19 Haziran 2018 Salı

Hayvanları koruma şovları yalan çıktı: Yeni yasa belediyelere katliam yetkisi veriyor - Meltem Yılmaz

Hayvanlara yönelik şiddetin önlenmesinde en kritik konulardan bir tanesi ‘yasal yaptırımların caydırıcı olması’. Ne yazık ki bugün böyle bir düzenleme yok Kayseri Belediyesi 800 tane köpeğimizi canlı canlı gömerken suç üstü yakalandı, videoları çekildi. Açmış olduğumuz dava süreci sonrasında aldığı ceza 62 bin lira.

Meltem Yılmaz /Röportaj

Kimsesiz Hayvanları ve Doğayı Koruma Derneği Başkanı, Türkiye’nin ilk hayvan hakları merkezi kurucusu Metin Yıldırım, bu haftaki Pazartesi Söyleşisi’nin konuğu oldu.

Sakarya’da bacakları kesilen yavru köpek örneği gibi, vahşet olaylarının git gide daha fazla ranta dönüştürüldüğüne dikkat çeken Yıldırım, “Bacakları kesilen iki aylık yavru köpek ölmeden önce, hastaneye yatırılması sonrasında, yardım kampanyaları başlatıldı. Hayvanın tedavisi için gerekli olan ilaçlar, tıbbi araçlar derken yardım ilanları açıldı. Ve iddialara göre bir günde 100 milyon civarında yardım toplandı. Ne yazık ki sosyal medyada, bu tip korkunç olaylardan rant elde etmek amaçlı, bağış toplayan oluşumlar git gide artıyor” ifadelerini kullandı.

Halihazırdaki hayvan hakları yasa tasarısının, belediyelerin katliam yapmasının önünü açtığını belirten Yıldırım, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Belediyelerin zaten şu an çözüm olarak gördüğü yöntem ya hayvanları dağ başlarına atmak, ya zehirlemek ya da toplu katliam. Kayseri'de bunu yaşadık. Kayseri Belediyesi 800 tane köpeğimizi canlı canlı gömerken suç üstü yakalandı, videoları çekildi. Açmış olduğumuz dava süreci sonrasında aldığı para 62 bin lira!”

Türkiye genelinde milyonlarca başıboş hayvan olduğuna dikkat çeken Yıldırım, “şu an Türkiye’de 3 milyondan fazla başıboş köpek var. Oysa, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, 2018 genelgesinde belediyelere kısırlaştırdıkları her kedi-köpek için, kısırlaştırma başına 65 TL para ödeyeceği belirtiliyor ki bir kısırlaştırmanın maliyeti 15 lira. Yani belediyelere aslında ciddi bir destek bu. Fakat hiçbir ildeki belediye bunu yapmıyor” ifadelerini kullanıyor.

Sakarya’da ayakları kesilen ve sonrasında hayatını kaybeden yavru köpek, kafası kesilip karnından yavruları alınan inek ve daha niceleri… Bu korkunç vahşet olayları karşısında vicdanı olan herkes isyan ediyor ama bu tip olaylar ne yazık ki birkaç gün konuşulup unutuluyor…
Evet ne yazık ki. Unutuluyor ama çok daha önemlisi, bu hayvanlar ve bu vahşet olayları, bugünlerde en çok rant için kullanılıyor. Azımsanmayacak bir sektör oluşmuş durumda. Bakın, son olarak, ayakları kesilen iki aylık yavru köpek ölmeden önce, hastaneye yatırılması sonrasında, yardım kampanyaları başlatıldı. Hayvanın tedavisi için gerekli olan ilaçlar, tıbbi araçlar derken yardım ilanları açıldı. Ve iddialara göre bir günde 100 bin lira civarında yardım toplandı. Ne yazık ki sosyal medyada, bu tip korkunç olaylardan rant elde etmek amaçlı, bağış toplayan oluşumlar git gide artıyor. Bu yolla, hayvanların sırtından milyarlarca para kazanılıyor; bu şekilde villalar alan, lüks araçlar alan pek çok “hayvan sever” kuruluş ve dernekler var.

Hayvanlara bu kadar rahatça eziyet edilmesi ve onlar üzerinden bu derece rant elde edilmesinin temel sebebi yasal boşluk herhalde…
Elbette. Ülkemizdeki 2004 yılında çıkarılan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu var. Bu kanuna göre hayvana şiddet sadece para cezası öngörüyor. Size bir örnek vereyim; Tavşanlı'da geçen yıl 10 bin tane köpeğin itilaf edildi. Ve Veysel Çeken adlı belediye çalışanı, bu katliamı kendisinin yaptığın itiraf etti. "Başkan ve yardımcısının talimatıyla, bir gün içinde 10 bin tane köpeği öldürdük, tüfekle vurduk" diye itirafları var. Bunun karşılığında biz yargı süreci başlattık ama Tavşanlı Cumhuriyet Savcılığı takipsizlik kararı verdi. Genelde yandaş belediyelerin bu tür yasa ihlalleri karşısında aldıkları bir ceza yok.

10 bin köpeği gözünü kırpmadan öldürebilecek kadar cani, hasta ruhlu bir kişilik, insanlara, çocuklara da zarar vermez mi? Yani cana kast eden bu şahıs, toplum için tehlike değil midir?
Elbette, bu konuda bilimsel, resmi veriler var. Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan çalışmalarda, seri katillerin geçmişinde mutlaka hayvana şiddet uyguladığı ve bu şiddetin daha sonra insana dönüştürdüğü ortaya çıktı.

Hayvanseverlerin sık sık gündeme getirdiği hayvan hakları yasa taslağı, uzunca bir süredir bekletiliyor. Zaman zaman, şimdi olduğu gibi şova dönüştürülüyor. Peki pratikte ne oluyor?
Cumhuriyet tarihinde hayvan hakları adına çıkan ilk yasa 2004 yılında AKP tarafından çıkarıldı. Fakat bu yasa içi boş bir yasa. Düşünün ki ülke genelinde belediyeler, havyan hakları ihlalleri yapıyor. Hayvanları dağa, taşa atıyor, resmen açıkça öldürüyor, zehirliyor, itilaf ediyorlar.

Sizin önerdiğiniz nedir? Nasıl bir yasa?
En önemli gördüğümüz konu şu: Hayvana şiddet ve kötü muamelede, kim veya kimler tarafından yapılırsa yapılsın, en alt sınır üç yıl olmak üzere bir hapis cezası getirilmesi lazım. Hükümetin şu an hazırlamış olduğu taslakta, hapis cezası gelecek ama bu cezalar alt seviyede. Yani, yine paraya çevrilebilecek. İkincisi; belediyelerin hapis cezası alması konusunda engelleyici bir madde var. Yani belediyeler yapmış olduğu hayvan hakları ihlallerinden dolayı ancak Orman Su İşleri’nin şikayeti sonrasında hakkında dava açılabilecek, vatandaşın veya derneklerin şikayeti işleme konulmayacak. Bunun değiştirilmesi lazım.

Yani bu taslak yasalaşırsa, katliam yapan belediyelerin yargılanmasının büyük oranda önüne geçilecek.
Evet, belediyelere “sen istediğin gibi hayvanları öldürebilirsin” deniyor. Belediyelerin zaten şu an çözüm olarak gördüğü yöntem ya hayvanları dağ başlarına atmak, ya zehirlemek ya da toplu katliam. Çukurlar açıp iş makineleriyle hayvanları diri diri gömüyorlar. Kayseri'de biz bunu yaşadık. Kayseri Belediyesi 800 tane köpeğimizi canlı canlı gömerken suç üstü yakalandı, videoları çekildi. Açmış olduğumuz dava süreci sonrasında aldığı para 62 bin lira! Bir diğer konu, kaçak hayvan üretiminin yapıldığı binlerce çiftlik. Bu çiftlikler son derece denetimsiz. Buralarda neler yaşandığını kimse bilmiyor.

Bir de kısırlaştırma meselesi var değil mi, yıllardır bir türlü çözemediğimiz?
Aynen öyle. Bakın, şu an Türkiye’de 3 milyondan fazla başıboş köpek var. Oysa, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, 2018 genelgesinde belediyelere kısırlaştırdıkları her kedi-köpek için, kısırlaştırma başına 65 TL para ödeyeceği belirtiliyor ki bir kısırlaştırmanın maliyeti 15 lira. Yani belediyelere aslında ciddi bir destek bu. Fakat hiçbir ildeki belediye bunu yapmıyor.

Neden yapmıyor?
Genelde Türkiye'de belediyeler bünyesindeki veteriner hekimlerin büyük birçoğu iş yapmadan maaş almaya alışmış. Tembellik, çalışmamak, bütün sebep bu. Yoksa belediye için ciddi bir kaynak bu. İstanbul Büyükşehir Belediyesini örnek alalım. Bünyesinde çalışan 50-60 tane veteriner hekim var. Her biri günde onar tane kısırlaştırma yapsa, bu beş yüz tane köpeğin kısırlaştırılması demektir. Rakama vurduğunuz zaman bu günlük rakam gelir olarak 25 bin lira, ayda 750 bin lira. Zaten bu tip faaliyetleri genelde Dünya Bankası destekliyor.

Sorunun bir başka ayağı da barınaklar, değil mi? Barınaklar ne durumda?
Bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Barınak, hayvanların toplu olarak yaşayacağı ve yaşamını idame ettireceği bir yer değildir. Mevcut yasada, sadece hasta, bakıma muhtaç hayvanların kalabileceği bir yerdir. Ama Türkiye’deki barınakların bana göre yüzde 98’i ölüm kampı. Kışın Ümraniye Barınağına gittiğiniz zaman o yavru köpeklerin soğuk beton üzerinde, bir aylık köpeklerin öldüğünü gördüm ben.

Hayvanlar çöpten dahi beslenemiyor
Medyada gördüğümüz vahşetler dışında, görmediğimiz ne gibi mağduriyetleri var Türkiye’de yaşamak zorunda olan hayvanların?
En büyük mağduriyet petshoplardan heves uğruna hediye amaçlı alınan ve sonra sokağa bırakılan hayvanlar. İkincisi; hemen hemen her yerde sokaktaki hayvanlarımız aç ve perişan. Belediyeler şimdi modern, yer altı çöp konteynırları kurdu ama bu defa da hayvanlar çöpten dahi beslenemiyor. Bu ülkede en çok zulme uğrayanlar kediler, köpekler olduğu için öncelikle bunu gündeme taşıyoruz ama atlar da zulme uğruyor, civcivler diri diri makinelerin içerisine atılıp öldürülüyor. Türkiye’deki kesimhanelerin yüzde 95’i kaçak. Yanı sıra, nesli tükenme durumunda olan hayvanlar kaçak avcılar tarafından yok ediliyor.

Pitbull dövüşleri artıyor
Pitbull dövüşleri son dönemde giderek daha sık duyduğumuz bir sorun. Bu, büyüyen bir sektör mü?
Bunların genelde sosyal medyada kapalı grupları var, orada organize oluyorlar. Örneğin Niğde iline bağlı bir ilçede bir turnuva düzenleniyor. Milyonlar kazanılıyor.

Polis de çok önemsemiyor. Bu ülkede insan haklarını önemseyen bir anlayış yok ki hayvan hakları önemsensin. Bunun dışında, denek hayvanlarının ticareti de had safhada. Amerika'da bazı derneklerle Türkiye'deki derneklerin ortak çalışmasıyla golden’lar gidiyor. Bu kişiler köpek başı 6 bin 500 dolar alıyorlar.

Meltem Yılmaz / BİRGÜN


Ah şu bizim "ezik"ler!..- Selcan Taşçı Hamşioğlu

İnsanda talih olacak arkadaş...

AKP Yalova Milletvekili adayı Meliha Akyol'un "Batı Trakya'dan gelen, kendini ifade edemeyen, ezik insanlar" tarifinin kamuoyuna yansıdığı dakikalarda, AKP Genel Başkanı, İstanbul'da, -artık son çare- o "ezik insanlar"dan birine tutunmuş, onun "ifade edeceklerinden" medet umuyordu!
AKP mitingine 'getirilerek', desteği 'açıklattırılan' eski Başbakanlardan Tansu Çiller, Selanik göçmeni Muazzez Hanım'ın kızı!
                                                                          ***

Cumhurbaşkanı adayı Meral Akşener Selanikli...
Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce Selanikli...
İkisi de o kadar "ezik"ler, kendilerini "ifade etmekte" öylesine zayıflar ki, iktidar hiç paniklemedi...
Propaganda yapmalarını engellemedi, haklarında kara propagandaya meyletmedi, ambargo, eşitsizlik, "harp hilesi(!)", iftira, yalan, tehdit... Hiçbirine tenezzül etmedi!

                                                                            ***

Türk Kurtuluş Savaşı kahramanları, Cumhuriyet'in kurucuları;
İlk Genelkurmay Başkanımız, Cumhuriyetin son Mareşali Fevzi Çakmak, Karadağlı...
İlk kadın savaş pilotumuz Sabiha Gökçen, Selanikli...
Kurtuluşun beş büyük komutanından Refet Bele, Selanikli...
İnönü zaferlerinin muzaffer komutanı İsmet Paşa, Deliormanlı Cevriye Hanım'ın oğlu...
Kâzım Özalp, Köprülülü
Ali Fethi Okyar, Pirlepeli
Mithat Şükrü Bleda, Selanikli...
Tunalı Hilmi, Eskicumalı...
Cennetmekan Zübeyda Hanım, Vodinalı...
Oğlu, Türk Milleti'nin Kocatepe'den sarışın bir kurt gibi doğrulan umudu, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Selanikli...
Buraya kadar listeye bakınca, "yansıtma" yapıyordur belki; kişinin kendi eksiklerini karşısındakine yakıştırdığı bir tür "savunma mekanizması"(!)
E ama...
AKP'nin kurucularından Ertuğrul Yalçınbayır da Haskovolu...
AKP'li eski Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu da Gümülcineli...
Keza, hali hazırda AKP'nin en etkin isimlerinden olan Mustafa Şentop...
Saray'ın Başdanışmanlığını da yapmış Basketbol Federasyonu Başkanı Hidayet Türkoğlu...
AKP Elazığ Milletvekili adayı Tolga Ağar'ın annesi (Mehmet Ağar'ın eşi) Emel Ağar...
Erdoğan'ın "hakiki bir mütefekkir, donanımlı bir alim, arif, savaşta cepheye atılacak kadar vatansever, samimi, sahici" diye yere göğe koyamadığı "İstiklal Şairimiz" Mehmet Akif Ersoy Kosovalı...
Nasıl olacak?
                                                                         ***

Siyasete yanaşınca aklıma geldi, "Cumhur İttifakı"nın MHP kanadından milletvekili adayı Tutinli Saffet Sancaklı ne diyor acaba "müttefik" hanımların bu "ezik" yaftasına?

                                                                          ***
Biz devam edelim...
Tarih böyle "ezik" görmemiştir; Debreli Hasan, Dramalı!

                                                                          ***

Türkiye Cumhuriyeti'nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Manastır'dan geçmiş bir ailenin oğlu...
Türkiye Cumhuriyeti'nin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Selanikli...

                                                                            ***

Mesleğimizin şeref nişanı Hasan Tahsin, Selanikli...
İlhan Selçuk...
Ertuğrul Özkök...
Uğur Dündar...
Ali Kırca...
Emin Çölaşan...
Doğan Hızlan...
İslam Çupi...
Medyanın markalaşmış bunca insanı da "ezik" iyi mi!
Naçizane bendeniz...
                                                                          ***
Ali Şen'den tutun da Tarık Şara'ya...
Hüsnü Yazıcı'dan Özhan Canaydın'a...
"Patronlar" mahallesinin sayısız mensubu...

                                                                           ***
Deliormanlı Koca Yusuf'tan başla...
Kurtdereli Mehmet Pehlivan...
Baba Hakkı (Yeten), Vodinalı...
Kara Ahmed, Razgradlı...
Muharrem Atik, Razgradlı...
Zekeriya Güçlü, Razgradlı...
Naim Süleymanoğlu, Ahatlılı...
Semih Şentürk, Drejilovalı...
Halil Mutlu, Kırcaalili...
Mirsad Türkcan, Yeni Pazarlı...
Arda Turan, Kalkandelenli...
Ali Sami Yen... Metin Oktay...
Hepsi de sinek gibi "ezildi" çıktıkları sahalarda, salonlarda, minderde, meydanda...

                                                                          ***
Cem Yılmaz Selanikli...
Arif Şentürk Komanovalı...
Metin Şentürk Prizrenli...
Ne mektup geliyor ne haber senden desem; bestekâr Yusuf Nalkesen Üsküplü...
Burhan Öcal, Candan Erçetin, dün geçirdiği talihsiz kazayla gündeme gelen Yeşilçam'ın en "janti" aktörlerinden Murat Soydan, Emel Sayın, Nilüfer, Hulusi Kentmen, Ahmet Özhan, Fikret Kuşkan, yönetmen Ömer Kavur, İsmail Hacıoğlu, Şoray Uzun, Uğur Arslan, Barış Manço, Sezen Aksu,  Kıvanç Tatlıtuğ...
                                                                        ***
Şimdi...
Eyyy Rumeli, Balkan, Batı Trakya göçmenleri...
Seçim sizin tabii, "ezik" sayıldığınız bir ülkede mi yaşayacaksınız?
Yoksa, Atatürk'ün "Muhacir diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani 'düşmanla sonuna kadar dövüşenler' çekilen ordunun ri'cat hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir. Muhacirler, kaybedilmiş ülkelerimizin millî hatıralarıdır" diye tanımladığı saygınlığa sahip olduğunuz bir ülkede mi?

Daha 5 uzun gününüz var; bir düşünün bakalım!


Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

Menbiç'ten seçim hediyesi olur mu? - Arslan BULUT

Binali Yıldırım, "Türkiye'nin üzerinde bir plan var, plan çok açık; Türkiye'nin güneyinde bir terör devleti kurulmak isteniyor. Böylelikle Türkiye'yi terbiye edeceklerini zannediyorlar. Bu planın önündeki en büyük engeli de Recep Tayyip Erdoğan olarak görüyorlar. Onun için uyanık olacağız, düşmanlarımıza fırsat vermeyeceğiz." dedi.

Türkiye'nin güneyinde bir terör devleti kurmak isteyen değil kuran kim? ABD değil mi? PYD/YPG güçlerini silahlandıran, eğitim veren, 60 bin kişilik ordu haline getiren ABD değil mi?

Fırat'ın doğusu denilen bölgede böyle bir yapı oluşturulmasına zemin hazırlayan ne oldu? Suriye'nin kaosa düşmesi değil mi? Peki Suriye'yi kaosa düşüren kim? Suriye'deki sözde muhalifleri silahlandıran, onlara eğitim, lojistik destek ve silâh veren kim? ABD'nin Suriye projesini uygulayan kim? AKP iktidarı değil mi?

Şimdi, Türk askerinin Menbiç'te ABD askerleri ile birlikte devriye gezmesi bu projeyi durduracak mı?

                                                                       ***

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da "İnşallah bir an önce Menbiç'te (ABD ile mutabakata varılan) bu yol haritasını uygularız. Daha sonra diğer şehirlere de geçeriz. Amacımız, YPG'nin kontrol ettiği tüm bölgelerde onları buradan çıkartarak bu bölgeleri istikrara kavuşturmaktır. Amacımız yine buraları o şehirlerin insanlarına vermektir." dedi.


İyi de bu nasıl olacak? Suriye'de ABD'nin projesine uymak, kendi kurduğu IŞİD'i bahane olarak kullanarak bu ülkeye asker sokmasına göz yummak, ABD'nin izin verdiği yerlere girmek, devlet kurduğu yerlere hiç dokunmamakla mı?

Fırat'ın doğusundan hiç bahsedemiyorlar ama Menbiç'te Amerikan askeri ile birlikte devriye gezmeyi abartarak sanki zafer kazanacakmış gibi konuşuyorlar!

Çavuşoğlu, "Hayırlı olsun. Askerlerimiz orada, hareketlilik başladı. Biliyorsunuz bizim askerlerimiz yola çıktığı zaman Fırat Kalkanı'nda da böyle oldu, Afrin'de de böyleydi, arkası da gelir ve Menbiç en kısa süre içinde inşallah YPG'den, PKK'dan temizlenecek ve gerekli adımları atacağız" dedi.

Arkası seçimden sonra gelecek öyle mi? Menbiç hareketinin ne demek olduğunu, CIA'nın beyin takımından Henry Barkey "Menbiç, Erdoğan için seçimler yüzünden önemliydi, ABD Erdoğan'a bir hediye verdi" diye açıklamadı mı?

                                                                            ***

Binali Yıldırım da hâlâ, "Bize düşen Suriye'de, Irak'ta iç karışıklığı sona erdirmek ve acı çeken bu insanların yurtlarına salimen dönmelerini sağlamak." diyor.

Şimdiden dört milyon Suriyeli Türkiye'de! İki milyon kişinin de İdlip'den gelmesi söz konusu! Üstelik Suriye'yi iç karışıklığa sürükleyen AKP'nin uyguladığı Amerikan politikalarıdır.
Yıldırım, "Devlet de bölgedeki Kürt kardeşlerimizin konularıyla ilgili çok açılım yaptı fakat bu terör örgütü bunları gölgelemek için elinden geleni yaptı." diyor.

Terör örgütüne verilen rol budur zaten! Siz ise yaptığınız o açılımlar sırasında terör örgütüne operasyonları durdurmadınız mı? Hendek açmalarını seyretmediniz mi?
Yıldırım, "Türkiye'de hepimizin de sorunu PKK, FETÖ, DEAŞ terör sorunudur. Bunlar proje örgütlerdir, ağababası dışarıdadır." diyor.

PKK'nın yeniden palazlanması, açılım politikalarınız yüzünden olmadı mı? FETÖ, sizin döneminizde devlet içinde devlet olmadı mı? Türk ordusuna kurulan kumpasın sorumlusu sadece FETÖ mü? Devleti FETÖ mü yönetiyordu siz mi? IŞİD, Türkiye üzerinden geçmedi mi?

Tayyip Erdoğan da "24 Haziran'da Cumhur İttifakı'na verilen her oy, darbe ve kriz üreticisi eski Türkiye sisteminin tabutuna çakılmış son çivi olacaktır." diyor! Darbe ve krizleri bir kenara bırakırsanız, "Eski Türkiye" dediği cumhuriyetin kuruluş felsefesidir.

"Yeni Türkiye"nin kitabını ise CIA ajanı Graham Fuller yazmıştır.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

18 Haziran 2018 Pazartesi

Son düzlük notları - KEMAL CAN

• Son haftaya girerken sonuçlar hâlâ “bıçak sırtı” sayılabilir mi? 
Hemen bütün taraflar, siyasi sözcüler seçim sonuçlarına ilişkin benzer şeyler söylüyor. Kimi açıktan, kimi kapalı kapılar ardında sürprizlere açık ve risklerle örülü bir son düzlükten bahsediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin mahalle başkanlarıyla yaptığı kapalı toplantıda, “olay garanti değil, onu da söyleyeyim” diyerek uyarıyor ve oy verilmeden sonuç almanın yollarını gösteriyor. Muhalefet partileri ve sivil toplum kuruluşları sandık güvenliği ve seçim provokasyonları konusunda kaygılarını söylüyor. 
Daha önceki seçimlerde de, çeşitli taktik mülahazalarla sonuçlara ilişkin belirsizliklerden bahsedildiği olurdu, seçmen tabanı gevşemesin diye durum “garanti değil” açıklamaları yapılırdı ama galiba bu sefer her şey daha sahici. Yani gerçekten kimse sonucu tam kestiremiyor. Sahiden olayın bıçak sırtı olduğuna inanıyor. Çok güçlü oy hareketleri tespit edememiş olan araştırmacılar, defalarca tekrar ettikleri, yeniden yeniden kontrol ettikleri anketlerinin ölçtüğünden, seçmenin söylediğinden emin olamıyor.

• Seçmende gizli bir dip dalga ve saklanan bir “şamar” var mı? 
Bu yüksek belirsizlik durumu, ilgisizlik kılığındaki yüksek teyakkuz ve aşırı durgunluğun ardındaki hareketlilik potansiyeli, seçmenin gizli bir örgütlenme veya şakacı bir çıkış hazırlığından kaynaklanmıyor. Sorulduğunda kararını söyleyen ama o kararını uygulayıp uygulamayacağı belirsiz olan seçmenin ağırlığı, ölçme zorlukları yaratıyor. Kimilerinin dip dalga, bazılarının korku beyanı, kimilerinin ders verme hevesi diye değerlendirdiği bu kapalılık, oy tercihi değişikliği olarak ölçülemiyor.
 
Sonuçları oy tercihinden çok, oy verme motivasyonunun belirleyecek olması, anketlere değil, daha önce gerçekleşmiş seçim sonuçlarına göre değerlendirmeyi daha açıklayıcı hale getiriyor: Çoğu ekonomik bütün göstergeler 7 Haziran seçimlerindeki seviyelere çok yakın seyrediyor. İktidar, seçimi 1 Kasım’a çevirme girişimlerinde ciddi karşılıklar bulamadı ve 16 Nisan referandumundaki desteğin üzerine çıkabilecek bir atılım yaratamadı. “Hep kazandı” gerekçesine, kaybettiği örnekler cevap veriyor.
 
• 24 Haziran’ı 1 Kasım’a çevirme girişimleri sonuçları etkileyebilir mi? 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve bütün AKP’lilerin kapalı toplantılarda HDP’nin barajın altında kalması için formüller önerdikleri sır değil. Erdoğan “markaj” diyor, üzerinden birkaç gün geçmeden AKP’liler Suruç’ta otomotik silahlı seçmen ziyareti yapıyor. Seçimden önce medyada yapılan yol temizliğinin ve seçimde bağımsız İçişleri Bakanı uygulamasının kaldırılmasının ne işe yaradığı, yaşanan olayların nasıl çarpıtılarak aktarıldığıyla anlaşılıyor. 

Afrin ve Kandil operasyonları, Demirtaş ve HDP hakkında yeniden tedavüle sokulan kriminalizasyon ve yalnızlaştırma kampanyaları şimdiye kadar iktidarın istediği sonuçları vermedi. İşte bu yüzden, daha tehlikeli provokasyon ihtimallerinden herkes korkuyor. Fakat asıl sorun, bu kadar yıldır göstere göstere yapılan provokasyonlardan, gündem belirleme hamlelerinden ve açık çarpıtmalarla sonuç alınmasından endişe edilmeye devam edilmesi, bunların boşa çıkacağına olan inançsızlık; bu inançsızlıkla hâlâ canlı kalan imkân.
 
• Muhalefet seçmeni ve sözcülerinin performansı ne gösteriyor? 
İnce’nin yüksek motivasyon ve tabanından aldığı yoğun destekle sürdürdüğü kampanyası, Temel Karamollaoğlu’nun AKP’nin blok siyasetini kıran etkisi ve Demirtaş’ın hapishaneden yürüttüğü propaganda ile Akşener’in ivmesi düşse bile özellikle MHP’yi sıkıştıran tarzı, tıpkı referandumda olduğu gibi toplam bir etki yaratıyor. İktidarın zorladığı ama başarısız olarak vazgeçtiği yan yana gelme suçlaması muhalefet tabanında karşılık bulmuyor. 

Yerelde muhalefet partilerindeki beklenti yükselirken, hemen her yerde genel havadan memnuniyetsizlik bir türlü aşılamıyor. Kendilerinden emin olanlar bile, bir başka şehirde, bir başka bölgede veya bir başka partinin seçmenlerinde fire olup olmayacağı endişesine cevap bulmaya çalışıyor. Medya yetersizliği yüzünden tatmin edici cevaplar bulamıyor. Anketlerde rahatlatıcı bir kopuş görülmeyişi, sandık endişeleri ve provokasyon ihtimalleri gündemden hiç düşmüyor, kaygıyı da motivasyonu da tetikliyor. 

• Erdoğan’ın İstanbul mitingi seçim sonucuyla ilgili ne söylüyor? 
Referandum sonuçlarına ve anketlere göre Cumhur İttifakı’nın en zayıf noktalarından biri İstanbul. Erdoğan kendi siyasi kariyerinin de başlangıcı olan İstanbul’a büyük önem veriyor. Daha önceki seçimlerde ve özellikle de 15 Temmuz sonrasında Yenikapı’da toplanan kalabalıklar da iktidar gücünün sembolü haline getirildi. 2014 yılında yapılan mitingde 2 milyon kişinin toplandığı iddia edilmiş ve ardından Erdoğan cumhurbaşkanı seçilmişti. Ancak bir yıl sonra yapılan 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin yüzde on oy kaybına uğradığı görüldü. 

Seçmenin yüzde yirmisini barındıran İstanbul’u, belediye başkanlığı dönemiyle ikna etmeyi deneyen Erdoğan, siyaseti sadece yönetsel bir mesele olarak algılıyor. Yaptıklarını anlatmanın ve 16 yıl için skor vermenin, simülasyon videoları göstermenin oy desteğine yeteceğini düşünüyor. 

İstanbul mitingi de bu açıdan, Çiller takviyesi ve “Bay Muharrem” seslenişinde bir rekor oluşturması dışında bir farklılık içermiyordu. Kendi seçmeni içinde de emareleri görülen sorun ve rahatsızlıklar konusunda bir şey söylemeyen Erdoğan, 24 Haziran’da bu “özgüvenin” ve seçmende olduğuna inandığı seçeneksizliğin ne kadar güvenilir olduğunu ölçmüş olacak.

Kemal Can / CUMHURİYET

Bu sırada Ürdün’de - ERGİN YILDIZOĞLU

Hemen, “Ne alakası var” demeyin, AKP liderinin Niğde mitinginde meydandakilere çıkıştığı gibi... Suruç’ta yaşananlara bakıp, “hadi yine başlıyor” gibi bir şey yazmaya hazırlanıyordum ki, gözüm Ürdün ile ilgili haberlere takıldı. Biraz daha yakından bakınca ayırdına vardım ki bir alakası var. O yüzden, Suruç’ta yaşananlarla ilgili yazıyı, gelişmeleri beklemek üzere, erteledim.

IMF yine sahnede... 
Zaten, Suriyeli göçmenlerin yükünü göğüslemeye çalışan Ürdün ekonomisi iki yıl önce dış borçlarını ödemekte zorlanmaya başlayarak bir borç krizine girmiş, IMF’den yardım istemek zorunda kalmış. IMF 2016 yılında Ürdün’e çeşitli ürünlere devlet desteğinin azaltılması, vergilerin indirilmesi gibi mali önlemlerle, ekonominin yabancı yatımcılara daha cazip hale getirilmesi, kaynakların, yerel gereksinimlerden alınarak, borç ödemeye yönlendirilmesi koşuluyla altı yıl vadeli 723 milyon dolarlık bir kredi açmayı kabul etmiş. 
Hükümet bu önlemleri devreye sokmaya, ekmek, elektrik gibi birçok temel tüketim malının fiyatı hızla artmaya başlayınca, Ürdün halkı ve sendikalar sokaklara dökülmüşler. 

Associated Press’e konuşan, eczacı Halit Hilmi“Benden bir sürü vergi istiyorlar, doğru dürüst devlet hizmeti vermiyorlar amameclistekilere yüksek maaşlar veriyorlar, bakanlıklara Mercedes otomobiller alıyorlar, faturayı halk ödüyor” diyor. 
Geçen ay, Başbakan Hani Mülki, IMF’nin önerdiği vergi indirimi reformunu devreye sokmaya kalkınca, bu reform esas olarak işçi sınıfını ve orta sınıfları vurduğundan protesto eylemleri giderek yoğunlaştı.
 
Mayıs sonundan bu yana öfkeli kitleler her gün Başbakanlık ofisi önünde toplanıp  “maanaş” (bizde yok) diye bağırıyor. Eczacıları, doktorları, mühendisleri de kapsayan 17 sendikayı temsil eden konfederasyon sık sık bir-iki günlük uyarı grevleri düzenliyor. Göstericiler sokaklarda “ekmek, özgürlük, toplumsal adalet”, “hükümet istifa” sloganları atıyorlar.


Sonunda, Kral, Mulki’yi görevinden aldı, yerine eğitim bakanı, Harvard, MIT mezunu ekonomist Omar Razzaz’ı hükümeti kurmakla görevlendirdi. İlk konuşmasında, “Elimde sihirli değnek yok, sorunlar ağır, önümüzde uzun ve zor bir yol var” diyen Razzaz’ın, son vergi yasasını yumuşatmanın ötesinde, IMF programına sadık kalmaktan başka çaresi yok gibi görünüyor. Bu yüzden, sendikalar tatmin olmadı. 

Parlamentonun önde gelen üyelerinde, 1960’ta öldürülen ünlü politikacı Barakat al-Majali’nin oğlu Amjad Hazaa al- Majali’ye göre “Bu protestolar son vergi reformuna değil, esas olarak ülkenin yönetimini ele geçirmiş, yabancıları temsil eden, liberal elitin yönetimine karşı” diyor.

Alakası şöyle... 
Türkiye ekonomisi bir borç krizinin eşiğinde duruyor. Kimi analistlere göre kriz başladı bile. Prof. Acemoğlu, temkinli bir dil kullanarak Şu anda ekonominin negatife girmesi engellenemez boyutta” diyor.Prof. Gürkaynak’a göre de “artık idare edilemez bir noktaya geldik”, “yatırım yapılmamasının nedeni yüksek faizler değil, memleketin yaşanılmaz hale gelmesi”... “Canımızın acıyacağı kesin.” 

Boratav Hocamız da geçen hafta, Birgün’deki yazısında, IMF’nin son Türkiye raporuna atıfla, eğer bir borç kriziyle IMF’ye el açacak olursak, canımızın nasıl yanacağını anlatıyordu. IMF ekonominin daraltılmasını, kamu maliyesinin disiplin altına alınmasını, böylece yaratılacak kaynakların borçların ödenmesine yönlendirilmesini isteyecek: Daha fazla işsizlik, yoksulluk, hatta iflas dalgası... 

Siyasal İslamın ahbap çavuş kapitalizminin, dışardan düşük faizle alıp içerde, yarın yokmuş gibi paylaştığı kaynaklar da ekonomi daraltılarak, sosyal harcamalar kısılarak, yeni vergi ve fiyat artışları devreye sokularak, kısacası, halkın daha da yoksullaştırılması pahasına ödenmeye çalışılacak. Hem de petrol fiyatlarının ve uluslararası piyasalarda borçlanma maliyetinin artmaya başladığı bir dönemde. 
Sandığa giderken bizi buraya kimin, nasıl getirdiğini unutmayalım. Ne demişler, 
“yaptıkları yapacaklarının göstergesidir”. Bunlar iktidarda kalırsa, krize eşlik edecek, yalan, baskı ve zulüm de cabası.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

"İç düşman", "Dış düşman" ve Türkiye’de siyaset - TANER TİMUR

Yurt ve dünya konjonktürü, iktidardaki oligarşiye “Tamam!” diyor, bir dikta şansı tanımıyordu. “Sistem”e tekrar yamanma çabaları da bekleneni vermedi. Üstelik seçim arifesinde, yani “aday Erdoğan”ın en güçlü görünmesi gereken bir anda, ekonomide kararlar onun tarafından değil, ona da ters düşecek şekilde, bakanları tarafından alınıyordu.

“Herkes bize düşman!”.. Geçenlerde bir gazetemizin manşeti buydu ve bir araştırma kurumunun bulguları böyle özetleniyordu. Üst başlık olarak da şunlar yazılıydı: “Türkiye’de sorunların nedenini ‘dış düşmana’ havale etme eğilimi toplumun dünya algısını da etkiledi” (Karar, 6 Haziran). Ertesi gün de Hürriyet’ten bir yazar, bir üniversitenin aynı yöndeki bulgusunu özetliyor ve hükmü soruya çeviriyordu: “Herkes bize düşman mı?”

•••

Bugünlerde böyle sorgulamalar sık sık yapılıyor ve iyi de oluyor. Ne var ki sorgulamaya bence iki unsur daha eklenmeli. Önce şu: Cümleyi mutlaka bir de tersinden okuyarak şunu sormalıyız: “Peki, ya bizler? Bizler başkalarını nasıl görüyoruz?”. Ve bir de şu: Listeye “iç düşman”ları da eklemeliyiz.

Siyaset ve “düşmanlık” denince hukuk dünyasında akla önce Carl Schmitt adı gelir. Alman hukukçu 1940’larda siyaseti “düşmanlık” ilişkilerine dayandıran bir kuram geliştirmiş ve bir de “iç düşman” kavramı yaratmıştı. Bunlara karşı alınacak “hukuki” önlemleri de şöyle sıralamıştı: Olağanüstü hal rejimi; mutlak otorite; devrimci partilerin kapatılması; ceza hukukunun siyasileştirilmesi vb. Görüldüğü gibi son yıllarda bunların hemen hepsi de bizde uygulandı. Üstelik Nazi kuramcıya hiç de gönderme yapılmadan! Schmitt’in düşünceleri çeşitli ortamlarda, konjonktürel dürtülerle uygulanıyordu. Örneğin Erdoğan, seçim meydanlarında “CHP pisliktir! CHP çöptür! CHP susuzluktur!” diye gürlerken, kimse onun bir “doktrin”den esinlenmiş olduğunu düşünmüyordu. Cumhurbaşkanı bunları iktidar güdüsüyle, içinden geldiği gibi söylüyordu!

•••

Evet, düşmanlık her dönemde yaygın oldu; yine de, tarihte ne Avrupa’da sistematik bir “Türk düşmanlığı”ndan, ne de Osmanlı’da benzer bir Batı düşmanlığından söz edilebileceği kanısındayım. İsterseniz bu konuyla ilgili küçük bir tarihi gezinti yapalım.

“Osmanlı Kimliği” başlıklı kitabımda Avrupalıların “Osmanlı” hakkında yüzyıllar boyunca nasıl karışık duygular yaşadıklarını bir sürü örnekle anlatmıştım. Özellikle İstanbul’un fethini izleyen yüzyılda Osmanlı Devleti, Avrupa siyasetinin bir parçası haline gelmişti ve örneğin İtalyan devletleri, aralarındaki kavgalarda Türk’ü yanlarına almayı bir başarı sayıyorlardı. Bu olguya işaret eden Maxime Rodinson, 15 ve 16. yüzyılın yayınlarında “Osmanlı siyasi ve idari sisteminin, çeşitli alanlardaki etkin niteliğiyle Batı’da takdir duyguları yarattığını” ve Müslüman Doğu’nun da, bütünüyle, “zengin, refah içinde, üstün bir uygarlık” olarak Batı’yı “büyülediğini” yazıyordu. (La Fascination de L’Islam, 1980, s. 56, 59). Oysa birkaç yüzyıl sonra tablo tamamen değişmiş ve “Avrupa’da, 15-17. yüzyıllar arasında ‘Türklerin bu önlenemez başarılarının sırrı ne? Tanrı neden Hristiyanların değil de inançsızların yanında?” şeklinde sorulan sorular, 19. yüzyılda tersine dönmüştü”. (L. Valensi ve G. Martinez-Gros, L’Islam, l’Islamisme et l’Occident, 2013, s. 227).

19. yüzyılı Osmanlılar “Doğu Sorunu”nun kirli oyunları içinde, Fransızların “şamar oğlanı” anlamı kazanan “Tête de Turc” (Türk kafası) deyiminin ezikliği içinde geçirdiler. Deyim, aslında düşmanlıktan çok küçümsemeyi ve aşağılamayı ifade ediyordu.

•••

Osmanlılar ise bu sürecin tam tersini yaşadılar. 15 ve 16. yüzyıllarda “Dar’ül harp”de fetihler devam ettiği sürece “ehl-i küfr”ü küçümsüyor ya da yok sayıyorlardı. Oysa yenilgilerle beraber bu duygular korkuyla karışık bir hayranlığa dönüşmeye başladı. Bu yöndeki belirtiler daha 18. yüzyılda Paris’e elçi olarak gönderilen 28 Çelebizade Mehmet Efendi’nin sefaretnamesinde ortaya çıkmıştı. Mehmet Efendi’nin yanında götürdüğü oğlu da, 20 yıl sonra (1740), Paris’e elçi olarak gitmiş ve dönüşünde İbrahim Müteferrika ile birlikte ilk matbaamızı kurmuştu. Onları izleyen yüzyılda ise hem Tanzimat paşaları, hem de Yeni Osmanlılar bu hayranlığın çarpıcı örneklerini verdiler. Ziya Paşa “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm” diyor, Namık Kemal ise bazı yazılarında Avrupa’yı hiçbir Avrupalının övemeyeceği derecede övüyordu. Vatan şairimiz “Maarif”le ilgili bir yazısında, kasten abartarak, Avrupa’da “adi gemicisine, hamalına varıncaya kadar” herkesin “bir veya daha ziyade ecnebi lisanını anlayıp, okuyup, yazdıklarını” ve tüm bilimlerin “mukaddemat”ına da “vakıf bulunduklarını” anlatmıştı (İbret, 22 Haziran, 1872).

•••

Hayranlık, Jön-Türkler’de ve Cumhuriyet döneminde de devam etti ve kimi iddiaların aksine bu konuda en çarpıcı uyarılar da Mustafa Kemal ve İsmet paşalardan geldi. Atatürk daha Cumhuriyet bile ilan edilmeden, 1923 Mart’ında yaptığı bir konuşmada aydınlarıyla halkı arasında bir kopukluk olan “bozuk zihniyetli milletler”i eleştiriyor, İnönü ise, 1939’da Türk Tarih Kurumu’na gönderdiği bir mektupta “Bir milletin en büyük kaybı kendine itimadını kaybetmesidir” diyordu. Ne var ki çok partili hayata geçilip de “oy avcılığı” bir retorik ya da demagoji ustalığı haline gelince “düşmanlık politikası” da etkili ve verimli bir silaha dönüştü.

•••

1946’da “Dörtlü Takrir” ile Demokrat Parti’yi kuran dört politikacı da CHP’li idiler. Üstelik Parti’nin en üst kademelerinde bulunmuşlardı. Oysa iktidara yürüyüşlerinde en büyük “düşman”ları da eski partileri oldu. Öyle ki bugün bile Tayyip Bey ve AKP yöneticileri CHP’yi lanetlerken, 1946-50 arasında DP’nin ürettiği sloganlardan daha iyisini bulamıyor.

Aslında o yıllarda CHP de geride kalmamış, kısasa kısasla yanıt vermişti. Böylece “komünist”, “yobaz”, “din düşmanı”, “savaş vurguncusu”, “jandarma ve tahsildar zulmü” gibi etiketler o dönemde “düşman”a uygun görülen sıfatlar oldu. Bir yanda kendi başlattığı reformları (Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, Köy Enstitüleri vb) bile savunamaz hale gelmiş, ruhsuz bir bürokrasi; öte yanda Atlantik ötesinden gelecek dolarlara ağzı sulanarak bakan toprak ağaları, karaborsacı tüccarlar ve sözcüleri.. “Cephe”ler bunlardı ve 1946’da “Çok Partili Rejim”e böyle bir “cepheleşme” ile girildi. Dışarıdaki “büyük düşman” içerde de hayali bir “iç düşman” yaratmış ve bunun hakkında dolaylı bir anlaşmaya varılmıştı. Taraflar bir yandan birbirini “Moskof ajanlığı” ile suçluyor, öte yandan da “Moskof”a karşı önlemler için aralarında yarışıyordu. Bu amaçla din ve mukaddesat duyguları da seferber edildi. O kadar ki, DP iktidarının ilk yıllarında, Ticani tarikatına mensup yobazlar iktidara aslında kendilerinin geldiğini sanarak nerede bir Atatürk heykeli görseler çekici indirmeye başlamışlardı. Doğrusu bu kadarını DP yöneticileri de beklemiyordu; gereken önlemi aldılar ve “şeflik sistemi” denen “düşman”ı başka araçlarla yok etmeye çalıştılar.

Aradan geçen yetmiş yıl içinde de bu “dost-düşman” kavgası, her dönemde ağır basan çıkarlara göre yeni dost ve düşman kategorileri üreterek sürüp gitti. Bugünlere böyle geldik ve seçimlere de adeta bir cihad çağrısıyla gidiyoruz.

•••

Devlet Bahçeli’nin erken seçimlere yol açan 17 Nisan konuşması gerçekten de bir cihad çağrısına benziyordu. “Milli bekamız tehlikede” diyordu ülkücü lider, “Kaos üreticileri faaliyet halinde (...) 2019’a kadar bekleyemeyiz!”. Sanki ülke işgal edilmek üzereydi! Bu nedenle seçimler de derhal “Malazgirt ve Büyük Taarruz günü olan 26 Ağustos’a” çekilmeli ve “kaosa oynayanların oyunları” bir an önce bozulmalıydı.

Bu durumda gözler derhal Tayyip Bey’e çevrildi ve ondan, doğrusu, sert bir yanıt bekleniyordu. Öyle ya, Devlet Başkanı tüm konuşmalarında ülkenin nasıl görülmemiş bir kalkınma içinde olduğunu, 2023 hedefine doğru nasıl hızla ilerlediğimizi ve yakında mutlaka “ilk 10”a da gireceğimizi anlatıp durmuyor muydu? Yok eğer Bahçeli’nin dediği gibi, 16 yıllık icraat sonunda ülke uçurumun kenarına gelmiş ve bir “beka sorunu” ortaya çıkmışsa, o zaman kendisine düşen de halktan özür dilemek ve hemen istifasını vermek olacaktı. Bunu yapmayı da aklından geçirmediğine göre ne diyebilirdi?

Aslında Erdoğan ne Bahçeli’yi terslemeyi, ne de istifayı düşünmüştü. Formülü şuydu: 24 saat içinde yanıtını verirken iç ve dış düşmanları “terörist” başlığı altında topluyor ve tüm sorumluluğu da onlara yıkıyordu. Bahçeli tamamen haklıydı; hatta az bile söylemişti. Ülkenin 26 Ağustos’u dahi beklemeye tahammülü yoktu. Eğer ülke bugünlerde “kaosun eşiğinde” olup bir “beka sorunu” yaşıyorsa, bu, Türkiye’yi yönetenlerin değil, onun “düşmanları”nın, “komplocu”ların, “büyümemizi çekemeyenlerin” eseriydi. Ve maalesef bu “düşman cephe”de muhalefet partileri de yer almışlardı.

“Suriye’deki gelişmelerin hızlandığı, makro ekonomik dengelerden, büyük yatırımlara kadar her konuda çok önemli kararlar vermemiz gereken bir dönemde seçim konusunu gündemden bir an önce çıkarmamız gerekiyordu.” Erken seçim önerisi “yetkili kurullarda enine boyuna müzakere edilmiş” ve seçimin 24 Haziran’da yapılması kararlaştırılmıştı.

•••

Seçim kararına esas itibariyle “Suriye’de hızlanan gelişmeler” ve “makro ekonomik denge” kaygıları neden olmuştu. Ülke topraklarının dörtte üçünü kontrol altına alan Esad, şimdi de Rusya’nın yardımıyla İdlib’e gözünü dikmişti. Oysa orada 2,5 milyon kadar sığınmacı yaşıyordu. Birleşmiş Milletler Suriye İnsani Yardım Koordinatörü Panos Moumtzis, “2.5 milyon insanın yerlerinden olup Türkiye’ye yönelmesinden endişe duyuyoruz” diyor, “bu insanların gidecekleri başka hiçbir yer yok” diye ikaz ediyordu (Hürriyet, 12 Haziran). İdlib, bu nüfusa, rejimle yapılan anlaşma sonucu Halep ve Doğu Guta’dan ayrılan muhaliflerin, cihadistlerin ve yakınlarının sığınması ile ulaşmıştı. Suriye cephesinde varılan nokta buydu. Oysa bu konuda çözüme yönelik bir açıklama yapılacağına Kandil operasyonu başlatıldı. Seçim anketleri kaygı verici işaretler veriyordu; Kandil’in vurulması tabloyu değiştirecek ve Abdülkadir Selvi’nin yazdığı gibi, “denkleme Kandil’den önce ve Kandil’den sonra seçeneği” de eklenecekti (Hürriyet, 11 Haziran). Seçim barometresi “dost-düşman” çizelgesinin de belirleyicisi haline gelmişti.

•••

“Makro ekonomik dengeler”e gelince, eğer son altı ayda TL erimiş ve faizler de % 20’lere yaklaşmışsa o da ittifak halindeki iç ve dış düşmanların eseriydi. 24 Haziran’da “terör ve destekçilerine” atılacak “Osmanlı tokadı” ile her şey yoluna girecek, dolar ve faizler hızla düşecekti. Erdoğan kararlıydı, ama seçim kararını açıklarken bile “kabine ve MYK üyelerinin yüzünde bir ‘erken seçim’ coşkusu ve heyecanı yoktu” (Milliyet, 19 Nisan). Kaldı ki izleyen iki aylık seçim kampanyasında bu durum daha da açık şekilde ortaya çıktı. Borsa çöküyor, TL hızla değer kaybediyor, faizler tırmanıyordu. “Kaos kapıda” diyen Bahçeli’ye seçimle huzuru sağlayacaklarını ve “eski sistemin hastalıklarını” yok edeceklerini söyleyen Erdoğan’ın resti tutmamıştı. Yorumları reyting kuruluşları kadar etkili bir gazetede, tam tersine, ekonominin ancak bir iktidar değişikliği ile tırmanışa geçeceği (“a phenomenal rally”) ileri sürülüyordu (Financial Times, 26 Mayıs 2018). Kısaca yurt ve dünya konjonktürü, iktidardaki oligarşiye “Tamam!” diyor, bir dikta şansı tanımıyordu. “Sistem”e tekrar yamanma çabaları da bekleneni vermedi. Üstelik seçim arifesinde, yani “aday Erdoğan”ın en güçlü görünmesi gereken bir anda, ekonomide kararlar onun tarafından değil, ona da ters düşecek şekilde, bakanları tarafından alınıyordu. AB ve ABD ile diplomatik müzakereleri ise yine bir bakanı yürütüyordu. Erdoğan batılı mahfillerde adeta bir persona non grata statüsüne itilmiş gibiydi. Kısaca daha seçim yapılmadan yön belli olmuş, dünya gerçekleri Türkiye’ye “barış ve huzur” yönünü göstermişti. Muharrem İnce’nin OHAL’i hemen kaldırma vaadinin yankıları ve Erdoğan’ın alelacele benzer şeyler söylemek zorunda kalması bunun en açık kanıtıydı. Yine de 24 Haziran’da sandıklardan farklı bir sonuç çıkar, seçmenler “devam!” derse, o zaman da, Türkiye, geçmişte acılı örneklerini defalarca yaşadığımız bir “türbülans alanı”na giriyor demektir.

Taner Timur / BİRGÜN

Halk yollara akın etti, vatandaş gezmesine gidemiyor…- ANIL ABA

Yıllar evvel, ücretli olduğu için sadece zengin züppelerin faydalanabildiği bir plaj halka açılınca ülkem gazeteleri “halk plaja akın etti, vatandaş denize giremiyor” diye manşet atmışlardı hatırlarsanız. Aynı şey. Şimdi de her bayram “halk” memleketine gitmek için yollara akın ettiğinden “vatandaş” gezmesine gidemiyor…

Sabahtan ailenin göçmüş büyüklerinin ruhlarına Fatiha okumak için mezarlıkların yolu tutulur. Sonra Anadolu yakasında oturan kayınvalidenize gidersiniz. Çünkü geçen sene önce kendi annenize gitmiştiniz. Yemekler yenir, çaylar içilir; saat olur 4 buçuk. Ne olduğunu anlamadan günün yarısı gitmiştir bile…

Ama esas çile kayınvalidenin evinden ayrılıp uzun yola çıkınca başlar. Çakallık yapıp yıllık izninizin bir gününü bayram öncesine almak da fayda etmez çünkü bir akıllı siz değilsinizdir. Nüfusu 20 milyona yaklaşan İstanbul’un yarısı bayramda şehri terk ettiğinden, aynı stratejiyle hareket eden milyonlarca başka insan vardır.

Feribot kuyrukları bir dert, otoban gişeleri ayrı… Yolda hangi şeride geçseniz orası yavaşlar. Küçük hesaplarla bu işin içinden çıkılmayacağını fark etmişsinizdir artık.

Distopik mega şehirler
Kapitalizmde şehirler eşitsiz ve dengesiz bir biçimde gelişir. Üretimde ölçeğe göre artan getiri olduğundan mega şehirler inşa etmek her zaman daha kârlıdır. Fabrikalardan bankalara, sinemalardan üniversitelere aklınıza gelebilecek her şey birkaç şehirde yoğunlaşır. Misal, bugün Gümüşhane’de tek bir sinema salonu dahi yokken İstanbul’da, yarısı sinek avlayan, 256 salon vardır. Van’da sadece bir üniversite varken İstanbul’da 52 üniversite vardır. Oysa Van’ın nüfusu İstanbul’un 15’te biridir.

Üstüne bir de “taşı toprağı altın” diye pazarlayıp köy ve kasabaların fukaraları büyük şehirlere çağrılır. Zaten işsizlik oranları büyük kentlerde her zaman daha yüksektir. Çünkü sistemin her daim çalışmaya hazır ve nazır bir yedek işgücü ordusuna ihtiyacı vardır.

Büyük şehirlere büyük binalar yapılır, büyük binalar yapıldıkça şehirler daha da büyür. Kaymak tabakası şehrin nezih muhitlerini kapattığından milyonlar varoşlara tıkılır. New York City, Tokyo, Paris, Los Angeles, Londra, İstanbul… Kapitalizmin bütün büyük şehirleri hep aynı şekilde büyümüşlerdir.

Oysa sosyalizmde ülkeye eşit yayılan bir kalkınma politikası vardır. Mesela Rusya’nın en büyük sahne sanatları salonu, sanılanın aksine, Moskova’daki Bolşoy ya da St. Petersburg’taki Mariinsky değil, ta Novosibirsk’teki Opera Evi’dir.

Sovyetlerde en büyük hastaneler, stadyumlar, sinema salonları, fabrikalar vs. hep küçük ve orta ölçekli şehirlere yapılmıştır. Aynı şekilde Havana, Küba’nın en nezih ve güzel şehirlerinden biri kesinlikle değildir. Castro yönetimi Cienfuegos, Vinales ve Santiago de Cuba gibi şehirlere görece daha fazla yatırım yapmıştır. Çünkü üretimden ve refahtan herkes eşit pay almalıdır. Ardahan’da doğan insanların günahı ne?


Bayram trafiğinin sebebi
İşçilerin yılın herhangi bir haftasında istedikleri herhangi bir yere seyahat edecek ne maddi durumları vardır ne de vakitleri… Zaten çoğu işçi cumartesi hatta pazar günleri bile çalışır. Yani öyle canları sıkıldığında küçük bir hafta sonu kaçamağı yapamazlar. Bırakın Abant’ı, Safranbolu’yu, Assos’u falan gezmeyi, yakınlarını görmek için memleketlerine dahi gidemezler. 

Ufak kaçışlar ve küçücük gitmeler yapmak, Pakize Suda’nın dediği gibi, kaymak tabakasına mahsus bir lükstür. Ancak üst-orta gelir grubuna mensup zenginler canları istedikleri zaman, hiç trafiğe takılmadan, bir yerlere gidip bol etiketli Instagram paylaşımı yapabilirler. Dolayısıyla Hürriyet’in Kelebek ekinde gördüğünüz “Şehrin stresinden kurtulmak için hafta sonları gidilebileceğiniz 21 yer” gibi listeler Türkiye nüfusunun taş çatlasın yüzde 5’ine hitap eder. Geriye kalanlar ise bu gezmeleri yılın sadece iki haftasında, Kurban ve Ramazan bayramlarında yapabilirler.

Demem o ki “bayram trafiği,” aslında kaymak tabakasının her zaman yaptığı seyahatleri bütün işçiler aynı anda yapmaya kalkınca ortaya çıkan bir sorundur. Yollar, köprüler, gişeler viyadükler tıkanır; kazalarda yüzlerce insan can verir… Çünkü liberal züppelerin çok bayıldığı bu kapitalist düzen herkes gezsin, herkes eğlensin, herkes güzel yaşasın diye değil toplumun çok küçük bir kesimi sefa sürsün diye tasarlanmıştır. Şehirler, yollar, havaalanları, plajlar, restoranlar, tiyatrolar, konser salonları hep zenginlerin alım gücüne, onların yaşam tarzına göre planlanır.

Zaten dikkat ederseniz bayram trafiğinden en çok üst-orta gelir grubundaki beyaz yakalılar şikâyet eder. Bayram trafiğinde eski model ucuz arabalar kullanan dar gelirliler genelde çileyi tiye alarak sırıtırlarken, lüks araçlardakilerin yüzlerinde ciddi bir sinir vardır. Paralarıyla rezil olduklarını hissederler. Onlara göre, her hafta sonu gittikleri yerlere bayram tatilinde gidemiyor olmalarının sebebi memleketlerine giden köylü yığınlardır. 

Yıllar evvel, ücretli olduğu için sadece zengin züppelerin faydalanabildiği bir plaj halka açılınca ülkem gazeteleri “halk plaja akın etti, vatandaş denize giremiyor” diye manşet atmışlardı hatırlarsanız. Aynı şey. Şimdi de her bayram “halk” memleketine gitmek için yollara akın ettiğinden “vatandaş” gezmesine gidemiyor…

Zenginin lüksü fukaranın sefaleti üzerine kuruludur. Bu düzende sefa, zengine helâl garibana haramdır. Herkesin, her hafta sonu, kaliteli bir hayat yaşaması kapitalist sistemin mantığına aykırıdır. Yılda zaten var birkaç gün tatiliniz, onun da yarısı yollarda geçiyor. Siz iyisi mi şehre dönüş trafiğinde kafanıza bir huni takın, hiç şerit değiştirmeden düz devam edin…

Anıl Aba / BİRGÜN


Sayın Genel Başkan kekten söz etmek geyik muhabbeti değildir: Kek edebiyatın da politikanın da vazgeçilmezidir.- MUSTAFA K. ERDEMOL

ABD’de, İngiltere’de kek yüzünden ne tartışmalar çıktı bilseniz. Hiç de geyik muhabbeti değildi. Bizim tartışmamız da bu tür muhabbet değil.

AKP Genel Başkanı “146 vaadimiz içinden sadece millet kıraathanelerindeki keklere takılmışlar. Asıl kek bunlara denir. Bu kadar geyik yeter” demiş de olsa kek muhabbeti öyle kolay kolay bitmez. Çünkü Genel Başkan bilmiyor belli ki ama kek, sadece bizim politik yaşantımızda değil, bir çok ülkenin siyasetinde de adından söz ettirmiş önemli bir taam.
Ona değineceğim ama öncelikle Genel Başkan’a kötü bir haberim var; kıraathanelere gelenlere ikram olarak sunulacağını söylediği kek, hiç de “yerli ve milli” değil. Kek uzun bir tarihi geçmişe sahip. Viking kökenli Kaka kelimesinden türemiştir. Batı dillerine Cake olarak bu terimden devşirilmiştir. İçkinin “milli” olanının ayran olduğunu keşfeden Genel Başkan’ın kekin kökü dışarıda bir gıda olduğunu bilmemesi oldukça tuhaf.

Tamam, biz de bir hayli severiz ama Avrupa ile Avrupa etkisinin güçlü olduğu Kuzey Amerika gibi bölgeler her zaman kekin merkezi olmuştur. Batı tarzı kek Asya’da çok az yapılır örneğin. Japonya’da Kasutera adı verilen o küçük kekler bunların arasındadır. İsviçre’de bir ara çok eski köy kalıntıları arasında kek yapımında kullanılan taş aletler bulundu. O zamanlar yapılan kekler günümüzün mayasız ekmeğinin atası sayılıyor. Bir çok şeyin olduğu gibi meyveli keklerin de öncüleri Romalılardı. Ünlü İngiliz şair, ki çoook büyüktür, Chaucer özel günler için yapılan keklerden söz eder bir kaç şiirinde. Yani bize bir hayli uzak bir kültürün ürünüdür kek.

Tarihi bu kadar eski olan kekin kimi ülkelerin gündemini uzun süre meşgul ettiği de oldu. Sofralardan kalkıp siyasi çekişmelerin, insan hakları ihlali tartışmalarının ortasında buldu kendisini bu masum ürün.

Amerika’da kek yapımcıları ayağa kalkmıştı
Donald Trump’ın seçim kampanyası sırasında kullandığı slogan, malum “Make Amerika Great Again”di (Amerika’yı Yeniden Büyük Yap). Bu slogan aslında birçok kesime ilham kaynağı oldu. Çok da çeşitleri çıktı. Bunlardan biri de “Make America Cake Again”di, yani “Amerika Kekini Yeniden Yap”. Çünkü ABD’li fırıncılar ülkenin mutfak tarihine ilginin az olduğunu, bu ilgisizlikten kekin de payını aldığını düşündüklerinden bu sloganla bir kampanya başlattılar.

Kekin, fırıncıların da kabul ettikleri sevimsiz bir tarihi de var. Amerikan Devrimi olarak da adlandırılan 1775 - 1783 yıllarında İngiltere ile Kuzey Amerika’daki 13 koloni arasında geçen Bağımsızlık Savaşı’ndan önce İngiliz kadınlar askere çağrılan İngiliz askerleri için yaparlardı keki. Yoğun, doğal maya kullanılmış, sakızlı ya da baharatlı keklerdi bunlar. Ama daha sonra Amerikan mutfağının da vazgeçilmezi oldu.

Fırıncılar obezite başta olmak üzere birçok sağlık sorununa yol açan fast food tarzı beslenme alışkanlığının kek yapımını da unutturduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle herkesi yeniden kek yapmaya çağırıyorlardı.

İyi de yapıyorlardı tabii. Çünkü zaten eskisi gibi çok yapılmayan kekler her fırında yapılıyor olsa Colerado’da yaşanan kek kaynaklı o olay yaşanmayacak, kadın örgütleri de o olaya dahil olmayacaktı. Çünkü Kek’in kadın hakları ile de ilgisi var dolaylı olarak.

Olay şu; Colerado’da bir pastane sahibi, düğünleri için kendisinden “düğün keki” yapmasını isteyen gay bir çiftin bu talebini “dini görüşlerim buna izin vermiyor” diyerek reddedince konu yargıya taşındı. Mahkeme pastane sahibini haklı bularak gay çiftin davasını reddetti. Pastane sahibinin tutumu homofobik bir tutum kuşkusuz. Gay örgütleri haklı olarak mahkemenin kararına karşı çıktılar. Bunun düpedüz bir insan hakkı ihlali olduğunu savundular.

Kadın örgütleri de tepki gösterenler arasındaydı. Onlarınki hem gay çifte destek vermek hem de “dini gerekçelere” dayandırılan tutumlara yasal bir koruma verilirse yarın bunun kadınlara da uygulanabileceğini vurgulamak için protestolarda yer aldılar. Kısacası “kek herkes için üretilmesi gereken bir ürün, ayrımcılığa konu edilmemeli” diyorlardı.
Fırıncıların kek üretimi için başlattıkları kampanya 2016’daydı, Colerdo olayı daha iki hafta önce oldu. Kek kaynaklı toplumsal hareketlilik demek ki her zaman karşılaşılabilen bir durum.

İngiltere’de Kek yüzünden kıyamet koptu 
İngiltere’de yapılan halk oylaması sonucu AB’den ayrılma kararı çıktıktan sonra Brexit adı verilen “ayrılma süreci”nin nasıl gerçekleştirileceğinin tartışıldığı sıralardı. Muhafazakâr Partili bir milletvekilinin parlamentoda süren tartışmalar sırasında can sıkıntısından düştüğü notlar bir televizyon kamerasına yakalandı. Notta “Kek al ve ye” cümlesi de vardı. AB gibi bir ortaklıktan alınabilecek ne varsa onu almak anlamı çıkarıldı bu nottan. Ortalık karıştı. En sonunda muhafazakâr hükümet milletvekilinin notundaki ifadenin İngiltere’nin Brexit sürecindeki görüşünü yansıtmadığını açıklamak zorunda kaldı. Ama Lüksemburg Başbakanı Xavier Bettel çok kızdı bu duruma; İngilizlerin durumunu, bir benzetmeye başvurarak, “Keklerini alıp yemeyi, üstelik fırıncının kendilerine gülümsemesini istiyorlar” cümlesiyle değerlendirdi. Yani “AB’den ayrılırken bile fırsatçılık yapıyor İngiltere” demeye getirdi Başbakan.

İngiltere Kek’i etrafındaki ekonomik tartışmalar
Kek deyip geçmek kolay değil derken bir bildiğim var ki söylüyorum bunu. Geçen yıl İngilizler neyi tartıştılar biliyor musunuz? Jöleden yapılmış, portakal, çikolata karışımı bir kek vardır İngiltere’de. Jaffa Cake denir. Şimdi bu aslında kek midir, bisküvi midir diye kapıştı taraflar birbirleriyle.

Ne gerek var denir ama kazın ayağı öyle değil. Çikolata kaplı bisküvilerden vergi alıyor İngiliz hükmeti, aynı şekilde üretilen keklerdense almıyor. Üreten firma (adını vermeyeyim ne olur ne olmaz) Jaffa Cake’i kek olarak tanımlıyor haliyle. Şimdi onun rakip firmalar tarafından bisküvi olarak tanımlanmasından zarar göreceğini düşünüyor. Mahkemeye düştü iş. Davaya bakan yargıç Jaffa Cake’in kek benzeri nitelikleri ve bisküvi gibi özellikleri olsa da aslında kek olduğu kararına vardı. Firma nasıl rahatlamıştır tahmin edebilirsiniz.


Emily Dickinson yapsın parmaklarınızı yersiniz


Emily Dickinson 1830 – 1886 yılları arasında yaşamış, ABD’nin en büyük şairlerindendi. Ama çoğu kimse onun gelmiş geçmiş en muhteşem ahçılardan biri olduğunu belki bilmez. Günün çoğunu mutfakta geçirirdi. Hem ailesine hem de arkadaşlarına inanılmaz güzel kekler yapardı. Bir tarifini uygulayayım dedim beceremedim ama Dickinson mutfakta harikalar yaratırdı. Önemli bazı şiirlerini de mutfakta kek yaparken yazmışlığı vardır. Bir şiirini bir arkadaşının verdiği Hindistan Cevizli Kek tarifinin bulunduğu kâğıdın arkasına yazdı örneğin. (E. Cummings’in de kek üzerine yazdığı bir iki mısra vardır, ama bulamadım maalesef).

Uzatmayayım. Kek hem siyasal tartışmaların hem ebedi konuların malzemesi olmuş son derece yararlı bir üründür. Öyle “kekle ilgili geyik muhabbeti bitsin artık” demekle bitmez bu konu.

Hem bu “muhabbeti” genel başkan başlattı. Biz kıraathanelerde “yerli ve milli” olarak bazlama, gözleme olur diye umuyorduk.

“Kek” ikramından söz eden o.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN