22 Mart 2018 Perşembe

Sarkozy: Batı’nın karanlık yüzü - Nilgün Cerrahoğlu

Tarihi 2010’ların başına saralım... 2007 yılında Elysee’ye çıkan Sarkozy hâlâ orada ve Cumhurbaşkanı... 

2012 Başkanlık seçiminde kendisi için partisinde rakip gördüğü, eski Başbakan  Dominique de Villepin’i -DDV- siyasi yaşamdan silmek istiyor. 
Villepin’i, “Gör bak; seni kasap kancasında sallandıracağım!” tehdidiyle, siyaseten manipüle ettiği bir (Clearstream) davada, sanık sandalyasına oturtuyor. 
O dönemde adı “5 numara, 10 yıldız başkan adayları” arasında geçen Villepin ne ki, “delil yetersizliği”nden beraat ediyor. Ve o da bu defa Sarkozy’den öç almaya ant içiyor. 

Sarkozy’nin şimdi Libya bağlantısı nedeniyle gözaltına alındığı süreçte, Fransız sağı içindeki işte bu “göze göz dişe diş” kavga ve intikam yarışının etkisi var. 
Skandalı, Sarkozy’nin Elysee’den altı yıl önce ayrılmasıyla eşzamanlı olarak  “Mediapart” adlı bir internet gazetesi ortaya çıkarıyor. 
Mediapart, “Le Monde”un eski genel yayın yönetmenlerinden Edwy Plenel’in yönettiği bir haber sitesi. 
Plenel, zamanında içişleri bakanlığı da yapan ve bu nedenle hassas bilgilere erişebilen Sarkozy’nin yeminli düşmanı Villepin’in yakın arkadaşı.

Başkan gangster olunca 
Altı yıl önce Mediapart’ın, Sarkozy’nin Kaddafi ile parasal bağlantısını ortaya ilk döken yazılarıyla patlak veren “Libya skandalı”, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı’nın mahkûm olmasıyla sonuçlanırsa, roller değişecek: “Keser döner, sap döner; gün gelir hesap döner” hesabı... DDV’yi kasap kancasında Sarkozy sallandıracağına, Sarko’yu o kancada -Mediapart eliyle!- DDV sallandırmış olacak. 
Film gibi... 
Film bununla bitmiyor. 
“Sarkozy-Libya bağlantıları”, Fransa yakın tarihinin en ağır skandalı. 
Olay çünkü her demokraside karşılaşılabilecek sıradan bir yolsuzluk öyküsünden ibaret değil. 

İçinde Fransız sağındaki intikam hesaplaşmaları denli, Shakespeare öykülerinde anlatılan kertede ilkesiz ve çıplak güç sarhoşlukları, oluk oluk akan petrodolar ve Avro’lar, bu “petro-Avro”larla kazanılan seçimler; Ortadoğu’ya “teşekkür mahiyetinde” geri dönen bombalar, haritadan yok edilip silinen ülkeler, kişisel emellere alet edilen savaşlar, linç edilen diktatörler var. 

2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminde iddia edildiği üzere Sarkozy’nin Kaddafi’den 50 milyon Avro “gizli finansman aldığı” ispatlanırsa; bu, yalnız bir “rüşvet skandalı” olarak sadece eski Fransa Cumhurbaşkanı’nın adını lekelemekle kalmayacak, bu utanç verici lekeden “insan hakları ülkesi” olmakla nam salan Fransa da payını alacak.

En aşağılık skandal 
Niye? 
Çünkü Sarkozy bu parayla sırf rakibi Segolene Royale’i yenip, cumhurbaşkanlığına sahip çıkmakla kalmadı; 2011’de BM kararını beklemeden en önde, tek başına Arap baharı sırasında “Libya’yı bombalamak” kararı aldı.


Bu karar ardından Kaddafi, tam açıklığa kavuşmayan şartlarda feci bir lince uğradı. 
Bunlar, şimdi, Sarkozy’nin... Libya liderinden söğüşlediği 50 milyon Avro bilinmesin/ keşfedilmesin diye.. bir gangster gibi, Kaddafi’yi ortadan kaldırmak operasyonu amacıyla aldığı bir karar şeklinde görülüyor.

Dünya “Sarkozy’nin rüşvet skandalı” ile, “Libya’yı bombalamak girişimi” arasında bu doğrudan bağlantıyı kuruyor. 

“50 milyonluk rüşvet”in ispatlanması halinde, bu salt Sarkozy’nin itibarını yerle bir etmekle kalmayacak, aynı zamanda kişisel ihtirasların elinde araçsallaştırılan Fransa’nın “devlet başkanlığı kurumunu” da ağır biçimde zedeleyecek. 

Sarkozy-Libya skandalı bu sebeple “V. Cumhuriyetin en kötü ve en aşağılık skandalı” olarak anılıyor. 

Macron’un Fransa’nın etkisini, dünyadaki “soft power” ve prestijini artırmak için yoğun mesai verdiği dönemde tam, Fransa Cumhurbaşkanlığı’na bu darbenin inmesi, bir ironi. 
Skandal, demokrasinin beşiği sayılan ülkelerden birinde Batı demokrasilerindeki irtifa kaybını da sergilerken; kişiye bağlı her türlü riske açık “başkanlık sistemi”nin gebe olduğu tüm tehditleri de ortaya seriyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

İşte Fırat'ın doğusu işte ABD projesi! - Arslan BULUT / YENİÇAĞ

Türkiye'de "Afrin harekâtının harita üzerinde siyasi sonuçları ne olacak?" sorusu tartışılırken, ABD basınında konu sadece bölgenin psikolojisi açısından ele alınıyor. Öyle ki Washington Post'un analizinde "Haberlere göre Donald Trump operasyonu kınarken üst düzey yetkililer Ankara'ya ABD'nin YPG'ye desteğini gözden geçireceğini söylüyordu." denilerek, ABD'nin harekâta seyirci kalması eleştiriliyor. Oysa ABD ve NATO, harekât başlarken defalarca "Türkiye'nin teröre karşı kendisini koruma hakkı vardır" tarzında açıklamalar yapmıştı.

ABD'nin, Afrin Harekâtı'na seyirci kalmasının asıl sebebi ise 2006 yılında Pentagon tarafından çizilen, Roma'daki NATO toplantısında Türk subaylarına gösterilen Büyük Orta Doğu Projesi haritasıydı. Bilindiği gibi dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice da "22 İslam ülkesinin haritası değişecek" demişti.

***

BOP haritasında, "Free Kurdistan" yani "Bağımsız Kürdistan" diye gösterilen bölgede Afrin ve El Bab'ın yer almadığı açıkça görülüyor. Buna karşılık Kürdistan denilen bölgenin, Türkiye'nin de topraklarını kapsayacak şekilde ve "Fırat'ın doğusunda" yer aldığı görülüyor. Haritada Afrin ve El Bab yer almadığı için, Kürdistan'a deniz çıkışı Karadeniz'den; Hopa Limanı'na denk gelecek şekilde verilmiş. Bu durum ABD'nin neden Afrin Harekâtı'na seyirci kaldığını ve neden Fırat'ın batısında yer alan Menbiç'i Türkiye ile pazarlık konusu yaptığını da açıklıyor.

BOP haritası iyi incelenirse, ABD dayatması olarak PKK ile masaya oturulması ve açılım politikalarının başlatılmasının sebebi de anlaşılıyor. PKK'nın BOP haritasında Kürdistan içinde gösterilen Doğu ve Güneydoğu illerinde hâkim olması için yığınak yapması, hendekler kazarak kurtarılmış şehirler oluşturması, bunları uygulayabilmesi için de Türk Silahlı Kuvvetleri'nin elinin kolunun bağlanması gerekiyordu. Nitekim Güneydoğu'da terörle mücadele eden subaylar, içlerine sızmış FETÖ'cü kadronun da desteğiyle, Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk davalarında kendisini savunamaz duruma düşürülmüş, bu olayların devamında terör örgütüne yönelik hiçbir operasyona izin verilmemişti. Operasyon yapanlar, Ergenekoncu diye suçlanıyordu.
Açılım süreci, doğrudan doğruya, BOP haritasının hayata geçirilmesine hizmet ediyordu.

***

Afrin ise Suriye'de kalacaktı! Türkiye'nin Afrin Harekâtı ise Rusya'nın kendi kontrolündeki hava sahasını açması, burada bulunan askerlerini güneye doğru kaydırması sayesinde mümkün olabildi. Suriye'de Fırat'ın batısını Rusya'nın, doğusunu ABD'nin kontrol etmesi, iki taraf arasında çok önceden kararlaştırılmıştı. Türkiye'ye ise El Bab ve Afrin'de geçici bir oyun kurucu rolü  bırakıldığı anlaşılıyor. Zira Türkiye, ABD askerleri bulunan Menbiç'e ve 20 ABD üssü kurulan Suriye'nin kuzeyinde bulunan ve "Fırat'ın doğusu" denilen bölgeye müdahale edemiyor! ABD, Afrin Harekâtı'nda da Türk Silahlı Kuvvetleri'nin başarılı olamayacağına göre plan yapmış, bu coğrafyada yüksek teknoloji kullanarak tüneller açmış, ciddi hazırlık yapmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bu operasyon sırasında yıpratmak istediler ama Mehmetçik, Amerikan tünellerini, teröristlere mezar yaptı!

Diğer taraftan, TSK'nın Afrin harekâtından önce, 2018 yılı başında, Washington Enstitüsü için hazırlanan "Suriye savaşında sekteryanizm" başlıklı, 70 harita ile bölgedeki etnik ve dinsel grupların dağılımlarının incelendiği bir raporda, Afrin, Kürtlerin çoğunlukta olduğu ama Türkiye sınırında Türkmenlerin de yaşadığı bir bölge olarak gösteriliyor ve yakın gelecekte "Türkmenistan" olarak adlandırılabileceği belirtiliyor... Washington Enstitüsü'nün danışmanları arasında, Amerikan devletinin politikalarını belirleyen Henry A. Kissinger, Joseph Lieberman, Robert C. McFarlane, Richard Perle, Condoleezza Rice, George P. Shultz, R. James Woolsey ve Mortimer Zuckerman gibi isimler var. Raporu yazan ise 10 yıldır bölgede araştırma yaptığı ifade edilen, Lyon Üniversitesi araştırmalar bölümü yöneticisi Fabrice Balanche!
Raporda yer alan 57 numaralı haritada Suriye ve Irak'ın nasıl bölüneceği gösteriliyor. Haritada Irak Kürdistanı ve Suriye Kürdistanı denilerek fiili durumun sınırları gösteriliyor.

***

Bu haritada Türkiye'nin nasıl bölüneceği gösterilmemiş elbette ama Suriye ve Irak için uygulanan plânların Türkiye için de denendiği hatırlanacak olursa, Büyük Orta Doğu projesinin harfiyen uygulandığı, Afrin'deki harekâta, Türkiye'deki siyasi iktidarın güçlenerek yoluna devam edebilmesi için ses çıkarılmadığı, esasen ABD ve Rusya arasında bölgenin paylaşıldığı anlaşılıyor.
Türkiye'nin Rusya'nın kontrolündeki Afrin bölgesinde harekât yapmasına yol verildiği ancak Amerikan kontrolündeki bölgeye sokulmamasına karar verildiği ortaya çıkıyor.
Zaten, ABD Dışişleri Bakanı Tillerson, Tayyip Erdoğan ile yaptığı, resmi kayıt tutulmayan 3.5 saatlik görüşmeden sonra "Suriye'nin kuzeyinde kim nereye egemen olacak, önümüzdeki süreçte bunlara karar vereceğiz" demişti!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

21 Mart 2018 Çarşamba

Kurgudan korkuyorsan, gerçeğin korkunç demektir! - ORHAN GÖKDEMİR

Henüz yayına girmeden tanıtım aşamasında “Avlu”nun başına gelenler, AKP iktidarında dizilerin şamar oğlanına çevrilmiş olmasının ilk örneği değil. Son örneği de olmayacak.

Başbakanlığı döneminde Tayyip Erdoğan’ın meydanlarda “Muhteşem Yüzyıl”a “tel’in ve tenfir” yağdırarak kitleleri diziyi yuhalamaya sevk etmesi, bu işin miladıdır denilebilir. Balık baştan koktuğu için durumdan vazife çıkaran her merci ya da makam (başta RTÜK), o gün bugün diziler üzerinde “Demokles’in kılıcı” olmayı sürdürüyor.

Erdoğan, “Muhteşem Yüzyıl”ı, “Ecdadımızı ayağa düşürdüler” diyerek hedef göstermişti. Onun, meydanlarda bir siyaset panzeri gibi sarf ettiği sözler karşısında kendinizi dizinin yapımcılarının yerine koyun! Neler hissederdiniz?!

Buna rağmen “Muhteşem Yüzyıl”ı kotaranlar gayet sakin, olgun ve “medeni” karşıladı bu orantısız güç kullanımını... İşlerini hiç ödün vermeden yapmaya devam edip son noktayı dahi zirvede görerek gerçekten “muhteşem” bir final yaptılar.

Aslına bakılırsa meydanlardaki şakşakçıların dışında kimse (muhafazakârlar dâhil) tınmadı “Muhteşem Yüzyıl”ın resmi ağızlardan tu kaka edilmesini… Ama o ağızdan kuvvet ve ilham alan irili ufaklı resmi zevat fırsat buldukça dizi sektörüne yönelik “istemezük”çü babalanmalara yeltendi durdu.
İşte bunlar arasında en son karşımıza çıkan, daha dün bir-bugün iki tanıtımları yapılan “Avlu”ya karşı cezaevi bürokrasisinden gelen erkenci tepki.

Dizinin seyirciyi davet ettiği kurgusal mekân, bir kadın cezaevi. Dünya dizi piyasasında benzeri çok; mesela yakın dönemden komedi-drama formatında “Orange is the New Black” zikredilebilir. Tabii erkek cezaevi ortamı ve koşullarına odaklanan çok daha fazla örnek mevcut.
Bunların hiçbirinde, ne Amerika ne Avrupa, ne de başka bir yerde üretilip seyre sunulmuş kurgularda cezaevleri cennet gibi sunulur.

Tam tersi, cehennemin dibi yerler olarak sunulur.

Ama bu dizilerin üretildiği yerlerdeki resmi makamlar, gerçeklik payının ötesinde alabildiğine abartılı, bire bin katılarak seyre sunulan bu yapımlar karşısında devleti ayağa kaldırmamıştır. Çünkü birazcık akıl yürütebilen biri bunun “yarası olan gocunur” türünden bir algı yaratacağını bilir.
Bizde ise daha “Avlu”nun bu ülkedeki ceza-infaz kurumlarına nasıl baktığına dair hiçbir şey tam belli değilken Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü fragmanlardan hareketle cezaevi personelinin “işkenceci”, kurumların ise “işkence merkezi” olarak gösterildiğini ileri sürerek RTÜK’ü göreve davet etti!..
Gazetemizde Alican Uludağ’ın haberinden öğrendik; Müdürümüz RTÜK’e, “dizi yayımlanmadan gerekli tedbirlerin alınması hususunda bilgi ve gereği”ni arz etmiş!..


Adeta gölgesinden korkar gibi bir durum... Ortada dizinin bölümleri yok. Bir-iki dakikalık tanıtımlar, bu tepkiye (ya da paniğe mi demeli?) neden oluyor.

Müdür Bey bu kadarla kalsa iyi; o, işi neredeyse “teröre destek” noktasına taşımış, baksanıza: “Ceza ve infaz kurumlarına yönelik bu tür algıların oluşturulması da bazı terör örgütlerinin amaçlarına hizmet edecektir.”

İktidar ve onun “gardiyan”larının dizilere ve dizilerin bir parçası olduğu popüler kültüre ilişkin tutturdukları dil ve tavır öyle arkaik ki popüler kültüre eleştirel bakışla hayatını sürdüren bizim gibileri bile neredeyse popüler kültüre siper olacak noktaya getiriyor!..

Hep yazdık, kurgu, hayatın statiğine değil, dinamiğine yaslanır, oradan beslenir. Her şeyin yolunda olduğu bir hikâye kimseyi cezbetmez çünkü. Değişim, devinim, çatışma ve sorunlara dayanır kurgu.
Cezaevlerimiz güllük gülistan mı? Değil. Ayrıca bugüne kadar Türkiye’de roman, sinema ve dizilerde karşımıza çıkmış hangi cezaevi kurgusu farklıydı da “Avlu”ya takıldınız? Cezaevi ortamını kurgunun hak ve imkanları çerçevesinde “fantastik” mahiyette seyre sunacak o da.
Müdürümüz, reyting uğruna bu tarz görüntülerin yayıma girmesinin toplum tarafından farklı algılara sebep olacağını, ceza-infaz kurumlarında yaşanmamış olayların yaşanmış gibi gösterilmesinin kurumların kamusal hizmetine zarar vereceğini de ileri sürmüş.

Yahu bırak, diziyi izleyelim, üzerine tartışalım, konuşalım diğer pek çok dizi içeriğine ilişkin yaptığımız gibi!.. Ak mı kara mı anlaşılır, gerekirse uçuk kaçık yanlar varsa da sorgulanır, yanlışlanır, ipliği bile pazara çıkarılır.

Ama dizi kaldırılsın da kurtulayım diyorsan, öyle olmaz o…

Kurgudan korkanın kendisi korkunçtur türküsünü tutturur gider herkes!..

Orhan Gökdemir / CUMHURİYET

Her şey Putin’in suçu - CEYDA KARAN

Rusya Federasyonu’ndaki (RF) başkanlık seçimleri tüm dünyada yakından izlendi. Devlet Başkanı Vladimir Putin bu kez yarışa bağımsız aday olarak girdi. Her yere webcam’lerin yerleştirildiği, gözlemcilerin öncesindeki demokratik ortamı ‘yetersiz’ bulmasının ötesinde oylamaya ‘toz kondurmadığı’ seçimlerde oyların yüzde 76.6’sını alarak seçildi. Katılım ortalamayı biraz aşarak yüzde 69’u buldu.

***

Öncesi ve sonrasında estirilen Rosofobi/Putinofobi dudak uçuklatıcıydı.Ülkeyi anayasasına uygun olarak -tıpkı Almanya’da Merkel gibi- dördüncü dönem yöneteceği, anketlere yansıyan popülaritesi eşliğinde aşikâr olan Vladimir Putin için bu kez ‘diktatör’ nitelemesi de, 20’inci asrın tüm kötülükleri üzerine süpürülmüş ‘Stalin’ benzetmeleri solda sıfır kaldı. İşi her dilde olduğu gibi Rusçada da bulunan ‘Vojd’ (önder) kelimesinin Almancasının ‘Führer’ olmasından hareketle Hitler’le kıyaslamaya vardırdılar. Putin’in Nazilerin Leningrad’da öldürdüğü ağabeyi yahut savaşırken yaralanmış babası düşünülürse, pek ağır. Elbette Sovyetler Birliği’nin ideolojik yükünü ısrarla üzerinden atmaya çalışsa da başaramayan Rusya lideri, başta Batı olmak üzere ‘dünyadaki bütün sorunların faili’.
***

Oysa Sovyetler’in dağılması sonrası 1993’te parlamentoyu bombalatmış, alkolikliği ve kadınlara sarkıntılıklarıyla meşhur Boris Yeltsin varken, Moskova ‘övgülere’ mazhardı. Oligarkları ülkeyi yağmalarken, Yeltsin başbakanlarını kirli mendil gibi kenara atarken, yolsuzluklar yahut şimdilerde Le Carre romanlarına taş çıkaracak Skipral vakasının kasıp kavurduğu Londra’daki Rus oligarkların kirli paraları o vakitler eğlence konusuydu. Sovyet coğrafyasının piyasa kapitalizminin barbarlığına bu şekilde açılması alkışlanacak şeydi. Halkların kardeşliği ilkesiyle şekillenmiş birlikteliğin paramparça olması umuluyordu. 

Olmadı. Siloviki ve onların temsilcisi Putin geçit vermedi. Bugün Sovyetler yok. Buna rağmen mirasını tuhaf biçimde kısmen yaşattığı, ekonomisiyle olmasa da nükleer gücüyle askeri meydan okuma teşkil ettiği için aynı muamelenin yapıldığı bir Rusya Federasyonu var. Rusya lideri en başta bu yüzden ‘suçlu’.

***

RF bugün hâlâ NATO tarafından mütemadiyen askeri olarak çevrelenen, yaptırımlar altında ve aslında ‘savaşta olan’ bir ülke. 11 saat dilimine yayılmış, 146 milyonluk, her birinin başkanı, parlamentosu hatta yüksek mahkemesinin yer aldığı eşit statüde oblastlar, kraylar, otonom bölgelerden oluşan 85 federal yönetimde onlarca farklı kökenden insanın yaşadığı devasa bir coğrafya. Bölgeler arası uçurumların bulunduğu, altyapı sorunları çözülmeyi bekleyen bir yer. RF yurttaşları bu koşullarda kendilerini 1990’ların yıkımından çekip çıkardığı için ‘normalleşme ve istikrar’ anlamına gelen Putin’in sunduğu ‘kapitalist kalkınma modelini’ seçtiler.
 
Putin’in karşısıda hiçbir başkan adayı iç ve dış meselelere dair manalı bir laf etmemişken, kapitalist üretim ve kalkınma yoluna da (belki de devlet kapitalisti demeli) meydan okumadı. 

Ama zaten böyle bir soru ortaya koyan yok. RF’de ‘Sovyet geçmişinden utanan’ liberal bir entelijansiya gelişmekteyken, ülkeyi Batılı liberal demokratik perspektiften eleştirmek popüler. 

Bu koşullarda örneğin Batılıların yedi muhalefet adayı içinde ancak ‘sosyal demokrat’ denilebilecek KP adayı Pavel Grudinin’in yüzde 12’lik oy oranına burun kıvırmasına da şaşırmamalı. Grudnin, Batı medyasına söyleşi saçmadı. Onlar hukuken ‘yasaklı’ olmasından hareketle anketlerde desteği yüzde 2-5 arasında görünen Aleksey Navalni’nin arkasından ağlaştılar. Orta-üst sınıfın temsilcisi olarak Müslüman göçmenleri ‘hamamböcekleri’ diye nitelediğini, ‘Ruslar için Rusya’ söylemlerini dert etmediler.
***

Olmadı tabii. Batılılar istedi diye olacağı da yok. Soruları yanlış yerden sorduğunuzda yine yanlışlara çıkar. Kanımca RF’ye dair doğru sorular ancak Sovyet deneyimini süzmüş hakiki bir sol hareketten çıkabilir.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Cambridge Analytica meselesi - ÖZGÜR MUMCU

Bugünlerde seçim danışmanlığı hizmeti veren Cambridge Analytica etrafında bir fırtına kopuyor. Dünyanın birçok yerindeki dijital yöntemleri kullanarak seçim kazandırmasıyla ve özellikle Donald Trump’a verdiği danışmanlıkla tanınan şirket zor günler yaşıyor. 
Daha önce de bu köşede Cambridge Analytica’dan bahsetmiştim. Şirket, internetten topladığı datayı kullanarak, seçmenlerin endişe ve korkularını manipüle eden bir yöntemden faydalanıyor. Sosyal medyadaki aktiviteleri değerlendirilen kullanıcıların önüne “kişiye özel” içerik getirilerek, seçmen etkilenmeye çalışılıyor. Seçmenin iradesi, siyasi bir kampanyanın hedefinde olduğunu fark etmeden, sosyal medyada rastladığı içerikle şekillendiriliyor.


Yöntemin başarıya ulaşması için devasa miktarda veri toplanması gerekiyor. Cambridge Üniversitesi’nde yapılan psikometri çalışmalarından ilham alan bir sistem geliştirilmiş. Facebook’ta karşımıza çıkan testleri bilirsiniz. Kullanıcı bir kişilik testi yaptığınızı zannederken aslında Cambridge Analytica’ya kendi psikolojik profilini teslim ediyor. Bunu yaparken de testi sunan uygulamaya arkadaşlarının Facebook’ta beğendiklerinin ve paylaşımlarının bilgilerini kullanma izni de veriliyor. 

Uygulamayı geliştiren Cambridge Üniversitesi öğretim görevlilerinden Aleksandr Kogan. Datayı bilimsel araştırma amacıyla topladığını ileri sürmüş ama sonuçta ABD’li seçmenin teker teker hedeflenmesi için Cambridge Analytica’ya satmış. Şirketin arkasında Donald Trump’ın eski danışmanı SteveBannon’ın yanı sıra aşırı sağcı görüşleriyle bilinen milyarder Robert Mercer var. 

The Guardian’a konuşan şirketin eski çalışanlarından Christopher Wylie’ın ifadeleri, Facebook’un Cambridge Analytica’yı Facebook’tan yasaklamasıyla sonuçlandı. 
Channel 4 televizyonu bir adım daha ileri gitti. Televizyonun bir muhabiri Sri Lankalı bir siyasetçinin temsilcisi kimliğiyle şirketin CEO’su dahil üst düzey yetkilileriyle gizli kameraya kaydettiği görüşmeler yaptı. Görüşmelerde, siyasi rakipleri seks işçileriyle tuzağa düşürmek de dahil çeşitli taktiklerin vaat edildiği görülüyor. Şirket yetkilileri seçimlerde hakikat değil duyguların belirleyici olduğundan, insanların korku ve endişelerini körüklemekten bahsediyor. 

Trump’ın seçilmesinde Rusya’nın parmağının olup olmadığı çok tartışılmıştı. Halen ABD’de bu konuda bir soruşturma devam ediyor. Cambridge Analytica’ya data sağlayan Aleksandr Kogan, aynı zamanda St. Petersburg Üniversitesi’nin mensubu. Eski şirket çalışanı Christopher Wylie de Rus enerji şirketi Lukoil’in ABD seçmenine ilişkin toplanan datalar hakkında Cambridge Analytica’yla görüştüğünü ileri sürmekte. Görüşmelerden biri de İstanbul’da gerçekleşmiş. 

Bir köşe yazısının kısıtlı yerinde kısaca özetlemeye çalıştığım bu olay hemen dineceğe benzemiyor. Bir yandan yeni teknolojilerin seçmen iradesini sakatlayacak şekilde kullanılması, diğer yandan Trump, Brexit gibi popülist ve sağcı dalganın bu imkânlardan sonuna kadar faydalanması. Facebook, Google gibi şirketlerin tekelleşmesinin getirdiği sorunlar ve Rusya ile Batı’daki sağ dalganın ilişkileri gibi çok boyutlu bir konu.
Seçim güvenliğini bunca konuştuğumuz bir dönemde, dikkatle takip etmemiz ve ilgilenmeme lüksümüzün olmadığı konular.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Yapılmamış ihalenin sonucunu konuşmak’ - 2 / ÇİĞDEM TOKER

Haftalardır herkesin gözü kulağı, Afrin harekâtı ve ittifak seçim kanununa kilitlenmiş, cümle kanallar, ekranlar ve parti bülteni gibi tasarlanıp yayımlanan gazeteler bu iki gelişmeyle doluyken bilin bakalım ne olmuş? 

3. havalimanına bağlanacak 27 km uzunluğundaki ikinci metro hattı ihalesi sessiz sedasız yapılıvermiş!.. 
Yeni havalimanı-Halkalı” metro hattının ihalesi yapılmakla da kalmamış;4.3 milyar TL teklif içeren sözleşmesi imzalanmış bile. 

İhale dediysek, bu satırları okuyan kimse açık bir ihale olduğunu düşünmemiştir umarım. Tabii ki yeni bir 21/b durumuyla karşı karşıyayız. 

Zaten duyulmamasının sebebi de bu. Doğal afet vb. olağanüstü durumlarda kullanılması gereken 21/b, artık AKP’nin ayrıcalıklı müteahhitlerine kısa yoldan iş vermenin yoluna dönüştüğü için ilan da edilmiyor. 

Bir kamu binasının bir odasında sessiz sedasız altına imza atılan 4 milyar 294 milyon 713 bin TL’lik teklifin sahipleri kim derseniz, onu da söyleyelim:
Özgün Yapı - Kolin İnşaat.
***

Aslında bu sonuç bekleniyordu. Daha doğrusu “sektör” biliyordu. 
O kadar biliniyordu ki, bize ulaşan kulis bilgileri bu köşede “Yapılmamış ihalenin sonucunu konuşmak” başlığıyla (18 Şubat 2018) yer almıştı. 

O yazıda Gayrettepe - 3. havalimanı metro hattının 1 milyar Avro karşılığında (2016 sonu) Şenbay - Kolin ortaklığına verildiğini Şenbay’ın Bayburt Grup bünyesinde yer aldığını anımsattık. Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan’ın 3. havalimanı - Halkalı hattının ihale edileceğini duyurduğunu aktarıp sorduk: 
“Şimdi bakacağız. Bu hat davet yöntemiyle mi yapılacak? Davet yöntemiyle yapıldığında Gayrettepe - 3. havalimanını yapan ikiliye mi verilecek diye? 
Müteahhitlik sektörü oyuncuları “konuşuyor” çünkü. Bu hattı da Kolin ile birlikte Aga Enerji’nin alacağı. Aga’nın Şenbay ile kardeş olduğunu, Bayburt Grup bünyesinde olduğunu anımsatalım. 

Bekleyip görelim.” 

Evet bekledik gördük ve bu ihale Aga değilse bile Özgün - Kolin ortaklığına gitti. 
(Aga Enerji, Bay - En enerjinin dönüşmüş hali. Bu şirketi de Abdurrahman Şentürk başta olmak üzere Bayburt Grup’un kurucuları 2006’da kurmuşlardı. Resmi olarak Bayburt Grup bünyesinde görünmese de “sektör” oyuncuları Aga Enerji dendiğinde “Bayburt” anlıyor.)

Özgün Yapı ise Bayburt Grup bünyesinde resmen görünüyor. Yine Gayrettepe - 3. havalimanını yapmakta olan Şenbay şirketi de öyle. O da Bayburt Grup bünyesinde. 
Sonuç olarak 3. havalimanına bağlanan iki metro hattında, tanıdık yöntem ve tanıdık isimler (Kolin - Şenbay, Kolin - Özgün) yine buluşmuş oldu. 

Rekabetin sağlanmadığı, açık yöntemle ihale edilmeyen, kamuoyuna duyurulmayan bu iki hattın toplam yatırım bedelinin 7 milyar 887 milyon TL’lik olduğunu da not düşelim.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Boykotu tartışmaya başlayalım - FATİH YAŞLI

Pazar günü Rusya’da seçimler vardı. Sözcüğün her anlamında “rakipsiz” olduğu halde, Putin meşrulukla seçime katılım arasındaki bağlantının farkında olduğu ve ne kadar güçlü olursa olsun bir iktidar açısından meşruiyetin önemini bildiği için, seçime katılımın yüksek olması adına elinden geleni yaptı. Neticede katılım 2012 seçimlerine kıyasla 2 puan artarak % 67.4 oldu, Putin ise oyların % 76.6’sını kazandı ve bir altı yıl daha Rusya’nın başında kalmayı resmi olarak garantiledi.

Konumuz Rusya ya da Rusya’daki seçimler değil, konumuz son günlerde sıkça yapılan boykot tartışmaları ve onca gücüne rağmen Putin’in bile kendini seçimlere katılımı artırmaya mecbur hissetmesini bu tartışmalara bir giriş mahiyetinde olsun diye not etmek istememiz.

Günümüzde niteliği ne olursa olsun neredeyse tüm rejimler, öyle ya da böyle kendilerini sandık üzerinden meşrulaştırmaya, seçimle iktidara geldiklerini ya da orada kaldıklarını dosta düşmana göstermeye mecbur hissediyorlar ve buna bizdeki de dâhil. İktidar partisinin başından beri sandığa indirgenmiş bir demokrasi söyleminin taşıyıcısı olduğunu, gücünü ve meşruluğunu seçimlerden ve milli iradenin temsilcisi olma iddiasından aldığını biliyoruz.

Dolayısıyla iktidar partisi her seçime özel bir önem verdi, seçimleri kazanmak için elinden geleni yaptı, memnun olmadığı seçim sonuçlarını 7 Haziran’da olduğu gibi tanımadı ya da 16 Nisan referandumunda olduğu gibi ayak oyunlarına başvurdu. Bunun yanı sıra, siyasetle yakından ilgilense de örgütlü ve aktif bir şekilde siyaset yapmaktan kaçınan Türkiye toplumu, siyasete katılımın yegâne yolunun seçimlere katılmak ve oy vermek olduğunu düşündüğü için bizde seçimlere katılım hep yüksek oldu.

Türkiye –eğer zamanında yapılırlarsa- yerel seçimlere neredeyse 1 yıl, milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine 19 ay gibi bir süre varken, son seçim yasası değişikliği ve “Cumhur İttifakı”yla birlikte çoktan seçim konjonktürüne girmiş durumda. Ancak bu sefer, geçmişten farklı olarak, başta gençler olmak üzere, iktidar karşıtı cenahın azımsanmayacak bir bölümünde sandığa gitmeme yönünde ciddi bir eğilim görünüyor. Bunun gerisinde ise “Seçimle gitmeyecekler” şeklindeki hiç de evham olarak değerlendirilmemesi gereken bir fikir yürütme ile herkesi sarıp sarmalayan yılgınlık ve umutsuzluk hali var.

Bu durum, seçimlerde solun ne yapacağı konusunda sorulan sorulardaki belirleyici noktalardan biri olmalı. Birincisi, hayli kalabalık olduğunu düşündüğüm ve Gezi’nin tabanını oluşturan bu kitlenin boykot yanlısı tutumuna bakarak boykotu örgütleyen bir siyasal hat mı izlenmeli ve bu kitlenin oraya kanalize edilmesi mi sağlanmalı, yoksa “boykot” diyenleri de sandığa götürebilecek, toplumun başka kesimleriyle birlikte onlara da umut verecek bir aday mı çıkartılmalı?

Soruyu yanıtlamadan önce şunu söyleyelim, eğer Türkiye’nin azıcık basiret sahibi, azıcık cesur ve azıcık siyaset bilen bir ana muhalefet partisi olsaydı, başındaki zat daha bugünden “Ne boykotu ya” diyeceğine “OHAL’le ve bu seçim yasasıyla gidilen bir seçimde boykot bütünüyle gözardı edilebilir bir seçenek değildir” diyerek bunu bir koz haline getirir, toplum da bunu konuşurdu. Lakin yapmadı ve biz şimdi boykotu kendimiz konuşmak, sorumuzu da bunu görerek yanıtlamalıyız.

Açıkçası bu sorunun yanıtını vermek için henüz erken. Çünkü iktidarın ülkeyi “-mış gibi yapılacak” bir seçime götüreceğini bilmekle birlikte, nasıl bir iktisadi, siyasi ve toplumsal bir konjonktürde seçime gideceğimizi, içeride ve dışarıda nasıl gelişmelerin yaşanacağını bilmiyoruz.

Türkiye ekonomisindeki kötüye gidiş, doların seyri, “Cumhur İttifakı”ndaki MHP’nin tabanının tutumu, Suriye’deki gelişmeler, Saadet Partisi’nin performansı ve çıkaracağı aday, İYİ Parti’nin oy oranı, CHP’nin adayı, bunların hepsi “iktidarın potansiyel kriz başlıkları” olarak görülmeli her şeyden önce ve seçim stratejisi de -elbette ki başka şeylerle birlikte- bu başlıkları hesaba katarak yapılmalı.

Bunun dışında, önümüzde bir yerel seçimler olacak ve o seçimlerin hem yapılış biçimi (iktidarın baskıları, sandık güvenliği, oyların sayımı, YSK’nin durumu) hem de sonuçları, yani yitirilecek belediyeler, parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinde önemli etkiler yaratacak, dolayısıyla buna da bakılmalı. Yani karar verilirken iktidarın “öznel müdahaleleri” kadar siyasetin “nesnel koşulları” da denkleme dâhil edilmeli.

Tüm bu hesap kitapla birlikte, nesnellik “boykot”u dayatıyorsa ve bunun siyaseten anlamlı, işe yarar olduğu düşünülüyorsa “boykot”u örgütlemeyi bir hedef olarak önümüze koyarız ama yok, hesap kitap bağımsız bir sol adayın toplumda karşılığı olduğunu, buradan bir çıkış yolu bulunabileceğini bize gösterirse, hiç düşünmeden kendi cumhurbaşkanı adayımızı toplumun önüne çıkarır, ciddi bir seçenek haline getirmeye çalışırız.

Bu mesele üzerine daha çok yazıp çizeceğiz nasıl olsa, dolayısıyla bunu “tartışmaya giriş” yazısı olarak kabul edelim ve şimdilik burada keselim.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Her arz kendi talebini yaratmaz! - ANIL ABA

Bugünkü haliyle iktisat bilimi, kapitalist sömürü düzeninin akademideki ayağı olduğundan, gerçeği yansıtmayan ideolojik palavralarla doludur.

Öğrencilerim bilirler, heterodoks iktisatçılar için iktisat dersi anlatmak hem eğlencelidir hem de zulüm… Zulümdür çünkü ana-akım literatürün yarısından fazlası fındık kabuğunu doldurmayan ve yaşadığımız hayat adına hiçbir şey ifade etmeyen saçmalıklardan ibaret olduğundan bu dersler, hem öğrenciler hem de benim için, müthiş bir vakit kaybıdır.


Diğer yandan eğlencelidir çünkü liberalizm tokatlanması gereken bir ideolojidir, bu da en kolay iktisat derslerinde yapılır.

Geçenlerde ekşi’de “en basit ekonomi bilgisi” başlığında en çok beğenilen, en çok oylanan ve en çok tekrar eden girdilerden birinin “Her arz kendi talebini yaratır” söylencesi, nam-ı diğer “Say yasası,” olduğunu gördüm. Bugünkü haliyle iktisat bilimi, kapitalist sömürü düzeninin akademideki ayağı olduğundan, gerçeği yansıtmayan ideolojik palavralarla doludur. Meslektaşımız ve Yunanistan’ın Eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis, iktisat ders kitapları için “Her bir parlak sayfada, her bir mükemmel grafiğin arkasında, kırılgan ve çoğu zaman karanlık, bazı fikirler yeni başlayan öğrencilerin gözünden saklanır” der. Gerçekten de, yol gösteren yoksa, birinci sınıf öğrencilerinin bilimsel bilgi ile bilimsel gibi gözüken ideolojik bilgiyi birbirinden ayırt etmesi zordur.

Mahreçler kanunu
Fransız burjuva iktisatçılardan Jean-Baptiste Say, Türkiye’de Liber Plus yayınevinden “Politik Ekonomi İlmihali” başlığı ve din kitaplarını (!) andıran bir kapakla çıkan, “Traite d’economie politique” kitabında serbest piyasaların işleyişine dair iddialı bir önermede bulunur. Say’a göre toplam arz her zaman toplam talebe eşit olacaktır. Çünkü üretim, nihayetinde, tüketim için yapılır. Kâr ve fayda maksimizasyonu düsturuyla hareket eden aktörlerin oluşturduğu kapitalist ekonomilerde hiçbir zaman atıl sermaye olmaz. Herkes rasyonel olduğundan bireyler sistematik bir şekilde hata yapmazlar. Kimse satmayacağı ya da tüketmeyeceği malı üretmez. “Tesadüfi” bir şekilde fazladan üretim yapılmışsa fiyatlar düşer, stoklar eritilir. Az üretim (fazla talep) varsa da fiyatlar yükselir ve denge noktasına gelinir.

Sözüm ona bu yasanın bir alt katmanına inecek olursak; J. B. Say, malların üretiminde kullanılan faktörlere (girdilere) yapılan, ödemelerin toplamda üretilen malları alacak kadar alım gücü yarattığını söyler. Misal, tek bir malın üretildiği bir ekonomi farz edelim. Fabrikanın arazisi için mülk sahibine kira ödeniyor, işçilere maaş veriliyor, sermayedara da faiz ödemesi yapılıyor. Bu ödemeleri alanlar da dönüp üretilen malları satın alıyor. Yapılan arz böylece kendi talebini yaratmış oluyor.

Say’a göre bu “yasa,” her piyasa için aynı anda sağlanmak zorunda değildir. Yani bazı sektörlerde arz fazlası pekâlâ olabilir. Ama bu sektörlerdeki eksik talep başka sektörlere fazla talep olarak yansıyacağı için nette toplam arz toplam talebe eşit olmalıdır. Bu hikâyeden çıkan kritik sonuç ise kapitalizmde fazla üretimden kaynaklı kriz ve buhranların olmayacağıdır. Serbest piyasa ekonomileri kaynakları her zaman, otomatik olarak, verimli tahsis ettiğinden, belki sektörel ve geçici dengesizlikler olabilir ama, “genel bolluk” yaşanmaz. Hesapta…

İktisadî düşünce tarihinin önemi
Öncelikle şunu söyleyelim, her arzın kendi talebini yarattığı kâğıt üzerinde belli varsayımlar altında geçerli olan, kapitalizmin gerçek işleyişini hiçbir şekilde açıklamayan bir önermedir. Hem Marx’ın hem de Keynes’in başlangıç noktaları zaten Say söylencesinin eleştirisidir. Bugün yaşadığımız ekonomik krizler, Say yasasının tutmuyor olmadığının ispatı niteliğindedir. Eğer toplam arz her zaman toplam talebe eşit olsaydı kapitalizmin en önemli sorunların biri çözülmüş olurdu.

Say söylencesi, neo-klasik iktisatta, yatırımların ve tasarrufların ödünç verilebilir fonlar piyasasında dengelendiği masalıyla anlatılır (bkz. market for loanable funds ve I = S). Oysa kapitalizm sistemik bir şekilde toplam talep ile toplam arz arasında bir makas yaratır. Çünkü kapitalistlerin (yüzde 1) maksadı, işçilerin (yüzde 99) reel ücretlerini düşük tutmak suretiyle kârlarını arttırmaktır. Bölüşüm gerçekleşirken işçilere söz verilen maaşları ödenir (pre-determined). Vergileri de düştükten sonra gerisi kapitaliste kâr kalır. Toplam artığın az sayıda sermayedarın elinde yoğunlaşması makro ölçekte yetersiz efektif talebe sebep olur.

Üretilen malları satın alacak işçi kitleleri, düşük ücretlerden ötürü, bu üretim fazlasına talep gösteremez. Haddinden fazla serveti olan kapitalistler de bu fazlayı 1) Tüketerek erit(e)mez çünkü, misal, 4000 tane kot pantolon veya 350 tane spor araba almanın bir manası yoktur, 2) tamamını yatırıma dönüştür(e)mez (I < S) çünkü gelir dağılımı makası açıldıkça bir noktadan sonra kârın realize olma ihtimali azalır. Bu artığın bir kısmı üretken olmayan finans faaliyetlerine yatırılır, bir kısmıysa istiflenir (hoarding). Yani yetersiz toplam talep kapitalizm için kronik bir durumdur. Tam istihdam, yani kaynakların tam kullanımı durumu, sistemin normali değil bir istisnasıdır; bir sonuç değil yanlış bir varsayımdır.

Say’ın sözde yasası, aslında, serbest piyasa kapitalizminin istikrarlı ve kriz üretmeyen bir üretim biçimi olduğunu tahtada anlatmak için kullanılan bir üç kâğıt. Öğrenciler, dayatılan müfredat gereği, modellerin teknik detaylarında boğulduklarından kavramların temellerine inemiyorlar. Üniversitede ezberletilen yalanlar, artık iyiden iyiye bilgi çöplüğüne dönen sosyal medyada maalesef “en basit ekonomik bilgi” olarak herkese yayılıyor. Bundan ötürü, iktisat bölümlerinde marjinalize edilen, iktisadi düşünce tarihi ve ekonomi politik dersleri entelektüel bir macera değil, doğru iktisatla yanlış iktisadı ayırt etmek için olmazsa olmaz derslerdir. Zira neo-klasik iktisat eğitimi bir farstır; en basit ekonomi bilgisiyse para-çokomel eğrisidir.

Anıl Aba / BİRGÜN

Putin 4.0: Rusya’da yeni dönemin şifreleri - Dr. Kerim Has

Rusya’daki başkanlık seçimlerinde Vladimir Putin, ülke çapında oyların yüzde 77’sini alarak 4. kez devlet başkanı seçildi. Medvedev dönemi (2008-12) de dahil olmak üzere 2000 yılından beri Rusya’yı fiili açıdan yöneten Putin, böylelikle son yüzyılda Stalin sonrası en uzun süre görev yapan Rus lider olarak 2024’e kadar Kremlin’de oturacak. Seçimlere bu sefer bağımsız aday olarak katılan Putin’in aldığı bu oran, şu ana kadar başkanlık seçimlerinde aldığı en yüksek oya tekabül ediyor. Seçimlere katılım oranının da daha önceki seçimlerdekine yakın şekilde yüzde 68 civarında seyretmesi yine Kremlin açısından olumlu değerlendiriliyor.
Pek tabii, Rusya’daki seçimlerin tam anlamıyla demokratik veya adil bir şekilde geçtiği söylenemez. Putin haricindeki 7 aday da sistem-içi adaylar idi ve kazanma iddiasıyla seçimlere katılmadılar. Putin’e bağlı bir bürokratın da yer aldığı adayların neredeyse hepsi bir yandan seçim “yarışını”, diğer yandan da Putin’in “zaferini” ulusal ve uluslararası arenada “meşrulaştırıcı” bir fonksiyon icra ettiler. Ancak bununla beraber, Rus siyasal sisteminin lider eksenli kendine has otoriter özelliklerinden dolayı bu tarz bir yarış ve zaferi olağan karşıladığını belirtmek gerekiyor. Rus toplumunun demokrasiden beklentisinin de demokrasi anlayışının da Batı’dakiyle özdeşlik göstermemesinin altı çizilmeli.

Sandık sonuçları teşvik edici işlev görür
Seçim sonuçlarına bakıldığında, Putin’in Rusya çapında bütün federe birimlerde yüzde 50 üzerinde oy aldığı görülüyor. Bu durum, Rus toplumunda uzun süredir Kremlin’den beklenen yapısal ekonomik reformları gerçekleştirme konusunda Putin yönetimini teşvik edici bir işlev görebilir. Ekonominin enerji kaynaklarına bağımlılıktan (ihracatın yüzde 63’ünü petrol ve doğalgaz oluşturuyor) kurtarılması konusunda son yıllarda atılan adımların 2018 sonrası hızlanması mümkün. Yaptırımlar ve petrol fiyatlarının düşük seyretmesi dolayısıyla 2014-16 arasında ciddi darboğaz yaşayan Rus ekonomisindeki büyüme oranlarının önümüzdeki yıllarda 2017 rakamlarını (yüzde 1,5) aşması gerekiyor. Yine benzer şekilde; yatırım ortamının iyileştirilmesi, KOBİ’lerin ekonomideki payının yüzde 25 bandını aşması, yolsuzluğun azaltılması gibi hususlar Putin’in içerideki en önemli gündem maddelerinden. Bu çerçevede, Putin’in yeni dönemde özellikle Batılı ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirme amaçlı Medvedev’in yerine yeni bir yüzü başbakan olarak ataması ciddi bir olasılık.

‘Risk yönetimiyle’ uğraşmak durumunda
Dış politikada ise Putin 2018 sonrası “risk yönetimiyle” uğraşmak durumunda kalacak. Kısıtlı ekonomik gücüyle son yıllarda dış politikada önemli mevziler kazanan Kremlin’in en önemli gündemi Suriye ve bölgesel gelişmeler olacak. Türkiye ile ilişkilerin Afrin ve sonrası üzerinden yeniden bir test sürecine girmesi ve Ankara’nın Batılı ortaklarıyla ileride Menbiç ve Fırat’ın doğusu üzerinden yaşaması muhtemel krizlerin Moskova’yı Ortadoğu’nun derinliklerine daha fazla sokması ciddi olası.

Kremlin yönetimi Suriye’de siyasi çözüm sürecine öncelik vermek isterken, Ankara’nın sahadaki askeri dengeleri değiştirme amaçlı ve “terör” parantezinde değerlendirdiği “PYD/YPG”ye yönelik yeni operasyon talepleriyle Moskova’nın karşısına dikilmesi Putin’in seçim öncesi almadığı taktiksel risklerin yeni dönemde masaya konmasına neden olabilir. Türk ordusunun Afrin’de uzun vadeli kalmasının ancak Moskova’nın Ankara’ya siyasi desteğinin sürmesiyle mümkün olduğu görülüyor. Türk ordusunun Afrin’den sonra Menbiç’e yürüyüp Ankara’nın ABD/NATO’yla daha yapısal bir krize girmesi konusunda ise Moskova’nın fazla direnç göstermesi beklenmiyor. Rusya’nın önümüzdeki dönemde PYD/YPG meselesini Türkiye üzerinden Moskova-Washington ilişkilerinde bir çeşit manivela veya şantaj aracına dönüştürmek isteyeceği ve uzun süredir NATO içinde hedeflediği çatlakları Suriye’de gerçekleştirmeye yönelik politika izleyeceği söylenebilir. Bütün bu denkleme pek tabii Suriye’deki İran-İsrail nüfuz mücadelesi ve İran-Suudi Arabistan rekabetini gibi başka birçok hususu da eklemek gerekiyor. Her halükarda Rusya’nın Suriye’deki siyasi ve askeri kazanımlarının 2018 sonrası yeni çatışma riskleriyle sınanacağı bir tablonun karşımıza çıkması yüksek olasılık.

Ukrayna ve boru hatları ilk başlıklar
Öte yandan Ukrayna meselesi ve bununla ilgili olarak Kuzey Akım-2 ve Türk Akımı doğalgaz boru hatları da Putin’in yeni dönem mesainin ilk sıradaki başlıkları arasında yer alacak. Ukrayna’da 2019’daki cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesi Donbas’taki denklem açısından fazla bir değişiklik beklenmese de Minsk protokollerinde bazı netameli olmayan konularda ilerleme olabilir. Özellikle Kiev ile Donbas’taki ayrılıkçılar arasında esir takasının sürdürülmesi ve cephe hattına sınırlı sayıda BM gözlemci gücünün konuşlandırılması mümkün. Ama bununla beraber, Ukraynalı şirket Naftogaz ile Rus doğalgaz devi Gazprom’un yaşadıkları son gaz krizi AB ülkelerini “enerji” konu başlığında Moskova’yla diyaloglarını gözden geçirmelerine neden olabilir. İngiltere’yle yaşanan son casus zehirlenmesi olayında da görüldüğü gibi Almanya, Fransa, İtalya gibi AB’nin ağır toplarının Londra tarafında yer almaları ileride Rusya’yı AB’yle enerji ilişkilerinde köşeye sıkıştırabilecek bir tablo ortaya çıkarırsa Moskova’nın Ukrayna politikasında yumuşama beklenebilir. Ancak şu an için bunu söylemek biraz erken.


Son olarak Çin’le de ilişkilerin Rusya açısından önemini artırarak koruyacağını vurgulamak gerekiyor. Çin’in küresel ekonomideki payının her geçen yıl daha da artması ve bu durumun Orta Asya başta olmak üzere Rusya’nın Avrasya’daki varlığını belli ölçülerde tehdit eden boyutlara varabilecek olması Moskova-Pekin ilişkilerinde tarafların karşılıklı olarak “inclusive” stratejiler geliştirmelerine neden oluyor. Bu yüzden de Avrasya Ekonomik Birliği, Şanghay İşbirliği Örgütü ve Pekin’in inisiyatifi “Bir Kuşak Bir Yol”un ne tarz bir koordinasyon içine girecekleri ve ilişki modeli geliştirecekleri Putin’in 2018 ve sonrası ajandasının üst sıralarında yer alacak.

Dr. Kerim Has - Moskova Devlet Üniversitesi / BİRGÜN

20 Mart 2018 Salı

Zaferin ve yenilginin diyalektiği - ORHAN GÖKDEMİR

1961 Anayasası ile Türkiye’de tarihinde ilk kez sola kapı aralanmıştı. Anayasanın ilanıyla aynı yıl 12 sendikacı tarafından kurulan TİP, 4 yıl sonra katıldığı ilk genel seçimde 15 milletvekiliyle Meclise girmeyi başardı. Üzerine bütün dünyayı sallayan 68 dalgası geldi. Düzenin efendileri ürkmüştü. Seçim yasasını değiştirdiler. TİP bir sonraki seçimde aşağı yukarı aynı miktarda oy almasına rağmen Meclise sadece 2 milletvekili ile girebildi. Ama sol dalga sokakları kasıp kavurmaya devam ediyordu. Zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a göre, “toplumsal bilinç ekonomik gelişmenin önüne geçmişti” ve bunun durdurulması gerekiyordu. Ordu 12 Mart 1971’de hükumete muhtıra verdi. Sıkıyönetim ilan edildi, sokaklarda solcu avına çıkıldı. TİP kapatıldı, Behice Boran ve parti yöneticilerin çoğu tutuklandı. Düzen zafer kazanmıştı.

Dört yıl kapalı kaldıktan sonra, 1 Mayıs 1975'te yeniden kuruldu. Behice Boran genel başkan oldu. TİP yoluna devam ediyordu ve 12 Mart darbesi yapanların zaferi hiçbir şeye engel olamamıştı. Solu durdurmak üzere paramiliter güçleri saldılar sokaklara. Kendine ülkücü diyen halk düşmanı faşist çeteler devlet desteğinde sola savaş açmıştı. Fakat bu da hiçbir işe yaramadı. Büyük ve karanlık bir organizasyon dalgayı durdurmak üzere 1977 1 Mayısında Taksim’de iş başındaydı. O gün alanda toplananların üzerine ateş açtılar, onlarca kişiyi öldürdüler. Bir yıl sonra 1 Mayıs’ta toplanmayı da yasakladılar. Sokakları durdurmak için yeni bir zafere ihtiyaç vardı.

***

12 Eylül 1980’de Memduh Tağmaç’ın izinden gidenler yeniden darbe yaptı. Bütün partileri, dernekleri, örgütleri kapattılar. Kapatılan partiler arasında TİP de vardı. Milyonun üzerinde insanı gözaltına aldılar, işkence ettiler, yıllarca yargısız hapislerde tuttular. Tek amaçları ekonomik gelişmenin önüne geçen toplumsal bilinci köreltmekti. Baskının yetmeyeceğine karar verip dini kamu yaşamına soktular, din dersini zorunlu yaptılar, başta Fethullahçılar olmak üzere pek çok tarikatı el altından desteklediler. Darbenin başı Kenan Evren il il dolaşıp “ben de imam çocuğum” diye başlayan zafer konuşmaları yapıyordu. O konuşurken Diyarbakır, Metris, Mamak cezaevlerine doldurdukları solculara, Kürtlere ağır işkenceler yapılıyor, Nazi toplama kamplarını aratmayacak sahneler yaşanıyordu. Dediklerine göre başlarına bela olan o toplumsal bilinç sıçraması böylece durdurulmuş, yine zafer kazanılmıştı.

Fakat tam toplum derin bir sessizliğe büründü derken bir avuç militan 1984 yılında Eruh ve Şemdinli’de askeri noktalara saldırdı. Ülkenin nur topu gibi yeni bir sorunu olmuştu. Generaller bu “bir avuç eşkıyanın” tez zamanda üstesinden gelineceğini müjdeledi. Özal “halka sesleniş” konuşmasında pahalı kalemini halkın gözüne sallayarak garanti verdi; ekonomik gelişmeyi baltalayanlar “Allah’ın izniyle” bertaraf edilecekti.

Sonra olayın bir avuç eşkıyanın işi olmadığı anlaşıldı. PKK ülkenin her yerini yangın yerine çeviriyordu. Bulabildikleri tek çözüm içinde Kürt geçen bütün kelimeleri yasaklamak oldu. DGM’ler sansür kurulu gibi çalışıyordu, polis insan avındaydı. Mehmet Ağar “1001 operasyon yapıyor” ama yine de toplumsal bilincin ilerlemesi durdurulamıyordu. Zafer yine kadük olmuş, yaydıkları hukuksuzluk ve sınırsız şiddet devleti çürütmüştü.

***

Laiklik alanında kazandıkların zafer daha dramatik bir sona doğru götürüyordu ülkeyi. 12 Eylül generalleri “İslamcılık gerekiyorsa onu da biz yaparız” diyerek devletin kontrolünde bir din yaratmayı planlamışlardı. Genelkurmay ve ona bağlı Toplumla İşler Başkanlığı bu amaçla yurt dışı seferlere bile çıktı. Laik subaylar halkı “bölücü ve yıkıcı hareketlere karşı” bilinçlendirmek için dini vaazlar verdi. Dediklerine göre, böyle böyle irticaya karşı zafer kazanmışlardı.

Fakat tam zafer ilan edecekken seçimlerden Erbakan’ın İslamcı partisi birinci çıktı. Onlar da 28 Şubat’ta muhtıra verdiler İslamcı partiye. Muhtıraya veren generale göre Türkiye Cumhuriyeti 1000 yıl laik kalacaktı. Birkaç yıl sonra “Ergenekon Lobi” adlı bir belge dolaşmaya başladı ortalıkta. Sonra o belge büyük bir davaya dönüştü. Laiklik lafı eden bütün askerleri topladılar, laiklik lafını unutturana kadar içeride tuttular. Bıraktıklarında hepsi kekeme olmuştu. O arada ülke İslamcı bir çete tarafından ele geçirilmiş, laiklik de, cumhuriyet de tepelenmişti.

Sola karşı düzenin cıngılında 10 kaplan gücünde olan o Fantom kılıklılar, İslamcılardan 10 yıldır hayatlarının dayaklarını yiyorlar. Ağzı burnu yamuldu hepsinin. Kimi AKP’nin, kimi CHP’nin kapısını tırmalayıp duruyor, vatanı kurtarmak için!

***

Malumunuz, Nurettin Yıldız nam ilahiyatçı kız çocukları ile ilgili sözleri nedeniyle bir yazımda “pedofil” dediğim için bana ve soL’a dava açtı. soL’un haberine göre Adalet Bakanı müsteşarı hazretin hayranıydı. Aleyhimize sonuçlandı dava haliyle. Yetinmedi, hem davaya konu yazıya, hem de davayla ilgili bütün haberlere erişim yasağı koydurdu. Zafer kazanmış gibi görünüyordu.

Ama eli ayağı duracak gibi değildi. İşi bebelerden çıkarıp asansöre, ketçaba, hardala, yatağa, yorgana falan vardırınca devletin tepesinden sıkı bir zılgıt yedi. Sonra Diyanet işleri başkanı haşladı. Ardından Devlet Bahçeli ağzına geleni söyledi. En son Yargıtay başkanı “sapık, yobaz, gerici” diye saydırıyordu. Gıkı çıkmıyor artık.

***

Yazarken bir de ne göreyim, önde ÖSO, arkada TSK, Afrin’in fethini tamamlamışız. İstanbul’un fethinden uzun sürdü gerçi ama olsun, Kıbrıs’tan sonraki ilk ve tek zaferimizdir. Haliyle devlet büyüklerimizi biraz fazlaca heyecanlandırdı. Haşa, aralarında Çanakkale Zaferi’ne de benzetenler var ki, sonu benzemesin, külliyen bidattir. Çanakkale 1915’te geçilememişti ama bir iki yıl sonra Gelibolu yarımadasını ellerini kollarını sallayarak geçen düşman donanmaları İstanbul önlerine demir atıp İmparatorluğun başkentine asker çıkardı. Demem o ki arkasını getiremedikten sonra zafer kazansan ne kazanmasan ne?

Bu sebeplerle biz o anki zafere değil, sonrasında olacaklara bakarız. Afrin’i fethettim derken Diyarbakır’ın elden kayıp gitmesinden korkarız. Fetih işi netameli bir iştir çünkü. Hesabı, kitabı iyi yapmadın mı elinde patlaması büyük ihtimaldir.

***

Roma İmparatorluğu, yüzlerce medeniyeti ve ülkeyi fethede fethede gelişip yayılmıştı. Haliyle ilerlerken pek çok meydan okumayla da karşılaşmıştı. Epir kralı Pirus’un (Pyrrhos) meydan okuması en bilinenlerden biri. Pirus, M.Ö. 3. yüzyılda Romalıların işgalinden korkan Helen şehri Taranto’nun yardım çağrısı üzerine 25 bin askeriyle Adriyatik denizini geçti. Askeri dehasıyla Romalıları iki savaşta mağlup etti Pirus. Fakat bunu askerlerinin ve kaynaklarının çoğunu kaybetme pahasına yapabildi. Gelin görün ki Romalıların kaynakları ve gücü hiç tükenmeyecek gibi görünüyordu. Savaşa devam etmenin anlamsız olduğunu fark etti. Geri döndü ve Roma böylece Güney İtalya’nın kontrolünü eline geçirdi. Plutark’ın aktardığına göre Pirus son zaferinde şöyle mırıldanmıştı: “Tanrım bana bir daha böyle bir zafer yaşatma.” “Pirus Zaferi’’ bu karşılaşmanın mirasıdır.

Meraklısına not edeyim, Pirus geri döndükten sonra da rahat durmadı; Sparta’yı fethedeyim derken Argos sokaklarındaki bir gece çatışmasında öldürüldü.
Demek ki olup biteni anlamak için meydanda gözükene takılıp kalmayacaksın. Belki de zafer çığlıkları büyük bir hezimeti gizlemektedir!

***

12 Mart’ın etkisi 1973’te CHP-MSP koalisyonun kurulmasıyla dağılmaya başlamıştı. Hükumetin kurulmasının hemen ardından ilan edilen genel afla hapishaneler boşaldı. Türkiye kaldığı yerden yürüyüşüne devam ediyordu.

Bir yıl sonra, 1974’de Kıbrıs çıkarmasına karar veren de CHP-MSP koalisyonuydu.  Kıbrıs müdahalesi toplumda büyük başarı olarak algılanmıştı. Koalisyon ortakları bu algının oya dönüşeceği sandı. Ama öyle olmadı. Koalisyon dağıldı, Ecevit indi ve Milliyetçi Cephe hükumetleri dönemi açıldı. Türkiye kanlı bir iç savaşın içine doğru sürükleniyordu.

Zafer havai bir şeydir, havaya girmeye gelmez. Bazen kazanıyorum sanırsın fakat bir süre sonra kaybettiğini anlarsın. Bazen kaybedersin ama zafer sana daha yakındır.
Ne çok zafere tanık olduk ve ne çok yenildik. Ayaktaysak hâlâ, görmemizden gideni ve gelmekte olanı. 

Biliyoruz çünkü eninde sonunda kazanacağımızı…

Orhan Gökdemir / SOL

Arabesk ekonomi - OĞUZ OYAN

Çanakkale Köprüsü'nün finansmanı hakkında Başbakan B. Yıldırım: "10 ülkeden 24 bankanın katıldığı bir sendikasyon imzalandı. 1,6 milyar Avro, toplam kredinin yüzde 70'i. Daha ilginç tarafı bu 1,6 milyar için 3,6 milyar Avroluk teklif geldi. Alamadıklarımız da gönül koydular" diyebiliyor (Hürriyet 17 Mart 2018). Bu cümleden, sermayenin çıkarını ençoklaştırma güdüsünün yerine gönül-hatır ilişkilerinin geçtiğini sanırsınız; ya da yabancı sermayenin, itibarı tavana vurmuş Türkiye'ye kredi açmak için yarıştığı sonucunu çıkarırsınız, ama hangi büyük çıkarlar peşinde koştuğunu göremezsiniz. Benzer fonlamalarda olduğu gibi bu köprü için de öngörülen araç geçiş garantileri hakkında bilgi sahibi olamazsınız. Bereket Çiğdem Toker gibi örnek araştırmacı gazeteciler var da kamuoyunun bilgilenme hakkına saygı gösterilebiliyor.

***

Şimdi gelelim tekrar TürkŞeker'in özelleştirilme meselesine ve etrafını ören yalanlara. Bu bağlamda ZMO'nın 46. Genel Kurulu'nda yayınlanan deklarasyona (Bkz. 15 mart 2018 tarihli Cumhuriyet) bakmak da yeterli olur: Türkşeker Fabrikalarında çalışan işçi sayısı, sektörde ciddi bir özelleştirme olmamasına karşın, AKP döneminde 19 binden 8 bine indi; şeker pancarı eken çiftçi sayısı 460 binden 105 bine geriledi. 25 devlet fabrikasına tahsis edilen şeker üretim kotası 1,3 milyon ton iken, 8 özel fabrikanınki 1 milyon ton, yani Türkşeker bilerek tam kapasite çalıştırılmıyor, hatta dört fabrikası kapalı tutularak hiç çalıştırılmıyor ve bunların zararı üzerinden Türkşeker'in konsolide bilançosu zararda gösteriliyor, vb... Bu arada, Şeker Fabrikalarının birçok taşınmazının satılmasını, Maliye Bakanı'nın bir soru önergesine verdiği yanıta göre sadece 2017'de satılan taşınmazların sayısının 48'e ulaştığını da eklemek gerekir.

Le Monde Diplomatique'in Başkan ve Yayın Yönetmeni Serge Halimi, yayının Mart 2018 sayısındaki başyazısında, Fransa'da Macron'un yeni toplu özelleştirme girişimlerine, özelleştirme yöntemindeki stratejik dalavereleri "bir piyasa ekonomisini doğurma yolları ve sanatı" çerçevesinde itiraf eden bir eski sosyalist ekonominin bakanının 2000'li yılların başlarındaki sözleri üzerinden değiniyor: "Adım adım ilerlemeyi denemeyin. Hedeflerinizi açıkça belirleyin ve onlara ileri doğru niteliksel sıçramalarla yaklaşın ki çalışanların hak talepleri harekete geçme ve size çamur atma zamanını bulamasın. Asıl önemlisi hızdır ve hiçbir hız yeterince hızlı değildir. Reform programı bir kez uygulanmaya başlayınca, tamamlanmadan önce asla duraklamayın: Hasımlarınızın ateşi, hiç durmayan hareketli bir hedef söz konusu olduğunda, fazla isabet kaydedemeyecektir".

Bunun aslında IMF/DB telkinlerinden öğrenilmiş veya onlarla uyumlaştırılmış yöntemler olduğuna hiç kuşku yoktur. Kuşkusuz eski sosyalist ekonomilerin piyasa ekonomilerine dönüştürülmesi için özel bir program ve hız gerekiyordu. Hız açısından bakıldığında Türkiye de zaten özelleştirme programı bakımından bunu (daha önce ağır aksak giden ama hukuki altyapısı bu arada hazırlanmış süreci) IMF/AKP koalisyonu döneminde bütün veçheleriyle uygulamıştı. Özelleştirmeler 9 Aralık 1999 tarihinde IMF'ye verilen Niyet Mektubunda yeniden tanımlanmış ve genişletilmiş, AKP döneminde de buna olağanüstü bir hız kazandırılmıştı: 70 milyar doları aşkın özelleştirme az buz şey değil. Şimdiki MG'in  yüzde 10'u düzeyinde. (Herbir özelleştirmenin gerçekleştildiği dönemlerdeki daha düşük MG düzeylerine göre kuşkusuz çok daha yüksek). Demek ki, devasa bir program. Öyle ki, özelleştirmelere karşı harekete geçen demokratik kitle örgütleri hangisine karşı çıkacaklarını şaşırmış durumdaydılar ve bir bölümü de (özellikle kendi sektörleri hemen gündeme gelmeyen sendikalar) 'nasıl olsa bize sıra gelmez' rehaveti ve şaşkınlığı içindeydiler.

Bu olağanüstü hız ve kapsamdaki süreçte tek eksiklik Türkşeker'in özelleştirilmesi konusu olmuştu; zamanında genel furya içinde becerebilseler bu kadar gürültü kopmayacaktı. Şimdi sona kaldığı için, savaş gündeminin baskılayıcı ortamına rağmen, toplumun çeşitli kesimleri tepkilerini harekete geçirebilecek bir ortamı gene de bulabiliyorlar. O nedenle iktidar kanadı hem kitlesel tepkinin gücünden ürkerek saçmalama derecesinde yalana dolana sarılıyor (bu arada Nişasta ve Glikoz Üreticileri Derneği/NÜD'ün 11 Mart 2018 tarihli gazetelerdeki çıkan tam sayfa karşı-saldırısına da dikkat), hem de kafaları karıştıracak sözde geri adımlar atıyor. NBŞ için kotanın sözde %5'e indirilmesi gibi. Türkiye'de hangi denetim var ve atı alan Üsküdar'ı geçtikten sonra kim dönüp kotaların tekrar yükselmesiyle ilgilenecek? Fakıbaba'nın akıllara ziyan açıklamaları ('Devlet olarak biz de özelleştirilen şeker şirketlerine talip olabiliriz' deyip Tarım Kredi Kooperatiflerini alıcı olarak göstermesi ve sonra Başbakan'dan zılgıt yemesi) bile bu "tepkileri yatıştırma" hamlelerinden (kuşkusuz en şaşkınlarından) biri olarak görülmeli. (İsterseniz arabesk ekonomi yönetimi tarzı içinde de sınıflandırabilirsiniz).

***

Çiftlik Bank'a para kaptıranlardan biri, Posta Gazetesi'ne manşet olan şu gerekçeye sığınmış: "Bu kadar insan aptal olamaz diye girdim". Şaşkınlığa bakar mısınız? Onbinlerce kişinin aptal olamayacağını düşünüyor. Oysa bunlar, milyonlarla sayılıyor. "İslami Holdingler" denilen dolandırıcılık ağlarına yaklaşık 10 milyar Avro kaptıran yüzbinlerce kişi bizim insanlarımız değil miydi? Hem de devletin himayesi altında. Jet Fadıl batıp çıkıp halkı tekrar tekrar dolandırmadı mı? Kastelli gibi çok sayıda banker bu ülkede fütursuzca "saadet ağları" kurmadılar mı? 1980'lerde battıktan sonra 1990'larda bir daha sahneye döndüklerinde yeniden rağbet görmediler mi?

Katılımcı sayısı arttıkça, bunun, argo tabiriyle "keriz silkeleme" operasyonunun çapını büyüteceğini her zaman bizzat deneyerek mi öğreneksiniz benim canım vatandaşlarım? Katılımcı sayısı arttıkça, başlangıçta işler de yürür gözüktükçe (yani bir süre için "getiri" ödemeleri yapıldıkça), sisteme katılımlar artar. Sisteme katılımlar yavaşladığı andan itibaren bu Ponzi modeli (ilk dolandırıcı Charles Ponzi'nin adıyla ünlü model) kağıttan piramid gibi içine çökmeye başlar.

Tabii burada aptallık veya cehaletin bir açgözlülüğe/tamahkârlığa koşut gittiğini görmek gerek. Piyasadaki getiri oranlarının birkaç katı getiri vaadeden bir saadet zincirinden şüphelenmek neden akla gelmez? "Az tamah çok zarar verir" güçlü özdeyişininin neşet ettiği bir toplum, bu kadar kör olabilir mi? Burada kapitalist sistemin, satın alma gücü sınırlı olan geniş kitlelerin gözü önüne hergün boca ettiği lüks tüketim nesnelerini, küstahça savurgan yaşam tarzlarını, gelir dağılımının habire bozulmasının kitleleri içine düşürdüğü çaresizliği, bütün bunların kolay yoldan (beleşten) zenginleşme hayallerini körüklediğini dikkatten kaçırmamak gerekir. Yani arka plandaki "suça ve tamahkârlığa" teşvik etkeni, yalnızca eşitsizlik üreten kapitalist sistemin ta kendisidir.

Peki ama kapitalist sistemin devleti, onun regülasyon kurumları, bu dolandırıcılık ağlarına neden zamanında müdahale etmez? Bu da "arabesk" bir çevre kapitalist devletinin icaplarındandır. Kaldı ki, Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, o istismar çarklarına destek verenler, 1990'larda İslami Holdingler hesabına kampanyaya katılanlar, bu ülkede iktidar katlarına bile çıkmadılar mı? Bu nedenle, devletin teftiş kurullarını ve kurumlarını dağıtmak, kalanların içini boşaltmak en öncelikli görevleri olmadı mı? İslami holdingler konusunda bir Meclis Araştırması oluşturulmasına bile direnebildikleri kadar direnip, tepkiler nedeniyle dirençleri kırılınca da Araştırmanın sonuçsuz kalması için ellerinden geleni yapmadılar mı? Peki bu dolandırıcılıklara karşı gereğini yapmayan siyasilere siyasi olarak ceza kesmesi gereken seçmenler neden gereğini yapmazlar?

Meseleye daha genelden bakalım: Kendi sınıf çıkarları aleyhine, yerli ve uluslararası sermayenin çıkarları lehine siyaset yapan siyasi partileri bıkmadan usanmadan iktidara taşıyan milyonların durumu, saadet zincirine katılanlardan ne ölçüde farklı? Din istismarı ve sahte cennet vaadlerinin peşine takılmak, "Çiftlik Bank" gibi düzenbazlıkların ağlarına takılmaktan ne ölçüde farklı? Hatta sonuçları bakımından sadece kendilerinin değil bütün bir toplumun geleceğini karartması bakımından daha beter değil mi? Çiftlik Bank olayına girenler en azından bir Rus ruleti gibi zararı kendilerine olan bir iş yapıyorlar; oysa siyasi tercihlerini dinci otoriter sermaye partilerinden yana kullanan geniş emekçi kitleler, bunun dışında kalanları da peşlerinden sürüklemiyorlar mı?

Dolayısıyla kapitalist sistem bu sahte hayalleri, hem ekonomide hem siyasette sürekli üretecektir. Mesele, beyni kuşatan zincirlerden kurtulabilmek. O nedenle de sosyalizm, insanlığı cehaletten ve açgözlülükten kurtarmak için olduğu kadar insanı insan yapmak için de şarttır.

Oğuz Oyan / SOL