Son askerin ardından - ORHAN GÖKDEMİR

“Talat Turhan ile 1990’lı yıllarda tanıştım. 12 Eylül’ün halesindeki Türkiye, ikinci on yılda adeta bir sıcak savaş yaşamaktaydı. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, gün ortasında sokak ortasında işlenen cinayetler, muhalif gazetelerde patlayan bombalar, gözaltılar, işkenceler… Kürt Sorunu en sert zamanlarındaydı. Kürt diyenin içeri tıkıldığı, gazetelerin dergilerin kapatıldığı, sansür sürgün kararnamelerinin çıkarıldığı dönemlerdi. Talat Turhan 1970’li yıllarda yüz yüze geldiği o devletin peşindeydi. Israr ediyor, her gün yeni bilgi ve belgelerle ortaya çıkıyor, anlatıyor, bu nedenle hakkında açılan davalarla boğuşuyordu.

Sanırım ilk görüşmemiz Toplumsal Kurtuluş dergisi için oldu. Yazı istedim veya röportaj yaptım. Sonra Sorun Yayınları yöneticisi Sırrı Öztürk aracılığıyla görüşmelerimiz devam etti. Evine konuk oldum, uzun sohbetlerine katıldım.

1990’lı yıllar da kapanmak üzereydi, ortalık biraz durulmuş görünüyordu ama dönemin aktörleri hala etkin görevlerdeydi. Ortak bir tanıdığımızın cenazesinde karşılaştık, “Orhan birlikte kitap yazalım” dedi. “Onur duyarım Ağabey” dedim. “Ben Kemalist’im senin için sakınca olur mu?” dedi. “Ağabey ben de Marksist’im senin için sakıncası yoksa benim için hiç yok” dedim.

Mehmet Eymür üzerine çalışmaya bu konuşmadan sonra başladık. Arşivlerini açtı. İnanılmaz bir titizlikle oluşturulmuştu o arşivler; kupürler tarih sırasına göre dizilmiş, arkalarına önlerine notlar alınmış, dosyalanmıştı. Doğrusu, geriye pek az şey bırakıyordu o dosyalar. “Eymür” kitabı öyle ortaya çıktı. Arkasından Mehmet Ağar’ı yazmayı planlamıştık. Ancak araya uzun mesafeler ve benim ekmek kavgalarım girdi. “Orhan sen yaz” dedi, arşivinin bir bölümünü evime taşımama izin verdi. “Pike” de böyle ortaya çıktı. Her iki kitap da uzun yıllar boyunca davalarla boğuşmama neden oldu. Talat Ağabey’le birlikte mahkeme kapılarında uzun zamanlar geçirdik. Talat Ağabey için bunlar adeta yaşamının doğal bir parçası gibiydi, sonra ben de alıştım.

O arşivler iki kitaba vesile olmanın yanında bana bir şey daha öğretti; bir kavgaya girmişsen inat edeceksin!
Talat Ağabey 40 yıldır “kontrgerilla” denilen o karşıdevrim yapılanmasının peşinde. Aralıksız çalışıyor, aralıksız biriktiriyor, aralıksız arşivliyor ve yazıyor. Zaman zaman konuk edildiği televizyon programlarına bile bir kitap yazar gibi hazırlanıyor. İnat ediyor ve her ne olursa olsun bir adım geri gitmiyor. “Genç Kemalistler Ordusu Davası” nedeniyle çok sevdiği mesleğinden uzaklaştırılmasına rağmen her sabah savaşa gider gibi başlıyor güne. İnadın Yarbayı olması işte bu yüzden…

***

Talat Turhan’ın 40 yıl önce kıskıvrak yakaladığı o karşıdevrim örgütlenmesi devlet için hala bir muamma olmaya devam ediyor.
Daha yakın zamanlardan bir örnek verelim: Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Milli Savunma Bakanlığı’ndan, 25 Kasım 1952-12 Eylül 1980 tarihleri arasında darbeler, muhtıralar ve demokrasiyi işlevsiz kılan tüm girişimlerle ilişkilendirdiği Özel Harp Dairesi ve kontrgerilla yapılanmalarına ilişkin her türlü bilgi ve belgenin birer örneğini istedi. Bakanlık bu talebe 17 Eylül 2012’de cevap verdi. Milli Savunma Bakanlığı’nın komisyona gönderdiği yazıda, “Özel Kuvvetler Komutanlığı içinde kontrgerilla yapılanması yoktur” dedi. Oysa MİT, aynı komisyona gönderdiği yazıya ÖKK (Özel Kuvvetler Komutanlığı) içinde yasadışı yapılanmanın olduğunu iddia eden belgeleri eklemişti.


Darbe Komisyonu raporunda ise derin devlet, Özel Harp Dairesi ve Seferberlik Tetkik Kurulu’yla ilgili şu ifadeler yer aldı: “Türkiye’de derin devlet devasa bir yapıdır, operasyonel eylemler yapmıştır, yapmaktadır ve tasfiyeye tevessül edilmediği için belli ki yapmaya devam edecektir. Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla 27 Eylül 1952 yılında Silahlı Kuvvetler bünyesinde ve Milli Savunma Yüksek Kurulu’nun kararıyla kurulan Özel Harp Dairesi’nin tarihi, aynı zamanda Türkiye’nin gizli tarihidir. Daire kâğıt üzerinde Seferberlik Tetik Kurulu olarak gözüktü. (1970’li yıllardaki) katliam, cinayet ve suikastları gerçekleştirenler, sivil unsurunu oluşturan ‘vatanseverler’di. Sayıları hakkında kesin bir rakam bilinmemektedir. Ancak yüz binlerle ifade edilmektedir. En önemli ve en tehlikeli gerçek de sivil unsurların hala faaliyette olması.”

Kim ne derse desin, Kontrgerilla'nın varlığı artık kimse için bir sır değil. Türkiye Kontrgerilla denilen ucubenin farkına ilk kez 12 Mart'ta vardı. Cuntanın gazabına uğrayanlar gözleri bağlı olarak götürüldükleri sıkıyönetim sorgulama merkezlerinde sorgucularının ağzından duydular o kavramı. Şöyle diyorlardı tutuklulara:
“Genelkurmaya bağlı 'Kontrgerilla' teşkilatının elindesin! Burada anayasa yok! Yasalar yok! Yalnızca biz varız! Sorduklarımıza doğru cevap verirsen kurtulursun. Yoksa ölümlerden ölüm beğen...”
12 Mart zindanlarında kontrgerilla ile yüzleşenlerin arasında Talat Turhan da vardı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın bulamadığı kontrgerillayı 40 yıl önce işte böyle bulmuştu. Bu keşfinin bedelini de çok ağır ödedi. Ziverbey İşkence hanesinde çile doldurdu, kendi deyişiyle “Türkiye’de falakaya vurulan ilk kurmay subay” oldu. Ve açık duruşmaya çıktığı ilk günden sonra inatla haykırmaya devam etti: “Kontrgerilla, CIA güdümünde politik bir örgüttür. Doğrudan doğruya Pentagon'dan yönetilen dünya karşı devrim örgütünün Türkiye'deki koludur. Atatürk Kültür Merkezi'ni yakan, gemileri batırıp ateşe veren o örgüttür. Bütün bu işleri 'sol'a yıkmak için düzmece davalar icat edenler onlardır.”

***

Ne demişlerdi 12 Mart’ta? Burada anayasa yok, yasa yok!
Tek yasa vardı çünkü; devlet sebeb-i hikmeti olan egemenlerin çıkarını korumak… O nedenle 12 Mart’ın tezgâhlarında yarım bırakılan iş, 12 Eylül’de tamamına erdirildi. Halkın çocukları bir kez daha işkencelerden geçirildi, kaybedildi, öldürüldü. Tarikatlar el altından desteklendi, topluma din enjekte edildi. TİB devreye sokuldu, ölüm timleri oluşturuldu, yargısız infazlar yapıldı, Hizbullah gibi neidiğü belirsiz örgütler peydahlandı.

Sonra bir de baktılar ki kontrol ellerinden çoktan kaçmış! 12 Eylül’ün kucağında büyüttüğü gayrı meşru çocuklar onları tasfiye edip yerine yenilerini koymaya başladığında Cumhuriyet de son nefesini vermişti. Kontrgerilla, kendi halkına karşı örgütlenmiş Cumhuriyetin intiharıydı, geç anlaşıldı.

Şimdi o çocuklar, “derin devlet”i de ortadan kaldırdıklarını iddia ediyor. Oysa devletin çürümesine neden olan bütün ilişkiler yerli yerinde. Devlet halkın devleti değil, ordu halkın ordusu değil, kolluk kuvvetleri ortaçağ bakiyesi yapılanmaların elinde. Yani kontrgerilla artık devletin ta kendisidir.
Bir sınırsız inattır Talat Turhan. Bu kitaptaki söyleşilerini okuduğunuzda buna bir kez daha tanık olacaksınız.

İnadın Yarbayı, sen çok yaşa!”

***

Yukarıdaki yazı Talat Turhan’ın 2013 yılında yayınlanan “Derin Devlet’in Peşinde” adlı kitabına yazdığım önsözden alıntı. Dört yıl geçmiş aradan. Talat Ağabey ağır hastalıklarla boğuşuyordu. Ama son ana kadar yazma okuma arzusunu ve inadını sürdürdü. Son görüşmemizde özenle sakladığı dosyalardan birini elime tutuşturdu, “bu sende kalsın ben koruyamam” dedi. İçinde bulunması zor bir kitabın fotokopisi vardı.

Talat Turhan bu ülkenin içine bulunması zor bir kitabın fotokopisi iliştirilmiş kalın dosyalarından biridir. O kitap sıkıyönetim mahkemelerinde yazılmış, Ziverbey işkence hanesinde yakılmıştır. Bize bıraktığı dosyayı özenle, kıskançlıkla korumak ise geride kalanların boynunun borcudur.
Aldığından fazlasını verdi halkına. Uğurladık dün bir avuç dostuyla. Kurmay Yarbay Talat Turhan, güle güle…

Orhan Gökdemir /SOL

‘Tehlikenin farkında mısınız?’ - ÇİĞDEM TOKER

İçimizi şaşkınlık, öfke, bulantı karışımı duygularla dolduran haber, Gülseven Özkan imzasıyla Hürriyet’teydi dün.

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Ensar Vakfı ile “çeşitli eğitim, seminer ve sosyal etkinlikler düzenlenmesine dair” beş yıllık işbirliği protokolü imzalamıştı. 

- Hani, 2010-2015 yılları arasında Karaman şubesindeki görevli öğretmen M.B’nin, toplam 45 çocuğa istismarıyla 508 yıl hapis cezasına çarptırıldığı Ensar.
- Hani, 2008’de Çorum şubesindeki öğretmen Z.İ’nin iki kız öğrenciye tecavüz suçlamasıyla Kasım 2016’da 12 yıl 6 ay hapis cezası alarak tutuklandığı Ensar.
- Hani, Rize Şubesi eski başkanı M.N.G’nin küçük yaştaki iki erkek çocuğa cinsel istismar suçlamasıyla 24 yıl 7 ay hapis cezası aldığı Ensar.

Evet, MEB, bu Ensar ile yaptığı protokole göre, “vakıfla ortaklaşa belirlenen kulüplerin ortaöğretim kurumlarında kurulmasına” imkân tanıyacak.
Eylül gelip okullar açıldığında Ensar Vakfı, sizin de çocuğunuzun okulunda faaliyet göstermeye başlayabilecek demek bu.
Hiç lafı dolandırmayacağım: Şu gayet somut, şu içimizi parça parça eden vakalar ışığında Ensar’ın okullara girip eğitim verme ihtimali, çocuklarımız açısından korkmamız gereken bir durumdur. 



Gazeteci olarak da diyorum ki:
Bu iş, müftülere nikâh izni planından bağımsız değil.
TBMM’ye giden hükümet tasarısında küçük kız çocuklarını, para uğruna evlatlarının kuma olarak harcanmasına izin veren ailelerin, doğacak bebekleri “yasallaştırılması”nın altyapısı da var çünkü. (Tasarıda “Doğum bildirimi; veli, vasi, kayyım, bunların bulunmaması halinde çocuğun büyükana, büyükbaba veya ergin kardeşleri ya da çocuğu yanında bulunduranlar tarafından yapılacak.”)
Hepsi bir stratejinin parçaları.
Evrim ve laiklik müfredattan çıkıyor, cihat giriyor. Selefilik övülüyor.
Müftülere evlendirme yetkisi veriliyor.
Kulüp kurma marifetiyle Ensar’a ortaokul ve liselere girme yetkisi veriliyor.
Bunların hepsi on günde oluyor.
Cumhuriyet 11 yıl önce uyarmıştı:
“Tehlikenin farkında mısınız?” 

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Bir ‘Halikarnas Balıkçısı’ romanı - Mine G. Kırıkkanat

Halikarnas Balıkçısı imzasıyla benim kuşağımı mitolojiye âşık, şiirsel düzyazıya vurgun ve Ege kıyılarına seyyah eden Cevat Şakir’in babası Şakir Paşa’yı vurarak öldürdüğünü bilir misiniz?
Şakir Paşa, geliniyle “aşk-ı memnu” yaşıyordu.
Ve sonu iki oğlunu götürdüğü çiftlikte, büyük oğluyla tartıştıkları gece geldi… 


***

Geldiklerinden iki gün sonra akşam yemeği yenmiş, hesaplar üstüne konuşuluyordu. Paraya değer vermeyen ve harcamayı da seven Cevat, vurdumduymazlığıyla babasını çileden çıkarıyordu.
Gerilimli havanın derecesi artınca, küçük oğul Suat izin isteyip yatmaya gitti.
Baş başa kalan baba oğul arasında derin bir sessizlik oldu. Sessizliğe karşın tartışma daha ateşli bir biçimde kafaların içinde sürüyordu.
Cevat bozdu sessizliği.
“Karımla aranda ne var?” diye sordu.
Babası telaşını saklayamayarak, “Ne diyorsun sen!” diye gürledi.
İkisi de çıldırmış gibiydi. Babası küfürler etmeye başlayınca Cevat, “Biliyorum gizleme artık, bu küfürlerle elimden kurtulamazsın!” diye bağırdı.
“Kes artık!” diye haykırarak hışımla ayağa kalktı Şakir Paşa. Ardından Cevat fırladı yerinden.
“Hiçbir yere gidemezsin, otur!” diye emretti babasına. Şakir Paşa, oğlunun böyle davranması karşısında sersemledi, düşer gibi oturdu sandalyesine. Cevat hâlâ ayaktaydı.
“Sana söyleyecek bir şey bulamıyorum, o senin gelinin, aklım almıyor çıldıracak gibi oluyorum!” dedi.
Paşanın elleri titremeye, nefesi kesilmeye başladı. Onun bu halini gören Cevat, hiç oralı olmadı. Sözlü kesin bir yanıt alamasa da babasının durumu gerçeği ortaya koyuyordu.
Şakir Paşa, öldürülme korkusuyla evin her yerinde silah bulundururdu. Bir saldırı ya da suikasta karşı kendini böyle savunacaktı. Yemek yedikleri odada birkaç silah vardı. Şakir Paşa’nın söyleyecek sözü yoktu. Oğlunu korkutup sindirmek için silahına davrandı. Üstüne saldırı bekleyen bir adamın çevikliği gelmiş, elinin titremesi geçmiş, karşısında şimdi oğlu değil de sanki düşmanı var gibiydi.
Cevat bu görüntü karşısında gözlerini kocaman açarak şaşkın halde babasına bakıyordu. Söylemek istediği kelimeler boğazına dizilivermişti. Oturduğu sandalyenin arkasında kalan konsolun üzerindeki silaha uzandı hızla. Babasına bu kez boyun eğmeyecekti. Hem karısının elinden alınmasını, hem de bunu babasının yapmasını kabul edemezdi. Bu durumu aklı, havsalası ve vicdanı almıyordu.
Silahlar aynı anda ateşlendi. Vurulan babasıydı. İnanamadı, bir sıtmaya yakalanmış gibi titredi. Cevat nişan bile almadan ateşlemişti silahı, daha çok korkutmak, boyun eğmediğini göstermek için. Babası göğsünü tutarak yere yuvarlandı. Onun silahından çıkan kurşun da tavanı delmişti. Küçük Suat koşarak gelmişti, bir babasına baktı bir ağabeyine, gidip ağabeyine sarıldı. Sanki hâlâ onu babasından korumak istiyordu.

***

Cevat Şakir, o kara geceyi hiç unutmadı. O gece, Cevat’ın bütün yaşamı boyunca belirleyiciliğini her olayda gösterecekti. Cevat o gece yaşadıklarını kimseye bütünüyle açmadı. Ta ki bir akşam yakın dostu Sabahattin’le dertleşirken ağzından değil de sanki yüreğinden dökülen sözcüklere kadar. “... İkimizden biri ölecekti. O öldü. Ben de ölmekten beter oldum. O kurtuldu. Korkunç bir acı duydum. Amma vicdan azabı duymadım. Ondan daha korkunç bir şey oldu. Kendime olan güvenimi yitirdim. Yani kendimi o gün bugündür yalan sayıyorum. Hapishanede gece çocukluğumu rüyamda görürdüm. Uyanınca rüyaymış diye sevinirdim, hapishanede olduğum halde. Yani babamdan kurtulduğuma sevinirdim...”
Babasını öldürdüğü için vicdan azabı duymayacak kadar ondan nefret etmesinin bir nedeni olmalıydı. Yalnızca çocukluğunda yaşadığı travmalar bu durumu açıklar mıydı? Yoksa babasının karısıyla ilişkisi mi asıl nedeni oluşturuyordu? Bunu tam olarak kendisi de bilemiyordu. Kim bilir, bu ruh halinin oluşmasında belki her iki durum da etkendi.*

 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


 
* SEVİM KAHRAMAN’ın Halikarnas Balıkçısı’nın yaşam öyküsünü anlatan Karanlık ve Mavi (Destek Yayınları, 2017) biyografik romanından alıntıdır.

Yargılanırken yargılamak! - ERK ACARER

Cumhuriyet gazetesi davası kısa yoldan Türkiye’nin içinden geçtiği kapkaranlık tüneli anlatıyor. “Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.” George Orwell’in sözleri bir tarafıyla duruma uygun olsa da eksik kalıyor. Çünkü ‘egemen olan sahtekârlar’ Türkiye’de daha da ileri gidip, gerçeği ifşa etme dürüstlüğünü gösterenleri, ‘kirli sırlarını ve günahlarını ortaya çıkaranları’ yargılayıp cezalandırmaya kalkıyor.


Ancak bu, iktidar açısından aynı zamanda çok riskli de bir durum. ‘Yargılarken, yargılanmak’ sözünün boş yere söylenmediği anlaşılıyor. Açıkçası, dava süreci; siyasal iktidar ve Saray rejiminin kapamaya çalıştığı dosyaların bir kez daha açılmasına imkân sağlıyor.

İktidarın; 17 Aralık 2013’e kadar ‘hizmet hareketi’ dediği Cemaat’le yaptığı ve sonradan yüzsüzce başkalarına, başka kurumlara yamamaya kalktığı o kirli işbirlikleri, ‘verdiklerinin tümü’ silbaştan bir bir ifşa ediliyor.

Ağırlaştırılmış müebbet hapisle FETÖ’den yargılanan Savcı Murat İnam tarafından hazırlanan ve baştan çöken Cumhuriyet gazetesi iddianamesi, neredeyse iktidarın kendini pek çok açıdan ihbar ettiği bir skandala dönüşüyor.

Sözgelimi; Cumhuriyet’in tutuklu avukatı Bülent Utku, “Gazete, soruşturmasının başlangıcı, 18 Ağustos 2016 tarihi olsa da operasyon fikri, 29 Mayıs 2015 tarihli MİT TIR’ları haberine dayanıyor” diyerek anımsatıyor. IŞİD’e giden silahlar, böylece bir kez daha gündeme geliyor.
Parmaklıkların arkasından bile haber yapılabileceğini gösteren Ahmet Şık, sadece topluma umut aşılamakla kalmıyor, nefesini de muhatapların ensesinde hissettiriyor. Kesab’daki top atışları, 53 kişinin katledildiği Reyhanlı, otel odalarındaki cihatçı toplantıları, Suriye günahları... Çamurun Türkiye’ye sıçraması, IŞİD’cilerin bombalarından devşirilen 1 Kasım seçim ‘zaferi’, Ankara, Suruç, Diyarbakır katliamları kamuoyu tarafından yeniden sorgulanıyor. Berkin Elvan, ‘emir verilen polisler’, 15 Temmuz Darbe Girişimi’yle ilgili soru işaretleri bir kere daha anımsanıyor.
“Biz yaparız ama siz yazamazsınız, dile getiremezsiniz ve her şeyi kabullenmek zorundasınız demek hiçbir işe yaramıyor. Susturmak için hazırlanan mesnetsiz, absürd dosyalar gerçekleri bir kez daha ifşa etmekle kalmıyor, yenilerini de ortaya çıkarıyor. Cumhuriyet davası bu açıdan bakıldığında akılsız başın cezasıdır! Saray ve AKP; talimatla hazırlanmış komedi dosyalarıyla, kendini yaralamaya devam ediyor.

Tarih, akıntıda boşa kürek çeken diktatörler ve faşist rejimlerle dolu. Hiçbiri dünyayı yeni baştan keşfetmedi. Oyunlarının kuralı çok basit oldu. Ancak bu oyun, ‘gerçekleri susturup, konuşanları baskı altına almaya çalışmak’ asla işe yaramadı. Hiç şüphe yok, Türkiye, tarihinin en karanlık tünellerinden belki de en ışıksız olanından geçiyor. Ne var ki her şeyi eline yüzüne bulaştırmış olan AKP ve Saray iktidarı karşısında en büyük umudu yine gerçekler veriyor.

‘Sahtekârların’ anlamadığı bir şey var...

Yazmamızı istemediğiniz şeyleri yapmayacaktınız! Kirli, kanlı bir rejimin inşasını, her yönden dibe vurmuş bir sefilliği bu kadar zorlamayacaktınız.

Gerçekten ödün vermeye tutsak dostlarımıza, devrimcilere selam olsun. Bilsinler ki iktidar ve Saray’ı çok sıkı yargılayıp zindana attılar.

Erk Acarer / BİRGÜN

Antalya Film Festivali: Gelenek bitti gelecek zor - CÜNEYT CEBENOYAN

Festivalin uluslararası önemli bir festivale evrilme şansı var mı? Yok denecek kadar az var bu şans. Türkiye müthiş bir yalnızlık ve dışlanma içinde. Festivalin, gerek basın gerekse sinemacı açısından yalnız bırakılma ihtimali ise yüksek 

Şu anda görünen o ki Türkiye’nin bir zamanlar bir numaralı yerli film yarışması olan Altın Portakal bitmiş durumda. Antalya’da artık sadece bir uluslararası yarışma olacak ve eskiden olduğu gibi bu yarışmada bir-iki de Türk filmi yer alacak. Bu noktaya neden gelindiği konusunda hemen hemen bir fikir birliği var. Festival yönetiminin ödül törenlerinde yaşanabilecek protestoları engellemek için böyle bir karar aldığı düşünülüyor. Çünkü 2015’te böyle bir şey yaşanmıştı. Belgeselcilerin başkaldırısında nasıl belgesel yarışması iptal edildiyse, şimdi de ulusal yarışma iptal ediliyordu. Bu, kısmen ya da tamamen doğru olabilir. Ama başka nedenler de söz konusu olabilir.

Hiç şüphesiz ki, bir dönemin kapanmış olması üzücü. Antalya Altın Portakal Festivali bir tarihti. Birçok film için kendini gösterme olanağıydı. Ve de sinemaya ciddi bir kaynak aktarıyordu. Ama festival sürmeliydi demekle de iş bitmiyor. Şu bir gerçek ki, Antalya Ulusal Film Festivali çoktandır sönmüştü. Bir 'ilk filmler festivali'ne dönüşmüştü. Festivalin iddialı filmlerinin çoğunu da daha önceki festivallerde görmüş oluyorduk.

Her şeyden önce bir ay arayla iki büyük ulusal film yarışmasının yapılmasında bir tuhaflık var. Hiçbir ülke, belki birkaç istisna dışında, bir ay arayla iki 'yüksek nitelikli' ulusal film festivali düzenleyemez. Türkiye bu istisnalardan biri değil. Adana 'Altın Koza' Film Festivali, CHP belediyesi döneminde kaynakları son derece kısıtlanan Antalya’ya karşı üstünlük sağlamıştı. Sadece kaynak meselesi de değildi, CHP belediyesinin vizyonu fazlasıyla popülist ve fazlasıyla taşralıydı. Ölmüş Yeşilçam geleneğini yaşatmaya çabalarken Hülya Avşar gibi isimlere festival jürisi başkanlığı verilmişti. O dönemde Hülya Avşar fikri bana çok aykırı değil gibi gelmişti ama festivalde yaşananlar yanıldığımı göstermişti. Kısacası ileriye değil geriye bakan bir festival olmaya çalışmıştı Antalya, hem de 'ilerici' olması beklenen CHP döneminde.

Adana sonuç olarak, tarih olarak da festivali erkene çekmesiyle de Antalya’ya karşı bir adım öne geçmişti. Antalya’nın bir hamle yapması gerekiyordu, ama nasıl? Bulunan çare, festivali uluslararası hale getirmek yönünde daha fazla çaba harcamak oldu. Kadrolar değişti, festival başkanı yenilendi.
Büyük bir Avrupa film festivali olma arzusu Antalya için yeni değil. Türsak’ın festivali yönettiği dönemde de böyle bir amaç vardı. Çok önemli film insanları festivale konuk olmuştu. Birkaçını anmak gerekirse Nicholas Roeg, Francis Ford Coppola, Kevin Spacey, Kim Ki Duk, Helen Mirren, Woody Harrelson, Marisa Tomei... Bu davetlilerin varlığı ve üstelik dokunma mesafesinde oluşları bizim gibi film eleştirmenleri için rüya gibi bir şeydi ama festivale ya da sinemamıza ne kattıkları tartışılır tabii. Yine de, sonradan çokça yazılıp çizildiği üzre, kesinlikle Hollywood’un süprüntüleri değildi davetliler. Bu gibi girişimler festivalin parası, belediye AKP’den CHP’ye geçip de kısıtlanınca, söndü. Bir de yeni yönetimin uluslararası olmak gibi bir vizyonu yok oldu.

Peki bu dönemde, festivalin uluslararası önemli bir festivale evrilme şansı var mı? Bence yok denecek kadar az var bu şans. Bir defa Türkiye müthiş bir yalnızlık ve dışlanma içinde. Turist gelmiyor, kültür insanları gelmiyor, kimse gelmiyor kısacası. Festivalin, gerek basın gerekse sinemacı açısından yalnız bırakılma ihtimali yüksek. Ayrıca, bir festivalin adını duyurması çok uzun vadeli bir iştir. Bakalım, belediye daha ne kadar AKP’de kalacak? Değişince festival yönetimi ve dolayısıyla vizyonu büyük ihtimalle değişecek. Böyle bir değişikliğin ardından ulusal yarışma yeniden ön plana çıkarılmaya çalışılacak vs. Kısaca sil baştan aynı döngüye gireceğiz.

Bütün bunların dışında bir festival bünyesinde hem uluslararası, hem de ulusal iki yarışmanın olmasında ve uluslarası yarışmada birkaç da Türk filminin yarışmasında hep bir tuhaflık da görmüşümdür. Sanki uluslararası olan birinci lig, ulusal olan ise ikinci lig, ya da annesinin ligi bir durum oluşuyordu.

Bir argümana göre de, yabancı filmlerin bütçesi çok yüksek, Türk filmleri onlarla nasıl yarışsın? Bu çok saçma bir argüman. Film para işi değil, kafa ve gönül işi. Öyle olmasaydı, mesela nasıl şahane bir İran sineması söz konusu olabilirdi? Elbette ki, Türk sineması daha zengin ülkelerin sinemasıyla yarışabilir. Başarılı da olabilir. Ama sinema para işi değil derken sıfır bütçeyle de film çekemezsiniz. Asıl sansür işte bu noktada başlıyor. Kültür Bakanlığı Emin Alper, Tolga Karaçelik ve Erol Mintaş gibi uluslararası başarılar elde etmiş yönetmenleri artık desteklemiyor. İyi Türk filmi sayısı elbette azalacak bu durumda.

Ulusal yarışmanın kaldırılması kararı, mesela asıl ödülünü Altın Lale olarak uluslararası yarışmada veren İstanbul Film Festivali için söz konusu olabilirdi. Ama orada da asıl ödül, uluslararası yarışmada veriliyor olsa da kamuoyunun ilgisi hep ulusal yarışmanın birincisi üzerinde olmuştur. Bu da şu demek: Antalya’da birinciliği bir yabancı film kazanırsa, büyük ihtimalle kamuoyu konuyla zerre kadar ilgilenmeyecek. Altın Lale’yi bu sene kim kazandı diye sorsanız, film eleştirmenlerinin bile, ben dahil çoğu cevaplayamaz. Ama ulusal yarışmanın birincisi bilinir.

Antalya’da ulusal yarışmanın kaldırılmasının, ödül törenlerinde muhalif seslerin çıkmasını engellemek olduğu düşüncesi bana çok sağlam gelmiyor. Sonuç olarak yarışmada Türk filmleri de yarışacak ve umuyoruz ki ödüller de alacaklar. O zaman sahneye çıkacak olanların ne söyleyeceğini kim bilebilir? Ama sahneye çıkacak olan Türkiyeli sanatçıların sayısında bir azalma olacaktır, tabiatıyla.

Bu protesto biçimi bu şekilde engellenmez. Ancak ön elemede muhalif yönetmenlerin elenmesiyle mümkün olur. Ama o da mümkün değil. Kimi yarıştıracaklar? Semih Kaplanoğlu her sene yeni bir film yapmaz.

Ulusal yarışmanın kaldırılması kararı bir geleneği öldürmesi açısından yanlış ama onun dışında dediğim nedenlerden dolayı anlaşılabilir. Bu değişikliklerin Antalya için bir çıkış olacağını sanmıyorum. Umarım olur.

CÜNEYT CEBENOYAN / BİRGÜN

Ahmet Şık’ın ‘itham’ı - Nilgün Cerrahoğlu

“Bekir Bozdağ AKP hükümetinin 14 yıllık iktidarında Adalet Bakanı olarak görev yapan 4 isimden biri” diyor Ahmet Şık yaptığı savunmada ve devam ediyor:
24 Mart 2011’de Meclis’te yaptığı konuşmada Fethullah Gülenden ‘Bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymet, bilge bir insandır. Her şeyi açıktır’ diyen Bozdağ, 9 Haziran 2012’de de ‘Muhterem Hoca Efendi’ye Antalya’dan selamlarımı iletiyorum’ mesajını kişisel Twitter hesabından paylaşan kişidir. 15 Şubat 2012’de de CNNTURK de, ‘Yargıda cemaat örgütlenmesi var mı?’ sorusunu ‘böyle bir şey mümkün olmaz’ diyerek yanıtlayan da Bekir Bozdağ’dır. Cemaat ile aralarındaki savaşın başlangıç zamanlarında, 15 Ağustos 2013’te, ‘Cemaat’le AKP arasında bir fitne ateşi yakmayı başaramayacaklardır’ şeklindeki Twitter mesajının sahibi de Bekir Bozdağ’dır…
Bekir Bozdağ, yargının Cemaat’e teslim edilmesinin baş sorumlularından birisidir” diyerek sürdürüyor sözlerini “olay” savunmasında Ahmet Şık. Bozdağ, bugün hâlâ “hükümet sözcüsü” ve “başbakan yardımcısı” olarak en üst düzey sorumluluk mevkinde AKP hükümetinde yer alan bir isim.
Gülen cemaatine karşı en güçlü, en istikrarlı mücadeleyi veren Cumhuriyet yazarları ise sanık sandalyesine oturtulmuş; “parkeci”, “pideci” bağlantıları üzerinden “FETÖ destekçiliği” ile suçlanıyorlar. 


Algı operasyonu davası
Gerçek ve gerçek algısı baştan sona tersyüz edilmiş. On yıl öncesine dek Ergenekon davalarıyla FETÖ’cülerin “baş zulüm hedefi”ne dönüşen Türkiye’nin en köklü ve tarihi gazetesi, bugün önde gelen yazarları, yöneticileri ile topluca damgalanarak FETÖ’cülükle suçlanıyor. Peki, bu kerte akıl almaz bir iddia nasıl inşa edilmiş?
FETÖ’ye damardan karşı olan gazetenin “yayın politikasının”, tesadüfe bakın ki tam da Bozdağ’ın “Adalet Bakanlığı”na rastlayan yıllarda hokus pokus değiştiği iddia ediliyor. “15 Temmuz’a uzanan son 3 yıllık dönemde yayın politikaları, gazetenin 90 yıllık geçmişinin ve kuruluş felsefesinin tam aksi yönde değişime uğramıştır” deniyor.
Böylelikle 17/25 Aralık 2013 öncesi ve sonrası şeklinde saptanan yeni bir milat sayesinde, yıllar boyu Gülen’i el üstünde tutan sorumlular temize çekilirken, “FETÖ”cülük, “FETÖ”cülüğün kurbanlarına yıkılıyor.
Tıpkı “Alis Harikalar Diyarı”nda geçen bir diyalog gibi… “Söylediğim lafın ne anlama geleceğine yalnız ben karar veririm!” diyerek meydan okur Lewis Caroll’un ünlü romanındaki bir karakter. Humpty Dumpty de “Tüm mesele neyin ne anlama geleceği kararını kimin buyurduğuna bağlıdır!” diyerek cümlenin arkasını getirir. Burada tam öyle.
Kör kör parmağım gözüne kimin FETÖ’cü olup, kimin olmadığına… buyruk kimdeyse… göz önündeki gerçeklerden tamamen bağımsız olarak o karar veriyor.
Gülen ile aralarından su sızmayanlar yüksek makamlarda oturmaya devam ederken, “algı operasyonuyla” Cumhuriyet FETÖ’cülükle kriminalize ediliyor.
Kalabalık duruşma salonunda savunmaları ortak bir iskemlede izlediğimiz Aylin Nazlıaka’nın bana bu meyanda aktardığı bir anekdot çok çarpıcı. Gittiği köy kahvelerinde düzenli olarak “Sözcü” ve “Cumhuriyet” gazetelerini bıraktığını anlatan CHP kökenli milletvekili, bunlardan birinde muhtarın kendisinden açıkça “artık bu gazeteleri getirmemesini” istediğini, “köylülerin FETÖ’cü belledikleri bu gazetelerle artık görünmek istemediklerini” beyan ettiğini naklediyor. 

Dünya izliyor
İddianamede sık tekrar edilen bir sözcük var: “Adeta.” Biz de adeta bir tiyatro izliyoruz. İnsanların yaşamından aylar, yıllar götüren; onları zindanlarda çürüten büyük bir trajedi bir yanda.
Pidecili”, “parkecili” sözde FETÖ bağlantılarından söz eden hukuk komedisi öte yanda…
Dünya bu absürt trajediyi, bugüne dek hiçbir basın davasına nasip olmayan bir ilgiyle izliyor.
Türkiye de basın özgürlüğü savcı önünde” (El Mundo), “Basın özgürlüğü gününde muhalif gazeteciler yargılanıyor” (Toronto Star) “Erdoğan’a göre basın” (Liberation) gibi başlıklarla uluslararası basına manşet olan Cumhuriyet davası vesilesiyle, nasıl dünyada bir numaralı gazeteci hapishanesine dönüştüğümüz uygulamalı olarak inceleniyor.
Yabancı delegasyonlar, Avrupa Parlementerleri, Sınır Tanımayan Gazeteciler, IPI, PEN gibi uluslararası basın-ifade özgürlüğü kurumlarının üyelerince bir hafta boyu ayrıntılarıyla izlenen dava, belki de ilk kez bunca net biçimde Türkiye’de basının üzerindeki ağır baskının içyüzünü ortaya koyuyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Ne kadar rezil olursak o kadar iyi’ - MÜSLÜM GÜLHAN

Her şey bu kadar ayyuka çıkmışken…
Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş takımları yaptıkları transferlerle adeta birbirlerine nazire yapıyorlar. Tabii ki burada önemli olan kıstas sonuçtur. Her şey, bir sezondaki performans değerleri ve başarı beklentilerinin karşılığının verilip verilmemesiyle belli olacak.
Genelde, ülkede ağustos ayı tüm takımların şampiyonluklarıyla geçer. Ta ki, yeni sezon başlayana kadar…

Medyanın bu transfer tezgâhının içerisinde olması ve adeta Messi, Ronaldo ayarında transfer yapılıyormuş gibi olayı pazarlaması, işe farklı bir kalite (!) katıyor.

Alınan oyuncuların yaşı, performans değerleri, Avrupa liglerindeki konumları ve verilen paralar tüm bunlar transfer edebilmenin kriterleridir.
Bu kriterlerin hepsi tüm ülkelerdeki takımları bağlayan unsurlardır. Ülkedeki spor politikaları ve futbol prensipleri bu kriterlerin nasıl uygulanması gerektiğinin ana öğelerini oluşturur.
Esas şekil veren unsur; ülkelerin kendi futbol ekollerine adapte olabilecek ve mali açıdan ciddi katkılar sağlayacak oyuncuları seçmektir. Bu bakış açısı, reel anlamda prensiplerin olması ve bunların tereddütsüz uygulanmasıyla gerçekleşir.

Hiçbir ekolü ve futbol prensibi oluşmamış Türkiye’de, nasıl bir kurallar silsilesi geçerli olabilir ki? Zaten bu oluşamayan kurallar yüzünden Terim gibiler bu sistemden nemalanıyor. Terim gibiler sisteme de izin vermezler, foyaları ortaya çıkmasın diye.Ama futbol kültürü yok diyemeyiz. Ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal koşullara uygun ve sürekli kabuk değiştiren bir kültür var elimizde.
‘Biat’ ve ‘rant’ kurgusu bunun ana öğesini oluşturuyor.
Biatin hiyerarşik bir yolu var!
Kulübün çaycısından başlayıp siyasi erkin tepesine kadar gider.
Bu yolda iş kazası yapmamak lazım çünkü bertaraf olunur. Fatih Efendi’nin yaptığı maçoluk ve örgütüyle tasfiyesi gibi.

Anlaşılacağı üzere, futbol kültürünün ana çerçevesini ‘rant’ oluşturur. Buna ulaşmak için de biat haritasının içine girip, etki edilecek kişinin altında örgütlenmek lazım.
İşte bu örgütlenme içindeki kişiler sayesinde bu transferlere yön verilir. Hani, içinde kimse futbol adına bir unsur arama zahmetine girmesin ki, yok böyle bir şey!

Çünkü, bu anlamlı sosyolojik aile (….) küçük bir örgüt halinde çalışarak ve içeriye kimseyi almayarak bu inanılmaz (!) transferleri gerçekleştirir.

Genelde bu aile; başkan, başkanın yönetimde en güvendiği kişi ve asıl adam menajerden oluşur.
Bu kişilerin yaptığı transferlerin PR’ını ise medyadaki kankanlar yapar.
Artık, aile ve ortam hazır olduğuna göre transferin gerçekleşmesine sıra gelir.
Burada, menajerin uluslararası bağlantısı ve şirket irtibatı önemlidir. Çünkü sıkışıldığında, hani fatura filan ya da banka hesap numarası lazım olur ya, o sorunların çözülmesi şarttır. Bu donanımları olmayan menajerler, genelde iç transferlerdeki aile transferlerine katılmaya çalışırlar!
Hani, öyle yüksek meblağda komisyonlar filan olmaz, sakın yanlış anlaşılmalara gerek olmasın!
Kriterler biraz can sıkıcı;
Yaş: en az 32, en çok 36 olmalı.
Kariyer: Genelde bitmek üzere olması tercihtir.
Sözleşme: İmza parası ve tüm avantajlar futbolcu lehine olmalı.
Ücret: Dünyanın hiçbir yerinde ödenmeyecek meblağ olmalı.

Burada, banko olarak değişmeyen tek şey hayal kırıklıklarıdır. Seyircinin bu pazarlamada kendi payına düşenle yetinmesi ve arkadaki durumu oluruna bırakması, sadece ağustos şampiyonluklarını yaşamasına neden olmaktadır.

Bu transferlerle kimse Şampiyonlar Ligi’nde ya da Avrupa’da bir şey beklemeye kalkışmasın. Türkiye Ligi Şampiyonluğu (neye yarıyorsa) yeterlidir.

Burada asıl olan kulüplere olmaktadır.
Kulüpler dernek statüsünde olduğu için, kulübün borçları kimseyi bağlamamaktadır. Başkanlar istedikleri kadar borç yapabilirler ama hiç bir sorumlulukları olmaz.

Beşiktaş başta olmak üzere, Galatasaray ve Fenerbahçe ile diğer birçok takım artık içinden çıkılamayacak ve kurtulamayacak borç batağındadırlar.

Eğer bunun karşılığı, seyirciye, sosyal medyada geyik muhabbeti üstünlüğü sağlamaya yetiyorsa, o zaman sorun yok.

Yok futbol adına beklenti varsa, o zaman hesap sorulmalıdır.

Aksi, takım sevdası dışında, hiç kimse bitmiş bir futbolun paraziti olmaktan öteye gidemez.

Gereksiz beklentiye girmemek lazım.

MÜSLÜM GÜLHAN / BİRGÜN

Ahmet Şık sosyalisttir unutmayın… - ENVER AYSEVER

Cumhuriyet yazarlarının yargılandığı dava çok boyutlu bir önem taşıyor. Eğer belleğiniz yoksa salt bugün konuşulanlar üzerinden yorum yaparsınız. Bu süreci hukuki ve ahlaki olmak üzere iki boyutuyla tartışmak gerek.

Elbet yakın geçmişi de hızla anımsayarak.

Cumhuriyet ilk kez hedefte değil. AKP dönemindeki ilk saldırı İlhan Selçuk ve ekibine yapıldı. Aydınlanmacı Selçuk döneminde “Tehlikenin Farkında mısınız?” kampanyası yürütüldü. Tehlikeden kasıt neydi peki?

Tüm siyasal İslamcılar ve onların işbirlikçisi liberaller. Yani Fethullahçılar ve AKP’nin tamamı.
Güçlü bir toplumsal etki olunca kumpasçılar harekete geçti ve İlhan Selçuk’u kendi gazetesine bomba attırmakla suçlayacak kadar ileri gittiler.
Gözaltılar, ev baskınları, tutuklamalar, uyduruk iddianameler derken bu günlere geldik. O zaman bu olay hakkında kim ne diyordu peki?

İşte burası önemli…

Türkiye’deki her türlü liberal pisliğin karargâhı Radikal “vesayet kalkıyor” diyen yazarlarla doluydu. Baktı ki cemaat bu iş tutuyor Taraf’ı kurdu ve daha da radikalleşti.

Biz ekranda Nazlı Ilıcak, Nagehan Alçı ile boğuşurken, bu liberal utanmazlar hepimizi hedef gösteriyor, postalcı, darbeci diyorlardı. Sonunda iki İslamcı grup kapıştı, rüzgâr değişti ve nihayetinde 15 Temmuz’a gelindi.

Cumhuriyet her zaman gayya kuyusudur. Ayak kaydırmalar, dedikodular olur. Köklü ve etkili gazete olmanın bedeli diyelim. Yine de hiç kimse Cumhuriyet’i çizgisinden koparmayı aklından geçirmezdi. Kimse Cumhuriyet’te evrim karşıtı bir yazıyı kaleme almayı aklından geçirmezdi mesela. Bu işler Can Dündar’la başladı. Cumhuriyet eskimiş miydi? Evet. Yenilenmeli ve daha canlı bir gazete olmalı mıydı? Evet. Ama bu gericilere kapısı açılamazdı. Açtı Can  Dündar.

Gelelim asıl meseleye. Bu tartışma düşünseldir ve buna mahkeme karar veremez. Uyanık AKP, daha dün kendi hedefe koyduğu Cumhuriyet’te “Atatürkçüler tasfiye oluyor” diye yalandan bir dava uydurdu. İçine delil koyma ihtiyacı duymadıkları bir iddianame hazırladılar. Elbette yargılanan gazeteciliktir. Yapılan iş gazeteciliktir. Nitekim tüm sanıklar mükemmel savunmalar yaparak davayı kazandılar. Hâkim bunu görmezden gelebilir, iktidarın isteğiyle bu gazetecileri içeride tutmaya devam edebilir. Ama yakın zamanda bu süreç dolar. Kimse bu insanları tutsak edemez. İnsanlığın yürüyüşünde, aydınlanma mücadelesinde yerlerini aldı bu isimler.

Ahmet Şık dönemi özetledi: “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diyerek. Haklı. Peki, bu nasıl olacak? Cumhuriyete, laikliğe, demokrasiye sahip çıkmak gerek önce.

Yani AKP’nin düşman bildiği tüm değerlere sahip çıkmak gerekiyor. Nuray Mert, Aslı Aydıntaşbaş,

Ahmet İnsel, Aydın Engin, hatta kimi zaman Baskın Oran’la mı olacak bu iş?

Bu da meselenin ahlaki yönü işte! Gericilerle kol kola nereye varılır?

Gazeteci herkesle görüşür elbette. APO ile de Fethullah’la da aklınıza kim gelirse. Ama gazeteci Abant Toplantısına katılmaz. Hele para asla almaz, alamaz. Bugün Ahmet Şık’a bu savunmayı yaptıran, isyan ettirenler kim?

Düne dek AKP ile kanka olan biri Cumhuriyet’te nasıl yazar mesela?
Susalım mı buna?
Ahmet Şık her dönemin kötü adamı sayıldı. Şimdi gazetecilere özgürlük derken, onunla bir dönemin

AKP dostu liboşları aynı yere mi koyacağız?

Bellek önemlidir. Ben oyunbozanlık yapmaya, anımsatmaya devam edeceğim. Ali Tatar diyeceğim, Kuddusi Okkır diyeceğim mesela.

Cumhuriyet’in yayın politikasına yöneticileri ve okuru karar verir. Bu isimleri oraya dolduranlardan biri Akın Atalay’dır.
Kendisini çok eleştirdim. Yakın çevresi bana sövüp sayıyormuş. Lâkin hakkını teslim etmeliyim. Almanya’da kalabilirdi hakkında tutuklama kararı çıktığında, ülkeye döndü, hapis yattı aylardır ve mükemmel bir savunma yaptı. İşte bu Cumhuriyet yöneticisine yakışan tavırdır.
Diyeceğim: İdeolojisi sağlam olanlar ayakta kalır, diğerleri kaybolur, gider. Belleğinizi sağlam tutun.

Tüm cumhuriyet çalışanları, yazarları suçsuzdur.

Bir an önce bu kâbus bitmeli. Ardından biz kaldığımız yerden şu gericilerle kavgaya devam edeceğiz.

Daha zamanı değil diye içimize attığımız çok mesele var…

Hasan Cemal fotoğrafıyla ilk sayfayı kim yaptı merak içindeyim mesela!

ENVER AYSEVER / BİRGÜN

Atatürkçüler “Atatürk gibi düşünüyor mu?” ya da Norveççede “Atatürk gibi düşünmek” deyimi var mıdır? - TAYLAN KARA

Yıllardır sosyal medya hesaplarında dolaşan bir şehir efsanesi vardır. Söylenen şudur:
“Norveççede 'Atatürk gibi düşünmek' diye bir deyim vardır. Usun (aklın) önde olduğu, duygusallıktan ırak, mantıklı, bilimsel düşünmeye, Atatürk gibi düşünmek diyorlarmış”
Bir başka yazıda bu deyimi şöyle açıklanmaktadır:
“Herhangi bir problem karşısında, çözümü imkânsız olduğu düşüncesiyle hemen kestirmeden teslim olma eğiliminde olan, ne yapıp edip bir çözüm üretmek için yaratıcılığını zorlama zahmetine katlanmak istemeyen ruh ve zihin tembeli kişilere söylenir bu söz... Bu tip insanlara derhal, “Hayır, yanılıyorsun, bu problemin mutlaka bir çözümü olmalı; biraz da Mustafa Kemal gibi düşün” deriz... 
                                                                             ***

Bu ifade, zaman zaman İsveççe veya Fince diye değişik çeşitlemelerle tekrar tekrar dolaşıma sokulmaktadır.
Bu iddiayı, yazar Ümit Zileli 30 Mayıs 2002'de Cumhuriyet'teki köşesinde yazmıştır. (1) Sonrasında defalarca tekrar edilmiş ve değişik çeşitleriyle hala sosyal medyada paylaşılmaktadır. (2)

                                                                              ***

Norveççede böyle bir deyim gerçekten var mıdır?
Norveççe-İngilizce sözlükte böyle bir deyim geçmemektedir.
Norveççe wikipediada böyle bir deyim yoktur. (3) 
Bu deyimi çağrıştıran bir deyim de yoktur.
Forumlarda ve çeşitli sitelerde rastlanan hiçbir Norveçlinin böyle bir deyimden haberi yoktur. (4,5)
Arkadaşlarımın tanıdığı Norveçliler, böyle bir şeyi ilk defa duyduklarını söylemişlerdir.
Bu iddia, son olarak mail yoluyla Norveç konsolosluğuna sorulmuştur. Norveç konsolosluğu, bu konuyla ilgili atılan maile “böyle bir deyimin olmadığı” yanıtını vermiştir.

                                                                               ***
Uzatmadan söyleyeyim: Norveççede böyle bir deyim yoktur.
Bu iddianın kaynağı, bir işadamından aktarıldığı söylenen bir sözle profesör olarak tanıtılan ancak gerçekte hiçbir akademik titri olmayan bir kişinin kanıtsız rivayetinden ibarettir.

                                                                               ***
Bir ideoloji varlığını sürdürmek için ne kadar çok olguyu görmezden gelir ve ne kadar çok yalana ihtiyaç duyarsa o kadar güçsüz demektedir. Kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan bir kişi, Atatürk’e saygı duymak için niçin bu uydurmaya ihtiyaç duyar?
Bir Atatürkçünün Atatürk’e saygı duyması için niçin Atatürk’ün başkaları tarafından onaylanması gerekmektedir?
                                                                                ***
“Atatürkçülük bir cümlede nasıl özetlenir” diye sorulsa her halde şu yanıtı vermek gerekir:
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”.




Hani Ali Nesin’in “oldukça basit” bulduğu, bazı liberallerin “pozitivist”, bazılarının “despotik” ya da “tekçi” diye eleştirdiği cümle…
Konu, uzun uzun temellendirmeye gerek duyulmayacak denli açıktır:
Cumhuriyetin en önemli referansı Fransız Devrimi ve devrimcileri idi. Bu nedenle akılcılık ve Aydınlanma gibi kavramlar bu düşüncenin olmazsa olmazıdır. Neyi ne kadar yapıp yapmadıkları bir yana, çıkış noktaları ve atıfta bulundukları şey buydu.
Tarih, akılcılık ve Aydınlanmanın öylesine bir aksesuar olmadığını, bunlar atıldığı anda ortada Cumhuriyet namına bir şey kalmayacağını büyük bedellerle de olsa doğrulamıştır, halen de doğrulamaktadır.
Tarihin şu anında “o acı doğrulama”nın içinde bir yerlerde bulunmaktayız. Cumhuriyetin “uzun intiharı” , Aydınlanmayı ve aklı bir fazlalık olarak görüp bundan vazgeçtiği ölçüde gerçekleşmiş ve bugün artık geridöndürülemez eşiği çoktan aşmıştır.
Cumhuriyet, Aydınlanma ve akıldan taviz verdikçe küçülmüş, güç kaybetmiş ve en sonunda anahtarları sessizce teslim ederek kendi devrimini terk etmiştir.

                                                                                  ***
Bir “düşünme düzeneği” olarak zırva
Yukarıdaki zırvaya inananlar, sürekli akılcılığa vurgu yapan Atatürk gibi mi düşünmektedir?
Zırva, sadece bir “düşünce nesnesi” değil aynı zamanda bir “düşünme düzeneği”dir. Bugün “senin zırvana” inanan, yarın kontrolünden çıkar ve “başkasının zırvasına” inanır. Onu zırvaya alıştıranların, toplum başkasının zırvasına inanmaya başladığında, “vay zırvaya inanıyorlar” diye şikayet etmeye hakkı yoktur.
                                                                                  ***

Bir dönem adı ikna odalarıyla anılan, epeyce laik! bir profesörün, yıllar önce doçentlik sınavında kendisini sevmeyen jüri başkanının düşüncesinin “Beyti Dost”un (yeni nesil çağdaş! tarikatlardan birisinin öğretilerinde geçen fizik ötesi varlık) gücüyle değiştiğini iddia ediyordu.
Çeşitli Atatürkçü derneklerin de üst düzey yöneticiliğini yapan bu akademisyenin bu tutumu ile akılcılığın, bilimsel düşüncenin ya da Aydınlanmanın ne ilgisi vardır?
Bu akademisyen, Atatürk gibi mi düşünmektedir?

                                                                                    ***
Film çekimi için gittiği şehirde Atatürk’e benzeyen oyuncuyu görünce ağlayarak, "Size ihtiyacımız var paşam. Paşamızı gördüğümüz için çok mutluyuz. Geri döndü işte” diyerek sarılan Atatürkçüler, Atatürk gibi mi düşünmektedir? (6)
Kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan ve televizyonlarda ballandıra ballandıra “Atatürk ve 19 mucizesi”ni anlatan Cenk Koray, Atatürk gibi mi düşünüyordu?
On yıllarca“Atatürkçülüğün bekçisi”olarak görülen orduda, kaybolan silahı, cin çağırarak ve kerametli horozla arayan general, Atatürk gibi mi düşünüyordu? (7)
Bu olayı görüp doğal karşılayanlar Atatürk gibi mi düşünüyordu?
Anıtkabir müzesinde Atatürk’ün siluetini gösterdiğine inanılan bulutların ve dağların fotoğraflarını sergileyerek Atatürk sempatisi yarattığını düşünen akıl, Atatürk gibi mi düşünmektedir?
Gökyüzünde Atatürk silueti için festival düzenleyenler Atatürk gibi mi düşünmektedir? (8)
Gökyüzündeki bulutların şeklinden anlamlar çıkarmak nasıl tanımlanabilir?
“Antitarikatçı görünümlü neotarikatçılık” mı?
Adına ne derseniz deyin kesin bu sayılanlar, “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünün hançerlenmesidir.
Bugün gökyüzündeki bulutta Atatürk görenler, yarın rüyasında şeyh göreceklerdir.
Bugün bulutta Atatürk görenler, “meşe ağacında kelime-i şahadet gören” kadroların yedekleridir.
Bulutta Atatürk görenler, dinsel/sihirsel düşünüşün “laik!” kanadıdır.
“Şeyhin mucizeleri”ni görmeye hazır bir toplum vardır şimdi. Kendine bilimi ve aklı kılavuz almış bir düşünceyi savunduklarını iddia edenler, hurafe ve mucize avcılığına el çırparak kendilerinden geçmektedir. (9)
Onlar büyüye, hurafeye karşı değildir. Sadece büyünün ve hurafenin içeriğiyle ilgili sorunları vardır.
Karşılarsa “Kuran’daki 19 mucizesi”ne karşılardır; “Atatürk ve 19 mucizesi”ne karşı değillerdir.
Akıl dışılığın akılcılığı nasıl teslim aldığının, nasıl yıktığının hazin örnekleridir bunlar.

                                                                             ***

Mistisizmin her türlüsü, her türlü akıl dışı açıklama -Mustafa Kemal’i övenler de dahil, özellikle de onu övenler dahil- Cumhuriyetin dayandığını iddia ettiği akılcılığın altını oymaktır.
Kendini Cumhuriyetçi olarak tanımlayanların, bulutlardaki Atatürk silüetlerinden dünyaya, saçma sapan sayı hesaplarından maddeye, mesihçi açıklamalardan somuta dönmeleri, kendi ait oldukları dünyaya, akla, Aydınlanmaya ve maddeye dönmeleri, var kalmaları için bir zorunluluktur. Aksi takdirde ortada “dönecekleri bir madde” kalmayacaktır.

                                                                               ***

Sıradan bir doğa olayında mucize bulan ve dağa düşen bir gölgede Atatürk silueti görenler mi akılcılığı savunacaklardır? (9)
Atatürk’e mesih muamelesi yapanlar mı Aydınlanmayı savunacaktır?
“New age tarikatçılar” mı bilimi savunacaktır?
“Atatürk ve 19 mucizesi” ve benzeri safsatalara inananlar mı Cumhuriyeti savunacaktır?
Cumhuriyetçiler, Cumhuriyet yıkıcılarına karşı onların mantık dizgelerini uygulayarak değil kendi gelenekleri olduğunu iddia ettikleri akıl ve Aydınlanmayla mücadele edebilirler ancak. Akıl karşıtlığına karşı akıl karşıtlığı ile mücadele edilemez.
Cumhuriyetçiler, eğer Cumhuriyeti savunacaklarsa dağda, bayırda, bulutta siluet, tarihlerde 19 mucizeleri aramayı bırakıp kendi düşünce geleneklerine, düşünsel köklerine dönmek zorundadırlar.

                                                                                 ***

Düşünce biçimi, düşüncenin içeriğini de etkiler.
“Atatürk ve 19 mucizesi” gibi bilimdışı yorumlarla Mustafa Kemal’i doğaüstü bir insan gibi göstermek, bulutlarda, dağlarda garip Atatürk silüetleri bulup –uydurup buradan bir sempati ummak akıldışı-bilimdışıdır. Bu mantık dizgesinden Cumhuriyet savunusu değil olsa olsa Cumhuriyet karşıtlığı çıkar, çıkmıştır.

İddia edilen neydi:
“Norveççede 'Atatürk gibi düşünmek' diye bir deyim vardır. Usun (akılın) önde olduğu, duygusallıktan ırak, mantıklı, bilimsel düşünmeye, Atatürk gibi düşünmek diyorlarmış”.
“Atatürk gibi düşünmek”, eğer yukarıda tanımlandığı gibi ise şunu sormak gerekir:
Norveççeyi ve Norveçlileri bir yana bırakalım; Atatürkçüler Atatürk gibi düşünüyor mu?

Taylan Kara / SOL

taylankara111@gmail.com
Kaynaklar:
1. http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/296936/Mustafa_Kemal__Gibi_Dusun...
2. https://www.aydinlik.com.tr/arsiv/umit-zileli-mustafa-kemal-gibi-dusunmek
3. https://no.wikipedia.org/wiki/Spesial:Search?search=atat%C3%BCrk&fulltex...
4. http://www.bncn.org/post/29891254823/ataturk-gibi-dusun-deyim-atasozu-ha...
5. https://forum.wordreference.com/threads/norwegian-to-be-think-like-atatu...
6. https://www.haberler.com/aglatan-ataturk-sevgisi-8214377-haberi/
7. http://www.abcgazetesi.com/hangi-fetocu-general-kislaya-cin-soktu-23811h...
8. http://www.ensonhaber.com/damalda-hava-acinca-ataturk-silueti-goruldu-20...
9. http://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/ataturkun-siluetini-izmir-marsi-esli...

O Büyükelçi neci?..- AHMET TAKAN

Dışişleri Bakanlığı'nın geciken (!) yaz kararnamesinde (artık sonbahar kararnamesi desek de olur-aht-) atanan yeni Büyükelçileri görünce, uzun süre kendi iç dünyamda tartışıp kaleme almaya  karar verdiğim bu yazı... Neden sonra?.. Evvelki gün akşam saatlerinde başta Merwe Kavakçı olmak üzere atanan yeni Büyükelçileri öğrenip dün bir havuz gazetesinde nal gibi "ihbar etti,ihraç edildi" manşetini gördükten sonra. Ne diyordu havuz haberi bile: "Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çağrısına uyarak FETÖ'cüleri ihbar eden Kenan Ülkü 'iftira' atmakla suçlandı. Adını verdiği isimlerden birçoğu KHK ile ihraç edilmesine rağmen 'hakikate aykırı suçlamada bulunduğu' gerekçesiyle memuriyetten atılan Ülkü, Ankara İdare Mahkemesi'nde iptal davası açtı." "Ülkü'nün verdiği isimlerden 62'si KHK'larla ihraç edildi."


Bu ne menem bir iştir?.. Günah çıkarmaya mı çalışıyorsunuz?.. Yetecek mi?.. Haksız yere yapılan ihraçları, tutuklamaları pansuman etmeye mi yönelik?.. Yoksa başka bir dümen mi?..
Hak hukuk, adalet, insan hakları diyen vicdanı olanlar düşünmeye ve de tartışmaya devam ede dursun!..
Büyükelçiler kararnamesi öyle mi?.. Merwe Kavakçı'da yaz kararnamesinin en magazin noktası. Onun ismi üzerinden dün şöyleydi bugün böyle oldu tartışmalarına devam...

Bir daha bakıverin büyük tabloya:
Baklavacı "FETÖ"cü... Duşakabinci "FETÖ"cü... Bank Asya'dan havale yapan öğretmen "FETÖ"cü... Çekyatçı "FETÖ"cü... Muhalif gazeteci "FETÖ"cü...Bakkal "FETÖ" cü... İşadamı "FETÖ"cü... Asker "FETÖ"cü... Polis "FETÖ"cü... Ev hanımı "FETÖ"cü... Evrak memuru "FETÖ"cü...
Damattan "FETÖ"cü olur mu?.. Olmaaz!.. AKP'li Bakandan,  Mebustan, Belediye Başkanından ?.. Asla ve kata ol(a)maz.. Akıldan geçirilmesi bile dış güçlerin oyunudur!..
Ama şerbetçiden, şıracıdan, bozacıdan ve hatta onlardan bir bardak içenden olur mu? Hem de nasıl.. Sorgusuz, sualsiz, belgesiz tıkın içeri... Falanca ihbar etti ya!.. Yetmez mi?.. Sonra çok sıkışınca gaz almak için, timsah gözyaşları misali havuz medyası manşeti mi?..

Yaz kararnamesinin hemen öncesine dönelim;
Dışişleri Bakanlığı'nda tedirginlik tepe noktasındaydı. Çünkü, yaz kararnamesi oldukça gecikmişti. Dedikodu had safhadaydı. Kararname için MİT soruşturmalarının beklenildiği konuşuluyordu. Ben, kendi payıma bugüne kadar, Bakanlık'da hiç  böyle bir tablo izlememiştim. Her kararname döneminde Dışişleri'nde yurt dışına gitme beklentisi ve talebi had safhadadır. Bu sefer tam aksiydi; Bakanlık koridorlarında yurtdışından merkeze dönme taleplerindeki büyük artış konuşuluyordu.
Sonra o kararname çıktı. "FETÖ" ile vakti zamanında çok yakın çok samimi  ilişkilerini bildiğim bir ismi listede görmeyim mi?.. Hem de çok önemli bir dünya merkezine Büyükelçi olarak. İtiraf ediyorum; kabine revizyonundan sonra "BO-ŞA-NA-MI-YOR-LAR" yazısına imza atan bendeniz de az kalsın küçük dilini yutuyordu. Moda olan "bu ne menem bir iştir" sorusunu defalarca sordum.
"Merwe Kavakçı mı?" demeyin. İsim de hiç sormayın. Derdim isimlerle değil. Sürekli olarak samimiyet ve gerçeklik sorgulaması yapıyorum. Bu ülkenin her türlü hainlerden temizlenmesi mücadelesine sonuna kadar destek olmaya devam edeceğim. Ama bu mücadeleden sahtekarlıklar fışkırırsa, başka tezgahlara yönelirse, masum vatandaşlar işlerinden ekmeklerinden, yuvalarından, özgürlüklerinden olurken "FETÖ"nün ağa babalarına bırakın dokunmayı yeni ballı rantlar ve koltuklar ikram edilirse, bunlara da pabuç bırakmayacağım.

KHK'larla işsiz kalanlardan, cezaevinde haksız yere yatırıldığını söyleyenlerden hiç abartısız her gün onlarca mektup ve e-posta alıyorum. O kadar çaresizler ki, bir gazeteciden medet umuyorlar. Madem, o ismi dünyanın en önemli noktasına Büyükelçi gönderdiniz. Arkasından da, havuz gazetesine, "haksız ihraçlar da olmuş meğersem" mealinde pansuman manşetini attırdınız.. Okuyun muhteremler öyleyse dün elime geçen e-postanın özetini:
"... benim size esas anlatmak istediğim şirketime kayyum atanması ve mağduriyetimiz.  .... tarafından yönetilen makarna ve un üreten bir tesisimiz vardı. yaklaşık 70 e yakın ülkeye... gibi insan kaynakları kısıtlı bir şehirden kendi imkanlarımız ile ihracat yapıyorduk. bu şirketimize .... tarihinde Kayyum atandı. şirketimize kayyum atanma sebebi ise 2012-2013 yılları arasında .... ilimizde üniversite gençlerine yönelik kız yurdu yapılmasında yardım etmemizden kaynaklanmaktadır.  bu yıllarda şehrimize yeni üniversite kurulmuştu ve ciddi şekilde kız yurdu ihtiyacı vardı. devletimizin yurtları talebin yarısını bile karşılayamıyordu ve o günkü siyasiler ve devlet bürokratları bizden bu yurdu yapmamız için ricacı bulunmuşlardı. zaten yapılacak olan yurdun yerini milli emlak vermiş ruhsatını devletimiz tarafından onanmıştı. bizde sosyal sorumluluk duygu ile buna 17/25 aralıktan 1 yıl öncesinde destek olduk. bunun dışında herhangi bir desteğimiz olmamıştır. bank asya' ya para yatırmadık. masak raporlarımız temiz. tuskon üyelimiz yoktur. 1 dolar çıkmamıştır. hala savcılık tarafından şirketimize yönelik bir iddianame yoktur sadece kuvvetli şüphe nedeniyle kayyum atanmıştır. biz anadolu insanıyız ve sırf Allah rızası için bir yurt yapılmasına destek olduk ve bu yüzden ailemizin 50 yıllık emeğine el koydular ve bugün kü yazınızdan sonra daha çok endişelenmeye başladım. benim hep ümidim devletimiz bu yanlışlıktan dönecek ve en kısa sürede şirketimiz bize iade edilecek olmuştu. lütfen bana yardım edin. çünkü bütün kapılar kapalı ve hiç kimse bize ne yardım edebiliyor ne yol gösteriyor. eğer böyle giderse kayyumlar şirketimizi iflas ettirecekler bununla beraber uzun yıllar bu memlekette bir daha insanlar böyle hayırsever işlere girmeyecekler."

İnanın bana!.. Adalet için buradan Tokyo'ya kadar yürüsek kafi gelmez...

Kaynak: O Büyükelçi neci?.. - Ahmet TAKAN

Kuyunun dibindeki taş - MURAT YAYKIN

Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi’nin ‘1915-2015 Kuyunun Dibindeki Taş - Fotoğraf Okumaları’ adı altında Mehmet Özer’in hazırladığı ve NotaBene Yayınları’ndan çıkan kitap mart ayından bu yana raflarda.

Fotoğraflar; Sergei Mikhailovich Prokudin, Armin Wegner, Leslie Davis, Henry Atkinson’a ait. Ermeni Soykırımı Müze Enstitüsü, Agos Gazetesi, Patrat Estukyan, Sait Çetinoğlu, Bardig Kouyoumdjıan, David Barsamian ve Roxanne Makasjian tarafından ulaştırılmış.

Okumalarını ise; A. Nevin Yıldız, Ahmet Akabay, Ahmet Telli, Ali Balkız, Bardig Kouyoumdjıan, Beril Türkoğlu, Çınar Livane Özer, David Barsamian, Demet İslambay, Fatin Kanat, Gökçer Tahincioğlu, Kadir Celep, Kemal Göktaş, Mustafa Durmuş, Nejla Kurul, Neval Oğan Balkız, Patrat Estukyan, Roxanne Makasjian, Sait Çetinoğlu, Seda Byruat, Sibel Özbudun, Şehmuz Diken, Şükrü Erbaş, Temel Demirer yapmış.

Mehmet Özer (...) "Taşın kalbi vardır ve başkalarının göremediğini saklar içinde" diye yazıyor "Kuyunun Dibindeki Taş" başlıklı giriş yazısına; "(...) Anılara gidilmez.
 Çünkü artık gidilemeyecek kadar uzaktadır. Ama onların seslenişlerini bugüne çağırabiliriz. Fotoğraflar zaman sarısı görüntülere dönüşseler de unutmadığımızı, unutturmayacağımızı söyleyelim. Bizim anılarımızda geçmiş değil, gelecek düşü vardır. Bu düş acılarımızın silineceği, tüm kuyuların kapanacağı ve karanlık kanlı vadilerin aydınlatılacağı, Deyrizor’un cennet olacağı bir gelecek düşüdür" diye devam ediyor.

Fotoğraf Armin T. Wegner’e ait; altında ‘Batı Ermenistan Göçmenleri, 1915’ yazıyor.
A. Nevin Yıldız fotoğrafı okuyor;
Yatıyorum bu duvarın dibinde, bütün bedenimle ölüme bakıyorum.
Biliyorum öleceğim, ya açlıktan, ya susuzluktan.
Yaşlıyım ben dayanamam...

Ahmet Telli, ‘Ah Manuşyan’ -Meline Manuşyan’ın anılarını okurken notlar-da bir bölüm; (...)
/ Yüksek sesle okunan bir şiir miydi dünya
/ Ve Meline bir Erivan türküsü müydü dilinde
/ Güneşe ve güzelim tabiata son defa bakarken
/ İkide bir söylediğin gibi, "hayat zamanda değil
/ Zamanın kullanışında var olur’,
/ Ot çürür, bellek tozlanır gümüş kararır da
/ Dinmez düşlerin uğultusu ah Manuşyan.

Kitapta Bardig Kouyoumdjian’ın fotoğrafları ve Christine Simeone’un yazılarıyla ‘Der-Zor: 1915 Ermeni Soykırımının İzinde’ kitabından Beril Türkoğlu’nun çevirileriyle alıntılar var.

Çınar Livane Özer; ‘Ermeni Katliamını Fotoğraflardan Okumak’ adlı fotoğraf okumasında, yüz yıldır veremediğimiz bir sınav ve somut fotoğraflara soyut kavramlar üzerinden tartışmaya devam ettikçe de veremeyeceğimiz bir sınav deyip ekliyor;
"Ve şimdi bir kere daha, Karacaoğlan’ın ‘Sual eyle bizden evvel gelene / Kim var imiş, biz burada yoğ iken’
sözünü de not ederek bir kenara, dönüp bir daha bakmak gerek sıralı çocuklara."

David Barsamian’dan cımbızladım; "Adolf Hitler’i teşvik eden kısmen dünyanın Ermeni soykırımını kabul etmesiydi. İkinci Dünya Savaşı arifesinde Hitler "Ermenilerin imhasını bugün kim konuşuyor?" demişti. Ermenistan’dan Auschwitz’e giden yol döşenmişti.

Fotoğrafçı Sergey Prokudin-Gorski. Bu fotoğrafçıyla tanışmak için Kadir Celep’in yazısını da okumak gerek.

Kemal Göktaş’tan da bir alıntı yapacağım; "(...) Ararat ayrılığın, sürgünün, gurbetin, kökünden koparışmışlığın, yokluğa mahkûm edilmiş bir halkın hafızası ve direnci... Boğos’un türküsünde, memleketten haber vermeyen turnaya küsen gurbetteki Ermeni işçisinin ah’ı... umutsuz bir aşkın sancısı...

Ayrıca Paramaz (Madteos Sarkisyan), Gomidas Vartabed ve Misak Manukyan hakkında kısa bir yazıyı da Mehmet Özer’in tanıtımıyla okuyabilirsiniz.

Roxanne Makasdjian’ın 25 Nisan’da Ankara’da anma törenlerinde yaptığı konuşma da kitapta yer alıyor.

Sait Çetinoğlu’un ‘Sürgün ve Katliam- Stanoz ve Ayaş 1915’ yazısından öğreniyoruz;
Stanoz Ermeni Mezarlığı’nın define arayıcıları tarafından talan edildiğini ve mezar taşlarının birkaç yıl önce belediyenin bahçesine dekor olduğunu...

Sibel Özbudun; ‘Her Köyde Bir Köper Vardır’ fotoğraf okumasının bir bölümünde Kemal Tahir’in ‘Büyük Mal’da, Yakup Cemil’in nasihatlarını Çorum köylüsü Sülük’ün ağzından anlatır.

Şükrü Erbaş ‘Yaralayan ölene dek yaralanmıştır’ yazısında kendini bile sevmeyi bilemeyen bizi anlatmış; (...) Biz, "kelimelerin delirmeden türkü olamayacağını" Rupen Sevag’ın ölümünden yüz yıl sonra öğrenecekmişiz...

Ve kitabın sonunda Wenger’in fotoğraflarından önce, Temel Demirer de meraklı okura kaynakçaları da vererek eleştirel bir tarih derlemesi yapıyor ki, okuyun derim ben, kimmiş bizim siyasetçimiz, aydınımız görün...


Son bir not; Mehmet Özer kitabını Samandağ Vakıflar Köyü Derneği’ne armağan etti.

Murat Yaykın / BİRGÜN 

Cumhuriyetçiler yüz akımızdır - NAZIM ALPMAN

Artık insanlar birbirlerine “nasılsın?” diye sorduklarına benzer bir yanıt veriyorlar:
-Türkiye gibi..!
İyiyim demek istiyorlar ama, ama bu ortamda ne kadar iyi olunabilir ki? İyiyim demek ayıp haline geliyor kendiliğinden…
Ömrünün tamamını ülkenin daha özgür, daha bağımsız, daha demokrat, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne dayalı, dünyada saygın bir yeri olan ülkeler arasında yer alması için çabalayan insanlar, tam bir yerlere vardık diyeceklerken bir de bakıyorlar ki, bir anda yarım yüzyıl, hatta bir yüzyıl gerileme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlar…
İçinde bulunduğumuz hafta başında basından sansürün kaldırılışın 109. yılı kutlanıyordu!

Nasıl?

Cezaevinde 156 gazeteciyle…

Ülkenin en eski ulusal gazetesi Cumhuriyet’in yöneticileri, yazarları, avukatları, muhabirleri ve çizerinin şahsında gazetecilik yargılanarak, üçüncü büyük partinin eş genel başkanları, meclis grubunun bir bölümü, neredeyse bütün seçilmiş belediye başkanlarının hapishanelerde bulunduğu koşullarda…

Pazartesi günü (24 Temmuz 2017) Çağlayan’daki –Avrupa’nın En Büyük- Adliye Sarayında Cumhuriyet Davası başladığında avukatlar arasında Alp Selek de vardı. 1950’lerden itibaren demokrasi-hukuk mücadelesi içinde olan bir abide insan… 1960’larda Türkiye İşçi Partisi’nin açtığı yolun emekçileri arasındaydı. 12 Mart 1971 faşist cunta döneminde devrimci gençlerin avukatı idi. On yıl sonra bu sefer 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin hapse attığı DİSK’lilerin, Barış Derneği Davası’nın sanıklarını savunuyordu. Bir yanında Mehmet Ali Aybar diğer yayında genç meslektaşı Fikret İlkiz vardı. Basın bölümünde ise Milliyet’ten Zeynep Oral elinde not defteri hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan not alıyordu.

O yıllarda inançlı bir genç olan Tayyip Erdoğan’ı kamuoyu tanımıyordu. Din referanslı bir siyasi çizgi üzerinde ilerleyecek, 1991’de Refah Partisi’nin İstanbul İl Başkanı olacak, 1994’te Belediye Başkanı, 1998’de şiir okuma suçu ile makamından indirilecek, hapse girecek, çileler çekecek, çıkıp parti kuracak, partisi Meclis’te ezici çoğunlukla iktidar olacak, ama o dışında kalacak, sonra bir ara seçimle 2003 Mart’ında Başbakan olarak yerini alacak, kesintisiz bütün seçimleri kazanarak Cumhurbaşkanlığına kadar yükselecekti.

Peki öncekiler ne olacaklardı?

Artık ülke rahata ermiş, hiç kimse fikirlerinden ötürü suçlanmayacak, siyasi partiler kapatılmayacak, özgür basın susturulmayacak ülke çağdaş medeniyetler seviyesine çıkacaktı.

Ama böyle olmadı.

Herkes yine yerli yerine yollanmıştı.
Cumhuriyet gazetesi suçlu ilan edilmiş, gazeteciler sanık haline getirilmişti. Avukatları yine Alp Selek idi. Bir yanında Fikret İlkiz vardı yine… Ama öbür yanında Mehmet Ali Aybar yoktu. Onun ömrü yetmemişti. Basından sansürün kaldırıldığı 1908’de dünyaya gelen Aybar 10 Haziran 1995’de hayata gözlerini kapamıştı. İyi ki o tarihte veda etmişti, yoksa bir başka 10 Haziran’da Ali İsmail’in dövülerek öldürüldüğünü de görecekti.

Alp Selek’in Aybar’dan boşalan yanında artık 1980 doğumlu avukat Can Atalay yer alıyordu.
Davayı izleyen gazeteciler arasında ise yine Zeynep Oral vardı!

Bitmiyordu bu ülkenin çilesi!

Demokrasi vaat ederek gelenlerin hemen hepsi, özgürlükleri sadece kendileri için elde etmek istiyorlardı. Bu hedefe vardıklarında ise diğerlerine hayatı cehennem etmeye yemin etmişçesine raydan çıkmakta bir beis görmüyorlardı.

Ancak şu da vardı: Bunları yapanlar ileride yaptıklarıyla iftihar edemiyorlardı. Tarih onlara karşı demokrasiyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü özetle insanlığı savunanları kaydediyordu.
Bir toplumun yüz akları insanlığı savunanlar arasında çıkıyordu. Geçmişte böyle oldu, günümüzde böyle oluyor, gelecekte de böyle olacak.

Cumhuriyet Davası’nda işlenmemiş suçların “sanıkları” Türkiye’nin yüz aklarıdırlar! 

Nazım Alpman / BİRGÜN

'Eeey Almanya, Erdoğan’ı sıkıştır ama uzaklaştırma!' - KEMAL OKUYAN

Dünyanın başat emperyalist ülkelerinin devletlerinden, hükümetlerinden özgürlük mücadelesine destek isteyen, onlara yol gösteren ilk kişi değil Can Dündar. Dahası, Can Dündar’ın siyasi kimliğinin solunda yer aldığını iddia eden epeycene kişi tanıyoruz Almanya’dan, Fransa’dan “demokrasi” bekleyen. ABD’ye mektup yazan “laik”leri de görmüştük bir zamanlar.

Düzen siyaseti bu. Düzen içinde durulduğunda o dünyada ağırlıklı unsurlardan birine ya da ötekine yönelmek kaçınılmaz hale geliyor. Can Dündar da öyle yapmış, geçenlerde Almanya’nın sol gazetelerinden Junge Welt’e Türkiye’deki özgürlük mücadelesine Alman hükümetinin ve Alman sivil toplumunun destek vermesi gerektiğini söylemiş. Bir de “Türkiye’yi dışlamayın” uyarısında bulunmuş, Erdoğan’ın iyice özgürleşeceği kaygısıyla…

Ama Erdoğan özgürleşemez ki!


Erdoğan da o düzenin siyasetçisi. Herkes biliyor, AKP’nin kuruluş döneminde ABD’ye giderek işi bağladığını, sonra Avrupa’nın kritik başkentlerinin desteğini nasıl aldığını… İşler azıcık karışınca bu kez Putin değere binmişti.

Bu iş şöyledir, kapitalizm sınırları içinde siyaset eyleyenler güçlü emperyalist devletlerle yakın ilişki ve işbirliği hakkını sadece kendilerinde görürler. Örnek olsun, yıllar boyunca NATO üyeliğini sorgulamayıp ABD’nin çıkarları doğrultusunda yapılandırılan bir orduya “milli” diyenler, Kürt örgütleri ABD ya da Almanya ile işbirliğine gittiğinde emperyalizmi hatırlamaktadır. Aynı Kürt örgütlerinin, Türkiye soluna emperyalizm diye bir şey olduğunu unutturduğunu da belirtelim hemen!
Evet, emperyalistlerle, dış güçlerle ilişki kurma tekeli kimde olmalı acaba! Hükümette olan parti “ben devletim, devlet olarak çıkarlarımız doğrultusunda istediğimle işbirliği yaparım” demektedir.

Uzun bir dönem boyunca ABD ile NATO’nun ağır topu ülkelerle yakın ilişkilere girildi, bu ilişkilerden hiç hayır çıkmadı, hem halkımız hem başka halklar zarar gördü; faydası hep egemenlereydi. Bütün bu ilişkiler yıllarca devrimciler tarafından sorgulandı, protesto edildi, bunu yapan gençlere devlet saldırdı, devletin kontrolünde sivil faşistler saldırdı, yargı saldırdı, medya saldırdı. Özetle hükümetler, AKP dahil, emperyalizme karşı duran yurtseverlerden hiç haz etmedi.
Lakin aynı hükümetler, yine AKP dahil, muhalefettekilerin emperyalist merkezlerle ilişkisinden hep rahatsızlık duydular ve bunu büyük bir yaygara ile milliyetçi duygulara seslenerek linç gerekçesi yaptılar. “Ülkemizi başkalarına şikayet etmek”, “kökü dışarıda olmak”, vatana ihanet” vs. vs. vs.

Yakınlaşsan suç, karşıya alsan suç!

Düzen muhalefetinin tutarsızlığı da az değil ama! Mesela BOP Eş Başkanı filan diye Erdoğan suçlanır, yaftalanır ama aynı Erdoğan batıdan uzaklaşmakla da itham edilir. Emperyalizmden dem vuran kimi siyasetçilerin Sosyalist Enternasyonel’de, yani emperyalizmin en etkili platformlarından birinde boy göstermek için birbirleriyle yarışması da bir başka garabettir.

Bütün bunlar şunu göstermektedir: Düzen siyasetinde işbirlikçilik filan gibi suçlamalar hikayedir, “millicilik” de…

Çünkü düzen dediğimiz şey piyasadır, sermayenin egemenliğidir. Bunun uluslararası karşılığı emperyalizmdir; emperyalizm de bir hiyerarşi olduğu ölçüde siyasi aktörlerin güçlü emperyalist merkezlerden destek istemesi, onlarla işbirliğine yönelmesi, onların himayesinde işler çevirmesi eşyanın doğasına uygundur. Tersi düşünülemez. Bu açıdan zaten sermaye sınır tanımaz.

TÜSİAD’a yarananın Almanya ya da İngiltere ya da ABD’ye yaranmasına şaşırılmaz.
Öte yandan dış dünyadan desteğin başka bir yönü daha vardır: Halkına yabancılaşma. İktidarda ya da muhalefette, emperyalist ülkelerle geliştirilen bağın anlamı, ülkenin kaderini “dışarıya” teslim etmektir. “Demokrasi getirecekse, AB’ye bağımlılığa razıyım” diyen “sol” liberallere rastladık geçmişte. Almanya’nın demokrasisi! Volkswagen ve Siemens’in çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin yapılandırılması!

Ya da şöyle bir örnek verelim: Türkiye’ye soğuk savaş döneminde yerleştirilen ve kontrolü ABD’de olan nükleer silahların bir bölümü, “taktik nükleer silah” vasfı taşıyordu ve ülkenin uygunsuz güçlerin eline geçmesi durumunda bu silahlar patlatılaca, insanlarımız da “demokrasi şehidi” sayılacaktı! Buna izin veren hükümetler “milli”, “NATO’ya hayır” diyenler kökü dışarıda oluyordu.

Ve bu demagoji prim yapıyordu.

Vay kardeş vay…

Kemal Okuyan / SOL

Cesur Yürek - TAYFUN ATAY

Mel Gibson’ın hem yönetip hem de başrolünü üstlendiği “Cesur Yürek” (“Brave Heart”) filmini kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum.
Ama her izlediğimde filmin final sahnesinde onca izlemeye rağmen gözyaşlarıma engel olamadığımı hep hatırlıyorum!.. İngiliz krallığına isyan etmiş, kendi işbirlikçi lordlarına da resti çekmiş İskoç kabilelerinin özgürlük tutkusuyla başlattıkları mücadeleyi anlatan bu muhteşem film, final sahnesinde isyanın liderinin egemenler tarafından dize getirilip getirilemeyeceğine ilişkin bir gerilime çeker hepimizi...
Özgürlük mücadelesinin lideri William Wallace (Mel Gibson) tuzağa düşürülüp tutsak alınmış, sonuçta da işkence yapılarak korkunç acılar içinde can verme ya da nedamet getirerek işkence ve acıdan uzak “huzurlu ölüm” seçenekleri arasında sıkışmıştır. Birbirinden incelikli tekniklerle art arda yapılan işkenceler korkunçtur. Bir “Asi”nin “majesteleri” karşısında nasıl da pişman şekilde af dilediğini görerek böylece kendi ezilmişliklerini meşrulaştırıp içlerini rahatlatma imkânı arayan insanlar, işkencecilerle birlikte “Af dile, af dile” diye ona seslenmektedir. Hatta işkence o kadar korkunçtur ki “Cesur Yürek”in kalabalığın arasına sızmış olan mücadele arkadaşları bile onun yaşadıkları karşısında dayanamayıp çektiği acıların son bulması için “Af dile, af dile” diye sessiz çığlıklar atmaktan alamamaktadır kendilerini...

                                                                          ***
 
Nihayet tüm seyircilerin ve işkencecilerin dikkatini çekecek şekilde, bedeni lime lime olmuş adamın son bir gayretle dudaklarını kıpırdatarak bir şeyler söylemeye çalıştığı fark edilir. İşkenceci, “Mahkûm bize bir şeyler söylemek istiyor” diyerek yüzünde tiksinti verici, haz dolu bir ifadeyle seyredenleri susturur. “Cesur Yürek” William Wallace, karnını, kasıklarını, bağırsaklarını ve solunum sistemini de taramış bıçakların yarattığı tahribatla son bir söz söyleyebilmek için nefesini toplamaya uğraşır, uğraşır, uğraşır... Ve “Özgürlüüük” diye çığlık atarak noktayı koyar!..

                                                                           ***

Yenilen, özgürlük uğruna savaşan “Cesur Yürek” olmamıştır. Yenilenler, koskoca bir krallık, onun işbirlikçisi lordlar, bir “Asi”nin nedamet getirmesini sağlamaya çalışan görevliler, işkenceciler ve böyle bir “af dileme” ile kendi ebedi tutsaklık ve ezilmişliklerine mazeret üretmeyi arzu eden insancıklardır.
                                                                            ***
 
Cumhuriyet davasında üç gündür devam eden duruşmaları kesintisiz izlemeye çalıştım. Her gün, pek çok bakımdan, hepimize (mahkeme heyeti de dâhil olmak üzere) bir ders mahiyetinde oldu: Hukuk dersi (Akın Atalay, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör), gazetecilik dersi (Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Güray Öz, Önder Çelik), mizah dersi (Musa Kart), sanat-edebiyat dersi (Turhan Günay), “bilişim” dersi (Hakan Kara)... Ve bunların üzerine, tamamlayıcı, bütünleyici, hepsini kucaklayıp temize çekici mahiyette Ahmet Şık tarafından verilen “Özgürlük nedir, ne değildir”, bir başka deyişle “İnsanlık” dersi.
                                                                             ***
 
Ahmet’in savunmasını, daha doğrusu onun kendi deyişiyle (iktidar sahiplerine yönelik) bir “İtham” olan konuşmasını dinlerken canlandı zihnimde “Cesur Yürek” filminin krallar, lordlar ve onların ordularına karşı özgürlük için mücadele sahneleri... Ama Ahmet, “Cumhuriyet gazetesinde aradığınız örgüt, siyasi parti kılığında Türkiye’yi yönetiyor” sözünde en özlü karşılığını bulan 2 saatlik muhteşem konuşmasını “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diye tamamladıktan sonra; Mahkeme heyetinin sorularına verdiği cevaplarla açtığı “2. Perde”de; Öyle bir konuşma yaptı ki... “Cesur Yürek”in “Özgürlük” haykırışıyla bedenine, ruhuna, kimliğine, tüm varlığı ve varoluşuna çullanmış korkunç bir iktidarı, onun yardakçılarını ve ona kul-köle olmuşları hem püskürtüp, hem de teslim aldığı o son sahneyi bir kez daha seyrediyor hissine kapılmaktan kendimi alıkoyamadım!..

                                                                             ***

Ahmet’in “Cesur Yürek”liği karşısında takdir ve şükranla gözyaşlarımı sessizce içime akıttım! Bırakın bizi, gazetemiz Cumhuriyet’i, bu memleketin bile hiçbir zaman teslim olmayacağına ve teslim alınamayacağına inancım pekişti! Onunla aynı toprakta yoğrulmuş olmaktan, aynı havayı solumaktan, aynı memleketin insanı olmaktan onur, övünç ve mutluluk duydum!..


                                                                              ***

Abarttığımı düşünebilirsiniz. O zaman lütfen bugün bu gazetede bu yazıyla birlikte yer alan Ahmet Şık (müdafaanamesi değil) “İthamname”sine ilgi yönelterek onu dikkatlice baştan sona okuyun!.. Söylediklerimin “fazlası yok eksiği var” olduğunu göreceksiniz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Eeeey Türkiye, Eeeey Vicdan! - Nilgün Cerrahoğlu

“Bu ülkede insanların kulakları
Eeeey!’ diye başlayancümlelere aşinadır.
Ben de savunmamı ‘Eeeey vicdan!’ diyerek noktalamak istiyorum” diye sonlandırdı sözlerini Musa Kart...

Musa 35 yıldır karikatür çiziyor. Şimdi Demokles’in kılıcı gibi kafasının üzerinde sallanan “29 yıla varan bir hapis cezası” tehdidiyle yargılanıyor.
Yani çizdiği her yıla karşılık nerdeyse bir yıl hapis yatmak riskiyle yüz yüze!
Dokuz aylık Silivri tutsaklığı ardından “Balkanlar’ın en büyük adliye sarayı” Çağlayan’ın sauna gibi sıcak ve vıcık vıcık nemli ağır ceza mahkemesi salonunda, “terör örgütleri” ile “karikatür” arasında neden bir irtibat olmadığını, olamayacağını ve kendisinin her tür teröre yabancı bir konumda olduğunu anlatmaya çalışıyor. Karikatürün ayrıca ne olup ne olmadığını da açıklıyor ve tutarsız, akla ziyan suçlamaların hesabını vermek adına çaba harcıyor.
Mevsim sıcaklarının tavan yaptığı bu yapış yapış yaz gününde, denizde şezlonglarında güneşlenen yazlıkçılar, Kart’ın “Eeey vicdan!” çığlığını muhtemelen duymuyorlar.
 
‘İzmir Marşı’yla avunmak
Oysa bu çığlık yalnız iktidara değil, muhalefete de atılan bir çığlık aynı zamanda. Yalnız iktidardakilerin değil, muhalefettekilerin “vicdanını” da bağlıyor.
Bakıyorum orada burada, alışveriş merkezlerinin dikkat dağıtan cazibesine dalan herkes alışverişe devam ediyor. Kaldırım üstüne masalarını atan restoranlar ve kafelerde yaşam keyfini çıkarmayı sürdürüyorlar...
Çağlayan duruşmalarını izlediğim günlerden beri, etrafımdaki “günlük yaşamın acayip normalliği” ile duruşmada tanık olduğum devasa dramın arasındaki kopukluk beni afallatıyor. Sanki yaşadığımız tüm olaylar çok sıradışı değilmiş ve ülkede her şey her zamanki mecrasında akıyormuşçasına süregiden yaşam beni şaşırtıyor.
Çağlayan’dan çıkıp eve dönmek üzere her seferinde arabaya, vapura bindiğimde bu şaşkınlığı yaşıyorum.
İçerde gün boyu duyduklarımız, tanıklık ettiklerimize karşılık; günlük yaşamın sıradanlığına hayret ediyorum.
Dışardan bir göz “şizofren” olarak adlandırabilecek bu ikili/düal gerçekliğe baktığında, esasında Türkiye’de bir rejim değişikliği yaşandığını fark etmeyebilir.
Ama gerçekte bu çok yanıltıcı bir tablo ve bir avunmadan ibaret.
Geçen akşam örneğin duruşma dönüşü bir Burgaz restoranında yaşadığım üzere, gece vakti bangır bangır hoparlörle insanlar dışarıya “İzmir Marşı” verdiklerinde, “eski Türkiye”nin alışıldık düzenini hâlâ sürdürdüklerini varsayıyorlar...
 
Bir ‘metamorfoz’un davası
Ama Cumhuriyet davasına tam 5 sayfa ayıran Fransız “Liberation” gazetesinin yazdığı gibi, Türkiye çok başka bir “metamorfoz”dan geçiyor. Ve Çağlayan’daki Cumhuriyet davası bu “metamorfoz”un davası. Dolayısıyla bu “metamorfoz”a duyarlılık taşıyan herkesin, tatilci şezlongunda dalgınca uyuklamak yerine bu tarihi davayı alabildiğince yakından izlemesi lazım. Musa Kart, Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Güray Öz, Ahmet Şık, Turhan Günay, Hakan Kara, Akın Atalay, Bülent Utku, M. KemalGüngör, Önder Çelik, Emre İper arkadaşlarımızın birebir tarih yazan savunmalarına doğrudan tanıklık etmeleri lazım.
Yirmi gün önce “Adalet Yürüyüşü”nü tamamlayan Kılıçdaroğlu nerede mesela? Neden Çağlayan’da değil? Niye aramızda yok? “Adalet” uğruna 430 km. yol kateden ana muhalefet lideri, Musa Kart’ın -misal-“Eeeey vicdan!” yakarışını yaptığı anda, bu salonda olmalıydı. Duruşma salonunda evet 20 civarı CHP temsilcisi var ama bu yeterli değil. Gözler (en azından benim gözlerim!) Adalet Yürüyüşü sonunda iddialı bir manifesto ortaya koyan Kılıçdaroğlu’nu arıyor.
İngiltere’de İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn Ahmet Şık tişörtüyle görüntülenmeyi kendine eğer iş ediniyorsa, Kılıçdaroğlu’nun da bizzat burada olması gerekir.
Bu sıradan bir basın davası değil.
Hâlâ bunun ayırdına varmadınız mı?

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Parkeci, pideci davası - ÖZGÜR MUMCU

Cumhuriyet davasının soruşturma savcısı yani bugün tutuklu olan gazete yazar ve yöneticileri hakkında gözaltı kararı veren savcı, bir “FETÖ” davasında müebbet hapisle yargılanıyor. Bu, tek başına Cumhuriyet davasının çöktüğünü gösterir. 

Burada da kalmıyor iş. Davanın duruşma savcısı ise Cumhuriyet yazarı Mine Kırıkkanat’a bir yazısı nedeniyle Fethullah Gülen’e hakaret etti diye iddianame düzenlemiş. 

Cumhuriyet’i Gülen cemaatine yardım ve yataklık yapmakla suçlayanlar bu kişiler. Şimdi sizden yukarıdaki paragrafı bir daha okumanızı ve ardından derin bir nefes almanızı rica edeceğim.
Muhtemelen Türk hukuk tarihinin en saçma iddianamesiyle karşı karşıyayız. Cumhuriyet yazar ve yöneticileri pazartesi gününden beri bu tuhaf metni lime lime etti. Kendine saygısı olan bir insanın bu delilsiz, hukuk mesleğine hakaret niteliğindeki iddianameye sahip çıkması mümkün değil.
Parkecinin oğlu neden o lokantada yemek yedi, 6 yıl önce arabanı tamir ettirdiğin oto tamircisinin 8 sene önce çalıştığı şirket neden soruşturma geçirdi, 11 sene önce yanında çalıştığın avukat neden HDP’den milletvekili oldu, yaş gününde pide aldığın pideci “FETÖ”cü müydü gibi delillerden bahsediyoruz. 

Bunları yaşıyoruz. Gerçekten oluyor. Koca koca, cüppeli cüppeli beyler ve hanımlar devletin parasıyla kurulmuş, halka hizmet etmesi gereken adliye sarayında bu müsamereyi sürdürüyorlar.
Parkeci, pideci, tamirci davası bu. Cumhuriyet yazar ve yöneticileri kendilerini arayan tanımadıkları insanların telefonlarında ByLock var diye 9 aydır hapiste. Bu iddianameyi hazırlayan savcılara hodrimeydan. Paylaşsınlar bakalım telefon kayıtlarını. Kimlerle temastalar? Kimlerle konuşmuşlar?
Gülen cemaati için suç uydurmaktan yargılanan soruşturma savcısı? Yüreğin yeter mi telefon kayıtlarını açıklamaya? 

Gülen’e hakaret edildi diye yemeyi içmeyi bırakıp iddianame düzenleyen duruşma savcısı, göster bakalım telefon kayıtlarını? Bakalım kaçının telefonunda ByLock var? Pidecin kim? Parkecin kim? Oto tamircin kim? 

“FETÖ” sanığı duruşma savcısı ve Gülen’e hakaret edildi diye iddianame döşeyen duruşma savcısı. Açın bakalım banka hesaplarınızı. Bir de sizin pidecinizi, parkecinizi, oto tamircinizi görelim. Bakalım kimlere banka havalesi yaptınız, kimler size ne gönderdi? 

Neden Hüseyin Gülerce gibi cemaatin itirafçı imamı, yarın ne yana döneceği belirsiz bir cemaat elemanına koştura koştura gidip de her yerine Fethullah Gülen sinmiş bir bukalemunu tanık yaptınız?

Seçtiğiniz bilirkişi neden adını gizliyor? Kimdir? Var mıdır cemaatle bir ilgisi?

Türk ve dünya tarihine geçecek bu dava. Bir adet yahu ilaç için bir adet mi delil olmaz?

İktidar medyasından bile destek bulamayacak kadar delik deşik bir iddianameyi nasıl yazdınız?
Gülen’in müebbetle yargılanan sanığı, Gülen’e hakaret edildi diye yüreği hoplayan şahıs, farkında mısınız asıl siz yargılanıyorsunuz Çağlayan’da.

Gazetemizin yazar ve yöneticilerinin alnı ak, başı diktir. Umarız mahkeme heyeti kendi önüne iddianame diye konan bu saçmalığı hukukun, vicdanın ve adaletin gereğince değerlendirir. Cemaat yargısının çok örneğini verdiği hukuki bir utançtan yargıyı kurtarır.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

MOSSAD Devleti + Seçmece gazeteciler!! -Ayşenur Arslan /halkTV-

MOSSAD Devleti  Anadolu Ajansı’nın ne zaman kurulduğunu biliyor musunuz?  6 Nisan 1920. Millet Meclisi’nin açılışına daha günler vardır. Aja...