Lozan’daki azınlık dengesi - ALİ SİRMEN

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Yunanistan gezisi sırasında Lozan’ın gözden geçirilmesini telaffuz etmesi, konuyu Ege’nin iki yakasında da gündeme getirdi. Ege’nin batı yakasında Türk fobisi, öküz altında buzağı aranmasına yol açarken, Ege’nin doğusunda Tayyip Bey’in daha önce Lozan konusunda söylemiş olduğu sözler, çağrının içeriği konusunda tereddütlere neden oldu.
Pazar günü bu sütunda emekli büyükelçi, değerli diplomat ve tecrübeli siyasetçi eski milletvekili, yazar Dr. Onur Öymen, Cumhurbaşkanı’nın çıkışı hakkındaki görüşlerini ağırbaşlı üslubuyla tüm yönleriyle irdeleyip görüşünü dile getirdi. 


Onur Öymen, konuyu enine boyuna irdeleyen görüşlerini şu özetleme tümcesiyle bitiriyordu:
- Şimdi yapılması gereken Lozan’ın gözden geçirilmesi değil, Yunanistan’ın anlaşmaya uymasını sağlamaktır.
Pazartesi günkü Hürriyet’te, Genel Yayın Yönetmeni Fikret Bila, konuyu Atina Anlaşması’nı da zikrederek bir kez daha yazınca, tartışmanın bir süre daha devam edeceği anlaşılmış oldu. 

***

Lozan Antlaşması’nın üçüncü bölümünde (37- 45. maddeler) düzenlenen “azınlıklar” konusu, son yıllarda Atina ile Ankara arasında sık sık zıt yorumlara neden olmuştur. 
 
Antlaşma metninde hep “Müslüman ve Müslüman olmayan azınlıklar” deyimleri kullanılmış olması nedeniyle, Yunanistan Türkiye’nin Lozan’a dayanarak, “Batı Trakya Türkleri”nden söz etmesine hep karşı çıkmış, “Batı Trakya Türkleri yok, Batı Trakya Müslümanları var” demiştir. Lafzi tefsire göre yapılan bu çıkış, antlaşmanın gayesine uygun tefsiriyle anlamsız kalmaya mahkûmdur. 
 
Lozan’ın 37. maddeden başlayan azınlıklar bölümünü okuyunca, hep Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklara ve Rumlara yükümlülüklerinin dile getirildiği görülür. Yalnızca bölümün sonunda 45. maddede şöyle denir:
İşbu bölüm hükümleriyle Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıkları için tanınan haklar Yunanistan tarafından da kendi topraklarında bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır.”
Lozan’dan sonra, Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan mübadelenin ardından, değişimin dışında tutulan Gökçeada (İmroz), Bozcaada (Tenedos) ve İstanbul’daki Rum nüfusun 180 bin olduğu tahmin ediliyor. 
 
İşte Lozan, iki ülke arasındaki mübadeleden sonra kalan azınlıklar konusunda karşılıklı bir dengeyi öngörmektedir. 37 - 44. maddelerde Bozcaada, Gökçeada ve İstanbul’daki 180 bin Rum’a ve diğer gayrimüslimlere tanınan haklar sıralanmakta, 45. madde de aynı hakların, Yunanistan’daki (mübadele dışı bırakılmış olan Batı Trakya’da yerleşmiş) Türklere de verilerek, dengenin altını çizmektedir.
1927 yılında mübadele sonrasında, İstanbul, Bozcaada ve Gökçeada’daki Rum nüfus 180 bin olarak hesaplanmaktadır. 
 
Ne var ki, önce 1955 6 - 7 Eylül olayları, DP döneminde Bozcaada’ya yerleştirilen Ticani Pilavoğlu aracılığıyla sürdürülen baskılar, 1964 Kıbrıs olayları dolayısıyla uygulanan zorunlu göç ile bu nüfus önce 120, sonra hızla 60 bine düşmüştür.
Bugün Türkiye’deki Rum nüfus 4 bini geçmemektedir. 
 
Görülüyor ki, Lozan’ın kurduğu ve her iki tarafın karşı tarafın azınlıklarının haklarına uymasının bir anlamda güvencesi olan azınlık dengesi bozulmuş, Yunanistan’da Batı Trakya’da, çok güç koşullar altında da olsa varlığını sürdüren Türk azınlığa karşılık Türkiye’de Rum azınlık hemen hemen kalmamıştır. 
 
Böyle bir ortamda, Lozan’ın yeniden gözden geçirilmesi önerisinin Türkiye açısından ne götürüp ne getireceğini takdirinize bırakırım. 
 
Diplomasi, dikkat ve incelik ister. Söylenecek bir söz, kullanılacak bir deyim, dikkatsizce ortaya atılmış bir öneri, yarardan çok zarar getirir.
Düşünmeden söylenen bir sözün nelere mal olacağının örneğini Kenan Evren’in, General Rogers’in asker sözüne güvenerek, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüş kapısını açan davranışıyla acı bir şekilde gördük. 
 
Bari sivil politikacılarımız, uluslararası konularda bundan böyle daha dikkatli konuşsalar.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Nereye gitti bu Ortadoğu solu? - İBRAHİM VARLI

Evet, nereye gitti bu Ortadoğu solu?
Sanmayın ki Ortadoğu hep böyle dinci gericiliğin, Selefi köktendinciliğin esiriydi! Selefi/Vahabi radikalizm hiç eksik olmadı bu kadim coğrafyada ancak bunun yanında çok güçlü bir sol damar hep olageldi. Ve günümüzde bu sol damardan eser yok! Post modern kimlikçi siyasetlerin ön plana çıktığı, etnik, dinsel, mezhepsel fay hatlarının harekete geçirildiği Ortadoğu’da tüm siyasal, toplumsal yaşam bu “zamanın ruhu”na göre şekilleniyor. Haliyle de kimlik üzerinden, aidiyetler üzerinden sürdürülen çatışmalar belirleyici oluyor.

 Bu kimlikçi döngüden şu an için çıkmak elbette ki hiç kolay değil. Ama imkansız da değil. Kimlikler üzerinden, dinsel aidiyetler üzerinden verilen kavga da yeni çatışmalara, krizlere gebe. Bu bakış açısının yarattığı handikaplar tüm siyasal alanı hapsederken, meselelerin aslının da gözden kaçmasına yol açıyor. Bu nedenledir ki Kudüs gibi çok katmanlı bir mesele dinsel kodlar üzerinden okunurken büyük bir yanlışa düşülüyor, hiç olmaması gereken Yahudilik-İslamcılık çatışması üzerinden politik bir sorun din meselesine indirgenerek bağlamından koparılıyor.

Bir zamanlar sol rüzgârlar esiyordu
Selefi/Vahabi gericiliğin dört bir tarafı sardığı, radikal İslamcı gericiliğin bugünlerde hiç olmadığı kadar çoraklaştırdığı bu coğrafyada bir zamanlar çok güçlü bir sol gelenek vardı. Yemen’den Mısır’a, Lübnan’dan Filistin’e, Afganistan’dan İran’a, Suriye’den Irak’a uzanan geniş coğrafyada Sovyetler’den de beslenen sol parti ve akımların rüzgârı esiyordu.

O zamanlar da İslamcılar vardı ama onlar da esen rüzgârın etkisindelerdi. Filistin solu, Lübnan solu, Mısır solu uluslararası Marksist aktörler, teorisyenler çıkarmış topraklardı. Dünyanın dört bir tarafından solcular, Marksistler Filistin’le, Lübnan’la dayanışmak için Ortadoğu’ya akın ediyordu. Enternasyonalist dayanışmanın en güzide örnekleri sergileniyordu. Bölgenin her bir köşesinde bu dayanışmanın izlerini görmek mümkün. Batı Şeria’da, Filistin genelinde,  Beyrut’ta, Aden’de, Şam’da, İskenderiye’de ve daha nice kentte.

Bir zamanlar Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, İran’da güçlü sol, komünist partiler vardı. Afganistan Komünist Partisi’nin gücü sadece Sovyetlerden kaynaklanmıyordu. Güney Asya’nın en büyük komünist hareketlerindendi.

Iraklı komünistlerden İran ve Mısır soluna
İtalyan yazar İlario Salucci’nin yıllarca Irak’ta kalarak hazırladığı ‘Irak’ta Solun Tarihi’ adlı kitabında bir zamanlar Ortadoğu’nun en devrimci gücü olan Irak Komünist Partisi’nin tarihini, solun seküler laik güçlü damarını muazzam şekilde aktarır.

Kitap esasında “Arap dünyasını modern sınıf mücadelelerinin ve seküler siyasi hareketlerin uğramadığı bir ‘Ortaçağ coğrafyası’ olarak okuyan, Türkiye gibi bu coğrafyaya komşu ve ortak bir geçmişe sahip bir ülkenin/bölgenin insanlarının bile veri kabul ettiği önyargıları yıkması itibariyle” oldukça önemli.

Bölgenin en seküler siyasi geleneklerine sahip ülkelerinin Mısır’ın, Irak’ın, Suriye’nin, İran’ın, Afganistan’ın solunun öncülük yaptığı sınıf mücadeleleri iktidarları sarsıyordu. Suriye bugün dahi çok parçalı yapısına rağmen çok sayıda sol sosyalist partiye sahip. Her renkten sol sosyalist partiye rastlamak mümkün. O görkemli İran solundan bahsetmeye dahi gerek yok.

‘Yeşil kuşak’tan ‘Ilımlı İslam’a Abd emperyalizmi ve siyasal İslamcılar el ele!
Peki, nereye gitti bu sol? Esasında bir yere gittiği de yok. Hâlâ varlar ve oradalar. Ancak güçsüzler, dağınıklar ve ABD emperyalizmi ve dincilerin el ele vermesi nedeniyle kafalarını çıkarabilecek durumda değiller. ABD emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş konseptinde ektiği dinci gericilik palazlandı, dört bir tarafı sarıp sarmaladı.

“Yeşil kuşak Projesi”nden “Ilımlı İslam”a uzanan hatta, islamcılar ABD emperyalizmin öncü müfrezesi olarak kullanıldı. İslamcılar, ABD-İngiliz emperyalizminin ayak oyunlarıyla sola karşı beslendi, korundu, kollandı. Bölge adım adım gericileştirildi.

Peki ne oldu?
ABD emperyalizminin ortaya sürdüğü İslamcı projeler adeta birer Frankeştayn’a dönüştüler. Bugün bu canavarlar sadece bölgeyi Ortaçağ karanlığına sürüklemekle kalmadı, kendisini var eden sahiplerini vurmaya de başladı.
IŞİD’ler, El Kaide’ler, El Nusra’lar, Horasanlar, Eş Şebaplar, İhvancılar bu iklimin eseri.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Sizin alınız al, morunuz mor - SERKAN ÖNGEL

Türkiye ekonomisi hızla büyüyor. Son çeyrek verileri bize bu büyümenin yüzde 11,1’e ulaştığını söylüyor. Ekonomik atılımın yanında, özgüveni yüksek bir liderlikle yedi cihana meydan okuyoruz. Gün geçmiyor ki “Eyyyy” hitabının yanına yeni bir lider daha gelmesin. Kararlılık konusunda istikrarlı bir durum söz konusu olmasa da, ihtiyacımız olan bu sanki. Dünyaya meydan okumak istiyoruz. Ekonomiden siyasete, siyasetten spora kadar, bilimden, insan haklarına kadar, bizden iyisi yok!
Bize duymak istediklerimiz söyleniyor. Gerçek olup, olmaması önemli değil!

Dostlarımız ve düşmanlarımız konusunda konjonktür bize yol gösteriyor. George Orwell’ın 1984 romanındaki gibi Okyanusya ve Avrasya arasında gidip gelen dostluk-düşmanlık ikilemi sanki bizi de esir almış durumda.
ABD mi dostumuz, Rusya mı?
Suriye dost mu, yoksa düşman mı?
Barzani kim?
İran nerede?
Halep düştü mü?
Musul’u aldık mı?
Hangi ülkenin hangi vilayeti kaçıncı ilimiz?
Nerede, ne zaman ve kiminle Şam’da buluşacağız?
Afrin kimde kalacak? Kudüs kimin başkenti?
Sarraf saygın ve hayırsever bir işadamı mı, yoksa iftiracı bir hain mi?

Eyyyy okur! Bunlara verecek cevabınız yok mu?

İstihdam son 1 yılda 1 milyon 355 bin kişi artmış. Neden alkışlamıyorsunuz? Tamam biz de biliyoruz, istihdama katılan bu yeni her beş kişiden dördü stajyer ya da kursiyer. Bunların harçlıkları da işsizlik fonundan veriliyor tamam. Ama her şeye kötü yanından bakmayın lütfen. Sonuçta istihdam arttı mı? Arttı. İstihdam yaratmada bir numara mıyız? Evet bir numarayız.
Sonra dünyanın en hızlı büyüyen ülkesi oldu Türkiye. Az çekmediler arkamızdan bu kararlı yürüyüşümüzü durdurmak için. Biz de hızımızı alamadık. Yöntem değişmiş, geçtiğimiz yıl eksilerden gelmişiz, borçlanma almış başını gitmiş, asgari ücret enflasyon karşısında ezilmiş ne fark eder. Bize hayallerle geçen günlerimiz yeter!

BDDK verilerine göre 2016 yılında 3. çeyreğinde ortalama tüketici kredisi borcu 318 milyar TL idi. Bu rakam 379 milyara yükseldi. Sizce bu bir başarı değil mi? Bir yılda 61 milyar TL borçlanmışız tüketici olarak. Türkiye’de TÜİK verilerine göre yaklaşık 22 milyon hane var. Bir yılda hane başına kredi borcumuz 2.757 TL artmış. Asgari ücretlinin yaklaşık iki aylık ücreti kadar borçlanmışız.
Hazine verilerine göre aynı dönemde merkezi yönetim borç stoku 114 milyar TL artmış. Toplamda 712 milyardan 827 milyara ulaşmış. Yurttaş başına 10 bin TL düşüyor merkezi yönetim borç stokundan.
O kadar da olacak artık.
Devlet idare etmek kolay mı? Sarayı var, TOMA’sı var, makam araçları var, seçimi var, geçimi var. Az bile borçlanmış devletimiz.

Sonra geçtiğimiz yıl aynı çeyrekte küçülmüştü Türkiye ekonomisi. Bu veriler kayıptan kazanç bir nevi. Örneğin 2016 yılının 3. çeyreğinde mal ve hizmet ihracatı 2015 yılının aynı dönemine göre yüzde 9,4 azalmıştı. Bu yıl ise 2016 yılının 3. çeyreğine göre yüzde 17,2 arttı. 2015 yılına göre artış ise sadece yüzde 6,3.

Asgari ücret açısından örnek verelim. Bu yıl enflasyon (TÜFE) artış oranı, kasım ayındaki verilerle sonuçlanırsa, asgari ücretli 2017 yılını alım gücünü yüzde 4,5 yitirerek kapatacak. Diyelim ki yeni yılda enflasyon hedefi Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın bütçe sunuş konuşmasında olduğu gibi yüzde 7 olarak belirlendi. Ve diyelim ki bu hedefe karşın asgari ücret artış oranı yüzde 12 olarak belirlendi. Asgari ücret AGİ dahil 1572 TL’ye yükseldi.
Hükümet çıkıp: “Biz asgari ücretlimizi düşündük.
 Cumhurbaşkanımızla da konuştuk. İşveren ve işçi sendikalarımızla da anlaştık. Yüzde 7 enflasyonun yanında 5 puan da refah payı veriyoruz” derse ne olur?
Haklı olur mu?
Bu durumda asgari ücretli geçtiğimiz yıldan bu yana enflasyonun yüksek çıkmasından dolayı yaşadığı toplamda 500 TL’ye varan az alım gücü kaybına mı yansın, refah payı diye bir önceki yılın alım gücü kaybının marifetmiş gibi kendisine verilmesine mi?

Ekonomik büyümede durum bu biraz. Hele takvim ve mevsim etkisi dahil edildiğinde enflasyondan arındırılmış büyüme oranının yüzde 1,2 olduğunu bilseniz muhakkak canınız sıkılır. Ben söylememiş olayım.
Her şey çok mükemmel!

Son söz olarak ben bu hükümete inandım. “Alı al, moru mor.” Ancak sokakta işsiz gezen, pazarda filesi boşalan, borcu artan bu halk da inanacak mı?

SERKAN ÖNGEL / BİRGÜN

İnsan insan dedikleri haktır - TURAN ESER

İnsan hakları haftasında, insana ve haklarına dair ne yazmalı ? 
Peki nasıl yazmalı? 
Çünkü insanı ve haklarını yazmak hem aşk, hem hak, hem de politiktir.

Yeryüzü ve gökyüzü egemenliklerine karşı borçlu bırakılmış, biat etmediğinde ise suçlu kılınmış insanı ve hakları nasıl yazmalı?

İnsanı, onurunu ve haklarının ayaklar altına alındığı bu rezil dünya da hakikat nasıl dile gelmelidir?
Payına “borçlular” ve “suçlular” listesine düşmüş insan nasıl anlatılır ki? Yazarken bile zorlandığınız, borçlandığınız ve suçlandığınız bir konu. Yine de insanı yazmalı.. Kalbin gözünü, vicdanın dilini mürekkep edip yazmalı.

19.yüzyılda tanrıyı, 21. yüzyılda da insanı öldürdüğümüzden beri, insanı ve haklarını özler hale geldik. İnsanı, onurunu ve haklarını unutmaya başladığımız dünyadayız. “İnsan dedikleri de kim” diye sormayı da unuttuk.

Oysa insan, 16. yüzyılın başlarında Muhyiddin Abdal’ın bir nefes olup,
“İnsan insan derler idi/İnsan nedir şimdi bildim/Can can deyu söylerlerdi/Ben can nedir şimdi bildim” diye dile getirdiği can’dan başkası değildi.

Makineye, iktidara, makama, paraya, hırsa bağlananlar, “insan insan dedikleri kim” diye sormayı unuttu. Sadece sormayı değil, savaşlarını da insana karşı açtılar.

Oysa; insan candır, insan haktır ve sevdadır. Keramettin kendisi ve emeğin yaratıcısıdır. Kalbindeki atışlarında sevgiyi, hasreti, özlemi, aşkı, vicdanı ve hakkı öğretendir.

Hak insandadır. Ama hak insana bırakılmamıştır. İnsan unuttuğumuzdur. Canına, malına, onuruna ve hakkına okuduğumuzdur. Suçlu, borçlu kılıp, kurban seçtiğimizdir. İnsan aslında kimsesizdir. Yalnızlaştırdığımız dipsiz kuyudur.

Elimizi kalbindeki atışlara koymadığımızdır. Sofrasında yavanlaşan lokmasını görmediğimizdir.

Kim mi İnsan?
Yoksunluktan, yoksulluktan, açlıktan ve çaresizlikten kalbine dökülen gözyaşlarını silemediklerimizdir. Aç yatırdıkları çocuklarını seyrederken, hıçkırıklı ağlamalarını durduramayanlardır.

Düşünme hakkını ve muhabbetini öldürüp, iç konuşmalarına mahkûm ettiğimizdir. Nefes alıp verdiğine sevinmek yerine, şehitliklerine kutsallık atfedip, nutuklar çektiğimizdir.
İnsan, iktidar hırsları için “benden yana mısın değil misin” derinliğinde kurulan sahte dostluklarla, sandıklara atılan oy sayısıdır. Havaya kaldırılan ellerdir.

Hayallerini, hazlarını, huzurlarını, “devlet ve milli irade” adına yok ettiğimiz, itiraz edenleri de “suçlu” ilan ettiğimiz çocuklar, gençler ve yaşlılardır.

Doğarken attığı ilk çığlığı duymadığımız, Hakka yürüdüğünde verdiği son nefesini koklamadıklarımızdır.

Denizlerin derinliklerinde mezarsız ve kefensiz yatan binlerce mültecinin bedenleridir. Bedenleri seks ve fabrika atölyelerinde satılık çocuklardır.

Zordur insan olmak. Boşa söylememiş Bertolt Brecht “insan olmak büyük iştir; bütün bir yaşam bile bu işe yetmeyecektir” diye.

İnsan Kim mi?
Haklarını borçlandığımız değil, ömür boyu suçluymuş gibi borçlandırdıklarımızdır. İtaat ve teslimiyet için kutsal kurbanlardır.

Canlılar içinde tek borçlu ve suçlu olan insandır. Borçlu ve suçlu olmak kolay değildir. Tanrıya kulluk ile borçlandırılmanız yetmez, bir dini ne iman ile borçlanırsınız. Gökyüzü ve yeryüzü dünyasının tanrılarına itaat edip ya kutsalların ya da lanetlenmişlerin sınıfına dahil olursunuz.

Yetmez...

Devlete vergi borçlusu olursunuz. Hayat boyudur bitmez. Ölsen bile kurtuluş yok, arkadan cenaze vergisi alırlar.
Asker olur, vatan borcu ödersin.
Patrona mesai borçlusudur insan. Emeğiyle ödemek zorunda kalır.
Çok basit bir şeyden bahsetmiyoruz. İnsan, onuru ve haklarından bahsediyoruz.
Resmi belgeler “her insan, temel haklara sahiptir” diye yazar. Ama sadece yazar. O kadar.
Ama okumasını ve uygulamasını bilen devlet ve din yoktur.

İnsana ait temel evrensel insan ve çocuk hakları, özel bir ayrıcalıktan ziyade kazanılmış "insan hakları" olarak bilinir.

Ne insanlık, ne haklar bir “izne” tabi değildir ve izin verilerek yaşanmaz. Bunlar, insan insan, haklar da hak olduğu için yaşanır.

Çünkü insan hakta, hak insandır.
Başka hiç bir güç ve irade bunun üzerinden söz söyleme ve yetki kullanma hakkına sahip değildir. Çünkü bunlar insan haklarının evrensel değerleridir ve ilkeleridir.
İnsan hakkı, hakta insanı korur.

Doğuştan kazanılmış haklar gibi, insanın ağır bedeller ödeyerek, insanı ve onurunu her türlü zararlardan, ayrımcılıktan, adaletsizlikten, zulümden korumak için kazandığı hakları vardır.
Bu haklar, insanların barış ve huzur içinde, eşit haklarla ve eşit insan olarak bir arada yaşaması içindir. Barış, eşitlik ve hak talebinin suçlandığı yeryüzü dünyası, insan ve haklar zindanlığına dönüşüyor.

Haklar zindandaysa, insan hakları da yoktur. İnsan insan dedikleri hakları ile vardır. Hak yoksa, ayrımcılık, adaletsizlik, baskı, zulüm, işkence, yoksulluk, açlık ve modern kölelik vardır.
İnsana Dayatılan ve Öğretilen Modern Köleliktir.

İnsan ve hak ihlalleri mezarlığına dönüşmüş dünyada, insanın tek borcu kendi geleceğine dair mücadeleye olmalı.

İnsanı ve haklarını zalimce kuşatanların, körleşmeyi, sağırlaşmayı ve dilsizleşmeyi vaaz eden, insanı siyasal, dinsel, ekonomik ve düşünsel köleleşme çağrılarına, Muhyiddin Abdal’ın nefesiyle, 
“İnsan insan derler idi/İnsan nedir şimdi bildim/Can can deyu söylerlerdi/Ben can nedir şimdi bildim” demektir.

Turan Eser / BİRGÜN





NOT: Bu yazının ardından Fazıl Say’ın bestesi ve Muhyiddin Abdal’ın sözlerinden „İnsan İnsan Dedikleri“ eseri dinlemenizi salık veririm.

Hormonlu büyüme - SEBAHAT KARAKOYUN(SÖYLEŞİ)

Prof. Dr. Erinç Yeldan “Dışarıdan sağlıksız bir şekilde pompalanan sıcak para girişine, içeride ise yurttaşların ve kamunun borç stokunun artmasına dayanan yapay teşviklerle uyarılmış bir büyüme dalgasına” işaret ediyor.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Türkiye ekonomisinin Temmuz-Ağustos-Eylül dönemini kapsayan üçüncü çeyrekte beklentilerin de üzerinde bir şekilde yüzde 11.1 oranında büyüdüğünü açıklaması, ekonomik veriler hesaplama yöntemleriyle ilgili tartışmayı bir kez daha gündeme getirdi. Bilkent Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erinç Yeldan, dışarıdan sağlıksız bir şekilde pompalanan sıcak para girişine, içeride ise yurttaşların ve kamunun borç stokunun artmasına dayanan yapay teşviklerle uyarılmış bir büyüme dalgası ile karşı karşıya bulunulduğuna dikkati çekerek,”Hormonlandırılmış bir büyüme dalgası var” değerlendirmesi yapıyor. Yeldan, 1993 ve 2000’de yaşanan benzer büyüme dalgalarının ardından yaşanan krizlere dikkati çekiyor. Prof. Dr. Yeldan’ın sorularımıza verdiği yanıt büyüme rakamlarının arka planını da gözler önüne serdi.

»Üçüncü çeyrek için yüzde 11.1 olarak açıklanan büyüme oranı inandırıcı bulunmadı ve tartışma yarattı. Sizin değerlendirmeniz ne bu konuda?
Türkiye ekonomisi, son 20 senedir daha da şiddetli, 1989 sermaye hareketlerinin serbestleştiği dönemden yani açık ekonomi olduğu dönemden başlayarak yurt dışarıdan sermaye girişleri olduğu zaman büyüyen, sermaye girişlerinin temposu yavaşladığında da küçülen, sermaye çıkışı olduğu zaman da doğrudan krize giren bir ekonomi görünümünde. Cari işlemler açığının 12 aylık birikiminin 41 milyar dolara ulaştığı Türkiye ekonomisinde kayıtsız, kalitesiz, net hata ve noksanda bile yer almayan bazı sermaye hareketlerinin doğrudan doğruya denetim altına aldığı bir döneme ilişkin hızlı bir büyüme var. Yaz ayları genelde dolar kurunun göreceli olarak düşük seyrettiği aylardı. Bu dönem içerisinde Türkiye ekonomisinin yüksek büyüme hızı almasının doğal karşılanması gerekiyor. Ancak bir sene önce, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve izleyen siyasal çalkantı döneminin yansıması olarak Türkiye ekonomisi geçen senenin eş değer üçüncü çeyrek döneminde daralmıştı. Dolayısıyla bu düşük baz etkisine dayanarak büyüme çok daha yüksek çıktı. Varmak istediğim nokta şu, kişisel olarak çok beğenmesem de, mevsimsel etkilerden arındırılmış büyüme rakamlarına bakmamız gerekiyor. Türkiye’nin son bir yılını bir önceki eşdeğer döneme görece değil, çeyrek dönemler itibari ile teker teker bakmamız gerekiyor. Mevsimsel etkilerden arındırılmış olarak.

»O zaman nasıl bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz?
Bu yılın üçüncü çeyreğini mevsimsel etkilerden arındırılmış bir şekilde, ikinci çeyrekle birinci çeyrekle ve 2016’nın dördüncü çeyreği ile teker teker karşılaştırmamız gerekiyor. Bu çok daha anlamlı. Çünkü üçüncü çeyrekten üçüncü çeyreğe baktığınız zaman baz etkisinden arındırılmış bir analiz yapmamıza olanak yok. Böyle baktığımız zaman örneğin GSYH üçüncü çeyrek dönem itibari ile yani bir dönem önceki çeyrek dönem itibari ile yüzde 1.2 büyümüş gözüküyor. İkinci çeyrekte bu rakam 2.2, bunlar TÜİK’in 10 No’lu tablosundan aldığım veriler. Birinci çeyrekte 1.6, 2016’nın dördüncü çeyreğinde ise 4.9. Yani Türkiye ekonomisi son dört çeyrektir çeyrek dönem hızları itibari ile mevsimsel etkilerden arındırılmış şekilde sırasıyla 4.9, 1.6, 2.2, 1.2 olarak aslında düşen hıza sahip. Sanayi sektöründe aynı rakamlar sırasıyla 2016’nın dördüncü çeyreğinden başlayarak 8.5, 1.1, 3.0, mevcut dönemde -1.3’tür. Yani çeyrek dönemde büyüme hızı, Türkiye ekonomisi üçüncü çeyrekte ikinci çeyreğe göre -1.3 küçülmüş durumdadır. İnşaata bakıyorsunuz 4.6, 1.5, 5.7, 5.4. Yani Türkiye ekonomisi çeyrek dönem itibari ile mevsimsel etkilerden arındırılmış olarak inşaata dayalı büyümesini sürdürüyor. Mevcut rakamlarla 15.2 diye ilan edilen yıllık büyüme rakamını mevsimsel etkilerden, baz etkisinden arındırdığınız vakit aslında -1.3’lük bir küçülmeye tekabül ediyor.

»Açıklanan rakamlarla uyuşmayan bir tablo ortaya çıkıyor yani.
Ortada bir büyüme var kuşkusuz. Bu büyümenin niteliğinin sağlıksız olduğunu defalarca söylüyoruz. Türkiye 1993’te de böyle bir büyüme dalgası yaşadı. Daha sonra 2000’de yaşadı. 1993’te dışa açılan bir ekonomiydik, Türk Cumhuriyetlere örnek olan büyük bir önder lider ekonomiydik, 94 krizi oldu. 2000 yılında başarı ile IMF programını izleyen, enflasyonu en hızlı düşüren ekonomiydik, kriz geldi. Şimdi tekrardan “dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasındayız istikrarlı büyüyoruz, Türkiye’nin geleceği açık, dünya bizi kıskançlıkla izliyor vs.”… Bunların arkasından sağlıksız bir şekilde pompalanan dış sıcak para girişlerine dayalı içeriden de gerek hane halkının borçlanması gerek kamunun borç stokunun artmasına dayanan yapay teşviklerle uyarılmış büyüme dalgası var. Dışarıdan gelen sıcak para, içeride de bütçe dengelerini sarsıcı şekilde teşviklendirilmiş hormonlandırılmış bir büyüme dalgası var.

»“Hormonlu büyüme” olarak nitelenen bu tablo sürdürülebilir mi?
Bundan önceki saman alevi gibi sıçramalı büyüme dalgalarından bağımsız farklı bir görünüm yok. Bundan sonra ne olacağını da biliyoruz. Ekonomi düşerken büyüme rakamı daha küçüktür. Küçülmüş bir ekonominin büyümesi olduğundan çok daha büyük tedirginlikte rakam verir. Mevsimsel etkilerden arındırmak gerekir. Geçen senenin Temmuz ayında gelen üçüncü çeyrek baz etkisini arındırmak lazım. Bunu yaptığınız zaman Türkiye ekonomisinin aslında çeyrek dönemler itibari ile düşen bir tempoda büyüdüğünü ve büyüme temposunun aslında düştüğünü görüyoruz. Hâlâ büyümeyi sürükleyen olgunun da inşaat sektörü olduğunu inşaat sektöründeki durgunluk ve aşırı arz fazlasının da Türkiye ekonomisinin başına çok ciddi sorunlar yaratacağını biliyoruz.

»Geleceğe ilişkin bir kriz iddiası dolaşırken aslında inşaat sektörü çok önemli bir risk olarak değerlendiriliyor.
İnşaat sektörü, sanayi ve tarım sektörü gibi değil. İnşaat ithalata bağımlı bir sektör. Çoğunlukla ithalattan oluşan elektrik aksamı ile içindeki aksamı ile... Döviz kazandırıcı olmayan bir faaliyettir. İnşaat yapıyorsunuz oluyor, bunu bir yere satmanız gibi bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla döviz kullanan döviz kazandırmayan bir sektör. Bu bakımdan da inşaata dayalı büyüme dış ticaret açığının genişlemesine ve Türkiye’nin dış dengelerinin sarsılmasında önemli rol oynuyor. Sanayi sektörü öyle değil, sanayi sektöründe ürettiğini mali ihraç da ediyorsunuz ithal da ediyorsunuz. Bu bakımdan da inşaat sektörüne dayalı bir büyüme çok kaygı verici. Hafta sonu işsizlik rakamları gelecek. Mevcut durum Türkiye’nin yüzde 10 unun üzerine çıkmış olan işsizlik rakamının aşağıya indirecek yüzde 11.1 lik saman alevi gibi büyümeyi eşdeğer bir istihdam olacağından kaygılarımız var. Eğer bu kaygılarımız da gerçekleşirse Türkiye 2000 li yılların 1990 lı yılların geleneksel, artık yapısal olarak kronikleşmiş istihdam yaratmayan, sermaye girişlerine bağımlı, yapay teşviklerle şişirilmiş, biraz da istatistiğin oynaması demek istemiyorum ama yeni milli gelirin sadece hacim endeksi ile hesaplanmasının sonuçları bunlar. Yaratılmış hormonlu bir büyüme dalgası ile karşı karşıyayız.

 SEBAHAT KARAKOYUN / BİRGÜN

Sorunu halk kendisi çözecek - İLKER BELEK

skiden orduya güvenilirdi. Atatürk’ündü. Laikti, antiemperyalistti. Sathı savunur, yurtta ve cihanda sulhu sağlardı. İktidar cumhuriyetin yolundan saptığında nasıl olsa müdahale eder, siyaseti rotasına sokardı.

Cumhuriyetçi, laik kesim ile ordunun buluşması son olarak Cumhuriyet Mitingleri’nde vuku buldu. Hatırlanacağı gibi ilki Nisan 2007’de, cumhurbaşkanlığı seçimlerine iki hafta kala Ankara’da yapıldı. Bundan yalnızca iki gün önce ise genelkurmay başkanı (sonradan Dolmabahçe’de Erdoğan ile sırlarını öte tarafa götürme sözüyle hayati bir anlaşma yapan) Büyükanıt “cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil, özde sahip bir cumhurbaşkanının seçileceğini umut ediyorum” açıklaması yapmıştı. O günlerde, mitinglerin önemli sahiplenicilerinden birisi olan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin genel başkanlığını eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur yürütüyordu.
Neyse, cumhuriyetçi kesim o savaşı kaybetti. Sonrasında AKP orduyu ele geçirmek üzere istikrarlı bir operasyon yürüttü. En nihayetinde 15 Temmuz Fethullah darbe girişiminin ertesinde de doğrudan kendisine bağladı. Cumhuriyetçileri ordusuz bıraktı.

Öte yandan şimdilerde ABD’nin AKP üzerinde yürüttüğü operasyondan da neredeyse aynı içerikli beklentilerin mevcut olduğu görülüyor.
Rıza bir şey söyler mi?
Erdoğan’ı ifşa eder mi?
ABD bu deliller üzerine AKP’nin ipini çeker mi?
Berat’a, Erdoğan’a ceza keser mi?
Bunların gündemde olduğunu, ABD’nin AKP’den vazgeçtiğini biz de söylüyoruz. Ancak buradan hareketle ABD’nin yapacaklarından Türkiye lehine bir sonuç beklentisi içinde olmak, eğer cehalet değilse, halka ve memlekete ihanet anlamına gelir.

Ordunun laik kesim üzerinde bıraktığı olumlu izlenim özellikle 1961’deki müdahalesine dayanıyordu. Demokrat Parti dini siyasallaştırmış, Amerikancı çizgiye oturmuş, koyu bir istibdat rejimini yürürlüğe koymuştu. Dinle ilişkilenmesi cumhuriyetçileri ve alt kademe subayları rahatsız ediyordu. Ordunun bir darbeyle yönetimi ele geçirmesi ve ardından da kısa süre içinde CHP’ye teslim etmesi yürekleri serinletmişti.

Ama aynı ordu 1980 12 Eylül’de bu kez ters doğrultuda bir darbe yaptı. İmam okullarının önünü açan süreç o darbenin ürünü oldu. Meydanlarda elde Kuran nutuk atan da darbeci başı Kenan Evren’di. Buna rağmen o günlerde iktidarda Demirel, Türkeş, Erbakan koalisyonunun bulunuyor olması cumhuriyetçi kitlelerin darbeye sıcak bakmalarını sağlıyor, ordu “Atatürkçü” rütbesini bu şekilde koruyordu.

Oysa orduya dair olumlu değerlendirmelerin tamamı bir illüzyondan ibaretti. Yaşananlar yalnızca emperyalist sistemdeki rol değişikliklerine Türkiye’nin adapte edilmesiydi. Ordu, sonuç olarak, Türkiye’yi 1961’de ithal ikameci, 1980’de ise ihracata yönelik kalkınma patikalarına sokmak üzere devreye giriyordu. Darbeleri meşrulaştırmak bakımından gerek olan siyasal gerekçeler ise bizim gibi bir ülkede zaten her daim mevcuttu. “Laikliğin ihlali” ve “terör” bunların başında gelenleriydi.
Laik kitleler laikliğin kurtarılması adına orduya alkış tutarken, darbelerin gerçek gerekçesini göremiyor ve bu arada darbe üzerine darbe derken Türkiye adım adım siyasal İslam’a teslim ediliyordu. Nedeni halkın siyaset alanından çekilmiş olmasıydı.

Ne ordu ne de ABD dertlerimize çözüm olabilir. Neyse ki artık ortalık sadeleşiyor. Ordu denklemden düştü. Trump ise her yaptığıyla ABD’ye olan güveni yerle bir ediyor.

Sadeleşmenin halkta sahipsizlik hissi yaratmasına izin vermemek, müdahale etmek, gerçeği dikine söylemek lazım.

Sorunumuz kapitalizm.
Ülkemizin “karma ekonomi”, “yerli sanayi”, vb denilerek emperyalist sisteme entegre edilmiş olması. Sonra zaman içinde emperyalizmin dayattığı iktisat politikaları neticesinde ortaya çıkan geri kalmışlık, eşitsizlikler, borç, yüksek faiz sorunları. Bütün bunlarla bağlantılı olarak emperyalist tekellerle işbirliği halindeki “milli” burjuvazinin emekçi sınıfları sömürebilmek amacıyla dini alabildiğine kullanması. Cumhuriyetçi kesimin sürecin son halkasına, yani “laiklik elden gidiyor”a takılıp kalması AKP dönemine kadar ordunun darbelerini meşrulaştırmaktan başka işe yaramadı.
Gelişmeler şimdi geldi seçim sandığının, parlamenter mekanizmaların, meclisin de anlamını yitirdiği, bunların tamamının AKP tarafından geçersizleştirildiği bir noktaya bağlandı.

“Bu işler seçimle hallolmayacak” algısı da yayılıyor. İyidir ve tüm bunlar AKP’nin gücünün değil çaresizliğinin, düzendeki tıkanmanın kanıtlarıdır.

Ne yapacaksak kendimiz yapacağız.
Sorumluluğu halk sınıfları üstlenecek.
Her daim sınıf vurgusu yapan sosyalistlerin lafı bu ortamda daha çok dinlenecek.

İlker Belek / SOL

Bu yalnızca bir belediye operasyonu değildir! - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Zarrab’ın tanıklığını, Paradise Papers’ı, Man Adası belgeleriyle sendeleyen iktidardan “karşı hamle” geldi. İçişleri Bakanlığı’nın talimatıyla CHP’nin Ataşehir Belediye Başkanı İlgezdi görevinden uzaklaştırıldı. Bu işlemin zamanlamasına, yapılış şekline ve yandaş medyadaki tezvirata bakıldığında “münferit” bir olayla değil muhalefete yönelik yeni bir operasyon dalgasıyla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Zaten bu satırlar yazılırken CHP’li bazı belediyelere yine müfettiş gönderildiğine dair haberler ortalıkta dolaşmaya başladı. Öncelikle şu notu düşelim. Belediyelere ilişkin iddialar elbette soruşturulmalıdır ancak bu iş kendini aklama makinesine dönüşmüş siyasal iktidara bırakılamaz.

AKP önce CHP’li vekillere kanca attı. Berberoğlu’nun tutuklanmasını takiben partinin kamuoyunda bilinen yüzlerine yönelik bir karalama kampanyası başlatıldı ama umdukları sonucu alamadılar. Adalet Yürüyüşü etrafında oluşan halk gücü iktidarı durdurdu. Ardından Saray AKP’li belediyelere el attı. Hedefinin yalnızca şaibeli isimlerden kurtulmak olmadığı belliydi. İcraatları yıllardır tartışma konusu olan belediye başkanlarını tehdit ve şantajla istifa ettirdiler; “ödül” olarak da yargı sürecinden muaf tuttular. AKP’li belediyelerde “yenilenme” söyleminin köpürtüldüğü günlerde AKP Milletvekili Baybatur sıranın CHP’li ve MHP’li belediyelere de geleceğini söyleyiverdi. MHP ittifakın parçası olduğundan ona “sıra gelmesi” pek mümkün değildi, topun ağzında olan CHP’li belediyelerdi.

İktidar, nicedir belediyeler üzerinden CHP’yi köşeye sıkıştırmak istiyor. Muhalefete “hırsızlık, yolsuzluk için üzerimize gelmeyin” mesajını iletirken Kılıçdaroğlu’nun dürüst lider imajını da dolaylı olarak sarsmayı amaçlıyor. “SSK’yı Kemal Bey batırdı” safsatasıyla arpa boyu yol kat edemeyen iktidar belediye operasyonundan CHP yönetimini devirmek için medet umuyor. Kılıçdaroğlu’nun “haysiyet cellatlığı” olarak tanımladığı tam da bu işte.

Öte yandan iktidarın CHP’li belediyelerle uğraşmasının başka nedenleri de var. Türkiye’nin en büyük iki şehrini 23 yıldır yöneten bir zihniyet, 15 yıldır iktidarda olan bir parti İstanbul’un, Ankara’nın eğitim ve gelir düzeyi yüksek semtlerinde seçim kazanamadı, İzmir, Eskişehir ve Çanakkale gibi aynı kategorideki illerde de hep mağlubiyet yaşadı hem de tüm devlet araçlarını seferber etmesine rağmen. Üstelik bu ilçeler iktidarın talan siyasetine ve fetihçi politikalarına direnişin merkezi konumunda. Başta yeşil alanlar olmak üzere kamu arazilerinin yandaş sermayeye peşkeş çekilmesine itiraz ediyorlar, okullarını korumak için mücadele veriyorlar, iktidarın unutturmak istediği 29 Ekimlere coşkuyla sahip çıkıyorlar. Ve 16 Nisan’da rekor düzeyde Hayır oyu çıkardılar. Saray’ın nefretini misliyle artıran da en çok bu sonuncusu.

İktidarın Kadıköy’den Nilüfer’e ya da Çankaya’dan Şişli’ye belediyelerle uğraşması Erdoğan’ın “kültürel iktidarı ele geçiremedik” itirafı ile yakından ilişkili. AKP kendi belediyelerinde İslamcı yaşamı dayattıkça bunalanlar seküler mahallelere sığınıyor. Bunlar arasında beyaz yakalı muhafazakârlar bile var. Saray ise CHP’li belediyeleri bir yandan “sapkın, din düşmanı, Batı hayranı” olmakla itham ediliyor bir yandan da Bakanlıklar ve Büyükşehir marifetiyle iktidarın sembollerini tepeden inmeci bir biçimde ilçelere monte ediliyor. Hatırlayalım daha geçen ay Erdoğan, kent konseyinde kadınlar, gençler, LGBTİ adaylar için kota uygulamasını hayata geçiren Nilüfer Belediyesini hedef almıştı. Çağdaş belediyeciliğin örneklerini “gayri ahlâki”, “gayri milli” ilan etmişti. Çanakkale’de 18 Mart etkinliklerini parti propagandasına çeviren AKP, Çanakkale Belediye Başkanını “konuşturmamaya” karar vermişti. Kadıköy’de ise semt sakinlerinin ve CHP’li belediyenin fikri dahi alınmadan sahildeki dolgu alana dev cami inşaatına karar verildi. Bunların hiçbiri birbirinden ayrı düşünülemez.

Saray’ın politik ve kültürel tekçi siyaseti muhalif yerel siyasete tahammül edemiyor, bu çok net. Ana muhalefetin bu tablodan ders çıkarması gerektiği de bir o kadar açık. Eğer iktidarın yolsuzluklarının üzerine gidecek bir politik hattı merkeze alıyorsanız bunun toplumsal tabanını ivedilikle örgütlemeniz gerekir. Hesabı sokakta soracak cesareti gösterememek karşı saldırıya kapı aralamaktır. İktidarın CHP’li belediyelere yaptığı operasyonu, kurmak istediği rejim ile ilişkilendiremezseniz tehdidin boyutlarını tarif edemezsiniz. Zira Saray nasıl bir yargı, nasıl bir üniversite, nasıl bir medya istiyorsa öyle bir belediye istiyor.

Bu nedenle şaibeli referandumun sonuçlarına, OHAL’e, KHK’lere karşı çıkmadan seçmen iradesi korunamaz.
Bu nedenle CHP’li belediyeleri “milli irade” kapsamında savunmak ancak kayyım atanan belediyelere ses çıkardığınızda anlam kazanır.
Bu nedenle laiklik mücadelesi ile adalet ve demokrasi mücadelesi mahallelerde  birleştirilmeden seçim hesapları yapılamaz.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN  / BİRGÜN

Ortadoğu yangınına yeni petrol... - ERGİN YILDIZOĞLU

Ortadoğu yangınına petrol döken dökene. Mısır’da Sina Çölü’nde bir camiye yönelik IŞİD saldırısı 300’e yakın Müslümanı öldürdü. Yemen’de, Husilerden kopup Suudi rejimine yakınlaşmaya çalışan eski devlet başkanı Salih öldürüldü. Nihayet, ABD Başkanı Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıkladı. AKP Türkiyesi’nin de payına bu yangından bir şeyler düşecektir kuşkusuz. 
 

 Trump aslında ne yaptı?
Eski ABD İsrail Büyük Elçisi ve Barış görüşmeleri temsilcisi Martin Indyk’in Financial Times’da dikkat çektiği gibi, açıklamayı tek başına değil de, yanına Evanjelik Hıristiyanların temsilcisi olarak görülen Başkan Yardımcısı Pence’i alarak yapması, açıklamanın hedefinin, öncelikle Ortadoğu jeopolitiği değil de ABD iç politikası, ABD seçmeni (özellikle halk sınıflarına atılan vergi reformu kazığından sonra) olduğunu düşündürüyor. Ancak, yıllardır, elçiliğin taşınmasını her 6 ayda bir erteleyen Ulusal Güvenlik Bildirimi’ni, açıklamanın hemen arkasından Trump da imzaladı. Bir üst düzey görevliye göre “yeni bir elçilik binasının yapılması yıllar alacak, daha çok erteleme imzalanır”. Haaretz’de bir yorum, “Trump, Evanjeliklere bir Noel hediyesi verdi” diyor. Böylece Mesih’in ve kıyamet gününün gelmesinin çabuklaşacağına inanıyorlarmış
 
Neye niyet, neye kısmet
Oslo Barışı süreci çöktüğünden bu yana, İsrail - Filistin - Hizbullah üçgeninde süregelen yangın, Irak’ın işgaliyle, bu işgalin tetiklediği Şii-Sünni çatışmasıyla hızlandı, Arap İsyanları, Suriye iç savaşı, IŞİD olayı ile genişledi. 
 
Suriye iç savaşı sonuna yaklaşır, Rusya’nın katkısıyla İran önemli kazanımlar elde ederken paniğe kapılan Suudi rejiminin her biri bir fiyasko olarak nitelenebilecek adımlarının yangını körüklediğini gördük. Suudi rejimi, önce Yemen’de bir iç savaşa battı, şimdi çıkamıyor. Katar’ı bir ambargoyla hizaya getirmeyi denedi ama sonuç alamadı. Lübnan’daki adamı Hariri’yi istifaya zorladı ama Hariri eve döner dönmez geri adım atınca, küçük düşmekten korunamadı. Bu üç fiyasko, bölgede İran’ın etkisini daha da artırdı. Yemen’de Salih’in öldürülmesi, Trump’ın açıklaması karşısında çeşitli aktörlerin tepkileri, yangının yayılma eğilimini güçlendirecek gibi görünüyor. 
 
Filistin halkından başlarsak; iradesindeki bölünmüşlük, radikal grupların ortaya çıkmaya başlamasıyla daha da derinleşmiş durumda. Bugüne kadar sonuç vermeyen kitlesel tepkiler bir yana, tek umudu, Müslüman dünyadan, Arap rejimlerinden alabileceği destek. Ne yazık ki bu olasılık (kuru gürültünün dışında) zayıf. 
 
Suudi rejimi, İran’a karşı Arap cephesi inşa etmeye çalışırken, İsrail ile ilişkilerini çeşitli düzeylerde geliştiriyordu. Şimdi, Suudi rejiminin kurmaya çalıştığı Sünni cephesindekilerin İsrail ile, İran’a karşı geliştirmeye çalıştıkları ilişkileri tehlikeye atmadan bir tavır almaları olanaksız. Ek olarak, Mısır’ın başında IŞİD belası var, Hamas’la ilişkiler iyi değil. 
 
Trump’ın açıklaması Suudi rejiminin hesaplarını altüst ederken, İran için, İran basınındaki yorumlardan da gördüğümüz gibi, yeni olanaklar yaratıyor. İran, tüm Arap ve Müslüman dünyayı Filistin direnişine destek olmaya çağırabiliyor. 
 
Bu sırada, AKP Türkiyesi ABD ile savaşmaktan söz ediyor, AB ve NATO üyesi Yunanistan’a gidip Lozan’ı (adaları, sınırları vb.) gündeme getirip şok yaratıyor. Geriye Rusya ve İran kalıyor. Rusya ile yakında Suriye’de YPG üzerinden yeni sorunlarla karşılaşacağını, İran’ın güvenini asla kazanamayacağını düşününce, Kudüs konusunda Ortadoğu’da etki yapabilecek bir adım atamayacağını görebiliriz. Ancak hiç şüphem yok ki, Kudüs konusu üzerinden siyasal İslamın ideolojisine kitle desteği kazanmak, hegemonyasını, muhalefeti daha da zayıflatacak biçimde genişletmek için her yolu deneyecektir.
 
Bitirirken, değerli dostum Güray Öz’den ödünç alırsam, muhalefet açısından “anahtar kelime hızdır”; hızla kendine çekidüzen vererek, güçlerini birleştirerek, gelmekte olan dalgaya direnecek konuma yükselmelidir. Ortadoğu’daki yangının ülkenin bacasını sarmasını önlemenin tek yolu da budur.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Maymunlar cennetine dönüş! - TAYFUN ATAY

Antropolojiyi tanımlama yolunda yıllardır şu cümleyi kurarım: Peygamberlerden öğreneceklerimiz olduğu kadar, şempanzelerden de öğreneceklerimiz vardır diyerek hareket eden bilimdir antropoloji...
Bu söz, insanın “biyo-kültürel” bir varlık olduğunu işaret etmeyi hedefler.
Daha önemlisi, insanın “ikinci doğa”sı olan kültürün, birinci “biyolojik” doğa karşısında “birincilleştikçe”, ona baskın hale geldikçe nasıl zararlı, yıkıcı, yok edici sonuçlar yarattığına dikkat çekmeyi hedefler.
 İnsan, “kültür üreten varlık” olmanın kibri ile özde bir “hayvan” olmasının doğa karşısında gerektirdiği “tevazu”dan (alçakgönüllükten) uzaklaştı. Bugünkü yıkıcı konumuna böyle geldi.
Parçası olduğu doğa karşısında olduğu kadar, parçası olduğu canlılar, hayvanlar, primatlar, yani “maymunlar” dünyası karşısında da koptu tevazudan insan...
İnsan, bir primat, yani “maymun”.
“Evrim” kuramıyla ilgili yaygın, ama o ölçüde de yanlış ifadenin aksine insan, “maymundan gelme” değil. İnsan, başlı başına bir maymun...
Şempanzeden yüzde 2 ile 5 arası farkla insanız.
Yüzde 95-98 oranında genetik paydaşlığa sahibiz şempanzeyle...
O yüzden elbette şempanzeden de, ondan sonra bize en yakın gorilden de, müteakiben orangutandan da öğrenecek çok şeyimiz var.
Onlardan öğrenmeyi bilseydik, bugün minicik bir yavru kediye işkence yaparak onun canını alan bir insanlığımız olmazdı!..
Uygarlaştıkça bozulduk. 
Freud haklı: Uygarlığımız, hosnutsuzluğumuzdur.
“İlkel” diye tu kaka ettiğimiz halklar, söz gelimi Borneo yerlileri, bizden çok daha “insan”...
Yanı başlarındaki ormanlarda, bir bakıma onlarla koyun koyuna yaşayan orangutanlara bu ismi onlar vermiş.
“Orangutan”, Borneo yerlilerinin dilinde “orman insanı” demek!..
Borneo’daki “ilkel”, orangutanı “orman insanı” sayar.
Batı’daki “uygar”, gorilin elinden “kül tablası” yapar!..
Kapitalist “uygarlık”, bu ikinci insanı var etti.
Elbette antropoloji de bu feci uygarlığın çocuğu ve elbette onun fecaatiyle de (özellikle sömürgecilikle) malûl... Ama geçmişiyle yüzleşmeyi de, günah çıkarmayı da bilmiştir.
“Doğa ile uyum içinde, üretici (kültürel) birliktelik” olarak insan toplumsallığını kavramak, bugün antropolojinin hareket noktası.
O yüzden, peygamberlerden öğreneceklerimiz kadar, şempanzelerden de öğreneceklerimiz var.
Antropolojinin peygamberleri ele alan, inceleyen, değerlendiren dalı, din antropolojisi...
Antropolojinin şempanzeleri, gorilleri, orangutanları, babunları, lemürleri ele alan, inceleyen, değerlendiren dalı, primatoloji...
Bu alanda çalışan “primatolog” meslektaşlarımıza çok şey borçluyuz.
Benim, şempanzelerden öğreneceklerimiz olduğuna ilişkin antropolojik tanımlamamın çıkış noktası da onlardan birinin anlattıkları...
Britanyalı primatolog Jane Goodall, 40 yıl boyu doğal yaşamlarını gözlemlediği şempanzeler arasında büyüttü kendi kızını.
Ve bir anne şempanzenin yavrusuyla ilişkisinden, onu yetiştirme tarzından “öğrendikleri”ni kendi kızının yetişmesine uyarladı.
Goodall’ın hayatı, şempanzeden öğrenmeyle geçti güzel güzel...
Bir başka primatoloğun hayatı, Goodall’ınki gibi güzel geçmedi.
Amerikalı primatolog Dian Fossey de 18 yıl dağ gorillerini incelemeye adadı hayatını ve bu adanmışlığın sonu ölüm oldu.
Yanlış anlamayın, goriller hiçbir şey yapmadı ona.
Fossey, dünyanın en barışçıl primatları olan gorillerin hayatını kurtarmaya, soylarının tükenmesini önlemeye çalışırken kıyasıya mücadele ettiği goril avcıları tarafından öldürüldü 1985’te.
Bir cinayete kurban gitti Fossey ve cinayet, “kültürel” yani insanidir.
Hiçbir hayvan “cinayet” işlemez, hele goril hiç işlemez.
Fossey, aralarında yıllar geçirdiği, onlarla “bacı-kardeş” olduğu gorilleri, kesik kafalarını duvara süs diye asmak, kesik ellerini kül tablası yapmak için dünya para ödeyen “uygar” insanın zevkini tatmin için avlayanlar tarafından katledildi.
Burada Borneo yerlilerinin orangutanla ilişkisinden farklı bir noktadayız ne yazık ki!.. Batılı Beyaz’ın kül tablası, Afrikalı Siyah’ın ekmek parasıydı çünkü.
Fossey, “Batılı uygar”ın "sıçık keyfi"ni ekmeği kılmış yerlinin hışmına uğradı.
Onun trajik ölümü, unutulmaz bir sinema filmine konu oldu. 1988 yapımı ve Sigourney Weaver’a Dian Fossey rolü ile Altın Küre kazandıran “Gorilla in the Mist” (Sisteki Goril) bir bakıma o “uygar Batılı”nın günah çıkarma seansıdır.
Şimdi bir yeni günah çıkarma seansı olarak Dian Fossey’nin aradan bunca yıl geçmesine karşın hâlâ sis perdesi kaldırılamamış, faili bulunamamış ölümünü yeni veriler, açıklamalar, ipuçları eşliğinde sunan bir belgesel geliyor.
“National Geographic” kanalında dün ilk bölümü yayınlanan 3 bölümlük belgesel, “Dian Fossey - Secrets in the Mist”, bizi bu cinayeti yeniden takibe çağırırken, asıl olarak insanlığımızın karanlık yüzünü ifşa etmeyi, bununla yüzleştirmeyi amaçlıyor.
Herkese tavsiye edilir!..
Biz, maymunluktan kaçarak insan olmadık.
Maymunluktan, daha genel anlamda “hayvanlık”tan kaçtıkça insanlığımızı da kaybettik.
İşte bu belgesel insanlığımızı nerede, neden, nasıl kaybettiğimizi de, onu yeniden nasıl kazanabileceğimizi de anlama yolunda bize rehber olabilir.
Unutmayın, hepi topu yüzde 5 farkla insanız.
Yüzde 95’imizle şempanze, goril, orangutanız.
Büyüklenmeyin, sizden büyük Allah da var;
Şempanze, goril, orangutan ve başka pek çok türle dopdolu maymun âlemi de var!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Pek takan yok ama…‘Dinle küçük adam!’ (*) - NAZIM ALPMAN

İnsanlığın geleceği senin düşüncelerine ve senin yapacağın işlere bağlıdır. Ama öğretmenlerin ve efendilerin gerçekte ne olduğunu söylemiyorlar sana. Seni geleceğine egemen yeteneği verebilecek yönde eleştiren, bu yürekliliği gösteren tek kişi yok.
Yalnız bir anlamda özgürlüğe sahipsin sen. Kendini yönetmeyi öğrenmeme, kendini bu yönde eğitmeme ve kendini eleştirmeme özgürlüğüne sahipsin.
Yönetimi elinde tutan insanların senden yetki istemesine, güç iktidar istemesine izin veriyorsun.
Ama sen hiç sesini çıkartmıyorsun.
Her seferinde aldatılıyorsun, ancak bunu anladığında iş işten geçiyor.

•••

 Kendini büyük bir oburluk içinde parayla, mutlulukla, bilgiyle doldurmak istiyorsun, çünkü kendini boş, aç ve mutsuz hissediyorsun.
Gerçekleri anlamamak için direniyorsun.
Yalnızca tüketici ve yurtsever gibi görünmek istiyorsun, o kadar…
“Şuna bak” diyorsun, Yurtseverliği yadsıyor bu adam! Devletin, milletin ve onun özü olan ailenin koruyucu yurtseverliğini yadsıyor! Bu adamı susturmak gerek!”
Sendeki ruhsal kabızlıktan söz edildiğinde böyle bir yaygara koparıyorsun işte… Bu sözleri dinlemek anlamak istemiyorsun.
Bağırmak istiyorsun yalnızca:
“Eeeeyyyttt!”
Gözlerinde korku görüyorum.
Dinsel hoşgörüden yanasın değil mi?
Kendi dinine inanmak istiyorsun. İyi ediyorsun. Ama bu kadarla sınırlı kalmıyorsun ki!
Kendi dininden başka din olmasın istiyorsun.
Kendi dinine saygı ve hoşgörülüsün, ama başkalarının dinine karşı hiç de hoşgörülü değilsin.
Biri kalkıp da başka inançlardan söz ettiğinde öfkeden kuduruyorsun.
Evli çiftler artık bir arada yaşamayacaklarını anlayınca, eşlerden biri diğerini dava etmesini, karısı ya da kocasını ahlaksızlıkla suçlamasını istiyorsun. Karşılıklı verimleş uygar boşanma kararını geçerli neden saymıyorsun sen.
Neden mi böylesin?
Sen de bir şehvet düşkünüsün de ondan böyle davranıyorsun.
Sendeki tutucu yurtseverlik, bedensel katılığından ve ruhsal kabızlığından kaynaklanıyor.
Hakikati söyleyen gerçek dostlarını kılıçtan geçiriyorsun.

•••

Bir bilge adam senin ekonomik kurtuluşunu bilimsel temeller üzerine oturtmayı görev edindi. Ama sen onu ölüm açlığına terk ettin.
Bu büyük adamın sunduğu derin bilgi ve fikir hazinesini sen nasıl kullandın küçük adam? Bütün söylenenlerden tek bir sözcük kaldı aklında: Diktatörlük!
Bilge adamın küçük bir ihmalinden dev yalanlar dizgesi oluşturdun. Yalanlardan, suçlamalardan, işkencelerden, copçulardan, cellatlardan, gizli polislerden, ispiyonculuk ve ihbarcılıktan, üniformalardan, mareşallerden ve madalyalardan oluşan yalanlar düzeni kurdun, bunların dışındaki her şeyi fırlatıp attın.
Kendi mutluluğunu tüketen yiyip bitiren sensin küçük adam!

Nazım Alpman / BİRGÜN
(*) Wilhelm Reich /Dinle Küçük Adam/Payel Yayınları

Saray’ın danışman kadrosu, söyleyin adamınıza: Millet artık saz çalıp oynuyor… - IŞIL ÖZGENTÜRK

Tam bilmiyoruz ama Saray’da binin üstünde bir danışmanlar ordusu varmış, yakışır ancak bu danışmanların akşamları Saray’dan çıkıp lüks evlerine, sabahleyin de gene lüks evlerinden çıkıp Saray’a gittiklerinden ve altlarında son model şoförlü Mercedes’ler olduğundan halkla hiçbir münasebetleri yok. Zinhar, bakkala gidip sigara bile almıyorlar, ekmek elden su gölden. Böyle olunca da bu danışmanlar sürekli yanlış ve gerçekçi olmayan bilgiler üretiyorlar. Ve bunu Saray başına sunuyorlar. Şimdi bu ülkede minibüsle seyahat eden, bakkaldan kendi sigarasını alan ve pazarları en ucuz ne var diye dolaşan bir Türkiyeli yurttaş olarak, bir iyilik yapacağım. 

Şöyle, arkadaşlar sevinçle söylemeliyim ki, en azından İstanbul’da, o meşhur, insanların elini kolunu bağlayan korku var ya işte o aşılmış durumda. Artık kimse korkmuyor, millet çat diye lafını söylüyor. Benim gibi rantın tavan yaptığı bölgelerde oturanlar şu günlerde sık sık elektrik kesintisiyle karşı karşıyalar. Çünkü plansız yapılan, rantsal dönüşüm sonunda patladı. Artık trafolar mevcut durumu kaldırmıyor ve bunların yenilenmesi gerekiyor. Yenileniyor da, peki kimin parasıyla, bu sorunun yanıtını trafoyu bağlayan bir işçi şöyle verdi: “Müteahhitler parayı cukka yapıyorlar, biz de senin benim paramla trafoları yeniliyoruz.” İşçinin yanıtı civardaki herkes tarafından alkışlandı. Hani eskiden biri beni ihbar eder, içeri girerim korkusu var ya, artık hava, pek çok şey bildiğini sanan danışmanlar, başınızı önünüze koyup bir düşünmeye başlayın, iktidar değişirse elinizde hiçbir şey kalmayacak!


Minibüsteyim, bir kadın, boyası gelmiş sarı saçlarını attıra attıra cep telefonuyla konuşuyor. Sanki evinin salonunda, konuşuyor da konuşuyor, arabasının iki tekerleği birden patlamış, ne yapsa? Öyle çok konuşuyor ki, benim yanımda oturan kırklarında bir adam, “Yeter be” diye kadına doğru bağırıyor, “millet acından ölüyor, biz senin kıytırık iki tekerleğini dinliyoruz, kes artık!” Kadın şaşırıyor, benim yanımdaki genç kız, “Üç arkadaşım bugün işten atıldı, şimdi ben bu kadına ne yapsam” diye soruyor. Herkesin bakışında bir ayıplama, kadın çaresiz minibüsten iniyor. 


Kahvedeyim, orta yaşlı bir adam arkadaşına telefon ediyor, “Ben Kudüs’ü kurtarıyorum, sen ne yapıyorsun?” Sonra bir kahkaha, “Ülkeyi batırdılar, oyuncaktan Kudüs’ü kurtaracaklar, yuttuk canım yuttuk!” Bir başka kahve müdavimi atılıyor, “Arkadaş çok konuşma internete, telefona zam geldi.” Bir başkası söze giriyor, “Ödeyin lan Sarraf’ın rüşvet paralarını, 125 milyar dolar, hepimizi satsalar o kadar para etmez!” Kahkahalar, vallahi billahi millette bir neşe, bir neşe! Danışman kadrosu, vezirin vergi koyma hikâyesini bilirsiniz. Millet oynamaya başlayınca işler sarpa sarar...


Bu arada bir gencecik asker, nöbette annesiyle konuştuğu için başçavuş tarafından dövülüyor, ağır bir şeyle kafasına vuruluyor ve o gencecik asker beyin kanamasından ölüyor. Gencecik karısı şöyle sesleniyor bize: “Tamam nöbette telefonla konuşuyormuş, öyleyse hapis cezası ver, askerliği uzat ama dövmek ne, o bunu hak etmiyordu, ben de hak etmiyorum.” Gerçekten ne oluyor, askerler senin kölen mi? Kimi intihar eder, kimi dövülerek ölür, kimi yemekten zehirlenir, haberiniz olsun artık, “Oğlum öldü, vatan sağ olsun” diyenler azalıyor. “Benim oğlum neden öldü” diyenler çoğalıyor. Bu arada dayak sadece askeriyede yok, küçücük çocuklar Kuran dersinde dilleri Arapçaya dönmediği için, acayip dayak yiyorlar. 


Bu arada imamların maaşlarına gizlice zam yapılmış. Bir şey daha var, nohudun kilosu yirmi lira olmuş. Tabii siz bunları bilemezsiniz, artık herkes bir abluka altında olduğunda bırakın elektriği, interneti, aç kalacağımızı konuşuyor. Biraz pazarlara çıkın. Size bu iyiliği yapıyorum, belki içinizden biri her şeyi göze alıp bunu başımızdakilere söyler. Şöyle deyin: “Millet artık saz çalıp oynuyor.”
 

 Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Not : İktidar en iyi savunma saldırıdır, diyerek Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgezdi’yi görevden uzaklaştırmak istiyor. Bence kıskanıyorlar, çünkü Battal İlgezdi İstanbul’un en çok park yapan belediye başkanıdır. Parkları kıskanıyorlar, oralarda yirmi katlı rezidansların hayalini kurmuşlardı, olmadı, öyleyse hücum!

Sahte hayatımızın hakiki komedisi: ‘Aile Arasında’ - TAYFUN ATAY

Nazım Hikmet nasıl vatan hainliğine devam ediyorsa hâlâ…
Gülse Birsel de yalan dünyamızın ipliğini pazara sermeye devam ediyor hâlâ!..

***


Gülse’nin “Yalan Dünya”sı, televizyon dizi tarihimizin başyapıtları arasında yer almayı hak etmiş çalışmadır. Reyting sistemine dinbaz-politik müdahale marifetiyle ekrandan kovuldu. Yine Nazım’dan çağrışımla yazmıştım zamanında, o, bir “memleketimden insan manzaraları” idi.
Dizide bir kültürel parçalanma içinde akıp giden hayatımızın doğudan batıya, kentten kıra, mondenlikten zontalığa her tarafına zıplayarak ürettiği karakterleri, sosyolojik ilgiye değer bir beceriyle seyrimize sunmaktaydı Gülse.
Aile, evlilik, akrabalık, komşuluk, töre, âdet ve geleneğin, en önemlisi de “erkekliğin” iç yüzüne sondajlar yapıp bunların hâlihazırdaki samimiyetsizliklerini ifşa etmekten hiç mi hiç kaçınmamaktaydı Gülse.
Ancak bunu yaparken hâlâ insandan umudu kesmemenin de;
Suçu, “Sistem” denen bir kocaman yanlışlığın kurbanı bireylerde aramamak gerektiğinin de;
Aile, akrabalık, dostluk ve arkadaşlığın, kısacası tümüyle insan toplumsallığının hâlâ dayanışma, paylaşma, sevgi, güven, umursanma ihtiyacımız açısından varlığının ve öneminin altını çizmekten de geri durmamaktaydı Gülse…

***
 
Gülse bu minval üzere, Türkiye’nin gündelik hayat sosyolojisini müthiş eğlenceli bir ciddiyetle yazmaya devam ediyor hâlâ…
Televizyondan “politik zor”la kovulmuş “Yalan Dünya”yı sinemaya, üstelik çok daha özgür, eleştirel, zengin, özellikle hayatımızda bir “direniş stratejisi” olarak mevcut argo ile zengin ve argoyu da tatlı tatlı estetize etmiş şekilde taşıyarak, yoluna devam ediyor.
Vizyondaki filmi “Aile Arasında”nın ilk izleme sonrası düşündürdükleri bunlar.
Daha, çok izleyeceğim.
Elime not defterimi alarak gidip izleyeceğim!..

***
 
Filmde bitmiş bir evliliğin ve hiç-başlamamış bir evliliğin (yani 21 yıl uzatmalı, “Sistem’ce gayrı-meşru” meyvesi de olan bir ilişkinin) iki iyi huylu karakteri (Demet Evgar-Engin Günaydın) baş rolde buluşturulmakta. Onlara her iki ilişkiden kötü huylu karakterlerle takviye yapılmış (Gülse Birsel-Şevket Çoruh). Cihangir’den Adana’ya açılan ve kültürel açıdan “parçalı-bulutlu” bir mekân yelpazesinde, o uzatmalı ilişkinin “gayrı-meşru” meyvesinin (Su Kutlu) yine “Sistem”ce imkânsız evlilik macerası, kahkahalandırıla kahkahalandırıla anlatılarak yol alınıyor.
Şu “Sistem” dediğin de ne ola mı diyorsunuz?..
“Sistem”, karı-kocalığın da, babalığın da, analığın da, evlatlığın da, evlilik, aile, akrabalık ve dostluğun da “para” olduğu bir ekonomi-politik örüntü.
Bu örüntüden ustalıkla süzdüğü karakterleri önümüze koyuyor Gülse: Monden, koket ve felaket Mihriban (Gülse Birsel); hönkürdek fakat hödük Adanalı zengin kebapçı Haşmet (Erdal Özyağcılar); onun karısı, hem fettan hem de “oynak” Mükerrem (Devrim Yakut); Mükerrem’in kocasından değil “sütçü”den olma saftirik oğlu Emirhan (Fatih Artman); “yanlış hayat”ın sillesine dayanmayı hırtlıkta bulmuş uzatmalı “dost” ve vefasız baba, klarnetçi Necdet (Şevket Çoruh); hem onun kafasını sopa ile kırmak için, hem de aynı “yanlış hayat”ın kıçına bir “doğruluk” sopası sokmak istercesine tabloya yerleştirilmiş pavyon şarkıcısı, trans birey Behiye (Ayta Sözeri); ve içerisinde ne aşkın ne de sevginin, sadece ve sadece paranın bulunduğu bir evlilik cenderesinde hâlâ nefes alıp vermeye çalışan, “Antidepresanların Gülümser” (Devin Özgün Çınar)…
Dahası var ama bu kadarı bile Nazım’ın romantik-dramatik “Memleketimden İnsan Manzaraları” destanını Gülse’nin şu kıyamet çağında trajik-komik mahiyette nasıl güncellediğini işaret etmeye yeter de artar.

***
 
Tabii “Aile Arasında”, bize “memleketimden insan manzaraları” yanı sıra, bununla bağlantılı, ilişkili, titreşimli mahiyette yaşadığımız hayatın “sahtelikler silsilesi”ni de sunuyor.
"Kutsal" aile, "yüce" evlilik kurumu, "değerli" akrabalık ve hemşehrilik bağları… Bunların hepsinin birer “serap”tan ibaret olduğunu içten içe bilsek de kendimize dahi itiraf edemiyoruz çoğu zaman… “Kamusal senaryo” buna izin vermiyor.
Gülse, hepimizde “saklı senaryo”yu açığa çıkarıyor.
Filmde izliyoruz: Evlilikler sahte, aile ilişkileri sahte, akrabalık bağları sahte, düğünler sahte, kına geceleri sahte, ölen dedenin arkasından ağlamalar sahte…
Yani gösteri, yani “şov”…
Gülse, bu sahteliği, bu hayatımıza hâkim, koskocaman “realite-şov”u yapıbozuma uğratıyor.
Ve bu “şov”un realitesi ile bizi çatır çatır yüzleştiriyor.
Heyhat, hem de hepimizi kahkahalara boğarak yapıyor bunu!
Aşk olsun ona, aşk olsun!..

***
 
Kişiselleştirerek bitireceğim ama yine de bir başka küresel-toplumsal “sahtelik” haline göndermeyle yapacağım bunu…
Yıllar yılı “1 Kadın 1 Erkek”te (ki o da dinbaz-politik müdahaleye kurban bir dizi) tutkunu olduğum Demet Evgar’ı filmde gayet yaşlanmış halde izledim.
Yalnız, üzülerek değil, sevinerek izledim!..
Sevinçle, neşeyle, mutlulukla ve daha da büyük bir tutkunlukla izledim.
Demet, yaşına, yaşlanmasına, yaşlılığına o kadar güzel sahip çıkmış ki!..
O kadar güzel yaşlanmış ki!..
Yaşlandıkça o kadar daha olgun ve çekici bir güzellik eklemiş ki kendine…
İnsanlık adına içim ferahladı.

***
 
Demet belli ki yaşlandıkça güzelleşecek, yaşlandıkça güzelleşecek, yaşlandıkça güzelleşecek…
Ve böylece yaşlandıkça ölümsüzleşecek.
Malûm, yaşlılık, “yaşarken ölmek”tir diye bellettiler bize hanidir ve şu yalan dünyada hepimize “Yaşasın anti-ageing” dedirtir oldular.
Ben filmden çıkarken bir de Demet’i hayal ettim sokaklarda, caddelerde, meydanlarda…
Yaşlandıkça kusursuzlaşan, daha da komik, daha da sevimli, daha da seksi, daha da “kutsî” hale gelen güzelliğiyle…
“Yaşasın Yaşlılık, Kahrolsun Anti-Ageing” diye slogan atıp yürürken!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Tabelalar söküldü ama yol Trump’a çıkıyor! - ERK ACARER

Kefen niyetine fırfırlı perde kuşanan zihnin ilk hedefi Ayasofya; ileri. Taktik filan yok; Kudüs’e karşı Ayasofya. Sahi, Ayasofya nere Kudüs nere!
• • •
Yahudilere Hz. Musa tarafından vaat edilmiş topraklar. Hz. İsa’nın doğduğu yer. İslam Peygamberi Hz. Muhammed buradan göğe yükseldi, Miraç’a çıktı. Kudüs, üç semavi din açısından da kutsal, önemli. İlahi adaletin latifeyi seven yüzü!
• • •
ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü, İsrail’in başkenti ilan ettikten sonraki en radikal eylem, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından gerçekleştirildi. Tüm dünyaya kapak oldu. Şişli-Mecidiyeköy metro hattındaki Trump Alışveriş Merkezi’ne ilişkin yönlendirme tabelaları söküldü.
• • •
Tüm Ortadoğu’da ve üzerine bastığımız topraklarda aynı. İşbirlikçi Krallar, Sultanlar… Kapalı kapılar ardında anlaşmalar imzalayıp, halklarını yalanlarla avutuyorlar. Eğitimsiz bırakılmış toprakların kaderi.
• • •
Henüz Kasım ayında Trump Kudüs için Suudilerle anlaştı. Bölge ‘Kudüs kararına’ hazırlandı. Türkiye önceden hazırdı ama! 28 Haziran 2016 tarihinde İsrail ile Türkiye arasında 31 Mayıs 2010 tarihindeki Mavi Marmara hadisesine yönelik bir anlaşma imzalandı.
• • •
Anlaşmanın 6 maddesi olsa da 5’i zaten ilk maddeye ilişkindi. İlk başlıkta özetle Mavi Marmara gemisinde yakınlarını kaybeden ailelere 20 milyon Amerikan Doları ödeme yapılması kararlaştırıldı. Bir nevi kan parası. Siyaset; açıkça hem Mavi Marmara’yı hem de al takke ver külah ilişkiler yürütüp, iç savaş bölgelerine ‘vicdani olanından yardım malzemesi’ taşıyan İnsani Yardım Vakfı’nı (İHH) sattı.
• • •
İHH’ye uzanan bu satışın bir de mesajı vardı elbette. Günün birinde, ‘Suriye’de neler olmuş neler’ defteri hukuk çerçevesinde açılacak…
• • •
Ana temaya dönersek… Ümmet Ayasofya’da Cuma namazı ile Cola dökme eylemi arasında dönüp duruyor. Sesler gür çıkıyor: “Kudüs bizim!”
Kudüs, sizin filan değil. Suudi Kralla döndürülen fırıldaklar da Erdoğan’la imzalanan anlaşmalar da bunun böyle olmadığını gösteriyor.
• • •
Defalarca yinelemek elzem. Siyasal İslam’ın maskaralığı. Makyajı akan suratı! Filistin’deki Hristiyanları yok sayıp direnişi bile bölmeyi başaran işe yaramaz, İhvan projesi. Amerikan emperyalizminin kuklaları, ABD’ye bir taşla iki kuş vurmayı nasip ettiler. Ortadoğu, radikal Müslümanlar eliyle yıkılıp yeniden dizayn edilirken, aynı radikaller işgalin bahanesi olarak da kullanılıyorlar. Kudüs, işin geldiği yer.
• • •
Kudüs ümmetinmiş, Ayasofya ibadete açılacakmış!
Aşamadıkları ganimet kültürü ve sahiplenme duygusu yerine, evrensel değerler, insanın ortaklaşması, yıkıma karşı dayanışma, barbarlığa karşı birliktelik ruhuyla hareket edilebilseydi keşke. Kudüs de Ayasofya da halkların kaderi, ortak mirasıdır. Bu anlaşılabilseydi.
• • •
Tüm Ortadoğu’da ve üzerine bastığımız topraklarda aynı. İşbirlikçi Krallar, Sultanlar…
Keşke görebilselerdi ama kandırıldılar. Ne denir; kel başa şimşir tarak.
Şişli-Mecidiyeköy metro hattındaki Trump Alışveriş Merkezi’ne ilişkin yönlendirme tabelaları söküldü ama yol Trump’a çıkıyor!


Erk Acarer / BİRGÜN

Kardak milliyetçiliği - OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU

Apaçık ortada duran Reza’letler, yolsuzluklar, hırsızlıklar unutulup gidecek sanılıyor; hızını alamayanlar, her türlü muhalefeti, bütün ömrünü emperyalizme karşı mücadeleye adamış devrimcileri ‘Amerikancılık’la suçlamaya kalkıyorlar.


Türkiye’de siyasi iktidarların başı, oldum olası hep derttedir. Daha çok köklü-tarihsel nedenlerle bir türlü çözümlenememiş ekonomik sosyal sorunlar, bazen faizi bile ödenemez hale gelen dış borçlar gibi nedenlerle başı derde giren bütün iktidarlar, çareyi hep milliyetçilik silahına sarılmakta bulmuşlardır.

Eskiden böyle durumlarda en çok karşılaştığımız hadiselerden biri Ege Adaları etrafında yaratılmaya çalışılan bir Yunanistan düşmanlığıydı. Benim siyasi gençlik yıllarımda bir bakardık, garibim ‘Kardak kayalıkları’ etrafında bir fırtına kopmuş! En başta Hürriyet, bütün gazetelerimiz bayraklarla donanır, Genelkurmay başkanları, başbakanlar ayaklanır, güzelim Ege Denizi’nde ‘Türk F104’leri Yunan F104’ leriyle ‘it dalaşına’ tutuşur, bir grup deniz komandosu tarafından kayacıklar kurtarılıncaya kadar milletçe neredeyse bütün dertlerimizi unutmuş gibi olurduk. Neredeyse bütün ülkemiz işgal altındayken, karşı kıyıdaki dostlarımızın halinin bizden hiç de farklı olmadığından bihaber!
Erdoğan’ın Atina ziyareti sırasındaki seremoni kazası böyle bir ‘it dalaşına’ dönüşmediyse bunun nedeni, kuşkusuz Türkiye’nin bugün öyle küçük milliyetçilik gösterileriyle üstesinden gelinemeyecek kadar büyük sorunlarla yüz yüze olmasında.
•••

Bugün AKP iktidarının hem bölgede hem içerde, büyük ölçüde kendisi tarafından uygulanan politikalarının bir sonucu olarak da ortaya çıkan sorunlar içinden çıkılmaz bir noktaya geldi. Kendisiyle birlikte ülkeyi de içinden kolay sıyrılamayacağı bir açmazın içine sürükleyen iktidar, Türkiye’nin bir ‘beka sorunuyla’ karşı karşıya kaldığı gerekçesiyle hemen her sorunun üstünü yerli ve milli bir örtüyle kapatma çabasında.
Şimdi karşılarındaki muhatapları da kendilerini iktidara taşıyan ve eşbaşkanlığını yaptıkları Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki ortakları Amerika, NATO ve bilcümle Batı devletleri.
AKP/Erdoğan iktidarı şimdi her tarafı delinmiş yelkenlerini, böyle kuvvetli bir milliyetçilik rüzgârıyla şişirerek içine düştüğü girdaptan kurtulmaya çalışıyor.

•••

15 Temmuz Darbe Girişimi, ‘Zarrab davası’ gibi olaylar etrafında kopartılan yaygarayı bir yana bırakıp meselenin esasına bakmak lazım.
Erdoğan’ın konuşmalarındaki esip gürlemeler arasında ‘Zarrab davası vesilesiyle kendilerine şantaj yapıldığı’ ifadeleri dikkat çekiyor. Bu şantaj konusunun Türkiye’nin güney sınırları ‘PYD/ Kürt koridoru’ olduğu bazen açık, bazen dolaylı olarak ifade ediliyor. Zaten konuyu görüp duymayan da yok.
Burada gerçekten Türkiye’nin bir beka sorunuyla karşı karşıya olup olmadığı ayrı mesele. Ortaya çıkan durum aslında AKP’nin başından beri Amerika’nın güdümünde takip ettiği tutarsız, fırsatçı, ilkesiz iç ve dış politikalarının sonucu. Bugün ‘şantaj’ konusu olarak ortaya çıkan hususlar, en başından Ortadoğu’yu etnik-dinsel-mezhepsel ayrımlara dayalı olarak yeniden dizayn etmeye yönelen ve bütün bölgeyi yıllardır kan gölüne döndüren tablo, Amerika ile hep birlikte yürüdükleri yolun bir sonucu. Bu yüzden şimdi ‘Türkiye’nin beka sorunu var’ diyerek her türlü muhalefet üzerinde baskı kurmaya, dahası, arkalarında durmayan, tamam Amerikan ambargosundan bize ne ama, apaçık ortada duran yolsuzluklardan, rüşvetten bahseden her türlü muhalefeti vatan hainliğiyle suçlayarak bu ağır tarihi sorumluluğun altından kalkamazlar.

•••

Gittikleri yolun sonunun FETÖ vakasıyla, 15 Temmuz’larla, Zarrab davalarıyla, şantajlarla... şimdi nereye vardığı ortada. Şimdi BOP’la birlikte ‘Yeni İslamcı Türkiye’ projesinin mimarlarından Graham Fuller hakkında Türkiye’de tutuklama kararı çıkarılmış, bir zamanlar bir pazar günü ellerinde çivili sopalarla; Altıncı Filo’yu protesto eden devrimci gençlere saldıranlar, Deniz’leri asanlar, Mahir’leri katledenler dehşetli ‘anti Amerikancı’ kesilmiş. İktidar yanlısı medya organları kadim Amerikan muhipleri’nin Amerika’ya, NATO’ya vb. atıp tutmaları, fena halde yerli ve milli tafralarıyla dolduruluyor. Yaratılan gürültü patırtı arasında apaçık ortada duran Reza’letler, yolsuzluklar, hırsızlıklar unutulup gidecek sanılıyor; hızını alamayanlar, her türlü muhalefeti, bütün ömrünü emperyalizme karşı mücadeleye adamış devrimcileri ‘Amerikancılık’la suçlamaya kalkıyorlar.

Bütün bunlar beyhude, her şey apaçık, gün gibi ortada. Bu yüzden belki önce tepeden başlayarak, geri dönüp kendi yürüdükleri yollara bir baksalar, yapabiliyorlarsa kendileriyle bir yüzleşerek, gene yapabiliyorlarsa en başından bu yana gerçekleri anlatan, ABD politikalarının bütün bölge halklarını nasıl bir felakete sürükleyeceğini açıklayan insanlardan, bu ülkenin aydınlarından, gerçek yurtseverlerinden, devrimcilerden özür dileyebilseler...
Sonra merak etmesinler, nasıl olsa kendilerinden öncekiler gibi, yazının başında değindiğim zavallı ‘Kardak milliyetçileri’ gibi, bir gün onlar da gidecek.
Ne demişler, yağmur asla sonsuza kadar yağmazmış.
Öyle, sahte deyip geçtikleri birtakım belgelerle falan değil, beyaza kara diyerek, kargaya kartal diyerek kandırmaya çalıştıkları halkın, gücüyle elbet bir gün Hayırlısıyla gidecekler.

 OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU / BİRGÜN

Eski İstanbul'da linç edilen vapur - Burhan AYERİ / Yeniçağ

Burgaz Adası'na 60 kuruşa gidip geldiğimiz günleri iyi bilirim. 15 Fener-Köprü 15 de Köprü-Adalara giderdik. Yani evden çıkıp Kalpazankaya'da teneke üstü midye pişirmenin maliyeti bu kadardı. Bazen de Sirkeci'den Harem'e araba vapuruyla geçer Suadiye Plajı'na kadar yürürdük. Maksat gırgır olsundu. Kimi zaman da liseden arkadaşlarla Eyüp'teki Bostan iskelesinde buluşur ve yeni rotalar belirlerdik.
Bir de daha eski dönemler vardır. Haliç'te Tuzluk adını verdiğimiz meşhur 11 Numaralı Şehir Hatları vapurundan da önce. Ben ona da Suhulet adlı yandan çarklıya da bindim. Ancak Köprü'den Yeşilköy'e çalışan vapurlara yetişemedim. Bu dönemin öykülerini hep babamdan dinledim. Köprü-Yeşilköy hattı açıldığında gördüğü ilgiyi anlamak için arşive girip dönemin gazetelerine bakmak yeterli.
Köprü'den itibaren Kumkapı, Yenikapı, Samatya, Makriköy, -Bakırköy- Ayastefanos -Yeşilköy- seferlerine gösterilen alaka olağanüstü. Babamın anlattığına göre gemiler tıklım tıklım dolu sefer yapardı. En büyük problem ise kimi iskelelere yanaşmak mümkün değildi. Çünkü buralarda deniz sığ idi. İçinde insan yoğunluğu da fazla olunca karaya oturmalar meydana gelebiliyordu. O nedenle bazı yerlerde, yolcular sandallarla kıyıya aktarılıyordu. Aynı şekilde gelenlere de bu yöntem uygulanıyordu. Hareket halindeki vapurlara çifte kürekli sandallarla ulaşabilenler ise sahildekiler tarafından uzun uzun alkışlanırdı.
Vatandaş yine de mutluydu. Çünkü bugünkü adıyla banliyö trenlerinin personeli insanları bıktırmıştı. "Memurların saygısızlığından kurtulalım da denizde yüzmeye razıyız" diyenlerin sayısı hayli artmıştı. Vagonculardan tek şikayetçi olmayan Şark Şimendifer Takımı'nın futbolcusu Aydın Boysan ağabeyimizdi.
Tonton olayı
Yeşilköy'e vapurla gidildiği günlerde İdare-i Mahsusa elindeki en lüks ve dayanıklı gemileri bu hatta ayırırdı. Oysa Köprü-Haydarpaşa-Kadıköy hattını kullananlar bu kadar şanslı değildi. Bu güzergahın Tonton adlı aracı en nefret edilen vapurdu. Bakımsızlığı, pisliği ve en önemlisi arızalarından gına gelmişti. Bir sabah bu tekneden tamamen kurtulmak isteyenler topluca Tontonu batırmaya kalktılar. Anlayacağınız halk az daha bir vapuru linç etmeyi başarıyordu. Bir tarafta ayaklanma olurken, Yeşilköy yolcuları kendilerini bayram arabalarına binmiş çocuklar gibi hissediyordu.
Düşünün Sarayburnu'nu geçtiniz mi fırtına riski bile kalmıyordu. Ahırkapı Feneri'ni gördüğünüz an sizden mutlusu yoktu. Altın ve mavi sahiller ile kıyıları seyretmenin tadına doyulmazdı. Yeşilköy vapuru, bir süre sonra müzik sesleri gelen balık lokantalarının önüne gelirdi. İlk iskele balığı ve meyhaneleriyle ünlü Yenikapı olurdu. Ve daha sonra karpit lambalarıyla aydınlatılmış Samatya. Burası hepsinden daha popülerdi.
Samatya'nın yeniden doğuşu bildiğiniz gibi İkinci Bahar adlı diziye mekan oluşuyla gerçekleşti. Şener Şen, Türkân Şoray, Güven Hokna, Tarık Pabuççuoğlu ve daha pek çok usta oyuncunun rol aldığı yapımın getirdiği şöhret bugün de devam etmekte. Artık Bizans'tan kalma mahzenler ve şarap fıçıları yok ama bir sürü meyhane yan yana durmakta.
Ne ararsan
Sahile doğru olan açık hava balık pazarı asırlara meydan okuyor. Palamutlar, pavuryalar, tezgahlardaki kırmızı soğanlarla süslenmiş lakerdalar 7-24 var. Istakozlar ise Sema Çelebi'nin Kanada'dan ithal ettikleri ama olsun. Midyenin tavası ve dolması bir arada. Topikten kokorece her şey mevcut. Hatta Langa ile Çengelköy hıyarları tezgah komşusu. Samatya'nın en riskli yanı vapurun kısa molasıydı. İkinci düdüğü kaçırdığınız an gelecek vapuru beklemek zorunda kalırdınız. Bakırköy ve bir sonraki iskele Yeşilköy bambaşkaydı. Buralar varlıklı ailelerin, ünlülerin ikamet ettiği yerlerdi. Cenap Şehabettin'in konağı burada idi. Maarif Nazırı Emrullah Efendi'nin köşkü ve Halid Ziya Uşaklıgil'in evi de bu bölgedeydi. Yazarın kalemi ve romanları kadar tavukları da meşhurdu. Hem Ada'da hem Yeşilyurt'taki evlerinde bunları elleriyle beslerdi.
Tek istisna
Yeşilköy öyle günler yaşadı ki "Bir dönem Osmanlı İmparatorluğu buradan yönetildi" demek abartı olmaz. Paris-Berlin tarzı gazete/dergi kioksları ilk kez burada açıldı. Tatavla-Kurtuluş laternalarını Yeşilköy'de gördük. Yabancı tütün, içki ve çikolataların satışı serbestti.
Bütün bu imtiyazlı hayattan sadece bir kişi hep kaçmıştır; Tevfik Fikret. O, Robert Kolej'in altındaki küçük arsasına evini yapmakla uğraştı. Burada yaşadı. Yarı yaşındaki karısı ile Boğaz manzarası seyrederken ömrünü tamamladı. Laf aramızda denizi sever ama vapura binmekten hoşlanmazdı.
Günümüzde yerel yönetimlerin bildiği tek şey var; dört bir yanı deniz İstanbul'da su yolculuğunu unutturmak. Adamları Venedik'te görevlendirsek gondolları müzeye kaldırırlar!

Burhan Ayeri / YENİÇAĞ

Kaynak Yeniçağ: Eski İstanbul'da linç edilen vapur - Burhan AYERİ

Pragmatik müstebit - ORHAN GÖKDEMİR

İngiliz savaş kabinesi, 2 Kasım 1917’de Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un imzasıyla Yahudi kökenli Banker Lord Rothschild’e, Siyonist Federasyon’un dikkatine sunulması talebiyle bir mektup gönderdi. Majestelerinin hükümeti mektupta kudretli banker aracılığıyla Siyonistlere, “Filistin’de Yahudi milleti için bir vatan kurulmasına olumlu baktıklarını ve bu hedefin gerçekleşmesini kolaylaştırmak için gayret göstereceklerini” müjdeliyordu. Balfour Deklarasyonu olarak bilinen bu metin İsrail’in kuruluşu fermanıdır. O tarihten bu yana bütün Ortadoğu o deklarasyon çerçevesinde şekillenmektedir.

Mektubun yazıldığı tarihte Filistin topraklarında yaşayan yaklaşık 660 bin nüfusun 600 bini Müslüman - Hıristiyan Arap, 60 bini Yahudi’ydi. O 60 bin Yahudi’nin çok önemsiz bir kısmı Siyonist hareket nedeniyle Filistin’e göç edenlerden oluşuyordu.

O tarihten sonra İngiliz emperyalizminin ve Siyonizm’in gücünü arkasına almış üç-beş bin fanatik Yahudi bütün Filistin’i hallaç pamuğu gibi attı ve sonunda işgal edilmiş Filistin topraklarında İsrail Devletini kurmayı başardı. Yani Kudüs dâhil bütün Filistin toprakları 1917’den beri fiili, 1950’den beri resmi işgal altındadır. Elde kuşatma altındaki Gazze ve Kudüs’ün bir kısmı kalmıştır. O da dün itibariyle elden kayıp gitti.

Bakmayın gürültüsüne, İslamcının umurunda mı sanıyorsunuz? Daha düne kadar AKP iktidarı ile İsrail yöneticileri sarmaş dolaştı. Suudiler İsrail’in ebedi dostu, Mısırlılar da öyle. Siyasal İslamcılar Trump’ın manevrası nedeniyle Kudüs’ün dini anlamını keşfettiler zorunlu olarak. Kutsal şehirmiş, öyle diyorlar. Yürüyüp tepinecekler birkaç gün. Sonra unutacaklar. Oysa Filistin işgal edilmesi meselesi dini bir mesele değildir. Düpedüz emperyalist bir projedir. O proje çerçevesinde bir halkın esir edilmesi ve parça parça yok edilmesidir.

***

Buna kısaca pragmatizm diyoruz. Esası faydacılıktır ve hem emperyalizmin hem de onun icadı olan siyasal İslam’ın felsefesini işaret etmektedir. Filistin bu pragmatizm nedeniyle işgal altındadır ve Filistin’in işgali bu pragmatizm nedeniyle devam etmektedir. Kudüs İslamcının ve emperyalizmin elbirliğiyle düşürülmüştür.

Nedir esası? O, teorisiz pratiğin, yönü olmayan eylemin felsefesidir. Hangi araçlarla olursa olsun amaca ulaşma yöntemidir. Başarı her türlü eylemin biricik ölçüsüdür. Bu ölçü etkili olduğu sürece, yani kişiyi amacına götürdüğü sürece,  istenilen her şeyi kullanmak suç sayılamaz. Pragmatizmde önemli olan biricik soru şudur: Bu, benim işime yarıyor mu? Cevap “evet” ise, bu şey gerçek ve iyi, “hayır” ise, yanlış ve kötüdür. Harry. K. Wells’in “İşbitiricilik Felsefesi” adlı çalışmasından aktardım.

***

Şöyle bir şeyden söz ediyorum…
Temmuz 2016. Cumhurbaşkanı Erdoğan Lozan Barış Anlaşması’nın 93. yılı dolayısıyla bir açıklama yaptı. Şöyle dedi açıklamasında: “Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir... Bu düşüncelerle, Lozan Barış Antlaşması'nın 93. yıldönümünde, Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal başta olmak üzere, anlaşmanın mimarı olan tüm devlet adamlarımızı rahmetle anıyorum.”
Eylül 2016. Bir açıklama daha yaptı, "Bugüne kadar Lozan’ı bize zafer diye yutturmaya çalıştılar. Bunun neresi zafer?" dedi.

Temmuz 2017. Lozan Anlaşmasının imzalanmasının 94. Yıl dönümü. Mesaj şu şekildeydi: "Bugün, Cumhuriyetimizin kurucu belgesi olan Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanmasının 94. yıldönümünü kutluyoruz. Aziz milletimizin her türlü yokluğa, yoksulluğa ve imkânsızlıklara rağmen yazdığı istiklal destanı, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanında tescil edilmiştir. Türk Milleti, Lozan Anlaşması ile bu topraklardaki bin yıllık varlığını hedef alan Sevr'i yırtıp atmış, bağımsızlığından asla taviz vermeyeceğini tüm dünyaya kabul ettirmiştir."

Birkaç gün önce Yunanistan’a gitti. Lozan anlaşmasının güncellenmesi gerektiğini söyledi, şöyle devam etti; "Lozan sadece Türkiye ile Yunanistan arasında anlaşma değildir. 11 ülkeyi kapsayan bir anlaşmadır. Lozan'da Japonya da var, İngiltere de var, Fransa da var.
Lozan sadece Ege'yi mi kapsıyor?
Ege'nin dışında Lozan'la ilgili hiçbir şey yok mu?
Batı Trakya'daki azınlıkların hukuku yok mu?
Şimdi buradaki azınlıkların hukukunu bu anlaşmayla nasıl teminat altına alacağız?"

***

Mayıs 2010. Abluka altındaki Gazze’ye insani yardım götürmek için yola çıkan iktidar yandaşı İHH’nın organize ettiği Mavi Marmara gemisi uluslararası sularda İsrail Ordusu tarafından basıldı. Baskında gemideki birçok kişi öldürüldü. Bu olay Oslo’daki “van münit” vakasının ardından İsrail-Türkiye ilişkilerini bitme noktasına getirmişti.

Temmuz 2014. Karşılıklı sert beyanlar, itiş kakışlar derken Mavi Marmara bir kahramanlık öyküsüne dönüştü. Erdoğan o tarihte başbakandı. Çıktı "Otorite bizdik ve Mavi Marmara'ya izni biz verdik" diyerek eylemi üstlendi.

Haziran 2016. AKP İsrail ile anlaşıp barıştı, can ciğer kuzu sarması oldu. O nedenle Mavi Marmara davası konusunda da geri adım atma emareleri belirdi. Eylemi organize eden İHH iktidarın yan çizeceğini hissetmiş ve iktidarı eleştirmeye başlamıştı. Erdoğan, o havada çıktı konuştu; "Türkiye’den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz?" dedi.

***

Kasım 2015. Durup dururken Suriye sınırında uçan Rus uçağını düşürdüler. Zamanın başbakanı çıktı “emri ben verdim” dedi, olayı övünerek anlattı. Bir ay sonra “haberimiz yoktu, kazara oldu”ya çevirdiler övünmeyi. İki ay sonra NATO’yu kendilerini korumak üzere göreve çağırdılar. Rus ambargosundan sonra ihale tetiği çeken pilota kaldı. Putin’e koşup af dilediler, yalvarıp yakardılar. Sonra cihatçı kiralık katiller sürüsü eliyle düzlemeye çalıştıkları Suriye üzerindeki bütün iddialarından vazgeçtiler.

***

Donald Trump’la ilişkileri daha bir renkli. Mecidiyeköy Meydanına dikili “Trump Tower” üzerinden anlatayım.
Nisan 2012. Trump’ın ortağı olduğu “Trumps Tower Mall” adlı AVM inşaatı tamamlandı. Açılışta Tayyip ve Emine Erdoğan çifti, Aydın Doğan ve kızları, Bakan Beşir Atalay ve şürekâsı toplaşıp kurdeleyi birlikte kesti.
Şubat 2013. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın “Trump Towers Mall”ın “tower” ve “mall”ından duyduğu rahatsızlığı dile getirdi, değişmesini istedi. Yerli ortakları emir telakki etti, Trump Towers'ın “mall”ını “tower”dan aşağı attı. Yerli ve milli “Trump Alışveriş Merkezi” öyle ortaya çıktı.
Aralık 2015. AKP’lilerin jestini dikkate almayan Trump, seçim çalışmaları sırasında Müslümanların ABD’ye alınmaması çağrısı yaptı.

Haziran 2016. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump'ın Müslümanlar aleyhine yaptığı konuşmalara işaret ederek İstanbul'daki "Trump Towers" ismini taşıyan gökdelenlere tepki gösterdi. Açılışını bizzat kendisi yaptığı binalar için, "Ben de bir yanlış yaptım, oranın açılışını yaptım" dedi.
Sonra umulmadık bir şey oldu. Trump seçildi. AKP’liler ve saray Trump’la görüşmek için taklalar atmaya başladı. Mayıs 2017’de görüştüler. Beyaz Saray'daki görüşme “girdisi, çıktısı” 20 dakika sürdü. Dediklerine göre bu 20 dakika AKP son yıllardaki en büyük başarılarından biriydi.
Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasından sonra Şişli-Mecidiyeköy metrosunda AVM’ye yönlendirmek için asılan “Trump” tabelalarını söktüler önceki gün. O sırada İsrail savaş uçakları abluka altındaki Gazze’yi bombalamaktaydı.

Faydası var, tekrar edeyim: Buna kısaca pragmatizm diyoruz. Esası faydacılıktır ve hem emperyalizmin hem de onun icadı olan siyasal İslam’ın felsefesine işaret etmektedir.

***

Sıkıldım ben bu acayip ve utanılası işleri takip etmekten. Sıkıntıyı atmanın en iyi yolu biraz sözlük karıştırmak. Konuyu dağıtalım, gelin birlikte karıştıralım.

TDK Sözlüğü “D” maddesinde “despot” sözcüğüne bakalım. Kulağa tanıdık gelen bir kelime bu. Kökeni Fransızca. İlk anlamı, “bir ülkeyi zora ve baskıya dayanarak yönetin kimse.” Arapçası “müstebit” ama kullanımdan düşmüş. O da “her istediğini ve dilediğini yaptırmak isteyen kimse” anlamına geliyor. Müstebidin eylemine “istibdat” diyoruz. Anlaşılacağı gibi müstebit, istibdat ile aynı kökten geliyor. II. Abdülhamit’ten biliyoruz, “hükmü altında bulunanlara söz hakkı ve davranış özgürlüğü tanımayan, zorba” demek. İkinci anlamı şaşırtıcı, Ortodoks Rumların din başkanlarına verilen ad. Metropolitliğe denk gelen yüksek bir dereceden söz ediyoruz.

Nereden bakarsanız bakın pek Ortaçağlı duran bir kelime bu despot. “Diktatör” gibi modern bir kelime değil mesela. Sanırım despotizmde motive edici tek bir saik var, o da iktidarı korumak. Bunun dışında söylenen bütün sözler boş, bütün eylemler anlamsız. Yani “müstebid”in sözünde anlam, eyleminde tutarlılık aramak boşuna çaba.
Söylenecek tek söz, yapılacak tek iş var müstebit söz konusuysa…

Kahrolsun istibdat!

Orhan Gökdemir / SOL

Öne Çıkan Yayın

Yandaş şirketler zeytinlikleri istedi: İşte o skandal mektup! -Bahadır Özgür /halkTV-

Meclis’te görüşülen ve başta zeytinlikler olmak üzere koruma altındaki alanları, sulak bölgeleri madenciliğe açan torba yasanın arkasından, ...