24 Aralık 2020 Perşembe

Minik bir direnişin ışığında: Alman sendikalarının gerçeği - CEMİL FUAT HENDEK / SOL

Almanya’da da bıçak kemiğe dayanınca, sendikanın itirazına karşın başlatılan yerel ve küçük direnişler oluyor. Bu gidişle yakında daha mücadeleci sendikaların ortaya çıkmasına şaşırmamalı. 

Geçen hafta sonu Frankfurt yakınındaki Rhein-Main Havaalanı’nda soL’un sayfalarına da yansıyan1, yaklaşık 100-150 kişinin katıldığı, üç gün süren minicik bir direnişe şahit olduk. Direnişin somut hedefi, kimisi yirmi yılı aşkındır aynı firmada çalışmakta olan toplam 238 işçinin gülünç düzeyde tazminatlarla işine son verilmesini protesto etmek ve işten çıkartmaları geri çevirmekti.

Burada söz konusu olan, geçen yıl Ağustos ayında, gelen ve giden 7 milyon yolcunun işlemlerinin tamamlandığı, yüklerinin taşındığı, göze görünen ve görünmeyen her türlü hizmetinin görüldüğü, Avrupa’nın en büyük sivil havaalanlarının başında gelen bir havaalanıdır. Yaklaşık 500 firmaya bağlı olarak 81 bin işçi ve hizmetlinin çalışmakta olduğu bir “işyerinde” bir avuç işçi direnişe geçmiş, yürüyüş ve miting yapmış, lafı mı olur? Olmaz! Ve olmadı. Olaya işçi ve sendikal hareket açısından bir anlam atfedilmediği gibi güdümlü Alman medyasında ufacık bir haber de olmadı.   

Direniş ve grev karşıtı bir sendika

Halbuki son derece önemli bir işaret fişeği olması gereken bir çıkıştı o. Pandemi bahanesiyle sadece Lufthansa bünyesinde 30 bin kişinin işine son verilmesinin planlandığı bugünlerde, geniş ve haklı bir direnişin ilk kıvılcımı olarak görülmeliydi. Dört aydır ellerindeki tüm olanakları denedikten sonra sabrının son raddesine gelmiş, direnişe kararlı işçileri, sendikaları kucaklamalıydı. Toplu işten çıkartmalara karşı ilk uyarı olarak kullanmalı, belki çok geniş grevlerin habercisi olarak patronları ikaz etmeli, işçi ve emekçileri kolaylıkla bir tarafa atamayacaklarını hatırlatmalıydı. Heyhat! En başta, bu işçilerin yıllardır üyesi olduğu, genel işkolunda toplu sözleşme hakkı olan Ver.Di direnişin karşısında yer aldı. Bazıları dört aydır ücretlerini alamayan işçileri mücadelelerinde yalnız bıraktı.

Aslına bakılırsa, Ver.Di’nin bu tutumunda hiç de hayret edilecek bir yan yok. Defalarca olduğu gibi, bu kez de karakterine uygun bir davranış sergilediğini söylemekte beis görmüyorum. Defalarca derken... Sadece son yıllarını değil, tüm tarihini kastediyorum.

Utanç sayfalarıyla dolu bir sendika tarihi

Kuşku yok ki, işçi sınıfının şanlı direnişlerine sahne olmuş bir ülke Almanya. Ama işçi ve emekçilere yönelmiş, bugün halen sürdürülmekte olan büyük ihanetler de bu topraklarda nemalandı. Bir zamanlar Avrupa’daki devrimci merkezin Fransa’dan Almanya topraklarına kayışıyla yükselen sınıflar mücadelesinde bilinçle, cesaret ve fedakârlıkla kavgaya atılan işçi sınıfının en ileri unsurlarına en ağır darbeler yine kendi saflarından geldi. Bu konuda tabu ilan edilmeye çalışılan bir gerçek var: Daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde devrimci marksizme sırtını dönen sosyal demokrat yöneticiler, sendikaların tepesine yerleşmiş, emperyal sömürü ve talandan kırıntılarla beslenen işçi aristokrasisiyle elbirliği içinde kendi emperyalistleriyle bir bağlaşıklık kurdular. Bu bağlaşıklıkla birlikte sendikalar artık salt çalışanların çıkarlarını savunan bir örgüt olmakta çıktı, devletin bir organı haline dönüştü.

Sınıf sendikası değil, devletin bir organı

Birinci Dünya Savaşı öncesinde ilan edilen “kale içinde barış” günümüze dek kesintisiz olarak sürdürüldü. Bir zamanlar işçilerin mücadelesiyle elde edilmiş olan konumlar, sermayenin çıkarlarına uygun yasal düzenlemelere tabi tutuldu. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kabul edilen “Montan Kararlarına Katılım” çerçevesinde, büyük demir-çelik ve kömür işletmelerinin denetleme kurullarında işçi temsilciliklerinin de aynı oranda katılımı sağlandı. Aslında kazanılmış bir hak gibi algılanan bu uygulama, kararlarda sadece işçilerin değil, en temelde işletmelerin genel çıkarlarının savunulmasını öngörüyordu. Bunun aslında sınıf mücadelesini kırmak, görevi işçilerin hakları için mücadele olması gereken yapıları sermayenin bir bileşkeni haline getirmek olduğu açıktı. Savaş sonrası ABD, İngiltere ve Fransa tarafından kurdurulan, düzenin bekâsını hedef edinmiş, birbirinden pek az farkı olan partilerin yanısıra meslek sendikaları, işletmelerdeki işçi temsilcilikleri ve her türden işçi dayanışma örgütleri de “Toplumsal Mütabakat” çerçevesi içine oturtularak tamamen “ehlileştirildiler”. (Bunun hemen ardından 1950’de komünistlere kamu hizmetlerinde çalışma yasağı getirildiğini, 1956’da da Almanya Komünist Partisi’nin 1923 ve 1933’den sonra Almanya’da üçüncü kez yasaklandığını da not düşmeden geçmeyelim.)

Son büyük ihanet

Karanlık ve utanç verici sayfaları bolca olan bu tarihin son büyük ihaneti Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin bir karşıdevrimle ilhak edilmesi ardından, Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller’in koalisyon hükümeti ve Schröder’in başbakanlığı sırasında yaşandı. Almanya finans sermayesi, 16 yıl boyunca (1982-1998) Helmut Kohl’ün başbakanlığında hükümet eden CDU, CSU ve FDP tarafından hazırlıkları yapılmış liberal dönüşümlerin son ölümcül darbesini bu “pembe-yeşil” hükümete vurdurdu. Bir konuda hiç kimse kuşku duymasın: Bu hükümetin aldığı kararları, çıkarttığı yasa ve yönetmelikleri geleneksel sağ partiler gerçekleştirmeye kalksaydı milyonlarca insan sokağa dökülürdü. Ne yazık ki, komünistlerin sosyalizmin yıkılışı sonucu derin bir travmaya düştüğü bir dönemdi. Bir zamanlar dünya çapında parmakla gösterilen milyonlarca üyeli sendikalardan da en ufak bir direniş gelmedi. Aksine, apaçık işçi düşmanı bu dönüşümlerde pazarlık masasına oturarak bu dev saldırıya kamu nezdinde meşruiyet kazandırdılar. Özelleştirmeler, işçi haklarını budayan yasal düzenlemeler, kamu hizmetlerinde kısıtlamalar birbiri ardına sökün etti.

Gizli sendikal likidasyon

Kim inkâr ederse etsin, Alman Demokratik Cumhuriyeti’ndeki kazanımların gölgesinin düştüğü bir ülkeydi kapitalist Almanya. Burada sendikalar da ona göre konum almak zorundaydı. ADC’nin yıkılması ardından bu zorunluluk ortadan kalktı. Zaten tabandaki talepleri görmezden gelen, aktif sendikal mücadeleden yana sendika temsilcilerini bertaraf etmekte pek ustalaşmış, işçi temsilciliklerine daha çok “ılımlı” kişilerin seçilmesine dikkat eden, en tepeye konuşlanmış profesyonel sendika ağaları, bazı aktif meslek sendikalarını daha da sıkı kontrol altına alabilmek için 1999’da büyük bir revizyona giriştiler. Sözümona “işkolları arasındaki rekabete son vermek” adına üçü pek büyük beş sendikayı tek çatı altında birleştirmeye giriştiler. Böylece DAG (Alman Sözleşmeli Çalışanlar Sendikası), DPG (Alman Postacılar Sendikası), HBV (Ticaret, Banka ve Sigorta Çalışanları Sendikası), IG-MDP (Matbaa, Kağıt, Yayıncılık çalışanları ve Sanatçılar Sendikası) ve ÖTV (Kamu Hizmetlileri, Taşımacılık ve Ulaşım Çalışanları Sendikası) dağıtıldı ve “Ver.Di” (Birleşik Hizmet Sektörü Çalışanları Sendikası) içinde eritildi. Böylece üye sayısı milyonları bulan işçi ve hizmetliler liberal saldırının bir parçası olmayı kabullenen tek bir sendikanın iki dudağı arasına sıkıştırıldı. 

Bıçak kemiğe dayanınca

Yazının başında sendikalar konusunda tabular olduğuna değinmiştim. Geçmişte, tabulardan ilki “sendikal birlik” konusundaydı. Yasaları gevşeterek ve aynı işkolunda değişik sendikaların kurulmasına olanak sağlayarak bizzat sermaye iktidarı yıktı bu tabuyu. Bir diğeri de, sendikalarda aktif olmaya çalışan tüm komünistlerin defalarca şahit olduğu, tepeden gelen ihanete karşın, doğrudan meslek sendikalarına yönelik eleştirilere konan yasaktı. Bu alanda en ufak bir eleştiriye tahammülsüzlük halen devam ediyor. 

1990 sonrasında giderek artan üye kayıplarına rağmen örneğin Ver.Di’nin 2019’da aidat geliri tam 479 milyon Avro idi. Bu paranın sadece 15 milyonunun mücadele için kullanıldığı, 50 milyon Avro’nun da grev bütçelerine ayrıldığı ilan edilmişti. Bu dev bütçelere karşın giderek hakların budanmasına, reel ücretlerin düşmesine karşı ne denli mücadele edildiği tartışma konusu bile yapılamıyor.

Öte yandan, işin asıl üzüntü verici yanı, yalnız bırakılan, ihanete uğradığını düşünen işçilerin geleneksel sendikalarından istifa etmeye başlamaları. Bunlardan bazıları sonradan kurulmuş başka sendikalara üye olmaya yöneliyor. Daha da kötüsü var: “Zaten bir faydası yok” düşüncesiyle üyelikten ayrılanlar yanısıra yeni çalışmaya başlayanların genel olarak sendikal örgütlenmeye ilgi duymamaları. Nitekim Alman Sendikalar Birliği (DGB) çatısı altında örgütlü işçi ve hizmetlilerin sayısı 1991 yılında toplam 11 milyon 880 bin iken, bu sayı 2019’da neredeyse yarı yarıya azalarak 6 milyonun altına inmiş bulunuyor.

Almanya’da da bıçak kemiğe dayanınca, sendikanın itirazına karşın başlatılan yerel ve küçük direnişler oluyor. Bu gidişle, yakında geleneksel sendikaların dışında küçük ve daha mücadeleci sendikaların ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacaktır.

CEMİL FUAT HENDEK / SOL


Servet vergisi meziyet ister - Mehtap ÖZCAN ERTÜRK / SÖZCÜ



Pandemide kaynaklar tükenince artan yoksulluğa çare olarak ortaya atılan ‘servet vergisi’ tartışmaları büyüyor. İktisatçılar gelir ve vergi adaletsizliğinin çözümü için servet vergisini öneriyor fakat güvenilir ve saygın bir şekilde uygulanabileceği kuşkusu öne çıkıyor.


Dünyada, özellikle de gelişmiş Batı ülkelerinde servet dağılımında adaleti sağlamaya yönelik servet vergisi tartışmaları büyüyor. Türkiye'nin de artık servet vergisini gündemine almak zorunda olduğu savunuluyor, ancak  ilk akla gelen güven sorunu oluyor.

Servet unsurları üzerinden alınan vergileri ilke olarak doğru bulduğunu belirten duayen iktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav, uygulamanın ise teknik açıdan zor olduğunu dile getirdi. Boratav, “Siyasi iktidarın sicili bu tür araçları güvenilir ve saygın bir şekilde kullanacak meziyetleri taşımamaktadır” dedi.

Prof. Dr. Aziz Konukman ise gelir dağılımının bozulduğu bu dönemde servet vergisinin artık ciddi ciddi düşünülmesi gerektiğini savunurken, vergi adaletinin yolunun da buradan geçtiğine işaret etti. Doç. Dr. Baki Demirel de servet vergisine ek olarak temel tüketim mallarında KDV oranının düşürülmesi gerektiğinin altını çizdi.

HAKKIYLA UYGULANAMAZ

“İktidarın servet vergisini, vergiciliğin genel ilkelerine tutarlı bir şekilde uygulaması mümkün değil” diyen Prof. Dr. Boratav, “Bu tür bir vergi sistemini hakkıyla uygulaması düşünülemez. Eğer uygulamaya kalkarsa tüm geçmiş uygulamalarında gerçekleştirdiği sicile bakarsak; bunun dramatik ve güvenilmez sonuçlar çıkarabileceğini de görmek gerekir. Siyasi iktidarın sicili bu tür araçları güvenilir ve saygın bir şekilde kullanacak meziyetleri taşımamaktadır” dedi.


Borçlar tasfiye edilip yoksula gelir yaratılmalı.


Yoksulluğun giderek arttığını söyleyen Yalova Üniversitesi'nden Doç Dr. Baki Demirel, “Devlet göreve girmeli. Hane halkı, tarım ve KOBİ'lerin borçlarının tasfiye edilmesi ve tıpkı ABD'deki gibi yoksullara gelir yaratılması gerekiyor” dedi.
Demirel, pandemide yaratılan yüksek parasal genişlemeyi emmek için bir vergi artışı gerektiğini belirterek, “Çok zenginler için vergi oranı yapılan parasal genişlemeye bağlı olarak belirlenmeli. Enflasyona baskı yaratmaması için ne kadar vergi salınması gerekiyor belirlenebilir” yorumunu yaptı.


“Ülkenin servet stoku belirlenmeli”

İktisatçı Prof. Dr. Aziz Konukman vergi adaletinin sağlanması için servet vergisinin devreye alınmasının zamanının geldiğini savundu.

“Gerçek bir vergi reformu o zaman hayata geçmiş olur” diyen Konukman, iş insanlarına seslenerek, “Aynı gemideysek eğer pamuk eller cebe diyerek servetlerinden bir kısmını vergi olarak vermeliler” dedi. Dolaylı vergi yükünün yüzde 70'e dayandığına işaret eden Konukman, “Yüzde 70'e yüzde 30, vergi adaletsizliği ortada. Özal hükümetinin kaldırdığı servet beyannamesi yeniden yürürlüğe girmeli ve servet stoku belirlenmeli. Nasıl bir teknikle vergilendirileceği, geniş katılımlı, tüm örgütlü kesimlerin görüşleri alınarak uzlaşma yoluyla yapılmalı” dedi.

Mehtap ÖZCAN ERTÜRK / SÖZCÜ

Fotoğraf albümünden AKP’li siyasiler çıktı(Ali Ekber ERTÜRK)+Eski basın müşavirinin maskesini ‘Maske’ düşürdü(Saygı ÖZTÜRK)/ SÖZCÜ

Fotoğraf albümünden AKP’li siyasiler çıktı(Ali Ekber ERTÜRK-SÖZCÜ)

ESKİ diplomat Veysel Filiz, ailesiyle yurtdışına çıkarken otomobilinde 100 kilogram eroinle yakalanmıştı. Filiz’in AKP’li üst düzey Yozgatlı hemşehrileriyle yan yana fotoğrafları çıktı. FİLİZ, Yozgatlı C.Başkanı Yardımcısı Fuat Oktay’la tanışmış. Yine Yozgatlı eski Bakan Bekir Bozdağ’la görüşmüş. AKP’li vekillerle poz vermiş...


Hamzabeyli Sınır Kapısı'nda 100 kilo eroinle yakalanan Türkiye'nin Brüksel Büyükelçiliği'nde Basın Müşavirliği görevinde bulunan Veysel Filiz, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, meslekten ihraç edildi.

Filiz, sınır kapısında uyuşturucu yakalandığında her zamanki uygulamaların aksine basına kesinlikle bilgi sızmaması için talimat verildi. Yaklaşık 15 gün önce meydana gelen kaçakçılık olayını kamuoyuna SÖZCÜ duyurdu.

Yozgatlı siyasetçi ve bürokratlara yakınlığıyla bilinen Veysel Filiz'in, AKP'lilerle samimi pozları ortaya çıktı. Filiz'in, resmi görevli olduğu dönemlerde bir araya geldiği eski Adalet Bakanı hemşehrisi Bekir Bozdağ ve AKP Yozgat milletvekilleriyle çektiği hatıra fotoğrafları gündem oldu.

AKP Yozgat Milletvekili Yusuf Başer de Avrupa Yozgatlılar Federasyonu Başkanı Veysel Filiz'den aldığı plaketi teşekkür mesajıyla paylaştı.

                                                     ***
Eski basın müşavirinin maskesini ‘Maske’ düşürdü (Saygı ÖZTÜRK / SÖZCÜ)



Sınırda eroinle yakalanan Veysel Filiz, diplomat olduğunu belirtip aranamayacağını söyledi. Pasaportunu ibraz edemeyince süresi geçmiş diplomatik kartını gösterdi. Narkotik köpeği ‘Maske’ye yakalandı.


Türkiye'nin Brüksel Büyükelçiliği eski Basın Müşaviri, Sosyal Uyum İçin Avrupalı Müslümanlar Girişimi (EMİSCO) sözcüsü, kağıt üstünde kurulu görülen Avrupa Yozgatlılar Federasyonu Başkanı Veysel Filiz'in, 100 kilo uyuşturucu madde ile Hamzabeyli sınır Kapısında yakalandığını, SÖZCÜ Türkiye'ye duyurdu.

Veysel Filiz'in aramadan kurtulmak için kendisinin diplomatik pasaportunun bulunduğunu, bunu ibraz edemeyince diplomatik kimlik kartı gösterdiği ortaya çıktı. Ancak, kartın geçerlilik süresinin de 15 Mayıs 2018'de dolduğu belirlendi.

İHBAR ÜZERİNE

Yurt dışına sıkça gidip gelen, televizyonlarda kendisini Türkolog olarak tanıtan ve diğer kimliklerini kullanan, özellikle Yozgatlı siyasetçi ve bürokratlara yakınlığıyla bilinen Veysel Filiz'in, 8 Aralık'ta yurt dışına çıkmak isterken, aracında uyuşturucu madde bulunduğu ihbarı yapıldı.

Gümrük görevlilerinin aramasından sonuç elde edilemeyince dedektör köpek “Maske”ya arama yaptırıldı. Yaklaşık 100 kilo uyuşturucu aracın özel bölmesinde ele geçirildi.

Olayın basın tarafından duyulmaması için bakanlıktan talimat üzerine talimat gelmesi ise gümrük görevlilerini de şaşkına çevirdi.

İşte olayla ilgili yakalama tutanağı:

“DİPLOMATİK KİŞİYİM”

“8.12.2020 günü saat 20:25’de Türkiye’den çıkış yapmak üzere Hamzabeyli Gümrük Sahasına gelen, P FRA 17FV13298 seri numaralı Fransız pasaportu hamili, 1974/Boğazlıyan doğumlu Veysel Filiz'in sürücülüğünü yaptığı, R.F ve H.F.A'nın da yolcu olarak bulunduğu 34 FLZ 46 plakalı araç, polis pasaport çıkış ve tescil işlemlerine müteakip Kara Kapıları Taşıt Takip Sistemi tarafından X-Ray taramasına sevk edildi.

Araç şoförü Veysel Filiz, ‘Diplomatik kişiliğe sahip olduğunu, aracının X-Ray taramasına girmesini istemediğini' söyledi.

Veysel Filiz'den diplomatik pasaportunu ibraz etmesi istendi. Ancak, diplomatik pasaportunun olmadığını, diplomatik kimlik kartına sahip olduğunu söyledi ve kimlik kartını ibraz etti. Kimlik üzerinde yapılan kontrollerde Veysel Filiz'in ibraz ettiği Belçika Makamlarınca verilen Diplomatik Kimlik

Kartının 15.05.2018 tarihi itibariyle süresinin bitmiş olduğu görüldü.

MASKE ARADI

Filiz'in otomobili X-Ray taramasına sevk edildi. Araçta şüpheli yoğunluk tespit edildi ve detaylı aranması için araç hangara çekildi.

Araç sürücüsü Veysel Filiz'in huzurunda Bölge Amirliğimiz personelleri ve Narkotik Detektör Köpeği ‘MASKE' marifetiyle yapılan arama ve kontrollerde; ‘Maske’, otomobilin arka bagaj kısmına aşırı tepki verdi.

Aracın bagaj kısmında 88_cm boyunda 80_cm eninde ‘menteşeli piston' marifetiyle hareket eden dikdörtgen, orijinalinde bulunmayan, metal kapak tespit edildi.

Metal kapak açıldığında 87 cm uzunluğunda, 67 cm eninde, 26 cm derinliğinde, etrafı alüminyum folyo ile kaplı ‘zula' olarak değerlendirilen alanda gizlenmiş vaziyette kahverengi bant ile kaplanmış ve şeffaf görünümlü çok sayıda paket olduğu görüldü.

Maddelerin eroin olduğu görüldü. Söz konusu paketlerden, usulüne uygun olarak alınan numuneleri Multi-Drug marka Uyuşturucu Madde Test Kiti ile yapılan ön analizlerinde uyuşturucu maddelerden “OPF'(Eroin) ikazı alındı.

DEĞERİ 49 MİLYON

Kimyasal madde tespit cihazıyla yapılan analizde de eroin uyarısı alındı. Uyuşturucu maddelerin hassas tartım ve tespitinde; toplam 182 paket içerisinde daralı ağırlığı 98 kilo 740 gram eroin ele geçirildi.

Ele geçirilen uyuşturucu maddelerin piyasa değeri yaklaşık olarak 49 milyon 372 bin Türk Lirası olarak hesaplandı.

Şüpheli Veysel Filiz'e yasal hakları hatırlatıldı ve gözaltına alındı. Olayla ilgili adli soruşturma Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde gizlilik içinde devam ediyor.

Veysel Filiz, Savcılıkta verdiği ifadede uyuşturucunun kendisine ait olmadığını, nasıl aracına konulduğunu bilmediğini ve bunun bir komplo olduğunu öne sürdü.

Tutuklanan Veysel Filiz'in daha önce meslekten çıkarıldığı, Brüksel Büyükelçiliği'ndeki görevi sırasında da zimmetle ilgili soruşturma geçirdiği öğrenildi.


 

23 Aralık 2020 Çarşamba

Herkes bilmeli ki süpermarket artık sadece tüp satıyor: Nimet Abla gitti Ertuğrul Abi geldi- Hamit ABAT / BİRGÜN

 


Hürriyet ve bağlı medya organlarının Demirören Grubu’na geçmesiyle 90’ların replikasını yaşamaya başladık. Haksızlık etmemek gerek, Hürriyet Doğan ailesinin elinde hiçbir zaman bugünün Sabah’ı olmamıştı. Ama gazete, grubun ticari çıkarları için sıklıkla kullanılıyordu. Ancak grubun Demirörenlerin eline geçmesiyle birlikte, 90’ların medya komedisi 2020’lerin vodviline dönüştü.

Demokratik ülkelerde medya sahipliği, özellikle yurttaşların gerçeklere ulaşabilmesi için hassas kurallarla sınırlanmış halde. Ancak bu coğrafyada yaşayanlar; ne kör-topal bir demokrasisi olan eski Türkiye’de ne de Erdoğan’ın “Yeni Türkiye”sinin ileri (!) demokrasisinde böyle bir lükse sahip olabildi. Her şeyi değiştirme iddiasındaki AKP, özellikle 90’lı yıllarda büyük sermayenin girdiği medya sektörünün sahiplik yapısına dokunmadı. Sahiplerini değiştirdi elbette ancak sistemi düzenlemek ya da dengelemek için kılını kıpırdatmadı, ömrünü uzatabilmek için dördüncü kuvveti, kendi propaganda aygıtına dönüştürmeyi tercih etti. Rabiaya bir 5. parmak eklendi: Tek medya!

AKP’den önce Türkiye’de medya sahipliği şöyle işliyordu: Belli bir sermaye birikimine, mali güce kavuşmuş işadamları, siyaset üzerinde bir güç kurarak zenginliklerini artırmak için medya kuruyor ya da satın alıyordu. Özetle niyetleri, özelleştirmelerin hız kazandığı yıllarda zenginliklerine zenginlik katmak, yeni sektörlere yelken açmaktı. 90’lı yılların en büyük medya tröstleri olan Aydın Doğan’ın Hürriyet, Dinç Bilgin’in Sabah grubunun, hatta Işık Tarikatı'nın Türkiye gazetesinin izlediği yol buydu. Gazeteleri, televizyonları üzerinden bankacılıktan madenciliğe kârlı birçok sektörden para kazanmaya başladılar. Medya patronu olarak sahip oldukları güçle hem siyaseti, hem de iş dünyasındaki rakipleri üzerinde ciddi bir baskı oluşturmaya başladılar. Medya sahipliğiyle kazandıkları prestij de cabasıydı. Açamadıkları kapı kalmamıştı.

‘ÜZEN” GAZETECİLER GİTTİ ‘ÜZÜLEN PATRONLAR’ GELDİ

2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte, medya devlerinin güçlerine yönelik bir sınırlama sinyali gelmedi değil. Ama tıpkı Erdoğan’ın bir dönem AB reformlarına sarılma gerekçesi gibi; burada niyet medya sahiplik yapısını demokratik bir çerçeveye oturtmak değil, karşısında kendisine muhalefet edebilecek güçleri ortadan kaldırmaktı. Sabah gazetesine Etibank sıkıntıları nedeniyle el kondu. TMSF üzerinden Erdoğan’ın bir dönem pek sevdiği Ahmet Çalık’a teslim edildi, böyle başlayan süreç Sabah Grubu'nun havuz medyasına dönüştürülmesine kadar vardı. Aydın Doğan da, önce vergi cezası, akabinde 28 Şubat ve kayıt kaçakçılığı iddiasıyla hapis tehdidiyle korkutuldu. Paraşütteki “yük”leri atarak, hükümeti “üzen” bazı gazeteci ve yazarlara yol vererek ya da hükümetin hazzetmediği yayın organlarını -bakınız Gözcü ve Radikal- kapatarak üzerindeki tehditlerden sıyrılacağını düşündü.

Ancak bu adımlar Türkiye’yi yöneten zihniyet için elbette yeterli olmayacaktı. Aydın Doğan’ın medya sahipliğinin asıl sebebi olan şeyi ortadan kaldırmak gerekiyordu: Medyasını satmak zorunda kalacağı güne kadar, Doğan Ailesi'ni ticari olarak sıkıştırmak. Özellikle 2010’lardan itibaren Doğan grubu hiçbir devlet ihalesini alamadı. Devletten ruhsat alınması gereken hiçbir yeni sektöre giremedi. Aksine, elindeki varlıkları bir bir elden çıkarmak zorunda kaldı. Ankara’nın bastırmasıyla Dış Bank’ı Belçikalılara, Petrol Ofisi’ni Avusturyalılara, Vatan-Milliyet gazetelerini tüpçülükle tanınan Demirören Grubu’na, Star TV’yi de Doğuş Grubu’na satmak zorunda kaldı.

İHALELERİN VERGİSİ OLARAK MEDYA SATIN ALDIRMAK

Yazının girişinde paylaştığım, işadamlarının medya sahibi olma gerekçeleri AKP ile birlikte değişti elbette. Ama artık işadamları, zengin olmak için medyaya girmiyordu. İktidar, devlet ihaleleri aracılığıyla Karun'a dönüştürdüğü işadamlarına, medya satın almaları talimatı veriyordu. El koyduğu, sattırmak zorunda bıraktığı gazete ve televizyonları; bugünlerde 5’li çete olarak anılan müteahhitlere aldırdı. Bu işadamlarının satın aldığı, damat Albayrak’ın ağabeyi tarafından yönetilen bu medyanın okunmak, tıklanmak gibi bir derdi yoktu. Ticari bir kaygıları olmadığı açıktı, halihazırda bizim vergilerimizle kazandıkları milyarlar yeterliydi. Bizim vergilerimizle, halkın yarısını terörist, hain ilan eden bir havuz medyası yaratıldı.

Ancak bu plan, bir süre sonra iktidarın hedeflerine hizmet etmemeye başladı. Propaganda bültenine dönüştürülen havuz medyasının seçmen önemli bir etkisi kalmadı. Hatta aksine, havuz medyasında yaratılan söylem izleyici ve okurları buradan uzaklaştırdığı gibi, muhalefet için itici güce dönüştü. Muhalefet etmese bile, kendi çerçevesinde dengeli davranmaya çalışan medya kurumlarını da ele geçirmek gerekiyordu. Göze kestirilen yer belliydi: Doğan Grubu. İnandırıcı ya da hâlâ kitleler üzerinde kısmen kredisi olan büyük bir kurumu ele geçirmek, iktidarın mesajlarını bu kisvenin arasına sıkıştırarak topluma zerk etme niyeti vardı. Aynı zamanda, her an kafayı kırıp bayrak açabilecek, hükümete karşı muhalefet edebilecek küçük bir ihtimali ortadan kaldırmak gerekiyordu.

TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR İHALELER PATRONUNDUR!

İşte bu noktada, kendisi “küçük” ama mide bulandıran yandaş yazarların “22 Mart devrimi” dedikleri, 2018’deki büyük satışa sahne oldu medya dünyası. Aydın Doğan, hem parasına hem de bireysel özgürlüğüne yönelik tehditlerden kurtulmak için sahibi olduğu medya grubunu Demirören Ailesi'ne sattı. Bu satışın hem fikren hem de mali olarak mimarı olan Saray, özellikle grubun amiral gemisi Hürriyet’i bir süre “gibi yaparak” yönetmeye çalıştı. Elbette gazete manşetlerden muhalefet etmiyordu ya da iktidarın canını sıkacak gelişmeleri büyütmüyordu. Grupta hâlâ çalışmak zorunda kalan iyi gazetecilerin haberleri, içeride de olsa, yazar altlarına sıkıştırılarak, çift sütunda nötr başlıkla okurlara iletiliyordu. Ama her zamanki gibi iktidara bu da yetmedi. Demirören Ailesi'nin elinde gazete, Sabah gazetesine çok yakın bir çizgiye geldi.

Ertuğrul Özkök’ün 20 yıllık yayın yönetmenliği döneminde tedavüle soktuğu “süpermarket” gazeteciliği tarihe karıştı. Özkök’ün kitle gazeteciliğini kavramsallaştığı şeyin temel prensibi şöyle işliyordu: “Bu gazete tıpkı bir süpermarket gibi. İçeriye girdiğinizde her türlü ürünü bulabiliyorsunuz. Bizim gazetemizde de her görüşten yazar, muhabir var. İçeri giren okur dilediğini okuyabiliyor.” Doğan Grubu’nun sahipliği altındayken bile aslında süreç tam söylediği gibi işlemiyordu. Taha Akyol ile Mehmet Yılmaz’a aynı gazetede sütun vermek, Hürriyet’i tarafsız kılmıyordu. Gazetenin elbette belli alanlarda net tavrı oluyordu, siyasi değişiklerle birlikte sıklıkla değişen. Ama bunlar dışındaki tek temel şey, Doğan Ailesi'nin çıkarlarını gözetmekti.

90’LAR SADECE ‘BEYAZ TOROS’LARDAN İBARET DEĞİL

Grubun faaliyet gösterdiği alanlarla ilgili haberler sadece ekonomi sayfalarını değil, gazetenin manşetlerini de süslüyordu. İnternet alışveriş sitesi mi kuruldu? Hepsiburada haberlerinden geçilmiyordu. Akaryakıt sektöründe Petrol Ofisi’nin canını sıkan bir şey mi vardı? Sıklıkla pompaya dair haberler okurduk. Ya da haksız bir vergi cezası mı verilmişti gruba? Gazetenin arasında “Mukteza nedir?” konulu özel ekler girdi evlerimize. Bu bir nevi 90’larda büyüyen holding medyasıyla öğrendiğimiz bir çaresizlikti. Ama beterin beterinin de olduğunu unutmamak gerekiyordu…

Hürriyet ve bağlı medya organlarının Demirören Grubu’na geçmesiyle 90’ların replikasını yaşamaya başladık. Haksızlık etmemek gerek, Hürriyet, Doğan Ailesi'nin elinde hiçbir zaman bugünün Sabah’ı olmamıştı. Ama gazete, grubun ticari çıkarları için sıklıkla kullanılıyordu. Ancak grubun Demirörenlerin eline geçmesiyle birlikte, 90’ların medya komedisi 2020’lerin vodviline dönüştü. Enerji sektöründeki Aydın Doğan’ın, dönemin Enerji Bakanı Cumhur Ersümer haberleri gibi; Demirörenlerin yatırım yaptıkları alanlara “bakan”lar haftada birkaç kez manşet olmaya başladı.

PİYANGODA “TÜP” PATLAYINCA, KÖŞELER DEVREYE GİRDİ

İktidarın kullanışlı figürlerini manşete çekmek yetmedi, artık “ürün yerleştirme” dönemi başladı. Milli Piyango’nun Demirören ailesi tarafından devralınmasıyla birlikte eskiden sadece yılbaşında verilen çekiliş sonuçları artık günlüğe döndü. 

Gazetenin tepesinden anonslanarak elbette… Bu da yetmedi, “Tüpçü”nün yönetimindeki Milli Piyango’ya yönelik güvensizlikler artınca, gazetenin üzerinden bir PR kampanyası başlatıldı. Önce “Yeminle kazanma oranlarımız değişmedi” minvalinde haberler çıktı. 

Demirören’in devralmasıyla piyangoda vergilerin “sıfırlandığı” ortaya çıkınca, “İki gözümüz önümüze aksın” manşetleri okuduk. Duygu sömürüsü yapmak için “Bilet almamazlık etmeyin, 30 bin aile bundan geçiniyor” haberleri okuduk. Ama tüm bunlar yetmedi, Ertuğrul Özkök iki gün arka arkaya tam sayfa yazdığı yazılarla Milli Piyango savunmasına girişti. Üstelik, nötr gazeteci pozlarıyla… Soru ve cevapları daha önceden hazırlanıp kendisine gönderildiği çok net olan bir röportajla. Haberlerin arasına patronların çıkarlarını sıkıştırmak artık yetmiyordu. Demirören’in piyango şirketinin yöneticisi, köşe yazısı üzerinden bilet satıyordu! Hem de “süpermarket gazeteciliği”nin isim babası Ertuğrul Özkök’ün dükkanında.

Hamit ABAT /  BİRGÜN

Şehirlerde güven(siz)liğin sosyolojisi: Tesadüfen yaşamak - Şükrü Aslan / BİRGÜN


 Tüm ülkede olduğu gibi şehirlerde de toplumsal güvenliğin sağlanması temelde bir kamusal yükümlülüktür. Diğer toplumsal meselelerde olduğu gibi güvenlik meselesinin de kamusal yarar, kamusal politika ve pratiklerle ele alınması gerekir.

Türkiye’de şehirlerde gündelik hayatın güvenlik boyutu, tıpkı yoksulluk ve işsizlik gibi yakıcı bir toplumsal sorun haline gelmiş görünüyor. Sadece TV’lerde izlediğimiz sarsıcı nitelikteki şiddet ve özellikle cinayet haberlerinin seviyesi bile bu yeni durumu anlamak için yeterlidir. Ana haber programlarının mutlaka bir kısmını, hatta bazen çoğunluğunu oluşturan haberlerin de, olgunun da muhatapları artık genelde şehir sakinleridir. ‘Trafikte tartıştığı kişiyi ateş ederek öldürdü’, ‘yan baktın diye sokakta tanımadığı adamı vurdu’, ‘otobüsteki tartışma cinayetle bitti’ gibi haberlere ve onların dehşet verici etkilerine neredeyse herkes aşina artık.

Bu süreçte şiddet o kadar rutinleşti ki çok yeni olgu ve kavramlar dilimize girdi. Mesela yorgun mermi onlardan biri. Nereden geldiği belli olmayan bir merminin, herhangi bir kişiye isabet etmesi anlamına gelen bu durum artık hiç de istisnai değil. Bir de çoğunluğu cinayetlerle biten fasılalı şiddet olgusu var. Saldırı devam ediyorken, saldırganın, evine-işyerine gidip silahını alarak kaldığı yerden devam etmesi hali. Başka örnekler de var kuşkusuz. Mesela Düğün Magandaları. Ellerinde türlü silahlarla rastgele ateş açan kişileri anlatmak için kullanılıyor bu ifade. Ama eğer bu ateş sonunda birileri ölmüşse. Öteki türlü ‘düğün eğlencesi’ gibi bir anlam yüklenerek normalleştiriliyor. Keza mafya hesaplaşmaları da bu şiddet sarmalının bir örneğidir. 1960’lı ve 70’li yılların kabadayılık geleneğinden epeyce farklılaşmış olarak hem mafyatik grupların hem de dahil oldukları çatışmalarının sayısında adeta patlama yaşanıyor. Şu günlerde pandemi sebebiyle yasaklanmış olmakla birlikte yakın zamana kadar asker uğurlama törenleri de tıpkı düğünler gibi ateşli silahların eşlik ettiği gösterilere dönmeye başlamıştı.

Kadın cinayetleri bambaşka ve çok daha ürkütücü bir kategoriyi oluşturuyor. Son beş yıl içinde Türkiye’de (2015 yılından 2020 yılına kadar) 1.753’ü silahla olmak üzere 2.324 kadın cinayeti yaşanmıştır. Başka bir deyişle bu cinayetlerin yüzde 74’ünde de silahlar kullanılmıştır. Kameralara takılan kadın cinayetleri ve silahlı saldırılardan kurtulabilen kadın anlatıları dehşetin boyutlarını görmek açısından ürkütücü.

Özetle Türkiye şehirlerinin toplumsal manzarasında şiddet hareketleri ve özellikle keyfi silah kullanımının geldiği seviye çok önemli bir toplumsal bir soruna işaret ediyor. İstatistikler de bu sorunun fotoğrafı gibi adeta. Umut Vakfı’nın Türkiye’nin Silahlı Şiddet Haritası raporuna göre 2019 yılında Türkiye genelinde 3 bin 623 silahlı olay yaşanmıştır. Bunların 2 bin 867’sinde ateşli silahlar (1.402’si her tür tüfek, 1.465’i tabanca), 756’sında ise her türlü kesici, delici alet kullanılmıştır. Bu olaylarda 2.211 kişi ölmüş; 3.736 kişi yaralanmıştır. Veriler ve dolayısıyla toplumsal manzara oldukça dehşet verici. Üstelik bu veriler, sadece basına yansıyan haberleri kapsıyor. Oysa durum gerçekten çok vahimdir, çünkü basına yansımamış çok sayıda şiddet hareketi olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil.

Bütün bu şiddet ortamı ve cinayetlerin, gözetleme-kontrol teknolojileri sayesinde izlenebiliyor olması ise kendi başına bir sosyolojik analizin konusu. Zira tüm toplum bu izleme/gözetleme teknolojileri sayesinde kentsel sahnedeki bütün bu şiddet sarmalını adeta canlı biçimde izliyor ve farkında olarak veya olmayarak kanıksıyor.

YAYGINLAŞAN ŞİDDETİN İNŞA ETTİĞİ DUYGU

Bugünkü kentsel-toplumsal manzaranın şiddete dair göstergelerini birkaç başlık altında tasnif edebiliriz ki en başta şunu söylemek mümkün: Bugün artık, esas olarak politik dinamiklerin belirlediği 1970’li yılların toplumsal gerilim manzarasından bambaşka bir dönemdeyiz. O yılların zaman zaman şiddeti de içeren kentsel-toplumsal hareketleri, sınıfsal-siyasal dinamikler ve gerilimlere dayanıyordu. Hem alttan gelen toplumsal hareketler hem de karşı girişimler genel olarak bu politik-toplumsal bağlama oturuyordu. Bunun dışına kaçan şiddet sarmalı; özellikle şimdi yıldönümünde bulunduğumuz 78 Maraş katliamı örneğindeki gibi müdahale edilmemiş katliamlar ise, sonradan bir ölçüde ortaya çıktığı gibi sistem politikaları içerisinden üretilen saiklerin neticeleriydi.

Bugün ise birbirlerine karşı şiddet kullanma eğilimindeki sosyal grupların sayısı çeşitlenmiş görünüyor. Hatta gruplardan bireylere yayılan çok geniş bir düzlem söz konusu. Bu yeni şiddet sarmalında iktisadi çıkarları çatışan gruplardan bireysel girişim ve eğilimlere; siyasal arka planı olanlardan, bundan azade olanlara kadar oldukça geniş toplumsal ilişki ve dinamiklerin etkili olduğunu görüyoruz.

Bunun sonucu olarak bugün artık sadece şehirlerdeki bazı mekânların değil, bir bütün olarak şehirlerin güvensiz mekânlara dönüştüğünü görüyoruz. Böyle bir kentsel-toplumsal ortamda bulunmanın kendisi bile şiddete muhatap olmak ya da maruz kalmak için yeterli neden olabiliyor. Başka bir deyişle bir şiddet hareketine maruz kalmanız için birilerinin bilinçli hedefi olmanız gerekmiyor. Tesadüfen yaşamak bu ortamda adeta olağanlaşmış görünüyor.

Bugüne özgü ilginç bir durum da, bütün şiddet hareketlerinin iletişim-kontrol teknolojilerinin çok geliştiği bir zamanda ve dolayısıyla kamunun gözleri önünde cereyan ediyor olmasıdır. Ancak bu durum, faillerin görece erken tespit edilmeleri dışında bir işe yaramamış görünüyor. Faillerin tespit edilmesi, fiillerin artışını engellemiyor. Hatta istatistikler, ikisi arasında pozitif korelasyon olduğunu gösteriyor.

GEÇMİŞ TECRÜBEYİ ARAMAK: GÜVENLİK İÇİN SOSYAL DEVLET

Bir toplumsal sorun olarak şehirlerde güvenlik elbette sadece bugüne özgü bir durum değildir. Sanayileşmeyle ortaya çıkan modern şehirlerin bir sorunu olarak hep vardı. Zira modernite, bireyin statüsünü köklü olarak değiştirip; geleneksel aidiyetlerinden koparmış ve güvensiz bir ortama bırakmıştı. Bu nedenle kollektif aidiyet, güvenliğin yegâne koşulu olarak görülmüştü. Max Weber gibi pek çok sosyal bilimci bu nedenle güvenlik için devleti referans göstermişlerdi.

Ne var ki modern insanın, demokrasi ve hukuk devletinde somutlaşan sivil güvenlik ve sosyal devlet ilkesinde somutlaşan sosyal güvenlik talebi hiçbir zaman tam olarak karşılanamamıştır. Modern devletin kurmayı denediği hukuki eşitlik hali ise gerçekte iktisadi ve sosyal eşitsizlikleri çözemediği için, her zaman bir güvenlik sorunu olmuştur.

Sosyal devlet deneyimi diğer alanlarda olduğu gibi yurttaşların güvenliği meselesini de bir kamusal iş ve ödev olarak tanımladığı için, öncesi ve sonrası ile mukayese edildiğinde, görece rahat bir dönem olmuştur. Hem sosyal güvenlik kurumlarının inşası hem de şiddet hallerinin kamusal mekanizmalar eliyle kontrol altına alınması anlamında güvenlik, sosyal devletin önemli bir mesai alanı olarak düzenlenmiştir. Dolayısıyla ve en azından teorik olarak, toplum güvenliğinin, sosyal devlet eliyle sağlandığı uygulamada silah bulundurmak ve kullanmak da ancak devlete ait bir iş olarak kabul edilmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem ya da Türkiye için söylersek 1960-1970’li yıllar bu anlamda bir sosyal devlet denemesi sayılabilir.

ŞİDDETİN YENİ DİNAMİKLERİ VE TOPLUMSAL ÇARESİZLİK

Ancak 1980’li yıllardan bu yana iktisadi, siyasal ve toplumsal koşullarda radikal değişiklikler gerçekleşmiştir. Bunların en önemlisi, devletin kamusal yükümlülükleri ile ilgili alanların hızla daralmasıdır. Buna paralel olarak devlet aracılığıyla sorun çözme kültürü ve imkânlarının da zayıflamasıdır. Şehirlerdeki kamusal hayat ve güvenlik alanı da bu değişimden etkilenmiştir hiç kuşkusuz. Castel’in dediği gibi sosyal devlet iyice zayıflamış; 1960-1970’li yıllarda bir ölçüde kurulabilen kollektif güvence sistemleri parçalanmıştır. Dolayısıyla yurttaşlar bunun neticesi olarak güvencesiz ortama sürüklenmişlerdir. Anthony Giddens, yerinden çıkmış birey ifadesini bu durumu anlatmak için kullanmıştı.

Bu dönemde sistemin, güvenlik alanından adım adım çekilmesine eşlik eden silahlanma edimi ise bu yeni toplumsal manzarayı iyice ürkütücü hale getirmiştir. Silahlanma eğilimindeki artışa bağlı olarak şehirlerde şiddet hareketleri ve onun bir parçası olarak cinayetler de artmış ve güvensiz ortam derinleşmiştir. Bu durumu en yalın anlatacak ifade toplumsal çaresizlik olabilir. Çünkü bu, bireylerin kendi başlarına üstesinden gelebilecekleri bir durum değildir.

Şehirlerde yaşayan nüfusun sadece yarınından değil, anlık durumundan da kaygı duyduğu bu dönemde, doğal olarak güvenliğe dair bir dizi yeni iktisadi sektör gelişmiştir. Kilit ve alarm sistemleri, parmaklıklar, çelik kapılar, bariyerler, tuzaklar, kamerayla kontrol ve özel güvenlik sistemleri, kentin hemen her yerinde güvenlik sistemleri satan yeni mağazalar vb. Bireyler; araçlarını, konutlarını, işyerlerini ve bizzat kendilerini korumak kaygısıyla, bu yeni sektörlerin müşteri portföyünün genişlemesine katkıda bulunmuşlardır ve bulunmaktadırlar.

GÜVENLİK KAMUSAL ZORUNLULUKTUR

Sonuç olarak şehirler, sistem ve güvenlik meselesinin üç temel noktada şekillenen sosyolojik bağlamını aktararak tamamlayalım.

Birincisi, tüm ülkede olduğu gibi şehirlerde de toplumsal güvenliğin sağlanması temelde bir kamusal yükümlülüktür. Başka bir deyişle yurttaşların güvenliğini, yine yurttaşların kendilerine bırakmak aslında kaotik ortama bir davetiyedir. Bu nedenle diğer toplumsal meselelerde olduğu gibi güvenlik meselesinin de kamusal yarar, kamusal politika ve pratiklerle ele alınması gerekir.

İkincisi, bugünkü güvenliksiz fiili durumu aşabilmek için, en başta kamusal yarara uygun dil ve politik söylem en önemli araçtır. Özellikle de şiddetin adeta normalleştirildiği bugün bu adım çok daha büyük ihtiyaçtır. Zira şiddetin, silahların ve öldürme edimlerinin adeta normal ve hatta bazen övünülecek haller gibi anlatıldığı bir dil, politika ve kültür hakim olduğu sürece, şiddetin önlenmesine dair tedbirlerin tümü işlevsiz kalır.

Üçüncüsü dil ve söylemden de öte pratik bir adım olarak bireysel silahlanmaya net bir kısıtlama getirilmelidir. Özellikle silahın bir statü-güç sembolü olarak algılandığı toplumsal kültürlerde, kısıtlayıcı koşulların olmaması, her zaman silahın kullanım kolaylığına alan açar ve zaten böyle olmuştur. Nitekim Umut Vakfı’nın özenle yapılmış çalışmalarında görüldüğü gibi şehirlerdeki bireysel-sosyal şiddet hareketlerinin çok büyük bir bölümünde ateşli silahlar kullanılmaktadır. O halde kamunun ilk ve acil olarak bu noktadan müdahalesi normal, toplumsal bir beklentidir. Unutmamak gerekir ki trafikte veya herhangi başka bir yerde insanlar yine münakaşa edebilir ama belinde birer silahları yoksa bu münakaşalar cinayetlere dönüşmeyebilir.

Son olarak özellikle pandemi sürecinin yarattığı toplumsal ve iktisadi sorunlar bağlamında çok sık konuşmaya başladığımız sosyal devlet vurgusu, güvenlik meselesinde de en önemli referans olarak karşımıza çıkıyor. Başka bir deyişle asli görevlerinden birisi de “can ve mal güvenliği”ni sağlamak olan kamunun, bu alana kamusal yarar ilkesiyle müdahalesi acil bir ihtiyaç olarak duruyor. Uzun bir süredir fiziksel mekânda ve fiili görev alanlarında yükümlülüklerini piyasaya bıraktığı için giderek işlevsizleşen ve fakat izleyici ve gözetleyici rolü sınırsız biçimde artan sistemin, asıl odaklanması gereken kamusal yarar alanına davet edilmesi bir yurttaşlık görevi haline geliyor. Zira sosyal devlet politikalarının ömrünü doldurduğunu iddia eden ve devletin küçültülmesi adına kamusal görevleri piyasaya havale eden günümüz liberal devlet söylemiyle şehirlerde güvenlik ortamı sağlanamaz. 

Robert Castel’in dediği gibi yine de tüm tehlikelerden azade olma garantisini asla bulamayacağız. Ama kamucu yaklaşımla daha adil ve daha insani bir ortamda yaşama şansı elde edebiliriz.

Şükrü Aslan / BİRGÜN

Nihal Atsız Parkı’ndan Türkeş’in evine - Fatih Yaşlı / SOL

 

Bugünler köklerini dünden alıyor, bugünleri anlamanın yolu dünü anlamaktan geçiyor, bugünü gerçekten değiştirebilmek için dünü gerçekten bilmek gerekiyor. 

Türkiye İslamcılığının “üstad”ı Necip Fazıl, 26 Aralık 1978’de, köşe yazılarına bir süreliğine ara vereceğini duyurdu; aynı gün Ecevit hükümetinin aldığı sıkıyönetim kararı Meclis’te oylandı ve kabul edildi.

Necip Fazıl’ın yazmaya ara verme kararının gerekçesiyle, Ecevit’in sıkıyönetim ilan etme kararının gerekçesi aynıydı: Günlerdir Maraş’ta bir katliam yaşanıyordu. 

Ecevit Meclis’te yaptığı konuşmada yaşananları hükümete değil “doğrudan devlete karşı bir ayaklanma” olarak nitelendirmiş, siyasi hayatı boyunca sıkıyönetimlere hep karşı olmakla birlikte bu kez sıkıyönetimi tek çare olarak gördüğü minvalinde bir konuşma yapmıştı.  

Necip Fazıl ise aynı gün yayınlanan yazısında şöyle diyordu: 

“Maraş hadiselerine dair şu anda bir kıymet hükmü belirtmekten çekindiğim ve belirtecek olursam manaların nasıl bir bomba dehşetine dönüşeceğini ve hangi tarafın ekmeğine yağ süreceğini tahminden aciz olduğum şartlar altında, vaziyet açıklık kazanıncaya kadar kalemimi susturuyor ve bu ana-baba gününde başka mevzulara el atmayı da sefalet telakki ediyorum. 

Ne ilginç bir tesadüftür ki, Necip Fazıl bütün bir 1978 yılı boyunca Ecevit hükümeti ve sol aleyhine yazılar yazmış, Ecevit hükümetinin devrilmesini komünizmle mücadelenin en önemli basamaklarından biri olarak görmüştü.

Necip Fazıl’ın 1977’de komünizme karşı tek çare olarak görüp Milli Görüş’ün yerine desteklemeye başladığı MHP ise yılın ilk aylarından itibaren stratejisini faşist terörü yükseltmek, toplumsal muhalefeti korku ile teslim almak, iş başına gelen Ecevit hükümetini sıkıyönetim ilan etmeye mecbur bırakarak devirmek ve bir darbe aracılığıyla iktidarı almak üzerine kurmuştu. 

Ve şimdi, Maraş katliamıyla birlikte, Ecevit faşizme karşı gerçek bir mücadele vermemenin bedelini sıkıyönetim ilan ederek ödemeye mecbur kalıyor, Necip Fazıl ise gidişatı öngöremediği ve korktuğu için yazılarına ara veriyordu… 

Maraş’a giden yol 

Faşist terörü yükseltmeye dayalı stratejinin ilk saldırısı 16 Mart’ta İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleşti. Üniversiteden toplu halde çıkış yapan solcu öğrencilerin üzerine bomba atıldı. Saldırıda yedi öğrenci yaşamını yitirirken kırk bir öğrenci de yaralandı. Katliamın gerisinde Abdullah Çatlı vardı. Çatlı, katliamda kullanılan NATO menşeili TNT kalıplarını Mehmet Ali Çeviker adlı bir yüzbaşıdan almıştı ve Çeviker Maraş katliamının hemen öncesinde, aynı seriden patlayıcı maddelerle ve silahlarla Maraş yolunda yakalanacaktı.

Yılın ilk siyasi suikastı ise 24 Mart’ta gerçekleşti. En son Ankara Cebeci’deki ülkücülerin kontrolünde bulunan Site Yurdu’na düzenlediği baskınla MHP’nin açık hedefi haline gelen ve kontrgerilla yapılanmasını araştıran savcı Doğan Öz, ülkücü İbrahim Çiftçi tarafından öldürüldü. Öz, ölümünden sonra odasında bulunan kontrgerilla raporunda, ABD’nin ve çokuluslu tekellerin Türkiye’de kitleleri sindirmek ve solu bastırmak için MHP’yi bir maşa olarak kullandıklarını anlatıyordu.

Nisan ayında, bu sefer bir kitle katliamı denendi ki, bu aynı zamanda Maraş’ın da bir provası sayılabilirdi. 14 Nisan günü Ankara’dan Malatya’nın sağcı belediye başkanı Hamit Fendoğlu’na bombalı bir paket gönderildi. Fendoğlu, 17 Nisan günü eline ulaşan ve bir arkadaşı tarafından gönderilmiş olduğunu zannettiği paketi alıp eve götürdü ve buradaki patlamada yaşamını yitirdi. Patlama sonrası Malatya sokaklarında toplanan kitle “kahrolsun komünizm”, “Müslüman Türkiye”, “Katil Ecevit” sloganları eşliğinde CHP ve demokratik kitle örgütlerinin binalarına saldırıya geçti, Alevilere ait dükkân ve iş yerlerini tahrip etti ve ardından mahallelere yöneldi. Saldırılarda 8 kişi yaşamını yitirirken 100’e yakın kişi yaralandı, 1000’e yakın işyeri ise tahrip edildi. Saldırılar esnasında, Alevi ailelere mensup 14-15 yaşlarındaki üç lise öğrencisi ülkücüler tarafından kaçırıldı ve işkence edildikten sonra kafalarına birer kurşun sıkılarak katledildi.  

İşin ilginç yanı, Fendoğlu’na gönderilen bombalar 16 Mart katliamında kullanılanlarla aynıydı ve sadece Fendoğlu’na değil, CHP Maraş Pazarcık İlçe Başkanı ve Maraşlı bir Alevi aşiretinin mensubu olan Memiş Özdal’a, MSP’li kimliğiyle bilinen Adıyaman Emniyet Müdürü Abdülkadir Aksu’ya ve Ahmet Akalın adlı Adanalı bir işadamına da bu bombalardan gönderilmişti. Özdal’ın şüphelenerek almadığı paket postane binasında patlamış, diğer iki bomba ise hedeflerine ulaşmadan etkisiz hale getirilmişti.

Siyasi suikastlar zincirinde Doğan Öz’den sonraki hedef Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Bedrettin Cömert oldu. Cömert 11 Temmuz günü eşiyle birlikte evinden çıkıp arabasına binerken üç kişi tarafından çapraz ateş altına alındı. Cömert yaşamını yitirirken eşi ağır bir şekilde yaralandı. Sonradan Avrupa’daki eski bir ülkücü yönetici tarafından dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’e gönderilen bir mektupta, Cömert’in ölüm emrinin Ülkücü Gençlik Derneği Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu tarafından verildiği söyleniyordu.

Yeni bir kitle katliamı girişimi ise Eylül ayında gerçekleşti. 4 Eylül’de ülkücüler Sivas’ta Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Alibaba Mahallesi’nde pazar yerine ateş açarak bir kişiyi öldürdü, çok sayıda kişiyi de yaraladı. Aynı anda şehrin Sünni mahallelerinde “Aleviler camilere saldırıyor” denilerek halk sokağa çağrıldı ve Alevi mahallelerine doğru harekete geçildi. Saldırılarda 12 kişi yaşamını yitirirken 100’den fazla kişi yaralandı. Saldırılar ertesi gün de devam etti, ancak mahallelerde solcuların ve halkın birlikte direnmesiyle saldırı püskürtüldü, saldırganlardan sekizi öldü. 

Yaklaşık bir ay sonra, 8 Ekim gecesi, bu sefer Ankara’da, Türkiye tarihinin en korkunç katliamlarından biri gerçekleştirildi. Başlarında Abdullah Çatlı’nın bulunduğu bir ekip, Bahçelievler’de TİP’li öğrencilerin evine baskın düzenledi. Hiçbirinde silah bulunmayan öğrenciler önce kloroformla bayıltıldı, sonra da öldürüldü. Altı öğrenci o gece, ağır yaralı bir öğrenci de ertesi gün hastanede yaşamını yitirdi. Saldırıda kullanılan araç Ülkü Ocakları tarafından satın alınmış ve Abdullah Çatlı ile Muhsin Yazıcıoğlu’nun kullanımına verilmişti. Yazıcıoğlu yıllar sonra verdiği ifadede o gece arabanın Çatlı’da olduğunu ve katliamı Çatlı’nın tertiplediğini itiraf etti. 

Siyasi suikastlar, Ekim ve Kasım aylarında da üniversite hocalarını hedef alarak devam etti. 20 Ekim 1978’de İTÜ’nün eski rektörlerinden Bedri Karafakioğlu öldürüldü. 26 Kasım’da ise KTÜ Elektronik Hesap Bilimleri Enstitüsü Başkanı ve TİP Trabzon İl örgütünün kurucu başkanı Necdet Bulut suikasta uğradı. Aldığı 27 kurşun yarasına rağmen günlerce yaşam mücadelesi veren Bulut, 8 Aralık’ta ölüme yenildi. 

İşte Maraş katliamı, bu saldırıların yarattığı politik iklimde gerçekleşecek ve ülkücü hareketin devreye soktuğu şiddet stratejisinin zirve noktasını teşkil edecekti. Önce 19 Aralık akşamı antikomünist bir propaganda filminin gösterildiği Çiçek Sineması’nda tahrip gücü düşük bir bomba patlatıldı. Hemen ardından ise ülkücüler tarafından “komünistler ve Aleviler sinemaya bomba attı” denilerek CHP ve TÖB-DER binalarına saldırıldı. İki gün sonra, yani 21 Aralık’ta, TÖB-DER üyesi iki öğretmen ülkücüler tarafından öldürüldü ve bütün şehre “komünistler yarın cenazeden sonra camilere ve Cuma namazına saldıracaklar” şeklinde bir dedikodu yayıldı. 22 Aralık’ta, önce iki öğretmenin cenazesine, sonra da solcu ve Alevilere ait işyerlerine ülkücüler tarafından saldırı düzenlendi. Halk bu saldırılara direndi ve saldırganlardan üçü öldürüldü. 23 Aralık’ta intikam amacıyla toplanan büyük bir kalabalık, ülkücülerin örgütlediği bir şekilde Alevi mahallerine yönelik çok şiddetli bir saldırıya girişti. Vahşice gerçekleştirilen bu saldırıda resmi verilere göre 111, gayriresmi verilere göre bunun birkaç katı insan yaşamını yitirdi. Eğer mahallelerde örgütlü bir şekilde direnilmese, yaşanan vahşet katlanarak artabilir ve ölü sayısı birkaç bini bulabilirdi.             

Maraş katliamı, Maraş’la da sınırlı kalmadı ve katliam davasının müdahil avukatlarından TİP üyesi Ceyhun Can 10 Eylül 1979’da, Halil Sıtkı Güllüoğlu 3 Şubat 1980’de ve aynı zamanda CHP Adana İl Başkanı olan Ahmet Albay 3 Mayıs 1980’de katledildi. Albay’ın öldürülmesi aynı zamanda CHP’li yöneticilere yönelik bir suikast zincirinin ilk halkasıydı ve onun hemen ardından 7 Mayıs’ta CHP Kayseri İl Başkanı Mustafa Kulkuloğlu, 17 Haziran’da ise CHP Nevşehir İl Başkanı Zeki Tekiner ülkücüler tarafından öldürülecekti.

Defterleri kapatmak? 

Tüm bu saldırılar belli bir siyasal stratejinin parçası olarak, ülkücü militanlar tarafından ve bizzat Türkeş’in bilgisi dâhilinde, onun verdiği emirlerle gerçekleştirildi. Siyasi suikastlarda Türkiye’nin en değerli aydınları, bilim insanları, sendikacıları yaşamını yitirdi, kitle katliamlarında doğrudan silahsız halk hedef alındı, korkunç bir vahşet sergilendi. Hedef toplumsal uyanışı durdurmak, halkın yüzünü sola dönmesini engellemekti. 

Ve tüm bunların üzerinden kırk yıl geçmişken, sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi, hem de Maraş katliamının yıldönümünde, CHP Genel Başkanı, yanına İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı ve kayınpederi Ümit Kaftancıoğlu ülkücüler tarafından katledilen İstanbul İl Başkanı’nı da alarak Türkeş’in eşini evinde ziyarete gitti. Ziyarette Türkeş anıldı, onun “demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne duyduğu inanç”tan, “siyasette hep sevgiyi ve saygıyı esas aldığından” bahsedildi, barışma, uzlaşma zamanının geldiği, eski defterlerin kapatılması gerektiği minvalinde laflar edildi. 

Peki sahiden de kapatabilir miyiz bu defterleri, unutabilir miyiz olan biteni? 

Cevabımız çok net: Hayır, unutamayız. 

Peki nedir derdimiz bizim? 

Üzerinden kırk yıl geçmiş hadiselerin, meselelerin üstüne gitmeye devam etmemizin, tüm bu olan biteni kendimiz unutmadığımız gibi, başkalarına da unutturmamak istiyor olmamızın nedeni nedir? 

Geçmişte yaşamaya devam eden, takıntılı, ruh hastaları mıyız biz, yaraları kaşımaktan sadistçe ve mazoşistçe bir zevk mi alıyoruz acaba, nedir derdimiz?

Turgut Uyar, bir şiirinde 

“Aldatıldığımız önemli değildi yoksa/Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak” diyor. 

İşte biz hatırladığımız için aldatıldığımızı biliyor ve aldatılmayı reddettiğimiz için hatırlıyoruz. Çünkü biz bugünkü iktidarın gökten zembille inmediğini, bu işin bir tarih öncesi olduğunu biliyor, bunu hiç unutmuyoruz. O tarih öncesine baktığımızda ise sol düşmanlığını, o düşmanlıkla açılan kapılardan girenleri ve devletleşenleri görüyoruz. 

Bugünler köklerini dünden alıyor, bugünleri anlamanın yolu dünü anlamaktan geçiyor, bugünü gerçekten değiştirebilmek için dünü gerçekten bilmek gerekiyor. 

Türkiye toplumu bugünlere birden bire gelmedi; 12 Mart’larla, 12 Eylül’lerle, Deniz’lerin, Mahir’lerin katledilmesiyle, 16 Mart’la, Bahçelievler’le, Maraş’la geldi. En parlak beyinlerini, en namuslu kalemlerini faili meçhul cinayetlerde kaybederek geldi. Türkiye toplumunu buraya devlet, sermaye ve Türk sağının kanlı ortaklığı getirdi. Sermaye düzeninin çıkarları adına izlenen “solkırım” politikaları cumhuriyetin de sonunu getirdi, bugünkü rejim böyle inşa edildi.

Ve şimdi bize bu rejimden kurtuluş için o rejimin inşasına en çok katkı koyanların izinden gidenlerle ittifaklar yapmamız gerektiği, oyunun kurallarının, oy oranlarının, seçim sistemlerinin bunu gerektirdiği söyleniyor. Atsız Parkı’nda buluşmalar yetmiyor, orada buluşulup Türkeş’in evine gidiliyor. Bu iktidardan kurtuluşun kefaretinin solun esamisinin okunmadığı, soldan arındırılmış ve bütünüyle sağcılaştırılmış bir Türkiye olduğu, Türkiye toplumunun da buna razı olması gerektiği söyleniyor. 

Geçen hafta Atsız Parkı’nda kurulan ittifakların ve dayattıkları “yeni normal”in bir parçası olmayacağımızı söylemiştik. Nihal Atsız Parkı’nda buluşanlar bu hafta “yeni normal” adına bir adım daha atıp Türkeş’in evine gittiler. O zaman biz de bu vesileyle tekrar edelim: Türkiye toplumu, sağın karşısına alternatif olarak yine sağı çıkarmanıza da, solsuzlaştırılmış siyasetinize de, “yeni normal”inize de teslim olmayacak, bu topraklar sizi de bizi de şaşırtmaya devam edecek. Ve biz de bunun için unutmamaya ve unutturmamaya, “hafıza işçileri” olmaya devam edeceğiz. 

Fatih Yaşlı / SOL