8 Haziran 2017 Perşembe

İran’daki saldırıyla çember kapanıyor - Nilgün Cerrahoğlu

Ortadoğu’da istikrarsızlık yaşamayan tek ülke vardı, o da İran’dı...
 
Mayıstaki son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “şahinlere” karşı ikinci dönem için gene Ruhani kazanmıştı. 
 
Bu, Trump’a rağmen, İran’ın “dünyaya açılım” çizgisini sürdüreceği ve içerde “reformculara” karşı baskıcı, yıldırıcı politikalar uygulamayacağına dair yeni beklentiler, umutlar ve coşku yaratmıştı.
Coşku çok kısa sürdü. Zafer kutlamaları bitmeden ABD Başkanı Donald Trump’ın Ortadoğu’ya yaptığı ilk gezide “Ruhani İran’ı” kılıç dansları arasında hedefe oturtuldu.
ABD Başkanı kol kola girdiği Suudi Kralı Salman’la İran’ı, Ortadoğu’daki bütün belaların başı, “çıban başı” ilan etti. Ve tez elden yalnızlaştırılmasını istedi.
Dünyanın tüm coğrafyalarında artık “yürüyen bir badire” diye tanımlanan Trump, böylece Ortadoğu’da yeni bir “şer ekseni” açmış oldu. Yıllardır İran’ı zaten hedef olarak gören Suudi Arabistan rejimine böylelikle yepyeni bir “yeşil ışık” yakılmış oldu.
Savaşı bir süredir “İran topraklarına taşıma” emellerinden söz etmeye başlayan Suudi yöneticiler, bunun üzerine ABD Başkanı’nın bu açıklamalarıyla cesaret kazanarak “Biz istedik bir göz, sen verdin iki!” havasına girdiler.
Son on beş günde bölgeyi kıvılcım çakılsa yakacak derecede geren bu baş döndürücü gelişmelerin üstüne İran için verilen “yalnızlaştırma” komutuna uymayan ve üstüne “Ruhani’yi zaferi için tebrik eden!” Katar’a, derken bir de baktık bir abluka dayatıldı... 

Baskı artacak
İran Parlamentosu ve Humeyni türbesine yapılan dünkü çifte IŞİD saldırısı işte böyle bir ortamda cereyan etti.
Kırk yıllık geçmişi olan İran Devrimi’nden bu yana ilk kez “rejimin kalbini” hedef alan bu kerte üst düzey bir saldırıyı gerçekleştiren teröristler, Ruhani’ye muazzam bir darbe indirmiş oldular. 19 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin “ılımlıların açık ara zaferi” ile noktalanan serüveni, üzerinden ay geçmeden böylece geriye çevrildi.
CNN Türk’e konuşan Reuters muhabiri Perisa Hafızi’nin bu bağlamda dikkat çektiği üzere “Bu konu İran’da olayları karıştıracak. Devrim Muhafızları güçlenecek ve baskı artacak”tır.
İran’daki saldırıların ilk sonucu bu: Sandığı “ılımlılara” yitiren Devrim Muhafızları’nın ellerinin güçlenecek olmasıdır.
Cihatçı Sünni örgüt IŞİD’ın bu kalibredeki bir saldırıyı, çok ciddi bir polis ve güvenlik devleti olan İran’da herhangi bir “iç destek” almadan gerçekleştirmiş olmasını düşünmek hayli zor.
Bu nedenle gözler bu “iç desteği” sağlamış olabilecek ufak Sünni azınlığa dönecek. Bu da öteden beri İran’ın büyük hassasiyet gösterdiği mezhep paranoyasını kaşıyacak. IŞİD’ın İran’daki Sünni azınlığı Şii rejime karşı ayaklanmaya kışkırtan videoları bu bağlamda yeterince kaygı verici ve dikkat çekici.

IŞİD Londra’dan Tahran’a...
İçerde “şahinleri” güçlendiren ve Sünni azınlığı basınç altına alan bu büyük istikrarsızlık etkilerinin yanında İran’a sıçrayan IŞİD terörünün artık tam bir “küresel” olgu halini aldığını görüyoruz.
İngiltere’de üç ayda üst üste üç saldırı düzenleyen IŞİD, operasyonlarının çapını İran’a yayarak, doğu ve batıda tüm coğrafyalarda aktif olabilen bir küresel fenomene dönüştüğünü kanıtlıyor.
Ortadoğu’da toprak yitirirken, “terör operasyonlarının” boyutunu ve çıtasını katlıyor...
İnsanı soluksuz bırakacak kertede hızlanan bir zamanlamayla birbirine eklemlenen bu çok tehlikeli gelişmeler yaşanırken soluğu; “Bu olaylarla ilgili Türkiye ile yakın görüş alışverişinde bulunmamıza ihtiyaç var” diyerek Türkiye’de alan İran Dışişleri Bakanı Zarif’in “görüş alışverişi” çağrılarını azami ilgi ve en üst düzeyde destekle izlemek gerek.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Yeryüzü sürgünü’ Türkiye sevdalısıydı... - ZEYNEP ORAL

“Juan Goytisolo yaşama veda etti”... Ajanslar haberi birkaç sözcükle duyurdu... İçimi koca bir ah kapladı.

Ah, dünyanın farklı kültürleri biraz daha öksüz kaldı...
Ah, kültürleri birbirine düşman kılanlar sevinmiştir şimdi...
Türkiye’deki okurların çoğu 20. yüzyılın bu dehasını “Yeryüzünde Bir Sürgün” kitabıyla (Metis Yayınları) tanıdı. Onu bize en çok tanıtan da kitaplarını İspanyolcadan Türkçeye çeviren, onun hakkında yazan, onunla nice söyleşiler yapan değerli bilim insanı Neyire Gül Işık’tır... Ne mutlu bana ki Gül Işık’ın o güzelim yazılarını 80’li yıllarda “Sanat Dergisi”nde bol bol yayınlama şansına eriştim. 

Aşk - nefret ilişkisi
İspanyol yazar, vatanı İspanya’yı acımasızca eleştirendi. Franco döneminde ülkesinden sürgün edilişi onu Avrupalı yapsa da Avrupalılığı reddedendi. O, Aydınlanma Çağı’nın Avrupa’sını benimserken yoksul ülkelere tepeden bakan zenginler kulübüne savaş açmıştı. Avrupa’yı farklı kültürleri yok sayması nedeniyle yerden yere vurandı! O Cervantes kadar Mevlana’yı da özümsemiş olandı.
Vatanı İspanya ve Avrupa ile yaşadığı aşk - nefret ilişkisini, her yerde farklı derecelerde yaşadı. Bu dünya gezgini, göçebe yazarın başlıca özelliği tüm çelişkileri irdelemesi; varsayımları, değer ölçülerini sorgulaması; genel geçerlere başkaldırması; kimlik yansımalarıyla hesaplaşmasıydı...
Juan Goytisolo’nun önemi ve yüceliği “kutsal”, “tabu”, “dokunulmaz” bilinenlere karşı meydan okuyup kendi değerlerini oluşturmasındaydı.
Dünya vatandaşı Juan Goytisolo, Türkiye’ye 80’li yıllarda sık sık geldi. Hem sürekli yazdığı “El Pais” gazetesine röportajlar yapmak, belgeseller çekmek, hem de bu ülkeyi çok sevdiği için... “İspanya ve Fas’tan sonra Türkiye üçüncü vatanım” dediğini anımsıyorum.
Gül Işık, “Sanat Dergisi” için yaptığı bir röportajda İstanbul’un orta yerinde bir kahvehanede yazara sormuştu: “Sizce yaşam nedir?” diye...
Goytisolo bir solukta yanıtlamıştı: “Bunu bilsem, yazı yazı yazar mıydım ben?”
 
Kültürün canlılığı
Ve Goytisolo’dan birkaç alıntı: (ayni röportajdan): “Kültürde her türlü ulusalcılığın kesinlikle karşısındayım, çünkü bir kültür dışarıdan almış, özümsemiş olduğu etkilerin toplamıdır. Bunların sayısı ne kadar çoksa, o kültür de o kadar zengin ve dinamik demektir.”
“Bence bir kültürün canlılığı özümseme yetisindedir. Yabancı kültürler, özümsendikleri oranda seçenek oluşturabilirler.”
“Hepimiz belli bir kültür bağlamında doğmuşuzdur ve bu bizi koşullandırır. Aydının yapması gereken bu koşullardan sıyrılmak, başka dünyalara, başka kültürlere, başka toplumlara kapısını açılmaktır. Ben hep şu amaca yönelmişimdir: Başkalarının olana saygı göstermek (saygıyı hak ediyorsa elbet) kendimin olanı eleştirmek. Yabancıları eleştirmek hiçbir şeye yaramaz, eleştirdi mi kendisininkini eleştirmeli insan.”
86 yaşında aramızdan ayrılan Goytisolo gibi yazarların, düşünürlerin çoğaldığı gün dünyamız daha yaşanabilir bir dünya olacak.. 

Ayşe Bilge Dicleli
Çok değerli bir insanımızı Ayşe Bilge Dicleli’yi zamansız kaybettik. 68 kuşağının güzel insanı, 12 Mart ve 12 Eylül’ün tüm baskısını, şiddetini, acımazsızlığını yaşayan, adı gibi bilge bir insandı. Yayıncılığı, yazarlığı, çevirmenliği, değerlendirmeleriyle toplumsal yaşamımıza hep katkıda bulundu. Daha güzel bir dünya umudu, daha yaşanabilir bir Türkiye sevdasıyla KA.DER başkanlığı da yapan Ayşe Bilge Dicleli’yi ve o her daim güler yüzünü çok arayacağız. Işıklar içinde uyusun. Tüm sevenlerine ve yakınlarına sabırlar diliyorum.




Zeynep Oral / CUMHURİYET

7 Haziran 2017 Çarşamba

Hilafet, Katar’ın neresinde? - TAYFUN ATAY

“Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki ya bana biat edersiniz ya da sizleri ateşte yakarım.”
Mekke’de zemzem odasına hapsettiği “Ehl-i Beyt”ten (Hz. Muhammed’in aile fertlerinden) 24 kişiyi halifeliğini kabule zorlayan Abdullah İbn Zübeyr’in bu tehditkâr sözleri, bugün Katar krizine ilişkin olarak bize en anlamlı veriyi sunar. Değme dış politika uzmanının torbalar dolusu lâfını tartarcasına hem de…
Abdullah İbn Zübeyr, Emevi halifeliğinin itibar görmediği Mekke’de ikinci Emevi halifesi Yezid’in ölümüyle kendi halifeliğini ilan etmiş (683) ve 10 yıl hüküm sürmüştür. Sonra Emeviler Zübeyr’i öldürüp halifeliği tekrar kendilerine münhasır kıldılar.
Bugün Katar’a yönelik ablukanın öncülüğünü yapan Suudi Arabistan’ın tavrı da Zübeyr’in sözlerinin bir tür güncellemesi aslında.
Suud, Katar’a diyor ki, “Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki ya bana biat edersin ya da seni abluka altına alır, aldırır, boğar ve doğduğuna pişman ederim!..” 

***
İslamiyet’te Peygamber’in ölümünün ardından başlayan iktidar çekişmesinin, bizim dinbaz siyaset erbabının ha bire kendini ve hepimizi kandırırcasına diline doladığı “İslam birliği”ni illüzyondan ibaret kılmasına en taze örnek Katar olayı...
Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Yemen, Maldivler ve Libya, Katar’la diplomatik ilişkiyi kesti; sınırları ve hava sahalarını kapattı; kendi ülkelerindeki Katarlıları da sınır dışı etme kararı aldı.
Demek ki neymiş? Ümmet kardeşliği hikâye imiş!..
Müminin mümine gadri, mübarek Ramazan bile dinlemiyormuş!..
İşin içindeki iş ne peki?
Elbette şu kavanoz dipli yalan dünya!..
Katar muazzam zengin. 60 bin 787 dolar kişi başına milli gelirle Arap ülkeleri arasında lider. Ve belli ki kendince bir ağırlık merkezi oluşturmak istiyor. Bunu özellikle onun medya endüstrisi alanında tüm dünyada öne çıkma çabasında görebiliyoruz.
Suud da çevresine topladığı diğer unsurlarla onu bir güzel hizaya çekiyor işte.
Suud ve yancıları bunu yaparken bir başka ilginç nokta da İslam topraklarında birbirine karşıt bazı unsurların Katar’a yönelik suçlamalarda birbirine yapış yapış karşımızda olmaları.
Hem İran bağlantılı terör eylemlerini, hem Yemen’deki Şii militanları, hem Hizbullah’ı, hem Müslüman Kardeşler’i, hem Hamas’ı, hem de El Kaide ve IŞİD’i desteklediği söyleniyor Katar’ın!..
Ama sıralanan tüm bu unsurların da bir tek ortak paydası var ki o da İslam!.. 

***
Bu kavga, “Homo İslamicus”a kim hükmedecek kavgası.
Ve telaffuz edilemeyen acı gerçek şu ki İslâm, “Asabiye”ye yenik…
O yüzden hilafet, ilk ortaya çıktığı günden beri hiç mi hiç birleştirici olmayan, ayrıştırıcı, çatıştırıcı, yakıcı-yıkıcı bir formül ve kurum İslamiyet bünyesinde…
İbn-i Haldun’un “asabiye”si, Frenkçe antropolojik tabirle “etnosentrizm” (bizmerkezcilik), Peygamber’in ölümünden itibaren İslam-öncesi Cahiliye dönemindeki hükmünü hemen yeniden icra etmeye başladı. Aile, soy-sop, sülale, kabile, kavim bazında aidiyet, “iman” bazında aidiyete hep galebe çaldı.
Şu postmodern küresel-kapitalist ahir zamanda da çalmaya devam ediyor. 

***

Beyaz Saray’ın bahçesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın PYD-YPG ve FETÖ yakınmalarını adeta İsrafil’in kıyamet günü geldiğinde üfleyerek çalacağı “Sûr” (boynuzdan yapılma boru) gibi ama sus-pus dinleyen Trump, Riyad’daki zirvede bir öttü pir öttü! Sonuç, herkesin hemfikir olduğu üzere, Katar ablukasına yeşil ışık... Ve yine hemen herkesçe endişeyle dillendirildiği üzere Katar’la bal-kaymak konumdaki Türkiye’nin de müteakip hedef olma ihtimali…
Böyle bir ortamda hâlâ kendi kendimize çalıp söylediğimiz bir “İslam birliği” türküsüyle oyalanıyor gibiyiz. Bakın Cumhurbaşkanlığı sözcümüz İbrahim Kalın, bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin “birlik-beraberlik” temelinde değerlendirilmesi gerektiğini belirterek nasıl devam etmiş:
“Mübarek Ramazan ayının ruhuna uygun bir şekilde, dost ve kardeş ülkeler arasında yaşanan bu tatsızlığın bir an önce çözüme kavuşturulması için Sayın Cumhurbaşkanımız diplomatik temaslarına başlamışlardır.”
 
Ne demeli?! Hilafet de, “İttihad-ı İslam” da (İslam Birliği), yeni-Osmanlıcılık da bir tatlı rüya ve bunca “katar katar” tatsız gerçeğe rağmen biz rüyaya yatmaya devam ediyoruz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Tarımımız AB masasında, korumasız - ÇİĞDEM TOKER

Tarım, medyada okuyucusu fazla olan bir alan olmadı hiç. Yaşamı sürdürebilmenin temeli gıda olmasına rağmen böyle. Medya bu hale gelmeden önce de tarıma ilgi azdı. Bugüne has değil yani.
Fakat ben yine de sizden istirham edeyim, bugünkü yazının başlığına bakıp olay mahallinden hemen uzaklaşmayın.
Çünkü iktidarın zeytinlik alanları “yatırım tesisi” cilasıyla, iştahları hiç bitmeyen şirketlere açma girişimine, geniş anlamda ülkemiz tarımını bitirecek bir başka gelişme eşlik ediyor. 

***

Şu sıra AB ile yeniden masaya oturma hazırlıkları yapılıyor malum. (Bizler de karşılıklı ekonomik ve siyasi çıkarlar dayattığında, ağır insan hakkı ihlallerinin Avrupa değerleri bakımından nasıl ağırlık ve öncelik kaybına uğradığını ibretle seyreder haldeyiz.)
Masaya oturma” işi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB Komisyonu Başkanı Junker ve Konsey Başkanı Dusk ile temaslarının ardından netleşti.
Takvimin önceliği, Gümrük Birliği güncellemesinde. 13 Haziran’da teknik heyetler buluşacak. Gözden geçirilecek Gümrük Birliği anlaşması, Türkiye açısından radikal değişiklikler getirecek.

AB ülkelerinde üretilen tarımsal ürünlerin, ülkemize serbestçe girip satılabilmesi bunların başında geliyor. Şu anda 3. ülkelerle yapılan ticarette sanayi ürünlerinde koruma uygulanmıyor. Ancak önümüzdeki salı başlayacak Gümrük Birliği toplantılarında tarım ve hizmetler sektöründe gümrük duvarlarının inmesi söz konusu. Bu da korumanın kalkması demek. 

***

Aslında tarım ürünlerinde gümrük tavizi bugün ortaya çıkmış bir konu değil. Gümrük Birliği anlaşmasında güncellemenin nasıl yapılacağı önceden kararlaştırıldı. Yani tarım ve hizmetler sektöründeki tavizler önceden biliniyordu.
Gelin görün ki, AB’de tarım sektörü yüksek destekler alırken, bizdeki tarım sektörü, zaten yüksek girdi maliyetleriyle üretim yapıyor. Hatırlayalım lütfen, ne zaman bir çiftçiye kulak verilse, mikrofon uzatılsa, mazot ve gübre parasından söz eder. Dahası, geçen yıl sonu TL’nin değer kaybı girdi maliyetlerini daha da artırdı.
Dolayısıyla bu güncelleme, AB’den gelecek tarım ürünlerinin ülkemize vergisiz girmesi, Türk çiftçisinin rekabette zorlanması anlamına geliyor.
Buna bir de 2017 tarımsal desteklerinin hâlâ açıklanmamış oluşunu ekleyebilirsiniz. Her yıl haziranın ilk haftası gelinceye kadar, hükümet pek çok tarım ürününde vereceği, parasal destekleri ilan etmiş olurdu. (Bu gecikmeye bütçe açığındaki artışın yol açtığı belirtiliyor.)
AB ülkelerinde üretim yapan çiftçiler kadar destek görmeyen Türk çiftçilerinin bu kadar köklü bir değişime hazırlıksız itilmesi, ekonomik anlamda da toplumsal anlamda da tahrip edicidir. Tarım ürünlerinde gümrüklerin kalkması, ekonomiye öngörülenden büyük darbe vurabilir.
Bir yandan haftaya başlayacak Gümrük Birliği müzakereleri, tarım korumasının kaldırılması, temel gıdaların ithalatçı ülkesi olmaya koşma hali diğer yandan kanun marifetiyle zeytinlik alanları madenlere açıp zeytinciliği öldürme hamlesi.
İnsanın kendi ülkesine, topraklarına, doğasına, insanına bu kadar zarar verecek uygulamalar içinde girmesini akıl, havsala gerçekten almıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

6 Haziran 2017 Salı

Kötüler uzun yaşar - ORHAN GÖKDEMİR

Kenan Evren’den biliyoruz, kötüler uzun yaşar. Diktatör 1917 doğumluydu, 2015 yılında öldü. Cumhuriyetten önce doğmuştu, cumhuriyet kucağında büyüttüğü dinci gericiler tarafından gömüldüğünde hâlâ hayattaydı.


Mesela ABD'de Jimmy Carter döneminin ünlü diplomatlarından Zbigniew Brzezinski 89 yaşında öldü. Carter dönemi dediğimiz 1970’li yıllarını ikinci yarısı. 1977-1981 yılları arasında ABD Başkanı Jimmy Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yaptı. Kızı Mika Brzezinski’nin Instagram hesabından duyurduğuna göre babası “huzur içinde” ruhunu teslim etmişti. Hâlbuki bugünkü huzursuz dünyanın yaratılmasında katkıları büyüktü. John F. Kennedy ve Lyndon Johnson dönemlerinde de görev yapan Polonya asıllı Brzezinski, Mısır ile İsrail'in "barıştığı" Camp David Anlaşması; Çin Halk Cumhuriyeti ile diplomatik, siyasi ve ekonomik ilişkilerin başlatılması ve Sovyetler Birliği'ne karşı Afgan "mücahitlerin" örgütlenmesinde başroldeydi. Afganistan-Pakistan sınırında mücahitlere yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Allah'a olan derin inancınızı biliyoruz ve mücadelenizde başarılı olacağınıza eminiz. Şurada gördüğünüz topraklar sizindir. Bir gün oraya geri döneceksiniz, çünkü kavganızda muzaffer olacaksınız. Evlerinizi, camilerinizi geri alacaksınız. Çünkü haklı bir mücadele veriyorsunuz ve Allah sizin yanınızda.” Anlaşılacağı gibi “ılımlı islam”ın da mucitlerinden biri. Sovyetler Birliği’ne karşı yol verdiği o mücahitlerin içinde doğdu El Kaide. Bugün dünyanın karşı karşıya olduğu dinci yobazlığın, o yobazlar eliyle yapılan katliamların her birinde sorumluluğu ve payı var.

Brzezinski, yaşamının son yıllarında ABD'nin başat bir emperyalist bir güç olmadığını savunarak, ülkesinin Ortadoğu'daki kaostan yararlanıp kendisi için esas rakip olan Çin Halk Cumhuriyeti'ni hedef alarak yeni bir küresel uyum inşa etmesi gerektiğini yazıyordu. Uzun yaşamasını işte fikir diye ortaya boşalttığı bu tür şeylerin yarattığı kan kokusuna borçlu. Tıpkı Kenan Evren gibi…

***

Brzezinski, kapitalist enternasyonalin önde gelen ideologlarından biriydi. David Rockefeller ise bu şebekenin finansörü. Dünyaca ünlü bir banker ve eski ABD Başkanlık danışmanı. Tam 101 yaşında öldü. Ölmeden önce çekilen fotoğrafı bir tür zombiye dönüştürdüğünü gösteriyordu. Orasına burasına yapılan yamalarla ayakta tutulan bir tür modern tıp mucizesi. 1915 yılında 1. Dünya Savaşı'nın başlamasından bir yıl sonra doğmuştu. 20 Mart 2017’de kalp yetmezliğinden öldü. Tam bir asır yaşadı.

Standart Oil adlı ünlü enerji şirketinin sahibi. Sadece bu şirketin gezegenimize yaptığı tahribat cehenneme gitmesine yeter de artar bile. Bu şirket de Amerikan iç savaşının finanse edilmesinden elde edilen karlarla kurulmuştu. Böyle bir vampir işte sözünü ettiğimiz. “Dünya imparatorluğu” ve “yeni dünya düzeni” kurmak, hayalleri arasındaydı. Para ve ABD silahlı gücüyle yapmayı denedi de. Uzun yıllar boyunca Rockefeller ailesi ile anılan Chase Manhattan Bank'ta çalıştı. JP Morgan Chase'in ortaklarından biriydi ve dünyanın en yaşlı milyarderiydi. Forbes dergisine göre kişisel serveti 3,2 milyar Dolar. Ancak yönettiği para 5 trilyon Dolar civarındaydı.

Rockefeller Ailesinin sözcüsü Fraser P. Seitel, Rockefeller’ın ABD’nin New York kentindeki evinde uykusunda öldüğünü duyurdu. Giderken de dünyada yaratılmasında pay sahibi olduğu açlıktan, sömürüden, katliamlardan, savaşlardan zerre kadar rahatsız değildi.

***

Samuel Huntington 1929 yılında doğdu, 2008’de öldü. Profesör. Yani kapitalist enternasyonalin ideologlarından biri. Uluslararası İlişkiler Direktörü, Harvard’da yönetici, 1986-1987 yıllarında Amerikan Politik Bilimler Birliği başkanı, 1977-78 yıllarında Beyaz Saray'da Ulusal Güvenlik Konseyi ve Güvenlik Planlama bölümü koordinatörü. Foreign Policy dergisinin kurucusu. ABD dış politikasına yön verdiğine inanılan pek çok kitabın yazarı. İlgi alanları, ulusal güvenlik, strateji ve sivil-asker ilişkileri, az gelişmiş ülkelerdeki demokratikleşme ve politik - ekonomik gelişim, dünya politikasındaki kültürel faktörler ve Amerikan ulusal kimliği olarak tanımlanıyor. Üçüncü dünya ülkelerindeki darbelerin esini ondan aldığına inanılıyor. “Medeniyetler çatışması” da onun öngörüsü. Bu çatışmanın ABD’ye yapılan 11 Eylül El Kaide saldırısı ile başlamış olması da ayrıca kayda değer. Medeniyetler çatışması sonucunda dünya düzeni yeniden kurulacaktı, öyle diyordu. Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton bile yazdıklarından rahatsız olmuş, tehlikeli sularda dolaştığı için onu eleştirmişti.

Irak’ın düzlenmesi için yapılan ve bölgeyi kan gölüne çeviren saldırının fikir babası. Milyonlarca insanın öldürülmesi fikri onun bir yerlerinden çıktı özetle. Libya’ya sıçradı o savaş. Oradan Suriye’ye. Bu açgözlülükten doğan çılgınlığın durması için daha ne kadar insanın ölmesi gerektiği de henüz bilinmiyor.

***

Henry Kissinger 1923’te Almanya’da doğdu. Asıl adı Heinz Alfred Kissinger. İnanılır gibi değil ama hâlâ hayatta. Nazi korkusundan ABD’ye göçünce kaderi de şekillenmiş oldu. Söylenenlere göre ABD Başkanı olamamasının tek nedeni ABD’de doğmamış olması. Ama pek çok başkanı perde gerisinden yönetti. Nixon o yüzden “Nixonger” diye anılıyor. Şimdi Trump’ın önde gelen danışmanlarından biri. Kontrgerilla adıyla nam salmış savaş yöntemini de o icat etti. Şaka değil, Nobel Barış Ödülü sahibi. Yaşayan en ünlü savaş suçlusu. 

Politikadaki ilk başarısı New York Valisi Nelson Rockefeller’ın destekçisi ve danışmanı olmak. Kissinger’ın desteklediği Rockefeller 1960’lı yıllarda birkaç defa başkanlığa aday oldu. Rockefeller başaramadı ama o Richard Nixon’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olmayı başardı. 1973’ten itibaren ABD Dışişleri Bakanı. “Detente” (detant - yumuşama) politikasının mucidi. Soğuk Savaş’ın en önemli aktörü. 1973 Yom Kipur Savaşı’nın 6. gününde ABD’nin İsrail’e yardım için tarihteki en büyük askeri hava köprüsünü kurmasını sağlayanlardan biri.

Kissinger, Başkan George W. Bush'un gizli bir ulusal güvenlik danışmanıydı. Obama yönetiminde de ABD Ulusal Güvenlik Konseyi'nin komuta zincirine dâhildi. Hillary Clinton'u da tavsiyeleriyle yönlendirdiği söyleniyordu. Her devrin adamı. Ya da her devir onun devri... Trump, başkan seçilmeden önce onunla görüşmüş ve bu görüşmenin seçilmesinde etkili olduğu iddia edilmişti. 2008’de Başkan Yardımcılığı koltuğuna aday olan Sarah Palin de Kissinger ile görüşmesinden sonra kampanya sürecine hız vermişti. Yani ona hâlâ büyük bir güç vehmediliyor.

İddialara göre Trump’ın seçilmesiyle ABD’nin Suriye’ye yaptığı saldırıların akıl hocası da o. ABD Humus şehrinin güneydoğusundaki Şayrat hava üssüne 59 Tomahawk füzesi ile saldırdı. Füzelerin çoğu hedefi tutturamadı. Akıllarınca Ülkede Rusya’nın edindiği gücü dengeleyeceklerdi. Trump yönetimi, saldırıları “tek seferlik” olarak tanımladı ve tırmandırma planının olmadığını savundu. Ama bu açık bir Kissinger numarası. Gerginliği tırmandır ve masada elini güçlendir. Bunun için de gerekli riskleri al. Dediği şu: ABD yönetimi değişken, hatta görünürde “irrasyonel” davranmak yoluyla muarızlarına ve rakiplerine üstünlük sağlayabilir ve onları devamlı olarak, Amerikan gücünün tehlikeli oynaklığından korkar vaziyette köşeye sıkıştırabilir.  Rusya, bombalama konusunda haber verilmesine rağmen ABD’yle yaptığı, Suriye hava sahasındaki çarpışmaları önleme anlaşmasını askıya aldı. ABD saldırıları da anında kesildi. İşte bu yüzden Trump'ın Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, Beşar Esad'ı iktidardan indirecek adımların yolda olduğun iddia etmekten, ABD'nin başka bir eylem planlamadığını savunma noktasına gelebildi. ABD’nin eski gücünde olmadığının emarelerinden biri daha!

***

Kapitalist enternasyonale yön veren, kuran, finanse eden ölçüsüz, kuralsız, vicdansız bir avuç “zombi”nin hikâyesi bu. Biri hariç hepsi yakın zamanda birbiri ardına dünyayı terk etti ama arkalarında 100 yıllık kanlı karanlık bir tarih bırakmayı da başardılar. Biri hâlâ ayakta ve hâlâ kanlı karanlık işler peşinde. Kişisel serüvenleri ile yarattıkları cehennemin tarihleri tamamıyla iç içe. O cehennemin ne menem bir şey olduğunu da bu kadar kötü olmaları ve bu kadar uzun yaşamaları ele veriyor.
Cehenneme gittiklerini sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Cehennemden gittiler. Dedik ya, kötüler uzun yaşar!

Orhan Gökdemir /SOL

*Bu yazı Boyun Eğme dergisinin 77. Sayısında yayınlanmıştır

Selefi köktendinciliği birlikte desteklediler! - İBRAHİM VARLI

Selefi/Vahabi aşırıcılığın, radikal İslamcı köktendinciliğin membası Suudi Arabistan’ın öncülüğünde Körfez Arap monarşileri “haşarı çocuk” Katar’la ipleri kopardı. Resmi gerekçe Basra Körfezi’nin bu küçük ada ülkesi Katar Emirliği’nin İhvan dâhil IŞİD, El Kaide türü radikal İslamcı terörü desteklemesi.
Sicili birbirinden kirli petro-dolarlar üzerinde gününü gün eden, bunu yaparken de dünyanın dört bir tarafına şiddet ihraç eden şeyhlerin, emirlerin, prens ve kralların birbirilerini “terörü desteklemekle” suçlaması ibretlik. Tam bir yiyin birbirinizi hali!
Oysa ki hâlâ Suriye’de, Libya’da, Yemen’de envai çeşit cihatçı örgütü birbirlerinin arkasını kollayarak destekliyorlar ve daha önemlisi Selefi vandalizmin yaygınlaşması için kesenin ağzını sonuna kadar açmakta bir beis görmüyorlar.
Bu nedenle krizin arka planında, iddia edildiği üzere İslamcı radikalizmden duyulan rahatsızlığın olduğu yönündeki açıklamalar kimseleri inandırmış değil.
Zira Suudi-Arabistan ve Katar; Selefi/Vahabi radikalizmi besleyen, destekleyen, silahlandıran iki başat ülke. Ortadoğu’daki her türlü “radikalizmi”, “İslamcı köktendinciliği” yıllar yılı birlikte desteklediler.
Katar-Suud petrodolarları Suriye’den Libya’ya, Tunus’tan Afganistan’a, Kafkaslardan Balkanlar’a her türlü aşırılığın sponsoru oldu. Yeşil Kuşak’tan Ilımlı İslam Projesi’ne köktendinciliğin yeşerip büyümesinde yıllar yılı beraber yol aldılar.İngiltere’den Filipinler’e, Suriye’den Tayland’a yerkürenin dört bir tarafını kana bulayan radikal İslamcı şiddetin arkasındaki güç aranacaksa şayet bu kuşkusuz Suudi-Katar monarşisidir. Birinin diğerinden ayrılması söz konusu olmaz. Daha birkaç hafta öncesinde Trump’ın önünde “Arap NATO’sunu kurduklarını ilan ederken, birlikte pozlar veriyorlardı.

                                                                             •••

Suud-Katar kavgası fena halde AKP-Cemaat kavgasını andırıyor. Uzun yıllar beraber yürüdüler bu yollarda. Ortadoğu’da cehenneme giden taşları birlikte döşediler. El Kaide’den IŞİD’e, Ahraruş Şam’dan Fetih Ordusu’na, ÖSO’dan Feylak Eş Şam örgütüne kadar bilumum cihatçı örgüt hem lojistik, hem askeri hem de siyasi olarak açıkça desteklendi. Ortaklık bozulunca birdenbire düşman kesildiler.
 Peki, ne oldu da ortaklık bozuldu? Katar kendisini nasıl birdenbire hedef tahtasında buldu?
Siyasi kriz dün patlak verse de evveliyatı var. İlk işaret 23 Mayıs gecesi Katar Resmi Haber Ajansı’nın 3 Mayıs gecesi Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad el Sani’nin ağzından, ABD’ye karşı İran’ı destekleyen açıklamalarıyla geldi. El Sani, röportajda “İran’a karşı düşmanlık beslemek akıllıca değil” diyordu. Ezeli düşman Suudiler ve baş düşman ABD’den gelen sert tepkiler üzerine Katar Emirliği sitenin siber saldırıya uğradığını, haberlere itibar edilmemesi gerektiğini söyledi.
Ancak ok yaydan çıkmıştı bir kere. Trump açısından da aranan fırsat ayağa gelmişti. Sisi ve Kral Salman ile birlikte Riyad’da “Radikalizmle mücadele merkezini” açan Trump’ın kışkırtmasıyla Katar’a “ayağını denk al” mesajı verilmiş oldu.

Katar’a yönelik izolasyonun üç amacı var:
1) İran’ı kuşatma: Bu hamle Trump’ın ABD’de işbaşına gelmesiyle birlikte yürürlüğe sokulan İran’ı kuşatması politikasının bir sonucu. Trump, Mayıs sonundaki Suudi Arabistan ziyareti sırasında bu politikayı iyice netleştirdi. Sünni NATO kurulması da bu kuşatmanın bir hamlesiydi. Riyad ile yapılan yüz milyarlarca dolarlık silah anlaşmasıyla bu durum taçlandırıldı. 
2) Katar’ı kontrolde tutma: Katar’a bu izolasyon ile direkt bir mesaj verildi. İran ile irtibata geçmesi halinde ya da “büyük ağabeyler”in sözünden çıkılması durumunda nefes alamayacak duruma geleceği hatırlatıldı. Dünyanın en büyük doğalgaz ve petrol rezervine sahip Katar, İran ile birlikte hareket ettiğinde Körfez dengelerini etkileyebilecek bir potansiyele sahip. Bu nedenle Suudi Arabistan Katar’ın İran karşıtı koalisyonun dışına çıkmasına müsaade etmiyor.
3) İhvan’ı yalıtma: Katar’ın tecrit edilmesinin diğer bir nedeni Mısır ve Suudi Arabistan gibi Körfez ülkelerinin Müslüman Kardeşler politikası. Katar ve Türkiye’nin desteklediği Müslüman Kardeşler (İhvan), Suudi Arabistan ve Mısır’ın terör örgütleri listesinde. Katar’ın İhvan’ı koruyup kollaması ve ülkesinde barındırması Sisi’nin Mısır’ı ve Suudlar için bir milli güvenlik sorunu. Her iki ülke de İhvan’ı kendisi açısından bir ulusal güvenlik sorunu olarak görüyor.

                                                                          •••

Suud-Katar krizinin Türkiye’ye yansımaları nasıl olacak?

Körfez monarşilerinden Türkiye’ye akan sermaye akışı AKP hükümeti için yaşamsal önemde. Bu nedenledir ki Katar’ın izolasyonuna en çok üzülenlerin başında yeni Osmanlıcılar geldi. Katar siyasal İslamcı iktidarın Ortadoğu’daki en yakın ve sadık partneri aynı zamanda. Suriye’den Libya’ya, Mısır’dan Bahreyn’e, Tunus’tan Filistin’e bütün projelerde derin bir işbirliği söz konusu.
Üzüldüklerini söyleyen Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun, “Biz Körfez bölgesinin istikrarını kendi istikrarımız olarak görüyoruz. Mevcut tablodan üzüntü duyduk. Çok sayıda ortak çalışmamız var. Aşılması için elimizden geleni yapmaya hazırız” sözleri bunun göstergesi.

Erdoğan’a 53 tane Arap tayı hediye eden Katar Emiri’yle birlikte emirlere, şeyhlere, krallara yaslanan AKP/Saray iktidarının tahtı da sallanıyor.

Katar’ın sıkıştırılmasıyla Yeni Osmanlıcıların oyun alanı da daralmış oldu. Bölgedeki manevralarının büyük çoğunluğunu sponsor ülke Katar’ın petro-dolarlarına borçluydular. Katar kaybederse Türkiye de kaybetmiş olur!

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Sahte belgeyle ihale kovalamak - ÇİĞDEM TOKER

Kamu kaynaklarının nasıl dağıtıldığı bu köşenin öncelikli alanlarından biri.
Son haftalarda belli aralıklarla gündeme getiriyorum:
Bir yasanın önemli bir maddesi, hukuka aykırı biçimde kullanılıyor.
Kamu İhale Kanunu’nun 21/b maddesi bu.
“Pazarlık usulü” başlıklı 21. madde, beş ayrı durumu sıralayarak, devlet kurumlarının hangi hallerde pazarlık yoluyla ihale yapabileceğini anlatıyor.
Maddenin “b” fıkrası ise “doğal afet, salgın hastalık, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani, beklenmeyen, öngörülemeyen olayların ortaya çıkması üzerine ihalenin acele olarak yapılmasının zorunlu olması” halini düzenliyor.
Bu maddenin idari/siyasi olarak kötüye kullanıldığını, kötüye kullanımların giderek sıklık ve yaygınlık kazandığına dair üç yazı yazdım.
Ne doğal afet, ne salgın hastalık, ne can veya mal kaybı...
Bu ani ve öngörülemez olayların hiçbiri gerçekleşmediği halde milyarlarca TL tutarında onlarca yol ihalesinin bu maddeye göre “verildiğini” anlattım.
İhale edilen yol proje isimlerini, ihale bedelleri ve verildiği şirket isimleriyle birlikte aktardım. Bu uygulamanın hukuka aykırılığına dair yargı kararı bulunduğunu da aktardım. 


***
21/b’nin kötüye kullanıldığına dair yazıların hiçbirine yalanlama veya tekzip gelmedi. Yalanlama ve tekzip şöyle dursun, maddeyi,Türkiye’nin dört bir yanında sanki art arda doğal afet, salgın hastalıklar meydana geliyormuş gibi uygulayıp, dilediği firmaları davet edip ihale veren Karayolları Genel Müdürlüğü bir açıklama dahi yapmadı.
İki seçenek var:
- Yazdıklarımın doğruluğu kabul ediliyor. Tutarlı ve mantıklı bir izah getirilemiyor.
- Yazdıklarım görmezden geliniyor. Toplumsal belleğin zayıflığına güvenilerek “Nasıl olsa az kişi ilgileniyor. Onlar da unutur” diye düşünülüyor. 

***
21/b konusuyla bağlantılı bir başka konudan söz edeceğim.
Meraklısı bilir; devlet, açtığı kamu ihalesine katılan firmalarda tecrübe arar. Bunun için de bu tecrübenin belgelenmesini ister. Bir firmanın özellikle yurtdışında iş deneyim belgelerinin varlığı ve bu belgelerin sayıca çokluğu o firmanın şansını arttırır.
Gelin görün ki, sahteciliğin, usulsüzlüğün, nepotizmin genel kabul gördüğü bu topraklarda artık iş bitirme belgelerinin de sahtesi üretilmeye başlanmış.
Yurtdışında aslında yapmadığı işleri yapmış gibi gösteren ve kamu kurumlarına gerçekliği bulunmayan sonradan üretilmiş belgeleri sunan firmalar türemiş.
Haliyle şikâyetler de başlamış.
Bunun üzerine Karayolları Genel Müdürlüğü, Dışişleri Bakanlığı’na “gizli” bir yazı göndererek bir liste sunmuş. Beş sayfalık listeye dikkat çekilerek “işin adı, ilk ve toplam sözleşme bedelleri, sözleşme ve geçici kabul tarihleri” gibi bilgilerde tereddüt duyulduğu belirtilerek o bilgilerin doğruluğunun araştırılması istenmiş.
Ne var ki aradan epeyce bir zaman geçmesine rağmen, Dışişleri Bakanlığı’ndan Karayolları’na giden bir cevap olmadığını öğrendim. İşlem de yapılmadığını.
Eğer yapılmış olsa, iş bitirme belgelerinin sahteliğinin ortaya çıkacağı, yasal işlem yapılması gerekeceği ve bugün 21/b’ye göre iş alan bazı firmaların o işleri alamayacağı konuşuluyor kulislerde.
Yazıyı, yanıtın gelmeme ihtimalinin büyük olduğunu not düşerek soruyla bitirelim:
Bu kadar kritik tereddütlerin bulunduğu, somut bilgilerin ve listenin yer aldığı bir yazıya neden cevap verilmez?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Yeni Fethullahlar yolda... - ALİ SİRMEN

Galatasaray Lisesi’nin her yıl haziran ayının ilk pazarı gerçekleşen geleneksel yaz pilavı, 4 Haziran günü okul binasında yapıldı.
2012’den başlayarak, kurumun değerlerini korumaya, savunmaya, geliştirmeye kendi alanlarındaki çalışmalarıyla katkıda bulunanlara Galatasaraylılar Derneği tarafından verilen “Galatasaray Büyük Ödülü” bu yıl emekli büyükelçi ve eski İstanbul milletvekili Şükrü Elkdağ’a verildi.
Her pilavda, ellinci mezuniyet yıllarını kutlama geleneğine, bu sefer 124. dönem mezunları, 25. yılı kutlamayı eklemişler ve aralarından Seza Sinan Uslu’nun kaleme aldığı, “Galatasaray Tıbbiyesi’den Mekteb-i Sultani’ye Eğitim’de Yenilik ve Gelenek” adlı bir araştırma kitabı yayımlamışlardı. Gelenlere dağıtılan bu eser, seçkin bir eğitim kurumundan yetişenlere en fazla yakışan katkı türüydü. 

***

Ama 4 Haziran Pazar günkü, 2017 Galatasaray Pilavı’nda beni en çok duygulandıran, 112. dönem mezunları oldu. Diğer 12 Cumhuriyet mensubu ile birlikte 7 aydır Silivri’de tutuklu bulunan değerli gazeteci yazar Kadri Gürsel kardeşimizin sınıf arkadaşları olan, Kadri’nin resminin bulunduğu altında “Sorarlarsa bizdendir” yazılı tişörtler giymiş 112. dönemliler, Kadri’nin eşi ve oğlunun da katıldığı pilav şenlikleri boyunca, tezahürat yaparak, şarkılarla, türkülerle, sloganlarla arkadaşlarını andılar; bizim gibi o dönemden olmayanlardan isteyenlere de dağıttıkları tişörtleri giyip resim çektirdik, adeta Kadri’yi aramızda hissettik.
Bundan üç yıl önce, yine Galatasaray mezunu olan, baskıcı iktidarın destekçisi, şu anda adlarını zikretmeyi gerekli görmediğim, iki kişi için ise yine üstlerinde resimleri bulunan pankartlar açılmıştı. Ama onlarda şu ibare yer alıyordu:
Sorarlarsa bizden değil dersiniz
Silivri’de tutuklu Kadri’yi, yetiştiği irfan yuvasındaki arkadaşları bağırlarına basarken, bütün demokrasi kurbanlarıyla dayanışma örneği sergilediler.
Kadri Gürsel, FETÖ’cülükle suçlanıyor.
Kadri ve onunla birlikte tutuklu olan Cumhuriyet mensubu arkadaşlarımıza yönelik Fethullahçılık veya onlarla irtibat suçlamasını ya da imasını, NEREDEN GELİRSE GELSİN, şiddetle kınıyor ve bunun izan sahibi hiç kimsenin kabul etmediğini, etmeyeceğini haykırıyorum, hep de haykıracağım.
FETÖ soruşturması artık Fethullahçılara yönelik olmaktan çıkıp büyük çoğunluğu geçmişte Fethullahçılar ile mücadele etmiş olan muhalifleri sindirme ve tasfiye aracı haline gelmiş durumda.
FETÖ karşıtlarının sanık olduğu soruşturma ve davalarda, eski Fethullahçılar tanık olarak yer alıyorlar.
Bu durum kimilerinin haklı olarak, iktidarın FETÖ ile mücadelede içten olup olmadığı sorusunu gündeme getirmelerine, Gülen ve taraftarlarının devlete sızdıkları iddialarına gülmelerine neden oluyor.
Onlar açıkça şunu söylüyorlar:
- Fethullah ve yandaşları devlete sızmadılar, iktidar tarafından alenen yerleştirildiler.

***

Ben en ufak paylaşıma bile tahammülü olmayan bu iktidarın, gücün tümünü isteyen Fethullah Gülen’in artık can düşmanı olduğuna inanıyorum.
Ama bu düşüncem, yapılan mücadelenin iktidarın istediği sonuçları vermeyeceğini görmemi de engellemiyor ve diyorum kiFethullah karşıtlarının sanık, Fethullah yandaşlarının tanık olduğu bu soruşturmalara rağmen yeni Fethullah’lar yoldadır.”
Başka türlü olması da beklenemez.
Siyasetin kadrolarının sekülerleşmesine karşı olan, siyaseti temelden dincileştirmeyi kendine hedef seçmiş ve bu alanda çok yol almış bulunan uygulamalar bu şekliyle sürdükçe, bünye yeni Fethullahlar yaratacaktır. 
 
Cumhuriyet’in klasik sağı Atatürk’ün görüp, gösterdiği bu gerçeği anlamadığı için dinci siyasetin bekleme odası rolünü üstlenmişti. 
 
Şimdiki iktidar da, geniş tarihi perspektiften bakıldığında, geleceğin FETÖ’cülerinin teşrifatçıları olmaktan öteye geçemeyecektir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

5 Haziran 2017 Pazartesi

Emperyalizm ve Kürt hareketinin bu konudaki vurdumduymazlığı üzerine - İLKER BELEK

Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşaması.
Tanımlayıcı kriterleri mali sermayenin sanayi sermayesiyle birleşmesi, tekellerin egemenliği, sermaye ihracı, dünyanın tekeller arasında bölüşülmesi, ülkelerin tekeller tarafından coğrafi olarak paylaşılması. Tümü diyalektik ilişki içindedirler.
Sermaye birikimi 16. yüzyıldan itibaren İngiltere merkezli olarak ortaya çıktı. Senyörlükleri birleştirdi, merkezi devlet yapısını yarattı. Kapitalizm sermaye devleti olarak siyasallaştı.
Emperyalizm iktisadi, siyasi, askeri bütünlüğü olan bir yapıdır. Paylaşım, yeniden paylaşım, yani savaş bu yapının var oluş halidir.
Bu var oluş hali içinde, emperyalizme karşı savaşmayan, emperyalistler için savaşmış olur.

                                                                           *****
Emperyalizm merkez çevre hiyerarşisidir. Ama bu gerçeklik çevre ülkelerin burjuvazilerinin ulusal, antiemperyalist duyarlılıklarının olduğu anlamına kesinlikle gelmez.
Çevre ülke burjuvazisi işbirlikçi ve işçi sınıfına düşmandır. İşçi sınıfının kurtuluşu bir blok halini almış tekelci sermayeye karşı vereceği mücadeleye bağlıdır.

                                                                            *****
Bütün bu nedenlerle, halkını, yani ülkesini savunan her siyaset için antiemperyalizm gerek koşuldur.

                                                                            *****
Emperyalizmin egemenliği en nihayetinde askeridir. Tekeller devletlerinin ordularıyla işgal ederler. Tekelci devlet kapitalizmi tanımı buradan gelir.
Kore, Irak, Suriye ve birkaç yıl önce “Bahar”ın muştulandığı Arap coğrafyası bu bakımdan çarpıcı yeni örneklerdir. Bu ülkelerin kapitalize edilmesi iktisadi hedefken, bu hedef emperyalist ülkeler arasındaki rekabeti, bu da devlet tekelci askeri müdahaleleri ve savaşları zorunlu kılmaktadır.
Yeniden: Savaştaysan tarafsın, emperyalizme karşı değilsen emperyalizmin safındasın.

                                                                             *****
Emperyalizm bazen de daha dolaylı işgal mekanizmaları icat eder.
Örneğin Afganistan’ı Sovyetler için bataklığa çevirmek amacıyla ABD’nin Taliban’ı yaratması, daha sonra yine Taliban’ı gerekçe olarak kullanıp Afganistan’ı işgal etmesi böyledir.
Turuncu devrimler gerçekliği böyledir.
Irak ve Suriye’de El Kaide’den yarattıkları IŞİD’ı Suriye’ye müdahalenin kılavuzu olarak kullanmaları böyledir.
                                                                              *****
IŞİD; Suriye rejimini yıkmak, Suriye’yi içinden çıkılmaz bir kaos ortamına çevirmek, bölgeye yerleşmeyi meşrulaştırmak ve AKP’yi Suriye’de kullanmak amaçlarıyla ABD tarafından yaratıldı.
ABD’nin Kürt hareketine yönelik olarak da açık planları var: Kürtleri IŞİD bahanesiyle Suriye savaşına dahil etmek, Esad’ı ve aynı zamanda Türkiye’yi Kürt hareketi üzerinden sıkıştırmak, kendi hakimiyetinde Kürt devletleşmesi sürecini geliştirmek.

                                                                               *****
Kürt hareketinin ağırlık merkezi bugün Suriye’dir. Niyet Suriye’deki karmaşadan bir bölge koparmaktır.
Bu niyetin ABD tarafından görülmediği ve/veya mevcut kaosta bu doğrultuda sonuç elde etmenin mümkün olduğu düşünülmektedir.
Ne olursa olsun bu tutum en azından karşısındakinin gücünü hesaplayamayan ve emperyalist plana entegre olmuş bir stratejinin göstergesidir.
ABD’nin yarattığı düşmana karşı, ABD silahlarıyla, ABD’nin belirlediği planlar dahilinde savaşmanın neticesinin ABD’nin belirleyeceği bir noktaya bağlanacağı, Suriye’de bir bölgeye yerleşilse bile bunun yeni bir ABD eyaleti olacağı gerçeği kavranmak istenmemektedir.

                                                                                *****
Kürt hareketi emperyalizm olgusunu görmezden gelmekte ve/veya emperyalizmin gücünü küçümsemekte ve/veya ABD’nin kendi emperyal planları doğrultusunda kendisine tahsis etmiş bulunduğu alanı kendi gücüyle elde etmiş yanılgısına kapılmaktadır.

                                                                                 *****
Sorun kimi kez de densizlik derecesinde görüntülenir.
2. Dünya Savaşı’ndan hemen önce Almanya ile SSCB arasındaki (Ribbentrop-Molotov) saldırmazlık anlaşması, antiemperyalizmin gardını düşürmek üzere, emperyalizmle işbirliği yapılabileceğine dair bir örnek olarak kullanılır.
1917 sosyalist devrimi ve bu devrimin yarattığı 170 milyon nüfuslu bağımsız, egemen ve Nazi iktidarını devirmek amaçlı zaman kazanmaya oynayan Sovyet devleti ile ABD’nin silahlandırdığı ve herkesin bir tarafa doğru çekiştirdiği YPG aynı kefeye konulur.

                                                                                   *****
Emperyalizm gerçekliğinin görmezden gelinmesi, antiemperyalizmin milliyetçilik, vb olarak reddedilmesi vahim bir teorik hatadır.
Bu hata, bağımsızlık kavramının hiç kullanılmadığı bir siyasi ortam içinde mülkiyet ilişkilerinden azade biçimde özgürlük fetişi olarak somutlanır.
Sınıfsal çelişkilerin bulunduğu özel mülkiyetçi rejimde halk sınıflarının özgürlüğünden söz edilemeyeceği gerçeği gizlenir.
Bu haliyle özgürlük retoriğinin kendisi Kürt hareketinin burjuva sınıfsal karakterini ortaya koyar.
Antiemperyalizmi unutmuş bir hareketin kendisinin bile özgür davranma şansı hiç yoktur.


İlker Belek / SOL

Bir geleneğin ‘marka’ya dönüşümü: Beşiktaş - TAYFUN ATAY

Benim Beşiktaşlılığım hep bir öğrenilmiş çaresizlikti.

Hayal meyal hatırladığım ilk şampiyonluk 1967’de. Beş yaşındayım. Babam Beşiktaş’ın Ankara temsilcisi ve şampiyon takımla beraber Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan Cumhurbaşkanlığı Kupası maçında “maskot” olarak sahaya çıkıyorum. Çimlerin ortasında “Küçük Ahmet”in (rahmetli Ahmet Özacar) “Gel bakalım delikanlı” diye çağırıp neredeyse gövdem büyüklüğünde topla bana birkaç pas atışı bugün bile hafızamda ışıl ışıl!.. 

Ama sonrasında kocaman bir boşluk var! Çocukluğum, ergenliğim, ilk gençliğim ve erken yetişkinliğim boyunca hiç şampiyonluk görmedim. 

Beşiktaş, 1967’deki şampiyonluktan tam 15 yıl sonra 1982’de, ben 20 yaşındayken tekrar şampiyon olabildi. 

Genel tablo böyle ama buna eklenebilecek ve özellikle çocuk yaşta taraftar için travmatik bir dolu “nokta başarısızlık” da var. 

En unutulmazı 1974’te Romen Steagul Roşu ile oynanan Avrupa Kupa Galipleri (şimdiki UEFA) Kupası maçı. İstanbul’da 2-0 kazandıktan sonra Romanya’da rövanş günü ve ben ortaokuldayım. Son ders zili çaldı, çıktık okul kapısından bahçeye doğru, “Beşiktaş 1-0 mağlup ama maç bitti bitiyor” dediler. 

Birkaç adım atıp okulun bahçe kapısından dışarı sokağa çıktım, bir yerlerden “Aaa, 2-0 oldu” sesleri geldi. 

Çok değil 40-50 metre ötedeki kahvenin bahçesinde maçı izleyenlerin yanına doğru ilerliyordum ki adeta ölüm sessizliğine bürünmüş kalabalık birden patladı ve “Hay Allah kahretsin, bu kadar olmaz, yuh” sesleri yükseldi. 

Beşiktaş son “3 dakkada 3 gol” yemiş ve rövanşı kaybedip elenmişti. 

Bu hep böyle devam etti. Mesela 1999’da Norveç’in Valerenga takımına İstanbul’da ilk yarı 3 gol atıp turu geçtik derken ikinci yarıda 3 gol yeyip turu bıraktığımız gibi... 
 
O zaman da Fulya tesislerine gelen bir taraftarın Şifo Mehmet’e, “Kaptan ben ilk yarı 3-0’ken oğluma yarın okul var hadi yat artık zaten bu iş bitti dedim; şimdi sabah ona ne diyeceğim” şeklinde feryadı hatıramız oldu!.. 

Çocukken ne yaşattıysa Beşiktaş, büyüyüp baba olduğumuzda da onu yaşatmaya devam etti vesselâm!.. 

Tabii ki Süleyman Seba dönemi, Beşiktaş’ın makûs talihinin yenilmesidir. Takımın “3 Büyükler” kategorisine “fiilen” geri dönüşüdür o dönem. 

Ama o dönemde bile öğrenilmiş çaresizlikler son bulmadı. İnönü Stadı’nda (şimdiki Vodafone Arena) Denizlisporlu sol bek Erol’un bitime 4 dakika kala attığı beraberlik golüyle Galatasaray’a (tabii ki “teşvik şikeleri” eşliğinde!) son anda kaybedilen şampiyonluk mesela... 

Beşiktaş hep bir öğrenilmiş çaresizlikti. O yüzden bu yıl da 7 puan öndeyken bile hiç rahat olmadım. Nitekim biliyorsunuz bir anda her şey yine bıçak sırtı oldu. 

Ama galiba bazı şeyler de değişmiyor değil! Art arda çok ciddi psikolojik sarsıntılar (Lyon maçı, Van Persie, Başakşehir ve özellikle Fener’e 90 artı 4) yaşanmasına rağmen bu sene sonuç, benim öğrenilmiş çaresizliğimi daha da pekiştirmek yerine onu sarsacak mahiyette çıktı ortaya.
Fikret Orman Beşiktaş’ı, sanki bu öğrenilmiş çaresizliği de yendi bende!.. 

Ancak bu Beşiktaş’ın daha önemli bir başka özelliği var. 

O da 1990’ların başında Seba ile yeniden yükselişe geçen Beşiktaş’ı o dönemde de, sonrasında da özellikle iki ezeli rakibine kıyasla sağlanamamış bir noktaya, “endüstriyel futbol” aşamasına tam mânâsıyla taşıması... 

Seba’nın “kültürel hamuru”nda endüstriyelleşmeye yer yoktu. O, futbolu amatör ruhla ve zanaatkârane icra eden bir takım geleneği var ederek ulaştı başarıya. Ama değişen dünyada endüstriyelleşen futbol çarkı içerisinde bu ancak bir yere kadar sürdürülebilirdi. 

Ve kanımca Beşiktaş, 1990’ların ortasından itibaren bu ülkede futbolun endüstriyelleşmesiyle birlikte iki ezeli rakibi ile kendisi arasında açılan farkı esas itibarıyla şu son yıllarda Fikret Orman döneminde kapattı. 

Seba’nın Beşiktaş’ı, Şeref Bey’den Baba Hakkı’ya, Küçük Ahmet’e ve Metin- Ali-Feyyaz’a açılan yelpazede bir “gelenek” inşası idi. 


Orman’ın Beşiktaş’ı, “süreklilik içinde değişme” eşliğinde bu geleneğin “marka”ya dönüşümü oldu.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Çürüme ve çözülme - ERGİN YILDIZOĞLU

Ne zaman büyük resme” bakmayı denesem aklıma bu iki sözcük geliyor. Bu kez de gündemde ABD başkanı Trump’ın NATO ve G7 toplantılarındaki tutumu, ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çıktığına ilişkin açıklaması var. 


Çürüme ve sanat
Bir hegemonyanın devleti tabii ki önce kendi çıkarını düşünür. Ancak hegemonya, bu çıkarlar başka ülkelerin çıkarlarıyla örtüştüğü, liderlik benimsendiği için gerçekleşir. Bu hegemonya altında şekillenen düzende, hegemonyacı devletin egemenliği değil, (bu devlet ekonomik ve askeri olarak en güçlü konumda olduğundan) tüm diğer devletlerin egemenlikleri tehdit altındadır.
Bugün ABD’nin yönetimi, “önce Amerika”, “ulusal egemenliğimizi savunuyoruz” gibi ifadeler kullanıyorsa, ABD hegemonyası altında şekillenmiş “dünya düzeni” artık tükenmiş, her türlü savaşı, insani felaket olasılıklarını gündeme getiren bir “güçler dengesi” ortamına girilmiş demektir.
Böyle kritik dönemlerin ruh hali sanata da yansır. Harvard, tarih profesörü Jill Lepore’nin geçen hafta New Yorker dergisinde yayımlanan “Distopya romanı için bir altın çağ – Bu yeni radikal kötümser edebiyatımız ne anlama geliyor?” başlıklı denemesinde irdelenen çalışmalar, böyle “bir yolun sonuna gelme”, gidecek bir yol kalmayınca, başlayan çürüme ve çözülme durumunu ifade ediyorlar. Kapitalizmin sonunu hayal etmeyi başaramayan yazarlar, dünyanın sonunu hayal ederek çeşitli senaryolar üretiyorlar: Kaynaklar tükendiği için uzaya kaçan egemen sınıflar; bir kimyasal saldırıyla aptallaşan halkın, akıllıları yok etme çabaları; bütün işleri artık robotlar yaptığı, dünyayı dev şirketler yönettiği için sıkıntıdan ne yapacağını bilemeyen bir gençlik, kutuplardaki buzların erimesine, kıyıları suların basmasın karşın fosil yakıt kullanmakta ısrar eden yönetimler... Ve yapacak pek bir şey kalmadığından seks yapmaya odaklanmış bireyler... 

Ve çözülme...
ABD Başkanı Trump’ın konuşması, NATO’nun geleceği üzerine bir soru işareti koyarken, dünyanın en büyük olmasa bile en güçlü ekonomisi Almanya’nın Başkanı Merkel, güvenlik konusunda, artık ABD ve İngiltere’ye güvenemeyeceklerini “Avrupa’nın kendi, kaderini kendi ellerine alması gerektiğini” söylüyordu.
Trump , ABD’nin Paris İklim Anlaşması’nda çıktığını açıklarken, Merkel ve Avrupa Birliği liderleri, dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve İpek Yolu projesiyle kendi küreselleşmesini kurmaya başlayan Çin’in Başbakanı, Li Keqiang’la samimi bir toplantı yapıyorlardı. Li, Çin’in büyük bir devlet olduğunu, uluslararası sorumluluklarına sadık kalarak Paris anlaşmasını savunacağını açıklıyordu. Merkel’e göre de, önemi gittikçe artan Çin artık bir stratejik ortak konumuna gelmişti. Toplantıdan sonra, Avrupa Birliği çevrelerinde, ABD’nin yarattığı boşluğu, küreselleşmeyi, küresel iklim anlaşmasını savunan, uluslararası işbirliğinin önemini vurgulayan Çin’in, Almanya ile birlikte doldurabileceğinden söz ediliyordu. National Interest’te Helibrunn, “Trump Merkel’i, Almanya’yı süper güç yapmaya doğru mu itiyor” diye soruyordu. 
 
Peki, bir güçler dengesi ortamı gelişirken AKP Türkiye’si ne yapıyor? Rus uçağı vurulunca, Rusya, Doğu Akdeniz’e büyük ölçüde yığınak yapma fırsatı yakalamıştı. Şimdi AKP, Almanya’yı İncirlik’i terk edip kendi askeri üssünü kurmaya, Ortadoğu’ya doğrudan yerleşmeye itiyor. AKP’den gelen seslere aldırmadan YPG’yi silahlandıran ABD’de, Erdoğan’ın korumalarının protestoculara attığı dayak konuşuluyor. NATO üyesi Türkiye, Rusya’dan S400 satın almaya çalışıyor, hem de “Türkiye’yi NATO’dan çıkaralım” diyenlerin sayısı hızla artarken... Şimdi, Türkiye’nin en yakın dostları Katar, Suudi Krallığı, Körfez Emirlikleri. Ancak, Suudiler, Bahreyn ve Katar’ı İslamcıları desteklemekle, İran’la flört etmekle, Suudi hanedanına hakaret etmekle suçluyor (Asharq Al Awsat, The National, Al Ahram) ilişkilerini hızla bozuyorlar. 
AKP rejimi ülkeyi bütün iskemlelere birden oturtabileceğini sanıyor. 
Bunun sonu belli değil mi?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Atatürk ve İslam... - ERDAL ATABEK

Atatürk İslam dini ile çok ilgilendi.
Atatürk karşıtları ona “dinin toplumdaki etkisini azalttı” diyerek geleneksel yapıyı bozduğu savıyla karşı çıkarlar.

İslam tarihi yerine Türk tarihini, Osmanlıca yerine Türkçeyi, medrese eğitimi yerine modern okulu, kadı yargısı yerine laik hukuku getirdiği için de “toplumu köklerinden ayırmakla” suçlarlar.
Atatürk gerçekten de İslam dini ile ilgilenmiştir.
Bu ilgisinin tarihsel süreçle bağlantısı vardır.
Atatürk dinle ilgili üç hedef belirlemiştir:
Birincisi, dinin dünya yaşamını yönetmemesi. Laiklik.
İkincisi, halkın dinini doğrudan öğrenmesi. Bunun için de: kutsal kitap Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi. Ezanın Türkçe okunması. Halkın bilme hakkının gerçekleşmesi.
Üçüncüsü de, din ile halkın arasına girmiş olan tarikat, tekke, zaviye, şeyhlik, dervişlik, büyücülük, üfürükçülük gibi kuruluşların kaldırılması.
Atatürk bunları yapmıştır.
Atatürk bunları neden yapmıştır?
Çünkü Osmanlı tarihini bilmektedir.
Nedir Osmanlı tarihi? 

***

Yıl 1789. Fransız İhtilali başlamıştır. Dünya artık değişecektir.
Aynı yıl Osmanlı’da tahta III. Selim geçmiştir.
Yenilik yanlısı bir padişahtır III. Selim. Çünkü, yenilik yapılmazsa ordu artık yenilecektir. Osmanlı çökecektir. Yeni bir ordu kurmaya kalkar, Nizam-ı Cedit. Hemen karşısına “mollalar- yeniçeriler- esnaf” ittifakı dikilir, “Gâvur Padişah” diye bir sıfat takarlar. Yenilik yapılamaz.
1807. IV. Mustafa. Bir yıllık saltanat.
1808. II. Mahmut. Yenilikçi bir padişah daha. Ona da “Gâvur Padişah” diyeceklerdir. Ama o, yenilikleri yapar. Yeniçeri Ocağı’nı yok eder. Tıbbiye, Harbiye onun zamanında kurulur. İlk kıyafet devrimini yapar.
1839. Abdülmecid tahta geçer. O da yeniliklerden yanadır.
Ama bu girişimlerin hepsinin karşısına Atatürk’ün kaldırdığı o yapılar dikilir. Padişahları “gâvurluk”la suçlar. Dinsizlikle suçlar.
Bu yapılar aslında insanları koşullandıran “zihinsel kalıplar” ile sonradan “beyin yıkama” adı verilecek telkin sistemiyle kendi gruplarını yönetmektedirler. Toplumu da böyle yönetmek isterler.
Dostum bir hukuk profesörü, anlamadığım şey, demişti, zavallı bir vaizin önüne çöküp de elini öperek inanan eğitimli insanlar bunu nasıl yapıyor?.. Fethullah Gülen ve cemaatini soruyordu.
İşte böyle oluyordu. Düşünmeyi durduran zihinsel kalıp bariyerleri.
Koşullandıran bilgi kalıpları. Donmuş bilgi formatları olmuş inançlar.
Sorgulanması yasaklanmış öğreti. Böyle oluyordu.
Bugünlere de böyle gelindi.
Osmanlı, dünya gelişmelerine kapandı.
Bilim engellendi, sanat yasaklandı. Her yenilik dinsizlik diye suçlandı. Ve Osmanlı çöktü. Osmanlı yıkıldı.
Öyle mehter marşıyla, kılıç kalkanla olmuyor işte.
Atatürk’ün gördüğü buydu.
Atatürk, İslam dinini özüne kavuşturdu. Halkın dinini öğrenmesini istedi. Batı’nın İncil’i kendi dillerine çevirmesinden 400 yıl sonra Kuran çevirisini gerçekleştirdi.
Elbette softası mollası kızacak. Çünkü, ellerindeki yetkiyi halka bırakmak istemeyecekler.
Bugün Fethullah Gülen ve cemaati suçlanıyor.
Ya öteki tarikatlar? Öteki cemaatler? Açtıkları okullarda yaşanan her türlü yasadışı, ahlakdışı işler. Kapatılıp gidiyor. İyi mi oluyor?..
Dinin siyasetle iç içe oluşu, dinin ticarete alet oluşu iyi mi oldu?
Kutsal ramazan ayının içindeyiz.
Oruç tutmak aç kalmak mıdır? Değildir.
Yalan söylemeyeceksin.
Birisinin arkasından konuşmayacaksın.
Haram yemeyeceksin.
Dilinde yalan, ağzında haram olmayacak.
Hadi bakalım, bizde dindarlık böyle mi?
Dilinde yalan, yediği haram.
Yaptığı ettiği talan.
Sen yat kalk Atatürk’e dua et.
Dününü de ona borçlusun, yarınını da.
Anlasan da böyle, anlamasan da...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

4 Haziran 2017 Pazar

Din ile durdurmak - MUSTAFA K. ERDEMOL

İzmir'de tramvay yolunun önüne aracını park ederek namaz kılan kişinin yaptığı şov, dinin, - en azından bu şahıs özelinde- gündelik yaşamın olağan akışına müdahale eden bir olguya dönüştüğünü göstermiştir. Dolayısıyla öylesine geçiştirilecek bir gerici şov gözüyle bakılamaz buna.
İslamın, şart koştuğu namazın başta camii olmak üzere herhangi bir mekana bağlı tutulmayarak, bir anlamda ibadeti kolaylaştırma amacıyla uygun yerlerde eda edilebileceği yaklaşımının kötüye kullanılmasıdır bu her şeyden önce. Tramvay yolunun tam üstünün ibadet için uygun yer olduğunu düşünen yoktur herhalde.

Sadece kendi ibadetinin sorumluluğunu sözümona düşünüp, içinde, muhtemelen namaz kılanların da olduğu yaşlıların, hastaların, acele işi olanların bulunduğu tramvayı durdurmak “kendi cennetinden” başka bir şey düşünmeyen dindar bencilliğinin en tuhaf örneği, kuşku yok. Ezan okunduğunda bile saygı gereği müziklerin sustuğu bir ülkede, kendisine istediği saygıyı başkalarından esirgeyen “dindar şımarıklığı” da denebilir haliyle buna.


Tüm örgütlü dinler müdahelecidir, biliyoruz. Bireyleriyle, kurumlarıyla yaşama hakim olma amacı vardır hepsinde. Bu hakim olma durumunu “kamusal iyi”nin arkasına saklanarak yaptıklarından, olası bir itiraz dine olduğu kadar o “kamusal iyi”ye de karşıymış algısını uyandırır kolayca. Örneği içki yasaklarıdır. Yasağa özgürlükler çerçevesinde baskıya karşı olmak anlamında itiraz ettiğinde içki savunucusu olur kişi hemen. Ama tramvay yolunda namaz kılan gerici söz konusu olduğunda ona yapılacak itirazın önüne çıkarılacak bir “kamusal iyi” yok. O nedenle o tramvayda olsaydım iner müdahale ederdim. Ne olursa olsun sonucu. Çok sıradan, hayatın en normal anında, bu anı durdurma hakkı yoktur hiç kimsenin.

Yapılan aynı zamanda en büyük ortak yaşama alanı olan kentin insan yaşamını düzenleyen kurallarının da ihlalidir ki başta trafik gelir. Şov amaçlı namaz kılan  kişi yüzünden tıkanan trafik sadece bir an önce evine ya da işine gitmek isteyeni değil, hayat kurtaracak olan ambulansı da, yangın söndürecek itfaiyeyi de engeller. Dolayısıyla gerici şovmene bu nedenle dava açma hakkı vardır kenti yönetenlerin.

Dindar kendine ayrılan alanın sınırlarının dışına taşıyor. Taşmakla kalmıyor buna saygı da bekliyor. Tramvay engelleyen gericinin namaz şovunun namaz vakitlerine gösterdiği özenle ilgili olduğunu düşünenlerden değilim. Son derece basit bir tebliğ çalışması bana sorarsanız. Kendince dindışı olan bir hayata müdahale ettiğini ya da en azından dine ilişkin bir anımsatma yaptığını düşünmüştür, kimbilir? Yoksa neden böylesine hem çocukca, hem saygısızca hem de son derece tehlikeli bir iş yapmış olsun?

Gezi’nin en sıcak günlerinde, birkaç dincinin Taksim Anıtı’nın hemen yanı başında namaza durduğunu anımsayan vardır. Dakikalarca sürdü namazları. Kimse elbette dokunmadı namaz şovcularına. Ne namaz vaktiydi oysa ne de namazı gerektirecek “ilahi bir gün”. Elbette meydan okuma, çokca inatlaşma amaçlı bir garip “eylemdi yaptıkları. Gülüp izledik sadece.
Tramvay durduran gerici eğer yanına birkaç kişi toplayabilseydi, tüm trafiği arkadaşlarıyla beraber durdurabilirdi de.
Dindar bencilliği kitleselleşmeye bayılır. Çoğaldıkça “tebliğ” çalışmasına saldırı da eşlik eder. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde “Ramazan’da yemek yenmez” diyerek fakülte yakınındaki kafede oturanlara saldırdı gericiler, biliyorsunuz. Bu “namaz saatlerinde tramvay çalışmaz”a da dönüşebilir  rahatlıkla. Neden olmasın? “Mesai saatleri namaza göre düzenlensin” diyenler çıkmadı mı? Tüm bunlar yaşamın normal akışını din ile engelleme çabaları. O nedenle tramvay yolunda aracını park edip namaz kılan gerici masum bir tip değil. Namaz kılmadığını düşündüklerine her yerin mescit olabileceğini anımsatma gayretidir yaptığı. Gerici yayınlardaki “Namazla Direniş” kampanyalarını izlemenizi öneririm. Tramvay durduran gericinin nereden beslendiğini anlamayı kolaylaştırır. Bir zamanlar toplu namazlar modaydı. Şimdi, yine var olmakla beraber, azalmış durumda o toplu şovlar. Yerini, tramvay engelleyip ya da şehirler arası otobüs yolculuğu sırasında mola saati dışında otobüsü durdurup namaz kılanlar almış bulunuyor.

Din ile engelleme yeni bir tutum değil. Toplumsal tüm itirazlarda örgütlü dinler isyankarların karşısına “şükür”ü anımsatarak, “yetinmeyi” önererek çıktılar. Çünkü her duruma dinden destek çıkarabilirsiniz. Eşinizi terk edip sevgilinizle evlendiğinizde “aşkınızı savunmak” yerine Bakara Suresi’nden bir ayet okuyarak eleştirenlerinizi susturursunuz. Mustafa Ceceli adlı o “saray dindarı” böyle yapmış işte.

Din ile engelleyenlere bakın, inandırıcılıkları hiç mi hiç yok. Örneğin AKP Genel Başkanı’nın fakirlik, yoksulluk konulu hiç bir lafını dinlemem ben. Sonradan zenginleşen biri o, beni ikna etmesi zor bu yüzden. Kastilla’lı aziz Dominicus vardır. 1205’te yoksullar kendisine inansın diye, isteyerek yoksul düştü derler bu adam için.

Bizimki ise dindar olduğuna inanılsın diye tramvay durduruyor.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

3 Haziran 2017 Cumartesi

Bölücü yazı - ORHAN GÖKDEMİR

12 Eylül 2010’da AKP’nin hazırladığı bir anayasa değişikliği paketi referanduma götürüldü. AKP’nin “demokrat” maskesi henüz yüzündeydi. Bir kısım aydınımız pek beğeniyordu iktidar partisini. Kürt sorununu çözdü çözecekti AKP ama anayasa ve bazı yasalar elini kolunu bağlıyordu. Hatta o kadar samimi demokratlardı ki fırsat olsa 12 Eylül generallerini yargılayacaklardı. İşte fırsat önlerindeydi. Bu referandumla yargıdaki “Kemalist-Alevi darbeciler” temizlenecek ortalık çiçek gibi olacaktı. Daha ne olsun? Çeşitli görüşlerden o bir kısım aydınımız tereddüt etmeden destek verdi AKP’ye. Nihayet faşist ve ırkçı CHP-MHP duvarını yıkacaklardı.


Pek ateşli demeçler verdiler AKP’ye desteklerini açıklarken. “Rahmetli” Adalet Ağaoğlu “Bu darbe ürünü anayasa artık değişmeli, hatta yok olmalı. Bunun için atılan her adıma evet” dedi mesela. Baskın Oran’a göre darbe anayasası ne kadar değişse sevaptı. Halil Ergün “12 Eylül’le hesaplaşılacağı için” referanduma evet diyecekti. Hasan Cemal referandumun Türkiye için tarihi bir fırsat olduğuna inanıyordu. İbrahim Tatlıses “Teknoloji değişti, hayat değişti, ama Türkiye hala aynı kanunlarla yürüyor” diye lahmacun kıvamında bir analiz bile yapmıştı, düşünün. Lale Mansur’a göre “daha demokratik bir ülkede yaşamak için” evet demeliydik. Büyük düşünürümüz Ufuk Uras o kadar heyecanlıydı ki fikri sorulunca iki elini birden kaldırıyordu. “Bir yetmez, iki defa 'evet' diyeceğim. Hayır demek, solu sol yapan değerleri inkâr etmektir” demişti o heyecanıyla. Kimler yoktu ki aralarında; Mithat Sancar, Orhan Pamuk, Mümtazer Türköne, Rojin, Mete Tunçay, Sezen Aksu, Orhan Gencebay… Yılların siyasetçisi, deneyimli Ziya Halis “İleride herkes ‘Evet’ kararının doğru olduğunu anlayacak” diyerek özetlemişti aydınımızın o ruh halini.

HDP’nin boykot ettiği referandum açık ara “evet” kararıyla sonuçlandı. Yargı AKP’nin eline geçti. AKP’nin icraatlarına karşı çıkan, çıkma ihtimali olan ne kadar yargıç ve savcı varsa sürüldü veya kapının önüne konuldu. Yargı artık iktidarın arka bahçesiydi.

Fakat aradan geçen yedi yılda gelişmeler aydınlarımızın söylediğinin tam tersine oldu. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu oldu. Yargıya kuvvetli bir tekme daha attı AKP. Arada “barış masası”nı da devirdiler, “evetçi” Kürt aydınlarımızı boşa düşürdüler. 7 Haziran seçimlerinde yenildi AKP ama o da yargıya kuvvetli bir tekme ile sonuçlandı. Ülkeyi hukuksuz bir biçimde 1 Kasım seçimine sürüklediler ve ite kaka istediklerini aldılar. Sonra 15 Temmuz kalkışması yaşandı. Yargı çok kuvvetli bir tekme daha yedi. 16 Nisan’da zaten yürürlükten kaldırılmış oldukları anayasaya da kuvvetli bir tekme attılar. Artık ne yargı var, ne hukuk, ne anayasa, ne yüksek mahkeme. Görevi seçimden seçime oluşan YSK’ya bile yandaş atadılar ki sonuç ortada. Sınırsız bir hukuksuzluk çölüne döndü ülke. Yargı yerine sadece AKP’nin tekmeleri var. Ama hakkını yemeyelim “yetmez ama evetçi” aydınlarımızın da istediği oldu, darbe anayasası tağyir, tebdil ve ilga edildi. Az şey sayılmaz. Ne demişti Ziya Halis? “İleride herkes evet kararının doğru olduğunu anlayacak.” Anladı mı? Anladı…

                                                                             ***

Ziya Halis’in kulakları çınlasın, anlamayacak ne var? İktidarın tekmesi her gün mabadımızda patlıyor. Bu yazıyı planlarken HDP sözcüsü Osman Baydemir’i aldılar, henüz yazmayı bitirmemiştim ki bıraktılar. Olağan bir devlet uygulaması bunlar artık. Gözaltı manyağı yaptılar HDP’li milletvekillerini. Veli Saçılık KHK ile işten atıldığına direndiği için her gün gözaltına alınıyor. Bir mizah dergisi “Veli Saçılık için gözaltı vakti” diye karikatür bile yaptı ki ortalıktaki hukuk karikatürünün yanında karikatür bile sayılmaz. Dün meydana sokmak istemediler Veli’yi, gözaltına alıp bırakmaktan bıkmışlardı. Dört beş polis ellerindeki plastik mermi atan silahları Veli’nin üzerine boşalttılar. Delik deşik ettiler Veli’yi. Mermi değmemiş tek yeri daha önce hapiste kopardıkları koluydu. Ölmemişse katır dayanıklılığıyla yarışan solcu dayanıklılığındandır.

“Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret” ve “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme” suçlarını işlediği iddiasıyla bir iki hafta önce tutuklanan yobaz Süleyman Yeşilyurt ilk duruşmada tahliye edildi. Ama bu arada AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’a hakaret iddiasıyla açılan 4 bin civarında dava sürüyor. Yüzlerce insan bu davalar nedeniyle tutuklandı, bir o kadarı içeride çile dolduruyor. Nasuh Mahruki’den, Hüsnü Mahalli’ye kimi ararsan aralarında. Cumhuriyet gazetesinin çaycısını bile tutukladılar. Gariban “Tayyip Erdoğan istese çay vermem” gibi bir şey demişti farkında olmadan. Hollywood karakteri Gollum bile bu davalara konu oldu ki durum da zaten tam bir korku filmi kıvamında ilerlemekte.

Peki, nasıl oldu da buralara geldi iş? Daha önce söyledim, 12 Eylül icadı DGM’ler bile şimdikilere göre hukuk kurumlarıydı. 12 Eylül’le hesaplaşılacak diye aydınlarımızın oy verdiği anayasa değişikliği ülkeyi 12 Eylül günlerini aratacak bir kanlı karanlığa sürükledi.

                                                                          ***

Haliyle 1000 aydınımız toplandı, bir bildiri daha yayınladı birkaç gün önce. “Yan yanayız bir aradayız” diyordu 1000 aydın. Evetçi-Hayırcı diye bölünmek istemiyorlardı. Aralarından bir kısmı 12 Eylül 2010’da halkı ayrıştırdıklarını, darbeci-demokrat, evetçi-hayırcı diye böldüklerini çoktan unutmuşlardı.

Kim var aralarında? Eski CHP vekili liberal Binnaz Toprak var, AKP’nin eski kurucu ve yöneticileri var, Halk TV şovmeni Hakan Aygün var. Hasan Cemal, Levent Gültekin, Mithat Sancar, Murat Belge, Nuray Mert ve hatta Yasemin Çongar var. E kambersiz düğün olmaz, Oya Baydar var. Eski müftü ve ANAP milletvekili Abdulbaki Erdoğmuş var. Bence aydınımız adına en veciz ifadeyi de o kullandı, “Kanun devleti olmayı beklerken KHK devleti olduk" dedi. Yanılmıştı o da tıpkı diğerleri gibi. Ama aralarında İlhan Cihaner gibi, Ali Sirmen gibi dostlarımız da var. Bunca acı tecrübeden sonra kim niye Nuray Mert’le, Yasemin Çongar’la, Murat Belge’yle, Hasan Cemal’le, emekli AKP’lilerle, ANAP eskileriyle aynı metne imza atar ki? Ne umar mesela, ne fayda görür?
Hatırlıyorum, bu her görüşten bir kısım aydınımızın bir kısmı Taksim’de “yetmez ama evet” pankartıyla yürümüş, baronun ve CHP’nin önünden geçerken “darbeci baro, darbeci CHP” diye höykürmüşlerdi. İçlerinden bazıları o darbeci baronun başkanını CHP’ye başkan adayı olarak öneriyordu geçtiğimiz haftalarda. O konudaki görüşleri de yanlış çıktı anlayacağınız. Onlar darbeyi barodan ve CHP’den bekliyorlardı, hâlbuki bekledikleri o darbeye birlikte evet dedikleri Fethullah tarikatı kalkıştı. Yani “yetmez ama evetçi” aydınlarımızın en makbul yoldaşları darbeci çıktı.

                                                                            ***
Değişik görüşlerden aydınlar toplanmış, demokrasi istiyorlarmış. Bilmez miyiz? Çok aydındırlar bazıları. Hatta anasından aydın doğanlar vardır aralarında, hep yanılırlar ve hep aydın kalırlar. Darbeci vaizden maaşı, zalim zorbadan takdirnamesi olanlar bile vardır aralarında.

Ne yan yanayız, ne bir aradayız. Hopa’da gaz bombası ile öldürülen öğretmen Metin Lokumcu’ya “darbeci”, “Ergenekoncu” diyen aklı da, vicdanı da satılmışlarla yollarımızı ayıracağız. Laik cumhuriyeti tepelemekle görevli CIA beslemeleriyle kamplaşacağız. Dinci yobazla, sağcı gericiyle, faşistle, hayırsızla, uğursuzla evetçi- hayırcı diye bölüneceğiz.

Yan yana gelmek istemiyoruz biz. Ayrılalım, görmeyelim birbirimizi. Murat Belge karşı çıkıyorsa mutlaka memleketin hayrınadır, bölünelim mümkünse!

Orhan Gökdemir / SOL

Tayyip Erdoğan’ın kültür savaşı - AHMET İNSEL

AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın Ensar Vakfı’nda yaptığı konuşma, Türkiye’de iktidarın siyasal meşruiyetini artık esas olarak ve son derece açık biçimde bir kültür savaşı üzerine kurduğunun açık kanıtıdır. Bu konuşma, 2013 ilkbaharında, AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun söylediği, bugüne kadar AKP iktidarına payanda ve paydaş olan liberallerin, başlayan inşa ve ihya döneminde AKP’nin karşısında yer alacakları, çünkü onların kabulleneceği bir gelecek kurulmayacağı öngörüsünün, eyleme geçmiş halidir. Kökleri Türkiye’de bir yüzyıldan fazlasına dayanan kültür savaşında, hedefleri son derece açık ilan edilmiş, toplumun bütünü üzerinde mutlak tahakküm kurma arzusunun ifadesidir. 

 
Tayyip Erdoğan, 14 yıldır kesintisiz siyasal iktidarda olmalarına rağmen, sosyal ve kültürel iktidar konusunda sıkıntılarının olduğunu, yani yetersiz kaldıklarını belirtti. İlginçtir iktisadi iktidarı ele geçirme konusunda bir sıkıntı yaşadıklarından bahsetmedi. Kültürel ve sosyal alanda bu eksiklerin tamamlanmakta olduğunu belirtirken verdiği örneklerle, yürüttüğü kültür savaşının araç ve hedeflerini bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. İmam hatip okullarına olan ilgi nihayet artmıştı (arttırılmıştı?) ve tüm okullarda Kuranıkerim, siyeri nebi, Osmanlıca gibi dersler seçmeli olarak(şimdilik?) okutulmaya başlanmıştı. Ülkenin ihtiyacı olan ve kendisi ve partisinin hayali olan nesiller böyle yetiştirilecekti. 
 “Ecdadımıza ve kültürümüze duyulan husumetin ürünü bir yaklaşımla hazırlanmış olan müfredatlar daha yeni yeni değişiyor”du. Ama bu milli ve manevi sosyal ve kültürel iktidarın kurulmasının önünde hâlâ büyük engeller vardı. Çünkü bütün kültürel ve bilimsel alanlarda “ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişiler, ekipler, hizipler” etkin yerlerde bulunmaya devam ediyordu. Tayyip Erdoğan bu durumdan büyük üzüntü duyduğunu belirtmekle yetindi. Bu yabancı zihniyetteki unsurların işgal ettikleri o yerlerden er veya geç atılacaklarını söylemesine ayrıca gerek yoktu.
Bir zihniyet, bir değerler bütünü ve bir yaşam tarzının hâkim, hatta baskın kılınmasını amaçlayan bu kültür savaşı hamleleri sayarken bunları yürütecek “kültür savaşçıları”nı da işaret etmeyi unutmadı. Erdoğan, parti-devletinin desteklediği bu “kültür savaşçıları”, AKP’nin kültürel ve sosyal olarak hâlâ ve bir türlü iktidar olamama ıstırabının en somut göstergesi olan, bir karabasan gibi tahayyül dünyalarını esir almış olan “Gezi Parkı gençliği”nin tam karşısında yer alan, alacak olan gençlikti. Geçmişte dindar nesil olarak tanımladığı bu kuşakları, şimdi millet, vatan, bayrak ve ezan dörtlüsü için yola koyulanlar olarak tanımlarken fethedici bir gençliğe işaret etti. Sosyal ve kültürel iktidarı fethetmek üzere hareket edecekti. Erdoğan parti-devletinin bindirilmiş kültürel kıtaları ve belki daha fazlası olacaktı. Yeni Türkiye’nin “yeni kızıl elma”sı bir iç fetih savaşıydı. Milli ve manevi değerlere aykırı olduğunu iktidarın ilan ettiği toplumun yabancılaşmış kesimlerine karşı verilecek bir savaştı bu. Çoğunluğun da bunu oy vererek desteklediği varsayılan, sadece söz ve düşünce silahlarıyla değil, yargı, polis gücü ve müfredat zorlamasıyla da verilecek olan bir ülke içi fetih mücadelesiydi.
Tayyip Erdoğan’ın dile getirdiği ve siyasal iktidarın gücüyle adım adım hayata geçirildiğini kendisinin söylediği bu İslamcı-milliyetçi kültürel ve sosyal tahakküm hedefi, AKP’nin kuruluşunda ustalıkla sakladığı iddia edilen gizli gündeminin açığa çıkmış hali midir? 
AKP seçmenleri ve sempatizanlarının hepsi bu tür bir tahakküm hedefini benimsiyorlar mı? 
Bu soruların yanıtı, gidişatın İslamcı bir faşizme dönüşüp dönüşmeyeceğini büyük ölçüde belirleyecek.

Ahmet İnsel /CUMHURİYET