13 Temmuz 2018 Cuma

Trump Neden NATO’ya Karşı? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Dün gerçekleştirilen NATO Zirvesi’nden önce ABD Başkanı Donald Trump bu emperyal savaş mekanizmasına karşı bildik eleştirilerini yine sıraladı. Bu konuda ne kadar öfkeli olduğunu daha önceki açıklamalarından biliyoruz.


Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü yani NATO, Kuzey Amerika ve Avrupa genelinde 29 ülkenin askeri ittifakı bilindiği gibi. 1949 yılında kurulan örgütün ilk katılımcıları ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, İtalya, Portekiz, Norveç, Danimarka, İzlanda, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’du. Yunanistan ve Türkiye 1952’de katıldı, bunu 1955’te Batı Almanya ve 1982’de İspanya izledi. Sovyetler Birliği çöktükten sonra da 1999’daÇek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya, 2004’de de Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’da , 2009’da da Arnavutluk ve Hırvatistan örgüte üye oldular. NATO’nun 29’uncu ve en son üyesi ise 2017’de üyeliğe kabul edilen Karadağ. Sırada şimdi Bosna-Hersek, Makedonya, Gürcistan ve Ukrayna var.

NATO’nun kuruluş amacını en iyi özetleyen madde şu ünlü mü ünlü 5. Maddesi. “Bir NATO üyesi’ne karşı silahlı saldırı, tüm NATO’ya yapılmış kabul edilir”. Maddenin hedef aldığı ülkenin dönemin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğunu söylemeye gerek yok tabii. Bu madde “sovyetlerden gelecek bir nükleer tehdide” ayniyle karşılık vermeyi de içeriyordu. Tabii, NATO’nun ilk Genel Sekreteri Lord Hastings’in “NATO’nun var oluş nedeni Sovyetler Birliği’ne karşı korunma ama aynı zamanda ABD ve Almanya’nın da etkisini azaltma” sözleri de ilginç. Belki de Trump’ın “tepesini attıran” ABD’nin NATO içinde yeterince etkili olmadığını düşünmesi/inanması. Yıllar sonra Hastings’in sözleri anlam kazanıyor.

Anlaşılan o ki NATO, Sovyetler Birliği’ne karşı olduğu kadar Avrupa’ya karşı da bir denge kurumuydu. Bana göre öyle değil elbette ama buna inananlar da var Batı’da. Sovyetler’in yıkılmasından sonra NATO’nun zaten bildiğimiz saldırgan yüzünü Balkanlar’da, Afrika’da, Libya’da gördük.

Meşhur 5. Maddenin yeniden aktif hale getirilmesinin nedenlerinden biri 11 Eylül saldırıları oldu. NATO uçakları ABD semalarında uzun süre görev yaptı, gemileri Akdeniz’de dolaştı durdu. Ancak 2014’de durumun değiştiğini görüyoruz.

2014’de, artık Soğuk Savaş tarihe karışmıştır, malum NATO’nun askeri harcamalarına ilişkin sorunlar baş gösterdi. Bazı üye ülkeler bu konuda yakınmalarını dile getirdiler. Rusya’nın söz konusu yıl Kırım’ı ilhak etmesi, Ukrayna Krizi gibi sorunlarda, başta ABD olmak üzere bir çok üye ülke, NATO’yu pasif kalmakla da eleştirdiler. Kuşkusuz Rusya Devlet Başkanı Putin aynı kanıda olmadı hiçbir zaman.

Trump’ın seçim kampanyası sırasında NATO’yu “gereksiz” bir kurum olarak eleştirmesi de bu zamanlara rastlar. Ancak eleştirilerini açıkca örgütün “Rusya karşısında pasif olması” üzerinden değil, kimi üye ülkelerin NATO harcamalarında son derece cimri olmaları üzerinden yaptı hep. Kimi üyelerin cimri olduğu konusunda haklı olabilir, çünkü NATO harcamalarına en çok mali katkıda bulunan sadece dört ülke var; ABD, İngiltere, Yunanistan ve Estonya. Trump bunun özellikle ABD açısından büyük bir yük olduğunu vurguluyor. Başkan seçildikten sonraki ilk beş ay boyunca Trump, “NATO’nun “kolektif savunma ilkesi”ne soğuk davranmakla eleştirildi.

Dün yapılan bir kahvaltıda Trump NATO eleştirilerini sürdürürken artık açıkca ülke adı da zikretmeye başladı. Hedefi doğrudan doğruya Almanya artık. Rusya’ya karşı da öfkesini açık edecek şekilde, Almanya’nın “Rusya’nın esiri” olduğunu söyledi örneğin. Almanya, ABD’nin parasıyla NATO’nun savunma olanaklarından yararlanıyor ama Rusya’dan da enerji alışverişi yapıyordu Trump’a göre. Trump’ın NATO karşıtlığı, aynı zamanda Avrupa karşıtlığının da bir işareti. NATO (da) ABD-Avrupa anlaşmazlığının zeminlerinden biri.

Bazılarının sandığı gibi Trump elbette ülkesini NATO’dan çekmeyecek. Aslında para da önemli değil. Hem Çin’le girdiği ticaret savaşı, hem Rusya’nın artan etkisi karşısında NATO’nun ABD lehine daha fazla aktif olmasını istiyor. Hepsi bu.
O nedenle NATO Zirvesi’ne ne kadar sert konuşursa konuşsun, ne kadar NATO eskimiş bir kurumdur derse desin, NATO’nun 5. Maddesi’ni her alanda ABD lehine kullanmasını istiyor.

Sanki NATO bir ABD kurumu değilmiş gibi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

O zaman sonuçsuz kalan 3 mektup.. - Ahmet TAKAN

Eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, dün SÖZCÜ'ye verdiği demeçte, döneminde Adnan Hoca'ya yapılan ve yarım  kalan operasyonu anlatırken bomba şeyler söyledi;
"Onları içeri aldığımda o dönem parlamentoda siyasi partilerin özellikle Fazilet Partisi vekillerinden bazısı 'bunlar iyi çocuklar, bunları bırak' diye üzerime çöktü. Siyaseten baskı yaptılar."

Yıllarca, siyasi kulislerin ve Meclis koridorlarının tozunu yutan bir gazeteci olarak Adnan Hoca örgütüne başlatılan operasyonu duyar duymaz kendi kendime sormuştum, "Acaba bu operasyonun ardından siyasi ayaklar ortaya çıkarılır mı yoksa bunda da FETÖ'de olduğu gibi siyasi ayakların üzerine kalın bir yorgan çekerler mi?" diye. Eğer işin o tarafına bir dalınırsa Meclis'te bir değil çoklu sayıda partide fırtınalar kopar!. Sorumuzun cevabını zamana bırakalım...

Adnan Hoca örgütünün bir zamanlar hedefe koyduğu ve gazete ilanları verdiği siyasetçilerden bir olan AKP eski milletvekili Emin Şirin'i hatırladım. Şirin, 2006'da aktif milletvekili iken dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Başbakanı Tayyip Erdoğan ve Necmettin Erbakan'a yazdığı mektupları, aldığı alamadığı yanıtları anlattı. Aşağıda okuyacağınız uzun röportajda söylediklerinin hepsini belgeledi. Ancak yer darlığından kullanamayacağım. İşte gündemi alt üst edebilecek o söyleşi:

---Sadettin Tantan, bir işaret fişeği attı. Sizin aktif vekilliğiniz döneminde de bununla ilgili bilginiz olduğu aklımın bir köşesinde duruyor...
Hafızanız sizi yanıltmaz hatta belki gazete ilanlarını bile hatırlıyorsunuzdur. Bizim hakkımızda, Sadettin Tantan, Adil Serdar Saçan, Emin Şirin, Tuncay Özkan için tam sayfa ilanlar verdi Adnan hoca. Kendisi ile uğraşan herkese düşman oldu. Ben şöyle anlatayım Adnan hocanın sıkıntısını. Bunun hepsinin belgeleri de var. Bağlayacağım yer de sizi şaşırtmasın. Ergenekon kumpasının dibinde de var Adnan hoca.

Benim 2006'da o zaman Ak Parti'den istifa etmiştim ama aktif milletvekili olduğumu gören anneler, kızlarını kaptıran anneler beni geldiler buldular Meclis'te. Ve dediler ki, 'Bu çocukları kurtarmak için ne yapabiliriz?' Hakikaten anlattıkları çok acıttı. Çünkü şöyle, yalnız kızları alıp götürmüyor bir de mal mülk alıyor. Yani kızın üzerine daire varsa daireyi de onlara devrettirtiyorlar falan. Bunun üzerine ben acıdım bunların durumuna ve duruma biraz hukuki açı haricinde insani açıdan da bakmaları için birkaç mektup yazdım. Cemil Çiçek o zaman Adalet Bakanı'ydı ona yazdım, Sayın Başbakanımıza şu an Cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan'a yazdım. Necmettin Erbakan'a yazdım bir de. Necmettin Erbakan'a niye yazdığımı sorarsanız bizim sohbetlerimizde Necmettin hoca, Adnan hocanın 'Harun Yahya' takma isimle yazdığı kitapları ve önemsediğini bize anlatırdı  O kitaplardaki bulguları ciddiye alırdı Necmettin hoca. Oradan bir tanışıklıkları da olduğunu biliyorum. Necmettin hocaya da mektup yazdım; böyle böyle çok büyük sıkıntıları var ailelerin. İnsani açıdan siz de buna bir bakarsanız hocam iyi olur diye. Netice çıkmadı. Bu arada netice çıkmamasının sebebini şöyle söylediler. Dediler ki; 'Bu çocukların hepsi reşit. Reşit bir insanın kendi rızasıyla Adnan hocanın yanında durması veya malını mülkünü devretmesi bizim devlet olarak karışabileceğimiz bir konu değil.'

---Kim söyledi bunu Emin Bey?
Cemil Bey'le konuştum o söylemişti. Sonra Necmettin hocadan da dolaylı olarak buna benzer bir şey geldi; 'Yapamıyoruz bir şey, çünkü reşit çocuklar. Hallerinden memnunlar.' Bu arada da bir mahkeme açılmıştı İstanbul'da. O mahkemeye de destek olsun diye gittim. Mahkemeyi ebeveynler çocuklarının kurtarılması için açmıştı. O mahkemeye ben gittikten sonra tabii Adnan hocacılar delirdi ve hücum etmeye başladılar bize. Bu hücumların sonucunda hedefe koydukları gayet basit. Bakın sayacağım şimdi size. Sadettin Tantan, Emin Şirin, Adil Serdar Saçan, Tuncay Özkan, Ümit Sayın ve Taha Akyol ile ilgili bir şey vardı. İşin garabetine bakın burada ismi geçen Akit gazetesinde filan böyle ilanlar yayınlandı hakkımızda. İşin garabetine bakın, Sadettin Tantan hariç Taha Akyol'u da dışarıda bırakalım hepsi Ergenekon sanığı oldular. Ben gözaltına alındım. Gözaltına alınıp çıktıktan sonra benim o zamanki avukatım Rezzan Aydınoğlu görüşmeye gidiyor gayriresmi bir görüşme yapıyor. Tapeyi yollayacağım size biraz sonra benim Ergenekon tapelerim de var Rezzan Hanım'ın bana telefonu. Rezzan Hanım telefonda diyor ki; 'Ben savcılarla konuştum bu senin hakkındaki yazıdaki ihbar mektubunu sanki Adnan hocacılar yazmışlar gibi düşünüyorlar' diyor.

---Sayın Erdoğan'dan mektubunuza bir yanıt gelmiş miydi?
Yok gelmedi. Yine annelerin bana söylediği; ben annelerin Emine Hanım'a da gitmelerini rica etmiştim. Gidip söylediklerinde Emine Hanım bu konu ile ilgileneceğini, insani olarak ilgileneceğini hatta zaman içerisinde kendi çocuklarına bile el atmaya teşebbüs ettiklerini serzenişte bulunmuş. İnsani olarak bu konuyla hassasiyet göstermiş Emine Hanım.

"Fehmi Koru"
Rezzan Hanım'ın bu konuşmalarından sonra enteresan iki şey daha oldu. Bunlar ne yaptılarsa benim Erbakan'a yazdığım mektubu ele geçirmişler orada kendilerine hakaret var diye Ankara'da savcılığa suç duyurusunda bulundular hakkımda. Takipsizlik verdi savcılık. İş orada da kapanmadı. Ondan sonra Türk Time'da bir röportaj çıktı. İşin can alıcı tarafına geliyorum. Bu röportajda Adnan hoca, Talat Atilla'ya diyor ki; bizim ismimizi veriyorlar yani Adil Serdar Saçan'la benim ismimi 'galiba bunlar Ergenekoncudur' diyor. Ve diyor ki, çok enteresan, röportaj 2008'de. 'Ergenekon'u bundan 10 sene evvel ilk defa ben yazdım ve adını ben koydum' diyor. 1998'de biz Ergenekon mergenekon hiçbir şey duymamıştık. Çünkü Ergenekon'un ilk defa adının geçmesi Fehmi Koru'nun 2000'de yazdığı bir yazıdaydı. Yenişafak'taydı sanırım o zaman. Ondan evvel biz Ergenekon mergenekon bilmiyoruz. Meğer Adnan hocanın kendisi Ergenekon'u ben yazdım ve adını da ben koydum diye 2008'de bunu söylüyor. FETÖ davalarının bazı avukatlarından Adnan Oktar'ın avukatlarının da beraber aynı kişiler olduklarını Ahmet Yavuz dün söylemiş. Şimdi bütün bunları topladığımız zaman Ergenekon kumpasının temelinde ki bunu FETÖ'nün organize ettiğine dair hiç kimsenin bir şüphesi yok FETÖ'cülerin organize ettiğinin. Orada FETÖ ile Adnan hocanın bir iş birliğinin olduğunun neredeyse itirafı var. Konuya bir de bu Ergenekon kumpasının organizasyonunda FETÖ ile Adnan hocanın beraber hareket edip etmediğine de bakmak gerekir diye düşünüyorum.

---Adnan hoca örgütünün -Sadettin Tantan'ın demecinden hareketle soruyorum- bu operasyonun sonucunda siyasi ayaklarını görebilir miyiz? Çıkartılır mı veya bu operasyonun sonucu nereye varır?
İkisini birbirinden ayıralım. Siyasi ayağı var mı derseniz. FETÖ terör örgütünün içinde, bil fiil içinde çalışmış siyasilerin olduğunu biliyoruz. Benim Kardan Adam kitabımda da yazıyor bu. Yani beraber hareket eden siyasiler olduğunu biliyoruz. Adnan hocaya geldiğinizde ben Adnan hoca ile beraber hareket eden siyasi olduğunu zannetmiyorum. Adnan hocaya ya sempati duyduğu için veya korktuğu için müzahir davranan siyasiler vardır. Şöyle, sempati duyanlar Darwinizm'le uğraştığı için dini akideleri dolayısıyla Darwinizm'e karşı olan Refah, Fazilet veya o içinde olan veya muhafazakâr insanlar vardır olabilir. İkinci kategoride korkan insanlar. Yani bu şantaj şebekesi çünkü, bu bir şantaj şebekesi. İnsanlara iftira atmaktan çekinmeyen, aynı FETÖ gibi FETÖ metotları ile kumpas imal eden, evrak imal eden ahlaksız bir şebekeden bahsediyoruz. Aman bana bulaşmasın diye onların taleplerini yerine getiren çok ciddi bir teşkilat olduğunu zannediyorum.

---Onca yıl arkasından bu çok görünür bir örgüt olmasına rağmen neden bugün bu operasyon yapıldı?
Çok güzel bir soru. Dün bana bir televizyon kanalında da aynı soruyu sordular. Ben esprili bir şekilde herhalde başkanlık sisteminin ilk müspet icraatıdır dedim. İnşallah da öyledir ama bugüne kadar niye böyle olduğunu bilmiyorum. Ancak Türkiye'nin bugünkü şartlarına bakarsak gerek İçişleri Bakanı gerek Adalet Bakanı özellikle İçişleri Bakanı'nın bilgisi olmadan böyle bir operasyonun yapılması kabil değil. Zannederim vakti geldi. Şeye de çok dikkat etmek gerektiği kanaatindeyim, iddiaların içindeki dış bağlantı konusuna. Belki de o konuda da devletin bir hassasiyeti veya rahatsızlığı vardı, bunlar bir araya geldi ve zamanı böyle geldi. Tevafuk olarak da yeni başkanlık sisteminin ilk icraatı oldu. Korkunç bir örgüt, örgüt değil bu çete. Korkunç bir çete. İnsanları korku ile böyle yürüttüler diye düşünüyorum.

Emin Şirin, Fehmi Koru'yu bildiklerini anlatmaya çağırıyor!..



Ahmet Takan / YENİÇAĞ

12 Temmuz 2018 Perşembe

Biz Hulusi Akar'ı konuşurken TSK'da daha büyük bir değişim oluyor - Müyesser Yıldız

Mustafa Kemal Paşa 99 yıl önce 9 Temmuz'da, Ordu Müfettişliği görevinden istifa ederek, askerlikten ayrıldığını bildirdi. Eş zamanlı olarak Saray da Mustafa Kemal Paşa'nın memuriyetine son verdi.
Atatürk'ün orduya, vilayetlere ve millete istifasını bildirdiği genelge şöyleydi: 
“Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan millî savaş uğrunda milletle beraber, serbest surette çalışmaya resmî ve askerî sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu mukaddes gaye için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım adına söz vermiş olduğumdan, pek âşıkı bulunduğum yüksek askerlik mesleğinden bugün veda ve istifa ettim. Bundan sonra mukaddes millî gayemiz için her türlü fedakârlıkla çalışmak üzere milletin sinesinde bir ferd-i mücahit suretiyle bulunmakta olduğumu arz ve ilân ederim.”
99 yıl sonra 9 Temmuz'da; Başkanlık sistemine geçiş ve peşpeşe yayınlanan kararnamelerle pek çok ilk yaşandı. En önemlisi, Genelkurmay Başkanı'nın Milli Savunma Bakanlığına atanması oldu.
İktidar medyası bu atamayı, Cemal Gürsel ve Fevzi Çakmak'ın üniformalıyken Milli Savunma Bakanlığı yapmasına benzetip, “58 yıl sonra bir ilk” diye sundu.
Tam bir kafa karıştırma!.. Fevzi Çakmak, Milli Mücadele yıllarında Bakanlık yaptı. Siyasetle askerlik arasında tercihte bulunması istendiğinde ise üniformasını seçti ve sonrasında hep Genelkurmay Başkanı olarak kaldı. Çakmak'ın en büyük özelliği, Ordu'nun politikaya karışmasına hiç bir şekilde razı olmayıp, iki kez Cumhurbaşkanlığı teklifini geri çevirmesidir. Atatürk hayattayken yapılan teklifi, şu sözlerle reddetti:
“Ben bugün ordunun en sorumlu bir yerinde bulunuyorum. Teklifinizi kabul edecek olursam, yarın benim yerime geçecek olan bir paşa da ordunun kendisine bağlı olduğuna güvenerek beni devirir ve yerime geçer. Onu da çok geçmeden bir üçüncü paşa taklit eder. Memleket asıl o zaman askeri diktatörlüğe doğru kayar ve memleketin bizden beklediği hizmetlerin hiçbirisi yapılamaz.”
Atatürk'ün vefatından sonra teklif geldiğinde ise Genelkurmay Başkanı olduğunu belirtip, Anayasa'ya göre, Cumhurbaşkanının ancak Meclis içinden seçilebileceğini hatırlattı. Kendisinden bir isim önermesi istendiğinde de İsmet İnönü'nün adını telaffuz ettikten sonra, “Bu benim sadece kendi düşüncemdir. Fakat Büyük Millet Meclisi kimi lâyık görür de seçerse, o benim de Cumhurbaşkanım olur. Yeter ki bu seçilme, kanuna ve Anayasaya uygun olsun”dedi.
Fevzi Çakmak Paşa'nın ancak emekli olduktan sonra siyasete girdiğini kaydedip, medyanın Cemal Gürsel örneğine geçelim. 1960 darbesinde Bakanlık koltuğuna oturdu. Ki, bugüne kadar görevdeki askerlerin siyasi makama gelmesi, sadece darbeler döneminde yaşandı. 
Fevzi Çakmak'ın adının bu “ilk”e dahil edilmesinin sebebi, bu gerçeği gizlemek olabilir mi? 
Evet, Hulusi Akar örneği bir ilk, ama şu anlamda; İlk kez darbe yapılmadan, bir asker bakanlık koltuğuna oturdu!.. Ve Parlamenter rejimin son Genelkurmay Başkanı oldu!..
KIRMIZI KİTAP NE OLACAK
Erdoğan'ın yemininden sonra büyük bir hızla ve peşpeşe kararnameler yayınlandı. Anlaşılan, muhalefet kumda oynarken, tüm hazırlıklar yapılmış.
TSK ile ilgili düzenlemeler, atama ve terfi yetkileri günlerdir yazılıyor. A'dan Z'ye tek karar verici Erdoğan. Dolayısıyla kimin Milli Savunma Bakanı, kimlerin Kuvvet Komutanı olduğunun çok da kıymeti harbiyesi kalmadı. 
Sadece Milli Savunma Bakanının görev ve yetkilerine ilişkin Başkanlık KHK'sından iki cümleye dikkat çekelim.
İlki, “Cumhurbaşkanınca kararlaştırılacak savunma politikası” deniliyor.  
Bugüne kadar iç ve dış güvenlik politikaları, TSK ağırlıklı devletin diğer ilgili kurumlarınca hazırlanıyordu. Adı da Milli Güvenlik Siyaset Belgesi idi ve “Kırmızı Kitap” olarak biliniyordu. Demek ki, artık “Kırmızı Kitabı” da Erdoğan hazırlayacak. Acaba hangi renk verilecek, yine kırmızı mı, yoksa turkuaz mı? 
İkincisi, “Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Milli Savunma Bakanına bağlı olacak. Cumhurbaşkanı gerekli gördüğünde kuvvet komutanlarıyla, bağlılarından doğrudan bilgi alabilecek, bunlara doğrudan emir verebilecek. Verilen emir herhangi bir makamdan onay alınmaksızın derhal yerine getirilecek” cümlesi.
Erdoğan, Bakana, kuvvet komutanlarına veya alt rütbeden birine farklı farklı emirler verse, maazallah neler olmaz ki?!.
Aydınlık Gazetesi'nin bugünkü manşetinde özetlendiği gibi; “TSK'nın altına dinamit koyuyorsunuz. Hiyerarşi darmaduman”.
Gel de Hulusi Akar'ın rehin tutulduğu Akıncı'da darbecilere, “Balkan savaşından beter ettiniz” diye bağırmasını hatırlama!.. 
TSK'DAN GERİYE NE KALMIŞTI
Emperyalizmin, “Türkiye'nin dönüşümü” önünde en büyük engel olarak gördüğü TSK'ya ilişkin taleplerini, Soros'un, “En iyi ihraç ürününüz askerinizdir” ya da ABD'li bir Generalin, “Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemlidir”sözlerini hatırlatacak değiliz.
Ancak CIA sayfasından, AKP iktidarı döneminde TSK'nın nasıl bir dönüşüm geçirdiğine ve ABD'nin, “Tespitler-Uyuşmazlıklar” adı altında daha ne gibi beklentileri olduğuna dair notları özetleyelim:
“AKP iktidarı döneminde 2002'den itibaren sivillerin, askerler üzerinde kontrolü büyük ölçüde sağlandı. TSK'nın iç güvenlikteki etkisi azaltılsa da TSK, hala Türkiye'nin en etkili kurumu olmaya devam ediyor. Türk askeri Suriye'deki iç savaş tehdidine, Rusya'nın Ukrayna'daki faaliyetlerine, PKK isyanına, Kürt ayrılıkçılığına odaklanmış durumda. Ankara, Irak'ta Kürt otonomi bölgesinin kurulmasına şiddetle karşı çıkıyor.”
Başka; 1974'te Kıbrıs'a yapılan askeri müdahaleye, sadece Türkiye'nin tanıdığı KKTC'nin kurulmasına dikkat çekiliyor... 2013'te PKK ile müzakerelerin başlatıldığı, ancak 2015'te çatışmaların yeniden başladığı vurgulanıyor...  
Türkiye'nin “Uluslararası uyuşmazlık” konuları olarak da; Ege'de Yunanistan ile yaşanan anlaşmazlıklar, Kuzey Kıbrıs sorunu, Irak'taki Kürtlerin statüsüne ilişkin endişeler ve 2009'da Ermenistan'la yapılan anlaşmanın sonuçlanmaması sıralanıyor.
O Başkanlık düzenlemelerinden sonra bu temel dış politika konularında TSK'nın herhangi bir belirleyiciliği söz konusu olabilir mi veya istenen “açılımlara” itiraz edecek bir komutan çıkabilir mi?    
Bir soru daha; İç Hizmet Kanunu'ndaki Türk Silahlı Kuvvetleri tarifinin ve özellikle başındaki “Türk” kelimesinin değiştirilmesi de düşünülüyor mu? 
Müyesser Yıldız / Odatv.com

15 Temmuz Darbe Girişimi: Felaket mi, fırsat mı? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi, Türkiye ülkesi, toplumu ve devleti için felaketti. Ne var ki, bunu fırsata çevirenler, darbecilerin yetişmesine elverişli ortam ve koşulları hazırlayanlardan başkası değil.


Son iki yılın başlıca olay ve düzenlemeleri, bu görüşü açıkça teyit ediyor.

1- Fethullahçı Terör Örgütü: İlk dört OHAL/KHK ile; “Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen Fethullahçı Terör Örgütü’ne (FETÖ/PDY) aidiyeti, iltisakı veya irtibatı olan” (KHK/667-23.7.16-670-17.8.16) kişi ve kuruluşlara karşı, ilgili KHK’de belirtilen en kapsayıcı ve en ağır yaptırımlar zinciri uygulandı.

2- MGK kararı gereğince ‘terörist avı’:‘Yargısız infaz’ anlamındaki yaptırımlar; 1 Eylül 2016’dan itibaren, “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulu’nca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan” (KHK/672 -1 Eylül 2016- vd.) kaydı altında on binlerce kişiye uygulanmaya başlandı.

Böylece, KHK/672’den KHK/201’e kadar, FETÖ yerine genel olarak ‘terör örgütü ve MGK kararı’ formülü kullanıldı. Oysa anayasal açıdan MGK karar almaya yetkili bir organ değil. Bu nedenle, hangi kararların MGK tarafından alındığı belli değil, ama bilinen, 16 Nisan öncesi, ‘hayır kampanyası’ yürütenlerin CB tarafından terörist ilan edildiği.

FETÖ’den hareketle, Anayasa dışına çıkılarak genel uygulamaya yönelmekle, Türkiye tarihinin en büyük fikri kıyım harekâtı başlatıldı. Anayasa değişikliği için düğmeye bu sırada basıldı.

3- 15 Temmuz ve OHAL ürünü Anayasa: 16 Nisan 2017’de oylanan 6771 sayılı Kanun için ilk işareti, 16 Ekim 2016’da “Anayasa suçu işleniyor” diyen Bahçeli verdi. ‘OHAL’de Anayasa değişikliği’nin sakıncalarına dikkat çekenlere, zamanın Başbakanı, “OHAL’de Anayasa referandumu yapacak değiliz ya” sözleri ile yanıt verdi. Aynı kişi, Anayasa oylamasından sonra, “70 günde yüzde 30’luk desteği yüzde 51,4’e çıkardık” sözleri ile ‘OHAL ve evet’ arasındaki bağlantıyı itiraf etti.

Kısacası, OHAL istismar edilerek ‘istismarcı anayasa değişikliği’ gerçekleştirildi (On binlerce kişinin ‘yargısız infazı’, yüz binlerce çocuğun istismar edilmesine yol açtı)
Üstelik resmi yalanlar üretildi.

4- “Devleti bekası“ yalanı(1): “Devletin bekası” adına seçmenlerden oy istenilen Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesi, 3 Kasım 2019 sonrasına bırakıldı. Buna karşılık, Cumhurbaşkanı’nın partisine dönüşü ve yargı üst örgütünü HSK olarak istediği gibi yapılandırması, bir ayda sağlandı. Eğer gerçekten devlet tehlikede idiyse, neden Anayasa’nın yürürlüğe girişi 2,5 yıl sonrasına bırakıldı?
5- Değişiklik de Anayasa’ya aykırı: OHAL altında serbest tartışma ortamı bir yana, 6771 sayılı Kanun, Anayasa ihlal edilerek kabul edildi. Medya tekeli yoluyla anayasal ve siyasal kavramlar kirletildi.

6- Kendi koydukları kurala bile uymadı: 6771 sayılı Kanun ile 6 ay içinde Anayasa değişikliğine uyum yasaları çıkarma gereğini yerine getirmedikleri gibi seçimleri 24 Haziran 2018 tarihine alarak eylemli Anayasa ihlali de yapıldı.

7- Meclis de devre dışı: TBMM, yenileme kararı aldıktan sonra 7142 sayılı yetki kanunu ile kendi yetkisini, Anayasa’ya aykırı bir biçimde Bakanlar Kurulu’na devretti.

8- “Devletin bekası” yalanı (2): Seçimleri erkene almak için gerekçe gösterilmediği halde, devlet olanakları kullanılarak OHAL ortam ve koşullarında yürütülen seçim kampanyasında da seçmenden “devletin bekası” adına oy istendi.
Kampanya sırasında, ‘Cumhur İttifakı’ karşıtları ile teröristler arasında sürekli ‘iltisak’! kurulmaya çalışıldı.

9- KHK ile yetki devri ve tasfiye de, Anayasa ihlali: Bakanlar Kurulu yetkilerinin Cumhurbaşkanına devri, TBMM tarafından yapılması gerekiyor iken, KHK yoluyla, yani yine Bakanlar Kurulu tarafından yapıldı.

10- Cumhurbaşkanlığı sıra/unvan ve süre: 24 Haziran 2018’de 2. kez CB seçilen Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1. değil 13. Cumhurbaşkanı’dır. Mazbatasında yanlış olarak belirtildiği üzere, Türkiye Cumhurbaşkanı değil, ‘Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’ veya ‘Türkiye Devleti Cumhurbaşkanı’dır. Çünkü ‘Türkiye’, ülkemizin adı olup (m.126), devletimizin sadece iki adı vardır: ‘Türkiye Devleti’ ve ‘Türkiye Cumhuriyeti’ (m.1,2 ve 3). Cumhurbaşkanlığına 2. kez seçilen Erdoğan, “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” amir hükmü gereği (m.101), 3. kez, ancak TBMM’nin 3/5 çoğunlukla seçimleri yenilemesi durumunda aday olabilir: “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir” (m.116/3). Yüksek Seçim Kurulu (YSK), Anayasal normlar ile kişisel hedefleri birbirine karıştırarak Anayasa’yı ihlal etti.

11- “OHAL uzatılmayacak” dendi, ama…:4/6/18 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısında kararlaştırıldığı halde 8/7/18’de yayımlanan KHK/701 ek listesinde 18.632 kamu görevlisinin adı yer alıyor. “OHAL kalkacak” sloganı ile seçmenden oy isteyen Hükümet, KHK yayımını neden seçim sonrasına bıraktı?

12- CBK düzenlemeleri de sorunlu: Birçok bakımdan Anayasa’ya aykırı olan 539 maddelik Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) 1, (ve diğerleri), kimler tarafından hazırlandı? Belli değil; gerekçesi de yok…

13- Ne felaket, ne de fırsat: Özetle; 16 Nisan Anayasa halkoylaması, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin sonucu. Haliyle, eğer darbe girişimi yapılmasaydı, 20 Temmuz gecesi OHAL ilan edilmeyecekti: Anayasa, gerekmediği halde OHAL ortam ve koşullarında üstelik Anayasa’ya aykırı bir şekilde değiştirildi. Parlamenter rejimin kaldırılması bu şekilde gerçekleşti… 24 Haziran seçim kararı, 6771 sayılı Kanunu’na aykırı biçimde alındı ve seçim kampanyasında ‘serbest seçim ve eşit oy’ ilkelerini zedeleyici bir biçimde yürütüldü. Bu nedenle, demokratik hukuk devletinden monokratik kişi yönetimine geçiş süreci, Anayasa ve hukuka aykırı olduğu gibi gayrı meşru.

14- Demokratların görevi: FETÖ terör örgütü tarafından yapıldığı resmileştirilen 15 Temmuz Darbe Girişimi, Türkiye için bir ‘felaket’ oldu; ancak bu felaket, anayasal düzeni ortadan kaldırmak için bir ‘fırsat’ olarak kullandı. Hukuka inançlı Türkiyeli demokratların görevi, bütün darbe girişimlerini lanetlemek ve darbe fırsatçılarını da sürekli ‘teşhir’ etmek olmalı.

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Ak devlet, acil muhalefet - AYŞE YILDIRIM

‘Bu kadar kötülük fazla.’ 
Soma davası avukatlarından Can Atalay’ın sözleri Türkiye’nin özeti gibi. 


301 madencinin yakınları dört yıl sonra gelen adaletsizliğe isyan ederken… 
Çorlu’da kaza diye sunulmaya çalışılan tren cinayetinde bebeğinin tabutunu kollarında taşıyan babanın gözyaşları kurumamışken…
 
Yandaş medya Türkiye’nin nasıl şahlanacağını, ‘Başkan’ın ilk gününü parlatmakla meşgul. Bundan sonra da tek meşguliyetleri bu olacak. 

Çünkü onlar da ‘Ak devlet’in, ‘Ak gazeteleri’ artık. 

Daha bir yıl önce başkanlık değil cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diye yutturmaya çalıştıkları o sistem kuruldu. 

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi diye yazılıp, başkan bile değil tek adam diye okunması gereken bir sisteme geçmiş bulunuyoruz. 

Erdoğan’ın tarihe kendisini ‘kurucu’ olarak yazdırmak istediği bu sistemde devletin tüm kurum ve kuruluşlarıyla ‘Ak devlet’ olacağı da ortada.
 
Her şey ama her şey, aklınıza gelecek, gelmeyecek her şey tek adamın dudağında artık.
 
Çıkan ve çıkacak kararnameleri okudukça şaşırmayın. 

Toplum üzerindeki şaşkınlığı bile atamamışken Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle istedikleri düzeni tam oturtacaklar. 

Ve belki bir süre sonra ne yaptıklarını bile okuyamayacaksınız. 

Yandaşlar onları size ‘sihirli’ birer kararname gibi sunmaya devam edecek. 16 yıldır tek başına iktidarda olan bir partinin Türkiye’yi nasıl bir dünya ülkesi yapma yolunda güçlü adımlar attığı yalanını pompalayacak… Paranın başına oturan ‘damat-bakan’ın piyasaları tedirgin ettiğini değil de nasıl ‘güven’ verdiği yalanını anlatacak. 

Hani diyor ya Cumhurbaşkanı “Her türlü özgürlük batıda olmadığı kadar burada var” diye. İşte o özgürlük sadece ‘AKP’lilere vardı ve yine onlara olacak.’ 

Hatta bu kez onlar bile o kadar özgür olamayacak. Onlar bile ‘şaşkınlık’ ve ‘korku’  yaşayacak.
Bir mafya lideri tarafından tehdit edilen, yandaş tetikçi tarafından hedef gösterilen bir gazetenin 24 Haziran öncesi ve sonrası yayın çizgisine bakın…

Bir gazetenin ‘tiraj’‘kâğıt’ bahanesiyle bir anda kapatılmasına bakın… 

Yıllardır şantaj ve tehditleriyle bilinen Adnan Oktar’ın “Ama biz seçimlerde Erdoğan’ı destekledik” sözlerine bakın… 

Olmadı, damadı tutuklanmasına rağmen yine de oyunu AKP’ye veren, ardından kızı da tutuklanan yaşlı adamın ‘haram olsun’ sözlerine bakın… 

İlk icraatlarından biri üç gazeteyi daha kapatmak olan ‘Ak devlet’ için artık, AKP’li de olmak yetmeyecek. Saray’a biat tek kural. Kurala uymayanlar… 

İşte tam da bu nedenle herkesin üzerindeki şaşkınlığı bir kenara atması ve yeni muhalefet yolları araması gereken kritik anlardayız. 

Erdoğan’ın yemin töreninde Meclis’e gidip ama ayağa kalkmamak gibi yaratıcılığı ve etkisi tartışılır muhalefet yolları yerine topluma umut veren, hayal kırıklığını ve umutsuzluğu silip atacak, sadece bilindik laflarla yapılan ‘vay be ne güzel konuştu’ dedirtmekten öteye giden “Hayır diyen bizler de milyonlarız. Varız ve buradayız” cesaretini gösteren bir muhalefete ihtiyaç var.

 
Bu düzenin ülkeye vereceği zararı asgariye indirecek yeni bir muhalefet anlayışına çok acil ihtiyaç var. 

Henüz bunları yazabilecek, duyurabilecek üç beş gazete ve televizyon varken…

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

"Cülus"un kazanımları!.. - AHMET TAKAN

Cülus merasimiyle Cumhuriyete veda ettik... Olsun varsın!. Dünya liderimiz "başkan"lığa kavuştu.
Hayırlara vesile olsun!..


Dünya demokrasisinin, barışın, sevginin, adaletin önde gelen temsilciliği ile tanınan, din, dil, mezhep ve  her türlü etnik ayrımcılığın karşıtlığı ile nam salmış önde gelen başkanları yalnız bırakmadı kurucu "başkan"ı... Kimler yoktu ki merasimde;
Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro,
Katar Emiri Şeyh Temim Bin Hamad El Sani,
Pakistan Cumhurbaşkanı Memnun Hüseyin,
Kırgızistan Cumhurbaşkanı Sooranbay Jeenbekov,
Sudan Başkanı Ömer El Beşir,
Gine Başkanı Alpha Conde,
Gine Bissau Cumhurbaşkanı Jose Mario Vaz,
Ekvator Ginesi Cumhurbaşkanı Teodoro Obıang,
Zambiya Cumhurbaşkanı Edgar Lungu,
Somali Cumhurbaşkanı Muhammed Abdullahi Muhammed Farmajo,
Moritanya Cumhurbaşkanı Mohamed Ould Abdel Aziz,
Gabon Cumhurbaşkanı Ali Bongo Ondimba,
Çad Başkanı Idriss Deby Itno,
Cibuti başkanı İsmail Omar Guelleh,
Gürcistan Cumhurbaşkanı Giorgi Margvelashvili,
Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç...
Kıskançlıktan çatır çatır çatlamıştır, 3'üncü dünya ülkelerinin liderleri;
Trump,
Merkel,
May,
Macron...
Biat töreni nerede yapıldı?. Cülus bahşişleri ne zaman dağıtıldı göremedik!.. Yoksa güne özel dağıtılan 1'er lira ile mi yetinildi? Yook canım!.. KHK'lar havada uçuşurken belki de biz atladık...
15 Temmuz'un 2'nci yıldönümü öncesine rastlayan cülus merasimi gerçekten çok görkemliydi!..
Kafanızda hâlâ soru işaretleri mi var?..
Kalbinizi ferah tutun...
İlaç fiyatlarını başkan belirleyecek.
Valiler gerekli gördüğü zaman silah dağıtabilecek.
İçişleri Bakanı, ülkenin idari bölümlere ayrılmasını düzenleyecek.
Bakan Yardımcıları Anayasa Mahkemesi üyesi olacak.
Profesör olmasan da Rektör olabileceksin.
İmam, hâkim olacak.
Dokunulmazlık dosyalarına, saray karar verecek...
Hâlâ pireleniyor musunuz?..
Vallahi size şaşıyorum... Anlasanıza; darbeyi önledik yahu!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

11 Temmuz 2018 Çarşamba

Devletleşen şirket, şirketleşen devlet - Fatih Yaşlı

Bir dönem Pamukova’daki tren “kaza”sıyla açılmıştı ve bir dönem Tekirdağ’daki tren “kaza”sıyla tamamlandı. Pamukova’da da bir benzeri yaşanmıştı: Hizmet fetişizmiyle ve akla, bilime, rasyonel düşünceye aykırı bir şekilde “hızlandırılmış tren” diye bir işe girişilmiş, sonuç ise felaket olmuştu. Sonrası malum, kimse hesap vermedi, kimse istifa etmedi, o günden sonra da bu bir gelenek haline getirildi, doğrudan siyasetin konusu olan hiçbir hadisede siyasal iktidar sorumluluk üstlenmedi. İktidar partisi kendisini nasıl ki fiilen Danıştay’ın ya da Anayasa Mahkemesi’nin denetimi dışında bıraktıysa, kamuoyu önünde hesap verme ilkesini de rafa kaldırdı.


Tekirdağ’daki “kaza”, Pamukova’dan beri inşa edilen yeni rejimin mantıksal sınırlarına ulaşması açısından muazzam bir sembolizm içeriyordu. “Kaza”da “yeni Türkiye”ye dair her şey vardı: Akla ve bilime inançsızlık, kamuculuktan uzaklaşma, taşeronlaşma, yandaşa ihale, kimsenin sorumluluğu üstlenip istifa etmemesi, yas ilan edilmemesi ama anında yayın yasağı getirilmesi ve dibine kadar siyasal olan meselelerin “Ölümü siyasete alet etmeyin” demagojisiyle siyasi tartışmanın konusu olmaktan çıkarılması…

Kazanın içerdiği başka bir sembolizm ise adeta “ilahi bir tesadüf” misali yeni rejime resmi olarak geçişin bir gün öncesine denk gelmesiydi. Pamukova’nın ulaştırma bakanı, “son başbakan” olarak tarihe geçerken, lağvedilen “başbakanlık” kurumunun aldığı son kararlardan biri de “yayın yasağı” oldu. 

Kazanın yemin törenini gölgelemek için kurulan bir kumpas olduğunu söyleyenler çıktı, neredeyse bütünüyle ele geçirilmiş medya haberi sıradan bir haber gibi verdi, “Her yerde oluyor” mesajı vermek adına gelişmiş ülkelerdeki tren kazaları hatırlatıldı, yemin töreni günü, yani 24 saat sonra ise neredeyse her şey unutturulmuştu.

Pazar günkü yazıda şöyle demiştik:

“Yarın yeni rejimin ilk resmi kabinesi açıklanacak. Havada uçuşan isimlere bakılırsa Türkiye bir şirket gibi yönetilecek, sermayenin temsilcileri doğrudan kabinede yer alacaklar, arkasından da Türkiye kapitalizmini krizden çıkarmak için adı konulmamış bir IMF programı yürürlüğe konulacak. Şirketleri ve bankaları kurtarmak için krizin faturası işçilerin, emekçilerin, çalışanların sırtına yıkılacak. Hayat daha da pahalılaşacak, vergiler daha da artacak, alım gücü azalacak, işçiler işlerini kaybedecek, işsizler iş bulamayacak.”

Sahiden de pazartesi günü itibariyle ortaya çıkan tablo bir “şirket-devlet” oldu. 2014 yılında yayımlanan “AKP, Cemaat, Sünni-Ulus Yeni Türkiye Üzerine Tezler” adlı kitabımda kullandığım bir kavramsallaştırmayı hatırlatarak söyleyecek olursam, “politik aile şirketi” devlet aygıtını neredeyse bütünüyle kendine bağladı ve bu “şirket-devlet”in başına da “patron/baba” yerleşti. Bakanlıkların başına sermaye temsilcileri geçerken ve bu anlamıyla sermaye-devlet kaynaşması adına yeni bir durum ortaya çıkarken, ekonominin başına da damat getirildi ve “Saray kapitalizmi” diyebileceğimiz tuhaflıkta bir adım daha atıldı.

Söz konusu “şirket-devlet” manzarasının bir sonucu, pazar günkü yazıyı bir kere daha hatırlatarak söyleyecek olursak, devletin bütünüyle piyasa mantığıyla yönetilmesi, yurttaşlara da müşteri muamelesi yapılması olacak; adına “kamusal hizmet” denmeye devam edilse de bu hizmetler özelleştirmeler ve taşeronlaştırmalar aracılığıyla bütünüyle piyasaya devredilecek, çünkü “şirket-devlet” kârlılık esasına göre çalışacak.

Aynı mantıkla, “ekonominin düze çıkarılması” adına çalışanların sırtındaki vergi yükü artırılacak, kamuda küçültmeye gidilecek, kamu çalışanlarının maaşları enflasyonun altında kalacak, borçluluk artacak, çünkü tüketebilmek için giderek daha yüksek maliyetlerle borçlanmak gerekecek.

Tüm bunlara ise son derece paradoksal bir şekilde, kurumsallığını yitirmiş, bürokrasinin rasyonel bir şekilde işlemediği, liyakat esasına dayalı olmayan, kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı, parlamentonun ve yüksek yargının işlevini yitirdiği, tek adamın iki dudağı arasından çıkacak sözlerle yönetilecek bir devlet aygıtı eşlik edecek. Yani “şirket-devlet”te “şirket mantığı”yla “devlet mantığı” kaçınılmaz bir çelişki yaşayacak, hatta kimi zamanlar birbiriyle kavga edecek, ters düşecek.

Artık yeni bir döneme girdiğimiz muhakkak, yeni rejimin kendisini resmi/anayasal statüye kavuşturmayı başardığı, devlet aygıtının hem içerik hem biçimsel olarak dönüşümünü büyük ölçüde tamamladığı yeni bir dönem bu. Otoriterleşme-piyasalaşma-dinselleşme üçlüsü üzerine kurulu olan rejim inşası, şimdi bu üçlüyü anayasal statüye kavuşmuş bir şekilde derinleştirecek.
“Ne yapmalı” sorusuna doğru bir şekilde yanıt vermek için, bu yeni dönemi, rejimin kavuşmuş olduğu görünümü ve bunun siyasal ve toplumsal alana nasıl yansıyacağını doğru bir şekilde okumak ve analiz etmek gerekiyor. Bunu yapmaya devam edeceğiz.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Boris’in istifası - MUSTAFA K. ERDEMOL

Son 24 saat içinde iki önemli istifa bu. Bir hükümet için hiç de koay değil doğrusu. Kabinesini bir arada tutma konusunda zaten bir hayli zorlanan Başbakan Teresa May için gerçekten ciddi bir darbe oldu bu istifalar. AB’den Çıkış (Brexit) Bakanı Davir Davis’in, May’in AB’den çıkış planıyla hemfikir olmadığı gerekçesiyle istifa etmesinden sonra, partinin ağır topu Dışişleri Bakanı Boris Johnson da istifa etti.

Kötü bir zamanda gerçekleşmiş bir istifa olduğu su götürmez. Rusya ile gerginlik yaratan Noviçok zehirlenmeleri yeniden gündeme geldi, bu kez sıradan bir İngiliz kadın bu maddeyi soluduğu için yaşamını yitirdi. Çarşamba günü NATO Zirvesi var, bunun ardından Donald Trump, Londra’yı ziyaret edecek. Yani bir Dışişleri Bakanı için oldukça yüklü bir gündem varken görevi bırakmış oldu Johnson.

Bu her iki istifa, Başbakan May’in çok ama çok derin bölünme yaşayan kabinesini Brexit Planı üzerinde geçici olarak uzlaştırdığı bir anda yaşandı. Uzlaşma toplantısından sonra (bile) Johnson’un, May’in Brexit planını “kötü bir maddenin parlatılaması” olarak yorumlamasına yol açan neden neydi merak konusu tabii. Aynı toplantı sonrası Brexit Bakanı Davis de May’in planına inanmadığını söylemişti.

O zaman gerçekten sorun May’in planında. Çünkü, söz konusu plan, AB’den çıktıktan sonra İngiltere’nin Birlik’le ticari/ekonomik ilişkileri önceki gibi sürdürmesini içeriyor. Dolayısıyla “değişen ne?” sorusuna “o halde neden AB’den çıktık?” sorusu da ekleniyor.

Davis’in neyse de, Joahnson’un istifasının başka anlamları da var. Çünkü, Boris Johnson’un istifası parti üst kademesinde uzun zamandır süren krizle de ilgili. Johnson’un adı parti liderliği için geçiyor uzun süredir. Brexit konusunda parti içinde yaşananlar May’e karşı bir güvenoylamasına yol açabilir parti içinde. Bu durumda May’in kazanma şansı pek yok. Adaylığını koyması halinde parti liderliği için öne çıkan isim, (dolayısıyla Başbakan ) Johnson olur, en azından bir sonraki, genel seçime kadar. Boris Johnson’un buna hazırlandığına dair birçok işaret mevcut.

Kısa günün özeti şu olabilir tabii; bu iki istifanın görünen nedeni Başbakan Teresa May’in Brexit Planı’nın kabul görmediğidir. Brexit Bakanı’nın bile içine sinmeyen bir plan var ortada demek ki. Dediğim gibi, yapılan bir referandumla ayrılma kararı çıkmasına ragmen, İngiltere ile AB arasında gümrük ilişkileri eskisi gibi sürecek plana göre. Bunun Brexit’î anlamsız kıldığını söylemeye gerek yok. Joahnson da Brexitt’e bir “umut” ya da “fırsat” görmediğini söylüyor.
Bu tartışmaların arasında kamuoyunda AB’de kalıp kalmamanın yeniden referanduma götürülmesi konusunda yaygın bir tartışma var. Tartışmada yeniden referendum diyenler ağır basıyor. Mümkün elbette. Yeniden bir referendum olabilir, diyelim ki AB’de kalalım kararı çıkar. AB yeniden kabul ederken daha önce kabul ettiremediği birçok maddeyi kabul ettirerek alır bünyesine İngiltere’yi. Para birimini avroya çevirmesini ister, Schengen Anlaşması’na katılmasını, Brüksel’in takimatlarını kabul etmesini de.

Brexit’ten önce son derece avantajlı bir AB üyesi iken, rahatsızlığı her neyse çıkma kararı alması, sonra pişman olup dönmesi İngiltere’ye pahalı patlayabilir. Tuhaf olan şu; Brexit’in başını çeken politikacıların, örneğin yabancı düşmanı sağcı UKIP’in Başkanı Nigel Farace’ın Brexit oylamasından sonra istifa edip siyaset sahnesinden çekilmesi, Brexit’in sonuçlarından kaçması olarak yorumlanmıştı.

Çünkü kimse AB’den çıkmanın ülkeye getireceği zararların farkında değildi. Fark edenlerin öfkesi sağcı politikalara dönmüştü bir süre sonra. Brexit ile ilgili politikaların, en azından çıkışla ilgili olanların net olmadığı bu son istifa sayesinde net olarak ortaya çıktı. Nasıl çıkılacağı, çıkıldıktan sonra AB ile nasıl bir ilişki kurulabileceği konusunda hâlâ bilinmezler var.

Johnson, şimdi istifasıyla bu “bilinmezliklere” itiraz ediyor gibi oldu. Oysa başından beri, kendisini Başbakanlığa hazırlamış biri politikacı olarak May’e başkaldırı için uygun bir zamanı bekliyordu.

Davis’in istifası ona bu yolu açtı. Davis’inkine benzeyen ama onunkine eklediği başka gerekçelerle Brexit’i bahane ederek May’e istifasıyla baş kaldırmış oldu.
Uzun sürmez, önce parti içinde bir güven oylamasına gidilir, sonra Johnson lider seçilir. Sonrası Başbakan’lıktır.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Mesele siyasidir - SELİN SAYEK BÖKE

Hem de sonuna kadar siyasidir.

Siyasetsizleştirmeye karar vermek meselenin doğasını, toplumun ihtiyacını değiştirmez. Ama meseleyi siyasetsizleştirmek, gittikçe toplumdan kopan siyasi partilerle toplum arasında açılan uçurumun daha da derinleşmesine neden olur. Kader diye sunulan acıların tekrarının engellenmesi için, siyasetin bir çözüm olmasına mani olur. 

Nitekim oluyor da…

Rejim değişikliği siyasi partilerin de yapısını ve işlevini değiştirecek. Ama rejim ne olursa olsun siyasetin tanımını değiştirmeyecek! Rejim değişti diye en temel kavramlar da değişmeyecek. Ama o kavramların hayatımıza dokunuşu, bizim o kavramlardan ne anladığımıza göre çok değişecek.


Siyaset sosyal bir olgudur. İnsanların hangi kurallarla yaşayacaklarına dair, verdikleri ya da vermedikleri kararlardır. Mesela kamu ihalelerinin hangi kurallarla verileceği siyasi bir meseledir. Mesela, ihalelerin kapalı teklifle mi, açık teklifle mi yapılacağı siyasi bir tercihtir.

Demiryolu güzergahlarında çalışan yol bekçilerinin demiryolu güvenliği ve toplum sağlığını koruyucu görev üstlendikleri yaklaşımıyla, istihdamlarını güvence altına almakla, yol bekçilerini birer maliyet unsuru olarak görmek arasındaki tercih siyasidir.

Demiryollarının güvenliğini sağlayacak denetimin özel şirketlerce mi yoksa meslek odalarınca mı yapılacağına dair tercih siyasidir.

Projelerin ucuza mal edilmesinin öncelikli olduğu rantçı anlayışın mı, yoksa üretimin güvenliğini de mutlaka niteliğin bir unsuru olarak gören anlayışın mı hakim olacağına dönük tercih siyasidir.

Maden ocaklarına yaşam odası kurulmasını zorunlu kılıp kılmamak bir siyasi tercihtir. Bunun denetimini özel şirketlere taşere etmekle, kamu görevi olarak görmek arasındaki tercih siyasidir.

Kamu yönetiminin özel sektör tarafından yutulmasını tercih etmek siyasidir.
Hastayı müşteri olarak görmek siyasi bir tercihtir. Çocukları siyasi ideolojinin dayatmasıyla tektipleştiren deneysel eğitim anlayışı, üniversite rektörlerinin profesör olma gerekliliğini kaldırmak, üniversiteleri bölüp parçalayarak bilimden uzaklaştırmak siyasi bir tercihtir.

Merkez Bankası başkanı ve yönetiminin görev süresini belirleyen kuralları kaldırmak, görev sürelerini tayin yetkisini siyasilere teslim etmek siyasi bir tercihtir.

Hangi ürüne vergi konulacağının, ilaç fiyatları tespitinin bile tek bir kişinin mutlak iradesine bırakılması siyasi bir tercihtir.

Bu meseleleri siyasileştirip siyasileştirmemenin kendisi, hepimiz açısından yaşamsal önem taşıyan bir siyasi tercihe dönüşmüştür artık.

İşte bugün 81 milyon açısından en önemli siyasi tercih, meseleyi siyasetsizleştirmek ile meselenin siyasi olduğunu toplumla paylaşmak, toplumu bu siyasi mesele etrafında örgütlemek arasındaki tercihtir.

Hepimizin bu tercihinin sonucu da siyasetin ve siyasi partilerin bu rejimin aşılması yönünde bir irade ortaya koyup koyamayacağını belirleyecek. En önemlisi de, demokratik değerlerde buluşma isteğini ve ihtiyacını bütün baskılara rağmen korkusuzca ortaya koyan milyonların, bu baskıların aşıldığı bir gelecekte buluşup buluşamayacağını belirleyecek.

16 yıllık iktidarının ardından bugün rejimi değiştirmeyi başarmış olan siyaset anlayışı tercihini çok açık biçimde ortaya koyuyor. Ve işte biz hep birlikte o siyasetin ve tercihlerinin sonuçlarını yaşıyoruz. Türkiye’de son 16 yıldır hızlanarak yaşanıyor olan yıkımın maliyetini, bu toplumun çocukları, gençleri, yaşlıları hep birlikte üstleniyor. Geçim sıkıntısında, hayat pahalılığında, sınavlarda, gözaltılarda, tutukluluklarda, ölümlere terkedildiğimiz maden göçüklerinde, inşaat boşluklarında, 3. Havaalanında, Çorlu raylarında…
Bugün bu siyasetin dayattığı anlayışın sonucu en son Çorlu’da tren kazasında kendini gösterdi. Ne fıtrat, ne kader… Kayıplarımız ranttan yana kurulan siyasi tercihin sonucu. Kayıplarımız kamunun özel sektör tarafından yutulması yönünde on yıllardır ortaya konan siyasi tercihin sonucu. Kayıplarımız yağmura karşı bilimi kullanarak insan hayatını korumayı dert edinmeyen, ihaleden havuza para aktarmayı seçen siyasetin sonucu. Mesele siyasidir.
Ve işte tam da bu yüzden bugün meselenin siyasi olduğunu söylemek önemlidir. Bunu söyleyerek önce bu siyasi yazgıyı değiştirmek üzere siyasi partileri siyasetsizlikten kurtarmak yine bize düşüyor. Hepimize… Bu ülkeyle ilgili gelecek hayali olan herkese… Yaşananlar karşısında umutsuzluktan içi sızlayan, çaresizlik duygusuyla burnu titreyen herkesin, artık oradan çıkıp ilerlemesine, daha fazlasını yapmasına ihtiyaç var.

Siyasi partileri de siyasetsizlikten kurtarmak için, hepimiz inandığımız siyaseti büyütmek için, umutsuzluğu yıkmak için, bizim diyeceğimiz geleceği biz olarak kurmak için... Aktif yurttaşlar olarak, siyasi partileri de, siyaseti de dönüştürmek üzere, siyasetin yeniden umut olmasını sağlamak üzere…

Biz buradayız, diyen bir inat ve iradeyle söylemek lazım, mesele siyasidir.

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN