürütüyorlar.
Çok ilginçtir: ABD, Avrupa ve Rusya’nın Türkiye üzerindeki projeleri Birinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk defa bu kadar yakınlaştı. Bu süreç AKP iktidarı döneminde oluştu. İç dinamiklerin siyasal İslam odaklı işlemeye başlaması, ülkeyi yeniden Sevr riski ile karşı karşıya getirdi.
Ergenekon ve Balyoz operasyonlarında ABD, Avrupa ve NATO’nun sessiz kalmalarının gerisinde yatan neden budur. Aynı çevreler bu nedenle “rejim değişikliğini” bu amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışacaklardır. Esas sorun, rejimi değiştirenlerin nasıl bir tepki vereceklerinde yatıyor. “İktidar için her şey mubahtır” diyecekler mi? Zurnanın zırt dediği yer işte burası... 

Erol Manisalı / CUMHURİYET
 
(*) Dr. Engin Selçuk, “Türkiye’nin AB’ye Katılımı: İmkânsızı Tanımlamak”, “Avrupa Birliği Çıkmaz Sokak” kitabı içinde, Bilgi Yay, 2006, syf. 117-132

‘BOP eşbaşkanı’na bu yapılır mı? - ALİ SİRMEN

AKP “ılımlı İslam” modelinin en parlak ve öncü örneğini oluşturmak üzere, Amerikan - Türk ortak yapımı olarak, Washington’da dizayn edildi. Modelin özünü doğru anlamak için, “ılımlı İslam” yazılıp, aslında uyumlu İslam olarak okunduğunu bilmek gerekir.
Yıldızı AKP ile parlarken, kendisi de AKP’nin yıldızını parlatanların başında gelen Tayyip Erdoğan, olayın başlangıcında işin bu yönünü gayet iyi kavramıştı. Fiyaskoyla sonuçlanan 1 Mart tezkere harekâtından sonra, her türlü tereddüt ve yanlış anlamayı gidermek için başta Washington olmak üzere bütün dünyaya haykırıyordu:
- BOP’un eşbaşkanıyım!
O günden bu yana, Tayyip Bey’in bir zamanlar Ortadoğu’da bir barış planı olarak ilan ettiği BOP bölgede uygulandı ve sonucunda Ankara’nın bölgeyle ilgili bütün kırmızı çizgileri çiğnendi.
Aradan geçen zamanda BOP’un olsa olsa bir Pax Americana (Amerikan Barışı) Projesi olduğu iyice açığa çıktı.
Ortadoğu Pax Americana Projesi’nin temel dayanaklarından birinin de, bölgede yeni bir Kürt oluşumu olduğunu bilmek için allameyi cihan olmaya gerek yoktu. Washington yüzyılı aşkın süredir bu kartı açık açık oynamaktaydı.
ABD Başkanı Obama, PYD’yi destekleyerek, Suriye’de de herkese ve bu arada da özellikle Türkiye’ye karşı Kürt kartını oynayacağını ilan etmişti.
Bu konuda belki yeni bir politika izler diye umut bağlanan Trump da aynı yolu tutacağını hemen belli etti.
Şimdi PYD’yi, Ankara’ya karşı korumak için, bayrak açarak sınırımızda dolaşan ABD tankları bu politikanın bütün dünyaya ve bilhassa da Tayyip Bey’e ilanıdır.

***

Ilımlı İslam”ın bir ittifak değil, biat projesi olduğunu bir türlü görememiş olanlar, şimdi acı acı yakınıyorlar:
- BOP’un eşbaşkanı, ılımlı İslamın yıldızına ittifak anlayışına aykırı bu davranış reva mı?
ABD’nin yanıtı ise kısa ve kesin:
- Why not!
Gerçekten de neden olmasın, ABD yüzyıldır Kürt kartına verdiği önceliği saklamıyor ki? Şimdi nobran Trump Türkiye’nin kafasına vura vura, bölgede bu projeyi tanklarıyla herkese karşı savunacağını ilan etmekte.
Mesele bundan ibaret!
Peki, Türkiye bu durum karşısında ne yapıyor?
Türkiye eski bir şarkıyı mırıldanıyor:
- Bir gece ansızın gelebilirim!..
Ne demektir “bir gece ansızın gelebilirim”?
Bir gece ansızın gelebilirim, kavgada artık darbe indirmek olanağını kaybetmiş olanın boş tehdit olduğunu herkesin daha baştan anladığı “ben sana gösteririm!” vozurdanmasıdır, bir kıymeti harbiyesi yoktur ve Türkiye’nin de haber vermeden bir “gece ansızın” gidemeyeceğini, yapabileceğinin en fazlasının önce Washington’u haberdar edip sonradan sınırlı hava harekâtı ile yetinmek olduğunu herkes bilmektedir. 

***

Bir gece ansızın gelebilirim” tehdidinin? ABD’ye mi, PYD’ye mi yönelik olduğu sorusunun bir anlamı yoktur. Çünkü bir kıymeti harbiyesi olmayan, bu çıkış ne ABD’ne ne de PYD’ye, yalnızca Türk kamuoyuna yöneliktir ve bunun gibi iç kamuoyuna yönelik efelenmelerin, hiçbir caydırıcılığı olmadığını herkes bilmektedir.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı Trump ile ikili görüşmesinin arifesinde, Ilımlı İslam Projesi de, BOP’un eşbaşkanlığı hevesleri de iflas etmiş durumdadır.
Ilımlı İslam Projesi, Ankara’daki iktidarın yeterince uyumlu olmaması her değişiklikte duruma uyacak esnekliğe ve manevra kabiliyetine sahip bulunmaması, durumu doğru okumayı becerememesi yüzünden iflas etmiştir, yoksa yeterince ılımlı olmaması demokrasinin ölçütlerine uygun davranmaması yüzünden değil. Kısacası Tayyip Bey’in yıldızı olduğu model, yeterince ılımlı olmadığından değil, yeterince uyumlu olmadığından işlememiştir.
Bütün bunlara koşut olarak da, İktidarın Kürt politikası hem ulusal bazda, hem de bölgesel bazda iflas etmiştir.
Son olarak yaşananlar göstermiştir ki, Türkiye’de hangi iktidar olursa olsun, ulusal ve bölgesel bazda yeni bir Kürt politikası oluşturmak zorundadır.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

30 kanun değiştiren bir KHK - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye dokuz ayı aşan bir süredir OHAL rejimi altında. Dokuz ayı aşkın bir süredir, -15 Temmuz kanlı darbe girişiminin ardından ilan edilen- OHAL’e dayandırılan KHK’ler ile yönetiliyoruz.
İlki 23 Temmuz 2016 tarihini taşıyan OHAL KHK’sinin numarası 667’ydi.
Son iki kararnameyle (689, 690) birlikte, dokuz ayda çıkarılan KHK sayısı 23’e ulaştı. (İstisnalar olsa da Bakanlar Kurulu, OHAL KHK’lerinin genellikle çifter çifter yayımlamayı tercih ediyor.)
OHAL KHK’lerinin, TBMM’yi devre dışı bıraktığı çok söylendi. Tekrarda zarar değil yarar var: TBMM’nin, temel var oluş nedeni olan yasama faaliyeti açısından hükmü kalmamıştır. O kadar ki bundan sonra bir düzenlemenin kanun tasarısı biçiminde TBMM’ye getirilmesine sadece hayret etmeliyiz.
16 Nisan referandumundan epeyi önce fiilen başlatılan bu tablo, referandum sonucunun “kesinleşmesi”nin ardından hızlandı. OHAL KHK’leri bir yandan, devlet aygıtı içinde istenmeyen herkes ve her kesimin tasfiyesi için araçsallaştırılıyor. Diğer yandan da Saray’ın manevra alanını rahatlatma hedefine uygun olarak her türlü kanunda istenilen her türlü değişikliği yapma aracı olarak kulanılıyor. Her iki durum da ağır hukuka aykırılık sonuçları doğuruyor. Olağanüstü halin konusuyla hiçbir ilgisi bulunmayan yönetim alanları, fırsat bu fırsattır mantığıyla yeniden dizayn ediliyor. Tarihi, milletvekilleri, personeli, kurumları, sistemiyle koca TBMM’yi işlevsiz kalan KHK’lerdeki “fırsatçılığı” metinlere hiç girmeden sadece madde sayısı ve değiştirdiği yasalardan bile görebilmek mümkün.
***

Son yayımlanan iki OHAL KHK’si de böyle. 689 numaralı olanı, 3 bin 974 kamu görevlisini ihraç ederken, 690 numaralı KHK de TBMM’nin görev ve yetki alanına giren onlarca konu ve yasada önemli değişiklikler yaptı. 77 maddeden oluşan 690 sayılı KHK, 30 ayrı kanun ve üç KHK de değişiklik yapıyor.
Bankacılık Kanunu, YÖK Kanunu, Sermaye Piyasası Kanunu, SGK Kanunu, Köy Kanunu, Sahil Güvenlik Komutanlığı Kanunu, HSYK Kanunu, Yargıtay Kanunu değiştirilen yasalardan sadece birkaçı. OHAL KHK’leri geriye yürütülen hükümleriyle de temel insan haklarına aykırı nitelik taşıyor.
Toplam 33 kanun ve KHK’yi değiştiren, madde ekleyen, çıkaran bir KHK marifetiyle, 15 Temmuz darbecileriyle mücadele edildiğine bizden inanmamız bekleniyor.
OHAL KHK’si olma hasebiyle, FETÖ ile mücadele edildiğine inanmamız istenen konulardan birine örnek verelim. Misal, PTT artık BDDK’den izin almadan faaliyette bulunabilecek, elektronik para ihraç edebilecek. Oysa bankacılık sistemi dışındaki kurumların, para transferi meselesi eskiden çok özen gösterilen bir konuydu. PTT’ye durup dururken, piyasada otorite hüviyetine sahip düzenleyici kurumdan izin almadan faaliyet yapmasının, darbeleri bertaraf etme hamlesinden başka sebepleri olsa gerek. Bu noktada PTT’nin, bir başka OHAL KHK’siyle Türkiye Varlık Fonu kapsamına alındığını hatırlayabiliriz. Gerçek niyetin ne olduğunu şu an bilmemekle birlikte, en azından BDDK denetim ve izni dışına çıkarılmış bir bankacılık faaliyetinin karartılmış bir alan olduğunu söyleyebiliriz.
OHAL KHK’si, kendisi için açılacak davalarda, husumetin hangi kurumlara yönetilmesi gerektiğini bile tarif ederken, “Uyum yasaları Meclis’e geldiğinde muhalefet nasıl bir yol izleyecek” sorusu zerre kadar etkileyici ve merak uyandırıcı değil. Bilakis anayasa değişikliği kapsamında çıkması gereken uyum yasaları için şu sorunun cevabının verilmesi daha mantıklı olmalı:
Ey AKP rejimi, ey Bakanlar Kurulu, elinizde OHAL KHK’si gibi müthiş bir imkân var. İstediğiniz gibi kullanıyorsunuz. Uyum yasalarında OHAL KHK’si yoluyla hızlı sonuç almak mümkünken neden TBMM’yi çalıştırmak istiyorsunuz?



Çiğdem Toker -CUMHURİYET

30 Nisan 2017 Pazar

Hint seferi ve karanlıkta yolculuk... - Nilgün Cerrahoğlu

Merkezi Washington’da bulunan “Freedom House”un 2017 uluslararası basın özgürlükleri standartlarını belirleyen raporu çıktı. Türkiye’yi dünyada basın özgürlüklerinin en gerilediği ülke ilan eden rapora göre artık “yarı özgür ülkeler” kategorisinden de çıkıp dosdoğru “özgür olmayan ülkeler” arasına katılıyoruz. 

199 ülke arasındaki incelemede 163. sıraya gerilemişiz. Çukurun en dibinde Kuzey Kore var. “Acımasızlığıyla” ün salmış Kim Jong Un’un vatanıyla rekabet etmemize sade 36 ülke kalmış. Bu 36 ülkelik engeli de selametle aşarsak en dibe vuracağız. 


Birkaç gün önce de “Sınır Tanımayan Gazeteciler”in bir raporu yayımlanmıştı. Orada da keza gene “son 12 yılda 56 basamaklık düşüş kaydettiğimiz” duyurulmuştu. 


Bir kez bu serbest düşüş başlamayagörsün.. 56 basamak gerileyen bir ülkeyi kim tutar? 36 basamak daha gerilemeye ne engel olabilir? Bir süre önce Türkiye’ye gelen ünlü tarihçi-yazar Timothy Garton Ash’in sözleri var aklımda. “Artık Türkiye’ye gitmek karanlığa doğru yolculuk etmek gibi!” demişti Garton Ash ve eklemişti: “En çok tutuklu gazeteci sayısına sahip ülkenin üzerinde tüyler ürpertici bir sis bulutu dolaşıyor!”

 
‘İtibarını onarmaya mı geldi?’
Dünyadaki imajı artık bu şekilde olan bir ülkeyi dışarda temsil etmek cüret ister. Cumhurbaşkanı Erdoğan şimdi böyle çok cesur bir şey yapıyor ve Rusya, Çin, ABD ve Brüksel’de sürdüreceği dünya turuna Hindistan’dan başlıyor. 


Reis’e eşlik eden yandaşlara bakarsanız, Ankara’nın diplomasi atağının ilk ayağı olan Hindistan çıkarmasında “tüm ezberler bozulmuş”. Delhi’de Hintli gazeteciler yandaşlara “tek adam rejimi” filan gibi gerçeklerle ilgisi olmayan şeyler sormuş, ama bizim “dünya liderimize” eşlik eden medyamız sayesinde “Batı’nın bu menfur algı operasyonları” büyük ölçüde bertaraf edilmiş.
Aynı zamanda CB danışmanı olan İlnur Çevik örneğin; “Sabah yazarları olarak buraya gelip bazı yanlış algılamaları düzeltmek için bir atak yaptık ve yol aldık” diyor. Bununla yetinmeden ekliyor: “Türkiye nin dünya mazlumlarına kol kanat germesi, Mahatma Gandhi’nin fikirlerini yaşatması burada takdir görüyor!”

 
Ayağında çarık, çulsuz dolaşan ve bir lokma bir hırka felsefesiyle yaşayan Mahatma Gandhi ile “1150 odalı” Saray’dan yönetilen “yeni Türkiye” arasındaki bu hayali müthiş geniş benzetmeler eminim Hintlileri afallatmıştır. 


Hint medyasına zaten süratli bir göz atış, bu iddialı “imaj çalışmalarının” tercümede buhar olup uçtuğunu gösteriyor. “Freepress”te örneğin Sunanda K. Datta imzasıyla yayımlanan bir yazı, “Erdoğan’ın Hindistan ziyareti, kaybedilmiş uluslararası itibarı tamir amaçlı ” sorusunu soruyor. Türkiye’nin son bir yıldaki “karanlığa yolcuğunu” özetleyen yazı, Ankara’nın artık Arap dünyasındaki eski prestijine sahip olmadığını, eskisi gibi NATO’nun da demirbaşı olmadığını ekliyor. 


James Bond koruması
RTE’nin uluslararası itibarının keza gene ağır darbe aldığını belirten iş dünyasının gazetesi “The Mint”te çıkan bir başka yazı ise istibdat uygulamalarının 15 Temmuz’dan çok önce başladığına ve “iki yıldır sistemli olarak sürdürüldüğüne” dikkat çekiyor. 

Referandum sonuçlarının Erdoğan için “utanç vesilesi” olduğunu belirten gazete, RTE’nin Ortadoğu’da artık bir “dev gibi görülmediğini” ve “AB ülkeleriyle isterik bir kavgaya tutuştuğunu” not ediyor. 


Bu minvalde uzayıp giden yazıların tümü “ileri demokrasimizin” encamını ortaya koyuyor, referandumun sonuçlarını değerlendiriyor, Delhi ile geliştirilecek bağların Hindistan için sağlayacağı yararları sorguluyor.


Hint medyasını tararken karşıma çıkan en ilginç yazılardan biri, Erdoğan için alınan süper güvenlik tedbirlerini sıralayan bir haber oldu. Hint istihbaratı Erdoğan’ın uçağını Delhi’de bulunduğu 24 saat boyunca en üst düzey korumaya alacakmış. Reis’in özel korumalarına ilaveten en ileri teknoloji ile donatılmış süper sofistike silahlar ve iletişim teçhizatları verilecekmiş... Bir, halk arasında elini kolunu sallaya sallaya “Hint fakiri” modunda gezen Gandhi gözümün önüne geldi... Bir de “Bond” tipi güvenlik önlemleriyle Hint medyasına bile parmak ısırttıran post-modern “mazlumların abisi” Erdoğan... 


İki resim arasındaki benzerliği ben bulamadım. Siz bulabildiniz mi?


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Hadsizin hakkından imansız gelir! - Mine G. Kırıkkanat

Yıl 2007 ve dolandırıcı dedesi Selanik’te Osmanlı zindanına atıldı diye başta, pek çok kuyruk acısından ötürü Türkiye ve Türklerden nefret eden Nicolas Sarkozy, çiçeği burnunda Fransa cumhurbaşkanıydı. Kuşkusuz son derece zeki ve kurnaz, ama bir o kadar da kendini beğenmiş, hatta küstahtı. Enerjik ve çözüm üretebilen bir politikacı olmasına karşın; ancak sonradan görmelere musallat bir kabadayılıktan mustaripti. 

 
Nicolas Sarkozy, Vladimir Putin’le ilk kez Almanya’nın Heiligendamm’da toplanan G8 zirvesinde tanışacak ve ikili bir görüşme gerçekleştirecekti. 
 
O sıralar Putin’in Rus ordusu, Gürcistan’ı hizaya getirmekle meşguldü. Putin’e muhalif kadın gazeteci Anna Politkovskaya kimvurduya gideli bir yıl bile olmamıştı. Homoseksüeller, Çeçenler, daha kimler kimler Putin’den illallah diyordu... 
 
Kısacası Putin’in sigaya çekileceği pek çok konu vardı ve Nicolas Sarkozy; öküz olmak isteyen kurbağanın özgüveniyle bekliyordu ikili görüşmeyi. 
 
Aynı boydaki iki lider, gazeteciler önünde hararetle el sıkışıp kurmaylarıyla birlikte bir salona çekildiler. 
 
Görüşmenin bitimindeki basın toplantısına katılan Sarkozy, ayakta duramayacak kadar sarhoştu. Yüzü bembeyazdı, sendeliyor, saçma sapan konuşuyor, dili dolanıyordu.
Gazeteciler, Fransa Cumhurbaşkanı’nın Putin’in ikram ettiği votkayı fazla kaçırdığına hükmettiler. Ertesi gün ikilinin görüşmesi hakkında votkalı haberler çıktı.
Ama birkaç külyutmaz muhabir, gerek Putin, gerekse Sarkozy’nin alkol almadığını anımsatarak, işin içinde çapanoğlu olduğunu işaret ettiler. 

***

Olayın perde arkasını, ancak 2016’da, görüşmede hazır bulunan Sarkozy’nin danışmanı ve araştırmacı gazeteci Nicolas Henin hem “Rus Fransa” başlıklı kitabında, hem de TV’lerde anlattı:
“Görüşmeyi, Sarkozy başlattı. Önceden sözünü ettiği tüm kritik konularda Rusya’daki antidemokratik uygulamaları kıyasıya eleştirdi; güya dostça ama üstten bakan akıllar verdi. Vladimir Putin, mevkidaşını hiç kesmeden dinledi. Cevap vermeden önce uzun ve rahatsız edici bir sessizliğe büründü. Ardından Sarkozy’nin gözlerinin içine bakıp, iki elinin ayasını bir karışı gösterecek biçimde açarak: ‘Bak Nicolas’ dedi. ‘Senin ülken Fransa, bu kadar.’ Sonra kollarını iki yana açtı, ‘Benim ülkem Rusya ise bu kadar! Eğer sen küstahça ve haddini bilmez bu tavrını sürdürürsen, ben seni de, ülkeni de böcek gibi ezerim! Ha, hizaya gelir ve akıllı olursan, seni Avrupa’nın kralı da yapabilirim!’
Nicolas Henin, danışmanı olduğu Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin sendeleyerek çıktığı basın toplantısında sarhoş değil, Putin’den yediği sözlü dayakla ayakta K.O. olduğu için saçmaladığını ortaya koyduğu görüşme sırasında Putin’in Sarkozy’ye daha çok ağır hakaretler ettiğini belirtiyor, ama onları söylemiyor.
Zaten bunları açıklamaktan da amacı, yediği dayağın ardından Sarkozy’nin bir Putin kuklası haline gelip uluslararası platformlarda Rusya yanlısı politika izlemesi... “Rus Fransa” kitabında bu politikaları irdeliyor. 

***

Peki, ben bunları niye anlatıyorum?
Çağdaş Rus Çarı Vladimir Putin’in nasıl bir Rusya hayal ettiğini, nasıl bir dikta kurduğunu, muhaliflerini nasıl ortadan kaldırdığını, bu sütunda defalarca yazdım. Okuyanlar bilir.
Ne var ki Putin, ABD dahil tüm devlet başkanlarına kafa tutacak kadar büyük bir devletin başında; zekâsıyla, KGB geçmişiyle son derece donanımlı bir kabadayı, kalıbının adamı ve kincidir.
Kabadayılığa epeyce prim veren Türkiye, FETÖ tarafından düşürülen savaş uçağı ve biri “yandaş mücahitler” tarafından linç edilen pilotlar için özür dileyip arayı düzelttiğini sandığı Rus ayısını, Suriye ile Irak’ta biraz acıtarak kaşımaya başladı. 
 
Üstelik, ABD de pek arkasında sayılmaz. AB derseniz, ki son toplamda Rusya’nın savaştığı Gürcistan’ı adeta evlat edinerek Putin’e nanik yapmayı başarmıştır; “YSK’nin zaferi”nden sonra bizim kabadayıyı kutlamak nezaketini bile göstermedi! 
 
Dolayısıyla naraları Türkiye’yi inleten tarzan zorda, cangılda ürkütücü bir yalnızlık dönemi başladı; kabadayılıkta el elden üstündür, aman Putin’e dikkat, derim.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Onur - IŞIL ÖZGENTÜRK

Babakale açıklarında batan teknenin yolcuları arasında kemanına sarılmış biri vardı; Barış Yazgı. Tek derdi, tek isteği bir keman virtüözü olmaktı. Ama yoksul doğmuştu, yaşadığı ülkede bir zamanlar yoksul ama yetenekli çocukları istedikleri işleri yapmaya, başarmaya yönelten bir sistem vardı. Örneğin, Gürer Aykal böyle bir sistemin elinden tutmasıyla bugün dünya çapında bir şef olabilmişti. Ama artık bu sistem, iç ve dış düşmanlar tarafından hunharca yok edildi. Ve onlar, o genç insanlar meydanlarda, sokaklarda, dağlarda, mülteci teknelerinde ölümün soğuk yüzüyle karşılaşıyor. Ve bize sadece utanmak kalıyor.

 
Şimdi düşünüyorum, uzağa gitmeye gerek yok, Barış, Küba’da yaşasaydı başına neler gelirdi. Hiç kuşkunuz olmasın onu Küba’nın ünlü caz piyanisti Ruben gibi dünyanın her yerinde verdiği konserlerle tanırdık. Ama Barış sadece konser vermekle kalmazdı tıpkı Ruben gibi ülkesine borcunu ödemek için, haftada iki gün küçük balerinlere kemanıyla eşlik ederdi. Nasıl mutlu bir insan olurdu, nasıl! 
 
Şimdi soğuk bir denizde, kemanına sarılmış ölü bir beden! 
 
Ve yarın 1 Mayıs. Benimle yaşıt olanların 1 Mayıs’la ilgili hikâyeleri epeyce çoktur. Kimini coşkuyla anımsarız, kimini derin, geçmeyen bir kederle. Şimdi gene keder gelip beni buluyor. Çünkü işçi sendikaları ve güvendiğimiz odalar bizleri Bakırköy Halk Pazarı’na çağırıyor. Taksim ve orada yaşanan 1 Mayısları bilmesek hani gönül rahatlığıyla halk pazarına gidebiliriz ama ne yazık ki, Taksim eskimeyen derin bir yara gibi kanıyor. Ve bu yara izi, Barış’ın ölümüne uzanan çizgisiyle birleşiyor. Evet, yaralıyım ve bu yara Bakırköy Halk Pazarı’nda geçmeyecek. Tam tersi bana yitirdiğimiz pek çok güzelliği, pek çok kazanımı anımsatacak! 
 
Yıllar önce Taksim yasaklanmıştı, ben sıradan bir turist gibi Taksim’de dolaşıyordum: Kazancı Yokuşu’nda durmuş, o kanlı 1 Mayıs’taki ölen insanları düşünürken birden çok yaşlı bir adamın kaldırıma oturup ağladığını görmüştüm. Telaşla yanına gittim ve o bana kızının Kazancı Yokuşu’nda ezilerek öldüğünü, her yıl 1 Mayıs’ta yokuşun başına gelerek kızıyla konuştuğunu söyledi. Karısı acıya daha fazla dayanamayıp kanserden ölmüştü. Kazancı Yokuşu’nda ezilerek ölen kızı tek çocuklarıydı. 
 
Şimdi ben Bakırköy Halk Pazarı’na gidip, “Günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır, ancak bu böyle gitmez sömürü devam etmez” diyerek nasıl marş söyleyebilirim? Kendime bunu yapamam! Şimdi birçok gerekçenin sıralanacağını biliyorum. “İzin verilmedi”, “Taksim kapatıldı” vs. Bazen bir şeyleri zorlamak gerekir. Eğer işçi sendikaları bırakın yüz bini, on bin işçi getirmeyi göze alabilselerdi, disiplini sağlayabilselerdi, işler farklı olurdu. Keşke on bin işçi ve işten atılmış binlerce akademisyen, işten atılmış gazeteci, öğretmen orada kapatılmış Taksim Meydanı’nın yanı başında dimdik durabilsek! 
 
Her şeyi evet, her şeyi usul usul kabullendiğimizden işler bizim istediğimiz gibi yürümüyor. Ama şimdi size müthiş umutlandırıcı, hikâyesi gerçek bir İngiliz filminden söz edeceğim. Thatcher zamanı, Galler’deki madenler kapatılacak ve on binlerce işçi işsiz kalacak. Sendika genel grev kararı alıyor, ancak sendikanın uzun süren grevi karşılayacak parası yok. İşte o sırada LGBT üyesi sadece yedi kişi Londra sokaklarında plastik kovalar ellerinde para toplamaya başlıyorlar. Sonra Galler’deki bir madenci kasabası onları davet ediyor ama maden işçisi erkekler, karılarının çağırdığı bu gruba cüzamlı gibi davranıyorlar. Ama iyi ki, kadınlar var, bir süre sonra madencilerle LGBT üyeleri dost oluyorlar ama sendika gazetelere çıkan bu dostluğu kabul etmiyor. 
 
Sonuç LGBT’liler madenci kasabasından kovuluyorlar. Ama onlar gene para toplamaya, grevci işçiler için konserler vermeye devam ediyorlar. Hatta polisin yaktığı grev otobüsünün aynından alıp madencilere yolluyorlar. 
 
Sonuçta madenciler bir yıl sonra kazanıyorlar. O günlerde bir Onur Yürüyüşü oluyor, LGBT üyeleri ne görsünler, sendika hatasını anlamış ve her bölgeden bir otobüs dolusu madenci LGBT Onur Yürüyüşü’ne katılıyor. Ve o yıl daha önce sürekli reddedilen Eşcinsel Hakları Yasası madencilerin desteğiyle parlamentodan geçiyor. Filmin adı: ONUR

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Bir kitap yazmışım ki benden içeri! - TAYFUN ATAY

Fransız yapısal antropolojisinin öncü ve abide ismi Claude Lévi-Strauss, dilin onu kullanana, bir metnin de onu üretene “yapısal” aşkınlığını anlatmak istercesine, “Çalışmam bende benim bilmediğim düşünceler olduğunu ortaya çıkardı” demiştir.

Gazete Karınca’da Emre Tansu Keten’in birkaç hafta önce raflarda yerini almış olan kitabım “Parti, Cemaat, Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri” (Can Yayınları) üzerine önceki gün kaleme aldığı yazıyı okuduğumda bu sözleri hatırladım.
Elbette bir eser, onu yaratanın elinden çıktığında artık onun olmaktan da çıkar.
Kitapçı raflarında yerini almış bir kitap, artık yazarının değildir. Kitabın hakkı, okurundadır ve artık yazara söz düşmez.
O yüzden kitabımla ilgili yazılanları, yapılan değerlendirmeleri, getirilen eleştirileri elbette saygılı bir sessizlikle takip etmekten öte bir şey yapmamam gerekir... di!
Ama olmadı. Emre’nin yazısı karşısında sessiz kalamadım.
Çünkü Emre yazdıklarımı öyle bir süzgeçten geçirmiş ki yukarıda kaydettiğim şekilde Lévi-Strauss’un sözlerini çağrıştırırcasına adeta kendi çalışmamdan benim bilmediğim düşünceleri öğrenme noktasına getirdi beni!..
Kitabımın derdinin ne olduğunu benden daha becerikli anlatmış o.
Bir anlamda bana, beni, benden daha yetkin anlatmış.
Sayesinde yazdıklarımdan yeni şeyler öğrendim!
Burada onları paylaşmak istiyorum. Benim satırlarıma doğrudan göndermeleri veya aynen yapılmış aktarmaları dışta bırakarak, onun özgün ve geliştirici katkı mahiyetindeki satırlarına yer vererek...
Ve elbette şükranla!..
***

“Atay dinbaz kelimesini AKP tarafından şekillendirilen yeni nesil İslamcılığı tanımlamak için kullanıyor. 80’lerde vücut bulan, 90’larda büyüyen radikal İslamcılığın, iddialarından bir bir vazgeçerek, tutunduğu iktidar koltuğundan düşmemek için yaptıkları her şeyi meşrulaştıran bir noktaya gelmesinin hikâyesini anlatıyor.
 
Burada değişen sadece AKP’li yöneticiler ve onların çevresi değil, kendisini mütedeyyin, muhafazakâr ya da İslamcı olarak tanımlayan tabandır da. Post-İslamizm olarak da adlandırılan bu süreçte, dindarlık daha önce olmadığı kadar görünürlük ve meşruluk kazanırken, kapitalist işleyişe ve onun gereklerine olan tahammül de olağanüstü derecede artmıştır.
 
Hatta denilebilir ki, kâr arayışının her şeyi meşrulaştırdığı, her şeyden öncelikli hale geldiği abdest aldırılmış bir kapitalist düzendir söz konusu olan. Örneğin, faizle çalışan bankaların reklamlarını almanın, en az faizle para kazanmak kadar günah görüldüğü 90’lardan, bırakın banka reklamlarını, ‘İddaa’ (yani kumar) reklamlarının Yeni Şafak’ta tam sayfa yayımlandığı günlere gelinirken, İslamcı camiada kayda değer bir itiraz yükselmemiştir.

Aksine Hayrettin Karaman kendi gazetelerinin ayakta kalması için böyle bedellerin ödenmesi gerektiğini savunmuştur:
‘Bu gibi gazetelerin çıkması zaruret midir? Yani İslamcı mücadelede, meydan okumalara karşı alınacak tedbirlerde medyaya ihtiyaç var mıdır? Bundan vazgeçilebilir mi? Yerine başka bir araç konabilir mi?’
‘Bakara makara’nın sineye çekildiği, ama Charlie Hebdo katliamının alkışlandığı dinbaz siyaset, İslami makyavelizmin çıktısıdır.
 
Bunun yanı sıra, dinin eğlencelik hale geldiği, Cübbeli Ahmet Hoca ve Nihat Hatipoğlu gibi ekran yüzlerinin dini otorite olarak öne çıktığı, AKP sermayesi tarafından ele geçirilen televizyon kanalı ve gazetelerde dini içeriğin çok öne çıkartılmayıp, eğlenceli içeriğin korunduğu bir süreçtir bu. Yani Batı’ya ve onun Türkiye’deki uzantılarına karşı İslam’ı ayağa kaldırma mücadelesini verdiğini sanan ortalama bir AKP’li, tam da karşısında yer aldığını iddia ettiği alanın içerisinden konuşmakta, elinde, kendisini konumlandırdığı siyasi ideolojinin sadece bir suretinin kaldığının farkına varamamaktadır.”

Tayfun Atay / CUMHURİYET

29 Nisan 2017 Cumartesi

Devlet buysa devrim sensin! - ORHAN GÖKDEMİR

YSK “tam hukuksuzluk” saptayamadığından şaibeli bir referandum yine AKP’nin zaferiyle sonuçlandı. Yarım hukuksuzlukla her şeye el koydular. Yargı AKP yargısı, yasama AKP yasaması, yürütme, zaten onların icadı. Devletin valisi yok artık, AKP’nin valisi var. Devletin kaymakamı değil kaymakamlar, AKP’nin kaymakamı. Okul müdürleri AKP’nin, polisler AKP memuru. Yüksek yargıya atanmanın yolu reisle çay toplamaktan geçiyor. Komutan olmak için TV şovmeni badem bıyık AKP’liye başvuracaksın. Gazetecileri de AKP Genel Merkezi atıyor artık. Hande Fırat, malum, AKP’nin Hürriyet temsilcisi. Kendi ödülünü kendi verdi geçen gün, AKP’lilerin elinden aldı. CNNTürk’ün başında AKP’nin atadığı biri var. HaberTürk meşhur “Alo Fatih”te. Fatih Çekirge “evet” dedi, atamasını bekliyor.

Binali Yıldırım bu anayasa değişikliği ile kendi kendini feshetti. Hoş zaten etmese AKP Başbakanı olacaktı. Cumhurbaşkanı da yakında AKP’ye üye olacak ve o da resmen AKP Cumhurbaşkanı olarak devam edecek siyasi hayatına.

Devlet çöktü, ordu dağıldı, emniyet her gün hallaç pamuğu gibi atılıyor. Anayasa askıda. Yasalar AKP’nin işine geldiği kadarıyla yürürlükte. Bir tek AKP kaldı geride. O ne derse o.
Bir de hala hukuk varmış, yasa varmış, yargı işliyormuş gibi davranmayı ısrarla sürdüren “ana muhalefet” partisi ve lideri var. Olup bitenleri anladıklarından emin değilim ama ara sıra bir iki söz edip canlılık belirtisi gösterdiklerinden cenazesi kaldırılmayıp, yürüyen ölü muamelesi görüyor AKP tarafından.

Durumumuz net: AKP devleti bir yanda, “hayır” diye direnen halkın yarısı öbür yanda…

xxx

Bunun anlamı şu: Bizim bildiğimiz anlamıyla cumhuriyeti çökerttiler. Parlamento feshedildi, milli eğitim parça parça. Hukukun zerresi bırakılmadı. Denetim kurumları birer birer dağıtıldı. Doğu Perinçek “milli ordu” diyor ama ordu da bir süredir “milli” değil. Paralı askerleri gönderiyorlar savaşa, sadece onların ölmesinden belli. Er yerine uzman çavuş cenazeleri uğurluyoruz uzun zamandır. “Uzman”dırlar, maaşlı, “paralı” askerlerdir teknik adıyla.
Her şeyi aldılar evet. Ama devlet her şeyiyle alınabilecek bir organizma değildir. Eğer her şeyi almışsanız, bu, yakında her şeyi kaybedeceğiniz anlamına gelir. Her şeyi alıp ömrü uzatmanın bulunmuş tek bir yöntemi var: Bir toplumsal cinnet dalgasının üzerine oturacaksınız, Hitler olacaksınız ve mutlaka bir savaşa girip, toplumu bütünüyle seferber edeceksiniz. Bu bile sizi ebedi iktidara taşımaz, olsa olsa iktidarınızın ömrünü uzatır. Ama eninde sonunda devrilirsiniz; savaşla veya savaşsız…

xxx

Kutlu gün açıklandı. Tayyip Erdoğan 2 Mayıs’ta AKP’ye üye olacak. Hoş olsa ne olmasa ne? AKP onun zaten. Fiiliyatta AKP Erdoğan’a üye olmuş bir organizma. Tek merkezden yönetiliyor, emir komuta zinciri içinde hareket ediyor. Bu hukuki işlemin bizim için sadece şöyle bir anlamı var: Tayyip Erdoğan AKP’ye üye olduğu günden itibaren resmen AKP Cumhurbaşkanı olacak. Bu 12 Eylül 2010’da yapılan referandumla yargının AKP’ye teslim edilmesi ile başlayan döngünün mantıki sonucudur. Süreç tamamlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bundan böyle bir parti devletidir. AKP Cumhuriyetidir…

xxx

Hafta içinde 15 bin polisi görevden aldılar. Binlercesini derdest ettiler. Yayılan haberlere göre Fethullah’ın “mahrem imamları”nın listesi MİT tarafından ele geçirilmiş, bu operasyon da ona bağlı olarak yapılmıştı. Yalnız tablo biraz tuhaf. “Büyük resme” bakılırsa Fethullah örgütü bir polis, asker ve yargı tarikatı gibi. Hâlbuki taa ANAP döneminden beri en girişken oldukları yerler siyasi partiler. Defalarca cemaat kontenjanından bakan olanların haberini yaptım gazeteciliğim sırasında. Devlet Bahçeli referandumdan önce “bizde cemaatçi vekiller var” dedi mesela. CHP’de bol miktarda olduğu artık sır değil. Yalnız beyanlara göre AKP’de yok. Huda’nın hikmetidir! HDP’li vekilleri gözaltına almayı, hapse tıkmayı yol yaptılar. Onun dışında kimseye dokunamıyorlar. Şiddetle uzak durdukları bir tabu bu belli. Bir tuğla çekerlerse binanın bütünün yıkılacağından korkuyorlar.
Cumhuriyeti yıktılar. Bu arada kendi ayaklarının altındaki toprak da kayıp gitti. Sallanıp duruyor tek adam tek parti yönetimi. Ohal kaldırsalar düşeceklerinden korkuyorlar, lastik gibi uzatıp duruyorlar. Ohal’dir gerçekten ama o ohal de bizim değil AKP’nin ohal’idir.

xxx

Devlet artık bir partidir ama onun zulmettiği yüzde 50 de bir parti kıvamındadır. Sorun o yüzde 50’nin gönül koyduğu muhalif taklidi yapan partilerin de devlete dâhil olmasında. AKP’nin muhalefetidir onlar. Maç kazanmak için değil, şike yapıp maçı AKP’ye vermek için oradadırlar. Onlarla alınacak bir yol kalmamıştır.
O yüzde 50, hiç kuşkusuz, kendi partisini bulacaktır. Alınacak yol budur.
Cumhurbaşkanı bile partili olduktan sonra, düşünecek ne kaldı?


Devlet buysa devrim sensin kardeşim…

Hayır’lı 1 Mayıslar!

Orhan Gökdemir/  SOL