Bir krizin anatomisi: İş dünyası, uluslararası finans ve Ayşe Teyze… - SELİN SAYEK BÖKE

Cuma günü, toplantı Dolmabahçe’de. İş dünyası ile. Perşembe günü, toplantı telekonferansla. Yabancı yatırımcılarla… “Modelin’’ yeni olmadığını anlamanın bir yolu da bu. Model, öncelikli olarak büyük sermayeyi memnun etmeyi, yabancı yatırımcıyı ikna etmeyi gerektiriyor. Meselenin özü bu.

Bilerek, isteyerek, adım adım kurdukları düzen bunu gerektiriyor zira. Bir yandan da toplumun, meselenin Ayşe Teyze’nin meselesi olmadığına da ikna edilmesi gerekiyor. ‘’Eee, onu da birileri yapar canım’’ diye düşünüyor olmalılar! Ne de olsa kendi siyasi cenahlarından olmadığı izlenimi verilebilecek şarkıcılara yandaş mecralarda ‘’esasında bir sorunumuz yok’’ dedirtmişler 24 Haziran seçimlerinden bu yana. Yine dedirtirler.

Ekonomide yaşanan krize karşı, cambaza bak, diyecek birileri nasıl olsa çıkar rahatlığıyla hareket ediyor iktidar. Birisi çıkar “aynı gemideyiz, susun” der, nasıl olsa. Birisi sosyal medyada TL’nin döviz karşısında sadece yılbaşından bu yana neredeyse 3 TL, yani yüzde 80 değer kaybettiğini yazarsa ‘’hukuki’’ işleme giden yolun taşlarını döşer. Birisi “şimdi milli birlik beraberlik zamanı, kenetlenmeliyiz, bu sorunun kaynağı olduğunu bildiğimiz iktidarın yanına hizalanmalıyız” diye demeçler verir. Denilmeyeni de tek adam der zaten… Savaş, siyasal İslam sosu ekleyiverir üzerine.

İş dünyasıyla toplantı birinci Londra çıkarması kadar etkiliydi düşünülürse. Birinci Londra çıkarması mayısta gerçekleşmiş; Cumhurbaşkanı tüm dünyaya, fiilen yürürlükte olan Başkanlık rejimi 24 Haziran seçimleriyle resmileştiği takdirde para politikasının doğrudan kendi şahsına bağlanacağını duyurmuştu. Ekonominin kurumlarla değil şahsileşmiş karar mekanizmalarıyla, kurallarla değil keyfilikle, hukukla değil dayatmayla yönetileceğinin ilanıyla onlarca kuruş kaybetti TL.

Bir de 10 Ağustos Dolmabahçe toplantısı var. Kurumsal çöküş, hukuksuzluk ve keyfiliğin üzerine, lakaytlığın da eklendiği o meşum toplantı. Kimini terleten, kiminin saçını rüzgârda uçuran bir hava, adeta toplantının içinde bulunduğu belirsiz ortamı da tarif eder gibiydi o gün. İşin ciddiyetini anlamamış, yaşanan krizin ağırlığını küçümseyen, kurduğu düzenden duyduğu memnuniyet gözünü toplumun yüzde 99’unun yaşadığı ve yaşaması muhtemel ağır koşullara kör etmiş, uyarılara kulağı sağırlaşmış bir lakaytlık bu.

Sonucu da 9 Ağustos’ta 5.55 TL olan dolar kurunun 10 Ağustos’taki Dolmabahçe buluşması sonrası 6.43 TL seviyesine çıkışı. Yaklaşık 90 kuruşluk, yüzde 16’lık bir değer kaybından bahsediyoruz. Bir tek gün içerisinde üstelik! Yaşadığımızın ismini koyalım. Kriz. Devalüasyon. Bu rakamlarla tercüme ediliyor hayatımıza.

Dolmabahçe iş dünyası toplantısının yansıttığı sadece lakaytlık ve aymazlık değildi, daha önemlisi ‘’kararlılık’’, ‘’değişim hedefi’’, ‘’katılımcılık” balonunun patlamasıydı. Nasıl patladığı da çok açık. Rejim değişti. Katılımcılıktan kastın tek kişinin katılımı olduğu herkes tarafından anlaşılmış durumda. Hedeflenen bir değişim olmadığı da açık. İşte kriz yüzde 99’u yutarken, toplantılar da uygulamalar da rantçı yandaş sermayeyi koruyup kollama, finans kapitalle helalleşme üzerine…

Bu rejim dış borca dayalı. Bu rejim rantçı sermayeyle el ele vermiş bir siyasetin sınıfsal tercihiyle şekillendirildi. Bu rejim yüzde 1 zenginleşsin diye yıllardır yüzde 99’u ekonomik ve sosyal olarak yok saydı. Şimdi müjdelenen de rejimin aynen böyle devam edeceği.

Maliyeti kime derseniz… Geçmediği köprülere zamlarla ve vergilerle ortaklaştırılan Ayşe Teyze’ye… Pazarda filesi pahalanan Fatma Teyze’ye… Tarlasını sürerken artan gübre fiyatlarından kalbi sıkışan Süleyman Amca’ya… Küçük sanayide üretimini ayakta tutmak için, zamlanmış çeliği satın almak zorunda Mehmet Amca’ya…

O zaman biz buradan bir kez daha yazalım. Bu krizin sorumlusu iktidardır. Krizin sebebi bu iktidarın bilerek, isteyerek, sınıfsal bir tercihle kurduğu ekonomik ve sosyal düzendir. Dış borçla kendini idame ettirmek iktidarın siyasi tercihidir. Bilerek, isteyerek Türkiye ekonomisini dışarıya göbekten bağlayan bir ekonomik model kurdu bu rejim. İthal girdiye bağlı, dışarıdan borçlanmaya bağlı bir üretim yapısını, aldığı siyasi kararlarla itinayla inşa etti. Yani Türkiye ekonomisini dış dünyanın iki dudağı arasına sıkıştıran bu iktidar oldu.
Aldığı borcu, üretim kapasitesine değil yandaş zenginleştirecek rantçı ve talancı beton yığınlarına gömmeyi seçti. Bunu yaparken çalışan ve hakkıyla üreten bütün güçleri yok saymayı seçti. Bilerek ve isteyerek. Ve tüm bu yaşadıklarımız baskıyla, korkuyla ve kutuplaşmayla toplumsal barışı dinamitleyen ve kurduğu düzenin yasal yapısını da rejim değişikliği ile tek adamlığa hapseden modelin sonucu. Yani sorumlusu, bu düzeni bilerek ve isteyerek kurmuş olan bu iktidar.

O zaman çarenin ilk adımı, çözümü kalıcı kılacak olan şey her şeyden önce bu iktidarın istifasıdır. Yeni bir siyasetin oluşması, ekonomik krizin çözümü için bir zorunluluk. En az para politikası kadar, en az finansal istikrar adımları kadar, en az maliye politikasının niteliği kadar önem taşıyor. Çünkü tüm bu politikaların tercihini şekillendirecek olan siyasetin ortaya koyacağı tercih. Sorunu kendi elleriyle yaratan bu iktidar, bırakın çözüm üretmeyi, doğası gereği üretilen çözümün bir parçası bile olamaz.

Bu iktidarın tercihi çok açık. Acı reçeteyi dayatmaya hazırlanıyor. Halka dolar yaktıracak, yastığının altına ve cebine el uzatacak ama Saraylarda iş dünyasıyla, sanal alemde de finans kapitalle buluşacak.

Bizim tercihimiz de açık. Bir kaynak ihtiyacı varsa milyonlarca emekçinin, KOBİ’nin, esnafın bütçesine el uzatan vergilerle zamlarla değil, rant vergisiyle toplanacak o kaynak! Merkez Bankası başkanının müjdelediği gibi yüzde 20’leri aşacağı kesinleşmiş enflasyon karşısında yüzde 5’lik gerçekdışı enflasyon hedefiyle fakirleştirilmeyecek halk. O kaynak döviz ve Hazine garantili mega projelerle beslenen rantçı sermayenin bütçesinden çıkmalı. Vakit kaybedilmeden dolar endeksli bu garantileri, geçiş ücretlerini TL’ye çevirmeli. Acilen garantilerden vazgeçilmeli, rant–iktidar işbirliği projeleri terk edilmeli. Çünkü o dolar endeksli köprüden geçen kamyoncu Ahmet Amca ödüyor maliyetini. Çünkü o köprüden geçmediği halde Hazine garantilerinin bütçeye getirdiği ve getireceği yükü karşılamak için ısınmasına, elektriğine, ekmeğine zam gelen ve vergi artışlarıyla burun buruna kalan Ayşe Teyze yükleniyor maliyetini.

Hani o dolara ne ihtiyacı var ki denen, yastığının altına el uzatılan ve on yıllardır bu düzende inancı ve kimliği nedeniyle istismar edilen Ayşe Teyze…

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

‘Eşkiya’nın namusu Deniz’den soruldu! - TAYFUN ATAY

Oyuncu Deniz Çakır’ın Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz (EDHO) dizisinden yapımcı Raci Şaşmaz kararıyla çıkarılması, bir takım noktalar hâlâ aydınlığa çıkmamış ve kim ne yapmış belirsiz olmakla birlikte, ağırlık merkezinde “cinsiyetçilik” olan bir hadise ve oradan hareketle değerlendirilip sorgulamaya açılması gerekir. 
Olayın özeti çok tatsız ve hakikat nerede başlayıp nerede iddiaya, nerede de “iftira”ya dönüşüyor bunu belirlemek çok güç. Ama okurlarıma biraz bilgi aktarmadan konuyu tartışmaya açmam da olanaksız. 

Kurtlar Vadisi’ni “devlet-mafya” tematik eksenli bir kurgu olarak “reyting yumurtlayan tavuk” haline getirdikten sonra bir de “aile-mafya” tematik eksenli (“kadın-çekişmesi”ne de eklemli) bir ikinci reyting mucizesi yaratma hedefine kilitlenip bunda başarıya ulaşmış bir ticari aklın ürünü EDHO… 

Elbette bu akıl, ticari olduğu kadar eril, “ataerkil” bir akıl. 

Deniz Çakır, EDHO’da Oktay Kaynarca tarafından canlandırılan mafya babası Hızır Çakırbeyli’nin eşi Meryem olarak başrolde. Üç yıldır reytingin zirvesinde olan bir yapım söz konusu ve bunda Deniz’in payı büyük.
 
Yeni sezon için hazırlıklar yapılırken ve Deniz de Meryem rolü için kadroda yerini korurken birden bire onunla yolların ayrıldığını öğreniyoruz. O da sosyal medya paylaşımıyla bunu doğruluyor ve 3 yıldır bütünleştiği “Meryem”den ayrıldığını hüzünlüce ifade eden bildirimlerde bulunuyor. 


Son sözü de şu: “Ben duruşumdan taviz vermeden ve omurgalı bir birey olmanın erdemiyle yoluma devam edeceğim. Hep öyle yaptım. İyi insan olmak güzel. Yanlış olanın karşısında durmak da…”

***

Peki, neden oldu bütün bunlar? 
Önce Deniz Çakır’ın bir “kadın” olarak özel yaşamına dikkat etmediği, eski alkollü görüntüleri tekrar servis edilip “kovulma”ya gerekçe olarak sunuldu. Sonra daha aleni şekilde onun (yine bir “kadın” olarak) bir “yasak ilişki” içinde olduğundan ve dizideki kurgu karakteri ile “bağdaşmayan” bir gerçek hayat sürdüğünden dem vuruldu. 
Ardından yasak ilişkiye girilmiş isim, elbette bir iddia (ya da iftira) olarak telaffuz edilip hadise “magazinel” olarak iyice katmerlendirildi. Orada da bitmedi. Oyuncunun diziden çıkarılmasının, Türkiye film endüstrisinin büyük bir isminin isteği doğrultusunda gerçekleştiği söylendi. 

Bunlar at izinin iti izine karıştığı, insanın yüzünü buruşturmasına yol açan iddialar/söylentiler. 

Fakat ne, ne kadar doğru/yanlış, net olarak bilinmese de ortada her halükârda bir ataerkil/cinsiyetçi linç icrası var. 

Anlatılanları, söylenenleri, yazılanları ahlaken kodlayıp Deniz’e kızma, kınama, teessüf etme özgürlüğü birilerinde olabilir ve bu, onların kendi bileceği iş… Ancak kim ne düşünürse düşünsün ve ne olmuş olursa olsun, bu, bir “özel hayat”.
 
Gel gelelim bu “özel” ve “hakiki” hayat, ekrandan seyrimize sunulan ve “genel” kabul gören bir “kurgu hayat”ın hükmü altında “eril” bir cezai yaptırıma uğratılmakta.

***

Daha önce de olmadı mı, oldu. Yıl 2003. Çocuklar Duymasın dizisi ekranda kapı-baca yıkıyor ve dizinin anne karakteri Meltem’i canlandıran (hâlâ da aynı role devam eden) oyuncu Pınar Altuğ, yapımcı-senarist Birol Güven tarafından özel yaşamındaki ilişkilerini “tanzim etmediği” takdirde rolünü kaybedeceği tehdidiyle karşı karşıya bırakılıyor. 

Pınar’ın da kocası askerdeyken bir “yasak ilişki” içine girdiği ve dizi yayımlanırken bunun devam ettiği dedikoduları magazinel gündemi işgal etmişti. Dizideki “iffet sahibi” anne, Meltem, bunu nasıl yapardı?! 

O yüzden hayatı ve hayat ekonomisi “hayal endüstrisi”ne bağlı Pınar Altuğ, Meltem’e tâbiliğini netleştiren sözler sarf etti: “Bugüne kadar Meltem karakterine yakışmayacak hiçbir şey yapmadım.” 

O, böyle dedi, rolünü korudu ve “Meltem”, Pınar’ı yuttu! 

Deniz Çakır böyle demek yerine “duruşundan taviz vermemek”ten, “omurgalı olmak”tan bahsederek “Meryem” tarafından yutulmaktansa onu “kaybetmeyi” tercih etmiş görünüyor.

***

Sonuçta bu tür olaylarda okkanın altına giden hemen her zaman kadınlar olmakta. 
Tıpkı namus cinayetlerinde kurban nasıl hep kadınsa, bu tür “özel hayat” yahut “yasak ilişki cinayetleri”nde de kurban hep kadın… 

Çünkü kapitalizm, hâlâ her yerde ata-erkil… Ve bizim alaturka kapitalizmimizin en cafcaflı, janjanlı dilimi medya/eğlence sektörü de, onun bir alt dalı olan “hayal endüstrisi” de Allah’ına kadar eril ve maço. 

O yüzden Deniz’i “kestiler”, dizinin “namusunu kurtardılar”. Hadi bakalım!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Müteahhit kriterleri - ÇİĞDEM TOKER

24 Haziran sonrası, siyasi bir heyet olmaktan çıkan ve “kurulu” tamlamasıyla yan yana anılamayan bakanlar, yenilendi malum. Özellikle ilk kez bakan olan isimler, kendilerini ve kurumlarını anlatmaları gerektiğinde, hissedilir bir terminolojik sıkıntı yaşıyor. Ne kadar ağır bir tablo devralmış olurlarsa olsunlar, hedefe koyacakları, “enkaz devraldık” diyecekleri bir eski hükümet olmadığı için gördükleri aksaklıkları toplum önünde eleştiremiyorlar.

 Sanki karşılaştıkları tabloyu kendilerinin de siyaseten ortak oldukları hareket değil de “miki”ler yapmış gibi asıl meseleyi pas geçerek konuşuyorlar.

***

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın “yeni plan” sunumundan sonra, bu olguya dair ikinci örneğe Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un açıklamasında tanık olduk. 

Murat Kurum, adı sektörde “büyük memnuniyetle” karşılanan bakanlardan biri. Önceki görevi, bakanlığı ile ilgili Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı (GYO) Genel Müdürlüğü olan Kurum, diğer yeni bazı bakanların aksine bürokrasiden geliyor. 
Bakan Kurum’un Hürriyet’te Gülistan Alagöz imzalı haberinde okuduğumuz açıklamaları memleket meseleleriyle ilgisi olanları şaşırtmayacak gibi değil. 
“Her önüne gelenin müteahhit olamayacağı” ana fikrine dayalı habere göre, bundan böyle müteahhitlik firmalar, mali yeterliliği, tecrübesi ve iş bitirme yeterliğine göre sınıflandırılacakmış. Bakan Murat Kurum şöyle diyor: 
“Bir firma ruhsata başvurunca bakacağız, bu işin üstesinden gelir mi, gelemez mi? Ona göre süreci yöneteceğiz. Kentsel dönüşüm yasası olan 6306 sayılı yasa ya da 3194 sayılı imar kanunda gerekli düzenlemeler devreye girecek. Bunun altyapısını çalışıyoruz.” Böylece hem vatandaşın sorun yaşamasının önüne geçilecek, hem de Türk ekonomisi için önemli olan inşaat sektöründe sağlıklı büyümenin yolu açılacakmış.

***

Normalde itiraz edilemeyecek sözler. Makul, aklı başında ve vatandaş yararına. Ama 12 yıl önce, o dönem AKP’nin atadığı bir bürokrat olan TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar tarafından çok benzeri açıklanmış ve bunun notunu tutup haberini yazmış bir eski muhabir için sıkıntılı bir gülümseyişten başka etki yaratmıyor. Bayraktar, yine Hürriyet’te yayımlanan o açıklamasında, müteahhitlere karne verileceğini ve performans kriterleri içeren bir sistem kuracaklarını söylemişti. Yükümlülüklerini yerine getirmeyen firmaların sözleşmesinin de feshedileceğini eklemişti. 

Şimdi 12 yıl öncesini bir düşünün. Çevrenize bir göz atın. Pencereden dışarıya bakın, iş, mahalle, yürüme güzergâhınızdaki manzaraları gözünüzün önüne getirin. İş kazalarını, yaratıldığı söylenen asgari ücretli “istihdam” işçilerin anonim ölümlerini, sel baskınlarını, gökyüzünü karartan kuleleri, eciş bücüş kötü malzemeli yapıları, hayatınızın içine dökülen betonun yoğunluğundan nefes alamayışınızı düşünün. Sonra da yeni Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın “her önüne gelen müteahhit olamayacak”  cümlesinin hayatınızdaki anlamını. 

Öyle işte.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Okul kütüphanelerimizin durumu vahim - METİN CELAL

Kütüphanelerimizin durumunu yılda en az bir kez, Kütüphaneler Haftası vesilesiyle konuşuruz. TÜİK 2017 Kütüphane İstatistikleri’ni yayımlayarak ikinci bir vesile yarattı. Değerlendirme ve sayım yönteminden başlayarak çeşitli eleştiriler getirildi sosyal medyada. Kütüphanecilik dernekleri de ciddi eleştiriler yaptılar yayımladıkları bildirilerle. 

En temel soru; kütüphane deyince ne anlıyoruz? TÜİK’in kütüphane olarak kabul edip kayıtlara geçirdiği her mekânı kütüphane olarak nitelendirebilir miyiz? Okul Kütüphanecileri Derneği (OKD) Başkanı Aydın İleri yaptığı açıklamada,“TÜİK ve MEB dört duvar arasında gördüğü kitabımsı kâğıt topluluklarını kütüphane olarak değerlendiriyor ve bunu topluma bilimsel istatistik verisi olarak sunuyor” diyor. Kütüphane “kitapların evi”“kitapların saklandığı yer” anlamına gelse de günümüzde kütüphanelerin “her türlü kayıtlı bilgi kaynağını bilgi gereksinimi olan kullanıcıya etkin biçimde sunulduğu yer” olduğunu biliyoruz.

Örneğin övülecek bir çabadır ama Çankaya Belediyesi temizlik işçilerinin çöpten topladıkları kitaplarla kurdukları yer kütüphane değil, ancak kitaplıktır. Okulların, özellikle dershanelerin bünyesindekilerin çoğunun da kitaplık olduğunu öngörebiliriz.
TÜİK’e göre resmi okul, özel okul ve özel kurs kütüphanelerini kapsayan örgün ve yaygın eğitim kütüphanelerinin sayısı 26.415. TÜİK bu rakamla 2016’ya göre yüzde 3.2 azalma tespit ediyor. 2016-17 verilerine göre Türkiye’de resmi ve özel 62 bin 250 okul bulunuyor. Yani okulların yüzde 42.4’ünde kütüphane var. 3 bin civarında oldukları söyleniyor ama bir veri olmadığı için özel kurs sayısını, hangilerinde kütüphane olduğunu bilemiyoruz. TÜİK verdiği rakama özel kurslardaki kütüphanelerin de dahil olduğunu söylüyor ki o zaman okullardaki kütüphane sayısı daha da düşecektir. Aydın İleri, “MEB’in resmi okullarında kütüphaneci kadrosu ile çalışan personeli yok” diyor. Özel okul kütüphanelerinin de çok azında kütüphaneci istihdam ediliyormuş.
 
Daha da ilginci okul kütüphanelerinde, okul kütüphanelerindeki kitap sayısının da artması gerekirken azalması. 2015’te 32.300 olan kütüphane sayısı 2016’da 27.400’e, 2017’de 26.415’e düşüyor. 5600 okul kütüphanesi kapatılmış. Okul kütüphanelerindeki kitap sayısı da 2017 yılında 2016 yılına göre yüzde 2.6 azalmış. Okul kütüphanelerinde 2015’te 32.300.000 kitap varken 2016’da 27.400.000’e, 2017’de ise 26.707.000’e düşmüş. İki yılda 5.600.000 adet azalma var.Azalmanın nedeninin FETÖ bağlantılı yayınevlerinin kitaplarının kütüphanelerden çıkartılması olduğunu öngörebiliriz. Ama yılda ortalama 60 bin çeşit yeni kitap yayımlandığını göz önüne alırsak kütüphanelere yeni kitap konmamasının nedeninin cevabını da Sayın Bakan Ziya Selçuk’tan bekleriz. 

Tabii yeni okul kütüphanesi açılmayıp binlercesinin kapatılması da merak konusu. 
“Okul kütüphanesi eğitim sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır” diyen kütüphanecilerin uluslararası örgütü IFLA ile UNESCO’nun birlikte yayımladıkları “Okul Kütüphanesi Bildirgesi”ni kıstas alırsak kütüphanesiz okullarda okuyan öğrencilerin tam anlamıyla eğitim alamadığı bir gerçek. Mevcut okul kütüphanelerinin ise “mesleki uzmanlık niteliklerine sahip” çalışanları olmadığı için daha başlangıçta kütüphane niteliği kazanamadığını biliyoruz. 

Koleksiyonlarında bulunan milyonlarca kitabın niteliği, öğrenci için nasıl bir yararı olabileceği de merak konusu. Kaçının sürekli açık olduğu da bilinmiyor. 

26.415 okul kütüphanesinde 26 milyon 707 kitap olduğunu göz önüne alırsak, kütüphane başına ortalama 1000 kitap düşüyor ki, hepsi nitelikli kitaplar da olsa bu sayının çok az olduğuda ortada. TÜİK’in verileri okul kütüphanelerimizin durumunun vahim olduğunu gösteriyor.

Metin Celal / CUMHURİYET

İsrail’de çok önemli bir protesto - MUSTAFA K. ERDEMOL


Geçen cumartesi günü Tel Aviv’de İsrailli Arapların, Yahudilerin, az sayıda Dürzi’nin de katılımıyla ortak düzenlenen bir protesto gösterisi oldu. İki hafta önce İsrail Parlamentosu’ndan geçen, ülkeyi “ulus devlet” olarak tanımlayan, Yahudilerin dışında kalan İsraillilere ciddi ayrımcılık içeren ırkçı yasaya karşı iki ulustan da binlerce insan ayağa kalktı.


Bu gösteri sekiz gün içinde gerçekleştirilen ikinci büyük protestoydu. Katılımın 100 binden fazla olduğu belirtiliyor. Gösteride hem İsrail hem Filistin bayraklarının açılmış olması, hem de Araplarla Yahudi katılımcıların “hepimiz kardeşiz, biz Araplar ve Yahudiler bölünmeyi reddediyoruz” sloganını atmaları bence çok önemli. Filistin bayraklarının varlığı, Filistin Davası’na desteğin ifadesi. Çünkü bayrakları taşıyan sadece Araplar değildi gösteride. İsrail sınırları dışında durum farklı da olsa İsrail halkını oluşturan Araplarla,Yahudilerin ortak yaşama iradeleri ilk kez bu kadar net ortaya konmuş oldu.

Protestoları, İsrail Komünist Partisi, Irkçılığa Karşı Koalisyon ve Koah La’Ovdim İşçileri Birliği’nin desteğiyle Arap İzleme Komitesi düzenledi. Protestolara katılmak için Tel Aviv’e, Hayfa ve Nazareth’in de aralarında bulunduğu birçok kentten 300 otobüs dolusu İsrailli Arap geldi.

Ortadoğu’nun “tek demokratik” ülkesi olarak tanınan İsrail’in söz konusu yasayla bu “Ünvanı”nı artık kaybettiği ortada. Devleti “tek bir ulusun devleti” haline getirmenin İsrail’e kazandıracağı hiçbir şey olmayacağı zamanla anlaşılacak. Son dönemlerde özellikle Etyopya’dan gelen Yahudilere ırkçılık yapıldığı iddiaları ile zaten “demokratik, eşitlikçi devlet” iddiası zedelenmiş olan İsrail’in bu son yasadan ne çıkarı olacağını anlamak zor. Ülke içindeki Yahudi olmayan toplulukların varlığı bölgede her şeye karşın birlikte yaşanabildiğini göstermesi açısından çok iyi bir örnek çünkü. Şimdi Yahudi olmayan İsrail vatandaşlarını “ikinci sınıf” vatandaş olarak gören bir İsrail var artık. Üstelik bu tutumunu yasalaştırmış bir İsrail.

Defalarca yazdım, bu ülkede çok ama çok güçlü bir barış hareketi var. İsrail halkının büyük bir çoğunluğu Filistin sorununun her iki halk yararına çözülmesinden yana. Buna rağmen sürekli ya da sık sık sağcı partilerin iktidar olması çelişik gelebilir, ama seçmeni sağa iten başta ekonomik vaatler olmak üzere birçok farklı neden var. Unutmamak lazım ki ülkede çok da güçlü bir komünist parti mevcut: İsrail Komünist Partisi-Hadash.

İsrail Komünist Partisi Sözcüsü Muhammed Barakeh’in protestoda yaptığı konuşmadaki “Hepimiz biliyoruzki şu anda burada bulunan Araplar da Yahudiler de tamamen aynı şeyi düşünüyor değiller. Ama hepimiz protesto için birlikteyiz. Bir Nakba daha olmayacak. Bunun üstesinden geleceğiz” ‘sözlerine itiraz eden de olmadı. İsrail’in bağımsızlığını ilan ettiği güne Nakba (Büyük Felaket) diyor Filistinliler. Alanda toplananlar  Nakba  sonrası yaşanan gelişmelerden ötürü bir Nakba daha istemeyeceklerini belirttiler.

Yeni çıkan yasa sadece İsrailli Yahudilere tam hak tanıyor bilindiği gibi. Yasaya göre İbranice tek resmi dil olarak kabul ediliyor, Arapça’ya “özel statü” veriliyor. Bu, İsrail’de yaşayan Araplara tanınan birçok hakkın geri alınması demek.

İsrail Komünist Partisi Merkez Komitesi Üyesi, eski parlamenter Issam Makhoul da protestoda bir konuşma yaptı. Makhoul, gösterinin çok ama çok önemli olduğunu belirterek Bu protestomuz, İsrail’de Arap dünyasını yok sayan her iki ulus için de tehlikeli olan mevcut düşünce tarzına bir alternatif talep ediyor dedi, ki çok doğru.

Makhoul’un bana göre konuşmasındaki en çarpıcı taraf “Biz bu ülkenin bir parçasıyız. Vatandaşlığımız anavatanımıza ait olma duygusundan kaynaklanıyor, medeni ya da milli statümüzden değil, kimsenin statümüze zarar vermesine izin vermeyeceğiz sözleri oluşturuyor.

Çoğumuz görmüyoruz ya da görmek istemiyoruz ama İsrail’de barış yanlısı Yahudiler ile Araplarda bu duygu çok gelişmiş durumda.

Artık anlamak lazım, İsrail Netanyahulardan ibaret değil.

Orada komünistler var.

İyi ki var.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Özgürlük Heykeli’ne kuruş vermedik biz - MUSTAFA K. ERDEMOL

Meral hanım’ı fena kandırmışlar. Heykele para verdiğimizi o paparazi ‘tarihçi’ ortaya attı. Gerçek değil ama heykele bizim de ufak katkımız var.


İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in, sanki Donald Trump öğrendiğinde Türkiye’ye karşı yaptıklarından mahcubiyet duyacakmış gibi “Özgürlük Heykeli’nizin parasını biz verdik” demesi kabul edin ki tek kelimeyle gülünç. Teorik olarak Cumhurbaşkanı olacaktı bu hanımefendi belki de, düşünsenize. Söylenecek laf mıydı ettiği?


Kaldı ki kulağına fısıldanan o “bilgi” de doğru değil. Özgürlük Heykeli’ne “biz” para falan vermedik. 1860’larda dönemin Osmanlı Sultanı Abdülaziz’in Süveyş Kanalı’ndaki Port Said Limanı’nın girişine konulmak üzere planlanan ancak Hidiv İsmail Paşa’nın istemediği için oraya konmasından vazgeçilen heykelin parasını ödediğinin kanıtı, belgesi yok. Bu iddiayı, Murat Bardakçı ortaya atmıştı. (Hürriyet, 27 Haziran 2004)

Başkaları ne düşünür bilemem ama bu aptal heykeli sevmem ben. Sevenden de hazzetmem. Çünkü tam bir ikiyüzlülük sembolüdür. Özgürlükle de ilgisi yoktur. Dikildiği sıralarda siyahlara zalimlik, kızılderilileri yok etme türü ne kadar büyük insanlık suçu varsa hepsi mevcuttu ABD’de. Kadın haklarının esamesinin okunmadığı dönemin Amerika’sında özgürlüğü kadın heykeliyle sözüm ona simgelemek de kadınlarla alay etmekti adeta. Zaten heykelin 1886’daki açılışını ABD’de o dönemler oy hakkı için mücadele veren kadınlar protesto ettiler. Açılışa sadece iki kadın katıldı: Heykeli yapan Fredric-Auguste Bartholdi’nin karısı ile Süveyş Kanalı’nı tasarlayan Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps’in 13 yaşındaki kızı. Protestocu kadınlar heykelin dikildiği adanın etrafını kiraladıkları teknelerle dolaşıp öfkeli konuşmalar yaptılar.

Neyse. Yani pek matah bir şey değil bu heykel. Birçok yerde heykelin Fransızların Amerikalılara hediyesi olduğu da yazılıdır ama bu da yanlıştır. Fransızların “dur şu Amerikalılara bir heykel yollayalım” demeleri için de bir neden yoktu çünkü.

Fransız politikacı/yazar Edouard de Laboulaye’in kişisel fikridir bu. “ABD’de bir özgürlük heykeli yapalım” deyince heykeltraş Fredric-Auguste Bartholdi hemen talip oldu bu işe. Bartholdi, 1871 yılında heykel fikrini tanıtmak için Amerika’ya gitti. Ama istediği sonucu aldığı iddia edilemez pek. Bazı gazeteler, özellikle de New York Times, heykel için herhangi bir para harcamaya şiddetle karşı çıktı.

Fransa’da böyle bir heykelin yapılmasını destekleyenler maliyeti karşılama amacıyla 1875’te bir Fransız-Amerikan Birliği kurdular. Grup, halka bağış yapmaları çağrısında bulundu. Heykelin oturtulacağı kaidenin parasını Amerikalılar karşılayacaktı. Bu işi de şu ünlü gazete sahibi Joseph Pulitzer üstlendi. Aynı yıl Fransa’nın hemen her yerinden bağış toplandı. Tam 180 şehir, kasaba ve köyden söz ederler. Fransız hükümeti resmi olarak tek bir kuruş vermedi. Heykelin maliyeti yükselince Fransız-Amerikan Birliği bir piyango düzenledi. Paris’teki tüccarlar da bir hayli bağışta bulundular. Heykeltraş Bartholdi de heykelin, satın alanların adının yazıldığı minyatür versiyonlarını yapıp satmıştır gelir olsun diye. 1880 yılının Temmuz’unda heykel için gerekli para tamamlanabilmiştir. böylelikle. Bakır ve çelikten yapılan heykelinin toplam maliyeti o zamanın parasıyla iki milyon frankı bulmuştu. Ama heykelin New York’ta dikilebilmesi için altı yıl daha geçecektir. Çünkü heykele itirazlar olmuştur uzun süre.

ozgurluk-heykeli-ne-kurus-vermedik-biz-499194-1.
Heykelin yapılışında çekilen bu kare önemli tarihsel belge niteliğinde

Heykelin meşalesinin ilk kez 1876’da Philadelphia Fuarı’nda sergilenmesi üzerine, bazı New Yorklular yapılacak devasa heykelin kentteki diğer heykelleri önemsizleştireceği endişesi duyunca itiraz eder gibi olmuşlar. Bunun üzerine Bartholdi, New Yorkluların heykeli istememesi halinde belki de Boston’a dikilmesi daha iyi olur diye söylemiş saga sola. Bunun üzerine New Yorklular hemen her konuda rekabet halinde oldukları Boston’a kaptırmamak için razı olmuşlar sonunda.

Fransa’da o kadar para toplanmasına rağmen ABD’de ihtiyaç vardır paraya hâlâ. Toplamak için neler yapmışlar meğer. Wall Street’te bir miting bile düzenlenmiş. Fon sağlamak için sanat etkinlikleri yapılmış, dönemin tanınmış şairi Emma Lazarus’tan heykel için bir şiir yazması istenmiş. Onca kadın heykele karşıyken Lazarus’un bunu kabul etmesi de bir başka gariplik.

Şu Pulitzer işte bu sırada devreye giriyor. Gazetesi World’de her bağışçının adını, yaptığı bağış miktarı ne olursa olsun gazetesinde yayımlayacağını duyurmuş. İşe yaramış da bu fikir. Ülke çapında milyonlarca insan bağış yapmış. Böylelikle heykelin kaidesi için gerekli olan para toplanabilmiş. Kaide Pulitzer için bir gurur kaynağı oldu tabii. Yıllarca heykel figürü gazetenin logosunda yer almıştır.

Bunları şunun için anlatıyorum; Osmanlı Sultanı Abdülaziz’den para falan gitmedi. Gitse Pulitzer’in gazetesinde hem de geniş yer alırdı kuşku yok ki. Koca Sultan sonuçta.

Mısır’dan esinlendi
Sevimsiz, sahte bir özgürlük simgesi olan bu heykelin yüzü de heykeltraş Bartholdi’nin annesinin yüzüdür, öyle derler. Bu Frédéric Auguste Bartholdi’nin Mısır’da Luksor’a yaptığı yolculuktan sonra tutulduğu Oryantalist tutkularının sonucu ortaya çıkmıştır bu heykel. Süveyş Kanalı’nın girişine aslında bir deniz feneri olan bir heykel yapma projesi vardı bu adamın. 1867’e Mısır Hidivi ile de tanışınca ona da açtı bu düşüncesini. Sonra Mısır’da işler bozulunca kaldı proje. O Fransız siyasetçi ABD’de heykel yapalım dediğinde de aynı projeyi ABD’de gerçekleştirmiş oldu.

Bizim Sultan’la bağ kurulmasının nedeni de işin içinde Mısır, Hidiv falan olması. Hidiv varsa mutlaka Osmanlı Sultanı da var diye düşünmüş olmalı bizim paparazi tarihçimiz. Tabii aklına heykele karşı olan bir dinin en yüksek temsilcisi olan Sultan’ın para vermeyeceğini düşünmek gelmemiş.

Kimileri bu sevimsiz heykelin bizim Perge’de bulunan Hitit uygarlığının sonuna doğru yapılmış Libertas adlı heykele benzediğini de söylerler bu arada. Doğru mu yanlış mı bilemem. Uzmanları bilir tabii.

Bizimle ilgisi şu
Sultan Abdülaziz’in heykele para yolladığı külliyen uydurma. Hiç bir kanıt, belge yok bu konuda. Biz şunu yapmışız, o heykelin kaidesinde Türkiye’den taş yollanmış. Bunu söyleyen bir uzman değil, 12 Mart’ın ünlü mü ünlü Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş. Anılarında yazar. Hepsi bu.

Yani Meral Hanım fena kandırılmış. Kaldı ki doğru olsa bile duyduğu iddia, söylenecek laf mı bu şimdi? Ya Trump kalkıp “alın paranızı” derse ne olacak?

Ha Uşak Belediyesi’nin ABD kaynaklı sosyal paylaşım sitelerini boykot etmesi ha Meral Hanım’ın “heykelinize para verdik” demesi. İkisi de birbirinden gülünç.

Hatırlatacaksa o taşları hatırlatsaydı bari Meral Hanım.

Attığı taşa değerdi hiç olmazsa.
                                                          ***
Amin’e saygıyla...
Samir Amin’in birçok eserini Türkçeye kazandıran Yordam yayınları, Amin’in ölümünün ardından bir açıklama yayımladı. Yordam’ın açıklamasında yazarın ölümünden duyulan üzüntü belirtilirken Amin’in eserlerinin Türkçeye çevrilmeye devam edileceği belirtildi. Açıklama şöyle:

Bu ay yayımlayacağımız Avrupa-Merkezcilik’in ardından bu değerli Marksist düşünürün diğer yapıtlarını da yayımlamaya devam edeceğiz.

Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz…

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Ezilen halkların organik aydını - FİKRET BAŞKAYA

Samir Amin, Marx için kıyısı olmayan derdi... Aslında Samir’in kendisi de kıyısı olmayandı...

6 ağustos Pazartesi. saat 23.30 da Senegalli dostum Chérif Salif SY’dan kısa bir not ulaştı. Samir Amin’in sağlık durumunun kötüleştiğini, Paris’te bir hastaneye kaldırıldığını haber veriyordu. Hemen eşi Isabelle’i aradım... Isabelle sorularıma tuhaf cevaplar veriyordu... Chérif’e durum hakkında Isabelle’den tatmin edici bilgi alamadığımı söyledim... Chérif, aslında İsabelle’in sağlık durumunun da pek iyi olmadığını söyledi... İki gün sonra Chérif’ten bir mail daha ulaştı.

Samir Amin’in bilincinin açıldığını, reaksiyon verdiğini ama durumun kritik olmaya devam ettiğini söylüyordu... Ve önceki akşam (Pazar) saat 21.20 Chériff, Samir’in saat 16.18’de aramızdan ayrıldığını duyurdu... Bunun benim için ne demek olduğunu ifade etmekte kelimeler kifayetsiz kalırdı... 

1970 Eylül başında [Fransa’da doktora öğrencisiydim], fakültenin ana giriş kapısında yapıştırılmış büyük bir afiş: “ 1970’lerde Kapitalizm- Tilbourg Kongresi”... Kongreye o dönemin en parlak Marksist teorisyenleri davet edilmişti. Onlardan biri de Samir Amin’di... Hemen birkaç arkadaşı ikna ettim ve Tilbourg’un yolunu tuttuk... Tilbourg, Almanya sınırında küçük bir Hollanda kenti... II. Dünya Savaşı’nda Hitler kenti yerle bir etmiş, Kilise dışında tüm evler yıkılmış, savaştan sonra yeniden inşa edilmiş sevimli bir kent... O kongre hayatımda bir ‘dönüm noktası’ oldu desem abartı olmaz... Birçoklarıyla orada özel görüşmelerim oldu. Bazılarıyla mektuplaştım, bana kitaplarını gönderenler oldu...

Paris’e dönüşte Samir Amin’in, Dünya Ölçeğinde Birikim [L’Accumulation à l’Échelle Mondiale] adlı kitabını satın aldım ve bir solukta okuyup-bitirmiştim... Birikim, beni en çok etkileyen kitaplardan biri oldu... Dostluğumuz ondan sonra hep devam etti. Birçok uluslararası etkinlikte, konferans. sempozyum, kollokyum’da birlikte olduk... Birçok kitabını ve makalesini Türkçeye çevirdim... Onunla söyleşiler yaptım... Yazdığı yazıları bana iletme inceliğini gösterdi hep... 

Samir Amin, Marx için kıyısı olmayan derdi... Aslında Samir’in kendisi de kıyısı olmayandı... Realitenin ancak bir bütünlük olarak anlaşılabileceğini çok iyi biliyordu. O sadece yetkin bir iktisatçı, sosyolog, antropolog, tarihçi, filozof değildi, bunların ötesinde veya hepsiydi... Aksi halde Samir Amir diye bir figür olmazdı. İnsan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini bir bütün olarak anlamaya ve anlatmaya çalıştı hayatı boyunca... Geride kalan yaklaşık 70 yıllık dönemin birkaç parlak beyninden biriydi... Muazzam bir kavrayışa ve tahlil yeteneğine sahipti... Hayatını ezilen halkların, sömürülen sınıfların kurtuluşuna adamıştı... Yaşadığı sürece ezilen halkların, sömürülen sınıfların gözü, kulağı ve yüreği oldu hep... 

Gerçi Samir, aramızdan ayrıldı ama insana yaraşır, sömürünün, baskının, sosyal eşitsizliğin, her türden ayrımcılığın olmadığı, özgürlüğün, sosyal eşitliğin, insan emansipasyonunun gerçekleştiği, yaşanabilir bir dünya yaratma mücadelemiz için devasa bir entelektüel miras bıraktı. Bize düşen, onun bıraktığı yerden yolumuza devam etmektir...

İşte o zaman Samir bizde yaşamaya devam edecek...

FİKRET BAŞKAYA - Özgür Üniversite Kurucusu / BİRGÜN

Kaptan, gemiyi ‘bilinmeyen sulara’ doğru sürüklüyor - HAYRİ KOZANOĞLU

Kriz döneminde en çok sorulan 10 soruyu sizler için cevaplamaya çalıştık. Ne yazık ki iç açıcı bir manzara sunamıyoruz.


1) Hepimiz gerçekten aynı gemide miyiz?
Bir an emekçisiyle, emeklisiyle, yoksuluyla hepimizin aynı gemide bulunduğunu varsayalım. Sade yurttaşlar olsa olsa güvertede konuşlanmışlardır. Geminin kaptanı ise köşküne kurulmuş, gemiyi “Başkanlık Sistemi” dediği “bilinmeyen sulara” doğru sürüklemektedir. Parlamenter muhalefete gelince; bu kez dümeni inatla kayalıklara kıran kaptanı uyarmak yerine, “yanında bulunduğunu” beyan ederek suç ortaklığına yönelmektedir.

2) Trump’la kapışmak anti-emperyalizm midir?
Kuşkusuz Trump saldırgan bir emperyalisttir. Gelgelelim, sahici anti-emperyalizm de halkın ve ülkenin çıkarlarını emperyalizme karşı korumak, gerektiğinde gerçekçi stratejilerle emperyal emellerden en az zararla korunmasını sağlamaktır; yoksa memleketi, hesapsız kitapsız emperyalist saldırıya açık hale getirmek değil. Aklınıza emperyalizme karşı mücadele denince kim geliyor? Ben, Lenin, Mao, Mustafa Kemal diye sıralarım örneğin (devlet başkanlarını kastettiğimden yoksa Deniz’i, Mahir’i unuttuğumdan değil). Peki onlar 1918’de Brest Litovsk’ta, 1923’te Lozan’da ve 1971’de Pekin’de neden diplomatik uzlaşmayı seçtiler bir düşünmek gerekmez mi?

3) Türkiye ekonomisi başta Avrupa gerçekten dünyayı tir tir titretecek hale geldi mi?
Sizi çekemeyen komşular evinizin bakımlı ve albenili olmasından hoşlanmayabilirler. Ama asıl sizin hanede yangın çıkıp, alevlerin kendilerine de ulaşmasından korkarlar. Örneğin Avrupa, özellikle de Türkiye’de varlığı bulunan İspanyol BBVA (83.3 milyon dolar Garanti’nin ortağı), Fransız BNP Paribas (38.4 milyar dolar TEB’in ortağı) ve İtalyan UniCredit (17 milyar dolar Yapı Kredi’nin ortağı) endişe içindeler. “Bulaşma etkisi” tüm yükselen ülkelerde de hissediliyor. Çünkü bir yatırımcı panikle parasını çekmeye yeltendiğinde, Türkiye’de likidite kuruduğundan yatırım fonu sözgelimi Polonya ya da Güney Afrika borsasında satışa geçebiliyor. Dolayısıyla Türkiye onları da aşağı çekiyor.

4) Ekonomik kriz Pastör Brunson gerginliğiyle mi patlak verdi?
Kuşkusuz Brunson vakası, Trump’ın hasmane tweetleri süreci hızlandırdı. Ne var ki, cuma günü açıklanan haziran ayı cari işlemler rakamları da krizin ayak seslerinin habercisiydi. Hatırlatalım, Türkiye’nin cari açığı biraz gerileyerek 3 milyar dolar civarına gelmişti. Ancak asıl vahimi, bu açığı dış kaynaklarla finanse etmek bir yana, mevcut fonlama imkanları 4.5 milyar dolar daralmıştı. Kaynağı belli olmayan 455 milyon doların yanısıra Merkez Bankası rezervlerden tam 7 milyar dolar satmak zorunda kalmıştı. Kanımca bu başlı başına bir kriz göstergesiydi.

5) Türkiye’nin kamu borcunun düşüklüğü bir güvence mi?
Kriz tartışması söz konusu olunca, hemen Türkiye’nin kamu borcunun düşüklüğü gündeme getiriliyordu. Gerçekten GSMH’sinin yüzde 28,5 oranıyla ülkenin kamu borcu uluslararası ölçütlere göre düşük düzeyde bulunuyor. Ancak geçmişte de kamu çalışanlarına, emeklilere bol kepçe para dağıtılması nedeniyle değil, bankaları kurtarma operasyonlarını finanse ederken borç düzeyi fırlamıştı. İsterseniz bu noktada Yılmaz Akyüz hocanın “Ateşle Oynamak” kitabından, özel sektör borcunun üstlenilmesine ilişkin bir alıntıyla konuya açıklık getirelim:
“Örneğin Endonezya’da, o ana kadar yürütülen mali disipline karşın kurtarmalar kamu borcunu GSMH’nin yüzde 50’si kadar artırdı. Benzer oranlar Tayland ve Güney Kore için yüzde 42 ve yüzde 34 iken, Türkiye için yüzde 33’tü. Yani 2001 krizinde kamu borcu asıl destekleme alımlarından filan değil, özel bankaları kurtarma operasyonu sonucu sıçramıştı?”

6) IMF kucak açmış dört gözle Türkiye’yi mi bekliyor?
1999’dan başlayarak stand-by anlaşmaları kapsamında IMF Türkiye’ye 34 milyar dolar kredi açmış, yaklaşık 30 milyar dolar kaynak kullanılmıştı. Ne yazık ki şu aşamada böyle bir olasılık da söz konusu değil. Trump, IMF anlaşması bulunan Pakistan’a bile bu parayla Çin’e olan borçlarını öder gerekçesiyle şerh koyuyor. Hele kasım seçimleri yaklaşırken Trump kavgaya tutuştuğu Erdoğan’ı ferahlatacak bir çözüme hiç yanaşmaz. Hatırlatalım IMF Yönetim Kurulu’nda karar alınabilmesi için yüzde 85 çoğunluk aranıyor. ABD’nin yüzde 16,5 kotası fiili “veto hakkı” anlamına geliyor.

7) Çin panda bonoları Türkiye için bir çıkış olanağı sağlar mı?
Çin haliyle Atlantik İttifakı’ndaki çatlaklardan yararlanmaya çalışacak, Türkiye’nin ağzına bir parmak bal çalacaktır. Çin piyasasında panda bonoları ihracı 2018 programına alınmış ne var ki somut bir tarih verilmemiştir. Bu bonoların tüm ülkeler için şu ana kadar ki toplam miktarı 24 milyar dolardır. Bu küresel piyasalar için henüz küçük bir rakamdır. Türkiye’nin CDS primi cuma günü 437 puana yükselmişti. Bunun anlamı, Çin’den bir borçlanma olanağı da bulunsa, maliyetinin tipik yuan faizi + 437 baz puanla çok yüksek bir düzeyde gerçekleşmesidir.

8) ABD’nin çelik ve alüminyuma koyduğu vergiler Türkiye’nin ihracatını nasıl etkiler?
Türkiye, ABD’nin ticaret fazlası verdiği nadir ülkelerden birisidir. 2017’de 8.7 milyar dolar ihracata karşın, 12.2 milyar dolar ithalatla 3.5 milyar dolar açık verilmiştir. Ekonomik yönüyle Trump’ın hışmına uğramak için bir neden yoktur. Konu tamamen politiktir. Çeliğe yüzde 50, alüminyuma yüzde 20 vergi sırasıyla 1 milyar 40 milyon dolar ve 50 milyon dolar ihracatın fiilen son bulması demektir. Bunun makroekonomik etkisi sınırlı da kalsa, Trump’ın kararının ABD firmaları ve bankalarına yönelik “sinyal etkisi” daha vahim sonuçlar yaratabilir.

9) Döviz kuru risklerine karşı koruma tedbirleri uygulamaları nedeniyle bankaların emniyette oldukları söylenebilir mi?
Bankaların en büyük kaygısı, döviz mevduatlarının çekilmesi gündeme gelirse karşılaşacakları “likidite riskidir.” Özellikle bireysel 91.4 milyar dolar bir saatli bomba gibidir. Bu atlatılsa bile, bankaların döviz açık pozisyonlarının sınırlı olması ( 48.2 milyar dolar) onları kurtarmaya yeterli değildir. Çünkü bu kez de döviz borçlarını ödeyemeyen şirketlerin “kredi riskiyle” karşılaşacaklardır.

10) Döviz kurundaki sarsıntının yabancıların ülkeyi terk etmesinden kaynaklandığı söylenebilir mi?
Söylenemez. Yabancılar zaten usul usul ülkeyi terk etmişlerdi. 2014 yılı sonunda portföyleri 143.2 milyar dolarken, en son verilerin açıklandığı 3 Ağustos 2018’de 70 milyar dolara gerilemişti. Son bir haftada dolar kurunun 5 TL’den cuma günü 6.40’a gelmesiyle 31.6 milyar dolar hisse, 19.6 milyar dolar DİBS portföyünün, düşen borsa endeksinin ve yükselen faizin de etkisiyle değeri tahminen 40 milyar doların altına inmiştir. Bunun da çıkışa yönelen bölümü sınırlıdır ve piyasaları allak bullak etmez. Unutulan bir nokta, TL/Döviz bazındaki işlemlerin yaklaşık yüzde 70’inin yurtdışında, büyük ölçüde Londra’da gerçekleşmesidir. Tipik bir günde yüzde 89’u dolar cinsinden bir ayağı TL 71 milyar dolarlık işlem yapılmaktadır. Muhtemelen kriz anında herkes TL satmaya üşüştüğü için fiyat artışları daha keskin olmakta, operasyon Londra’dan yürütülmektedir.

 HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Siz mandacılığı ne zaman ittiniz?- Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Büyüğümüz(!), Türk Milleti'nin neden kimsenin tehdidine pabuç bırakmayacağını anlatırken, tarihi bir referans verdi ve şöyle haykırdı:
- Türk Milleti mandacılığı 100 yıl önce elinin tersiyle itti!

Doğru;
"Türk Milleti" mandacılığı elinin tersiyle itti; herhangi bir gücün himayesine girmek, sömürgesi olmak yerine "hür yaşamayı" tercih etti ve bu uğurda kaç nesil birden feda etti kendini; kimi seneler mezunu olmayan okullarımız var, göğsümüzü kabartan ve fakat gözlerimizi de yaşartan kahramanlık hikayelerini hepimiz biliyoruz…
Bilmediğimiz;
Siz "mandacılığı" yahut "mandacıların izinden gitmeyi" ne zaman terk ettiniz?
Ya da belki böyle mi sormak gerekli;
Terk ettiniz mi?
                                                                          ***
Zira…

Bugüne kadar siz  hep "mandacılığı elinin tersiyle iten Türk Milleti" yerine, bir İngiliz Savaş gemisiyle ülkesini terk etmezden evvel "Umutlarımı Allah'tan sonra İngiltere'ye bağladım" diyebilmiş bir Padişah/Halife'nin tarafında olmayı tercih ettiniz!

Türk Milleti'nin "mandacılığı elinin tersiyle iterek" kurduğu Cumhuriyeti yeri geldiği "zalim", yeri geldi "katil"likte itham edip, "mandacılığı elinin tersiyle iten" vatan kahramanları hakkında idam fermanları çıkaranlarla gururlandınız!

"Mandacılığı elinin tersiyle iten Türk Milleti"nin uğruna Kurtuluş Savaşı verdiği bu devletin bütünlüğünü korumak yerine mandacı "Haçlı Müslümanları"na "ne istedilerse verdiniz"Prens Sabahattin'in fikirlerini iktidara taşıyıp, ülkeyi bölmeye ve mandacıların elinde olduğu günlerine döndürmeye kalkıştınız!

Mandacılığı savunan, düşman dururken Kuvayı Milliye'yle mücadele eden Teali İslam Cemiyeti'nin kurucusu İskilipli Atıf'a iade-i itibar verdiniz!

"Mandacılığı elinin tersiyle iten Türk Milleti"nin yedi düvelle savaşan fertlerinin boynuna yağlı urgan geçirten Mustafa Sabri adına vakıf açtınız!

İngiliz himayesindeki Şeyh Sait'in heykellerini diktirdiniz, dikilmesini izlediniz!

Etnikçiler, Pontusçular, Taşnakçılarla dil birliği yaptınız; açıldınız, saçıldınız; kanlı hendeklere…

Daha büyük mandacı mı olur; "Keşke Yunan Galip gelseydi" diyen, "fesli meczup" diye anılan, adıyla köşemi kirletmek istemediğim canlı türünü onur etmelere doyamadınız!

"Türk Milleti" doğru diyorsunuz 100 yıl önce mandacılığı elinin tersiyle itti de asıl siz ne zaman ittiniz ki "Türk Milleti"ni cephede yalnız bıraktığınız o mücadelenin hatırasıyla kafa tutar hale geldiniz dünyaya!


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU  / YENİÇAĞ

Hatırladınız mı?.. Bir zamanlar parlamenter rejim vardı?.. - Ahmet TAKAN

Çoğu yerde soruluyor;
"Böyle bir zamanda Meclis neden olağanüstü toplanmıyor?"..
Bende soranlara soruyorum;
"Toplanıp ne yapacak?"
Yüzüme  Uganda'dan Türkiye'ye yaz tatiline  gelmiş gurbetçi edası ile bakan muhataplarıma, hepimizin tercihi(!) tek adam rejimini kısa ve anlayabileceği cümlelerle anlatmaya çalışıyorum;
"Diyelim, Meclis toplandı. Ne yapacak?.. Açın anayasayı dikkatlice okuyun. Yeni sistemde milletvekillerinin  belediye zabıtası kadar yetkisi yok. Milletvekilliği konu mankenliği konumuna getirildi..."
"Ya öyle mi?.."
Evet, aynen öyle hatta daha da fazlası!..
Meclis olağanüstü toplansa hangi kararları alabilecek?.. Krize müdahale edebilecek yaptırımları devreye sokabilme yetkisi var mı?..
Yok!..
Ha ne yapabilirler?.. Partiler ortak deklarasyon yayınlayıp, Trump'a "çok ayıp ettin bize" deyip kınayabilirler...
Trump'da çok duyar!..

Ortada Bakanlar Kurulu yok... Bakanlar Kurulu...
Demokratik rejimlerde parlamentolar sadece yasa yapma yeri değildir. Bir de olmazsa olmaz denetleme görevleri vardır. Meclis denetimi ağır ceza mahkemesi gibidir. Yürütme organları, Meclis denetiminin ağırlığı karşısında tir tir titrer.
Meclis'in, bir  Başbakana, bir Bakana, bir kamu kuruluşuna hesap sorması ortalığı ayağa kaldırır. Gel gör ki, benim güzel ülkemde, parlamenter rejim AKP iktidarı döneminde ustaca gayet güzel zaman dilimine yayılarak iğdiş edildi. Meclis'in bütün denetim mekanizmaları sulandırıldı, çalışamaz,iş göremez hale getirildi. Bunun en bariz örneklerinden biri KİT komisyonudur. Kamu kuruluşlarının KİT komisyonu öncesinde nasıl hazırlandığını, milletvekillerinin denetim ve soruları karşısında nasıl korkulu rüyalar gördüğüne, hatası olanların nasıl  hesap verdiğini yıllarca takip ettim. AKP iktidarı döneminde KİT komisyonu cıvata bir komisyon olmakla kalmadı milletvekillerinin iş takibi için en elverişli mecralardan biri haline getirildi...
 Ya sonra?...

Milletvekillerini yazılı ve sözlü soru önergelerine anayasa, yasa, içtüzük kuralları hiçe sayılarak cevap bile verilmeme dönemine girildi.
Daha sonra?..

Malum zatın, üstün katkı ve desteği ile  rejim değiştirildi. Parlamenter sistemin jübilesi yapıldı. İki dudak arasına bağlandı koca ülke....

Bir zamanlar gensoru müessesi vardı. Hükümet, Başbakan ve Bakanlar hakkında gensoru önergesi verilirdi. Muhalefetin gensoru önergesi hazırlığı duyulduğunda bile iktidarın uykuları kaçardı. Her ne kadar sayı üstünlüğü de olsa iktidarlar gensoru gibi ağır bir müessesenin işletilmesinden ve ortaya dökülecek ağır iddiaların kamuoyu nezdinde oluşturacağı itibar kaybından çok çekinirdi. Hoş, son 16 yılda muhalefeti iktidar işbirliği içinde gensoru mekanizması da laçkalaştırılıp cıvıtıldı!..

Şimdi gensoru yok!..
Hafızam beni yanıltmıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde 2 Hükümet gensoru önergeleri ile düşürüldü;
1979 yılında (31 Aralık) Süleyman Demirel başkanlığında kurulan MC Hükümeti. 25 Kasım 1998'de de Mesut  Yılmaz Hükümeti. Üstelik, bu Hükümet Türkbank ihalesi ve iş adamı Korkmaz Yiğit'in açıklamaları yüzünden verilen gensoru ile düşürülmüştü. Yer yerinden oynamıştı.
Gensoru ile düşürülen bakanlardan biri Demirel Hükümetinin Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, Mesut Yılmaz Hükümetinin Devlet Bakanı Güneş Taner idi.
Ortada Bakanlar Kurulu yok... Gensoru yok...

Meclis'i olağanüstü toplayıp ne yapacaksınız?..
Laf olsun torba dolsun mu?..
Veya dostlar alış verişte görsün muhabbeti mi?..
Çıkıp kürsüye papaz Brunson'a mı hakaretler yağdıracaklar?...
Türkiye'yi bu ekonomik krize ağır buhrana sokan sorumlulardan hesap sorma mekanizması nerede?...
Gensoru olamadan, nasıl sorulacak bu hesap?...
Yapılan hatalar belgeleriyle nasıl ortaya dökülecek?..

Bırakın yahu!.. Meclis olağanüstü toplanmasın!.. Mebuslar, tatil keyiflerini yarıda kesmesin.  Bu ağır ekonomik kriz altında Ankara'ya dönüp Meclis'i yeniden açtırıp hazinen masraflarını daha da ağırlaştırmasınlar. Tatilde maaşlarını alıp afiyetle yemeye devam etsinler. Hatta, Brunson ülkesine gönderilene kadar tatillerine devam etsinler. Sonra, Meclis'i açar kayıkçı kavgasına devam ederler!..
Şimdi, anladınız mı parlamenter sisteme neden son verildiğini?..

Sakın ha!..
Türk milliyetçiliğini temsil ettiğini, ileri süren bir partiye "Sen nasıl oluyor da partinin hesaplarını TL yerine döviz de tutuyorsun" diye sormayın.
Aynı, İslami değerlerin en katı savunucusu gibi görünen iktidar partisine "Neden paralarınızı faizde tutuyorsunuz. Haram değil mi?.. 
Neden Müslümanları dolarla Hac'a götürüp getiriyorsunuz?.. Neden Amerikan askerlerinin başarısı için dua ettiniz?.. 
Neden İsrail'in Mavi Marmara şehitlerinin aileleri, ne önerdiği dolarlı tazminat için anlaşma yaptınız" demediğiniz gibi!..

Başınıza taş düşse papazdan bilmeye devam edin!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Şok doktrini: Krizle rejim değiştirmek! - Arslan BULUT

Dolar krizinin sadece bir Amerikan saldırısı olarak yorumlanması, eleştirilere sebep oluyor. Bana da bu yönde eleştiriler geliyor.

Bir eleştiride "Neden bir anda herkes 'AKP ne kadar yanlış yapmış olursa olsun arkasında durmalıyız' diyor. Amerika mı dedi 'al kredileri kendine 1400 odalı saray yap' diye? Neden istifa çağrısında bulunmuyorsunuz. Boks ringine çıktıysanız, bu rakip bana yumruk atıyor diye ağlanıp zırlanmaz. 'Ben neyi yanlış yaptım, neden gardımı almıyorum' diye düşünülür..." deniliyor.

Oysa ben açıkça "Krizin sorumlusu Dolar değil, AKP iktidarının, 16 yıldır sıcak para ile durumu idare etmesi, ithalat-ihracat açığını kapatmaya dönük bir üretim ekonomisi kurmaması ve eroin bağımlısı gibi Dolar'a ihtiyaç duymasıdır. Sıcak para muslukları kesilince, Türkiye ekonomisi bir defa daha karaya oturmuştur." diye yazdım.
Fakat sıcak para musluklarını da bir kesen var değil mi?

                                                                          ***

Dr. Mustafa Ataç da "aynı gemideyiz" diyenleri eleştiriyor:
"Bizler cumhuriyeti iki tane sarhoşun kurduğunu söyleyenlerle aynı gemide değiliz. Türk olmaktan mutlu olanlarız biz. Kindar değiliz! İspanya, Portekiz ve Yunanistan'ın hesapsız kitapsız konut ve inşaat politikaları nedeni ile iflasın eşiğine geldikleri belliyken sıcak parayı betona yatırarak Türk milletinin geleceğini ipotek altına alanlarla ayni gemide değiliz."
İyi de Türkiye gemisi kayalara çarparsa, herkes zarar görmeyecek mi?

                                                                        ***

Emre Kongar ise Cumhuriyet'teki yazısında "Kriz kimin işine yarıyor?" diye sordu ve şu önemli değerlendirmeyi yaptı:
"2007 yılından beri yaşadığımız siyasal ve ekonomik şok ve krizler, Erdoğan/AKP iktidarının işine yaradı...
İktidar bu krizleri fırsata çevirdi: Rejimi değiştirdi.
Cumhuriyet Pazar Dergi'nin 6 Nisan 2008 tarihli sayısında Z. Kalkandelen, Naomi Klein'in 'The Shock Doctrine' adlı kitabından hareketle, 'felaket kapitalizmi' adı verilen Neoemperyalizmin toplumlara nasıl dayatıldığını anlatıyordu:
'Cameron adlı bir CIA psikiyatristinin insanlara şok tedavisi uygulayarak belleklerini silip yeni bir insan yaratma deneyleri, Neoemperyalizmin şok yöntemiyle toplumlara uygulanıyor.
Önce savaşlar, terör saldırıları, darbeler, ekonomik krizler ve doğal afetler yoluyla toplumlarda şok yaratılıyor, sonra da bu şokun yarattığı korku ve düzensizlik ortamını kullanan politikacılar ve şirketler aracılığıyla ikinci şok olarak Neoemperyalizm dayatılıyor. Bunlara direnenlere, polis ve hapis baskıları ile üçüncü şok uygulanıyor.' "

                                                                         ***

Aslında ABD, 1929 buhranından beri Kongar'ın atıfta bulunduğu "şok doktrini" ile yönetiliyor. Türkiye'de "Amerikan Merkez Bankası" diye tanıtılan Federal Reserv, 1910 yılında Ceykıl adalarında bir araya gelen dönemin Yahudi zenginlerinin kurduğu özel bir bankadır. 1907, 1920 ve1929 buhranlarını da bu zenginler meydana getirdi. Borsa oyunlarıyla birinci krizde 5400 bankayı iflas ettirdiler. 1929 buhranında ise Federal Reserv yöneticilerinin sahip olduğu bankalar dışında, Amerikan işadamlarının oluşturduğu bütün bankalar ve bütün Amerikan ekonomisi çökertildi. Tarım arazileri de dahil ABD'deki bütün servet, Federal Reserv sahiplerinin eline geçti. Ondan sonra da Amerikan devletini, bu bankaya borçlandırmaya başladılar. Federal Reserv sahipleri, daha sonra bütün dünya ekonomisi ve siyasetine ağırlık koydu. 11 Eylül komplosuna, Afganistan ve Irak işgallerine, Suriye'deki iç savaşa karar veren güç, işte bu yapılanmadır!

Bilindiği gibi Türkiye'de de bankaların, büyük şirketlerin ve toprakların mülkiyeti de benzer krizlerden sonra değişti!

Turuncu devrim çetelerinin finansörü George Soros da 2008 Nisan ayında "Şu an hâlâ servet yıkımı zamanıdır" demişti! Türkiye'de bugün tam bir servet yıkımı yaşanıyor. Mülkiyet el değiştiriyor! Rejim değişikliği dayatılıyor. Kriz, bunun için çıkarılmış olmasın?


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Ekonomide zihniyet değişimi!-Tuncay Mollaveisoğlu

O gece... geç saatlerde Asya piyasalarında başlatılan saldırıyı ve doların seyrini izliyordum...

Bir şeyler ters gidiyordu... 1998 yılında büyük Asya krizini öngören, 2007 de bugün yaşadığımız kriz için "geliyor" diyen CHP Milletvekili Haluk Pekşen'i aradım.

"Hiç normal değil" dedi... Bana ardı sıra gelen endişeli telefonları aktardım... "Dolar sabah 10 TL mi olacaktı?"

Pekşen biraz da risk alarak öngörüsünü sosyal medyadan, o geç saatlerde şöyle paylaştı:

"Döviz kurunun bu denli savrulmasının hiçbir ekonomik veriyle izahı mümkün değildir... Gelinen bu nokta AKP politikalarını eleştirmeyi aşmış; güzel ülkemize karşı asla kayıtsız kalamayacağımız ağır ve ahlaksız bir saldırıya dönüşmüştür. Söz konusu olan VATANDIR. Dolar 7.15"

Sosyal medyadaki paylaşım müthiş hızla yayıldı... Daha sonra hükümetin önlem alacağız açıklamaları duyuruldu... Sabah olduğunda beklenen en kötü senaryo gerçekleşmemişti...

Ancak felaketten bir önceki aşamada euro ve dolar takılmıştı...
Türk halkı bir gecede daha da yoksullaşmıştı...
Özel sektör, bankalar ve ailelerin borç yükü yüzde 30 oranında artmıştı!

CHP eski Trabzon Milletvekili ve PM üyesi olan Haluk Pekşen; Balyoz davalarından hatırladığımız, kumpasları çökerten hukukçuluğu yanında dünyayı çok iyi okuyan bir yatırım danışmanı ...

1998 Asya krizinin, memleketteki yaygın kanaatin aksine Türkiye'yi etkileyeceğini o günlerde söylemişti... 2001 yılında Pekşen'in tarif ettiği krizi yaşadık!

2007 yılında ise ABD merkezli ev kredilerinden kaynaklanan kriz patlamıştı... Telefonun ucunda yine Haluk Pekşen vardı... Pekşen Türkiye'deki sıcak paranın yüksek faiz tatlısını bırakıp ülkeyi  terk etmeyeceğini savunuyordu... Yani dünyayı kasıp kavuran ABD krizi Türkiye'ye uğramayacaktı...

Gerçekten de öyle oldu ve hükümet bunu "kriz Türkiye'ye teğet geçti" diyerek böbürlenerek anlattı o günlerde...

Oysa Haluk Pekşen yaptığı açıklamada şunu söylüyordu: "Türkiye'de 108 milyar dolar sıcak para var... Bu para TL'ye dönmüş ve yüksek faizin tadını çıkarıyor... Türkiye'den çıkmazlar, ancak eğer bu bol kaynağı katma değer yaratan işlere yatırmayı başaramazsak, üretim ve istihdam sağlayıcı kaynak olarak kullanamazsak bu rüya bir kabusa açılacak!... Ekonomideki açıklar ve döviz üzerinden bir kriz yaşanacak..."

Geçen sürede tam da böyle oldu... AKP iktidarları parayı betona ve Alman otomobillerine gömdü! Pekşen Kamuda 60 bin süper lüks Alman arabası olduğunu söylüyor!
Peki bundan sonrası?
Haluk Pekşen üretim odaklı bir zihniyet değişimi ve fırsatından söz ediyor:

"Tarihin ikinci büyük treninin kapısındayız... Ya bineriz ya da 100 yıl daha trenin dumanını bile görmeyiz... Türkiye yarın sabahtan tezi yok topraklarını ekmenin fabrikalarını tüttürmenin kararını vermeli... Halkın cebine kredi kartı koymaktansa traktörün deposuna mazot koymayı başardığımız anda yeni dünyanın kapıları açılacaktır."

                                                                         ***
Ecevit hatasının diyetini ödemişti!..
ABD Irak'a saldırı hazırlığı yapıyordu...


En güçlü senaryo Irak'ın Türkiye üzerinden işgal edilmesiydi.
Koalisyon hükümetinin Başbakanı Bülent Ecevit, komşu ülke toprağının parçalanmasının bölgeyi müthiş bir istikrarsızlığa sürükleyeceğini görüyor ve şunu söylüyordu:

"Irak'ın toprak bütünlüğü Türkiye'nin toprak bütünlüğüdür..."

ABD Ecevit'e rağmen Irak'ı işgal edemeyeceğini görüyordu.

Sonra aniden bir düğmeye basılmış gibi Ecevit yıpratılmaya başlandı.

Doğrusu Ecevit'in etrafında ve koalisyon ortaklarının arasında "akçeli" işleri sevenler vardı.

Banka yolsuzlukları başta olmak üzere hükümet ekonomide ciddi sorunlarla boğuşuyordu...

Kamu Bankaları, dönmeyen kredilerle boşaltılıyor, bazı özel banka sahipleri kurdukları bankaları soyuyordu.

Bugün olduğu gibi o yıllarda da bizler yolsuzlukların üzerine gidiyor, hükümeti eleştiriyorduk...

Ancak anlatıldığı üzere; "Kara Çarşamba" olarak tarihe geçen o büyük kriz, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması ile başlamadı.

Türkiye adım adım bu krize hazırlanmıştı! Denetim dışı bırakılan bankaların soyulmasına; hem yerli hem de yabancı denetim şirketleri göz yummuştu...

Bankacılık sistemi çok kırılgan bir haldeydi...

Sonra aniden bir yabancı banka, büyük miktarda para transferi yaptı yurt dışına... Onu başkaları izledi...

Döviz ve faizler tarihi rekorlar seviyelerine tırmandı...

Birileri önceden haber alıp -bir banka da var bunlar arasında- servetlerine servet kattı!

Halk yoksullaşıp perişan olurken kimileri olağanüstü servetlere kavuştu!

Ekonomik kriz Ecevit'i göndermek için yaratılmıştı; MHP Lideri Bahçeli aniden erken seçim istedi, seçime gidildi, "krizin hükümeti", sandığa gömüldü ve AKP ilk seçimde iktidar oldu!

Daha sonra Erdoğan ve Abdullah Gül'ün ABD'nin Irak işgaline TBMM'nin onay vermesi için ne kadar çaba harcadığını da buraya not düşelim...

Ecevit bir ABD darbesi ile hükümetten indirildi... Ancak ekonomideki kırılganlığın, yolsuzlukların, yoksulluğun nedeni de yine Ecevit hükümetinden başkası değildi...

Bugün Erdoğan da aynı şekilde bir ABD saldırısı ile sıkıştırılıyor. Ancak Erdoğan da her tarafı açıklarla dolu, sıcak paraya bağımlı hale getirdiği ekonominin, yolsuzlukların, yoksulluğun siyasi faturasını ödemek durumunda...


Tuncay Mollaveisoğlu / YENİÇAĞ

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...