16 Temmuz 2018 Pazartesi

Ecevit’ten Erdoğan’a: Cehennemden iktidar çıkarmak - OSMAN ÇUTSAY

Hiçbiri tutmadı. Hiçbiri tutmayacak. Ama buna rağmen o hesaplar yapılıyor, anlaşılan daha da yapılacak.
 Ne mi?
Örnekleyelim ve hatta bunu Bülent Ecevit ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki benzerlikleri, birilerini fena üzse de, öne çıkararak yapalım. İki yanlış hesabı... İki antikomünist savaşçıyı... Biz aydınlanmacılar, elbette “Taka” ve “Pülümür’ün Yaşsız Kadını” şiirlerini yazabilmiş, ömrünün kısa bir döneminde solun rüzgârını yüzünde hissedebilmiş Ecevit’i biraz ayrı tutarız -böyle zaaflarımız var işte-, ama bu iki iktidar delisinin, sermayenin egoları tavan yapmış iki hırs küpü iktidar militanı olduğunu da bir kenara yazarız.

Bülent Ecevit, 1977 seçimlerinden sonra ve 1978-79’daki hükümet deneyimine rağmen bir türlü iktidar olmayı başaramayınca, daha doğrusu bunu istemeyince, çünkü devrimcileşmeye başlayan kitlelerden ödü kopuyordu ve antikomünist histerinin tekrar tam boy pençesine düşmüştü, başka hesaplar içine girdi. Dünyayı, en az o dönemin Dev-Yol, TİP-TSİP-TKP, DİSK,  TÖB-DER ve benzerlerinden oluşan sosyalist iktidar kaçkını egemen solu kadar seviyesizce, algılamakta güçlük çekiyordu. Hesabı, galiba şuydu: “Asker gelir, 12 Mart gibi bir faşist iktidar dönemi yaşarız ve ben, üç-beş ay hapis de yatsam, birkaç yıl içinde bir demokrasi kahramanı olarak Türkiye’nin başına geçerim.” 
Oysa, Aydemir Güler’in kısa bir süre önce bir televizyon programında yine hatırlattığı gibi, 24 Ocak Kararları ile Türkiye artık bambaşka bir yola girmişti. Bunu Ecevit de, sol da görememişti.

Bu tür hesapları artık kimseye doğrulatamayız. Ama tarihe bazı sorular ve biriktirilmiş deneyim eşliğinde baktığımızda, böyle saptamalarda bulunma hakkımız var. “Faşizm gelir, ben de faşizmi kitle desteğiyle yıkarak bir demokrasi kahramanı kimliğiyle iktidara on yıllarca otururum” hesabı, tüm gölgeleriyle ortadan kalkmış değildir.  

Tamam, olmadı.  Hiç böyle olmadı, ama İlhami Soysal’ın Ankara’da Genel-İş’e ait ünlü EMAŞ matbaasındaki odasında, yazı yolunun başında bulunan bir SBF öğrencisine 1980 yılı baharında söylediği de tarihe kalsın: “Ecevit’teki iktidar hırsı kimsede yoktur” diyordu bu usta. 
Neyse... 
Ecevit, Soysal’ın çok doğru saptadığı o hırsla yeniden başbakanlık yapmayı başardı. İlhami Ağabey 1992’de bir kazada öldü ve Ecevit iyice gericileşen bir ceset halinde Türkiye’nin felaketini hazırlayan, hatta mezarını açanlar arasına ismini 20’nci yüzyıldan 21’inci yüzyıla geçerken yazdırmayı becerdi. Aferin. Giderken de en büyük başarısının bu ülkeye komünizmin gelmesini önlemek olduğu aforizmasını yumurtlayarak... İyi. 
Bir miras, bu. 

Erdoğan’daki iktidar hırsının, artık bir “delirium” formatı kazandığını görüyoruz. Bu da normal: Ülkeyi öyle bir hale getirdi ki, buradan geriye atılacak tek bir geri adım bile bu politikacıyı ve yakın kadrolarını en hafifinden ağır ceza mahkemelerinin önüne taşıyacaktır. Hem sadece içeride değil, dışarıda da. Öyle düşünüyorlar.

Ancak artık dönüş yok. 

Bizim gibilere hayat hakkı tanımayacak ve iktidarını sürdürecek. Bir tür yumuşatılmış Hitler-Mussolini-Franco-Pinochet rejimi olarak.

Ağır bir saptama değil, gerçekten öyle: Elbette henüz toplama kampları kurulmuş değil, sokaklarda belli insan grupları linç edilmiyor, ama oraya doğru gidiyoruz. Şu 80 bin cami ve yüz binlerce muhtarlık çevresinde silahlandırılan kitleler, bir iç savaş tarafı değilse, başka hiçbir şey de değil. İslamcı faşizmdeyiz. 

Ecevit’in iktidar hırsı, yıllardır gazetesine “yetmez ama evetçi” gericilerce el konulmuş İlhan Selçuk’a giderayak “Tehlikenin farkında mısınız?” diye sordurmuştu. Erdoğan, Ecevit’in bir sonucuydu.

12 Eylül, Ecevit’in hesaplarını tutturmadı. Faşizm geldi ve Ecevit’in birkaç yıl içinde demokrasi kahramanı olarak tekrar iktidara gelmesini engelledi. Sonra artık bir cesede dönüşmüş Ecevit’e de birkaç yıl başbakancılık oynattı ve ülke bitti. 16 yıldır aralıksız tecavüz edilen ve tüm cumhuriyet değerleri kazınan bir eski coğrafya kaldı geriye. Orhan Gökdemir ve çeşitli çevrelerden aydınların vurgusuyla, 1876’nın da gerisindeyiz artık...

Gelmek istediğimiz yer şu: Erdoğan ve artık bırakamadığı/bırakamayacağı bu iktidar, bu ülkenin, bir enkaza dönüşmesini engelleyebilir mi?

“Rüzgâr eken fırtına biçer” der Batılılar. Bizde durum daha da vahim, sık sık yineliyoruz: Türkiye’de sadece fırtına ekiliyor. Hep birlikte, kendisine solcu diyen geniş bir çevre dahil, fırtına ektiler. Buradan ne biçileceğini bilemiyoruz. Ama ortada iktidar için bir parti kalmadığından eminiz; bir jakoben istisna hariç: Genç TKP. 

Erdoğan ve yol arkadaşları korkunç bir bataklık oluşturdular, bu bataklığı kurutmak bu düzen içinde mümkün değil. Bataklık insanı ve bataklık solcusu olarak yaşamayı seçenler olabilir, onları da zaten düzen militanları olarak milletvekili veya destekçisi yapıp parlamento içine/çevresine serpiştirdiler; sermaye sol cemaatlerin önüne bir kemik atarak birbirlerine girmesini sağlıyor hâlâ. CHP ve HDP’nin birer cemaatler koalisyonu olduğunu, bin parçalı bir koalisyon olan AKP’den daha iyi kim bilebilir? 

Bir tek parti var, cemaat değil, tek bir parti, jakoben bir duyarlılıkla, bu felaketi kabullenmediğini haykırıyor. 

Erdoğan’ın bilincine varamadığı ama kokusunu aldığı tehdit de burada: Parlamentoya doluşmuş o zavallı sadaka mahkûmları değil, bu rezaletin dışında ve denetlenemez bir örgütlenme bilinci, hepsinin sonunu hazırlayabilir. Tüccar imamların bunun bilincinde olduğunu söyleyemeyiz. Sadakalarla, önlerine atılan kemiklerle vakit geçiren “bazı muhaliflerin” de... 

Ama bir şey kesin: Yine bir Ecevit hesabı içinde debeleniyor kendisine sol diyen, kendisini solcu sanan kesimler. “Parlamenter demokrasi ortadan kaldırılmıştır madem, biz de parlamenter demokrasiye dönüş propagandasını program yaparız ve kendimizce bir restorasyon gerçekleştiririz. Erdoğan’dan da iktidarı alırız.” Bu hesaplarla ömür defterlerini kapatır giderler...
  
Restorasyon olmazmış falan filan. Şu tüccar imamlar, bazen kendisini solcu sanan kesimlerden daha akıllı çıkıyor; bu, kesin. Ama hepsinin aklı bu ülkeye tek milimlik bir iyileşme getirmez. Parlamenter demokrasi propagandası bizim işimiz olamaz. Fakat artık solculuk adına topluma bunun şırınga edileceği ortada. Büyük sermaye bu programa neden sırt çevirsin?  
Onlar geçen hafta boyunca Avrupa siyasal mahfellerindeki suskunluğu ve mali piyasalardaki çığlıkları kayda geçirdiler...
Çok alametler belirdi gerçekten. Geçen haftaki o Türkiye’yi kusan yemin töreninden sonra Avrupa siyaset sahnesi ve medyası ilginç bir işbölümü yaşadı. Uluslararası piyasalar ve mali uzmanlar, “Türkiye iflasın eşiğinde” diye bağırdılar, siyaset sınıflarından ise çıt çıkmadı. Gerhard Schröder’in Almanya’yı temsil ettiği yemin töreninden, hazretin bir fotoğrafına bile rastlayamadık. Mesut Özil ile İlkay Gündoğan’ın silinmesinden bir ders çıkarılabilir: Almanya ve Avrupa halkları Erdoğan’dan nefret ediyor. Tıpkı Suudilerden ve İran’dan nefret ettikleri gibi. Fakat siyasi bağlantıları ve ekonomik sömürü ilişkileri sürüyor.

İşbölümü bunun için var. 

Demek ki, bu felaketin içinden, bu bataklıktan Türkiye halkını ışığa çıkaracak tek şey, derli toplu ve halkın her değerine dokunabilen, sade bir dille derinleştirilecek sosyalizm programıdır. Biz bunu yapmaya çalıştık, daha da yaparız. 

Parlamenter demokrasi hayranlarına önceden haber verelim: Deneyeceksiniz, ama pek şansınız yok, çünkü sistem öyle bir çöktü ki, böyle ham hayalleri de taşıyamaz durumda. İyi de, siz böyle demokrasi hayalleri satmak ve sosyalist örgütleri kırıp dökerek sağa sola yardakçı kadrosundan yazılmak dışında ne işe yararsınız ki? 

Solcularının “Büyük mülkleri, tekelleri, bankaları, fabrikaları ve toprakları kamulaştıracağız, halk adına el koyacağız, işsiz kimse kalmayacak ve halk için şu, şu, şu ürünleri, hizmetleri parasız yapacağız, laiklikle de dini siyasetten ve kamu yönetiminden süreceğiz” diyebildiniz mi?  
Kaynakları açıkladınız mı? 
Nasıl bir planlama örgütü kuracağınızı? 
Topluma nasıl bir örgütlenme önerdiğinizi?

Sistem çöktü, enkazda ağlamak “garibanların, mağdurların” işidir, biz kurtarabildiklerimizle kendi “sopalarımızı” hazırlayalım. Bu adamlar, camileri, muhtarlıkları ve denetimsiz silahlarıyla çoktan iç savaşı sahnelemeye başladılar bile. 

Ağlamaya vakit mi kaldı? 

Solun önüne atılmaya çalışılan parlamenter demokrasi havucunun Ecevitler, Demireller, Özal ve Erdoğanlarla bu coğrafyayı düzlediğini, cumhuriyeti bitirdiğini anlatmaya devam edeceğiz. Sosyalizm dışında bu topraklarda bir ot bile bitmeyeceğini ekleyerek... 

Siz önünüze atılmış muhalefet kemikleriyle ömrünüzü tamamlayın. Genç devrimci kuşakların bu bataklığa bir göz atacak zamanı bile olmayacak... 


Boşuna söylemedik bazıları gibi ve hiç unutmadık: Sosyalizmden aşağısı kurtarmaz!

Osman Çutsay / SOL

Alternatifsizlik ve muhalefetin yanlışları* - TANER TİMUR

Tablo bize demokrat ve devrimci sola düşen iki boyutlu görevi de gösteriyor. Bunlardan birincisi, bu özgül “tek adam” sistemini çağa meydan okuyan bir inatla tam bir diktaya çevirmeye çalışan  Erdoğancı güçlere direnen cepheyi genişletmeye çalışmak; ikincisi de, daha uzun vadeli bir vizyonla, ülkede, demagojik bir popülizmle değil de bilimsel analizlerle bu ülkede tüm yoksul ve mağdurların temsilcisi haline gelmeye çalışmak.


“Alternatifsizlik”in temellerini galiba küresel düzende aramalıyız. 2008’de kapitalizm genel bir krizle karşılaşınca iktisatçılar 1929 krizini anımsamış ve ondan söz etmeye başlamıştı. Oysa 2008’de kapitalizm çok daha “küreselleşmiş” olduğu için tehlike de daha büyüktü. Aslında emperyalizmin son aşamasını temsil eden bu süreci, yeni düzenin mimarlarından Margaret Thatcher “artık alternatif yok” diye özetlemişti. Artık “sağ” ve “sol” yok, tek bir politika var diyordu. Böylece bir zamanlar alay konusu olan “ne sağcıyım ne solcu!” formülü de egemenlerin sloganı haline geldi.

Oysa bu “alternatifsiz” düzen kısa sürede açgözlü finansçıların hegemonya kurduğu bir “kumarhane ekonomisi”ne dönüştü. 2008 krizi ABD’den kaynaklanan bu yağma sistemini tüm boyutlarıyla sergiledi. Kuralsızlaşmış bir piyasada Madoff, Enron, Worldcom, Parmalat gibi şirketler legal sınırları da zorlayarak düpedüz hırsızlık yapmışlardı.

İmdada merkez bankaları yetişti ve fırtına birkaç kurbanla yatıştırıldı. Emperyal merkezlerde “parasal gevşeme” adı altında piyasalar paraya boğuluyor, faizler sıfıra yaklaşıyordu. Finansın egemen olduğu bir dünyada, her zaman yüksek faizlerle çalışan ülkeler de bundan büyük bir pay aldılar. İşte Türkiye’nin krizi, teğet geçmese de, çok hafif atlatmasının nedeni de bu oldu. 2010 ile 2017 arasında Türkiye’ye 110 milyar dolar civarında doğrudan yabancı yatırımı yapıldı. Özelleştirmeler, sıcak para, turizm gelirleri ile miktar çok daha büyüdü. Erdoğan’ın her meydan mitinginde bıkıp usanmadan tekrarladığı “büyük kalkınma”nın temelinde bu gerçek yatıyordu.

Gerçekten de Türkiye’de son dönemde kapitalizm önemli bir büyüme sergiledi. Ne var ki bu büyüme dar sınıf çıkarlarıyla beslendi. Bu sınıfsal politikanın sosyal dayanağını MÜSİAD, TOBB, esnaf dernekleri gibi kuruluşlar; hukuki dayanağını İhale Kanunu, Yap İşlet Devret Kanunu ve Özelleştirme Kanunu gibi yasalar; kültürel kodlarını da İmam Hatip okulları, Vakıflar ve tarikatlar oluşturdu. Ne var ki bu politika sonunda Türkiye’yi 450 milyar doları aşan dış borcuyla krizin eşiğine getirdi. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün son rakamlarına göre Türkiye, GSMH’nın % 47’sine varan (özel-kamusal) dış borcuyla Arjantin’den (% 50 üstü) hemen sonra geliyor. IMF verilerine göre bu oran çok daha yüksek: % 53,4. Oysa Arjantin IMF’nin önünde şimdiden diz çöktü. Borç oranı ile “kırılganlar” arasında yer alan- Meksika ve Güney Afrika’da oran % 25’in; Brezilya ve Malezya’da da % 20’nin altında.

Erdoğan’ı taklit ederek muhalefet yürütülmez
Bu sınıf politikası Türkiye’de inşaat ve enerji sektörünün başı çektiği rantçı ve gözü kara bir burjuvazi yarattı. İktidar, baskı ve cezalandırma yöntemleri ile laik burjuvaziyi de sindirmiş ve bir “havuz medya” yaratarak medyada da hegemonya kurmuştu. Böylece, bu çılgın projeler çağında bütün oklar da laik muhalefete çevrildi. Anayasa’sında laiklik temel ilke olan bir ülkede “laiklik” adeta aşağılayıcı bir sıfat haline gelmişti. Kendini Müslüman değil de Deist (Allah’a inanan) ilan edenler bile hakarete uğruyorlardı. Muhalefet de çoktandır sadece İslamcıların değil, liberallerin de hedefi haline gelmişti. İddiaya göre bu ülkede doğru dürüst bir muhalefet yoktu; demokrasi bu yüzden aksıyordu! O kadar ki CHP bile bu baskının altında ezildi ve parti başkanı Kılıçdaroğlu, MHP ile anlaşarak İslamcı Ekmeleddin Bey’i cumhurbaşkanı adayı gösterdi. O başarılı olmayınca, bu kez de Abdullah Gül’ü aday göstermeye çalışarak, Başkanlık seçimini adeta AKP’nin bir iç seçimi haline getirmeye çalıştı. Parti içi muhalefet buna karşı çıktı ve o da farklı bir strateji önerdi. Mademki Erdoğan seçimleri hep kazanıyordu, o halde onun yöntemlerini taklit etmek gerekiyordu. Bu “strateji”nin başını da Muharrem İnce çekti ve aday olarak uyguladı. Seçim kampanyasına Erdoğan’la “dertleşerek” başladı; kasket giydi; zeybek oynadı ve bol bol vaatlerde bulundu. Dış politikada da geri kalamazdı: Erdoğan’ın gidemediği Gazze’ye gideceğini, Erdoğan’ın kapatamadığı İncirlik üssünü kapatacağını vaatlerine ekledi. Ne var ki bunlar da başarı için yetmedi ve İnce, bu umutsuzluk ortamında bir heyecan yaratmış olsa da, yarışı Erdoğan’ın on milyon oy gerisinde tamamladı. Erdoğan’ı taklit etmek de işe yaramamıştı. Bu demektir ki ana muhalefet partisinin daha gerçekçi ve daha vizyoner bir üçüncü yol bulması gerekiyor.

Direniş cephesini genişletmeliyiz
Türkiye’de parlamenter sistem önce fiilen değişti; 24 Haziran seçimleriyle de buna anayasal bir kılıf uyduruldu. Şimdi Türkiye’ye özgü bir “başkanlık rejimi”ne girmiş bulunuyoruz. Kuşkusuz bu rejim demokratik olmaktan çok uzak; fakat tam bir dikta rejiminden de söz edemeyiz. Dikta rejimleri şefin adı etrafında yaratılan psikolojik bir teröre dayanır; insanlar en yakınlarıyla konuşurken bile temkinli davranırlar. Bugün bizde böyle bir durum yok; 16 yıllık Erdoğan yönetiminden sonra olması da mümkün görünmüyor. Bunun için iktidarın, partileri, yayın organları ve STÖ’leri ile tüm muhalefeti tasfiye etmesi gerekir ki bu büyük bir karmaşaya, hatta bir iç savaşa yol açabilir. Türkiye’de yarı anarşik bir durum var; hem yaygın ve selektif bir zulümle karşı karşıyayız, hiç kimse güvende değil; hem de güçlü bir demokratik muhalefet mevcut. Ne var ki ortada iktidara aday bir sol parti de yok! Bu yönetimiyle CHP’yi “sol” bir parti olarak niteleyemeyiz. 1960’larda Türkiye’de sol yükselirken çok partili rejimimiz “Filipin demokrasisi” diye eleştiriliyordu. Bu, sol kanadı olmayan bir demokrasi anlamına geliyordu. Tarihin cilvesi, bugün varılan noktada da Erdoğan’ın adı, Batı kamuoyunda Filipin Başkanı otokrat Duterte ile birlikte anılıyor. Bu tablo bize demokrat ve devrimci sola düşen iki boyutlu görevi de gösteriyor. Bunlardan birincisi, bu özgül “tek adam” sistemini çağa meydan okuyan bir inatla tam bir diktaya çevirmeye çalışan Erdoğancı güçlere direnen cepheyi genişletmeye çalışmak; ikincisi de, daha uzun vadeli bir vizyonla, ülkede, demagojik bir popülizmle değil de bilimsel analizlerle bu ülkede tüm yoksul ve mağdurların temsilcisi haline gelmeye çalışmak. 

Tarihte kalıcı zaferler hep bu ikinci yolla kazanılmıştır.

Taner Timur / BİRGÜN

*Muhalefet hareketinin krizi ve muhalefet nasıl alternatif oluşturabilir sorularını, Taner Timur ‘ yönelttik. Redaksiyon’ın 1 Ağustos’ta çıkacak olan sayısında yayınlanacak sayısında Türkiye, Orta Doğu ve ekenomik kriz analizleriyle birlikte yer alacak söyleşiden özetlenmiştir.


Akademisyen Hakan Ergül: Televizyonsuz asla… - CAN UĞUR

“Her şeyden önce yoksul haneler için televizyon yokluğuna tahammül edilemeyen araçların başında geliyor. Radyosuz, internetsiz, hatta telefonsuz bir hayat hayal edilemez değil ama televizyonsuz bir hayat düşünülemiyor”

Televizyon hayatımızın vazgeçilmez araçlarından bir tanesi. Televizyonun eğlenceden siyasete birçok alanda çeşitli işlevi bulunuyor. Özellikle toplumsal dönüşümlerde televizyonun işlevi kilit bir noktada yer alıyor. AKP döneminde televizyon kanallarının iktidara yakın patronlara devredilmesi ve bu kanallar aracılığıyla ciddi bir ideolojik manipülasyonun yapılması meselenin somutlanmasını sağladı. Doç Dr. Hakan Ergül konuya ilişkin hem teorik hem de pratik çalışmaları bulunan bir isim. Ergül ile hepimizin dünyasında neredeyse vazgeçilmez olan televizyonu konuştuk.

►Televizyonun diğer kitle iletişim araçlarından farkı nedir? İşlevsellik ve ideolojik bağlamda nereye oturuyor bu fark?
Televizyon yirminci yüzyılın en etkili hikâye anlatıcısı kuşkusuz. Televizüel bir dünyayı getirip hayatımızın merkezine yerleştirmesi bir yana, sözlü kültürün yeniden keşfidir televizyon. Bugün kırk yaşın üstündeki kuşak onun hikâyeleriyle büyüdük, hayatı anlama tarzımız televizyon diliyle şekillendi. Televizyonun nasıl bu kadar etkili olabildiğini anlamak için kitle iletişiminin tarihine bakmak yeterli. Bütün yeni iletişim araçları ilk dönemlerinde kendinden önceki medyanın mirasına talip olur, ortaya çıktığı zamanın en etkili araçlarını ve takipçilerini gözüne kestirir. Kendi dilini bulana kadar onların içeriklerini taklit eder. Başarılı oldukça etki alanını genişletir, zamanla kendi özgün dilini, izleyicisini üretir. Edebiyat, gazete, radyo, sinema arasında bu ilişkinin izlerini kolayca sürebiliyoruz. Sonra televizyon çıkıyor sahneye. O güne dek bilinen iletişim araçlarının en etkili donanımlarını alıp hepsini televizüel bir anlatıda eritiyor, yepyeni bir dil üretiyor. Bu görsel dil sonra dönüp diğer araçları derinden etkiliyor –tıpkı gazetede olduğu gibi.

Ama hemen benimsenmiyor televizyon, önce kamusal alanlarda izlenen bir eğlence aracı olarak başlıyor iletişim kariyerine. Sonra haneyi keşfediyor, mahrem alana nüfuz etmeyi başarıyor. Ne oluyorsa zaten bu andan sonra oluyor. Hanedeki bireylerin tümüne, yaş, toplumsal cinsiyet, sosyal sınıf demeden, okur-yazar olsun olmasın herkese hitap eden bir hikâye üretiyor ki bunu bu düzeyde başaran başka bir iletişim aracı yok. Hızla bir aile-teknolojisine evriliyor televizyon. 

Giderek hane tahayyülünün, aidiyet duygusunun kurucu araçlarından biri oluyor, ailenin gündelik akışını kendi yayın akışına göre şekillendirmeyi başarıyor. Aidiyet duygusundan söz etmişken, bu durum haneyle sınırlı da değil. Televizyon kültürü dediğimizde büyük ölçüde benzer değerleri ve normları paylaşanların hayata kendileri gibi yaklaşanlarla televizüel bir evrende, bir süre aynı akışa kapılabildikleri kolektif bir deneyiminden söz ediyoruz aslında. Bu açıdan karasal televizyon ortak belleğe hizmetiyle “millî” medya envanterinin de başında yer alır. Ekonomik, politik krizler, afet, seçim, spor karşılaşmaları gibi kritik dönemlerin tartışmasız en çok güçlü aracıdır. Bir de tabii “bize” en çok benzeyen araç televizyon. Onun ekranında kendi yüzümüz kadar arzu ettiğimiz hayatları da sahicilik dozu yüksek bir kurguyla karşımızda buluyoruz. Televizyonun büyüsü burada: Sıradanın, popüler olanın, gündeliğin fantastik mabedi orası. Dışarıdaki hayatı yansıtmaktan çok ürettiği televizüel gerçeklikle bizzat o hayatın yerine geçmeyi vaat ediyor. Ne anlatıyorsa samimi bir dille anlatıyor. Bütün yetenekli hikâye anlatıcıları gibi anlattığı öyküyü “bize” anlattığına ikna ediyor hepimizi. Büyüsü de farkı da burada.

► Sizin çalıştığınız bir alan olması sebebiyle sormak isterim yoksulların televizyonla kurdukları ilişki nasıl?
Bir iletişim aracı ile belirli bir sosyal sınıfın ilişkisine bakarken aracın o hayatın içinde neye karşılık geldiğini anlamak gerekiyor önce. Yoksulluğu farklı parametrelerle tanımlayabiliriz ama her şeyden önce yoksulluk, bireyin sağlık, eğitim, bilgiye ulaşma gibi en temel haklarına erişimini engelleyen bir yoksunluklar zincirinin, bir hak ihlâlinin adı. Biz Emre Gökalp ve İncilay Cangöz’le birlikte yürüttüğümüz saha çalışmamızda böyle bir yoksulluk tarifinden yola çıkmıştık1. Her şeyden önce yoksul haneler için televizyon yokluğuna tahammül edilemeyen araçların başında geliyor. Radyosuz, internetsiz, hatta telefonsuz bir hayat hayal edilemez değil; ama televizyonsuz bir hayat düşünülemiyor. Hanelerin önemli bir kısmında iki, bazılarında üç televizyon olması da bu korkudan. Eldeki iyi kötü idare eden televizyon bozulursa onun yerini alabilecek bir başkası evin bir yerinde sırasını bekliyor.

Buna şaşırmamak gerek çünkü günlük gazete alamayan, bilgi kaynakları sınırlı, sağlık hizmetlerine, sinemaya, tiyatroya ya da kentin cazibe merkezlerine erişemeyen kentli yoksullar için televizyon bu yoksunlukların hepsini bir bedel talep etmeden gideriyor. Yoksul hanelerde televizyonun gün boyu açık olması da bundan: Ekran karardığında evdeki annenin ya da işsizlik dönemlerini evde geçirmek zorunda kalan gencin, babanın yüzleşmek zorunda kaldığı gerçeklik çok yakıcı, renksiz ve katı. Oysa televizyon herkesi evin dışına davet ediyor, daha renkli, daha fantastik olana doğru bir pencere açıyor, eğlenme ve bilme ihtiyacını gideriyor. Mevcut gerçeklikten koparıyor belki ama ona dayanma gücü de veriyor. Dizilerdeki, yarışma programlarındaki “yalan” hayatların kendi gerçekliklerine uzak olduğunun elbette farkındaydı izleyiciler, “o bizim değil televizyonun gerçeği!” tepkisini de not etmiştik. Ama bir olgunun farkında olmak, onu unutma arzusunun önüne geçemiyor. Sahada yoksul ailelerin çoğu kendini yoksul olarak tarif etmiyordu örneğin: Her fırsatta yoksulluğun “utanılacak bir durum” olmadığını söyleseler de “aç ve açıkta” olanlara göre daha “ortalarda bir yerlerde” olduklarına, ekmek bulamayanlar varken “çok şükür” muhtaç olmadan yaşayabildiklerine inanıyorlardı. Bu reddedişte ve tevekkülde endüstriyel medyadaki baskın sınıf tanımlarının, yoksullara dair sorunlu temsillerin rolü olmadığı söylenebilir mi? Şiddet, trajedi, suç, korku hikâyeleri dışında ekranda görebiliyor muyuz yoksul kesimi? “Paran yoksa sen hiçsin!” demişti bir anne. Kendi varlığını yok edebilecek, utanç duygusunu harekete geçirebilecek kadar güçlü bir adaletsizlik karşısında bireyin “beterin beterini” işaret etmesi ne kadar olağansa, kendisine fantastik hayatlarda var olmayı teklif eden televizyonun büyüsüne kapılması da o kadar doğal sayılmalı.

► İnternet medyasının genişlemesi televizyonu nasıl etkiliyor? Televizyon bitti demek iddialı bir çıkış mı olur?
Bunu söyleyen çok ama bana doğru bir tespitmiş gibi gelmiyor. Olsa olsa geleneksel anlamda televizyonun işlevlerinde bir dönüşüm yaşandığı söylenebilir ki bu yeni bir durum değil. Karasal yayından uydu ve dijital yayına geçildiğinde başlamıştı bu dönüşüm. Yine de televizyon “dijital yerliler” diye adlandırılan internet kuşağının bile boş zamanlarında en fazla tükettiği iletişim aracı. Hane içindeki hâkim pozisyonu sarsılmış olabilir ama bir aile-teknolojisi olarak aslan payı hâlâ onun. Bana kalırsa “öldü” denilen televizyon tarihindeki en güçlü, en istilacı dönemini yaşıyor, öyle ki televizyonun etki alanından söz ettiğimizde artık cihazın kendisini aşan, yeni iletişim araçlarıyla kendini yeniden üreten yayılmacı bir televizüel kültürden ve söylemden söz ediyoruz aslında. Bundan on beş yıl kadar önce doktora sırasında Japon televizyon yayıncılığını antropolojik bir merakla incelemiştim. O gözlemlere dayanarak güç düğmesine basarak kapatamadığınız bir televizyon ve içinde yaşamaktan kaçamadığınız televizüel bir toplum tarifi yapmaya çalışmıştım. Bugün mobil iletişim teknolojileri ve televizyon arasındaki yakınsamayla bu durumun daha da yaygınlaştığını düşünüyorum. Televizyon, tıpkı gazete gibi, kendisini doğuran fiziksel araçtan kopuyor gibi görünebilir ama yatay bir iletişim evreninde yaygınlaşarak, internetten mobil telefona, dijital reklâm panolarından otomobil medyasına kadar akışkan bir ekran kültürüyle bizi büsbütün kuşatıyor aslında.

►Egemen sınıflar ya da yönetenler için televizyon ne anlama geliyor? 
Bu soruyu 1990’ların ikinci yarısında iletişim fakültesinde ne çok tartışırdık. O zamanlar 1980 sonrası neoliberal dönüşüme paralel olarak medya sektörüne giren yeni sermayeyi, çapraz sahiplik yapılarını, bu dönüşümün haber değeri, profesyonel gazetecilik söylemi gibi kavramları nasıl etkilediğini irdelerdik uzun uzun. Bugün durum farklı... Türkiye’de siyasal erk, sermaye ve medyanın iç içe geçtiği resmi görebilmek için iletişim uzmanı olmaya gerek yok; mevcut durum derinlemesine ekonomi politik analizleri anlamsız kılacak ölçüde sarih ve kıyıcı. Son on yılda medya sektöründeki el değiştirmelere, yayın anlayışlarını terk etmeye zorlanan, kapanan televizyonlara, gazetelere, işten çıkarılan, hapse atılan ya da siyasal iktidarın şiddetine maruz kalan gazetecilerin listesine göz atmak yeterli. Popülist siyasal söylem televizyondan vaz geçemez, bunu biliyoruz, geniş halk kitleleri üzerinde en etkili propaganda makinesi hâlâ o çünkü. Endüstriyel televizyon da sınırlarının farkındadır, o da yayıncılık anlayışını kamu yararının değil iktisadi rasyonalitenin şekillendirdiğini bilir. Haber çerçevelerinde çizmeyi aşmaz, yoksulluk gibi, hak ihlalleri gibi varlığını borçlu olduğu mevcut ekonomik ve siyasal koşulların ürettiği yapısal sorunları mümkün olduğunca kamufle eder, başka temsilleri öne çıkarır. Fakat bizdeki gibi kamu hizmeti odaklı yayıncılığın yeterince gelişmediği, devlet televizyonunun iyiden iyiye parti televizyonuna dönüştüğü toplumlarda medya endüstrisinin mevcut hâli çok daha vahim. Medya ekolojisi meselesini ülkede giderek artan otoriterleşmenin demokratik haklar ve özgürlükler açısından ürettiği tehditle birlikte tartışmak gerek. Medyadaki bu ürkütücü tek seslilik her şeyden önce halkın haber alma hakkının ihlali demektir. Böylesine temel bir hakkın bu düzeyde ihlal edildiği bir toplumda tartışmanın odağında salt bir televizyon-iktidar ilişkisi değil siyasal rejimin bizzat kendisi olmak zorundadır.

CAN UĞUR / BİRGÜN

1Hakan Ergül, Emre Gökalp ve İncilay Cangöz (2012) Medya Ne ki… Her Şey Yalan! Kent Yoksullarının Günlük Yaşamında Medya. İletişim: İstanbul, s. 17.

Tiyatro sevgisi - Ergin Yıldızoğlu


“Yeni” rejimin ilk kararlarından biri Devlet Tiyatroları’nı lağvetmek oldu. Çok da yakıştı. Ne de olsa, tiyatro, insanlığın demokrasi, hakları ve özgürlükleri geliştirme, tiranların, kralın, kilisenin, sermayenin boyunduruğundan kurtulma serüveninin ayrılmaz bir parçasıdır. 
 
Demokrasi... 
Sanat’ın en gelişmiş biçimi olarak düşünebileceğimiz tiyatro, MÖ 5. yüzyılda Atina’da demokrasinin “icat edildiği” dönemde doğdu. MÖ 4. yüzyılda, demokrasi ölürken tiyatronun parlak dönemi de bitti. 

Demokratikleşme süreci tiyatronun gelişmesi için gerekli özgürlük ortamını yarattı. Tiyatro, canlı bir tartışma, eleştiri ortamını, kültürel canlılığı besleyerek demokratik vatandaşlık kimliğinin gelişmesine böylece demokrasinin yaşamasına yardımcı oldu. 
O dönemde Atina’da binden fazla tiyatro eseri üretilmiş. Ancak, bunlardan geriye  EskülüsSofoklesÖripides tarafından yazılmış toplam 32 tragedya, Aristofanes  tarafından yazılmış 12 komedi kalmış. Bugüne kadar gelebilmiş olmalarına bakarak, bu tragedyaların, komedilerin, türün en iyi örnekleri olduğu söylenebilir.


Tragedya (ve komedi) izleyiciyi, bir kişinin anlatımına, yorumuna, bakış açısına bağlı kılmıyordu. Tiyatro “durumu” anlatmıyor, birden fazla karakterin eylemleri, onların özgün perspektifleri üzerinden gösteriyordu. Tragedya çok sesliydi, egemen “siyaset rejimi” içinde seslerini duyurmalarına izin verilmeyen kadınların, yabancıların (Persler, Mısırlılar, vb.), kölelerin, çocukların, tragedyaların içinde konuşma olanağı bulduğu görülüyordu. Çok sesli bir yapıt olarak tragedya, izleyiciye kendi aklını kullanarak kendi yorumunu geliştirme özgürlüğünü tanıyordu. Tragedya, izleyiciye cevaplardan daha çok, yöneticilere, adalete ilişkin sorular sunduğu için, demokratik kişiliğin oluşması açısından özellikle önemliydi. 

Tragedyalarda, liderlerin her zaman ben haklıyım (Hubris) iddiası, (Sofokles: Antigone; Öripides: Bakanal), yabancıların varlığı ve hakları (Eskülüs: Müracaatçılar - İlticaya başvuran Mısırlı kadınlar), kadınların toplumdaki durumu (Öripides: Medea; Sofokles: Tereus; Öripides: Melanip) sorgulanıyordu. Örneğin Medea erkeklerin, kadınların bedenleri üzerindeki kontrolünü pekiştiren başlık sisteminden, evlerindeki tecrit edilmiş evli kadınların yalnızlığından, tek bir doğumun bile, bir savaşta üç kez ön safta yer almaktan çok daha tehlikeli olmasından yakınıyordu. Tereus’de Procne, “Ergenliğe erişince, bizi ailemizin evinden çıkarıp satarlar. Bundan sonra gerdek gecesi bizi kocamızın boyunduruğu altına alır, üstüne üstlük bizden her şeyin iyi olduğunu söylememiz beklenir” diyordu. 
 
Ve tiranlar 
Rönesans hareketi İngiltere’ye ulaşınca, ShakespeareMarloweJonson ile birlikte trajedinin yeniden canlandığını söyleyebiliriz. Bu kez trajedi, Kraliçe   Elizabeth  döneminde, baskıcı bir yönetim altına gelişmeye çalışıyordu. Babası, VIII. Henri  döneminde çıkarılan bir yasa, kralları tiranlıkla suçlayanlara, ölüm cezasına getirmişti. Elizabeth, “Kral halkının kabulüyle ve yasalara bağlı kalarak yönetiyorsa tiran değildir” anlayışına uymaya çalışıyordu. Yine de Kraliçe’yi, düzeni, doğrudan eleştirmek çok riskliydi. Jonson, tutuklandı, Thomas Kyd, işkence altında sorgulandı, Christopher Marlowe, devletin bir ajanı tarafından bıçaklanarak öldürüldü. 

ShakespeareIII. RichardMachbethKral LearHamletCoriolanusTempest gibi trajedilerinde, hep tiranları tanıtmasına, bunları iktidara getiren koşulları sorgulamasına, küstahlıklarını, acımasızlıklarını, hatta deliliklerini sergilemesine karşın, konularına hep başka yerlerde, uzak geçmişte kurgulayarak yaklaştığı, Elizabeth de, tiran konumuna düşmemeye dikkat ettiği için yazmaya devam edebildi. 

Stephen GreenblattTirants: Shakespeare on Power (2018) başlıklı çalışmasında, kimi yorumcuların aksine, bu tiranların mazur görülecek, bir yanları olmadığını, hepsinin, güç arsızı, sadistler, düpedüz caniler olduğunu söylüyor. 

Tarih boyunca, eleştiriden, çokseslilikten korkanlar ‘tiyatro’dan da korktular. 

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

‘Adnan Hoca’ya da ne istediyse verdiler! - TAYFUN ATAY

Efendim neymiş, Acun Ilıcalı da Adnan Hoca’nın eski bir müridi imiş! Bak sen şu işe!.. 
Yahu bunda ne var?!.. Herkes kimlerin eski müridi veya muhibbi, meftunu, mültefiti değil ki bu ülkede de siz şimdi Acun’u teşhir ediyorsunuz, vur abalıya misali… 

Bugün bu ülkede bir numaralı terörist oluşum addedilen yapının başındaki şahıstan daha düne kadar “Sayın Gülen“gönlümüzü, sevgimizi kazanmış hocaefendi” diye söz edip yaptıklarından dolayı kendisine müteşekkir olunmasından dem vuranlar hâlâ haşmet ve hışımla bakanlık koltuklarında oturmuyor mu?!.. 

Eh, bir zamanlar Acun da “Adnan hocaefendici” olmuş, ne çıkar bundan?.. 
Olmuştur ve şimdi o da “Beni bile aldattılar” der, olur biter!.. 
Nasıl birileri “1725 Aralık” sonrasında ortaya çıkıp böyle dediyse… 
Bu sözden öte, “Ne istediniz de vermedik” dediyse… Acun’un da vardır canım bir mazereti!.. 
Tabii şu son söz, Adnan Oktar için de ziyadesiyle geçerlidir. 
Ona da ne istediyse verdiler. 
Çünkü ihtiyaçları vardı. 
 
‘Sosyete’yi hidayete erdiriyordu!
“Adnan Hoca” lâkaplı, Harun Yahya müstearlı Adnan Oktar, 1980’lerden itibaren bu ülke topraklarında kımıl kımıl beliren türlü çeşit İslami oluşum arasında nev’i şahsına münhasır bir pratikle ayrıksılaştı. O, hedefine laik-modern kesimlerin en sansasyonel ve spektaküler, yani göze çarpan dilimlerini koymuştu: Monden sosyete; moda pazarı; magazin-şov dünyası… O, buralardan “İslam dairesi”ne kazanımlar sağlama işine, işlevine soyundu. 


Bunu yaparken Türkiye’de İslami cemaatlerin genelde “geleneksel”, kırsal/pastoral kültürel örüntüsüne hayli uzak bir pozisyon alıp tam da “İstanbul sosyetesi”ne hitap edecek mahiyette bir maneviyatçılığı “Batılı-modern” bir üslupla “piyasaya sundu”
Özellikle de ABD-merkezli Hıristiyan fundamentalist evanjelistlerle irtibatlı ilginç bir söylem ve eylem stratejisi eşliğinde… 
 
Darwin’in âhı 
Harun Yahya takma adıyla kaleme aldığı mebzul miktarda kitapta (ayrıca kaset, video, VCD, DVD ile) Oktar, aslında İslam söz konusu olduğunda hiç de büyük bir mesele olmayan “Evrim” tartışmasını o evanjelistlerin yaklaşık 150 yıldır ABD’de sürdürdükleri “Evrimcilik-Yaratılışçılık” kavgasının terminolojisi üzerinden bu topraklara taşımıştır. (Elbette, arkeolojik buluntularla Kur’an anlatılarını ilişkilendirmek gibi bazı minör “yerlileştirme”lere giderek.) 

Bu doğrultuda, biyoloji biliminin “olmazsa olmaz”ı olan evrimsel yaklaşımın karşısına “bilimsi”lik taslayan yaratılışçılık iddiaları (“Akıllı-Dizayn kuramı”“Ani-Belirme kuramı”) ile çıkarak kendine alan açtı. Öyle ki evrim düşmanlığını kurumsallaştırdığı  “Bilim Araştırma Vakfı” adlı oluşumun, ABD’deki “Yaratılışı Araştırma Enstitüsü”nün Türkiye temsilciliği olduğu izlenimi bile dillendirilmiştir.

İşte yıllarca bu ülkede Darwin’e, evrim düşüncesine, evrimsel biyolojiye reddiye dolu yayınlar ciddiye alınıp dindar-muhafazakâr kamuoyunda parlatılmış, okullarda okutulmuş, kütüphanelerde raflara doldurulmuş bu “taşeron yaratılışçılık müessesi”, şimdi kara para aklamadan cinsel içerikli şantaj kasetlerine açılan yelpazede bir dizi suç iddiası ile karşımızda... 
 
Refah ve AKP’ye çalıştı 
Tabii asıl çarpıcı (ama aynı zamanda anlaşılır olan), Oktar’ın yükselişinin 1990’ların ilk yarısına denk gelmesi... Hem Türkiye’de bilim ve üniversite camiasının karşısına evrim-karşıtı yaratılışçı iddialarla çıkıp kamuoyu oluşturarak seküler bilim ve düşünce anlayışını yıprattı; hem de İslam kisveli söylemindeki “modern/ist tını” ile Refah Partisi öncülüğünde yükselen siyasal İslam’a “seküler sosyete”deki alerjiyi gidermeye dönük işler yaptı o... 

Bariz bir örnek, 1993’te Refah Partisi’nin başlattığı ve o dönem Parti’nin İstanbul İl Başkanı Tayyip Erdoğan’ın başını çektiği “vitrin transferleri” atağı çerçevesinde “Adnan Hocacı” eski manken Gülay Pınarbaşı’nın RP’ye katılmasıdır (akt. Ruşen Çakır, “Recep Tayyip Erdoğan-Bir Dönüşüm Öyküsü”, Metis, 2001, s. 229). 

Demek ki şimdiki iktidarın “cemâziyelevvel”inden başlayarak “Adnan Hoca”, katkısını esirgememiş. O yüzden de 1990’lar sonu ve 2000’ler başındaki suiistimal, istismar, yolsuzluk soruşturmaları, kovuşturmalarından “yırtan” oluşumun en şaşaalı dönemi, AKP’nin devri iktidarında karşımıza çıkar. 
 
Artık ‘zevâid’den ibaret 
Peki, şimdi olan ne? 
Çok basit: Kullanım süresi doldu. 
Artık “yeni Türkiye”de o da, diğer bütün tarikat-cemaat çevreleri de “zevâid”den ibaret. Yani bir fazlalıklar… 
Artık, “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek millet” ve dahi tek adam ve tek tarikat var: “Tayyibîlik”
“Tayyibîliğin” kabule mazhar olduğu, hükmünü icra ettiği yerde ne “Adnanîlik” kalacaktır, ne de başka bir şey. 
İslami oluşumların hizaya çekilme vaktidir. 

Hizaya giremeyecek mahiyette, fantastik, marjinal, sıra dışı, eski deyişle ama modern çehre ile “ibâhiyyûn”dan olanlar için ise hizaya çekilmekten öte hazan mevsimidir; Oktar çevresi gibi… 

Artık modern, monden, sosyetik muhitlerden devşirilecek kimseye de ihtiyaç yok!.. 

Olan budur.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

15 Temmuz 2018 Pazar

Damadın dilemması* - FATİH YAŞLI

Türkiye gibi kapitalizme entegre ve süreklileşmiş bir şekilde dış açık veren ülkeler için bu açığı kapatmanın ve ekonomiyi yönetebilmenin tek yolu ülkeye sürekli döviz girişinden geçer. Eğer bu giriş reel sektöre, üretime, doğrudan yatırıma yönelmiyorsa, buralara yeterince yatırım yapılmıyorsa, ülke uluslararası mali sermayeye, yani sıcak paraya muhtaç demektir. Mali sermaye borsaya, devlet tahviline, hazine bonosuna yatırım yapar, kazancını spekülasyon üzerinden elde eder, bu nedenle sıcak paradan “spekülatif sermaye akımları” diye de söz edilir.

Bütün sermaye biçimleri için olduğu gibi mali sermaye için de en önemli şey kârlılıktır, yani reel kazanç elde etmeye devam edebilmektir. Tam da bu nedenle sıcak paraya bağımlı ülkeler, faizleri enflasyonun belli bir seviye üzerinde tutmalıdırlar ki, mali sermayenin kazandığı para enflasyondan arındırıldığı zaman ilk yatırdığı paradan reel olarak daha fazla olabilsin ve böylece ülkeye gelmeye devam etsin. Demek ki gayet basit bir mantık yürütmeyle söyleyecek olursak -her ne kadar “en yetkili ağız” enflasyonla faizin yerini değiştirerek yeni bir formül icat etmiş olsa da- enflasyon ne kadar düşük olursa faiz de o kadar düşük olacaktır.

Türkiye gibi hem dövize hem de ithalata bağımlı ülkeler ise enflasyonu öyle kolay kolay düşüremezler, çünkü ihracat yapmak için bile ihraç ettikleri ürünün girdilerini yurtdışından almak zorundadırlar ve bu girdilerin fiyatları düzenli olarak artmaktadır. Dolayısıyla ihracata dayalı bir ekonomik modele sahip olsanız da, ihracat yapmak için girdi ithaline bağımlılığınız devam ettiği sürece enflasyonu kolay kolay düşürmeniz mümkün olmayacaktır.

Türkiye’de son on altı yıldır üretim ekonomisi adına doğru dürüst tek bir adım atılmadığı için, Türkiye’nin planlamaya dayalı bir sanayileşme ve kalkınma modeli olmadığı için, Türkiye ihraç ettiği ürünlerin girdilerini yurtdışından almaya devam ettiği için, enflasyon bir yere kadar düşürülebilmiş, o noktadan sonra ise düzenli olarak artmaya devam etmiştir ki, bu da faizlerin artması demektir. Çünkü enflasyondaki artışla faiz artışı arasında doğrudan bir bağlantı vardır, ilki artınca, kaçınılmaz olarak ikinci de artacaktır.

İkide bir faizleri düşürmekten söz etse de ve hatta zaman zaman Merkez Bankası’nı ihanetle suçlasa da, “en yetkili ağız”ın bankanın yaptığı faiz artışlarına müdahale edememesi tam da bu nedenledir. Enflasyon artışı durdurulamadığı için, sıcak para bağımlısı ekonomiye döviz girişinin devam etmesinin tek yolu faizleri artırmaktan geçmektedir; çünkü faizler artmazsa ülkeye sıcak para gelmeyecek, bu da dış açıktaki artışın sürdürülebilir olmaktan çıkması anlamına gelecektir. Böyle bir durumda ise döviz kurlarında artış olacak, bu da beraberinde enflasyonun artışını getirecektir. Tüm bunların neticesinde ise artırılmak istenmeyen faiz kaçınılmaz olarak yine artırılacaktır.

İşte yeni rejimin hazine ve maliyeyi birleştirerek ihdas ettiği Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın başına geçirilerek ekonomi yönetiminin –en azından kâğıt üzerinde- teslim edildiği damadın dilemması, yani ikilemi tam olarak burada başlamaktadır. Damat istediği kadar uluslararası mali sermayeye göz kırpmak için “Önceliğimiz enflasyonla mücadele” desin, uluslararası mali sermaye son sözü kayınpederin söyleyeceğini ve onun “Önce faizler düşmeli” dediğini bilmektedir.

Bir tarafta, “Önce enflasyonla mücadele” diyen ve faiz artışı, faizin artması için de özerk merkez bankası isteyen, aksi takdirde ülkeye girmeyecek olan uluslararası mali sermaye, öte tarafta ise faizlerin bu şekilde artması halinde çökecek inşaata dayalı “saray kapitalizmi” vardır.

Faiz artmazsa, sadece bu sene yaklaşık 250 milyar dolarlık borç çevirmek zorunda olan bir ekonomi kaçınılmaz olarak batacaktır ama faizler artmaya devam ederse de inşaata dayalı ekonomik büyüme modeli çökecek, kamu harcamaları ve yatırımları azalacak, işsizlik daha da yükselecek ve yoksulluk bu boyuttayken sosyal yardımlar için gereken kaynağın giderek bulunamaz olduğu bir tablo ortaya çıkacaktır.

Yani ister uluslararası mali sermayenin istediği şekilde faizler artırılsın ve buna bir de kemer sıkma programı eklensin, ister enflasyonun büyük ölçülerde artışının göze alınacağı mevcut modelle devam edilsin, netice kaçınılmaz bir şekilde geniş halk yığınlarının, işçilerin, memurların, köylülerin daha da yoksullaşması olacaktır. Bu ise rejimin alt sınıflarla kurduğu ilişkilerde çok ciddi tahribatların, birtakım kırılmaların ve kopuşların yaşanması ihtimalini artırmaktadır.

İktidarın yarattığı yapay çelişkilerin yerini esas çelişkinin yani emek-sermaye çelişkisinin alma ihtimali ne kadar yükselirse, emekçilerin, işçilerin, alt sınıfların politikleşme ve siyaset sahnesine çıkma ihtimali de o kadar güçlenecektir.

Sol hazırlıklarını bu ihtimale göre yapmalıdır. Solun güçlenmesinin yolu emekçilerin politikleşmesinden, emekçilerin siyaset sahnesine damga vurabilmesinin yolu ise güçlü ve örgütlü bir sol siyasetten geçmektedir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

dilemma* (ikilem)

Yeni rejim - ORHAN GÖKDEMİR

Asgari ücret komisyonundan devlet tiyatrolarına, devlet adına ne varsa saraya bağladılar. Kendilerine sorarsanız yeni rejim kuruyorlar. Nedir esası bu rejimin? Yasama, yürütme, yargı hepsi kaldırılacak. Ordudan MİT’e bütün güvenlik aygıtları tek adama bağlanacak. Devlette sadece ağa ve adamları olacak. Yeni rejim kurduğunu iddia edenler  “ağa ve adamları” ile 80 milyonluk bir ülkeyi yönetebileceğini sanıyor.

Nasıl kuruluyor peki bu rejim? Olağanüstü Hal’le, olağanüstü yargıyla, olağanüstü hukukla. Bırakın iktidarı eleştirmeyi, öğrencilerin mezuniyet törenlerinde mizah içerikli pankart taşıması tutuklanma sebebi. Hatta o pankartı basan matbaacıyı bile derdest ettiler. Başka bir örnek; Alişan Taburoğlu'na parasız ve bilimsel eğitim istediği için 21 yıl hapis cezası verdiler. Taburoğlu Burhaniye Cezaevi’nde çile dolduruyor. Soma davasının sonucunu bir yana bırakalım, daha dün Çorlu’da 24’ümüzü daha aramızdan uğurladık sessizce. Koşup makinistleri yakaladılar suçlu diye. Ölen öldü, yağma düzeni, kar hırsı dimdik ayakta. Sanki hiçbir şey olmamış gibi sürüyor hayat.

Barış bildirisine imza atan akademisyenleri "Kanlarında duş alacağız" diyerek tehdit eden Sedat Peker, 'suçun unsurları oluşmadığı' gerekçesi ile beraat etti o sırada. Kastamonu’da tecavüzden hüküm giyen bir sapık ise, cezasında indirim uygulanmayınca kararı protesto etti. Tecavüzcü vatandaş “Takım elbiseyi de giydik ama yine ceza aldık” dedi ve ceketini çıkarıp yere fırlattı. 
Yeni rejimdir.
                                                                  ***

Yeni rejim kuruyorlar evet, mecburlar buna. Ama bu arada düzenlerine meşruiyet sağlayan ne varsa yerle bir ettiler. Meclis ölü bir kabuktan ibaret, “parlamenter demokrasi” sizlere ömür. Burjuva hukuku denilen şeyin halini görüyorsunuz, katiller dışarıda pankart taşıyanlar içeride. Basın, çoktan beri iktidar bülteni. Kapitalistler doğrudan iktidarda; hastane sahibi sağlık bakanı, özel okul sahibi milli eğitim bakanı, tur şirketi sahibi kültür ve turizm bakanı oldu, devleti bizzat yönetiyorlar. Başlarındaki tek adam OHAL’i işçiler grev yapmasın diye ilan ettiklerini açıkça söylüyor zaten. Yani? Yeni rejim dedikleri eski rejimin zıvanadan çıkmış hali. Eskisi neydi ki yenisi ne olsun? Bildiğiniz patron düzeni işte.

Ama eskisini deşifre etmek zordu, meclis gibi, demokrasi gibi, basın gibi, hukuk gibi bir sürü örtüsü vardı. Yenisi bütün bu örtüleri kaldırıp attı. İşte patronlar düzeni anadan üryan karşınızda. Dikkatlice bakın, iyi ve yüce hiçbir yanının olmadığını fark edeceksiniz.
Yıkıldı rejimin eskisi, devlet düzlendi. Elde var ağa ve adamları. The Guardian gazetesi önceki gün Türkiye’ye karşı kaçak Fethullahçı bir patron tarafından açılan birkaç milyar dolarlık “mülkiyeti ihlal davası” haberini verirken davalı için “Recep Tayyip Erdoğan’s regime” tabirini kullanıyordu. “Esat rejimi diye yola çıktılar, Erdoğan rejimine dönüşerek yolu tamamladılar. 
Yeni rejimdir.
                                                                 ***

Sadeleştirelim. Düzen, yasama ve yargı yükünü kaldırıp atarak yürütmesini sadeleştirdi. Bir tür saf yürütme düzenine dönüştü. Ama CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na inanılacak olursa yeni dönemde Meclis’i aktif şekilde çalıştıracaklar. CHP grubu “ciddi ve bilgiye dayalı bir muhalefet” gösterecek. Partinin Grup Başkanvekili Özgür Özel bunun bir örneğini hemen verdi zaten. Erdoğan'ın TBMM Genel Kurulunda yapacağı yemin törenine katılacaklar, ancak salonda ayağa kalkmayacaklardı. Kendi sözleri; "Yetkileri elinden alınıp saraya devredilen, OHAL ile yasama yetkisi Cumhurbaşkanlığı başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından kullanılan, zor durumda bir Meclis” var artık. Baştan ayağa muhalefet olsan cürmün kadar yer yakabilirsin demek bu.
Partinin en pragmatik vekili, kıymeti kendinden menkul vekili İlhan Kesici, gerçekçi bir yaklaşımla durumu tatlıya bağladı. Şöyle dedi; “Cumhuriyetimizin 3. Dönemi 09.07.2018 tarihi itibariyle Sayın Devlet Başkanı-Cumhurbaşkanımızın TBMM’de yemin etmesiyle başlamış bulunmaktadır. Allah vatanımız, devletimiz, milletimiz ve halkımız için hayırlı uğurlu etsin. Devletimiz ve Cumhuriyetimiz ilelebet payidar olsun.”

Parlamenter demokrasi kalktıysa eğer, yeni rejimde parlamentere ihtiyaç kalmaz. Varsa eğer, o artık parlamenter değildir. Mesela bakanlar artık Meclisin değil ağanın adamlarıdır. Bu durumda Meclis dediğimiz şey, ihtiyaç duyulmayan bir örtüden ibarettir. Kaldırılıp atılmıştır veya düşmüştür. Örtü düşünce kel de meydana çıkmıştır. Mecliste olanların yapabilecekleri tek şey kalmıştır, otururlar ve kalkarlar. 
Yeni rejimdir.

                                                                ***

Seçim stratejisini “Her CHP’li aile bir oyu HDP’ye vermezse HDP Meclise giremez, bu durumda AKP mutlak çoğunluğu sağlar ve hepinizi ham yapar” hesabı üzerine kuran HDP seçilmiş bir vekilinin tutuklu bulunduğu davada tahliye edilmemesi üzerine açıklama yaptı. “Milletvekilimiz Leyla Güven’in bugünkü duruşmasında mahkeme adeta kendisini inkâr ederek hukuksuz bir şekilde tutukluluğun devamına karar verdi. Artık hukukun üstünlüğü değil, bağımlı yargının olduğu üstünlerin hukuku geçerlidir. Buna son vermek için mücadelemizi sürdüreceğiz” dedi.

Hâlbuki pek çok eski vekilleri, belediye başkanları içeride. Misal, Diyarbakır Belediye Başkanı Gültan Kışanak’ı götürüp bir hücreye tıktılar. Kayyım atadılar yerine. Düzenin kayyımı ile HDP’nin meclis üyeleri barış içinde bir arada yaşayıp gidiyor. Seçilen yeni vekiller ise geçen gün yeni Meclis Başkanı Binali Yıldırım ile gülücükler atarak poz verdi. Evet, üstünlerin hukuku geçerli ama bu Leyla Güven’in salıverilmemesi ile ortaya çıkmış bir şey değil. Böyle olmasının sebeplerinden biri 2010 12 Eylülünde yapılan referandumu Öcalan’ın emriyle boykot etmeleri. Bize inanmayan Selahattin Demirtaş’ın yargılandığı davanın son duruşmasında söylediklerine baksın.
HDP barajı aştı ama AKP buna rağmen ham yaptı hepimizi. 
Yeni rejimdir.

                                                                ***

Eski düzenin son icadı İYİ Parti ise bütün bunlar olurken şöyle bir açıklama yaptı sosyal medya hesabı üzerinden. “Hindistan Yüksek Mahkemesinin Tac Mahal'de Cuma Namazı kılmayı yasaklayan çağ dışı kararını kınıyoruz. Farklı inançlara sahip insanların bir arada huzurla yaşayabileceğini anlamaları için Türk tarihini incelemelerini öneriyoruz.” Hayır, bununla ilgili bir yorumum yok. Bu düzen, bu iktidar, bu muhalefet gerçeklikten bütünüyle kopmuştur. 

Yıktılar eskisine dair ne varsa. Saf bir yürütme düzeni kuruyorlar yerine. Elde kaldı ağa ve adamları. Öyle bir hal ki her şey gerçeküstüdür.

Bu gerçeküstü tabloda gerçek olan tek şey ise arsız bir sınıf diktatoryasıdır. 
Yeni rejimdir.

Orhan Gökdemir / SOL

Sona doğru yaklaşırken - ERHAN NALÇACI

Türkiye’yi sarmalayan ve birbiriyle ilişkili uluslararası iki süreç bir dönemin sonuna işaret ediyor. AKP’nin bir ülkede elde edilebilecek en büyük gücü elde ettiği kesit aynı zamanda karşıtını, mutlak bir güçsüzleşmenin dinamiklerini içeriyor.

Tanımlanan dönemi nereden başlatalım? 

İsterseniz 1980 24 Ocak kararlarından, ister 2001 Derviş yasalarından, ister 2002’de başlayan AKP iktidarından…

Dönemin tanımı; Ekim Devrimi sonrası sosyalizmli bir dünyanın dengeleri içinde gelişen bir Cumhuriyet’in özelliklerini tasfiye etmek ve emperyalist sistemle bütünleşmek olarak yapılabilir.

Bu dönem amaçlandığı gibi, tam boy bir piyasa egemenliği, emek güçlerinin çözülmesi ve dinci bir mutlakıyetle sonuçlandı.
Emperyalist sistemle bütünleşildi mi? Evet, bütünleşildi. Türkiye’ye yabancı sermaye aktı, Türkiye’den de yurtdışına.
Ancak başından beri devletin kontrol edemediği sürecin bir sorunu vardı: cari açık
Bir aile düşünün, gelirleriyle harcaması örtüşmesin, bunu borçla ve sürekli dolaşan bir parayla kapatsın. Aslında çoktan iflas ettiği halde, para ve borçlar döndüğü sürece bu aile sahte bir refah dönemi yaşayacaktır.

AKP döneminde toplumun en azından bir kesimi için tam da böyle oldu; bu sahte ve geçici refah belki dinin istismar edilmesinden daha etkili bir düzen tutkalı haline geldi.
Şimdi ise yolun sonuna gelinmiş gözüküyor, özellikle özel şirketlerin bir devletin bile boyunu aşan dış borcu ve dünyadaki iktisadi parametrelerin değişmesi, borcun döndürülemez bir noktaya taşınmasına neden oldu.

Hatta öyle ki Türkiye’de olası bir iktisadi çöküşün emperyalist sistemin tümünde mali sistemden başlayan bir çöküşü tetikleyebileceği söyleniyor. Türkiye’nin 450 milyar dolar civarındaki dış borcu sırasıyla en fazla İngiltere, ABD, Almanya ve Hollanda bankalarından alınmış.  Normal koşullarda bu ülkelerin mali sistemleri Türkiye borcunu ödeyemez hale gelirse çökmezler, aksine iktisadi ve siyasi olarak kazançlı çıkmak için büyük bir fatura çıkartırlar. Ancak faizlerin yükselmesi, sıcak paranın azalması, petrol fiyatlarında artma eğilimi ve ticaret savaşının olası kötü etkileri ile birleştirilirse Türkiye’nin iktisadi çöküşünün bir dünya krizini tetikleme olasılığı var.
Diğer uluslararası dinamik ise geçtiğimiz günlerde Brüksel’de yapılan NATO zirvesinde gözüktü.

Türkiye; Özal, Çiller, Derviş ve Erdoğan zincirinde emperyalist sistemle bütünleşmeye çalışırken işler yolundaydı, çünkü iç çelişkilerine rağmen hiyerarşi içinde tek bir emperyalist dünya vardı. Ancak emperyalist sistem 2000’li yıllarda ikiye yarıldı ve iki kamplı emperyalist rekabet son 10 yıl içinde her şeyi belirler hale geldi.

Türkiye’de sermaye sınıfı 2011’den sonra bu yarılmadan yararlanmaya çalıştı. Bir tarafta mali, iktisadi, askeri ilişkiler, ittifaklar, diğer yanda bağımlı olunan doğalgaz ve petrol, Türkiye’den yapılan sermaye ihracatında zengin olanaklar. Türkiye sonuçta bir Portekiz değil, her iki tarafla da fiziki olarak komşu.
Ve bu denge politikasında da sona gelindi.

NATO zirvesi, dışardan bakıldığında, liderlerin eşleriyle katılması, bütün liderlerin birbirine sarılması, birbirlerinin sırtlarını sıvazlamaları ile bir lise döneminin 40. yıl yemeğini andırabilir.


Ama öyle değil, dünyanın gördüğü belki en büyük halk düşmanı toplantı gerçekleştirildi. Resmen birkaç sene sonra düğmesine basılacak bir savaşın hazırlık toplantısını yaptılar.
Kararlara bir kez bakın:
Rusya sınırına son yıllarda yapılan büyük askeri yığınağa dört “30’lar”ı eklediler. Yani 2020’ye kadar, 30 gün içine savaşa hazır olacak, 30 savaş uçağı birliği, 30 zırhlı tugay ve 30 savaş gemisinden oluşan “Yüksek Teyakkuz Girişimi”.
ABD gücü azalmış ama böylece kullanılabilirliği yükseltilmiş taktik nükleer silahları Avrupa’ya yerleştirecek.

Her NATO üyesi devlet askeri harcamalarını GSYİH’sının %2’sine çekecek ki bu askeri harcamaların neredeyse %100 artması anlamına geliyor.

Şimdi Türkiye’ye S-400 gelse ne olacak!? Bu borç yüküyle ve burnu sürtüldüğünde emperyalist paylaşım savaşına NATO envanterinde katılmak zorunda. En ön cephede…
 Rusya ve Çin’in bu kadar büyük bir ekonomiyi krizden çekip çıkarması çok zor gözüküyor.

Zaten Türkiye NATO’nun “Mızrak başı” olarak tanımlanan “Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Gücü’nün (VJTF)” komutanlığını 2021 yılında üstleniyor. Tam kıyamete beş kala.

Aslında bakarsanız, çöken Türkiye değil, emperyalist sistemin kendisi.
Ve her şey kendi karşıtıyla birlikte hareket eder.

Süreci iyi kavrayıp yaşam tarzını ona göre değiştirmek bugün bütün yurtseverlerin, aydınların, emekçilerin, gençlerin görevi olarak yükseliyor.

Erhan Nalçacı / SOL