20 Haziran 2017 Salı

Siyasal İslam - emperyalizm örtüşmesi altında ezildik - EROL MANİSALI

- Emperyalizm ve siyasal İslam, 1990 sonrasında tam olarak örtüşür duruma geldi.
- Ortadoğu’da BOP için, “yönetimleri siyasal İslam üzerine oturtmak emperyalizmin hedefi oldu”. Çünkü, siyasal İslam antidemokratik statükoyu daha da derinleştiriyor; öte yandan siyasal İslam Müslüman ülkeler içinde ve aralarında mezhep kavgalarını derinleştirerek çatışma ve savaşları körüklüyor. Bu da BOP’un uygulanması açısından emperyalizmin işini kolaylaştırdı.
Hem antidemokratik gidiş hem de mezhep savaşları “kral, şeyh, emir ya da diktatörün” daha da öne çıkmasına ve tamamen emperyalizmin emrine girmesine yol açıyor: Körfez ülkelerinde ve Mısır’da görüldüğü gibi.


Türkiye’nin düşürüldüğü tuzak
 
Türkiye de BOP bağlamında bu tuzağın içine çekilmeye çalışılıyor; bütün sınırdaş komşuları ile kavgalı, içerde demokratik rejimden ve kuvvetler ayrılığından uzaklaşan bir düzen, emperyalizmin yolunu açıyor:
- 1990 öncesi iki kutuplu dünyada Batı (ve ABD) Türkiye’yi, “birinci ligde değil ama ikinci ligde tutarak kendi değerlerine yakınlaşmasını” savunuyordu. NATO’dan AB gümrük birliğinin içine alınmasına kadar, “bir ikinci lig ülkesi” politikası Batı tarafından yürütüldü.
Ancak Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Türkiye, Ortadoğu’da “enerji politikalarının bir aracı ve atlama tahtası olarak” rakip takım oldu. Lozan’ın reddi, ülkenin parçalanması ve Kürdistan’ın bir ayağının Türkiye’de gerçekleştirilmesi, emperyalizmin amacı haline geldi.
1991’de Kuveyt operasyonuna, 1 Mart 2003’te Irak işgaline karşı koyan ve ulusal çıkarlarını koruyan Türkiye’nin ancak siyasal İslam yapısına itilerek Körfezleştirilmesi (ve Araplaştırılması) BOP’un (ve emperyalizmin) hedefi haline geldi.
2004 ve 2005’te “200 yıldır ilk defa Batı ile taleplerimiz birleşti” diyen başdanışmanların kafasında bu mu vardı?


Siyasal İslam talebi ile Batı’nın BOP talebinin örtüştüğünü ilan ediyorlardı.
FETÖ’nün Türkiye’yi işgal ederek emperyalizm adına siyasal İslamı kurması; demokrasinin yok edilmesi, Lozan’ın ortadan kalkması için Körfez ülkelerinde ve Arap dünyasında görüldüğü gibi siyasal İslamın devlet rejimi olarak FETÖ öncülüğünde gerçekleşmesi isteniyordu.
15 Temmuz FETÖ girişimi bunun için yapıldı.
Türkiye’deki sorun “siyasal İslamın, demokrasinin yerine yerleştirilmek istenmesinden” kaynaklanmaktadır. FETÖ koçbaşlarıydı; ancak ondan sonuç alamayınca, emperyalizmin vazgeçeceğini düşünmek fazla aptalca olur.
Diğer dinci örgütlenmeleri her zaman ‘B’ ve ‘C’ planları olarak hazırda bekletirler.
Esas sorun, “biz ulusal çıkarlarımızın ve demokrasinin korunması ve geri gelmesi için” içerde, asgari müşterekleri oluşturabilecek miyiz?
Bugün saplandığımız bataklık, “emperyalizm ile siyasal İslam dayatmalarının örtüşmesinin” sonucudur; artık bunu anlayalım, yoksa hep birlikte batarız...

***

Onları andığımız şu günlerde İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk’a, “Pencere”den ve Sevgili Turhan’ın kırık çizgilerinden gönül dolusu sevgiler, selamlar...
“Yolumun Kesiştiği Ünlüler”de onlara da merhaba dedim, umarım beğenirler...


Erol Manisalı / CUMHURİYET

19 Haziran 2017 Pazartesi

Trump da kimmiş, Küba boyun eğmez - İLKER BELEK

ABD Küba ablukasına (Kübalılar ambargo yerine bu kelimeyi tercih ediyorlar) sosyalist devrimle (1959) birlikte başladı.

Bunun için özel yasalar bile yayımladı: 1992’de Toricelli ve 1996’da Helms Burton yasaları.
Devrim öncesinde Küba ticaretinin %75’inin ABD ile gerçekleştiği gerçeği dikkate alınacak olursa bu kuşatmanın ne anlama geldiği net olarak anlaşılır.

Devrimin ilk yılı içinde ABD Küba ile tüm ticaretini kesmiş, uçak kalkışlarını, ABD vatandaşlarının Küba’ya seyahatlerini ve para transferlerini yasaklamıştı bile. Toricelli Yasası ile Küba’ya giriş yapmış herhangi bir deniz aracının 6 ay süreyle ABD karasularına girişi engellendi, böylece Küba’nın diğer ülkelerle ticaretine de blokaj getirilmiş oldu.

Özellikle 1990 yılında sosyalizmin yıkılmasıyla birlikte Küba halkı çok ciddi sıkıntılar yaşamaya başladı. Zira o tarihte Küba ticaretinde sosyalist bloğun payı %85’ti.

Böylece ambargonun etkileri bütün sektörlere yayıldı. Temel gıdalarda (kırmızı et de dahil olmak üzere) büyük kıtlık yaşandı. 1990’da 900 bin olan cerrahi operasyon sayısı 500 bine düştü. Nedeni tıbbi malzemelerdeki eksiklikti.

Bulaşıcı hastalıklar neredeyse patlayıcı bir hızla arttı. Sosyalist bir ülkede olacak iş değildi ama suların klorlanamaması nedeniyle tifo, dizanteri salgınları görüldü.

1991-1995 döneminde ekonomi %31 küçüldü. Yalnızca 1996 yılı içinde kişi başı ulusal gelir %16 düştü.

ABD’nin Küba sosyalizmine yönelik politikaları yalnızca abluka ile sınırlı kalmadı. Castro’ya karşı sayısız suikast, Küba tarım alanlarına ve sanayi tesislerine yönelik sabotajlar, meşhur Domuzlar Körfezi çıkarması (Nisan 1961)…

                                                                              *****

Küba sosyalizmi tercih etmesi nedeniyle bu ablukaya maruz kaldı, ama yine sosyalizm sayesinde ablukayla baş edebildi.

Küba liderliği yaşanan sorunları tüm çıplaklığıyla halka açıkladı. Ve yalnızca birlikte direnerek, sosyalizme sahip çıkarak zor günlerin aşılabileceği yönünde politik bir doğrultu belirledi. Küba devriminin ayakta kalmasını sağlayan antiemperyalist bilinçtir.

Küba sosyalizminin en önemli kazanımlarından birisi olan siyasi katılım mekanizmaları sonuna kadar açıldı, siyasette yabancılaşmanın ortaya çıkmaması için her şey yapıldı. Bu bakımdan Komünist Partisi’nin öncülüğü belirleyici işlev gördü.

                                                                               *****

Küba çok sıkıntılı olan bu süreci sosyalizm bakımından kazanıma dönüştürmeyi de bildi. Örneğin petrol yokluğuna bisikletli yaşamla yanıt verildi. Küba sağlık otoriteleri ortalama yaşam süresinin beklenenin üzerinde olmasında bunun etkisi olduğunu ısrarla söylerler.

Yeşil tarım aynı dönemde gelişti. Küba yönetimi Havana’yı ve diğer büyük kentleri aynı zamanda birer tarım merkezi haline getirdi. Bugün Havana merkezi tarım bakımından kendisine yeterli bir potansiyele sahip.

Küba tıp alanında da aynı süreç içinde atılım yaptı. Aşı ve temel ilaçlarının hemen tamamını kendisi üretir ve hatta ihraç eder kapasiteye ulaştı.

                                                                               *****

Devrimden beri neredeyse 60 yıl geçti, ama ABD emperyalizmi Küba ile uğraşmaktan vazgeçmedi.
Bunun birkaç nedeni var.

Öncelikle; ABD siyasetinde sosyalizm düşmanlığı belirleyicidir. Emperyalizm sosyalizmi, yok etmek üzere, bütün araçlarla kuşatmalıdır. Dünya emekçilerinin bilinçlenmesini istemez. Alternatif oluşmasına izin vermez. ABD’nin Küba düşmanlığı karakteri gereğidir.

Obama bile, Küba’ya yönelik ablukayı hafifletme kararını aldığında, Küba demokrasisiyle ilgili saçma sapan laflar söylemekten, Küba’yı insan haklarına saygılı olmaya davet etmekten geri durmuyordu.

Diğer bir neden, ABD ile nüfus, yüz ölçümü, ekonomik kapasite bakımından kıyaslanamayacak derecede küçük olan Küba’nın, hemen her konuda büyük başarılar sergiliyor oluşudur. Sağlık, eğitim, çevre, sürdürülebilir kalkınma, insan hakları…. Bu alanların tamamında Küba ABD’den çok çok açık ara öndedir ve tüm dünyaya örnek oluşturur.

Bir de daha devrimin beşinci ayında (Mayıs 1959) Küba hükümetinin Amerikan şirketlerinin elindeki latifundiyaları ve şeker fabrikalarını millileştirme kararı var tabi ki. Canları çok yanmıştı.
Kısacası ABD insana düşman olduğu için sosyalizme ve Küba’ya düşmandır.

Trump’ın ablukanın yeniden sıkılaştırılması yönünde aldığı karar Küba’yı zor duruma sokabilir şüphesiz.

Ancak bu yeni durum Küba’yı ve sosyalizmi dünya halkları gözünde meşrulaştırmaktan ve ABD’nin zaten çok kötü olan sicilini daha da karartmaktan başka bir işe yaramaz.

                                                                               *****

Küba başarır. Sosyalizm başarır.

Bu boş bir laf ve hamaset değildir. Zira Küba bunu defalarca kanıtladı.

Ama “Küba başarır” demek, aynı zamanda dünyanın her yerinde sosyalizm mücadelesini yükseltmeye söz vermek demektir.

Küba şimdi yeniden bütün komünistleri sorumluluğa çağırıyor.

İlker Belek / SOL

Bir dönem kapanıyor - ERGİN YILDIZOĞLU

Neo-liberalizm 2007 mali krizinde öldü. Hükümetler sınıf mücadelesinin düzeyinin düşüklüğünden
yararlanarak bu ölümü gizlemeyi başardılar. Corbyn liderliğindeki İngiltere İşçi Partisi’nin neo-liberal politikaları eleştiren programının genel seçimlerdeki beklenmedik başarısı, çoktandır çürümekte olan o cesedi gözler önüne serdi. Geçen hafta, Kensington belediyesinin sosyal konut bloku “Grenfall Tower” da yaşanan felaket, bu cesedin, bu büyük yangının küllerine gömüleceğini gösteriyor. 
 
Yangın söndürme fıskiyeleri tüm uyarılara karşın konulmadığından, alarmlar çalışmadığından, geçen yıl yapılan mantolama sisteminde maliyeti düşürmek için ABD’de, Almanya’da yasaklanmış yanıcı bir malzeme kullanıldığından, yangın inanılmaz bir hızla yayıldı. Resmi kaynaklar ölü sayısını 58 olarak açıklarken, sızan bilgiler sayının 100’e ulaşabileceğini düşündürüyor, yangınzedeler (siyah, beyaz Müslüman Hıristiyan, LGBT işçi sınıfı) öfkeyle belediye binasını işgal ediyor, muhafazakâr parti temsilcilerini yuhalıyor, Londra’nın çeşitli bölgelerinde öfke sokaklara taşıyordu.
 
İnanılmaz yorumlar
Londra’nın en zengin mahallesinde, işçi sınıfının, etnik azınlıklardan yoksul insanların yaşadığı bir sosyal konutta çıkan yangının yol açtığı felaketin boyutları, düne kadar neo-liberalizmin hegemonyası altındaki medyada “inanılmaz” yorumlara yol açtı; sınıf kimliğini tartışmaların merkezine koydu. 
 
Biri, “Grenfall Kiracılar Komitesi 2013’ten bu yana bir felaketin gelmekte olduğunu söylüyordu. Bunlar yoksul insanlar oldukları için mi kimse dinlemedi” diyordu. Bir başkası, bu yangının büyük bir felakete yol açmasının nedenlerini, son 35 yılın hükümetlerinin, sermayenin üzerindeki denetimleri kaldırmasıyla, alınması gereken yangın-güvenlik önlemlerini sermayenin kendi inisiyatifine bırakmasıyla toplumsal harcamalarda yapılan kesintilerle ilişkilendiriyor, Financial Times da, “toplumsal iflasın acı belgesi” diyordu. 
 
Ana akımdan birçok yorumcuya göre, “ekonomi yavaşlıyor, ücretler 7 yıl önceki düzeyin altında, enflasyon artmaya başladı, ‘kemer sıkmak’ zaten çalışmıyordu, şimdi artık bitti.
Bu “kemer sıkma”, özelleştirme politikaları Kensington belediyesinin konut politikasını da belirlemiş. Belediye bölgede 2-3 katlı evlerin fiyatları 4-5 milyon sterline çıkınca, kendi sosyal konut stokunu satmaya başlamış, sosyal konutların yönetimini özel şirketlere devretmiş. Ancak böylece yaratılan 300 milyon sterlinlik kaynak, yeni daha iyi sosyal konut yapımına, var olanların güvenlik koşullarını iyileştirmesine gitmemiş. 
 
Yangın yüzlerce insanı evsiz bırakınca bunları yerleştirecek yeterli sosyal konut olmadığı ortaya çıktı. O zaman da bölgede spekülatif amaçlarla satın alınmış 4 bin boş ev bulunduğu anımsandı. İşçi Partisi bu evlerin, yeni bir yer bulunana kadar yangınzedeler açılmasını önerdi. The Independent, The Guardian, bu öneriyi desteklediler, muhafazakâr The Times’da bir yazar “mülkiyet hakkına yönelik bir saldırı” derken, ülkedeki toplam boş ev sayılarını aktarıyor, bir başkası, “spekülatörler dehşete düşecek ama halkın çoğunluğu haklı bir talep olarak görüyor” diyordu. 
 
Corbyn hemen felaket bölgesine geldi. Düne kadar Corbyn düşmanı olan ana akım medya, onu halkla konuşurken, kucaklaşır, teselli etmeye çalışırken, “sorumlular mutlaka bulunacaktır” sözü verirken halkı, Corbyn’le bütünleşirken “bunun hesabını sor, üstü örtülmesin” derken gösteriyordu. Yıllar sonra belki de ilk kez, işçi sınıfı tüm renkleriyle birlikte kendi ortak diliyle konuşmaya başlıyor, bu dil ana akım medyada alerji yaratmıyordu. 
 
Aynı gün başbakan da felaket yerine geldi ama halkın içine çıkamadı, görevlilerle görüşüp gitti; medyanın eleştirileri karşısında ertesi gün yeniden bölgeye geldi, halkla görüşmeye kalkınca da yuhalandı, kaçmak zorunda kaldı. Medya bu kez, May’in kişiliğinde muhafazakâr partinin tükenmiş, halk düşmanı ideolojisini gözler önüne sermekten çekinmedi. Besbelli ki artık bir dönem kapanıyordu...

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Ramazanda kahvaltı ve iftar - TAYFUN ATAY

Pazar sabahı saat 10.30 ve İstanbul’un muhafazakar semtlerinden birindeki muazzam AVM’de dünya markası olmuş bir “simitçi dükkanı” kahvaltı için gelenlerle tıklım tıklım dolu. Kasanın önünde de kuyruk uzayıp gidiyor.

Babalar Günü için ailecek tarafıma jest olarak planlanmış kahvaltının hınca hınç ortam sebebiyle eziyete dönüşeceği endişesiyle oturup oturmamakta tereddüt ediyoruz!..
Ramazandayız, ama semtin muhafazakar profilinden beklenmeyecek bir yeme-içme hareketliliği söz konusu.

Aslında görüntü, aynı AVM’nin günün işlek saatlerinde karşımıza çıkan kültürel olarak “heterojen” havasından farklı bir “homojenlik” (türdeşlik) de arz ediyor gibi. Dış görünümünden hareketle (tabii ki üstünkörü şekilde) dindar-muhafazakar çıkarsamasında bulunulabilecek vatandaşlar pek ortalıkta yok sanki. Daha ziyade “seküler” yaşam biçimi tercihine sahip kesim, Babalar Günü’nü de eda etmek üzere çoluk-çocuk ortalıkta dedirten bir tablo var karşımızda.


AVM’nin ortamına bir parça daha aşina olanlardan şu yorum geliyor: “Oruç tutanlar şu anda pek yok. Sahur sonrası, tatil sabahı dinlenmesindeler. Öğleden sonra onlar da yavaş yavaş gelmeye başlarlar.”
Dolayısıyla günün ilerleyen saatlerinde AVM’mizde kültürel açıdan tam bir iç-içe geçmişlik hali, “dindar-muhafazakar” ve “modern-seküler” Türkiye toplumsallıklarının “heterojen”, yani çeşitlilik içeren, hatta “melez” tablosu çıkıyor karşımıza.

Peki, öğlenden sonraları ve akşama kadar bir durgunluk ya da “tenhalık” söz konusu mu yemek mekanlarında? Hayır, masalar yine dolu. Hatta sık sık tesettürlü kadınları (mazeretleri olup olmadığını bilmiyoruz tabii) yakınları ya da arkadaşlarıyla bir şeyler yeyip içerken görmek de mümkün.

Sonra akşama doğru bu defa bir başka “homojenleşme” eğilimi kendini gösteriyor AVM’nin yiyecek mekanlarında. Bu defa iftarın, oruç açmanın hoş telaşı içindekiler dolduruyor masaları.
Karşımızdaki tablo, bu toplumun Ramazanda gündelik hayatın akışında gayet uzlaşmacı bir kültürel “zaman yelpazesi” açtığını düşündürücü mahiyet arz ediyor.

Yelpazenin bir ucunda sabah kahvaltısında pastaneleri, kafeleri, simitçileri, börekçileri dolduran oruçsuz toplumu homojen formda karşımızda buluyoruz.

Sonra “zaman yelpazesi”nin ortasında gün içinde dindar-muhafazakar olan ve olmayan toplum kesimleri, söz gelimi tesettürlü ve şortlu genç kızlar, yan yana, kol kola, iç-içe karşımıza çıkıyor.
Ardından giderek yelpazenin diğer ucuna bir sarkaçsal salınım oluyor ve iftara doğru dindarlığın nabzının yüksek attığı bir toplumsal homojenleşme gözlemleniyor.

Türkiye bu haliyle aslında kendi kültürel çeşitliliğini, yaşam-biçimsel farklılıklarını kendince uyumlu, uzlaşmacı ve barışçıl çerçeveye oturttuğunu düşündürecek bir pratik sergiliyor.
Elbette bu görüntüyü genellemek o kadar kolay değil. Hâlâ oruç tutmayanlara saldırılar var. Hâlâ mini etek giymiş kıza “Ramazanda böyle dolaşmaya utanmıyor musun” deyip taciz ve darp etmeler var. Hâlâ memleketin pek çok yerinde Ramazanda yeme-içme servisini durdurmuş pastane, lokanta, kafeler var.

Ama işte yukarıdaki şekilde, kozmopolit İstanbul’un hem de muhafazakar bir köşesinde dindar-laik iç içe geçmişliğinin kazasız belasız sürdürülebildiği yerler de var.
Mesele, bir iktidarın bu toplumun “kültürel örüntü” açısından sunduğu verilerden hangisini dikkate alacağı ve önünü açacağıdır. “Kültür politikası” da bundan ibarettir aslında.
Ramazanda mini etek giyiyor diye dolmuştaki kızı darp eden bağnazın tavrı da bir “kültürel” performanstır.

Yukarıda mevzubahis ettiğimiz AVM’de Ramazan sabahı kahvaltı edenlerle akşam iftar açanların iç içeliği de bir kültürel performanstır.

Bunlardan hangisini “baz” aldığınıza bağlı olarak bir ülkede ya ayrışmaya, ya sarmaşmaya; ya kutuplaşmaya, ya bütünleşmeye; ya uzlaşmazlığa ya da uzlaşmaya yol açarsınız.
Ortadoğu-İslam tarihçiliğinin abide ismi, İslam’a da, Ortadoğu’ya da, Türkiye’ye de önyargılardan uzak bakmasını bilmiş Prof. Bernard Lewis’in neredeyse yarım asır öncesine tarihlenen şu öngörüsü bu topraklarda hâlâ karşılık bulmayı bekliyor:
“Türk halkı, pratik sağduyusunu ve yaratıcı gücünü seferber ederek İslam ile çağdaşlık [“sekülerlik” de denilebilir] arasında hem babalarının özgürlük ve ilerleme yolunu, hem de büyükbabalarının Allah yolunu çatışmaya düşmeksizin izleyebilecekleri pratik ve etkin bir uzlaşma var edebilir” (“The Emergence of Modern Turkey”, 1968).

Türkiye’nin sorunu aslında bu kadar basit: Dindar ile laik arasında pratik ve etkin bir uzlaşma… Üstelik toplumda da imkan olarak karşılığı yok değil bunun…

Yeter ki siz sorunu çözmek isteyin!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

18 Haziran 2017 Pazar

Sağlık Bilimleri Üniversitesi arpalığı - OSMAN ÖZTÜRK

Doçentlik, profesörlük, yardımcı doçentlik…

Elde etmek için yıllarca gece gündüz dirsek çürütmek gereken son derece itibarlı akademik unvanlar.

Daha doğrusu bir zamanlar öyleydi.

Sonra ne mi oldu?..

Ben tabii ki tıp alanındaki gözlemlerime dayanarak söylüyorum…

Artık öyle değil.

İlk gediği “uçan profesörler” açtı.

Malûm; doçentlik için bir üniversitede çalışmak zorunluluğu yok, “dışardan” da olunabiliyor…

Profesörlük içinse üniversite şart.

Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerdeki devlet hastanelerinde çalışan doçentler…

Yaşadıkları şehirlerin üniversitelerinde profesör kadrosu bulamayıp…

Taşradaki üniversitelere gitmek de zahmetli gelince…

Haftada, ayda bir başta Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi olmak üzere uçakla günübirlik seyahatler

yaparak profesör olmuş, oldular!..

•••

Asıl rezillik ise her alanda olduğu gibi AKP döneminde yaşandı, ulufe dağıtır gibi doçentlik,
profesörlük dağıtıldı.

Yurtiçinde çoğu Fethullah Gülen Cemaati kökenli tıbbi dergilere gönderilen uyduruk yayınlara…

Yurtdışında çoğu adı sanı duyulmamış, ne idüğü bilinmez dergilerde, muhtemelen  para karşılığı

kabul edilmiş birkaç yayın daha eklenince…

Sınav jürisi zaten garanti…

Al sana AK-doçentler, Kara-profesörler.

Misal, adli tıp.

Hani şu meşhur Dursun Çiçek’in ıslak imza raporu vardı ya…

O sahte raporun altına imza atmanın karşılığı ıslak doçentlik kapmak oldu!..

•••

Sağlık Bilimleri Üniversitesi.

Bünyesinde sekiz fakülte, iki enstitü, bir yüksek okul, beş meslek yüksek okulu, on dört araştırma





uygulama merkezi…

Ukdesinde Sağlık Bakanlığı’na bağlı mebzul sayıda eğitim ve araştırma hastanelerinin bulunduğu…

Akademik bir ucube.

Rektör Prof. Dr. Cevdet Erdöl.

Recep Tayyip Erdoğan’ın özel doktoru, 22. ve 23. dönem AKP Trabzon milletvekili.

Rektörlüğü bırak profesörlüğü bile tartışmalı.

Bugünlerde akademik unvan dağıtıyor.

Şartlar derseniz üniversitenin kendisinden bile ucube!..

Misal, Dışkapı Yıldırım Beyazıt Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi.

Ortopediye doçent arıyor.

Koşul; koksartrozda kalça eklemindeki değişikliklerle ilgili histokimyasal çalışması olmak.

Çiçeği burnunda doçentimiz müracaat edip girecek…

Meslek hayatının kalan yirmi beş yılında koksartrozda kalça eklemindeki değişikliklerle ilgili

 histokimyasal çalışma yapacak.

Yoksa başka kapıya!..

Misal, Dr. Abdurrahman Yurtaslan Onkoloji Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi.

Beyin cerrahisine doçent.

Koşul; omurilikteki lomber ve sakral segmentlerin omurga ile olan anatomik ilişkisi konusunda çalışması olmak.

Başka çalışması olsa?..

I-ıh, hayatta olmaz!..

Misal, Dr. Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi.

Kadın doğum doçent kadrosuna müracaat mı etmek istiyorsunuz?..

Bir kere robotik cerrahi konusunda eğitim almış olmanız gerekiyor…

Tamam, onu anladık da, yetmiyor…

Propranololun uterus üzerindeki olan etkilerine ait çalışmanızın da olması gerekiyor.

Propranolol, dediğiniz tansiyonda, kalp hastalığında kullanılan bir ilaç…

Yeryüzünde propranololun uterus üzerindeki olan etkilerine ait çalışması olan kaç tane kadın

doğumcu vardır, filan diye sormayın…

Belli ki bir tane var...

Kadro da onun için ısmarlanmış zaten!..

•••

Hemen hepsi adrese teslim tam iki yüz üç doçent, yardımcı doçent, profesör kadrosu.

Bilgi, beceri, yetenek filan gerekmez…

Yıllardır gecesini gündüzüne katıp çalışan meslektaşımın hakkını yemiş olmaz mıyım, diye de

düşünmeyin…

AKP, cemaat, tarikat, iktidarla bir iltisakınız varsa sakın kaçırmayın.

Kadroyu kaptıktan sonra şükür namazı kılmayı da unutmayın!..



Sağlık Bilimleri Üniversitesi Arpalığı.

OSMAN ÖZTÜRK / BİRGÜN
 

Londralı da sokakta ‘adalet’ arıyor - Nilgün Cerrahoğlu

Büyüklerimizin “Sokakta adalet aranmaz! Hak aranmaz!” dediği gün, Londralılar da ellerinde “Justice/Adalet!” yazan pankartlarla sokaklara çıkmasın mı? 


Türkiye’nin yoğun gündeminde ne kadar izlediniz bilmiyorum. Hafta içinde İngiltere başkentinin en seçkin mahallelerinden biri olan Kensington’da, ailelerin yaşadığı 24 katlı bir gökdelen yandı.
Londra da İstanbul gibi... 

Seçkin refah mahalleleri ile dar gelirlilerin haneleri sırt sırta bulunabiliyor...
11 Eylül kuleleri gibi alev alev tutuşan Grenfell Tower isimli bina da böyle işte imkânları kısıtlı olan, özellikle göçmelerin yaşadığı dev bir apartman blokuydu. 

Kimliği ilk tespit edilen kurban, örneğin Muhammet adlı Suriyeli bir göçmen. Suriye ceheneminden çıkmayı başarmış. Ama “kurtuluş” diye gördüğü Londra’da yanarak can verdi...
Onlarca insanın “cehennemi” olan, 600 kişinin yaşadığı 120 daireli binada kaç kişinin öldüğü bir sır. 58 ölüden bahsediliyor ama sayının 100’ü aşması bekleniyor...
Bina Kensington Belediyesi’ne ait ve 1974’te inşa edilmiş. Yangından sonra siyah bir iskelete dönüşen yapı geçen yıl elden geçmiş. Ama tasarruf amacıyla bu yenilenmede düşük kalitede malzeme kullanılmış. “5 bin Pound’luk” fark için -misal- yangına dayanıklı olmayan bir mantolama türü seçilmiş. 

Çarşambayı perşembeye bağlayan gece sahur vaktinde çıkan yangında bu yüzden alevler üst katlara kolayca sıçramış. 

Aşağıdakiler - yukardakiler yangını
Dünya TV’lerinin İkiz Kuleler yangını gibi neredeyse günler boyu gösterdiği Grenfell Tower badiresinde konu yalnız Londra’da 40 yıldan bu yana yaşanan en büyük yangın değil.
Meselenin değişik boyutları var.
Bunlardan ilki, sanayi devrimi Londra’sının içyüzünü anlatan Dickens’ın “İki Şehrin Öyküsü” romanı ölçüsünde devasa sınıf farkları ve uçurumlarının bugün bu yangınla, hâlâ yaşadığının görülmesi. 

Dickens’dan bu yana 200 yıl geçmesine karşın, Kensington Sarayı’nın bulunduğu bir mahallenin öteki ucunda yaşam mücadelesini sürdüren “aşağıdakilerin” şartları çok değişmemiş...
Diğer konu, bir hafta önceki genel seçimde yara bere içinde kalan May’in hesapta olmayan bu gökdelen yangınıyla aldığı ikinci darbe. 

Theresa May üst üste gelen bu ikinci krizi de göğüsleyemezse; “aşağıdakileryukardakiler” ve bir “mülti külti Londra yangınına” dönüşen Grenfell Tower’ın enkazı altında kalabilir.
Grenfell Tower’ın kıvılcımları sokağı sardı bile.

Terörden fazla öfke yarattı
“Tower-zedeler” için dayanışma gösterenler, ellerinde “adalet” yazan pankartlarla Kensington Belediyesi’ni bastılar. Başbakanlığın bulunduğu “Downing Street”e yürüdüler, kentin kalbi Oxford Street’te eylem yaptılar. 

Göstericiler “5 bin Pound’luk tasarruf” için yaşamlarını yitiren yakınlarının hesabını soruyor, alınmayan güvenlik önlemlerinin sorumlularını arıyorlar. 

Hükümet ve yerel yöneticiler düzeyinde her tür ihmal/yolsuzluk ihtimali nedeniyle başlarına gelen felaketten sorumlu olanların hesap vermesini bekliyor; cevapsız kalan sorulara yanıt talep ediyorlar.
Bütün bunlar, üst üste terör olaylarının yaratmadığı dozda bir öfke patlamasına yol açıyor.
Yetkililer ise öfkenin yatışmasını bekliyor. Kraliçe ve Londra Belediye Başkanı, yangın-zedeleri ziyaret ederek onlara moral destek vermeye çalışıyor. “May istifa!” nidaları eşliğinde Başbakan da hastanede yaralıları yokluyor ve olanlar için kapsamlı bir soruşturma başlatıyor.
Henüz kimseye Soma tekmesine benzer bir tekme indirilmedi... 


Müslüman Belediye Başkanı Khan’dan “E ne yapalım? Allah’ın takdiridir” yorumu gelmedi.
“Sokakta hak arandığı görülmüş şey değildir!” buyuran devlet büyüğü ise çıkmadı.
İngilizler öyle görünüyor ki “krizin üstesinden nasıl gelinir”i hiç bilmiyor.

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Yürürken büyümek! - Mine G. Kırıkkanat

İnsanı hayvandan ayıran yeteneklerin en önemlisi, kuşkusuz konuşabilmek, üstelik konuşmak için de yüzlerce farklı dil yaratmış olmaktır. Sonra gülmek, düşünmek, çalışmak gelir. Belki en önemlisi değildir ama insanı hayvandan ayıran ilk fiziksel fark ise hayvan yavrusunun dört ayak üzerinde büyümeye devam ederken, insan yavrusunun doğduktan bir yıl sonra iki ayağı üzerine kalkıp yürümesidir…

İşte bu yüzdendir ki yürümek, insanlığın ilk göstergesi, içgüdüsel olmayan ilk eylemidir!
Kavimlerin ve ulusların tarihi, savaş dışında yürüyerek yazılmıştır dersem, inanır mısınız?
İnanın, çünkü öyledir.
İşte size kavimlerin uzun yürüyüşünden ibaret büyük göçler. Dünyanın siyasal coğrafyasını ve sosyolojisini değiştirmişlerdir.
Ama yürüyerek yurt terk edilmez her zaman. Savunulur ve kazanılır da.

***
1789 Büyük Fransız Devrimi, güneyden kuzeye yürüyen Marsilya halk ordusuyla mümkün olmuştur.
1930’da Mahatma Gandhi’nin ardına takılan milyonlarca Hintlinin Tuz Yürüyüşü, devasa bir coğrafyanın İngiliz boyunduruğundan kurtuluş habercisidir.
Bir Avrupa kıtası büyüklüğündeki Çin, tarihine ve coğrafyasının devasalığına yakışır ölçüde bir yürüyüşle rejim değiştirmiştir: Çan Kay Şek’in ordularına yenilen 100 bin komünist militan, 1934’te başladıkları ve önceleri ric’attan başka bir şey olmayan Uzun Yürüyüş sırasında geçtikleri tüm bölgelerde köylüleri özgürleştirmiş, ağalardan aldıkları toprakları onlara bölüştürmüş ve yeni bir düzen kurmuşlardır. 1935’e kadar yürüdükleri 12 bin kilometrelik yolda, aralarından Mao Çe Tung lider olarak sivrilmiş ve Yuan’a vardıklarında aralarından sadece 8 bini sağ kalmış olmasına karşın; koca Çin’in komünist rejim altındaki birliği ve hatta bugünkü gücünün kurucu eylemi, hâlâ bir yıl süren o Uzun Yürüyüş sayılır.


***
1963’te Martin Luther King’in “I have a dream” söyleviyle başlayan barış yürüyüşü, ırk ayrımcılığında sonun başlangıcı olup siyah Amerikalıların seçme ve seçilme hakkına kavuşmasına yol açmıştır.
Doğu Almanya’da 70 bin kişinin komünist rejimi protesto için 9 Ekim 1989’da başlattığı yürüyüş, milyonlarca kişinin katılmasıyla 9 Kasım’da Berlin duvarını yıkmıştır…
23 Ağustos 1989’da şarkılar söyleyerek sokaklara dökülen Baltık halklarının el ele tutuşarak SSCB sınırında oluşturduğu 560 km’lik zincir, Estonya, Letonya ve Litvanya’ya savaşta yitirdiği bağımsızlığını geri vermiştir.
Daha çok örnek var, ama benim yerim yok. İnsanlar tarih boyunca öyle ya da böyle hak aramak için yürüdüler ve bazen, savaşarak yitirdiklerini ya da gasp edileni yürüyerek geri alabildiler.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu; 16 Nisan’da, çoğunluğun HAYIR oyu verdiği gayet açık referandum gecesi yapması gerekeni, iki ay sonra nihayet yaptı ve Ankara’dan İstanbul’a “Adalet Yürüyüşü”nü başlattı.


***
Pek çok kişi gibi AKP iktidarlarının Türkiye Cumhuriyeti’ni kolayca yıkabilmesinden, meydanı boş bulmasını, yani TBMM’de kalan biricik muhalefet partisi CHP’nin “hiçliğini” ve Baykal’dan Kılıçdaroğlu’na liderlerinin kifayetsizliğini sorumlu tutan biri olarak, Adalet için yürüyüşü geç olsun da yeter ki olsun diye, gönülden destekliyorum.
Bardağı taşıran damlanın gasp edilen gerçek referandum sonucu değil de Enis Berberoğlu’nun hiçbir gerekçeyle kabul edilemeyecek 25 yıl hapse mahkûmiyeti olması önemli değil.
Bu yürüyüş, Türkiye’de çok uzun süredir yok olan hukuk, demokrasi, hatta ahlakı arayanların; baskıya, zulme ve talana karşı yürüyüşüdür.
Dileğim, Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir kişi değil, tüm Türkiye yeniden adalete kavuşana kadar yarı yoldan dönmemesi, ülkenin gerçek çoğunluğuna umut veren yürüyüşün sonuna kadar gitmesidir.
Gerisi kendiliğinden gelir. 


***
Özgürlüğüne kavuşan Cumhuriyet İnternet Sitesi Yayın Yönetmeni Oğuz Güven’e geçmiş olsun. Darısı sevgili Güray Öz, Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Ahmet Şık, Musa Kart, Turhan Günay, Hakan Kara, Önder Çelik, Mustafa Kemal Güngör, Bülent Utku, Emre İper, Akın Atalay ve diğer tutuklu gazetecilerin başına.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Küresel gıda baronları - ÖZLEM YÜZAK

7 milyarın üzerinde insan, 570 milyon çiftçi, Ve küresel gıda endüstrisi değer zincirini kontrolü altında bulunduran sadece bir avuç şirket...
Hadi bir bilgi daha... Bugün dünyada açlık çeken 800 milyon insanın yarısı tarım sektörüne bağlı küçük çiftçiler ve işçiler... 



Ne adil düzen değil mi?


Gelelim şu bir avuç şirketin neler neler yaptığına... Global tarımsal gıda endüstrisi devasa bir sektör. Ve giderek büyüyor. Çünkü dünyada orta sınıfın sürekli büyümesi ve kentleşmenin artması işlenmiş gıdaya ve market ürünlerine olan talebi de artırıyor. 


Oyun uzun süre büyük firmaların yerel ölçekte küçük firmaları satın alması ve böylelikle küçük rekabetçilerini ortadan kaldırması ile oynandı. Türkiye’de bundan hayli nasibini aldı. Şimdi birbirlerini satın almada... En büyük oyun da tohum ve zirai kimyasallarda oynanıyor. Dünyanın en büyük ikinci böcek ilacı üreticisi olan Bayer, en büyük tohum üreticisi Monsanto’yu 66 milyar Avro’ya satın alma sürecinde. 


ABD ve Avrupa Birliği bu evliliği onaylarsa, ki büyük olasılıkla onaylayacak 2017 sonunda, sadece üç şirket - Bayer- Monsanto, Dow-DuPont ve ChemChina-Syngenta - küresel tohum ve zirai kimyasal piyasasının yüzde 60’ını kontrol eder hale gelecek. Bu tabii aynı zamanda küresel ölçekte tüm gıda ürünlerinin fiyatlarını belirleyecekleri anlamına da geliyor. 


Aynı tekelleşme tarım araç ve ekipmanlarında da yaşanıyor. Küresel pazarın yüzde 65’i 5 büyük şirketin elinde ve pazar lideri de 29 milyar dolar satış geliri ile John Deere’de. 


Tüm bu şirketler gelecek hedeflerine bir süreden beri tarımın dijitalleşmesini de aldılar. Henüz süreç başlangıç aşamasında olmasına karşın hızla gelişiyor. Çok yakında dronlar zirai ilaçların püskürtülmesi görevini üstlenecek; hayvancılık sektörü süt miktarlarını, hareket düzenlerini ve besin oranlarını izlemek için sensörlerle donatılmış olacak; traktörler GPS ile kontrol edilecek; bilgisayar hatta cep telefonu ile kontrol edilebilen ekim makineleri, sıra ve bitkiler arasındaki optimum mesafeyi belirleyecek, toprak kalitesini değerlendirecek. İyi güzel de yoksul çiftçi bu teknolojiye sahip olabilecek mi? Sonuçta alan yine devlerin olacak. 


Gıda işleme de farklı değil, Henüz küresel ölçekte konsolide edilmemiş olmasına rağmen, hâlâ bölgesel düzeyde Unilever, Danone, Mondelez ve Nestlé gibi şirketler pazar hâkimiyetine sahip. Bu şirketler paralarını taze veya yarı işlenmiş yiyecekler yerine dondurulmuş pizza, konserve çorba ve hazır yemek gibi son derece işlenmiş gıdalardan kazanıyorlar. Üstelik kâr çift taraflı. Zira bu beslenme modeli obezite, şeker hastalığı ve diğer kronik hastalıklarla yakından ilişkili. Daha da önemlisi, bu şirketlerin, protein, vitaminler, probiyotikler, zayıflama ilaçları ve omega-3 yağ asitleri ile zenginleştirilmiş “sağlıklı” işlenmiş gıdaları da pazarlamaları.



Özlem Yüzak / CUMHURİYET



Yararlanılan kaynaklar: www.weforum. org ve www.project-syndicate.org

Rota Yemekçilik’i kimler, neden koruyor? - ÇİĞDEM TOKER

Bir değil, iki değil. 

Son 24 gün içinde Manisa’da, üçüncü toplu asker zehirlenmesi vakası yaşanıyor.
İlki: 23 Mayıs 2017 – 1. Piyade Eğitim Tugay Komutanlığı Albay Arif Seyhun Kışlası’nda 1046 asker gıda zehirlenmesiyle hastaneye kaldırıldı.



Er Hüsnü Özel yaşamını kaybetti. Evet, bu çağda gencecik bir asker, sağlık koşullarını taşımayan karavana yemekten öldü. 


İkincisi: 27 Mayıs 2017 – Kırkağaç 6. Jandarma Komando Er Hüsnü Özel Eğitim Alayı’nda 70 asker gıda zehirlenmesiyle hastaneye kaldırıldı. 


Üçüncüsü: 16 Haziran 2017 – Manisa General Seyfettin Çalbatur Kışlası 1. Piyade Er Eğitim Tugay Komutanlığı’nda yine gece yaklaşık 50 asker gıda zehirlenmesi belirtisiyle hastaneye gitti. 


CHP Manisa Milletvekili Tur Yıldız Biçer, bu rezilliğin yakın takipçisi.


Her seferinde hastaneye askerlerin ziyaretine gidiyor. Açıklamalar yapıyor. Elindeki bilgileri kamuoyuyla paylaşıyor. Biçer’in verdiği bilgiye göre, 23 Mayıs ve 16 Haziran’daki zehirlenme olayında askerlere yemek tedariki yapan aynı firma: Rota Yemekçilik Ticaret A.Ş.

 
Biçer, cuma gecesi hastane önünde yaptığı açıklamada, Milli Savunma Bakanlığı’ndan hâlâ bir ses çıkmayışını, hiçbir şey olmamış gibi şirketle sözleşmenin feshedilmemesini sorguladı: “Sözleşme feshedilse, böyle bir olay yaşanmayacaktı” dedi. 


Rota Yemek’e biraz baktık. 


Bundan dört yıl önce Diyarbakır’da Veysi Avşar tarafından 100 bin TL sermaye ile kurulmuş. Ancak öncesi var.
Rota; sahipliği aynı kişilerden oluşan Tatal, Avşaroğulları, Çamlıca, Ova, Mendika isimli şirketlerin devamı.
İki yıl önce HDP Milletvekili Levent Tüzel, Dicle Üniversitesi’nde bu şirketin faaliyetleriyle ilgili ciddi sorular içeren bir soru önergesi vermiş. Fakat önerge cevaplanmadığı gibi, bu önergenin haber linkleri de uçmuş...! (Tüzel’e ulaşamadım.) 


Bir yılda 20’ye katlanan sermaye
 
Rota Yemekçilik’e kuruluşundan sonra Osman Avşar da ortak olmuş. Bir yıl içinde sermayesini 2 milyon TL’ye çıkarmış. 2014’te şirket merkezini Ankara’ya taşımış.
Şirket sermayesi iki ay önce 7 milyon TL’ye yükselmiş. Şirket yönetimi, Veysi Avşar, Osman Avşar, Ahmet Türkmen isimleri arasında gidip geliyor. 


Şu anda Veyşi Avşar ile Osman Avşar eşit ortak. Şirket web sitelerinde Türkiye’nin büyük metropollerinde devlet daireleri, askeri birimler, hastaneler, okullar, üniversiteler, fabrikalar, şantiyeler, havayolu ikram hizmetleri verdiklerini gururla anlatıyorlar.
(İki yıl önce de Maliye Bakanlığı’ndan 11 milyon TL’lik iş almışlar.) 


Rota Yemekçilik’in AKP iktidarı ve bakanlıklar açısından önemli ve etkili bir ikili olduğu anlaşılıyor. Bunca ana kuzusu asker zehirlenmesine karşın neden korunduklarının cevabı ortaya çıkarsa pek çok şey aydınlanacaktır.


Fakat Rota Yemekçilik belli ki askerlerin zehirlenmesinden değil de, “yandaş şirket” haberlerinden rahatsız olmuş.


Manisa’daki asker zehirlenmelerini duyuran internet sitelerinin tamamına erişim engeli getirilmiş. Hepsine. “Manisa’da ne olmuş?” diye merak edip internete girdiğinizde haber bulmanız biraz zor. Karşınıza hemen sulh ceza hâkimliğinin erişim engelleme kararı çıkıyor.


Rota Yemekçilik bu engelleme talepleriyle, sebep oldukları zehirlenme olaylarını mı karartmaya çalışıyor, yoksa yandaş olmadığı mesajını mı vermeye çalışıyor? 

Rota Yemekçilik’e buradan bir çağrıda bulunuyorum, Kolaysa, bir erişim engeli talebini de Ticaret Sicili gazetesi için getirin. “Ciheti askeriye” bakımından ayrıcalığınızı henüz bilmiyoruz.
Fakat zenginleşme öykünüz sicil sayfalarında duruyor. 


Zeytinburnu arsasında 3 aylık şirket
 
Memleketin rant hikâyelerine geçen hafta bir yenisi eklendi.
Zeytinburnu’nda askeri lojmanların bulunduğu 97 bin metrekarelik arazi arsa satışı karşılığı gelir paylaşımı yöntemiyle ihale edildi. Emlak Konut GYO’nun yaptığı ihalede “en iyi teklifi” Güney Gayrimenkul, Baş Yapı İnşaat, Esta İnşaat ve Elit Vizyon Yapı A.Ş’den oluşan dörtlü ortaklık verdi.
Satış değeri için 1 milyar 730 milyon TL. Şirket payı olarak da Emlak Konut’a 640 milyon 100 bin TL teklif edilmiş.
Tek bir şeye dikkatinizi çekeceğim:
Bu arazinin değerinin, ihalede Ağaoğlu’nun verdiği teklif nedeniyle 2 milyar TL’ye çıktığı konuşuluyor.
İşte, yakın geleceğin rant merkezlerinden birisi olacak 2 milyarlık bir araziye teklif veren bir şirkete verilen “en iyi teklifteki” şirketlerden biri fazlasıyla genç.
Ahmet Olcay’ın 200 bin TL sermaye ile kurduğu Elit Vizyon’dan bahsediyorum.
Daha Ticaret Sicili’nde kuruluşu tescil edileli ancak 3 ay olmuş.
“İhalelerde ne zamandan beri deneyim aranıyor ki?” diye sormak serbest. 


Şehir hastanelerinde ödeme sıkıntısı
 
Yozgat, Mersin, Isparta. Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle yaptırılacak 30’un üzerindeki şehir hastanelerinden tamamlanıp faaliyete geçen 3 hastane bu illerde.
Her üç şehir hastanesinin de farklı finansman - ödeme sıkıntıları yaşadığını biliyoruz. Isparta ve Yozgat’ta doktorlar döner sermaye ücretlerini alamıyordu. KÖİ modelinin bir alt türü olan Yap-Kirala-Devret yöntemiyle yaptırılan bu hastanelerde müteahhit/işletmeci şirketler, otopark, güvenlik, görüntüleme, temizlik gibi gelir getiren hizmetler için devlete fatura kesiyor. Basına az da olsa yansıyan doktor ödemelerinin dışında bir diğer sorun kalemini de medikal cihaz alımları oluşturuyor. Örneğin Mersin Şehir Hastanesi’nde tıbbi cihaz üreten bir Alman firmasının, hastaneye sattığı bir cerrahi motor cihaz bedelini henüz tahsil edemediği konuşuluyor. Yanı sıra, inşaat halindeki Bilkent Şehir Hastanesi projesinde de finansman sıkıntısı yaşandığını duyuyoruz. Açılış tarihi sürekli ertelenen Bilkent Şehir Hastanesi’nin tamamlanması belirsiz hale gelmiş. 


Müteahhide bina ödeneği
 
Mayıs ayı bütçe rakamları açıklandı.
Beş aylık müteahhitlik giderleri 1 milyar 814 milyon TL’ye ulaşmış.
Mayıs ayında müteahhitlere 492 milyon TL ödenmiş. Bu tutarın 415 milyon TL’si hizmet binaları için. Bir yandan çeşitli kamusal hizmetler için yeni hizmet binaları yaptırılırken diğer yandan da bina kiralarındaki artış sürüyor. Geçen ay devlet binaları için 26 milyon TL ödendi.
Mayısla birlikte beş aylık bina kiralama harcaması 106.5 milyon TL’ye ulaştı.


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

17 Haziran 2017 Cumartesi

Dünyanın ilk 'yüzen çiftliği' Hollanda'da kuruluyor - BİRGÜN

Hollanda denince ilk akla gelen görüntüler olan yel değirmenleri ve meralarda otlayan ineklere, kanal ve nehirler üzerinde yüzen çiftlikler de eklenecek.

Giderek artan nüfus ve büyük kentlerde tarım alanlarının hızla daralması nedeniyle Hollanda, su üzerinde yüzen çiftlikler kurmaya hazırlanıyor.

BBC Türkçe'nin aktardığı habere göre, dünyanın ilk yüzen süt ürünleri çiftliğinin yapımına, ülkenin ikinci büyük kenti Rotterdam'daki Merwehaven'da kısa süre içinde başlanıyor.
Beladon adlı şirket tarafından geliştirilen ve AgriFood adlı kuruluşla birlikte hayata geçirilen proje kapsamında iki ayrı yüzen çiftlik inşa edilecek.

Floating Farm adı verilen çiftliklerden birinde 40 inek yer alacak. Diğer çiftlikte ise, 6 bin adet tavuk yetiştirilecek.

Yaklaşık 2 milyon euroya malolması beklenen yüzen çiftlikler, önce Rotterdam'a ardından da Den Bosch kentinde kurulacak.

Projenin yaratıcılarından olan Peter van Wingerden, Den Bosch kentinde farklı bir şeyler deneyebileceklerini belirterek, Rotterdam'la birlikte bu kentin pilot bölgeler olacağını söylüyor.Van Wingerden'e göre yüzen çiftlik fikri bir bilim kurgu değil, geleceğe yönelik mantıklı bir adım. Beladon ve AgriFood, projeyi daha geliştirebilmek için yüz bin euroluk kaynak ayırdı.

Çok sayıda kuruluşun destek verdiği proje, su açısından zengin olan ülkede hızla artan nüfus ve giderek daralan tarım alanları konusunda önemli bir alternatif olarak değerlendiriliyor.

BİRGÜN

Fatih Terim’in Arda neması - MÜSLÜM GÜLHAN

Nema, aslında anlam olarak faiz geliri içeriğini taşır.

İnsanların sosyal nemalanması ise bilerek ve tasarlayarak gelişen olaylar üzerinden kendi çıkarı doğrultusunda fırsat yakalamaktır.

Arda’nın yaptığı hata, Terim için bulunmaz bir fırsat oldu ve hiç zaman kaybetmeden olay üzerinden faizini aldı. Bila Meşe olayı tek başına gelişen bir anlık tepkiyi kapsamıyor. Olay, Avrupa Şampiyonası’ndaki Terim-Arda gerginliğinin geldiği son noktadır.

Aslında bir nevi kişisel beklentiler üzerinden iktidar oyunudur.

Prensipleri oturmamış ve kurumsal bir kimliğe sahip olamayan ki Milli Takım öyle, bu tip kurum ya da gruplarda kişisel örgütlenme kaçınılmaz olur. Bizim de en çok sevdiğimiz modeldir!

Bu örgütlenmede de ana hatları; koltuğa ve buradan elde edilen kazancı ve nemayı koruma üzerine oturtulmuş kaygı yumağı oluşturur. Seçilen insanlar bu süreci destekleyecek ve buna katkı sağlayacak insanlar olduğu gibi, genel seçici olan Kutsal Abi’ye de biat kaçınılmaz olur.

Kaygı yumağının içeriğini sağlayan baskı ve otoriter tavırlar, mesleki kriterler olarak pazarlanır ve sanki tüm Dünya’da da  böyleymiş gibi algı yaratılır. Bu pazarlama sayesinde, yaratılan avantajların karşılığındaki maddi beklentinin çok yüksek olması sağlanır. Terim’in maaşı ve Milli Takım için ödenen primler bu kapsamdadır.

İşte tüm bunların ortalığa saçılmasının dayanakları, bu kişisel beklentilerin kaybedilmemesidir.

Tüm bunların açığa çıkmasını da, ya maddi beklentilerdeki çatışma, ya da dış faktörlerin desteği sayesinde ki, bunun tamamına yakını siyasi ilişkilerden oluşan, kısır döngü içerisindeki iktidar mücadelesi sağlar. Bu mücadelede hiyerarşi diye bir kavram yoktur.

Ve tamamı feodal tepkimelerdir.

Sporun yönetsel kısmındaki siyasi abluka, eninde sonunda beklentileri doğrultusunda ve ilişkileri çerçevesinde süreci şekillendirir. Kötü olan, buradaki açmazın tüm sorunun çözüm argümanlarının sporun dış etkisinde kaldığı koşullar altında olmasıdır.

Avrupa Şampiyonası’ndaki Arda’nın Terim’i eleştirmesi ve her zaman gizli kapaklı tartışma konusu olan primler yüzünden, süreçte karşılıklı stratejiler oluşturulmuştur.

Sonuçta, birinden biri süreçten zararlı çıkacaktı. Terim’in yıllar süren ve bu gibi olaylardaki strateji zenginliği! Arda’ya karşı sonuç alarak süreci kendi lehine çevirdi. Böylelikle de başarısızlıklarını tartışma konusu olmaktan çıkardı.

Her iki tarafın el altından basına verdikleri haberler… Karşılıklı üstü kapalı mesajlar… Kamp içindeki söylemlerin hepsi bu sürecin birer parçasıydı.

Basın mensuplarının uçağa alınması da bu stratejinin bir parçasıydı. Çünkü kamp içindeki karşılıklı söylem üzerine, Arda’nın basına karşı böyle bir tavır içine gireceğine dair emareleri eğer söylemleri içinde kullandıysa, Terim bu hamleyi kaçınılmaz olarak kullanılır.

Ve tartıştığımız tüm bu konular ne yazık ki ülkeyi temsil eden Milli Takım için de olmaktadır.

Görüldüğü üzere başarı üzerine en ufak bir kaygı belirtisi yoktur.

Tüm bu olayların uzun süreden beri gelen bir birikimin parçası olduğu, Fatih Terim’in Kosava galibiyetinin verdiği rahatlık ve özgüven sayesinde, maç sonrası yaptığı yorumların satır aralarında kendini çok belli etmektedir.

Resim bu…

Buradan ne çıkabilir? Hiçbir şey çıkmaz…

Çünkü:

Arda’nın Barcelona’ya transfer olması, ona birtakım farklılıklara açık olması gerekliğini de beraberinde getirmişti. Barcelona kurumsal futbol oynamaktadır. Buna adapte olmak için küresel futbol kültürünün yanında, takım kültürüne de adapte olması şarttı.

Ama Arda’nın donanımları ve feodal tepkimeleri maalesef buna izin vermedi ve o kimliği bir türlü içine sindiremedi. Hem oyun olarak, hem de yaşam şekli olarak. Bu koşullar Arda’ya ağır geldi.

Aynı şekilde, Fatih Terim de Fiorentina ve Milan’da teknik direktör olarak bu sorunları daha önce yaşadı ve her iki kulüpten de gönderildi.

Başkanlara karşı yöresel racon kesme, seyirciyi provoke etme stratejileri belki bizde alan bulabilir, ama kapitalizmin kuvvetli olduğu yerde, süreç, pazar içerisindeki arz-talep dengesi üzerinden gider. Ya olması gereken içinde varsındır ya da yok olursun.

Ve bu kulüplerin sahipleri küresel sermayenin parçalarıdır. Yöresel raconlara da karınları toktur.

Aslında Arda ve Terim’in ortak yanları çok var.

Her ikisinin de yaşadıkları durumları kader veya şansızlık değil, somut gerekçelerin somut sonucudur.

Her ikisi de yöresel figürdür ve ülkenin karşılığıdırlar.

Futboldaki şu baba-oğul, vatan millet yalanlarına da son vermek lazım.

Sonuçta; çıkar her şeyin üstündedir.

MÜSLÜM GÜLHAN   / BİRGÜN

Siyaset yürüyüşü ve cesaret - Nilgün Cerrahoğlu

Ünlü bir Latince özdeyiş vardır:Audaces fortuna iuvat/Talih, cesaret edenlerin ve cüret gösterenlerin yanındadır!”
Çiçeği burnunda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, meteor hızıyla kavuştuğu siyasi başarısını bu bilinen, köklü düstura borçlu.
Macron özel yaşamında olduğu kadar siyasette de cüret göstermekten kaçınmıyor ve her fırsatta da bunu açıklıyor.
Bir ay önceki ilk Cumhurbaşkanlığı konuşmasında örneğin cürete dair şunları söylemişti:
Bizi bekleyen görev çok büyük. Bu büyük görevi gözü peklik içinde sürdüreceğiz. Siz cüreti (audace!) seçtiniz. Birlikte cüret yolundan gideceğiz. Sade Fransa değil, dünya da bizden bunu bekliyor. Bizim gücümüz var, enerjimiz, irademiz var. Korkuya, bölünmeye, yalana, bozguna, bozgunculuğa asla taviz vermeyeceğiz!
 
Yedi-sekiz ay öncesine değin kimsenin tanımadığı yoktan var olan lider, halkına bu güçlü cüret duygusu ve umudu aşılayabildiği için bulunduğu yere geldi.
Anti-Avrupacı akım ve popülizmler döneminde örneğin tüm diğer rakipleri “Avrupacı” söylemlerden “cızz” sakınırken, o, akıntıya karşı kürek çeker görünmekten hiç kaçınmadı. “Hakkımda ne derler?” demedi.
 
Hiçbir komplekse kapılmadan her vesilede “Avrupa yanlısı görüşlerini” özgüven içinde açıkladı. Mitinglerinde dilediğince Avrupa bayrakları dalgalandırdı.
 
Ulusalcılığın ayyuka çıktığı konjönktürde yapmış olduğu ilk “balkon konuşmasında”da ulusal marş “Marseillaise” yerine “Avrupa Marşı”nı kullandı.
Liderlik vakası” örneği olarak Macron’a baktığınızda, tanımlayıcı olan ilk vasfın, “el âlem ne der?” korkusu ve çekincesi olmaksızın cesaretle çizgi belirlemek olduğunu görüyoruz. 

Kaybedecek bir şey kalmayınca
 
CHP dendiğinde aklıma bunun tam tersi bir iklim ve yaklaşım geliyor.
Örnekler çok. Ben moda deyimle en “beyin yakan” iki tanesini sıralayacağım...
Tabanın kendisinden tam yüreklendirici bir çıkış yapmasını beklediği anda partinin bula bula Cumhurbaşkanı adayı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu göstermesi örneğin en “yüreklilik karşıtı” olaylardan biri olarak hatırlanıyor.
Bir başka örnek geçen yıl “Aman HDP’lilerle aynı safta görülmeyelim. Sonra bize PKK’li derler!” çekincesiyle milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına destek sağlamaları...
Koyunun kasap bıçağını yalaması misali bir uysallık ve de maalesef büyük şuursuzlukla atılan bu adımın sonunda sıranın bir gün ana muhalefetin vekillerine geleceği ayan beyan ortadaydı.
Başbakan Binali Yıldırım nitekim bugün dünyada benzeri görülmemiş bu basiretsizlik ve öngörüsüzlüğe atıf yaparak:Dokunulmazlıkların kalkmasının sonucunun yargılama olacağını Kılıçdaroğlu biliyordu!” diyerek “kendi düşen ağlamaz hatırlatması yapıyor. 
 
69 yaşındaki ana muhalefet liderinin adalet talep etmek için kendini sonunda yollara vurduğu bu ortama böyle gelindi.
Ne pahasına olursa olsun dünyaya meydan okuyanlarınkinden çok, bu, yitirecekleri bir şey kalmayanların cesareti ne yazık ki. 

Bıçağın kemiğe dayandığı yer
 
Kılıçdaroğlu çok yazık ki ivmeyi bizzat kendi tabiriyle “bıçağın kemiğe dayandığı” bir sınırda yakaladı.
Ancak yekten etkisiz, tepkisiz kalmaktansa bu da bir şey.
Baskının bunca kesif, amansız ve de yoğun olduğu bir ülkede böyle bir “son dakika cesareti”ni bile yürekten kutlamak lazım.
Her şey bir yana 70’lik bir insanın yaz ortası onca yolu yürümeyi göze alması bile başlı başına küçümsenmeyecek bir inisiyatif işi.
Yürüyüşün ilk iki günü bitti.
Önümüzde daha 20 küsur gün ve 400 uzun kilometre var...
Umarız gerisi kazasız belasız gelir. Ve bu yürüyüş salt CHP saflarını değil, toplumun “adalet isteyen” tüm diğer paydalarını arkasında birleştiren bir büyük niceliğe kavuşur.


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Amok koşusu, Adalet Yürüyüşü - ÖZGÜR MUMCU

Devletin jandarması, devletin savcısıyla devletin MİT’inin TIR’larını durdurmuş. Devletin savcısı eşliğinde TIR’lardan çıkan silahlar videoya çekilmiş. Mesele büyümüş herkes haberdar olmuş. Baskının görüntüleri her yerde. Aydınlık gazetesinde MİT TIR’larındaki silahların fotoğrafları yayımlanmış. 
 
Cumhuriyet’te ise aynı manzaranın videosu yayımlanmış. Sayın Erdoğan silah değil, Türkmenlere insani yardımdı demiş. AKP milletvekili Yasin Aktay, Özgür Suriye Ordusu’na gidiyordu diye başka bir açıklama yapmış. Zamanının MHP milletvekili bugünün AKP’li Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş, yemin billah ederek silahlar Türkmenlere gitmiyordu, diye feryat eylemiş. Sayın Davutoğlu çıkmış o da “Allah şahit, vallahi” diye bastıra bastıra TIR’lar Türkmenlere gidiyordu, diye buyurmuş.
Dava dosyalarındaki dinleme kayıtlarına Türkmen savaşçıların yardımların kendilerine gelmediğinden ettiği şikayâtler geçmiş. 
 
İktidar yanlısı gazeteciler TIR’ların durdurulmasından CIA Başkanı’nın rahatsız olduğunu ve hükümeti azarladığını canlı yayında açıklamış.
 
Yabancı medyada Kaddafi’nin cephanesinin ABD işbirliğiyle Türkiye üzerinden Suriye’ye nasıl aktarıldığı, işlerin kontrolden nasıl çıktığı ve işleri rayına oturtmaya çalışan ABD’nin Libya Büyükelçisi’nin nasıl öldürüldüğü uzun uzun anlatılmış. 
 
Hangi devlet sırrından, hangi casusluktan bahsediyorsunuz? 
 
Gayri resmi koalisyon ortağı cemaate, taşeron usulüyle devletin yargısını ve kolluk güçlerini emanet etmişsiniz. Devleti, içindeki unsurlar birbirine operasyon çekecek sonra da darbeye girişecek kadar bitirmişsiniz. Suriye’de bir koyup üç alalım diye olmayacak işlere girip yanlış atlara oynayarak ülkenin itibarını dev bir kumarda çarçur etmişsiniz. 
 
Bunları kamuoyuna duyurmak hem basının hem de siyasetçinin asli görevidir. İktidarın besleme medyasına ve cehaleti haricinde niteliği bulunmayan yorumcularına kulak asmayın.
Dünyanın kendine demokrasi diyen her devletinde bu haberdir. Bunu haber yapana da kimse ceza vermez. Operasyonu gazeteciler ya da Enis Berberoğlu yapmadı. İçten içe çürütülen, her yerine iktidar desteğiyle sızılan, yanlış politikalarla sarsılan devlet, MİT TIR’ları baskınıyla ne hale geldiğinin işaretini verdi. 
 
Devleti bu hale getirenlerden hukuki ve siyasi hesap sorulacak yere Enis Berberoğlu müebbet hapse mahkûm ediliyor. 
 
CHP’nin başlattığı Adalet Yürüyüşü gecikmiş ancak yerinde bir hamle. Önce çürütülen devlet, bugün devletin temelini oluşturan adalet ortadan kaldırılarak sarsılmaktadır. Cumhuriyeti kuran partinin bu rejim değişikliğine karşı işlevsizleştirilmiş Meclis’te işlevsiz nutuklar atmak yerine Adalet Yürüyüşüyle direnmesi, hem demokratik hem de zorunludur.
 
Zamanında “MİT TIR’ları AKP’nin elinde patlamıştır” diyen Can Dündar’a 17- 25’te durdurduğu saatiyle şirinlik yapan Devlet Bahçeli’nin bu yürüyüşü tehdit etmesi ise tarihe hak ettiği şekilde geçecektir. 
 
Gazeteciler, milletvekilleri içeride. On binlerce insan adaletsizliğin pençesinde ya hapiste ya “medeni ölüme” mahkûm edilmiş. Bunca adaletsizliğin üzerine ne yeni bir rejim inşa edilebilir ne de devlet ayakta kalabilir. 
 
İktidarın Amok koşusunun karşısında sakin ve kararlı bir yürüyüş var. Felakete doğru koşanlar, adalet için yürüyenlere kulak vermezse bu ölümcül adaletsizlik virüsü istisnasız herkesi bitirir.


Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Ne aptallık!.. - ALİ SİRMEN

Tüm kavramların ve kurumların içlerinin bütünüyle boşaldığı ortamlarda, normal zamanda ileri sürülmesi doğru olan talep ve düşünceler bütün anlamlarını yitirip havada kalırlar.
Demokrasilerde ileri sürülen taleplerin, yapılan önerilerin bir anlam ifade etmesi için kavramların boşaltılmış, saptırılmış olmaması, kurumların normal biçimde işlemeleri gerekmektedir. 
 
Bir örnekle açayım:
Ceza hukukunda tutuklamanın ancak belirli şartların oluşması halinde uygulanacak bir önlem olduğunu, asıl olanın tutuksuz yargılama olması gerektiğini söyleyip aksine davranışın, tutukluluk yoluyla infaz olacağını vurgulayıp gazetecilerin tutuksuz yargılanmalarını talep etmenin ancak kuvvetler ayrılığının işlediği, bağımsız yargının varlığını koruduğu ülkelerde bir anlam ifade ettiğini görmeliyiz. 
 
Öyle ya! Eğer bir ülkede yargı bağımsız değil de iktidarı elinde tutan güce -ki bu bir tek kişi de olabilir- bağımlıysa, siyasi davaların veya gazetecilerin yargılanmalarının tutuksuz yapılmasını istemenin bir anlamı olmayacaktır. Çünkü iktidarın emrindeki bağımlı yargı, bu tip davaları tutuksuz da görse adaletsizliği, doğru dürüst hukuki dayanakları olmayan karar aşamasında gerçekleştirecektir.
Burada adaletin yerini zulmün alması sonucu gazetecinin tutuklu veya tutuksuz yargılanması halinde değişmeyecek yalnızca zulmün icra edileceği aşama değişmiş, olacaktır. 
 
Bu olguyu dikkate almadan hepimiz yırtındık: “Gazeteciler tutuksuz yargılansın!”
Ne aptallık!..
***
Yargılandılar ne oldu?
Bağımlı yargı onları karar aşamasıyla birlikte tutukladı, zulmün tatbik edilmesi zamanından başka bir şey değişmemiş oldu.
Yargılanmanın adil olmadığı ortamda, yargıç alelacele yapılmış yalap şap bir yargılamayla, adil olmayan bir kararla iktidarın istediği mahkûmiyet kararını vereceğine göre, yargılama tutuklu olsa ne olur, tutuksuz olsa ne olur?
Bizler bunu görmedik, sanki bir şey değişebilecekmiş gibi hep bir ağızdan haykırdık:
- Gazeteciler tutuksuz yargılansın!
Ne aptallık!..
Düzen biraz daha akıllı olmak ya da hiç değilse, görünüşü kurtarmak zorunluğunu duymuş olsaydı, bütün gazetecileri tutuksuz yargılatır, sonra yine adil olmayan kararlarla içeri attırır ve itiraz edenlere de dönüp sorardı:
- İşte söylediğiniz gibi tutuksuz yargılandılar daha ne istiyorsunuz?..
Buna bile gerek duyulmadı.
Ne aptallık!..
***
İktidar, ileride milletvekillerine ve dolayısıyla muhalefet partileri ile onların seçmenlerine baskı uygulamak için yasama dokunulmazlıklarını kaldırmak isterken ana muhalefetin, “Bizim korkacak bir şeyimiz yok; bütün dokunulmazlıkları kaldıralım! Hodri meydan!..” diye çıkış yapması üzerine iktidarın manevraları karşısında dikkatli olmaları hatırlatılarak, böyle bir çıkışın ancak ve ancak bağımsız adil yargının var olduğu ülkelerde bir anlam ifade edeceği, aksi halde felakete yol açacağı konusunda uyarılmışlardı.
O sırada hiç kulak asmadıkları bu uyarılardaki gerçek payını görmeleri için milletvekillerinin sıra sıra gözaltına alınıp tutuklanmaları gerekti.
O zaman da iş işten geçmişti.
Ne aptallık!..
***
21. yüzyılda, temel hak ve özgürlükleri çiğneyerek, muhalefeti ve basını sindirerek mülkiyet hakkı dahil, bütün hakları önce sallantıya, sonra da askıya alarak, kendine biat etmemiş olan herkesi ötekileştirerek, içeride ve dışarıda bu gidişin gidiş olmadığını göstermeye çalışan herkese posta koyarak, çalkantılı bir bölgede batmamanın, insanlık ailesinin eşit bir bireyi olabilmenin, sürdürülebilir bir kalkınmayı gerçekleştirmenin mümkün olmadığı, böyle bir tutumun selamete değil, felakete götüreceği konusundaki uyarılar onu dikkate alması gerekenler tarafından, yalnız sürekli kulak arkası edilmekle kalınmıyor, aynı zamanda da cezalandırılıyor.
 
Ne aptallık!..

Ali Sirmen / CUMHURİYET

16 Haziran 2017 Cuma

15-16 HAZİRAN’ın yıldönümünde işçi önderlerinden Çetin Uygur: Emek güçleri birleşmeli- BUSE ÇELEBİ.

Türkiye emek hareketi tarihinin iz bırakan isimlerinden Dev Maden Sen Onursal Başkanı ve Yeraltı Maden İş Sendikası'nın Kurucusu Çetin Uygur, gazetemize işçi sınıfının en ses getiren eylemlerinden biri olan 15-16 Haziran 1970 direnişine neden olan gelişmeleri, işçi sınıfının bugünkü durumunu ve iktidarın saldırılarına karşı mücadele yollarını anlattı.

  
15-16 Haziran dönemindeki tablo neydi ve direnişe neler yol açtı?
İşçilerin sendikalarda örgütlenmesinden siyasi iktidar ciddi rahatsızlık duyuyordu. Ardından iktidar, CHP’li vekillerin de desteğiyle “bir işçi sendikasının Türkiye çapında çalışabilmesi için kurulu bulunduğu işkolunda çalışan sigortalı işçilerin en az 1/3 ünü üye yazmış olması“ gibi bir kanun getirdi. Yani bu, işçilerin sendikal haklarını kullanamaması demekti. Dolayısıyla böyle bir kanunun çıkmış olması zaten 15-16 Haziran olarak adlandırılan eylemin doğuşu... Bunun ardından bir yanıyla İzmit’ten İstanbul’a yürüyen işçilerle diğer yandan Bakırköy tarafından yürüyen işçiler bir noktada birleştiler ve 15-16 Haziran direnişi oluştu.

Böyle bir direnişin başlaması işçi sınıfında nasıl olumlu yansımalara neden oldu?
Daha başlangıç aşamasında Kavel Kablo Fabrikası, Demirdöküm fabrikalarındaki işçilerin bundan önce DİSK’in ilk kuruluşundaki eylemleri var. O eylemlerde kabul edilmiş haklar, Anayasa’da bile işçilerin sendikal haklar ve grev haklarının bulunmuş olmasına rağmen bunun iktidarın kabul etmemesi üzerine Kavel fabrikasında bile işçiler 15-16 Haziran’dan önce  fabrikadaki toplu sözleşme görüşmelerini reddetti. Grev doğrultusundaki haklarını bu kez kabul etmeyen işverenin, bunu uygulatmayan siyasi iktidarın karşısında işçiler fabrikalarına el koyuyorlardı. Ve Kavel Kablo fabrikasındaki el koyma üzerine onlara saldıran devletin güçlerine karşı işçiler aileleriyle birlikte mücadele ederek direnişi nihai anlamda başarıya ulaştırıyorlardı. Yani mücadelenin yolunu çok açık bir biçimde çizmişlerdi. Dolayısıyla 15-16 Haziran olayı da böyle bir mücadeleye ışık tutuyordu. İşyerinde işçilerin sendikalı olabilmesi ve sendikal hakkını kullanabilmesi için o sendikaya baraj engellemesi yapılması ve buna Parlamento’da CHP ve Adalet Partisi’nin ortak karar vermiş olması zaten işçilerin artık ayağa kalkmasına ve mücadele yolunun DİSK’in kuruluş aşamalarındaki girdikleri mücadele yollarını bir kez daha hayata geçirmelerinin kapılarını açtı.

O zamandan bu zamana ilişkin örneğin cam işçilerinin direnişini ve mevcut iktidarın baskılarını düşünelim. Nasıl benzerlik gösteriyor?
Bugün için çok açık ve net olarak söylemek gerekirse, sendikal harekette çok büyük bir düşüş yaşadığını söylemek mümkün. Bugün de siyasi iktidar grevleri erteleyerek, yasaklatarak ve toplu sözleşme aşamasında engeller getirerek işçilerin ekonomik ve demokratik haklarına çok ciddi bir şekilde el koymaktadır. Devlet, altına imzasını attığı uluslararası sözleşmelere bile aykırı davranmaktadır. En somut örneklemelerini son dönemlerde görüyoruz. Bir bankada yapılan toplu iş sözleşmesinin uyuşmazlık aşamasında bile işçi sendikasının almış olduğu karar akıl almaz bir şekilde devlet güvenliğiyle ilintili görülerek yasaklanıyor. Aynı olay Paşabahçe işçileri için de geçerli. Bütün grevler ‘devlet güvenliği’ denerek yasaklanıyor. Bu kararların sermayenin çıkarlarını gözeterek alındığı çok açık. Bu noktada da ciddi bir tepki beklenirken ne yazık ki devletin saldırgan politikası emekçileri sürekli yenilginin kapılarına itiyor. Yaşanan süreç aslında evrensel bir krize de işaret ediyor. İşçi sınıfı bugün ortak bir mücadele hattında yeniden bir araya gelmeli ve sınıfın çıkarları savunulmalı. Ayrıca siyasi iktidara karşı siyasi partiler, düşünce grupları ortak bir mücadele hattında bir araya gelmeli.

Sendikalar bunu yapabilir mi?
Bugünkü somut durumuyla bu görevi yapacak olan sendikal örgüt var mı sorusu sorulduğunda ise... Kemal Türkler’in de yazılı olarak belirttiği kuruluş ilkeleriyle kurulmuş olan bir konfederasyon olarak DİSK’in ve onun bağlı örgütlerinin ve çok açık ve net kamu çalışanlarının örgütü KESK’in böyle bir çağrıyı çıkarabilmesi mümkün. Böyle bir ortaklık mücadelesinin içinde yer alınabilir.
Bugün liberalizmle birlikte eğitimden sağlığa birçok alan saldırı altında ve özelleştirmeler hızla sürüyor. Ortadoğu’da toplumlar din, bölge ve ırk temelinde küçük parçalara bölünüyor ve yeni sömürge alanları açılıyor. Dolayısıyla bugün sendikal örgütlerimizin, sınıf örgütlerimizin ortak bir mücadele çağrısını dikkate alması lazım. Emeğin çıkarlarının temel alındığı bir toplum düzeninin yaratılabilmesi için ilk adımların atılabilmesi ve siyasi iktidarın  politikalarına karşı mücadele edilebilmesi lazım. Böyle bir çağrıyı yaparken yaşanan somut durumlar da gösteriyor ki; sadece pankart yazıp bir araya gelerek, kent meydanlarında toplanıp talepleri dile getirmek, mitingler düzenlemek eylem biçimleri oalrak düşünülebilir ama ne var ki saldırıların boyutları ve talepler açısından bakıldığında artık olaylar mitingle çözülemeyecek, pankartlarla yürümekle çözülemeyecek bir boyutta. İşçilerin üretimden gelen güçlerini kullanmalarının kaçınılmaz olduğu bir süreçteyiz.

Buse Çelebi- BİRGÜN

Damatlık! - L. DOĞAN TILIÇ

Damatlık şıklık, zarafet demek… Damatlık, damat olduğun yere göre, sadece bir günlük değil, ömür boyu ayrıcalık demek. Önemli bir makam damatlık; kökü Osmanlı’ya giden ve Osmanlı’dan günümüze gelen…

Hanedana damat oldun mu yaşadın! Hanedanın Osmanlı olması da şart değil; köylük yerde ağa kızıyla evlenen, şehirde servet sahibi bir aileye damat olan ve de hangi devirde olursa olsun iktidara damat olan yaşar.

Damatsan güven veriyorsun bir defa. Kaçıp göçmeyeceğine inanılıyor; evin barkın, sabit bir ikametgâhın oluyor…

Nuriye ve Semih, “damatlık” bir halleri olmadığı için işlerinden aşlarından oldular. İşlerini geri istedikleri için başlarına gelmedik kalmadı. Açlıktan ölüm sınırına dayandıkları halde, illa da sabit bir ikametgâhları olsun diye belki, tutuklanıp cezaevine kondular.





İçeride hastalıktan ölenler oldu, hastalıklarıyetmedi salıverilmelerine. Damat değildiler. Ahmet Şık, Kadri Gürsel, Musa Kart, içerideyken baba olan Mahir Kanaat… Ve daha niceleri, kimsenin damadı değiller. Kimse lafın gelişi; “devletlü” bir hanenin damadı değil!

Öyle olmayınca da olmuyor işte!

Osmanlı, hanedanın devamı için önemsemiş  damatlığı. Damat, her şeyden öne sadık olmalıymış. Öyle ya, sultanla evlenip devlete yaklaştıktan sonra, sadakat şart devletin bekâsı için.

Farsça bir sözcük damat; evlendiği sultan, sultanlığı adından sonra gelen padişah kızı, kız kardeşi ya da teyzesi olunca “Damâd-ı Şehriyarî” ya da “Damâd-ı Hazreti Şehriyarî” gibi pek havalı bir unvanı kapıveriyor.

Sultan”lık isimden önce geliyorsa padişahsın: Sultan Süleyman, Sultan Selim, misal. İsimden sonra geliyorsa da prenses; misal Mihrimah Sultan. Bu önemli; bir hata yapmayıp gözünüze “Sultan”lığı isminden sonra gelen birini kestireceksiniz ki, vezirliğe kadar yolu olan pek parlak bir geleceğiniz olsun.

Osmanlı’nın ilk yıllarında damatlar komşu beyliklerden seçilmişler ki siyaseten güçlenilsin, genişlensin. I. Murad’ın kızı Nefise Sultan’ın 1378’de Karamanoğlu Alaeddin Bey’le evlenmesi böyledir.

Anadolu’nun birliği sağlandıktan sonra bir dönem de damatlar uzak vilayetlere gönderilmişler ki, merkezi devlet işine fazla burun sokmasınlar. Başlangıçta kuzenler arası evlilikler hiç görülmezken, sonraları aile içi çatışmaların önüne geçmek adına, ki aile içi çatışma her iktidar için çok tehlikelidir, kuzen evlilikleri de yapılmaya başlanmış.

Damatlık kolay değil tabii; Osmanlı, damat seçerken adayın bazı şartları yerine getirmesine de özellikle dikkat edermiş. İlk şart, “kefâ’et”; yani damat seçilen gelinle din ve ırk açısından eşit olacak. Sonra; damadın “hâl ve mevkii” geline uygun olacak. “Münâsip”lik, daha maddi bir statü ifadesi olan “hâl ve mevkii”den farklı olarak hanedanın şan ve şöhretine uygunluk şartı. Hastalıklı olmayacak. Ve nihayet asalet…

Hastalık konusu çok önemli; Sultan Süleyman tek kızı Mihrimah Sultan’a koca olarak Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa’yı seçince, çekemeyenler Paşa’da “miskin hastalığı” olduğunu yaymışlar. Neyse ki, Padişah’ın gönderdiği hekim Paşa’nın gömleğinde pire görmüş de, miskin hastalığından mustarip olanda pire olmayacağı teşhisiyle Paşa’nın damatlığı kurtulmuş.

Şimdi devletlü ailelerin damat seçiminde bu şartlar aynen aranıyor mu emin değilim. Bazı şartları karşılamadığı halde damat olanlar var. Ancak, dünün en önemli şartı olan sadakatin (sadık damat) hâlâ arandığından eminim.

Sadakat, damadı olduğun devletlü ailenin ol dediği şeyi olmak, yap dediği şeyi yapmak olduğu kadar, zor durumlarda da ser verip sır vermemektir. Damadın sadakati o kadar önemlidir ki, ondan şüpheye düşülünce kellesi bile alınabilir. Bunun bir örneğini Muhteşem Yüzyıl’da Sultan Süleyman’ın çocukluk arkadaşı Damat İbrahim Paşa’nın idamından hatırlarsınız.

Yine de damadı fazla zor durumda bırakıp işi riske sokmamak gerekir!

Sonuç olarak, damatlık dünden bugüne ayrıcalık olagelmiş. Osmanlı evliliği ve damatlığı bir “devlet maslahatı” olarak görmüş.

Görülen o ki, durum şimdi de pek farklı değil!


 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

15-16 Haziran 1970 - NAZIM ALPMAN

Türkiye İşçi Sınıfı, kendisi için sınıf olma bilincine ulaşmasının önemli köşe taşlarından birisi de “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi” olarak tarihe geçen eylemlerdir.

O tarihte (1970) Adalet Partisi tek başına iktidardaydı. Süleyman Demirel de başbakan koltuğunda oturuyordu. Sonraki yıllarda bu döneme ilişkin anıları yazan saygın bir gazeteci ağabey, şöyle yazacaktı:

“DİSK, Süleyman Demirel’i yıkmak için 15-16 Haziran’ı düzenledi!”

Böylesi büyük kitle eylemleri hükümetleri devirebilir mi?
Evet devirebilir. Ama durup dururken Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) “can sıkıntısından” böyle bir eylem çağrısı yapmadı ki…

Tam tersine “can havliyle” sadece üyelerini değil, bütün işçileri “Anayasal Haklarını Savunmaya” çağırdı.

Çünkü Demirel hükümetinin sendikalar yasasında yapacağı bir değişiklikle  işkolunda var olan işçilerin yüzde 10’unu üye yapamamış sendikaların toplu sözleşme yapma hakları ellerinden alınacaktı.

• • •

13 Şubat 1967’de kurulmuş olan DİSK henüz 3 yaşındaydı. En fazla da DİSK etkilenecekti. Böylece Anayasa’da var olan, işçilerin grev ve toplu sözleşme yapabilmeleri fiilen kaldırılmış olacaktı.

Fabrikalarda “Anayasal Direniş Komiteleri” kuruldu.

Yani eylem Demirel’i yıkmak için değil, Demirel’in işçilerin boynuna geçirdiği yağlı urganı fırlatıp atmak için yapıldı.

Büyük kitle eylemlerin içindeki her aşama, gelişme ve sonuçlar önceden saptandığı gibi olmayabilir. Başka dinamikler ortaya çıkar, kitleler yöneticilerinin bile üstlerinden atlayabilirler.

O tarihte DİSK’in başında son derece iyi yetişmiş bir işçi lideri olan Kemal Türkler vardı. Tarih bazen insanları getirip büyük bir sorumluluk duvarının üzerine yerleştirir. Bu sorumluluğa layık olanlar, gelişip önder haline gelirler, arkasından sürükledikleri kitleleri zaferlere taşırlar.

Bazen de göze alamazlar. Hem hareket sönümlenir, hem de yenilgi kaçınılmaz hale gelir.

Kemal Türkler, tarihi anlarda sorumluluk alarak gerçek bir işçi önderi olduğunu kanıtlamıştı. 15-16 Haziran 1970’te böyle davranmıştı.

DİSK’in aldığı direniş kararıyla fabrikalarda iş bırakılacak, en fazla fabrikalar etrafında kısa yürüyüşlerle haklı direniş halka anlatılacaktı.

Zaten eylemin ilk günü Otosan işçileri (İstanbul Koşuyolu’ndaydı. Şimdi yerinde Akasya AVM var) Taksim’e değil, Gebze’ye doğru yürüdüler. Hatta fabrikanın yemekhanesinden sorumlu müdür, işçilerin öğle yemeklerini kazanlarla Ankara Asfaltı’nda (sonradan adı E-5 olacak) yürüyen Otosan işçilerine götürüp dağıttı. Bu ince ayrıntıyı o zaman Otosan işyerinde işçi temsilcisi olan Mehmet Karaca, İZTV’deki belgeselde anlatmıştı. Karaca daha sonraki yıllarda DİSK Genel Sekreteri ve Maden-İş Genel Başkanlığı’na kadar yükselmiş bir militan işçidir.

Eylemin ikinci günü (16 Haziran) işçilerin ayak sesleri İstanbul’un dört bir yanında duyulmuştu. Türk-İş’e bağlı fabrikaların işçileri de işyerlerini terk edip sokağa çıktılar. Bu sefer bir hedef de konulmuştu:
-Taksim’de buluşalım!

En büyük işçi kitlesini Gebze’den Kadıköy’e doğru yürüyen işçi kolu oluşturuyordu. Bostancı’dan Bağdat Caddesi’ne yönelen işçileri karşılamak için Maltepe Zırhlı Tugay birlikleri, Fenerbahçe Stadı’nın yanındaki Kurbağalıdere Köprüsü üzerinde zırhlı araçlarla barikat oluşturdular. Köprüdeki birliğin başında bir üsteğmen vardı. İşçiler yaklaşıyordu. Arkada “Savaş Karargahı”düzeneği kurulmuştu. İstanbul Emniyet Müdürü, Zırhlı Tugay Komutanı general ve diğer rütbeliler yer alıyordu.

Emniyet müdürü, “ateş açın paşam” dedi. Paşa emir subayıyla köprüdeki genç üsteğmene emri iletti. Üsteğmen kaygılarını iletti. Emir subayı geri döndü, aynı emri alıp geldi:

-Ateş açacaksınız Üsteğmen, komutanın emri!

Üsteğmen, “emir tekrarı” yaparak mermilerin bulunduğu zırhlı araca doğru yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü… O kadar ağır ve gönülsüz yürüyordu ki, o mermi taşıyan araca ulaşamadan işçiler zırhlı araçların üstüne çıkmışlar, “işçi-asker el ele” sloganları eşliğinde geride duran polislere doğru koşmaya başlamışlardı. Emniyet müdürü ve paşa sinirden deliye dönmüşlerdi. Üsteğmen resmen emri uygulamamış, bu şekilde büyük bir katliamı önlemişti.

• • •

Büyük eylemler böylesi gelişmelerin önceden hesaplanmasına imkân tanımaz. O sırada köprü üzerinde devrimci bir subayın görevlendirileceğini hiç kimse önceden bilemez. Hatta üsteğmenin kendisi bile…

Tıpkı daha sonra yaşayacaklarını bilemediği gibi… O üsteğmen sekiz ay sonra gelen 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası sonrasında, tutuklanacaktı. Erenköy Zihni Paşa Köşkü’ndeki işkence tezgâhından geçecekti.

Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp 15 yıl hapis cezası alacaktı. 1974 Af Kanunu ile tahliye olacaktı. Sonra da Babıali’ye gelecekti. Çalıştığı her gazetede işçilerin, emekçilerin sosyal haklarını savunacaktı. Konu üzerine uzmanlaşacak, “Emek ve İnsan” armasını bütün büyük gazetelerin en tepesine çakacak ve Atilla Özsever olacaktı!

Ama o gün bunların hiçbirini bilmiyordu. Sadece kesin olan bir gerçek vardı. İşçi sınıfı büyük bir sınav vermiş, hakların nasıl savunulacağını görmüş, göstermiş, öğrenmiş ve öğretmişti. Tarihe de yazılmıştı:15-16 Haziran 1970

Nazım Alpman / BİRGÜN

Adalet, kalkınma, hafriyat, hurufat - TAYFUN ATAY

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu elinde sadece “Adalet” yazılı afişle Ankara’dan İstanbul Maltepe Cezaevi’ne bir “Uzun Yürüyüş” başlattı. 



Hiç kuşkusuz “Adalet” için bu uzun yürüyüşte yoluna karşıcılar çıkacaktır. Kim bilir belki de yolu, tamponunda “Kalkınma” yazan hafriyat kamyonları tarafından kesilecektir!.. 

***

Bilinmedik değil: “Adalet” ve “kalkınma” şiarlarıyla 2000’ler Türkiye’sinin hayatına damgasını vuran faşizan- dinbazlık, “adalet”i bu memlekette esamisi okunmaz kıldıkça adeta bunu dengeleme niyetine “kalkınma” diye bastırdıkça bastırır oldu.
Bununla bağlantılı olarak “Yeni Türkiye”, bir şantiye cenneti yahut inşaat cehennemidir. Tabii “cennet” ya da “cehennem” telakkisi, nereden baktığınıza, nerede olduğunuza, daha da doğrusu bu iktidarın neresinde olduğunuza bağlı…
Yeni Türkiye”, hafriyat kamyonlarının Türkiye’sidir ve bu Türkiye, hafriyat erbabı için bir cennettir.
Ama “hurufat” erbabı için, görüyoruz, yaşıyoruz, tecrübe ediyoruz ki “cehennem” o!.. 

***

Bu yüzdendir ki referandum sonrası “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” Türkiye’de ömrünü “hurufat”a, yani harflere, yani sözcüklere, cümlelere, kalem-kâğıtlara, kitap-gazetelere vermiş olanlar için “Cehenneme hoş geldiniz” demeye getiren en anlamlı ilk “jest” sayılabilir Enis Berberoğlu’ya reva görülen “adli” muamele…
Mühimmat yüklü MİT TIR’ları haberiyle yargılandığı davada casusluk suçlamasıyla 25 yıl hapis cezası verilen CHP milletvekiline henüz yargı sürecine nokta konulmamış ve hüküm kesinleşmemiş olduğu halde cezaevinin yolu tutturuldu. Aslına bakılırsa bu, bir tek adam rejimine geçişin önünü açan referandumda “Hayır” oyu vermiş ve neredeyse toplumun yarısını oluşturan kesime kesilen bir ceza olarak da simgeleştirilebilir.
Dolayısıyla Enis’in eşi Oya Berberoğlu haklıdır. Tutuklanan, maddeten Enis Berberoğlu olsa da manen CHP’dir!..
Malûm, daha önce HDP de aynı şekilde tutuklanmıştı ve halen de tutuklu.
Ondan da önce “Cumhuriyet” olarak biz tutuklanmıştık, hâlâ tutukluyuz!.. 

***

HDP Grup Başkanvekili Filiz Kerestecioğlu’ya göre de “Bütün Türkiye” gözaltında ya da tutuklu.
Tabii bu ifadeye şerh düşmek için birbiriyle yarışacaklar mutlaka olacaktır.
Özellikle de kendi arkalarındaki kitleden ibaret bir Türkiye tasavvuruna sahip iktidar mahfilleri, bu söze şiddetle itiraz edeceklerdir.
Lâkin bu iktidar nezdinde mutlak itaatin bile hiç kimse için sonsuz itimat (güven) anlamına gelemeyeceğini gösteren o kadar çok veri, örnek olay var ki!..
Kimlerin bu iktidar için neler neler yapıp şimdi okkanın altında olduklarını görüyor, biliyoruz.
O yüzden hiç kimsenin, hatta kendisini iktidarın içinde en çok “erimiş” hissedenin bile güvende olmadığı bu siyasi iklimde, evet, aslında bütün Türkiye bir “Büyük Gözaltı”nda. 

***

Kılıçdaroğlu böylesi bir “Büyük Gözaltı”na karşı başlatıyor adalet için “Uzun Yürüyüş”ü…
Biz, elbette kalemimizden dökülen harflerle onun yanındayız.
Kimileri de kamyonlara yüklenmiş hafriyatlarla uzun bir kortej yapıp karşısına çıkabilirler onun…
Demek ki harfle hafriyatın karşı karşıya geldiği bir noktada kilitlenip kalmış gibiyiz!..
Ve çözüm, kimin, kimimizin, ne kadarımızın nasıl bir Türkiye istediğinde, özlediğinde, beklediğinde saklı…
Harflerin Türkiye’si mi?..
Hafriyat Türkiye’si mi?
***

Enis Berberoğlu nezdinde hepimizin suratına çarptırılan “25 yıl” cezası ile kararan içimize Oğuz’un (Güven) tahliyesi su serpti diyebilir miyiz?!
O kadar zor ki bunu söylemek! Kendisi bile “Tahliye olduğuma sevinemiyorum” dedikten sonra!..
Yine de onu dünkü gazetemizin ön yüzünde torunu Aren’le hasret giderirken karşımıza çıkaran “Mutluluğun Resmi”ni gördüğümde sevinç gözyaşlarımı tutamadım ben!..
Kardeşim Oğuz’a geçmiş olsun!
Onunla hiç olmazsa umudun hâlâ ölmediğini düşünebiliyoruz!..

Tayfun Atay /CUMHURİYET