21 Ocak 2021 Perşembe

1921 Teşkilât-ı esasiye kanunu: Ulusal egemenlik ve Ulus-Devletin doğuşu - İbrahim Ö.Kaboğlu / BİRGÜN

 Osmanlı-Türkiye anayasal gelişmeleri bakımından, 1909, 1921, 1924, 1961, 1982 şeklinde sıralanan yıllar, hem şeklî ve hem de içerik olarak, dönüm tarihlerini ifade eder dönüm tarihlerini ifade eder. 20 Ocak 1921 tarihli “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu” (TEK), bir “en”ler ve “ilk”ler Anayasası olarak da nitelenebilir: “en” demokratik, metin olarak “en” kısa, uygulama süreci olarak da “en” kısa.

Ulusal egemenlik fikrini somutlaştıran bildirilerin kabul edildiği Erzurum ve Sivas kongreleri (7 Ağustos ve 11 Eylül 1919), 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan BMM’ye giden yolu açmışlardır. 20 Ocak 1921 tarihli TEK, Türkiye’nin anayasacılık hareketleri içerisinde, kendine özgü birçok yönüyle ilklerin Anayasasıdır. Dünyada eşine az rastlanır bir biçimde, bağımsızlığını yitirmiş bir devletin uğramış olduğu işgale karşı gelişen meşru mücadelenin hukuki esasları, 1921Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile belirlendi. Yerelden merkeze doğru gelişen ve demokratik bir örgütlenme modeli ile oluşan TBMM, ulusal kurtuluş savaşını demokrasi ve hukukla yönetmiş, aynı zamanda ulusal egemenlik anlayışına dayanan yeni bir devlet kurmuştur.

TBMM’nin kurucu meclis olarak oluşumu ve çalışma biçimi ile yeni devletin kurucu anayasasının ilkeleri, o güne kadarki siyasal ve anayasal gelişmeler açısından devrim niteliğindedir. 1921 Anayasası’nın yapılışı üç boyutlu bir öneme sahiptir: Osmanlı-Türk anayasal gelişmeleri içerisinde taşıdığı değer, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasi ve hukuka dayanan temel kuruculuk esaslarını belirlemesi ve bu belirlemenin günümüze ve geleceğe etkisi.

İLK VE SON ASLİ KURUCU İKTİDAR

1921 Anayasası, “hazırlanış ve kabul özellikleri bakımından Osmanlı-Türk anayasacılığının en demokratik, belki de tek demokratik örneğidir” 1921 Anayasası, aynı zamanda, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde, “millî iradeyi lâyıkıyle temsil eden bir meclis tarafından yapılmış olan tek anayasa”dır.

23 Nisan 1920’de toplanan Büyük Millet Meclisi (BMM), üç kanaldan gelen üyelerden oluşuyordu. Heyet-i Mebusan’dan gelen üyeler (Aralık 1919 seçimlerinde belirlenmişti); nüfuslarına bakılmaksızın her livadan eşit olarak seçilen 5’er mebus (belediye meclisleri ve Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin yerel yönetim kurulu üyeleri bir tür “ikinci seçmen” sayılmışlardır). Malta Adası üçüncü kanalı oluşturuyordu.

BMM açıldığında, ilk oturumda 115 mebus vardı. Sonradan gelenlerle bu sayı 365’e kadar çıktı (18 Ağustos 1920). Mebuslar partili olmamakla birlikte, “II. Meşrutiyet ve hatta Abdülhamit günlerinin siyasal faaliyetleri içinde pişmiş kişilerdi; çoğu da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin aktif elemanıydı”.

Birinci BMM, milleti hukuken temsil etme özelliğinin yanında, sosyolojik temsil niteliğine de sahiptir. Bürokrat kökenli üyelerin yanı sıra, çiftçiler, serbest meslek mensupları, ticaret erbabı, din adamları, gazeteciler vb. grupların yarattığı “çoğulcu” tablo, yerini ikinci ve daha sonraki dönemlerde, asker-sivil bürokratik kökenli üyelere bırakacaktır. İlk dönem BMM’nin bileşimi, çok partili meclislerin görünümünü andırmaktadır. Bu toplumsal ve düşünsel eşitlik, Meclis’teki tartışmaların itici gücünü oluşturmuştur. TEK, içeriği yönünden olduğu kadar, görüşülmesi ve kabulü açısından da Türkiye siyasal tarihinin en ilginç belgelerinden biridir. İki ay kadar süren anayasa görüşmeleri çok hararetli geçmiştir. Anayasa hakkındaki Meclis görüşmelerinin incelenmesi, “Birinci Büyük Millet Meclisinin idealizmi, vatan sevgisi, bağımsızlık aşkı, siyasî olgunluğu, millî olgunluğu, millî egemenlik ve halkçılık ilkelerine tartışmasız bağlılığı konularında sayısız kanıtlar sağlamaktadır”. Meslekî temsilden referandum ve halk teşebbüsüne kadar pek çok anayasal formülün ciddiyetle tartışıldığı Anayasa görüşmeleri, Birinci BMM’nin sosyal ve fikrî yapısındaki çeşitliliği de yansıtmaktadır.

Anayasa görüşmelerinde, devrimciler ve muhafazakârların, temel sorunlarda bu ara dönem için birliktelik formülleri üzerinde anlaşabilmiş olmaları ilginçtir. Bununla birlikte, Birinci BMM içinde başlangıçtan beri açığa vurulmuş olan siyasal eğilimler, TEK’in görüşüldüğü günlerde henüz siyasal gruplar halinde belirginleşmiş değildi. BMM’de Mustafa Kemal taraftarlarından oluşan Birinci Grup Mayıs 1921’de, onun muhaliflerini bir araya getiren İkinci Grup ise, 1921 sonları ve 1922 başlarında ortaya çıkmıştır.

"EN" KISA OLMASI NE ANLAMA GELİR?

TEK hem madde sayısı, hem de düzenleme alanı olarak “en kısa” Anayasa’dır. Görüşme usûlleri ve kabul ediliş biçimi bakımından (yasalar gibi yapıldığından), Osmanlı-Türkiye anayasa tarihindeki tek “yumuşak anayasa”dır. TEK’i yapan Meclis, bu özelliğiyle, siyasal tarihimizde “halkın serbest iradesiyle seçilmiş tek kurucu meclis” olmanın ötesinde, devlet için de kurucu bir işlev görmüştür.

20 Ocak 1921 tarihli ve 85 sayılı yasa ile kabul edilen TEK, 23 madde ve “madde-i münferide”den (bir ayrı madde) oluşan kısa bir çerçeve anayasa niteliğindedir. (Bunun başlıca iki nedeni var: Kanun-ı Esasî’nin TEK ile çelişmeyen hükümleri yürürlükte sayılmış; çeşitli eğilimlerin yarıştığı Meclis’te bir “geçiş dönemi”nin asgarî ortak noktalarının saptanmasıyla yetinilmiştir).

Kişi hak ve özgürlükleri ile yargılama gibi temel anayasa konularını düzenlemeyen TEK’in içeriği, dört grupta toplanabilir:

>> “Türkiye Devleti”: Osmanlı İmparatorluğu’nun var olduğu tarihte onun toprakları üzerinde çıkarılan TEK, “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur” (md. 3) hükmüne yer vermiştir. Türkiye Devleti deyimi, “etnik kökeni, dili ve kültürü ne olursa olsun, belli bir siyasal coğrafya (Misâk-ı Millî sınırları) içinde yaşayan insanların siyasal birleşmesinin en üst noktası olan yeni devleti bütün kucaklayıcılığıyla ifade ediyordu”.

>> “Egemenlik”: Egemenliğin kayıtsız millete ait olduğunu öngören birinci maddeye göre, “İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” (dayalıdır). Egemenlik hakkının sahipliği konusundaki köklü dönüşümden sonra, bu hakkın kullanılışı bakımından da, yarı-doğrudan demokrasi anlayışını çağrıştıran bir düzenleme söz konusudur. Ne var ki, 2. madde, “Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakikî mümessilidir” kaydını öngördüğünden, temsilî demokrasinin benimsendiği görülmektedir. Anayasa görüşmeleri sırasında önerilen referandum ve halkın kanun teklifi kurumları kabul görmemiştir.

>> “Erkler Birliği ve Meclis Hükûmeti”: TEK, “İcra kudreti ve teşri selâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder” (md. 2) hükmüyle erkler birliği ilkesini benimsemiştir. Böylece BMM, kuruculuk ve yasama yetkilerine ek olarak yürütme yetkilerini de üstlenmiştir (md. 3).

>> “Yerinden yönetim”: TEK, maddelerinin çoğunu (md. 11-23) merkezî yönetim dışında yer alan yönetim birimlerine ayırmakla, yerel katılım ve yerel demokrasiye verdiği önemi yansıtmaktadır. Taşra yönetimi, vilâyet, kaza ve nahiyelerden oluşur. “Vilâyet Şûraları”, vilâyetler halkınca seçilen üyelerden oluşur. Vilâyet Şûrası bir “İdare Heyeti” seçer. “Nahiye, hususî hayatında muhtariyeti haiz bir manevî şahsiyettir” (md. 16). “Nahiye Şûrası, nahiye halkınca doğrudan doğruya müntehap (seçilen) azadan terekküp eder” (oluşur) (md. 18). Nahiye, halka en yakın özerk bir yönetim birimi olarak öngörülmüştür.

>> Teşkîlât-ı Esasiye Kanunu’nun, Türkiye için “Bolşevizmin seheri” olabileceği yönündeki görüşe işaret etmek uygun düşer. Mary-Rousselière için böyle bir benzetme “anlamsızdır”: “Sovyet rejimi, aşağıdan yukarıya doğru yapılanmış ve kuralları yukarıdan aşağıya doğru uygulayan müzakereci organlar piramidi ve her bir organa denk düşen yerel yönetim birimlerinden oluşur”. “İdari adem-i merkeziyetçilik eğiliminin dışında, Türk ve Rus organik yasaları arasında kesinlikle hiçbir benzerlik yoktur. Çünkü ilki, olabilecek en mutlak halli bir meclis hükümeti sistemi içinde parlamentoculuğu kabul ederken; Sovyet örgütlenmesi, meclis hükümet sisteminin bütün olumsuzluklarından kurtulmak ister gibidir”.

>> Mustafa Kemal; bunu, 5 Aralık 1921 tarihli söylevinde özetler: “Bizim, doğal haklara ve ilahî üst yasaya uygun yasal bir yapımız var. Bu, ne bir doğrudan yönetimdir, ne de Sovyet yönetimidir. Kendine has ayrı karakteri vardır. Bir taklit ürünü değildir, milli istencin doğal ürünüdür (…)”

UYGULAMA NASIL OLMUŞTUR?

Bu yönden de “en”ler belirgindir. “En kısa süre”li anayasa özelliği taşıyan TEK açısından metinle uygulama arasında ayrışma derecesi yönünden benzer bir niteleme yapılabilir mi?

TEK, kısa ömürlü olmasına karşılık, Türkiye’nin siyasal-anayasal hukukundaki büyük dönüşüme damgasını vurmuştur. Üç yıllık zaman diliminde, Kurtuluş Savaşı’nın 1921 Anayasası’nca oluşturulan kurumlar ekseninde başarıya ulaşmasının ardından, saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilânı, hilâfetin kaldırılması gibi, yeni Devlet’in sistemini oluşturan hukukî ve siyasal dönüşümler sağlandı.

Uygulama bakımından 1921 Anayasası iki döneme ayrılabilir: Birinci Meclis dönemi ve İkinci Meclis dönemi.

TEK’in en özgün yanlarından biri olan meclis hükûmeti sistemi başarılı bir biçimde uygulanmıştır. İdeolojik çoğulculuk ve demokratik tartışma ortamı, bu döneme damgasını vurdu. Bu saptamalar, Anayasa metni ile uygulama arasında ayrışma olmadığı anlamına gelmemektedir.

TEK, erkler birliği ilkesini koymuş olmakla birlikte, yürütme işlerini Meclis bizzat yürütmemiş, bu görevi İcra Vekilleri Heyeti yerine getirmiştir. Bu Heyet’in giderek güçlenmesi, uygulamayı parlâmenter rejime doğru kaydırmıştır. Bu kayma, yasalar yoluyla pekiştirilmiştir.

Çok farklı görüşteki üyelerden oluşan Birinci BMM’de, TEK’in kabul edildiği günlerden başlayarak çeşitli adlar altında siyasal kümelenmeler ortaya çıktı: Tesanüt Grubu, İstiklâl Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi, Halk Zümresi, (…). Mustafa Kemal’in kurduğu “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu” (10 Mayıs 1922), “Birinci Grup” adını aldı. Yaklaşık bir yıl sonra, “İkinci Grup” oluştu. Böylece “inkılâpçı” ve “muhafazakâr” eğilim ayrışmasına tanık olundu.

Misâk-ı Millî programında görüş birliği sağlandığı halde, eski rejime ve onun kalıntısı olan Hilâfet makamına bağlılıkları, muhafazakârları, inkılâpçılardan ayırıyordu. Lozan görüşmelerinin Meclis’te yol açtığı belirsizlik ve karışıklıklar ortamında Mustafa Kemal, “Halk Fırkası” adıyla bir parti kuracağını açıkladı (6 Aralık 1922).

BMM, 1 Nisan 1923 tarihli oturumunda seçimlerin yenilenmesine karar verdi. 15 Nisan günü Birinci Meclis, son kez toplandı. Mustafa Kemal, kendi grubu adına milletvekili adaylarını bizzat belirledi.

11 Ağustos 1923’te çalışmalarına başlayan ikinci dönem Meclis, 29 Ekim’de Cumhuriyet’i ilân etti. Meclis’in 3 Mart 1924’te kabul ettiği yasa ile hilâfet makamı kaldırıldı. Aynı gün kabul edilen iki yasa ile lâiklik yolunda önemli adımlar atıldı: Şeriye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu.

[Birinci Meclis döneminde, meslekî temsil ve yerinden yönetimin genişletilmesi üzerine yapılan tartışmalar, ikinci dönemde gündeme gelmemiştir. Böylece, birinci dönemin halkçı ve devrimci anlayışı geride kalmış oldu. Buna karşılık, 1921 Anayasası’nın uygulamaya geçirilemeyen hükümleri de, yerinden yönetime ilişkin hükümlerdir].

Gazi Mustafa Kemal’in Temmuz 1923’te kaleme aldığı “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu” projesi, Cumhuriyet’in ilânı için “Teşkilât-ı Esasiye Kanununun bazı Mevaddının Tavzihan Tâdiline Dair Kanun”un (29.10.1923) hazırlanmasında çerçeve oluşturdu. 114 maddeden oluşan anılan proje, daha sonra hazırlanacak olan 1924 Anayasası için de belli ölçüde çerçeve oluşturdu.

Söz konusu anayasal metinlerde dikkat çeken nokta, hep “Türkiye ve Türkiye Devleti” (1921), “Türkiye reisicumhuru”, “Türkiye Büyük Millet Meclisi”, “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi” (1923) deyimlerinin yeğlenmiş olmasıdır. Gazi Mustafa kemal imzalı Anayasa Taslağı’nda ise, “Türkiye Devleti” ve “Türkiye Cumhuriyeti” deyimleri yanında, yurttaşlık bakımından “Türk” sıfatını kullanmakla birlikte, asıl dikkat çekici olan, “Türkiyeli” deyiminin kullanılıyor olmasıdır.

“Türkiye Cumhuriyeti Tebaasının Hukuk-u Umumiyesi” başlıklı bölümün ilk maddesi şöyle: “Türkiye Devleti tabiiyetinde bulunan efradın cümlesi bilâistisna Türk sıfatını taşırlar. (…)” (md. 16). Bununla birlikte, “Mevadd-ı Esasiye” (Temel maddeler) başlıklı Birinci Bölümde, “Türkiyeliler”, özgürlüklerin öznesini oluşturmaktadır (md. 12-15). (…)

1921 Anayasası ve dönemine dönecek olursak; uygulama süresi yoğun ancak kısa olmuş; bununla birlikte, sonraki dönemler için, hatta bugünkü tartışmalar bakımından da derin izler bırakan bir “anayasacılık hareketi” başlatmıştır. Bu hareket, “en”ler ve “ilk”lerle özgün ve özgül olma özelliğini hep korumuştur. Bu sadece, halkın serbest iradesiyle seçilmiş tek kurucu meclis “özelliği” taşımasından değil, aynı zamanda Devlet’i kuran bir anayasa olmasından kaynaklanmaktadır.

“Ulusal Kurtuluş, başta TEK ve BMM olmak üzere, demokratik kurum, ilke ve yöntemlerle kazanılmış olduğundan, yeni ulusal-demokratik değerler ilerki anayasal gelişmeleri de etkilemiştir. Cumhuriyet, ulusal egemenlik ve TBMM’nin üstün yeri gibi esaslar, ‘Kurtuluş Anayasacılığı’ndan ‘Kuruluş Anayasacılığı’na geçen miraslardır”.

100. YILINDA NASIL OKUNMALI?

1921 TEK, “devlet anayasa ile doğar ve anayasa ile yaşar” olgusunu yansıtan, sadece Türkiye açısından değil, dünya ölçeğinde de özgün bir metin ve süreci yansıtır. 1924, 1961 ve 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarının yapım tarzı, özellikleri ve sonuçları bakımından incelenmesine girmeksizin 2021 yılı için öncelikle şu olgu ve acı gerçek kaydedilmeli: Cumhuriyeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti kurdu; ancak bugün Türkiye hükümetsiz olduğu gibi Meclis de işlevsiz kılınmıştır. Başka bir ifade ile yüz yıl önce Anayasa yoluyla Devleti kuran Meclis, bugün kendi gündemini bile belirleyememektedir. Bu nedenle, demokratik anayasa arayışı meşru olduğu gibi, 1920 ve 1921 mirasına saygının bir gereğidir.

Sonra, arayışta hangi ad ve slogan öne çıkarılırsa çıkarılsın, TBMM, yeni siyasal ve anayasal yapının ekseni olarak kabul edilmelidir.

Nihayet, demokratik anayasa, en katılımcı yöntemle ve elden geldiğince siyasal çekişmelerin dışında üç aşamada tasarlanmalı: Gecikmeli de olsa son aylarda yapıldığı üzere ilkeler üzerine öneri metinleri veya raporları, ilk aşama; yasama-yürütme-yargı erklerini kapsamına alacak biçimde anayasa öneri metninin yazımı ve üzerinde uzlaşma sağlanması, ikinci aşama; tam metin olarak yeni anayasa yazımı ise, üçüncü ve son aşama.

İbrahim Ö.Kaboğlu / BİRGÜN



Kaynakça:

André-Mary-ROUSSELIERE, La Turquie constitutionnelle, These pour le doctorat, 1928.
Ergun ÖZBUDUN, 1921 Anayasası, Atatürk, Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1992.
Bülent TANÖR, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Cogito, 10. baskı, ss. 225-289.
Bülent TANÖR, Kurtuluş-Kuruluş, YKY, İstanbul, 1998.
Türkiye Cumhuriyeti İlk Anayasa Taslağı, Tıpkı Basım, (C. DÜNDAR’ın önsözü ile), (Kentbank Tarafından Cumhuriyet’in 75. Yılı vesilesiyle basılmıştır), İstanbul, Ekim 1998.
1921 Anayasası üzerine çok sayıda Türkçe ve yabancı dillerdeki kaynaklar, yakında yayımlanacak olan “100. Yıl Armağan” kitabında yer almaktadır.

20 Ocak 2021 Çarşamba

1921 Anayasası’nın 100’üncü yılı kutlu olsun - MURAT SEVİNÇ / DİKEN

Kurtuluş Savaşı sürerken, I. Meclis tarafından 20 Ocak 1921’de (eski takvimle 1337) bir anayasa, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (no.85) kabul edildi. Kuruluş halindeki devletin ilk anayasası.

Anayasa tarihimizin en kısa metnidir; yalnızca 23 madde ve sonunda bir ‘Madde-i Münferide’ (ek madde). Savaş koşullarında, Fransızlar’ın 1789 Devrimi ardından yaptıkları gibi ‘meclis hükümeti’  (konvansiyon) sistemi kurulur. 

Metnin 10. maddesinden itibaren ‘idari yapı’ düzenlenir. Yerel yönetimlere  ‘muhtariyet’   (özerklik) tanınan ilk ve son anayasamız. 

Aynı toprakta kısa süre de olsa iki anayasalı (diğeri, 1924 Anayasası’na dek resmen yürürlükte görünen 1876 Kanun-ı Esasi) bir dönem yaşanması dahi başlı başına ilginç bir deneyim.

Anayasa’nın ilk maddesi dört başı mamur devrimci bir hüküm: “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.”

Egemenliğin kaynağını açıklayan ilk cümledeki bu ‘ilke’, Cumhuriyet tarihi boyunca değişmedi. İdare yönteminin, halkın kendi kaderi üzerindeki hâkimiyetine dayanmasını öngören ikinci cümle ise bir daha hiçbir anayasamızda yer almadı.

İlk cümleyle, egemenliğin ‘millete’ verilmesinin iki anlamı var. 1789 Devrimi ile yapıldığı gibi, egemenliği ‘halk’ yerine soyut bir kavram olan ‘ulusa’ (millete) vererek uygun temsil/vekâlet ilişkisini kurmak ve iktidarın artık sultanda olmadığını göstermek. İkincisi, egemenliğin kaynağını gökyüzünden yeryüzüne indirmek. Dolayısıyla, aynı zamanda ‘laikleşme’ yolunda atılmış büyük bir adım.

İkinci madde ile yasama-yürütme yetkileri meclise verilerek ‘meclis hükümeti’ sistemi yaratılır. Üçüncü madde, Türkiye Devleti’nin Büyük Millet Meclisi tarafından idare edileceğini ve hükümetin ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti‘ adını alacağını hükme bağlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun 30 Ekim 1922 tarihindeki meclis kararıyla ‘resmen’ son bulduğu göz önünde bulundurulursa, bu hüküm aynı toprakta ikinci bir devletin doğumunun ilanı. Sonraki maddeler söz konusu organların kuruluşu, seçimi ve meclisin yetkilerine ilişkin.

10’uncu maddeden sonrasında (10-22) ‘idari’ yapı yer alır.

‘İdare’ başlığını taşıyan 10’uncu ve ‘Vilâyat’ başlıklı 11’inci maddeler, Anayasa’nın yukarıda özellikle vurguladığım ‘birinci maddesinin ikinci cümlesinin’ gerekçesini anlamamızı sağlıyor: “Türkiye coğrafi vaziyet ve iktisadi münasebet noktai nazarından vilayetlere, vilayetler kazalara münkasem olup kazalar da nahiyelerden terekküp eder.” (md.10) 

‘Vilâyat’ (vilayetler) başlığı altında, 11’inci maddede vilayetlerin yetki-görevleri sayılır. Hükme göre vilayetler, tüzel kişiliğe ve ‘muhtariyete’ (özerkliğe) sahip. İç ve dış siyaset, şer’i, adli ve askeri konular, uluslararası ekonomik ilişkiler gibi temel devlet yetkileri merkeze bırakılır. 

Bunun yanında, vilayetlere (iki yıllığına halk tarafından seçilen vilayet şuralarına/kurullarına) bırakılan yetkiler var. Vilayetler, son derece geniş yetkilerini ancak Meclis’in çıkaracağı yasalar çerçevesinde kullanabilir: “Evkaf (vakıflar), medaris (medreseler), maarif (eğitim), sıhhiye (sağlık), iktisat, nafia (bayındırlık) ve muaveneti içtimaiye (sosyal yardım/dayanışma) konularının tanzim (düzenleme) ve idaresi.”

15’inci madde ‘kazalara’ ilişkin. Kazaların özerkliği yok; idaresi meclis tarafından atanıyor ve başında, valinin emri altındaki kaymakam var.

16.-21’inci maddelerde ise halka en yakın idari birim ‘nahiye’ (bir ya da birden fazla köy ya da bir kasaba) düzenlenir. 16’ncı maddeye göre nahiyeler de özerk. ‘Nahiye şurası’ halk tarafından seçiliyor ve kapsamı yasalarca belirlenecek ‘kazai, iktisadi ve mali’ yetkilere sahip. (md.20). 

22’ncive 23’üncü maddelerde, başlıca görevi vilayetlerin ortak işlerinde uyumu sağlamak olan Umumi Müfettişlikler yer alıyor.

1921 Anayasası’nda 29 Ekim 1923’te 364 sayılı yasayla ‘altı maddelik’ değişiklik yapıldı ve kuşkusuz en önemlisi, ilk maddeyle ‘hükümet şeklinin’ Cumhuriyet olduğu ilan edildi.

Peki 1921 Anayasası neden-nasıl yapıldı ve ‘yerel özerklik’ sisteminin kabul edilmesinin gerekçesi neydi?

Kurtuluş Savaşı ve anayasacılığı son derece heyecan verici. Kurucuların önemli bir özelliği, kararların meclisler-kurullar aracılığıyla alınmasına verdikleri önem. Canlı ve savaş koşullarında olabildiğince katılımcı bir süreç bu. ‘Kongre’ denildiğinde, hemen her zaman Erzurum ve Sivas hatırlanır. Oysa işgalin ardından kurulmuş çok sayıda bölgesel kongre var. 30’un üzerinde. Ahali, yenilgiyi/işgali kolay kabullenmiyor ve yerel düzeyde kendi kaderine el koyuyor. 

Bülent Tanör’ün, ‘yerel kongre iktidarları’ üzerine çalışması ve verdiği dersler alanımıza eşsiz bir katkıdır. Tanör, yerel kongrelerin küçük devletler gibi davrandığını, hatta kendi anayasasını hazırlayıp ‘cumhuriyet’ ilan ederek dış ilişkiler kuracak ölçüde bağımsız davranan yerel kongre örnekleri olduğunu anlatır. Sonradan ‘cumhuriyet’ olacak, Cenûb-i Garbî Kafkas Hükümet-i Muvakkata-i Milliyesi, gibi. Yeni devlet, özellikle Kars’taki yerel cumhuriyet deneyiminden epey esinlenmiş. Dolayısıyla, başta Mustafa Kemal olmak üzere kurucuların büyük becerisi, dağınık haldeki toplumsal-siyasal hareketliliği ve yerel kongre deneyimini kararlılıkla örgütleyebilmeleriydi.

Ocak 1921’e varan yolda devrimciler, bir yandan ‘ulusal ordu’ kurmak gibi savaşa yönelik örgütlenmeyi yaparken diğer yandan antlaşmalarla, devletleşme yolunda gerekli adımları atar. 1921 Anayasası, devletleşmenin ileri bir adımı olarak ortaya çıkmıştır.

Konu üzerine çalışanların ortak kanılarından biri, Anayasa’nın yapım sürecinin ‘o koşullar’  için hayli çoğulcu ve demokratik olduğu. Anayasayı yapan ve muhaliflerin de yer aldığı I. Meclis’te (Gayrimüslim vekil olmadığı notunu düşmek kaydıyla) gerek vekil profilinin gerekse tartışmaların, zengin ve renkli olduğunu söylemek mümkün. Ayrıca hepsi kuruculuk heyacanı ve sorumluluğuna sahip. Temsilci olduklarının ve temsil ettiklerinin değerinin farkındalar.

İlk adım, 18 Eylül 1920’de Meclis’e sunulan ‘Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu Lâyıhası’ başlıklı metin. Bu metin belli açılardan bir hükümet programı kabul edilir ve ‘Halkçılık Programı’ adıyla  bilinir. 18 Kasım 1920’de meclis görüşmeleri başlar. Bu arada Halkçılık Programı’nın ilk dört maddesi ayrı bir beyanname haline getirilip ‘TBMM Beyannamesi’ başlığıyla yayınlanır.

Meclis görüşmeleri yaklaşık iki ay sürer ve Anayasa, 20 Ocak 1921’de kabul edilir.

Literatürde, Anayasa’nın ilk 10 maddesinin anlamı ve değeri üzerine pek kuşku ve açıklama güçlüğü yok. Hemen herkes benzer değerlendirmeler yapıyor. Üzerinde yeteri kadar durulmayan, hatta zaman zaman yokmuş gibi davranılan, ‘özerk’ idari yapıyı düzenleyen kısım.

1921 Anayasası’nın öngördüğü ‘özerklik’ sisteminin gerekçeleri neydi?

Biri, döneme hâkim olan güçlü ‘halkçılık’ ideali. Buna hiç kuşku yok. Nitekim yukarıda ‘Halkçılık Programı’ adı verilen metinden söz ettim.

Bir diğeri, yine biraz önce hatırlattığım ve halkçılıktan ayrı düşünülmesi güç ‘yerel kongre iktidarları’ deneyimi.

Üçüncüsünün, dönemin meclis tartışmalarına, anayasa yapım sürecine ve özerklik sistemine bakıldığında, ‘Bolşevik’ etkisi (sovyet, şura/kurul anlamına gelir) olduğunu görmek mümkün. Kurtuluş Savaşı yıllarında Türk devrimciler ile Bolşevikler arasında sıkı ilişkiler kurulmuştu. (Taksim’deki meşhur anıtta Mustafa Kemal Atatürk’ün arkasında iki Bolşevik komutanın yer aldığını hatırlamalı.)

Bir de, tahmin edilebilir gerekçelerle pek dillendirilmeyen ‘Kürtler ile ittifak’ meselesi var. Kurtuluş Savaşı, İmparatorluk’tan geriye kalanların birlikte yürüttüğü bir savaştı ve aynı safta tutulması gereken en güçlü müttefik Kürtler idi.

Bugün zaman zaman dile getirilen, Anayasa’daki özerkliğin yalnızca Kürtler için düşünülmüş olduğu/olabileceği yönündeki görüşe katılmıyorum. Güçlü halkçılık idealinden, Bolşevik etkisinden, yerel kongre deneyimlerinden söz ettim. Günün hâkim zihniyetine ve meclis tutanaklarına bakıldığında her bir etmenin payı olduğunu fark etmek mümkün. Örneğin 1921’deki anayasa tartışmasının azımsanmayacak kısmı, sonunda kabul edilmeyecek ‘mesleki temsil’ önerisi hakkında. Hal böyleyken özerk idari yapının tek bir nedeni olabileceğini düşünmek doğru değil.

Ancak, Kürtler’in hiç hesaba katılmadığı ve o birkaç yıl Anayasa’nın Kürt sorunu bağlamında kullanılmadığı gibi bir iddia da inandırıcı olmaz.

Burada, daha önce yazdığım ‘iki belgeden’, bir kez daha söz etmek istiyorum: İlki bir mülakat, ikincisi Mustafa Kemal’in anayasa tasarısı.

Lozan’a verilen arada, Mustafa Kemal’in 16/17 Ocak 1923’te İzmit’te gazetecilerle söyleşisinde Ahmet Emin Bey’in ‘Kürtler’in konumuyla’ ilgili sorusuna verdiği yanıt. Söyleşinin ‘bir kısmının’ 1987’ye dek gizlendiği anlaşılmıştı ve Eylül 1987’de 2000’e Doğru Dergisi tarafından ortaya çıkarılıp yayınlandı. Mustafa Kemal, Ahmet Emin Bey’in Kürtler’in durumuyla ilgili sorusuna şu yanıtı veriyor:

“Kürt meselesi; bizim yani Türklerin menfaatine olarak da katiyyen mevzubahis olamaz. Çünkü malumualiniz bizim hudud-u milliyemiz dahilinde mevcut Kürt anasır o surette tevattun etmiştir ki pek mahdut yerlerde hali kesafettir. Fakat kesafetlerini kaybede ede ve Türk anasırının içine gire gire öyle bir hudut hasıl olmuştur ki Kürtlük namına bir hudut çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır. Faraza, Erzurum’a kadar giden, Erzincan’a, Sivas’a kadar giden, Harput’a kadar giden bir hudut aramak lazımdır. Ve hatta, Konya çöllerindeki Kürt aşaririni de nazar-ı dikkatten hariç tutmamak lazım gelir. Binaenaleyh başlıbaşına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilat-ı esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. (vurgu bana ait) Bundan başka Türkiye’nin halkı mevzubahis olurken, onları da beraber ifade etmek lazımdır. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait mesele ihdas etmeleri daima variddir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin sahib-i salahiyet vekillerinden mürekkeptir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhid etmiştir. Yani onlar bilirler ki bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir hudut çizmeye kalkışmak doğru olmaz.” Bu satırların tercümesine gerek olduğunu sanmıyorum.

İkinci belge, bir anayasa taslağı.

İlk kez, Cumhuriyet’in 75’inci yılı armağanı olarak 1998’de yayınlanan (Kentbank) Mustafa Kemal’in ‘Türkiye Cumhuriyeti Anayasa taslağı’, Mustafa Kemal’in ‘yerel yönetime’ ilişkin tercihinin (Lozan onaylandıktan sonra dahi), 1921 Anayasası’ndaki yerel özerklik sisteminin aynısı olduğunu gösteriyor.

Can Dündar’ın Çankaya Köşkü kütüphanesindeki bir belgesel hazırlığı sırasında, şans eseri ortaya çıkan (Faruk Alpkaya ve Levent Kavas’ın katkısıyla) anayasa taslağı hakkında daha önce bir şeyler yazmıştım, bir süre sonra farklı bağlamda yine değineceğim, burada uzatmayayım. 114 maddelik metinde yerel yönetimler, ‘İdari Bölümleme’ başlıklı 105’inci madde ile başlıyor. 106’ncı ve 107’nci maddeler illere, 108’inci madde ilçe ve 109-114’üncü maddeler nahiyelerin örgütlenmesine ayrılmış.

Oysa yalnızca altı ay sonra görüşülen ve muhalefetin (II. Grup’un) büyük ölçüde tasfiye edildiği II. Meclisçe kabul edilen 1924 Anayasası’nda yerel özerklikten eser yok. Meclis’te ciddi bir tartışma dahi gerçekleşmiyor.

Ezcümle,

1921 Anayasası, pek çok açıdan ele alınmayı hak eden bir metin. Anayasayı, sözcüklerden ve gözümüzün önündeki belgelerden ürkmeden, onları görmezden gelmeye tenezzül etmeden, gizleyip saklamadan tartışmakta yarar var.

Kısacık ve etkileyici ‘kuruluş’ anayasasının 100’üncü yılı kutlu olsun.

Umuyorum günün birinde, 1921’in ocak ayında mecliste tanık olunan uygar ve olabildiğince çoğulcu tartışma ortamı ve üslubuna yeniden ulaşılabilir.

MURAT SEVİNÇ / DİKEN

Kısa okuma listesi: 

Meraklı okur ve öğrenciler için konuya ilişkin birkaç öneri: Ergun Özbudun ‘1921 Anayasası’ (Atatürk Araştırma Merkezi, 2008); Bülent Tanör ‘Türkiye’de Kongre İktidarları, 1918-1920’ (YKY, 2016); Demirhan Burak Çelik ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı Döneminde Anayasal Gelişmeler ve 1921 Anayasası’ (Galatasaray Üniversitesi, 2007); Murat Sevinç ve Dinçer Demirkent ‘Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası, 1921 Anayasası ve Tutanakları’ (İletişim, 2017);  Bülent Tanör ‘Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri’ (YKY, 1998, 225 vd.) ve Dinçer Demirkent ‘Bir Devlet İki Cumhuriyet’ (Ayrıntı, 2017); Ömür Sezgin ‘Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu’ (İmge, 2005) 

Neden işten çıkarıldı - ODATV


Melih Bulu'nun özgeçmişindeki bu ayrıntıyı kimse görmedi: "İhtar veriyorlar..."

Boğaziçi Üniversitesi'ne AKP'de siyaset yapan Melih Bulu'nun rektör atanmasına karşı eylemler sürüyor.

Bulu'ya karşı akademisyenlerin de öğrencilerin de tepkisi devam ediyor.

Bulu tartışılmaya devam ederken, Bulu'nun geçmişine dair dikkat çeken iddialar ortaya atıldı.

"İHTAR VERİYORLAR..."

Bulu'nun özgeçmişinde, "P&G’de Fabrika Müdür Yardımcılığı görevinde özellikle verimlilik ve maliyet tasarrufu alanlarında görevler aldı" ifadesi yer alırken, söz konusu bilgiyle ilgili kritik bir itiraz geldi.

1987 yılında Boğaziçi Üniversitesi'nden mezun olan ve Bulu'nun çalıştığı Procter&Gamble firmasında 90'lı yıllarda Genel Müdürlük görevinde de bulunan Emin Özkan, sosyal medya hesabından Bulu'yla ilgili bir paylaşımda bulundu. 

Aynı zamanda Goodyear Lastikleri T.A.Ş.’nin eski ve ilk Türk Genel Müdürü de olan Emin Özkan, yaptığı paylaşımda şu ifadeleri kullandı:

"Benim gibi binlerce kişinin hayatını değiştiren Boğaziçi’ne rektör olarak özgeçmişinde ‘P&G’de Fabrika Müdür Yardımcılığı’ yaptığını iddia etmesine rağmen çok kısa bir süre sadece şirkete giriş seviyesi ( entry level) pozisyonunda çalışıp performans düşüklüğü sebebiyle işten çıkarılan kişinin siyaset yoluyla atanması esef verici."

Özkan paylaşımına gelen bir yoruma verdiği yanıtta ise Bulu ile ilgili olarak, "İhtar veriyorlar, gelişme olmayınca da yolları ayırıyorlar" ifadelerini kullandı.

İşte o paylaşımlar:

İLK 400'E Mİ SOKTU...

Öte yandan, dünya üniversiteleri sıralama kuruluşu olan Times Higher Education (THE), Etki Sıralaması (Impact Ranking) 2019 sonuçlarıyla da övünmesiyle bilinen Bulu, İstinye Üniversitesi'ni ilk 400'e soktuğunu ve bir başarı sergilediğini savunuyor.

Ancak durum Bulu'nun anlattığı gibi değil. Bulu'nun bahsettiği "başarı" gerçek bir başarı değil...

Şöyle anlatalım...

Söz konusu kuruluş, "Etki sıralamasını" ilk kez 2019 yılında gerçekleştirdi. Sıralamaya girmek ise zor değil. Zira kuruluşun sitesinde; bu sıralamaya girmek için tanınmış bir akreditasyon kuruluşu tarafından onay almış olmak yetiyor. Ve bu "onaydan" sonra üniversiteler, ellerindeki verileri kuruluşa göndermesiye sıralamadaki yerlerini alıyorlar.

İşte...

İlk kez 2019 Nisan ayında başlatılan bu uygulamaya İstinye Üniversitesi de katılmıştı. 76 ülkeden ve 450'den biraz fazla üniversitenin katıldığı bu "sıralamada", İstinye üniversitesi "301+" sıralamasının içinde listenin son sayfalarında yer alıyor. 

Öte yandan, İstinye Üniversitesi'nin üstünde Türkiye'den başka üniversiteler de bulunuyor. Bahçeşehir Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Özyeğin Üniversitesi, Koç Üniversitesi, Abdullah Gül Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Erciyes Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi gibi daha birçok Türkiye'den katılan üniversite İstinye'nin üstünde duruyor.

İşte İstinye Üniversitesi'nin 100 puan üzerinden aldığı değerler:

Aynı kuruluş, 2020 yılında da aynı değerlendirme sıralamasını yaptı. Bu kez ülke sayısı ve üniversite sayısı yüksekti. Ancak 85 ülkeden 768 üniversitenin katıldığı sıralamada, İstinye Üniversitesi'nin yine son sayfalarda yer aldığı görüldü.

Üniversite, "601+" grubu içinde yer alırken puanlarının daha da kötüleştiği fark edildi.

İşte 2020 sonuçları:

Kısacası...

Melih Bulu kadar, onun özgeçmişi de bundan sonra çokça tartışılacağa benziyor.

Odatv.com



Gösterişli evrimler - Kaan Sezyum / BİRGÜN


Önce su vardı, sonra nasıl oradan buralara kadar geldik? Ne ara ahlaksızlık, yolsuzluk, kötülük, aç gözlülük gibi kavramları öğrenip benimsedik acaba? Daha yeni yeni sudan çıkan, yüzgeçleri üzerinde emekleyen balıklar gibiydik…

Kötülüklerin dünya üzerindeki merkezi olmaya aday mıyız bilemem ama global ölçekte de gayet iyi bir noktada olduğumuzu düşünüyorum. Özellikle artık bilgi çağındayken bile cahilliği –dünyanın önde gelen ülkeleriyle birlikte- yüceltmemiz, kabalığın ve kültürsüzlüğün geçer akçe olması bu bağlamda harika.

Tabii bunun yanı sıra “medeni ülkelere” –ki bu kavram da tartışılmaya açık- nazaran başka bir özelliğimiz daha var. Gösteriş sevdamız… Her coğrafyada benzeri gösteriş meraklıları var tabii ki. Üzerine zincir, takoz, çekme halatı gibi aksesuarlar takan bireylerden, kullandığı pahalı –ve pahalı olduğu için başkaları tarafından erişmesi zor olan- tüketim metalarıyla hava atmaya çalışan bireyler her zaman her yerde olacak. Bizdeki avantaj tasarım kültürüne ve daha da güzeli görsel bir kültüre o kadar da sahip olmamayı tercih etmek. O yüzden bizim ve bizim gibi memleketlerin gösteriş ürünleri genelde “Koy üzerine ne varsa abi” yöntemiyle kendini belli etmekte.

Bir koltuk düşünün. Kimisi gösterişini fonksiyonellik ve estetiğin birleştiği bir tasarım ürünle sergilemeye çalışırken, kimisi de üzerine ne bulursa atma yöntemini tercih ediyor. Varaklar, kaplamalar, taşlar, abartılı nakışların bini bir yerde oluveriyor aniden.

Gösteriş de evrensel bir görgüsüzlük davranışı. Kimisi bunu itibar olarak konumlarken, kimileri ise sadeliği bir gösteriş yöntemi olarak tercih etmekte. Sonuçta ikisi de “gösteriş” ana başlığı altında yer alırken, birisi abartılı tasarımıyla daha çok dalga geçilebilecek, daha karikatürize bir şey haline geliyor.

İşlevden uzaklaştıkça işler daha da gülünç hale gelmekte. Günümüzde artık su gibi en temel kaynakların bile tükendiği, birkaç yıl içinde ülkelerin su savaşlarına gireceğini fark etmek için kâhin ya da bir gazetede astrolog olmaya gerek yok. Malum gezegenlerin konumu sayesinde herkes geleceği okuyabiliyor.

Peki, okuduğumuz geleceğin ne kadarını anlıyoruz?

Neyse ya, zaten bunları yazmak ya da kayıt altına almak da gündelik yaşama, yaşam kalitesi olarak bir katkıda bulunmuyor. O yüzden gülüp geçmeyi tercih ediyorum gördüğüm sonu gelmeyen konvoylara, varak varak üstü sanki padişah büstü mekânlara ve diğer her türlü gösteriş çabasına.

Bir yandan da mesela gösterişi çok seven bir arkadaşım var. Çocuk kendi düğününde gelinden fazla kıyafet değiştirdi. Instagram hesabında ellerinde envai çeşit yüzükler, sıra dışı tasarımlı gözlükler, kürkler filan giydiği fotoğrafları var. Peki bu davranışı ona ne getiriyor? Ne biliyor musunuz? Aynen Nasrettin Bey’in dediği şeyi. O kürkler, gözlükler, pahalı saatler, yapmacık tavırlar sayesinde toplumda bir şekilde kendine farklı bir yer buluyor. İnsanlar sevse de sevmese de kendisiyle ilgileniyor. Toplumsal davranış biçimi olarak da saksağanlardan çok fazla ileri gidemememiz beni bir yerde üzmekte, bir yerde de huzurla doldurmakta.

Parlayan, ışıldayan, şıkır şıkır bir şey gördüğümüzde ilgimizi çekiyor. “Neymiş bu?” diye bakıyoruz. Kimimiz ilgilenmiyor ama büyük bir çoğunluk için geçer akçe hâlâ bu gösteriş. Doğada da benzeri örnekleri var ama onlar sadece üremek için tercih ediliyor. Bizde ise üremek için bile olmasa başka bir durum için tercih ediliyor: Hayatta kalmak.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Şiddet ve siyaset: Türk sağında 'aile içi' kavga - Fatih Yaşlı / SOL

 Bu saldırıların bize gösterdiği şey, Türkiye’de düzen siyasetinin sağ içi bir iktidar kavgasına dönüşmüş, AKP-sonrası Türkiye’ye dair geliştirilen projeksiyonun da yeni bir sağ iktidar olduğudur.

Selçuk Özdağ, Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı. Siyasi kariyeri 1970’li yıllarda Manisa’da Ülkü Ocakları’nda başlamış, MHP’de devam etmiş. “Türk-İslam Ülkücüleri”nin MHP’den ayrılma sürecinde Büyük Birlik Partisi (BBP) içerisinde yer almış. 

Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü sonrası AKP’ye geçmiş ve orada genel başkan yardımcılığı görevine kadar yükseldikten sonra, 2019’da istifa edip Davutoğlu’nun partisine katılmış.

Orhan Uğuroğlu bir Ankara gazetecisi. 50 yıldır gazetecilik yapıyor, beş yıldır da İYİP çizgisindeki “muhalefetteki ülkücülük” diyebileceğimiz akımın yayın organı olan Yeniçağ gazetesinde çalışıyor. Halen gazetenin Ankara temsilcisi. 

Afşin Hatipoğlu bir avukat. KRT TV’de program yapıyor. Hakkında yazılanlara göre 1994’den itibaren MHP içerisinde yer almış ve bir dönem Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış. Bir süredir Bahçeli yönetimine sert eleştirilerde bulunuyor. 

Anlaşılacağı üzere üç ismin de ortaklaştığı nokta, mevcut MHP yönetimiyle ters düşmüş olmakla birlikte “ülkücülük” ve yine üç ismi ortaklaştıran şey, geçtiğimiz hafta ülkücü olduklarını kimsenin inkâr edemeyeceği kişiler tarafından saldırıya uğramış olmaları.

1960’lı yılların ortasında, sola karşı paramiliter bir güç, bir sokak gücü olarak sahneye çıkan Ülkücü Hareket’le şiddet arasında varoluşsal bir ilişki var, bu zaten tarihsel bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor, MHP’yi bir şiddet örgütü olarak analiz etmekte bir sakınca bulunmuyor. Türkeş’in “davadan döneni vurun, eğer dönen bensem beni de vurun” minvalindeki sözleri hatırlandığında, “hain” addedilenlerin de bu şiddetin muhatabı olduğu, yine tarihsel tecrübeyle biliniyor. 

Ancak burada, bugün gelinen noktada, “yeni” bir durum söz konusu; yeni bir olgu ile karşı karşıyayız bugün Türkiye siyasetinde. 

Şu an tanıklık ettiğimiz şey, toplumsal muhalefetin ortalıkta görünmediği, sosyalist solun bir aktör olamadığı, sosyal demokrasinin, yani CHP’nin ise tarihindeki en sağcı günlerini yaşadığı bir konjonktürde, düzen siyasetinin her aktörünün topluma diğerlerinden daha milliyetçi, daha muhafazakâr, daha dindar olduğunu ispatlamaya çalıştığı, iktidardaki Türk-İslam sentezcilerle muhalefetteki Türk-İslam sentezciler arasındaki bir kayıkçı kavgası esas olarak. 

Türkiye’de düzen siyaseti öylesine sağa çekmiş, ülkücülük “marjinal” bir nitelik taşımaktan çıkıp öylesine “ana akım” bir niteliğe bürünmüş ve hem iktidarda hem muhalefette öylesine bir yere yerleşmiş durumda ki, şiddet de tüm bunlara paralel bir şekilde adeta “aile içi bir kavga” görünümünü almış, sağın farklı fraksiyonları arası bir güç mücadelesine dönüşmüş durumda. 

Peki bu şaşırtıcı mı, elbette ki değil. CHP Genel Başkanı’nın “sol-sağ bitti, bunlar 18. Yüzyılın kavramları” diyerek dümeni bütünüyle sağa kırdığı bir Türkiye’den bahsediyoruz. Aynı CHP’nin müttefiklerine baktığımızda, MHP’nin içinden çıkan İYİP’i, AKP’nin içinden çıkan DEVA’yla Gelecek Partisi’ni ve bir de AKP’nin içinden çıktığı Saadet Partisi’ni görüyoruz. 

Hal böyle olunca, siyasetin de “aile içi kavga” halini alması kaçınılmaz oluyor. Tam da bu nedenle, saldırıyla ilgili olarak MHP’li yöneticilerden gelen “bu hareketin delisi çoktur” şeklindeki suçu zımnen üstlenen açıklamaya Davutoğlu’nun verdiği yanıt, “bu hareketin delisi çoktur demek, ülkücü harekete hakaret etmektir” oluyor. AKP’ye yönelik muhalefeti ise “Erdoğan şu an 28 Şubatçıların vesayeti altında, Erdoğan’ı devirecekler” demekten öteye gitmiyor.   

Ve yine tam da bu nedenle, Meral Akşener, Türk sağının kanlı tarihini unutturmak istercesine, “biz birbirimize kurşun sıktık da böyle namertlik yoktu, pusu ile adam dövülmez” diyebiliyor. Yakın zamanda saldırıya uğrayan ülkücülerden Yeniçağ yazarı Yavuz Selim Demirağ da “eskiden evin bir mahremiyeti vardı, kimse kimseye evinin önünde saldırmazdı” minvalinde bir açıklama yapabiliyor. Oysa 7 TİP’li gencin evlerinin basılarak katledilmesinden, Doğan Öz’lerin Bedrettin Cömert’lerin, Necdet Bulut’ların evlerinin önünde pusuya düşürülerek öldürülmesine, o kanlı tarih hala mıh gibi aklımızda duruyor. 

Velhasıl mesele, solun esamisinin okunmadığı ve siyasetin bütünüyle sağa çektiği bir dönemde, sola karşı kurulan bir şiddet örgütünün giderek siyasetin merkezine yerleşmesi, fraksiyonlara ayrılarak hem iktidarda hem muhalefette kendisine yer bulması, iktidardaki ve muhalefetteki İslamcılıkla birlikte siyaseti domine eder hale gelmesidir. Yani, 12 Eylül sonrası MHP’li bir yöneticinin “biz hapishanedeyiz, fikirlerimiz iktidarda” sözünü hatırlayarak söyleyecek olursak, bugün ülkücülük ve Türk-İslam sentezi, farklı fraksiyonlarıyla, hem iktidarda hem muhalefettedir. 

Dolayısıyla, bu saldırıların bize gösterdiği şey, Türkiye’de düzen siyasetinin sağ içi bir iktidar kavgasına dönüşmüş olması, AKP-sonrası Türkiye’ye dair geliştirilen projeksiyonun da yeni bir sağ iktidar olduğudur. Türkiye toplumunun önüne AKP-MHP sağcılığının alternatifi olarak muhalefetteki sağcılık konulmaktadır.

Ancak mesele sadece bununla sınırlı değildir, bu saldırılar aynı zamanda bize rejimin niteliğini ve iktidarını devam ettirebilmek için neler yapabileceğini de göstermektedir; bu saldırılara bakıldığında görülmesi gereken ikinci şey, yakın gelecekte yaşanabileceklerdir. 

Türkiye’de sağın karşısına alternatif olarak sağcılığın çıkarılması, siyasetin sandığa hapsedilmesiyle, sokağın öcüleştirilmesiyle, toplumsal muhalefetin pasifize edilmesiyle birlikte ilerleyen bir süreçtir. Bu stratejinin sahipleri, toplumu Türkiye’de sözcüğün bilindik anlamıyla serbest seçimlerin yapılacağına, iktidarın seçimde yenileceğine ve seçim sonuçlarını tanıyarak iktidarı devredeceğine ikna etmeye çalışmaktadır ve bunda da hayli yol almıştır. 

Ancak bekçi yasasından baro yasasına, sosyal medya yasasından yakında gündeme gelebilecek olan seçim yasası değişikliğine uzanan bir genişlikte, iktidarın “seçimle gitmeme konsepti” doğrultusunda adımlar attığı, gitmemeye yönelik hazırlıklar yaptığı, sadece devletin güvenlik aygıtının değil, MHP’nin de tarihsel misyonuna uygun bir şekilde bu sürece hazırlandığı açıktır. Son saldırıların bize gösterdiği şeylerden biri de budur. 

Durum buyken, muhalefet tüm bunlar yokmuş gibi yapmaya devam etmekte, tarihi de, hangi şartlarda yapılacağı da meçhul olan bir seçimden söz etmekten ve seçimi fetişleştirmekten öteye gitmemektedir. Yani hem sağcılığın karşısına başka bir sağcılık konulmakta, siyaset sağa çıpalanmakta, hem de sandığa hapsedilmiş siyasetle toplum pasifize edilmekte, toplumsal muhalefetin aklı ve refleksleri felç edilmektedir. İktidarın şiddeti yükseleceği bir konjonktürde bunun sonuçlarının ne olacağını görmek için ise kâhin olmaya gerek yoktur. 

Tüm bunlardan sonra, sorulması gereken asıl sorunun “kırk katır mı, kırk satır mı” sorusu olduğu açıktır, bu soru sorulmadıkça neler yaşanacağı ise üç aşağı beş yukarı bellidir. 

Fatih Yaşlı / SOL       

Zor zamanlar üzerine - Ekin Sönmez / SOL-GELENEK

 

Hangisi daha hayalcidir? Koşulların verili durumda aleyhte gözükmesine bakıp hedefleri revize etmek mi, ileriye, bugünün ötesine bakmak mı?

Komünist partilerin tarihi ile ilgili yazılıp çizilenler, akademik çalışmalar, anı, günce, anekdot, biyografi ve otobiyografiler, hatta kurgu eserlerden oluşan bir derya. Bir bölümü devrimciler tarafından yazılmış, bir bölümü karşıdevrimciler tarafından. 

Yirminci yüzyılda dünya ölçeğinde komünist partilerin durumunu sadece yüzeysel şekilde düşünecek olursak, aklımıza birçok metnin gün ışığına çıkmadığı uzun süreli illegal dönemler olduğu kadar, resmi devlet tarihi ve devletlerarası ilişkiler ile parti tarihinin iç içe geçtiği dönemlerin de olduğu gelebilir. Dolayısıyla, bu yazılanların oluşturduğu, çeşitli güvenilirlik düzeylerinde ve yazan öznenin kim olduğunun son derece belirleyici olduğu bir kaynak havuzudur. 

Tarihçi Perry Anderson 80’lerin başında yazdığı bir makalesinde bu havuzu beş türde grupluyor: Anılar, resmi tarih kitapları, bağımsız solcu yazarların tarih kitapları, liberaller tarafından kaleme alınanlar ve Soğuk Savaş kalemlerinin yazdıkları. 

Ancak aynı makalede her bir türe dair verdiği örneklere ve bu eserlerin büyük hacimlerine sığdırılamamış kısıtlarına da yer veriyor. Bunlara şimdi, eski Sovyet arşivlerinden çıkan gizli belgeleri ve günümüz devrimci partilerinin özgün tarih çalışmalarını da eklemek gerek.

Dolayısıyla “komünist partilerin tarihine şu veya bu açıdan bir bakış”, öyle kolay bir bakış olmaktan çıkar. Üstelik bu kadar yazı çiziye rağmen hâlâ bazı konulardaki belirsizlik sürerken (Komintern tarihinden tutun, yirminci yüzyılda farklı ülkelerde gerçekleşen devrimler ve bunların birbiriyle ilişkilerine kadar) ve birinci elden araştırma bulguları kullanmadan varılacak çıkarımların, genellemelerin ciddi bir sınırı var. Hem yazarken hem de okurken bu sınırların ayırdında olmak ve havuzda bir damla ile muhatap olunduğunu unutmamak gerek. Dolayısıyla bu yazının, olsa olsa bugünkü zor koşullarda bizi ayakta tutan şeyin tarihteki izlerini hatırlatmayı amaçlayan bir kısa gezinti olabileceği söylenebilir.

Adı üstünde, zor koşullar. Yani hastalık, ölüm, yıkım, savaş, salgın gibi, hayatta kalmanın bazen mucizevi hale geldiği somut engellerle dolu özel dönemler. Zora dayanmak, eğilip bükülmemek, örgütsel, siyasi ve ideolojik olarak mevzi yitirmemek hiç kolay bir şey değil. Komünist partiler de buna tâbi, yani tarihimiz bize peş peşe sıralanacak ve her biri ayrı bir destan olacak öyküler bahşetmemiş. Ele geçen her fırsat, her coğrafyada en devrimci şekilde kullanılamamış. Zaten hatasızlığı beklemek de hayatın olağan akışına aykırı olur.1 

Nitekim özellikle geçtiğimiz yüzyıla bakacak olursak zor şartlarla, savaşla, darbelerle, dikta rejimleriyle sınanan pek çok komünist partinin, bu süreçlerden ya ideolojik olarak bazı tavizler vererek (“Ben doğruyu söylüyorum” diye olanaklara sırtını dönmek, kafasını kuma gömecek bir sekterlik içine girmek de bir tavizdir2), ya örgütsel yapısında kayıplar yaşayarak, ya da sınıf uzlaşmacılığına kayarak, hatta kendi kendini tasfiye ederek çıktığını görürüz. Kıta Avrupası partileri de Avrokomünizm’in etkisinin uzandığı bazı Latin Amerika partileri de buna iyi örnekler oluştururlar.3 Geçtiğimiz yüzyıl dünyanın ilk işçi devletinin kurulduğu, faşizmin ortaya çıktığı ve komünistler tarafından dize getirildiği, insanlığın fezaya çıktığı yüzyıldır; ama aynı zamanda Marksizm’in en çok çarpıtıldığı ürünler de literatüre geçtiğimiz yüzyılda girmiştir.

Zor şartların düzen partilerini ne hale getirdiği ise aslında bundan çok daha acıklıdır. “Normal şartlarda” zaten belli bir apolitik destekçi kitlesinin niceliksel ve siyasi varlığını veri alarak yolunu bulan burjuva partileri, kaygan bir zemine kurulu oldukları için o zeminin şöyle bir sallanmasıyla kolaylıkla yıkılabilir. Zorluklar böylesi partileri iktidardan indirebilir, içlerinden bazı aktörler gemiyi terk edip arkasına bakmadan ikbalini başka denizlerde arayabilir, hatta ülkeden geri dönmemek üzere ayrılabilirler. Sermaye sınıfı işini artık görmeyen bu tür partileri tarih sahnesinden silmeye ve bir yenisini kurmaya karar verebilir, bunu uygular da... Yalnızca Türkiye siyasi tarihinin bir burjuva partileri çöplüğü olduğu düşünülmesin. Fakat komünist partilerinin zorluklar karşısında ayakta kalmalarını, geleceğe uzanmalarını sağlayan, “tarihten silinmeye bağışık kılan başka yönleri var.4 Elbette işçi sınıfı var oldukça sınıf mücadelesi de var olacaktır, komünistler de… Kastım bu değil. Bir parti olarak ayakta sağlam kalmak, öz(n)el müdahaleler gerektiriyor. Odaklanmaya çalışacağım alan burası olacak.

Bir kere şartlar ve güç dengesi ne olursa olsun kararını kendi başına vermek (yanlış bir karar da olsa), kendi göbeğini kendi kesmek, sonraki kuşaklara üzerine basacağı sağlam bir zemini bırakabilmenin anahtarı. Üstelik bu, söylemde ne kadar radikal gözükse de yaptıklarıyla düzeni destekleyen bir siyaset yürütmekten çok daha onurludur. İkincisi tarihe bakabilmek, tarihin ortaya koyduğu değişim ve ilerleme fikrinden güç alarak geleceği hayal edebilmek. Yani biricik teorik yöntemleri, zor zamanlarda da komünistleri ve partilerini diri tutan yanları. Yalnızca diri değil, aynı zamanda gerçekçi ve iyimser kalmak da bu yöntemin kılavuzluğu ile mümkün.

*

Buna karşılık, durgun, sakin, istikrarlı görünen zamanlarda aslında küçük görünen ya da hiç görünmeyen birçok tehlikeli değişiklik bir zemin aktivitesi olarak sürer.5 

Küçük burjuva katmanların siyasi tercihlerini temsil edecek aktörler çeşitlenir, bunlar arasında geçişkenlikler artar. Küçük ideolojik farklılıklar büyük önem taşıyormuş gibi görünür, toplumdaki gerçek çelişkileri örten katmanlar boyutlanır. Topluma yol gösterici konumda olanlar arasında saf değiştirenler, güce yakın durma eğiliminde olanlar çoğalır. Bıkanlar, küskünlüğe, yılgınlığa kapılanlar olur. İleriye bakmak unutulur, geçmişte, nostaljide olmadık iyilikler aranır. İleriye bakılmadığı ölçüde devrim fikrinden uzaklaşılır. Şüphecilik, hasımlık, tereddüt, bulanıklık, korku ağır basar. Üretici güçlerin enerjisi düşer. Böyle anlarda, aynı ağır havayı soluyan komünist partilerin devrimciliğini koruması hiç de kolay değildir.

Bugünden bakacak olursak 1905 burjuva devriminin yenilgisinden sonra Rusya’nın içine düştüğü gericilik, bu durgun zamanlara bir örnektir. Koşullar her şey için fazlasıyla elverişsizdir. Emekçiler yabancı sermayenin boyunduruğu altındadır, borçlar büyüktür, günde 10-12 saat çalışılmaktadır; ama yine de baskın bir yoksulluk vardır. Halk adına 1905’te kazanılanlar şiddet ve zorbalıkla geri alınmıştır. Kadrolar çeşitli ülkelerde dağınık noktalardadır, sürgündedirler, hapistedirler, yayın çıkarmak, dağıtmak binbir türlü engeli aşarak ancak mümkün olmaktadır. 

Bolşeviklerin etrafında öne çıkan isimlerin çoğunda çözülmeler olmuştur. Lunaçarski, Bogdanov gibi aydınlar partiden uzaklaşmıştır. Menşeviklerin siyaseti tavizler üzerine kurulu hale gelmiştir. Üstelik partinin “demoralize” olduğunu dillendirip durmaktadırlar. Vakti gelince parti Menşeviklerden arınır ve Lenin’in tabiriyle Merkez Komitesi “dirilir”; fakat sonuçta eski yoldaşlar karşı sınıfın saflarındadır artık. Avrupa’nın ortasında Almanya Sosyal Demokrat Partisi kurumsallaşmakta, otoritesi büyümekte ama parti merkezi adım adım milliyetçileşmektedir.

Savaşın başlamasıyla işler değişecek, durağanlıktan büyük bir hızla çıkılacaktır. Fiziksel, maddi, toplumsal açıdan çok daha hareketli ve yıpratıcı günler gelecektir. Fakat Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) Bolşevik kanadının, komünistlerin savaşın ortasında elde ettikleri zaferin gerisinde, öncesindeki karşıdevrim yıllarında partiyi ayakta tutabilmeleri ve partinin gerçek işlevini hiç saptırmamaları yatıyordu. Panik yapmadan kadroları toparlamak, bir sonraki karşı saldırıya hazırlanmaktı anahtar. Çünkü nesnel koşulların halkın öfkesini kızıştıracağını, tekelleşme ve uluslararası rekabetin kaçınılmaz olarak bunu doğuracağını öngörüyorlardı. Ayrıca devrimin yenilgisinden “ne yapmamalı”yı çıkarmaya değil bu süre içinde işçi sınıfının kazandığı mücadele becerisine odaklanmışlardı. 

Lenin’e göre 1905-1908 arasında üç yıl içinde kazanılan bu beceri, Alman işçi sınıfının 1848-78 arasında otuz yılda kazandığı beceriye denkti ve hafife alınmamalıydı. Devrim fikri onlar için günceldi ve kitleler için de güncel olacağı zamanın geleceğini bilmekte, o günlere hazırlanmaktaydılar.  Hazırlık ekonomistlerle, legalcilerle, milliyetçilerle, ya da Rusya’yı bir sosyalist devrim için fazla geri bulanlarla ayrışmak, bu sapmaların işçi sınıfının düşüncesini ve ruh halini belirlemesini önlemek için sabırla çalışmayı gerektiriyordu. Teorik temellerin manipüle edilmesine izin vermemek ve materyalizmi sahiplenmek de bu hazırlığın bir parçasıydı. Böyle olmasaydı, o çok yaygın ve bulaşıcı yılgınlık, bezginlik, uzlaşı ve teslimiyet havasına kapılsalardı (ki o kapasitede ve formasyondaki kişiler için buna gerekçeler üretmek büyük mesele olmasa gerek) birkaç yıl içinde savaş makinesinde ezileceklerdi. Hatta ezilen yalnızca Rusların değil, Alman, Macar, Slovak ve tüm Avrupa işçilerinin devrim umutları olacaktı bile denebilir. Öyleyse 1908-1912 aralığında, Bolşevik olmak mı, Menşevik olmak mı daha gerçekçidir? Hangisi daha hayalcidir? Koşulların verili durumda aleyhte gözükmesine bakıp hedefleri revize etmek mi, ileriye, bugünün ötesine bakmak mı? Bugünün Türkiye'sinde mecliste siyaset yapanların bize vaaz ettikleri gerçeğe mi, hayale mi daha yakındır?

*

Zor zamanlar, kitleler için suların durgun olduğu dönemlere göre çok daha öğretici, cesaretlendirici ve dönüştürücüdür. Dostları ve düşmanları seçmek daha kolay hale gelir. Tumturaklı laflar ederek gerçeği gizlemek ise güçleşir.

Yunan İç Savaşı zor zaman denince akla ilk gelen örneklerden sayılabilir. Nazilere karşı tüm halkın bir arada verdiği bir savaştan sonra, ülke İngilizlere ve Amerikalılara teslim edilmek üzeredir. Yunanistan Komünist Partisi (YKP) faşizm canavarının tüm dünyada Sovyetler Birliği ve partizanlarca bertaraf edilmesinden hemen sonra bugün sorgulanmayı hak eden bir adım atmıştır: Barış ve demokrasi adına hükümetteki işbirlikçilere güvenmek, imzalanan anlaşmalar sonucunda gardını düşürmek, silahını bırakmak. 

Bu hatanın büyük bir bedeli oldu. 

Aynı işbirlikçiler, ülkenin Amerika’nın Türkiye’yle birlikte doğuya uzanan iki elinden biri olmasına muhalefet edeceklerini bildikleri komünistlere karşı, üstelik CIA beslemesi faşistleri de gölge kuvvet olarak yanına alıp, bir cadı avına çıktılar. Gerçi silah bırakılmasaydı da, savaş sonrası kurulan yeni düzende Yunanistan’ın Amerika’ya tâbi olması için en başta ülkede büyük bir meşruiyet sahibi olan komünistlerin başının ezilmesi gerekecek ve mücadele iki taraf için de sürecekti. 

Nitekim ABD’nin bu süreçte sinsi ve açık hiçbir çirkinlikten kaçınmadığını görürüz. Her biri ayrı bir özgül ağırlığa sahip birçok nesnel ve öznel faktörün, iç ve dış istikrarsızlıklar, kararsızlıklar ve zaman yitirmelerin de iç içe geçtiğini söyleyebiliriz. Üstüne savaş yorgunluğu… Bir komünist parti için daha zor bir zaman, daha çetin şartlar olabilir mi? Birkaç yıl öncesine kadar, yani İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yunan Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (EAM) muazzam savaşımı halkın dörtte üçünü kapsamış, bu savaştan bir işçi iktidarı ile çıkmak bile mümkün görünmüşken...

Yunan komünistlerin 46’da Demokratik Ordu’yu örgütlemeleri, özgür bir Yunanistan kurmak için üç yıldan uzun sürecek yeni bir savaşa girmeleri bir meydan okumadır. İç savaş boyunca ve ertesinde, illegal olmanın zorluğunun da eklenmesine rağmen yaptıkları tercih eli kolu bağlı beklemeyi kabul etmemek olmuştur. Bu sürekliliğin arkasında, EAM’ın cephedeki deneyiminin ve halk desteğinin getirdiği özgüven kadar, geleceğe dair mutlak bir inanç olmalıdır. Sotiriyu bir komünist ve bir gazeteci olarak o günleri anlattığı kitabında bu duyguyu şöyle ifade ediyor: “Direnişi gerçekleştiren ve inanılmaz güçlüklerle karşılaşan, katledilen bu güçlü, bu büyük kuşak, topraklarımıza tohumu serpmiştir. Bu tohum bir gün mutlaka yeşerecektir.” Yalnızca Yunan halkına değil, tüm dünyada sömürge karşıtı eylemlere, işçi sınıfının barış mücadelesine ilham olan isimler bu inanç ve adanmışlık kolektif olarak var olmasaydı; ayaklarını kendi topraklarına basmakta ısrar etmeselerdi olmazdı. Bugün Beloyannis tüm komünistler için hâlâ yaşayan ve başını dik tutmanın sembolü olan bir figürse, Yunanistan Komünist Partili gençler yeni Niko’lar ve Elli’ler olarak yetişiyorsa, tohum toprakta tutmuş ve kafasını çıkarmayı başarmış demektir.

*

Yunan İç Savaşı’nda da, Bolşeviklerin 1905 burjuva devrimiyle açılan dönemin kapanışından sonraki arayışlarında da ortak olan ve sonucu belirleyen nokta halkın kendi geleceği adına karar verme hakkını kullanmış olmasıdır.6 Bu hakkın meşruiyetine hiçbir gölge düşürmemesi ve başka hiçbir önceliği de bunun önüne koymama iradesidir. Sınıfsal bakış açısını hiç elden bırakmamak, diğer tüm kavramları, savaşı, barışı, demokrasiyi, diplomasiyi bu bakış açısıyla okumaktır. Bu sınıf mücadelesinin kızıştığı, siyasetin sıcak savaş biçimini aldığı ve muazzam güçlüklerin yaşandığı durumda da, hiçbir şeyin kolay kolay değişmezmiş, gericiliğin geriletilmesi mümkün değilmiş gibi göründüğü durumda da geçerlidir. Sonucun birinde zafer, diğerinde yenilgi olması bunu değiştirmiyor. Yenilgi her zaman ihtimallerden biridir ve eğer gerçekleşirse, ondan sonra da mücadele devam eder. Yenilgiden daha tehlikeli olanı ise şudur: Militanlardaki gelecek için karar verme duygusunun yitirilmesi, belirleyen değil belirlenen olduğu hissine kapılması, bir an için bile olsa siyasetsizliğe düşme. Yenilginin kalıcılığına inanma. Çünkü o zaman yalnız bugünün ağacı kurumuş olmuyor, gelecek için tohum ekme faaliyeti de ortadan kalkmış oluyor.

Bana kalırsa pandemi bu ikisinin karması bir dönemi teşkil ediyor. Gelişmelerin hızını düşündüğümüzde ise başımız dönüyor. İçinde bulunduğumuz seferberlik hali, adeta bir savaşı çağrıştırıyor. İşçi sınfının dünya çapında örgütlülüğü, zihninin berraklığı, açıklığı açısından bakıldığında ise uzun sürmüş bir kış uykusu ile uyanıklık arasında bir alacakaranlık hali var. Bir yandan yirmi birinci yüzyılda aşı karşıtlığının çeşitli versiyonları ve “önce birileri yaptırsın göreyim de ben sonra yaptırırım” diyen bencillik hayretler içinde bırakırken, diğer yandan bir işçi kardeşimiz bir eline “iş”, diğer eline “aş” yazarak yaşamına son veriyor. Güvensizlik, panik, korku da var; siyahlardan, çekik gözlülerden nefret de. Aralarda bir yerlerde dayanışma da filizleniyor, öyle ki yaşlılar gençlere yoğun bakım yerlerini veriyor. Ve nasıl bundan yüz elli yıl önce, yüz yıl önce devrimler bastırılırken Versay’a, çara teşekkürlerini sunuyorduysa burjuvazi, bugün de insanlar yüzer yüzer ölürken, TÜSİAD yine “istişare ortamı için iktidara teşekkürlerini” sunmakta. Buna karşılık pandeminin tüketim coşkusu içinde aklı ve ruhu erimekte olan orta sınıflara işçiliklerini hatırlatmış olması, ömrümüze rast gelmiş bu uğursuz vebanın gözden kaçmaması gereken bir boyutudur.

Tüm bunlardan sonra bu yazının vermek istediği mesajı şöyle özetleyebilirim: İnsanlığın yüz yılda bir gördüğü bir pandemiyi ve kapitalizmden kaynaklı büyük bir ekonomik durağanlık-bunalım dönemini eş zamanlı olarak yaşıyoruz. Bilim yolumuzu biraz aydınlatmış olsa da dünya çapındaki bu virüs salgınının kısa vadede ortadan kalkacağına dair umutlanmak için oldukça erken. Fakat koşullar ne kadar zor olursa olsun üretici güçlerin, biz emekçilerin tek bir kurtuluş yolu var: Sosyalist bir gelecek için birlikte mücadele etmekten vazgeçmemek. O geleceğin ne kadar yakın olduğu, bugünleri nasıl değerlendirdiğimizin sonucu olarak karşımıza çıkacak. Zor zamanlarda nasıl siyaset yaptığımız, hangi tohumları ektiğimiz, yarın toplayacağımız meyveyi belirleyecek.

Ekin Sönmez / SOL-GELENEK

  • 1.“Akıllı kişi hatalar işlemeyen kişi değildir. Böyle insan yoktur, olamaz da. Akıllı kişi, önemli hatalar işlemeyen, hatalarını kolayca ve çabucak düzeltmesini bilen kişidir.” sözleri, kendi zamanını olduğu kadar geleceği de gerçekçilikle ele alan Bolşevik Devrim’in önderine aittir.
  • 2.Örneğin Britanya Komünist Partisi, uzun yıllar İşçi Partisi’nin basıncı karşısında böyle bir konumda kalmıştır. Küçük parti olmanın verdiği göreli rahatlıkla kokmamış, bulaşmamış olmak bugünden bakılınca övünülecek bir duruş olarak gözükmüyor.
  • 3.Meksika gibi bir ülkenin 13 yıl fiilen komünist partisiz kalmış olması çözülmenin gidebileceği en uç noktalardan birini gösteriyor.
  • 4.Komünist partisi olmaktan vazgeçenler tarih sahnesinden ya siliniyor ya da artık kendileri bile kendilerine komünist demiyor.
  • 5.Beyin elektriksel dalgalarını inceleyen elektroensefalografi (EEG) yönteminde, dinlenme hali diyebileceğimiz durağan halde devam eden ve dar bir aralıkta sürekli bir dalgalanma olarak gözüken elektriksel aktiviteye zemin aktivitesi denir.
  • 6.Kostas Pateras. Yunan İç Savaşı Üzerine Notlar (1946-1949). Gelenek, 2009, 90: 85-92. https://gelenek.org/yunan-ic-savasi-uzerine-notlar-1946-1949/